Selefteki(r.a) Dehanın Sebepleri

DEHANIN ANLAMI

Kişinin bu manayı birtakım ifadeler ile açıklığa getirmesi mümkündür: "Bir insanın; keskin zekaya, sezebilen bir bilgiye, ezbere, amele ve istikrarlı bir gidişata sahip olup, kısa bir zamanda bereketli, faydalı ve verimli eserler ortaya çıkarmasıdır." Nitekim selefin zamanında da vakitler aynı şekilde hesap ediliyordu. Ancak bu saatler günümüze dek gelen olgun meyveler verdiler. Bizler de bunların mahsulünden koparıp meyvesinden yemekteyiz. Halen de· bize meyveler vermekte ve mahsul sunmaktadır.

Bunun sebebi nedir?

Selefin bu konudaki sebepleri hakkında pek çok hu sus vardır. Selefin temayüz ettiği bu hususları takriben iki madde ile ilişkilendirebiliriz: İlki, onların kendi şahsiyetlerinden kaynaklanır. Diğeri ise ortam, muhit ve kendi elde ettikleri şeyler nedeniyledir. Bazen insanı hayra götürüp, onu ısrarla hayra çeken durumlar olur. Bazen de insanı hayırdan uzaklaştıran şeyler olur. Bununla beraber selef (r.a) kendilerini hayra sımsıkı çekip götüren bir muhite erişmişlerdi. Onlar da bu hayra güzellikle icabet ettiklerinde, bu bağlamda olağanüstü başarılara ulaşmışlardı. Bu ortamın -ki biz bunu selef olarak isimlendiriyor uz-menşei, temeli ve alametleri; Peygamber s.a.v onun tertemiz yaşantısı ve kutlu rehberliğiydi. Aynı şekilde, Peygamber'in s.a.v elçiliğe başladığı günden, vefat ettiği güne kadar tebliğ etmiş olduğu Allah'ın c.c kanunları idi.

Şeriat-ı mutahharanın ve kutlu risaletin o döneme ve o diyara birtakım tesirleri olmuştu. İşte böylelikle şeriat, o toplumun ve o zamanın üzerine (bir nur gibi) doğmuştu. Ardından da sayılamayacak ve vasfedilemeyecek hayırlar meydana getirmişti. Öyle ki bizler bu ha yırlara bakınca, bunların efsane ve olağanüstü olduğu nu düşünüyoruz. Hakkında konuşmak istediğim şeylerle ilgili daha azıyla yetinerek bu hususlar hakkında demetler paylaşacağım. Çünkü ben, başkalarının açıklama sonucunda anlayacağı bu kavramları, ima ile idrak edecek insanlara konuşuyorum. Eskiden şöyle denmiştir:

Kıvrak zekalıya yeter şifreli bir ima

Yüksek bir nida ile seslenilir ondan gayrısına

Sizler ise işaret ile anlayan kimselerdensiniz. Zaten ilim talebesinin durumu böyle olmalı, işaret ile anlamalıdır. Ne işaretin ne de açıklamanın kendisine bir şey bildirmediği bir kimsenin ilim yolunun yolcusu olmasında hiçbir hayır yoktur. Bu kimsenin ziraat veya ticaret yolu nu tutması gerekir. Çünkü burada kendisinden yararlanabileceği ortam vardır. 2

SELEFTEKİ DEHANIN SEBEPLERİ

Şayet, selefe hayırlar getirmiş olan, birçoklarının bunun la deha sahibi olduğu ve bu hususta ilginç, olağanüstü ve hayrete düşüren şeyler ortaya getirdikleri bu metotları ve yolları belirlemek istersek pek çok maddeden bah sedebiliriz.

BİRİNCİ SEBEP: Hz. Peygamber'in (s.a.v) döneminde veya ona yakın dönemlerde olmaları:

Bunun içerisinde zikredilenlerden kastım; Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin olup onlara selef-i salihin denir. Selef ise (r.a) "En hayırlı asır benim asrım, sonra onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenlerdir" 3 (kavline muhatap olan kimselerdir.) En başta Hz. Peygamber'in (s.a.v) şahitliği ile ikinci olarak da Müslümanların hayatının gerçeği olması hasebiyle, bu ilk üç hayırlı asır -ki daha da geniştir-hayır ile doluydu. Böylesi bir dehayı ortaya çıkaran bu muhitin temelin de, insanların, Hz. Peygamber'in (s.a.v) zamanına, yaşantı sına ve kutlu rehberliğine yakın olmaları vardı. Bundan dolayı Müslüman bir muhitte yaşıyorlardı. İçerisinde -hayat tarzında ilim, amel, davranış, düzen ve metot bakımından-Müslümanca bir yaşantının gerçekleştirildiği bir toplumdu. Nitekim onlar hayırdan başka bir şeye tanıklık etmez ve yine hayırdan başka bir şey işitmezlerdi. Şayet insanların içinde muhalif ve isabetsiz veya şeytan tarafından ayartılmış bir kimseye rastlanırsa onun duru mu, güneş ışığının karşısındaki ince bir çizgiye benzeyip, insanların muhitine tesir etmez. Çünkü nübüvvetin nuru ve risaletin rehberliği kapsamlı bir şekilde parlamakta ve Müslümanların uzak ülkelerine kadar yayılmaktaydı. Hz. Peygamber'in (s.a.v) döneminde olan muhite baktığımızda, onun insanların içinden çıkarılan en hayırlı mu hit olduğunu görürüz. Çünkü (bu muhitin) içerisinde (şu özellikler) mevcut olmuştur:

1) Allah'ı birlemek.

2) İyiliği emredip kötülükten sakındırmak.

3) Bu ikisinin yanı sıra, her fırsatta ve şartta, sabah ve akşam, gece ve gündüz ilim öğrenmek.

Ayrıca güneşin tepede olduğu kayh1le uykusu vaktinde bile ilim onların bir alışkanlığı ve adeti idi. Onlar ilimden asla ayrılmazlardı. Bundan dolayı ilim ile oturur, ilim ile kalkarlardı. Size buna yakın bir örnek vereceğim: Eğer bizler düş mana karşı bir İslam savaşında olsaydık, mücahitlerden bir kimsenin oturup da dünyanın güzellik kraliçesinden bahsettiğini görebilir miydiniz?! Hiç oturup böyle saçmalıklardan konuşabilir miydi?! Böyle yapması mümkün değildir. Onun konuşması ancak, "bu cephe zafer kazanmış, bu cephe güçsüzleşmiş, şu cephenin takviye ye ihtiyacı var, falanca şehit olmuş, falanca şöyle yiğitlik yapmış" ve buna benzer şeylerdir. İşte sahabe ve tabiin döneminde insanların konuşmaları da böyleydi. Onların konuşmaları ''Allah buyurdu ki. .. Rasulü dedi ki ... Saha be dedi ki ... " şeklindeydi. Onların bunun için pek çok nedenleri vardı. Çünkü onlar karanlıktan aydınlığa çıkmışlardı. Karanlıktan aydınlığa çıkan bir kimse, aydınlığın kıymetine gerçek manada tanıklık eder. Hz. Ömer efendimiz r.a şöyle demiştir - O muhaddes, yani kendisine ilham edilen bir zattı. Hz. Peygamber s.a.v onun hakkında şöyle buyurmuştu: "Siz den önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer b. Hattab' dır. "4

(Hadiste geçen) muhaddes kelimesi, kendisine doğruluk ve hakkaniyet ilham olunan kimse anlamındadır. Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v)Allah'ın vah yettiği gibi, onunla gök arasında bir bağlantı yoktur. O'na vahiy inmiştir. Ancak Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali • ve peygamberlik tarafından kendilerine hayır ile tanıklık edilmiş diğer tüm sahabilere bu ilham verilmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v): Hz. Ömer efendimiz hakkın da şöyle demiştir: "Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer b. Hattab'dır." Hz. Ömer efendimiz bu bahsettiğim konuyla -onların karanlıktan aydınlığa çıkmaları ve aydınlığın kıymetini bilmeleriyle-ilgili olarak, bu bağlamda şöyle diyordu: "Cahiliyeyi bilmeyen kimseler yetiştiğinde, İslam'ın bağı iplik iplik ayrılacaktır." İşte bu kimse İslam' ın kıymetini bilmez, onu; öylesine, basit ve ucuz görür. Zaten böyle bir ortamda yetiştiğinden bu onun için değer siz bir şeydir.

Yaşadığımız hayat tablolarından birini örnek olarak verelim: Bolluk ve rahatlık içerisindeki bir evde dünyaya gelen bir insan farz edelim. Bu insan için ekmekten daha değersiz bir şey yoktur. Çünkü çeşit çeşit yemek yemektedir. Ekmeğin kıymetini ve bu nimetin değerini bilmez. Nitekim bu kimse rahat bir hayat yaşamakta ve bunun içine dalmaktadır. Ancak bir gün hayat ona dişlerini geçirip de fakirlik kapısına dayandığında nimetin kadrini anlasa; işte o zaman ekmeğe ve Allah'ın (c.c) verdiği diğer nimetlere kıymet verir. Bu nimetin değerini bilir. Bir şey yediği vakit Allah'a hamd ederken, O'na ağzıyla değil, içtenlikle hamd eder. Selef -sahabe, tabiin ve onlara ihsan ile tabi olanlar cahiliye ve kalıntılarına şahit olmuşlar, onu tam anlamıyla bilmişlerdi. Muhammedi risaletin aydınlığı ve Allah'ın (celle celalühü) bu yüce din olan İslam'daki hidayeti üzerlerine doğduğu zaman, onlar ona aşık olmuşlardı. Öyle ki bu onların alışkanlığı, gecesi ve gündüzü oldu.

Onlar tam bir yönelme ile İslam' a yöneldiler. Onlardan her bir insanın en sevdiği şey; bu dini yaşatmak, bu dini üstün kılmak, bu dini değerli yapmak ve Allah' ın(c.c) onun üzerindeki hakkının bir kısmını ifa edebilmek adına bu din için varlığından bir şeyler verebilmekti. Böylece bu ilk madde -Hz. Peygamber' in (s.a.v) dönemine ya kın olmaları-onlara salih bir muhit imkanı sağladı. Salih muhit ise hayır noktasındaki en büyük yardımcıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) söyle buyurur: "Mümin den başkasını dost tutma. Yemeğini de ancak muttaki olanlar yesin."5 Herhangi bir okulun yanında bir eğlence yerinin olduğunu farz edelim. Hiç şüphesiz bu okuldaki kişiler bu eğlence merkezine az veya çok bir heves duyacaklardır. Çünkü onların yanı başlarında oraya uğrayan ve bazen oradan etkilenen ve bezen de oradan yüz çeviren kimseler vardır. Ancak toplumsal vebalardan korunmuş bir muhitte olurlarsa, işte o zaman akıllarından bu bozuk düşünceler geçmez. Yine aynı şekilde insan salih bir çevrede olduğunda, öyle insanlara şahit olur ki, onlar sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin durumları hakkında söylenen şeye benzerler: "Gecenin abidi, gündüzün mücahidi." Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin geceleri kendilerini Allah'a adamışlardı . Onlar abid, zahid, kıyamda ve oruçlulardı . Gündüzleri de mücahid idiler. İşte onlar böylelerdi. Pe ki, bu sebatlı çalışma nereden gelmişti? Bu gayret Hz. Peygamber'e (s.a.v)eşlik etmekten veya Hz. Peygamber'e (s.a.v) dostluk etmiş kimselere eşlik etmekten geliyordu. Çünkü sen doğrudan öğreniyorsun, ya da aracısız nakledilenleri öğreniyorsun. Bundan da gidişatın konusunda büyük miktarda istifade ediyorsun. Nitekim eğer sen salih bir insan görürsen, senin onu görmen hayatının sonuna dek kalbini yıkayacak (temizleyecek) ruhani bir üstünlük demektir. Sen bundan fayda görürsün ve onunla çokça yükselirsin. Sonunda seni gören bir başka insan "falancayı gören kimseyi gördüm" der. İşte bu da Hz. Peygamber'in(s.a.v)sözüdür: "Beni gören kimseye müjdeler olsun. Beni göreni görene de müjdeler olsun. Bunları görene de müjdeler olsun. "6

Sahabe ve Tabiin (r.a), bu bakımdan [içinde bulundukları ortamın güzelliğinden] faydalanıyorlardı. Bununla birlikte onların yanında, hayatın tüm alanları için rehber, örnek, yaşanmış bir hayat ve model oluşuyla Rasulullah (s.a.v) vardı . İşte bundan dolayı onların arasında ''Allah buyurdu ki ... Rasulü buyurdu ki ... Sahabe dedi ki. .. İlim ehli dedi ki..." sözlerinden başka bir şey konuşulmazdı. Nitekim onları hayır ile dolu kılan ve onları dahi yapan ilk şey: Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine yakın olmaları, eğer sahabe iseler O'nunla bağlantıları olması veya eğer tabiinden iseler Hz. Peygamber'i (s.a.v) gören kimseler ile iletişimleri olmasıydı . Onlar Hz. Peygamber' i (s.a.v) görmeye nail oldukları zaman benlikleri ıslah olmuştu. Zaten eğer batın ıslah olursa zahir de ıslah olur. Peki, batından kastım nedir? Bu, akidedir. Allah' a (c.c) itikat etmektir. Nitekim onların. akideleri temizlenmiştir, her türlü şaibeden arınmıştır. Sonunda da her yaratılana farz olan "Rabb olarak Allah'a, Rasul olarak Muhammed'e ve din olarak da İslam'a iman etmesi" hakikatine dönüşmüştür. Bu anlam onların nezdinde tam bir şekilde tahakkuk etmişti. Öyle ki onlardan her biri bu hakikati fıtratı ile idrak etmeye başlamıştır. Yazıyı bilmeyen bir ümmi olduğu halde nasıl fıtratı ile idrak edebilir? Çevresinden tanıklık ederek (idrak edebilir). Sizler için buna açıklık getireceğim: Şayet bizler, içerisinde bazı salih alimlerin bulunduğu bir köyde olsaydık. .. Bu köyün halkı da ziraat, çiftçilik ve benzeri işler le meşgul olmaları nedeniyle okuyamıyor ve yazamıyor olsaydı . .. Ancak eğer o salih alimlerde takva, başarı ve ilim varsa -ki onların sayısı köyde azdır-onlar yaşayan örneklerdir. Bunun sonucunda köy halkını n ümmi olmalarına rağmen takvalı olduklarını görürsün.

Ayrıca takva; okuma, yazma ve yazıyı bilmeye bağlı değildir. Aksine salih örneğe bağlıdır. İşte onlar da salih örneğe Hz. Peygamber'in (s.a.v) sahabilerin ve tabiinin zatında tanıklık ediyorlardı . Böylelikle de akide onların benlikle rinde tam bir şekilde kökleşmişti. Bu akide safi olduğu zaman da onlar için ölüm, Allah (c.c) yolundaki yaşam dan bile daha sevimli olmuştu. Onların nefislerinin değersizliği hakikat olup; bağırış, çağırış, slogan ve benzeri şeyler değildi. Onlara göre yaşamak, zengin ve cömert bir kimsenin elindeki malın değersiz olmasından daha da değersizdi. Neden? Çünkü onlar kat'i bir inanışlarına itikat ediyorlardı: Cennet haktır ve onun için koşmak gerekir. Tabi ki bizler de şimdi cennetin hak olduğuna inanıyor, ancak niçin harekete geçmiyoruz? Onların gördüğü enerjiyi bize vermeyen engeller var. Bizde çok fazla engeller var. Bunlardan bazıları: çevre, haram demesek de şüpheli kazanç yemek, sağlam olmayan gidişat, gevşeklikle karışmış ve hayat anlayışı noktasında farklı ortamlarda bulunmamızdır. Bundan dolayı içimizden bir insan kendi başına cesaretlenmek ve harekete geçmek istese cezbedici şeyler onu geriye çeker. Diliyle söyler, ancak iç organları ona karşılık vermez. Çünkü o kimse ileriye doğru çekilmez.

Geriye ve yere doğru sürüklenir. Ancak onlara gelince, hayrı cazip kılan şeyler onları her koldan çekiyordu. Onlar takva ve felah sahibiydiler. Onlarda bu tertemiz akide mevcuttu. Eğer bu akide safi olursa akıl ıslah olur. Bu akıl, akidenin temiz oluşundan edinilir. Nitekim selef de büsbütün temizdi. Onlardan bir insan --okuryazar olmasa da-helali ve haramı, duyularıyla, kokuyla ve koklamayla idrak ederdi. Neden? Çok fazla şeye şahit olduğu için ... Çocuk senden edebi nasıl öğrenir? Eğer sen ona: "Bu vaciptir, bu sünnettir, bu da müstehabdır" dersen birbirine karışmış sözler dışında bir şey anlamaz. Ancak sana, güzel bir şeye gülerken, çirkin bir şeye yüzünü çevirirken, yanlıştan nefret ederken rastlarsa ve duygularının bazen bu şekilde bazen de diğer şekilde olduğunu görürse, bunun iyi, şunun da kötü olduğunu duygularıyla anlar. Böylece iyi şeyler kalbine kazınır. Bundan sonra da kötü şeylerden nefret eder ve uzaklaşır. Çocuk duyduklarıyla değil tanıklık ettikleriyle uzaklaşır. Çünkü o sözün manasını idrak edemez. Yalnızca et rafındaki kişilerin davranışlarını idrak edebilir. Yüz güldürecek doğru davranışları idrak ettiği zaman, bunları yaptığında sevinir ve insanlarında bununla mutlu olmasını önemser.

Hoş olmayan bir şey yaptığında ise onun, nefsinden ve insanlardan uzaklaşıp gizlendiğini ve içinde bulunduğu çevreden çıktığını görürsün. Halbuki o bunun nedenini bilmez. Fakat anne, baba veya içinde yaşadığı çevre ta rafından bunun yanlış olduğunu anlamıştır. Selef, kalplerinde atan bu ölçüyle iyiyi ve kötüyü hissediyorlardı . Onların hiçbirisi de bugünkü akademik an lamda yani; diploma sahibi, yüksek lisansa geçmiş ve doktoraya başlamış şekilde öğrenimli değillerdi. Onlar da böyle şeyler yoktu. Allah onlara, bunun yokluğunu nasip etmiş, ancak bununla birlikte onları, bizlerin gölgesinde yaşadığımız hayırlarla şereflendirmişti. Kağıt onları , kağıdın içindeki ilmi öğrenmekten alıkoymadı. Onlar görüntüye değil, o kağıdın içerisindeki ilme itibar ettiler. Onlarda; ibadet, zühd ve salih amel üzerine bir araya gelmek vardı . Zühd, ahlak, erdem -ve benzeri-şeyler hususunda (kendilerine) örnek edinmeyi huy etmişlerdi. Öyleyse bizim ilk (maddemiz): Onların Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine yakın olmalarıydı .

İKİNCİ SEBEP: Akidenin temiz oluşu

Akidenin temiz olması , aklı aydınlatır ve böylece insan aydın olur. Akıl aydınlandığı zaman fıtratı bulur. İşte o zaman kalpte hareketlenmeler olur. Bunun sonucun da insanda özel bir irade oluşur. Bu da: Şeriatın ölçülerine uygun olan şeyleri güzel görmesi ve Şeriatın ölçülerine göre olmayan şeyleri çirkin görmesidir. Peki, (bir kimse) ilim talebesi veya alim olmadığı hal de bunu nereden bilir? Bunu yaşadığı çevreden öğrenir. Size vermiş olduğum küçük çocuk örneğindeki gibi. .. Çocuğa, "Ebu Hanife şöyle demiş, Malik şöyle demiş veya Şafii şöyle demiş ... " dersek onun buna gücü yetmez ve bunu anlamaz. Ancak yüzün asık olmasını ve se vinçli olmasını anlar. Onların içerisinde yaşadıkları çevre de en güzel şekilde bu manayı gerçekleştirmişlerdi. Fıkıh; insanların gidişatından, ilim de insanların gidişatın dan (öğreniliyordu). Onların ortam ve muhitlerinde bu yöntem ayaktaydı . Bu da onlara, bizim hakkında konuşmak istediğimiz "dahilik" sebeplerini hazırlamıştı. Akıl temizliği oluştuğunda ve zihindeki zıtlıklar ispatlandığında akıl sağlam ve güçlü olarak yaşamını sürdürür, iyiliğin kıymetini bilir ve ona doğru koşar. Size bu sözün anlamını açıklayayım: Bazen akılda duruluk olur, ancak onu alıkoyan bazı ani saldırılar vardır. Tıpkı bizim bugün yaşadığımız: düşünce savaşı, dinsizlik fikri, inançsızlık projesi ve bunun gibi kelimeler farklı olsa da anlamları aynı olan başka isimler... Eğer bunlar kişinin yolunda engel oluşturursa ve o kimse bundan kurtulursa bu sefer de nefsi bir savaş -yani şehvet, heves, bozuk ortam, mal fitnesi vb.-başlar. Eğer kişi bu heves, tuzak yemleri ve heyecanlandıran şeyleri bırakıp giderse o kişinin düşünce yapısı kesinlikle isabetli olur. Nitekim ortam, akidenin temiz olması, Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine, hayatına, yaşantısına ve ashabının yaşantısına yakın olmak, bu engellerden uzak durmakla ve bu kötü ve bozuk saldırılardan geri durmakla birlikte olduğunda insanların hepsi İslam hakkında konuşur ve İslam'ı ister. İnsanların merkezinde İslam' dan başka bir şey olmaz. İş te böylece kişi İslam'ı mükemmel, dipdiri, güçlü ve ba siretli olarak yaşar. Böylelikle onlar bu ortamda benim kastettiğim bu anlamları kazanmışlardır. Zaten sizler de bunları benden daha iyi bilmektesiniz.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Akıl ile Nüsük

Onlara bu koşullarda baktığımızda, bahsetmiş olduğum bu faktörlere bir faktör daha ekleyebiliriz: Davranışları ve geride bıraktıklarıyla hayır noktasında öne çıkmış ve ilerlemiş olan ilim ehlinin, "akıl" ve "nüsük/din" olmak üzere iki sıfat ile biliniyor olduklarını görüyoruz. Aklın anlamı zaten hepimiz tarafından bilinmektedir. Nüsük kelimesinden maksat ise dindarlıktır. O hal de onların ilim talep ederken sahip oldukları iki şey vardı: Bunlar akıl ve dindarlıktır. Tabiin alimlerinden Şa'bi Amir b. Şerahil el-Hemdani el-Kufi7, hicretin 17. yılında doğmuş ve hicretin 103. senesinde de vefat etmiştir. Bu büyük tabii Şa'bi , bu konuyla alakalı şöyle demiştir: "Bu ilim sadece akıl ve din darlı k beraber olduğu zaman öğrenilir. Eğer bir kimse dindarlık olmadan akıllı ise "bu kişi ilme nail olamaz" denilir. Şayet akıl olmadan dindarlık sahibiyse o zaman da "Bu iş, akıllılardan başkasını n nail olamayacağı bir iş tir" denilir. "8 Böylece Şa'bi selefin üzerinde bulunduğu ana dayanağı bize açıklamış oldu. Peki nasıl? Akıl ve dindarlık: Çünkü eğer insan dindarlıktan yoksun olursa o zaman akıllı ve habis bir şeytan olur. Çünkü onun aklı ve zekası olup ilme doymuştur. Böyle olduğu zaman o kimsede bozguncuların şeytanlığı olur:

İlimde takvasız bir şeref olsaydı şayet

Allah'ın en şerefli mahluku İblis olurdu

Çünkü "İblis, "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni at eş ten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi. "9

Onun tartışma konusunda aynı sonuca ulaşılmasını sağlayan deliller zinciri vardı. Öyleyse dindarlıkla beraber olmadığı zaman tek başına ilimde hayır yoktur.Dindarlık da akıl olmadığı zaman ahmaklıktır. Böyle olunca insan boş inançlara ve yalanlara inanıverir. Zaten selef alimleri de "Bu ilmi sadece dindarlık ile aklı bir arada barındıran öğrenebilir" diyorlardı. İşte Şa'bi'nin ;bu sözünde de selef alimlerinin dehasının nedenlerinin büyük bir kanıtı bulunmakta olup onların içinde akıllı alimler vardı r. Çok üzücüdür ki bugün günümüzde -ki hepimiz yetersiziz-akıllı ve kıvrak zekalı ol an, İslami ilimlerden başka bir alana gidiyor. Saflığı, engeli, kusuru veya yoksunluğu olan kişi için ise "Bunu ilim talebesi olarak eğitmek istiyorum" deniliyor. "Yani bunu Allah'a · takdim etmek istiyorum" deniliyor. Bu akıllı, mantıklı ve zeki ol an, şöyle olsun diye yönlendiriliyor. Diğeri de ilim talebesi olması için gönderiliyor. Bu onların düştüğü ve suçüstü oldukları bir felakettir. Bunun nedeni de insanları sıkıştıran çevredir. Kimi insan bundan yüzünü çevirirken kimi si de tuzağa düşer. Ne var ki selef, ilim için ellerindekinin en iyisini ve en üstününü sunuyorlardı. Akıl sahibi olan kimse ilim sahibi oluyordu. Bu nedenle akıl ve ilmi bir araya getirdiğin de; meyvesi ve kaynağı sürekli olan, coşkun, pak, güzel ve tatlı bir nehir misali oluyordu. Ancak ilimsiz ve ibadetsiz bir akılda hayır yoktur. Akılsız bir dindarlıkta da hayır yoktur. Çünkü bizler çok takva sahibi olup da şahitliklerinin kabul edilmediği bazı şeyhler görebiliyoruz.

İmam Malik (Allah ondan razı olsun) sened açısından hadislerini reddettiği bazı kimseler hakkında: "Onlarda zühd, keşf ve çokça takva vardi. Ancak onlarda akıl , ilim ve dikkat hakimiyeti yoktu. Bunlar gibilerle yağmur duası edilir, fakat onlardan hadis alınması doğru olmaz" 10 demiştir. Çünkü hadis dikkat ve özen ister. Dikkatli ve özenli olmayana bakılmaz. Bu bakış açısına göre Selef, sadece dindarlık ve aklı bir araya getirmiş olan kimseleri ilim talebeliğine sunuyordu. Bu bağlamda kardeşlerime bir hususta tavsiye vermek istiyorum: Bu tavsiyem, selef alimlerinin hayatlarını okumalarıdır. Çünkü bunlar onları koku, tat ve ilim bakımından selefe ulaştıracaktır. Nitekim bu zamanda içimizden her bir kimsenin kendisine göre en büyük kişi si hocasıdır. Hocalar da bu zamanda bildiğimiz kimseler den olduğuna göre örnek şahsiyetler zayıf kalmaktadır. Ancak selef alimlerine baktığımızda ve hayatlarını okuduğumuzda uyulacak örnek sağlam, zengin ve verimli olmaktadır.

Bu nedenle kardeşlerime, İmam, Muhaddis Şa'bi Amir b. Şerahil el-Hemdani el-Kufi'nin hayatını, iki kitaptan birinden veya birden fazla kitaptan okumalarını tavsiye ediyorum. Onun hayatını Zehebi'nin Tezkiratü'l Huffaz kitabından okuyabilirsiniz. Ancak Zehebi'nin Tarihu'l-İslam ve Ta bakatü'l-Meşahir ve'l-A'lam adlı ki tabından hayatını okursanız diğerinden daha geniş olacaktır. Nitekim Zehebi bu kitaplarda bu imamın hayatını bütünüyle tamamlamıştır. Zehebi'nin cümleleri, en seç kin kimselerin biyografilerini seçen cümlelerdir. Eğer g zel bir örnek isterseniz selef alimlerinin hayatlarını oku yun. Bu sebeple ben kardeşlerime Mu'cemü'l-Udeba kitabından Şa'bi ' ve İbn Cerir et-Taberi(r.a) gibilerinin hayatlarını okumalarını tavsiye ediyorum. Zira siz bunları okuduğunuz zaman Allah'ın Tİ-izniyle bunlardan fayda göreceğiniz hususunda şüphe yoktur. O halde selefin ha yatlarını okumak insanı hayır noktasında şarj eder. Çünkü kişi, uyulacak örneğe ve insanların hayatlarına yakın olmuş olur. Bu münasebetle kardeşlerimden İbn Cerir, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve onlar gibi başka alimlerin de biyografilerini okumalarını istiyorum. Çünkü bunlar okunduğu zaman onların hayatlarında insanın gidişatına dair büyük yardım vardır. Bu da bahsetmiş olduğum unsurlardan birsiydi.

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Uyulacak örneğin Hz. Peygamber (s.a.v) ile sınırlı olması

Bir başka unsur da -ki biz buna dördüncü unsur diyebiliriz-şudur: Uyulacak örnek Hz. Peygamber : ile sınırlıydı. Onların Hz Peygamber'den (s.a.v) başka rehberleri yoktu. Bu zihni sakinleştirir. Gücü, ilmi, örnek almayı ve rehber edinmeyi de ziyadeleştirir. Ancak eğer insan bu devrede tuzak yemlerine ve sapkınlıklara kapılır ve dağılırsa o kimse istikrarlı olmaz. Ancak Selefin uyulacak örneği sadece Hz. Peygamber (s.a.v) ve Ashabı(r.a)ile sınırlıydı. Uyulacak örnekteki bu sınırlama ise onlar için iç huzurun olduğu noktaydı. İşte bundan dolayı Rasulullah'tan (s.a.v) yemesini, içmesini ve tüm davranışlarını öğreniyorlardı. Çünkü O (s.a.v) her işte uyulacak yegane örnekti. Böylelikle onlar dahi olma konumuna geldiler. Çünkü Rasulullah' ın (s.a.v) yaşantısını örnek alıyorlardı. Öte yandan eğer insan Hz. Peygamber' in yaşantısı üzerine olmayı ister ancak O' nun yaşantısının içerisinde olmadığı bir yolu izlerse, bu durum Zemahşeri'nin dediğine benzer: "Nice sözler vardır ki, sahibine "beni bırak" der. Nice elbiseler de vardır ki, kendisini giyene "beni çıkar" der." 12 O kimse Seleften olmak ister, ancak evi Se leften değildir. Öyleyse nasıl Seleften olsun? Salihleri se verim ama onlardan değilim, diyerek mi? İşte bunun bir yararı yoktur." Salihleri sevmek iyi bir şey, bu doğrudur. Ancak bu şekilde salih olamam. Çünkü takva içerden, kalpten ve muhitten gelir. Yüzeyde olan bir muhabbetin ise faydası yoktur. Onların arasında Hz. Peygamber' in (s.a.v) gidişatı -rehberliği, kuralları, emirleri ve nehiyleri bakımından-tam bir şekilde yaşamaktaydı. Onlar da bu yüzden O' nun gidişatına en iyi şekilde sahip çıkıyorlardı. Onların arasında bizim fıkıh kitap larında gördüğümüz tespit amaçlı taksimatlar yoktu. Bizde bazı hükümler mendup, sünnet, müstehap veya ragibe gibi isimler almıştır.

Bu ise onların lügatinde yoktu. Onlar için bir şey ya istenilirdi,ya da yasaklanırdı. İstenilen şey vacip de olsa gerekliydi. Mendup da olsa gerekliydi. Müstehab da olsa gerekliydi. Haram olabileceği korkusuyla mekruh olan şey terkedilirdi. Tenzihen mekruh olan bir şey de terk edilirdi. Demek oluyor ki, bir şey ya istenilendir ve yapılır, ya da yasaklanandır ve o da terk olunur. İşte onlardaki örnek alma ve uyma, bu temele dayanmaktaydı. Fakat dönüp de kendimize baktığımızda bu anlamda bir gerileme olduğunu görüyoruz. Çünkü bizde çok hastalık var. Bu hastalıklardan biri de pek çok durumda başımıza gelen şu durumdur: Bir insana herhangi bir me sele hakkında soru sorulduğu zaman cevap olarak "Bu sünnet" der. Bunu üzerine o kimseye "Öyleyse onun yapılması gerekir" denildiğinde "Ama sünnet" der. Bu kim se için "sünnet", terkedilmesine izin var, demekle eşit tir. Onun için "sünnet"in belirtilmek istenen anlamı , terk edilmesine ruhsat var demektir. Öyleyse neden bununla yükümlü olayım ki?Aslında doğru, yükümlülük bakımından değildir. Ancak şeriatten olduğu için "sünnet" işlemeye özen gösterilir.

Bu bizim küçükken zannettiğimiz gibi Hz. Peygamber' in (s.a.v) kendi teşriinden değildir. Biz küçük bir insana "sün nettir" deriz. Küçük bir çocuğa "namaz kıl" deriz. O da farzı kılar. Çünkü bu farzın Allahu Teala tarafından olduğunu anlar. Ancak ilk sünnet veya son sünnet Rasulullah (s.a.v) tarafından olduğu için ihmal edilebilir. İşte çocuk böyle anlar. Fakat ilk sünnet, son sünnet ve farzların tamamı Allahu Teala'nın katından olup yapılması emrolunmuştur. Nitekim Rasulullah (s.a.v) anne babasından veya kendi nefsinden bir şey üretmemiştir. O'nun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir. Şu halde bizlerin arasında mey dana gelen bu davranış, ahlaki davranış biçimimizi geri !etmiştir. öte yandan Selef' in ise uyduğu ve örnek edindiği büyük rehber Rasulullah (s.a.v) idi.

Uyulacak örneğin nasıl sarsıldığını açıklayayım:

Bizim günümüzde gayri Müslimleri örnek alan ve onları göz kamaştırıcı güneş gibi gören insanlar ortaya çıktı. Onlar kafirleri, Hıristiyanları ve diğerlerini dünyaya doğmuş parlak bir güneş gibi görmektedirler. İslam'a ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetine uymayı ise üzüntü ve felaket olarak görüyorlar. Çünkü onların kalpleri gerçeği görmüyor. Bunlar bu asırda meydana geldi. Müslümanların çocuklarında ve soydaşlarımızın evlatlarında da ortaya çıkmaya başladı. Selefte ise bu yoktu. Çehreler, yürekler, akıllar ve tüm öğrencilerin zihinleri Rasulullah'ı (s.a.v) örnek almaya yönelmişti . Böylece çokça salih, dahi ve arif kimseler doğu yordu. Ancak. günümüzde, uyulacak örnek sarsılmış ve dağılmıştır. Böylece insanlar arasında örnek şu olmuştur: İnsanları n her biri uyulacak örneği anne babasından ve dininden miras olarak aldığı şekilde değil de kendi düşüncesine göre görüyor! İşte bundan dolayı gidişatlar gevşemiş ve zayıflamıştır. Selefe gelince, onlarda bu hastalıklar yoktu. Bu yüz den onların arasında uyulacak salih örnekler güçlendi. Onlar teşbih olarak da Sahabilere(r.a) benzetiliyorlardı .

Seleften bazı kimseler Kufe' de veya Basra' da doğrulandıkları zaman onlar hakkında: "Müslümanlar arasında, Hz. Peygamber'in (s.a.v) ashabı dışı nda o ki mseden daha iyisi yoktur" denilirdi . Peki, bu temize çıkarma nereden kaynaklanmaktadır? Bu tezkiye onların gidişatı ve içerisinde yaşadıkları ortam nedeniyle gelmiştir. Onların uyulacak örneği Hz. Peygamber (s.a.v) ile sınırlandırmaları da pek tabi bir durumdur. Çok üzücüdür ki; bu söz tüm İslam ülkeleri için geçerli olmayabilir. Çünkü mevcut koşullar bir ülke ile diğerinin arasında farklılık göstermektedir. Ancak bizim memleketimiz olan Suriye' de şöyleydi: Bundan yirmi veya otuz sene öncesinde insanlar evlerine veya toplu iş yerleri ne üzerinde "Muhammed (s.a.v)", "Ebu Bekir '(r.a)', "Ömer (r.a)", "Osman '(r.a)" ve ''Ali '(r.a)" yazan tablolar asıyorlar ve odayı bu tablolarla süslüyorlardı. Bu durum ne anlama geliyor? Bunun anlamı: Uyulacak örnek, rehber ve saygıyı hak eden onlardı. Onlar hakikate giden yoldu. Bu anlam artık kaybolmuş ve ortadan kalkmıştır. Yerine de kadınsı, hayasız resimler ve kafir isimler konulmuştur. Bu değişimin neresinde uyulacak örnek var? Kendilerini bu görünüşün veya bu realitenin kuşattığı insanlara dahilik nereden gelsin?! Ancak Selef'te bu kavram -yani Ebu Bekir, Ömer, Osman veya Ali !!-yakın dönemdekilerde olduğu gibi yazılı olarak değil, etki olarak bulunmaktaydı. Birçoğumuzun yabancılar, siyasi kişiler veya başkaları hakkın da bilgi sahibi olduğu gibi, onlar da Hz. Ömer'i anıyor ve tanıyorlardı. Onların arasında Hz. Ömer, gidişatlarına etki eden davranışlarıyla bilinmekteydi. (Ebu Bekir) es-Sıddik'ın kızı olan doğru sözlü Aişe '(r.a). "Meclislerinizi Ömer'i anarak süsleyin"13 demekteydi. İşte Selefe göre uyulacak örnek ve rehber böyleydi: Rasulullah (s.a.v). Sahabiler ve Tabiin. Bu kavram mevcut olduğu zaman kalp mutmain olur ve gidişatın selamete çıkması mümkündür. Ancak eğer insan uyulacak örnek noktasında dağınık olursa ve örneği olmazsa, bu şekil de bir sağa bir sola çarpıp tökezler. Bu kimsenin dehaya ulaşması ile kendi arasında uzun zamanlar ve aralıklar vardır. İşte Selef'te(r.a)( bu kavramın olmasını mümkün kılan temellerin çoğunluğu bunlardır. Bir başka unsura göz atacak olursak şunu söyleyebiliriz:

BEŞİNCİ SEBEP: Toplumun ahlaki bozukluklardan arınmış olması.

Toplumda ahlaki bozukluk olduğunda mutlaka etrafındakilere az veya çok onu bulaştırır. Bu kesindir. Kom şunun evinde yangın çıktığında mutlaka dumanı bile olsa sana ondan bir şeyler isabet edeceği kesindir. Yahut da duman kokusu veya duman isi mutlaka isabet edecektir. İslam toplumunda veya dünyevi toplumlarda "Ben kendi başıma yaşıyorum" diyen yoktur. Hayır ... Böyle birisi yoktur. Çünkü o kimse kabul etsin veya etmesin, insanlarla bağlantılıdır. -Bir hayırla veya bir şerle bile olsa-onlardan etkilenir. Senin salih bir komşun olduğunda seni düzeltir veya gidişatını güzelleştirir. Yahut da senin iyiliklerini artırır veya kötülüklerini azaltır. Ancak eğer kötü niyetli bir komşun varsa seni de bozar. Yahut da seni kötülük içinde bırakır veya hiç şüphesiz senin fesadını artırır. Bundan dolayı insan arkadaşıyla (yani) kendisini çeken ile birliktedir. Çünkü arkadaşı onu çeker. Eğer kişi kendisine bakmak isterse arkadaşlık ettiği kimseye baksın.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk ettiğine baksın."14 Eğer Salihlerden olup olmadığını bilmek istersen, kiminle arkadaşlık ettiğine bak. Eğer o kimse Salihlerden sayılıyorsa sen onun yakınında ol. Yok, eğer onlardan sayılmıyorsa, o zaman sen ondan uzakta dur. Selef zamanında toplum ahlaki bozukluktan arınmıştı. Bu, bir kimsenin onların arasında hiç hata olmadığını düşünmesi anlamında değildir. Hatalar oluyordu. Ancak ümmetin çoğunluğu ibadet, muvaffakiyet, iyiliği emretmek ve kötülüğü sakındırmak üzereydiler. Onların arasında kötülüğü korumak ve onu alenen yapmak yoktu. Kötülük bastırılmış ve korkaktı. Ancak eğer biz kötülüğün yüceltildiği, ahlaksızlığın korunduğu, rezaletlere destek çıkıldığı ve güzel ahlaka baskı uygulandığı bir toplumdaysak; doğruluk ve kurtuluş nasıl olsun?! Bu şaşılacak bir şeydir. Onların zamanında toplumun ahlakında mutlak büyüklükte bir temizlik vardı. Bu da onların şahsi olarak er demli olmalarını sağladı. Bunun sonucunda kişi, kendi sinden başkası ile uğraşmamaya başladı. Elbette, eğer insan kendisinden başkası ile meşgul ise doğru olamaz. "İnsan kendisinden başkasıyla nasıl meşgul olur" dediklerinde 'Aşa'nın bu konuda şöyle dediği gibi" diye cevap verdiler:

'Ansızın kapıldım ben ona, o da benden başka bir adama

Fakat bir başkası da kapıldı o adama"

Bu sözlerin açıklamaya ve örneklere ihtiyacı olup, bunda fayda vardır:

" Ansızın kapıldım ben ona" yani: Ben yürümekteydim. Kalbim o kadından hoşlandı ve onun ağına düş tüm. "O da benden başka bir adama" yani: O ise ben den başkasına tutkundu. "Fakat bir başkası da kapıldı o adama" yani: Karmakarışıklardı. Toplumdaki insanlar bu şekilde yaşamaktadırlar. O ona karışmış, bu da şuna karışmış. Bunun neresinde selamet vardır? Hiç kimse selameti aramıyor. Çünkü onlar arzularının dostu olmuşlar. Onlardan her bir kimseyi arzusu kötülüğe çeker. Ya kötülük onu bırakmaz, ya da o kötülüğü bırakmaz. Böyle bir zihnin dürüst olup gelişmesi mümkün değildir. Çünkü insan kendisinden başkasıyla meşgul olduğunda sağlam bir şekilde düşünemez ve idrak edemez. Bir Arap atasözünde -bunun hadis olduğu da rivayet edilmekle birlikte bazı Sünnet ve Garibu'l Hadis kitaplarında rivayet edilmiş olsa da bu hadis değildir-şöyle denilmiştir: "Abdesti sıkışık olanın (hagin), büyük abdestini tutanın (hagib) ve ayakkabısı dar olanın (hazig) görüşü yoktur." 15

Görüş kelimesi zaten bilinmekte olup, bir konu hakkında isabet ve sağduyu belirtmektir. "Abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü alınmaz" demek istenmiştir. Abdesti sıkışık olan demek: o kimsenin bevletmek istediği halde idrarını tutmasıdır. Bu kimsenin zihni meşgul olacağından görüşü alınmaz. Büyük abdestini tutan: Kendisinde başka bir durum olduğu için zihni meşgul olan kimsedir. Bu kişi için önemsiz bir durumdur. Eğer kalbin tamamı bir başkasıyla meşgul olursa durum nasıldır?! Düşünceyi alıp götüren bu iki basit durumda bile, kişide akıl olması mümkün değildir. Kalbi başkasıyla meşgul olanı gelin siz düşünün. O vakit ''Abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü yoktur" demişlerdir. Ayakkabısı dar olan: Dar bir ayakkabıya sahip olan kimsedir. Eğer kişinin ayakkabısı sıkıyorsa aynı şekilde onun da düşüncesi net olmaz. İnsan hissiyatlı bir varlıktır. Havadan çok çabuk etkilenir. Havaya ve insanların koymuş oldukları ölçülere göre kalp daha çok duyarlıdır. Çünkü kalp düşüncelerden etkilenir. Ancak bu kıstaslar düşüncelerden etkilenmez. Havadan, güneşten ve rüzgarlardan etkilenir. Bunun yanı sıra Allah' ın bizim için yaratmış olduğu kalp ve akıl, rahatça veya keyifsizce olsun fikirlerden etkilenir. Bu sebeple eğer durum böyleyse -yani abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü yoksa-kendisinden başkasıyla meşgul olanın hali nasıldır? Başkasıyla uğraşarak güne başlayıp akşamlıyorsa bu kimseye nereden aydınlık gelsin? Ama Selefin toplumunda bunlar bulunmuyordu.

Onlar sadece Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin (r.a) dedikleri ile meşguldüler. İşte bu anlayış durumları güzelleştirmektedir. Misal olarak eğer bir kalp örneğine bakacak olursak, bugün bizlerde hem dini hem de düz okullar vardır. Düz okullara baktığımızda binden, bazı ülkelerde ise milyonlardan oluştuğunu görmekteyiz. Bu milyonlar da nüfus yoğunluğuna göre sayılır. Selef zamanında ise bunların hepsi mescit yerine geçmekteydi. Sadece Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin dediklerini işitiyor, görüyor ve yaşıyorlardı. Öyleyse bu büyük ve fazla sayıdan dahi kimselerin çıkması mümkün müdür, yoksa değil midir? Elbette çıkması mümkündür. Peki niçin? Çünkü onların çok olması bunu olabilir hale getirir. Bununla birlikte şayet engelleyicilerin kendilerini alıkoyduğu, çağın onlara haklarını vermediği, diplomalarda bulunan lise puan ortalamalarını da kısıtladığı ve düşük puan ortalamalarıyla onları bir köşeye oturttuğu, ilim talebesi olan yüz kişiyi örnek getirelim. Bunun üzerine bu kişiler, "Camiye mi yönelsek, yoksa İslami ilimleri öğrenmeye mi gitsek" derler.

Öyleyse tüm bu engellerle birlikte onların arasın dan dahi kimseler çıkmasının olanağı var mıdır? Elbet te bu olanaksızdır. İşte bu nedenle eğer bir kimseye iyilik, uyulacak örnek ve dürüstlük imkanı sağlanmışsa, bu kimse de bu şe ye kendini tamamen vererek yöneliyorsa, ondan olağan bir dehanın çıkması mümkündür. Ancak bundan sonrasında onun bu dehası yapmacık gibi olup, kendisine eş değerdeki kişilere göre bu deha olmayabilir. Çünkü o kimse kendi çevresine göre dahi sayılmaktadır. Ama Selefe göre bizim içimizde dahi kimse yoktur. Çünkü Selef başka bir şeydi. İbn-i Cerir'in (s.a.v)" bir günde kırk sayfa kitap yazdığını bir duysaydın. Kendisi seksen altı sene yaşamıştı. Akıl çağına ulaştığı günden, vefat ettiği güne kadar yazdığı ve telif ettiği sayfa sayısı hesap edildiğinde her güne on dört sayfa düşmekteydi. Tüm bunlar nereden gelmektedir? Yazım araçları yok. .. Yaşam (şartları) sert... Ulaşımlar zor ... Kağıt az ... Yazı yazan aletler yok ve daha birçok şey .. . Eğer bugün bir öğrenciye, "Şu beş yüz sayfalık kitabı oku" denilse "Bu acı veren bir azaptır. Çok zor ve güç bir iş. Kısaltsak olmaz mı" der. Hocaya kurnazlık yap maya çalışırlar ve vazife olanın da olmayanın da en azını alırlar. Bu ise Selef'te yoktu. Çünkü onlarda ilme karşı yoğun bir ilgi olup bulundukları atmosfer tertemizdi. Zihinler de Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin ;w., dediklerinden başkasıyla alakadar değildi. Öyleyse, toplumun ahlaki bozulmalardan arınmış ol ması, onlara akıl temizliğini ve halis bir yönelmeyi temin etti. Bu bakış açısı gerçekleştirilmişti. Bu da hakkın da konuşmak istediğimiz şeyi onlara kolaylaştırmıştı.

ALTINCI SEBEP: Aralarında zühdün yaygınlaşmış olması

Onların arasında yaygınlaşmış olan bir başka şey de: Zühd idi. Peki zühd ne zaman (gerçekten) zühd olur?! Derler ki: Bir şey ancak bulunduğu vakit, insan on dan yüz çevirirse zühd olur. Ancak bulunmadığı halde insan ondan yüz çeviriyorsa buna zühd denmez. Size zühdün anlamını açıklayayım: Bir şeye ne zaman zühd denir? Eğer senin önünde para varsa ve sen ondan kaçındıysan ve yanında cazibeli bir kadın bulunuyorken ondan yüz çevirdiysen işte o zaman zahid olarak isimlendirilirsin. Ancak eğer sende para ve cazibeli şeyler yoksa ve sen bu cazibeli şeylerden yüz çeviriyor san bu yılanın zühdü gibidir. "Yılanın zühdü mü varmış" denildi. "Evet" dedi. Yılan içerisinde üzüm olan bir bağın yanından geçiyordu. Büyük bir üzüm salkımı olduğunu gördü ve keşfetti. Öyle ki üzümlerin çok sulu ve büyük oluşundan dal kırılacak gibiydi. Yılan bu salkıma ulaşacağı için adeta ağzının suyu akıyordu. Ne var ki dal yüksek ve uzundu. Belki ulaşabilirim diye ona doğru at lamaya başladı. Yorulup usanıncaya kadar bir atladı, iki atladı ve en sonunda yedinci kez atladı. Ama umut ettiği şeye ulaşamadı. Bunun üzerine de "Allah'ım benim için haramdan nasip yazma" dedi! Üzüm salkımına ulaşamadıktan sonra, ona ulaşmak harama dönüştü! Bu nedenle Selef'te mal varlığı bulunuyordu, fakat dünya onların ne ellerinde ne de kalplerindeydi. Seleften bazılarına, ilim öğrenmelerine katkı olması için hayır sahibi kimselerden para gelirdi. Peki, bu insan biz ilim talebelerinin yaptığından farklı olarak ne yapardı?

Açlığa maruz kalmış insanların yardımına koşmak ve artık kendi şahsına geçen bu paranın varlım zihninden boşaltmak için parayı da alarak hızlıca çıkardı. Çünkü cepte elli dinar olursa bunla ne yapacağız, bunu nasıl verimli hale getireceğiz, nasıl yetmiş, doksan, yüz olacak? Yüz olduğu zaman daha büyük sayılar var. Böylece kişi biriktirme hastalığı denilen illete yakalanır. Çünkü bazı in sanlar işin başında Allah'tan bin isterler. Kendisinde bin olduğu zaman da "Bin az" diyerek on binleri isterler. İşte durum böyledir.

Selef, kendilerine iyilik ve takva ehlinden bir mal ulaştığı zaman, kalbi meşgul etmemesi için onu ellerin den çıkarırlardı. Çünkü kalbin iki kişiyle meşgul olması mümkün değildir. Size alimlerden bir zatı anlatacağım. -Bu kişinin adı Ebu Bekir Muhammed b. el-Kasım el Enbari idi.-"Bahru'l-Hücce" diye isimlendirilirdi. Tam on üç sandık kitap ezberlemişti. Bu adamın ezber kabili yeti işte böyleydi. Onda ilginç bir ezber kabiliyeti vardı. Bu ise takva, muvaffakiyet ve kabiliyetten kaynaklanıyordu. Delikanlılığının en güzel dönemlerinde, gençlerin nefislerinin meyletmeyi seveceği şeylerden, kendisinde de olmasını içinden geçirdi. Bunun üzerine köle tacirlerinin çarşısına gitti. -Bu ise dördüncü veya beşinci asırdaydı.-Ardından satın almak üzere bir cariye beğendi. Sonra da geri döndü. Bundan dolayı kendisinin mai yetinde olduğu hükümdara geç kaldı. Hükümdar ona, "Seni geciktiren şey nedir" diye sorduğunda "Köle tacirlerinin pazarına gittim. Orada bir cariyeye rastladım ama onu satın almadım" dedi. Hükümdar onun cariyeyi arzu ettiğini anlayınca yanındakilerden birini cariyeyi satın alıp onun evine götürmesi için gönderdi. Ebu Bekir evine döndüğünde cariyenin eve getirilmiş olduğunu gördü. Ardından cariyenin onun için satın alındığı ve onun olduğu, kendisine bildirildi. Cariyeye, "Senin le ilgilenene dek odada otur" dedi. Sonra da takıldığı il mi bir meseleyi araştırmak için oturdu. Fakat kalbini kadın ve ilmi mesele arasında uğraşırken buldu. Bunun üzerine arkadaşlarından birine "Bu kadını al ve onu köle pazarına geri götür. Çünkü kalbimi meşgul etti" dedi. Adam onu çıkarırken cariye "Bırak beni de ona iki çift laf söyleyeyim" dedi. Ardından ona "Sen tanınmış, sözü dinlenen ve makam sahibi bir adamsın. Eğer ben sebebini bilmiyorken beni gönderirsen insanlar bende bir kusur olduğunu zannedecekler. Bu yüzden nedenini bilmek istiyorum" dedi. O da "Senin benim açımdan asla bir kusurun yoktur. Ancak benim kalbimi meşgul ettin. Ve sen kalbimi ilimden alıkoyacak bir konumda olamaz sın" dedi. Selefte bulunan bakış açısı işte buydu.

İbn-i Cerir et Taberi'nin bekar olarak yaşadığını bilmiş olsaydınız, iş te o zaman onların nasıl olduklarını anlardınız. O seksen altı sene iffet, temizlik, zühd, takva ve her konuda önderlikle beraber evlenmeden bekar yaşamıştı. Peki ne den? Evliliğe mekruh gözüyle baktığı için mi? Kitabına baktığınız zaman, evliliğin İslam'ın temellerinden olduğunu size söyleyecektir. Ancak o ilimle meşguldü, ilme tutkundu ve onun için yanıp tutuşuyordu. Bundan dolayı Selef'te (r.a) ilme karşı yanıp tutuşma vardı ve böyle ce dahi oldular. Ama eğer ilmi, az az çalışıp büyük bir şeye sahip olmak isteyen insanın yöntemine göre yapıyorsa işte bu gerçek değildir ve olması da mümkün olamaz.

"Ümmü Velid sordu bana bir deve hakkında"

"Yavaş yürüyen ve ilk önce varan"

Ben üzerinde bulunduğum bu hal üzerine ilim öğrenmek istiyorum dersen, bunlar şunlarla birlikte olamaz: Evlenmeye karşı isteğim büyük, aynı şekilde Tv, radyo ve dergileri de seviyorum. Yine ben çay içilen ortamları, sohbetleri, buluşmaları ve davetleri de seviyorum. Sonra da kitabı açıp iki satır okuyoruz ve hocadan da ders müfredatını kısaltmasını istiyoruz. Tüm bunlardan sonra, ilim talebesi olarak isimlendirilen bir insanın ortaya çıkması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Eğer kendimize bakacak olursak zamanı dakikalarla ölçtüğümüzü görürüz. Kırk beş dakika ders saati içindir. Bunun beş dakikası zaten yoklama ve gelip gelmeyenlerin adının yazılmasıyla geçer. Geriye kalan kırk dakika da da soru cevap ve başka şeyler olur. Şayet bize günde dört ders verilecek olursa vallahi bu çok ağır olur. Ancak İmam Nevevi'ye (Allah ondan razı olsun) gelince, kendisi bir günde tam on iki derse katılmaktaydı. Bu dersler bizim derslerimiz gibi değildi. Bilakis toplumda ağır lığı ve itibarı olan ilim ehlinin dersleriydi. İşte o, on iki derste hazır bulunuyordu.

İbn-i Ceririn (r.a)sizlere önerdiğim biyografisinde geçtiğine göre-şöyle diyordu: "Biz Rey' de iken falancanın dersine giderdik. Sonrasında ise Ebu Humeyd er-Razi'nin dersine yetişebilmek için adeta deliler gibi koşarak dönerdik." İşte ilmin ve ilim talebelerinin durumu böyleydi. Gel gelelim ilim insanın kapısına; ayağının ucuna geldiği zaman bunun neticesinde kişi ilmi çok değersiz bir şey olarak görüyor. Ne var ki Selef(r.a) bunu gerçekleştirmişlerdi. Çünkü onlar ilmin değerini anlamışlardı. Bunun sonucunda da nefisleri paklanmış ve kısaca değinmek istediğim bu hu sus onlar adına gerçekleşmişti. Y ine şu hasletlerin tamamı onlardı bulunmaktaydı: Hırs, örnek almak ve bildiklerini uygulamak. Onlar öğrendikleri şeyi uygulamaktaydılar. Çünkü ilim, amel ile tatbik edilir, dolayısıyla da yaşantıyla harmanlanır. Sen yatma duasını öğrendiğinde şöyle dua edersin: "Rabbim! Senin isminle yatağıma yattım yine senin isminle yatağımdan kalkanın. Eğer uykuda canımı alacaksan bana merhamet edip beni bağışla! Şayet hayatta bırakacaksan iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi beni de fenalıklardan koru!"16 Bu duayı öğrenip de okuduğun zaman onun endişesinden emin olur ve zihnini devamlı onunla yormamış olursun. Çünkü o ezberlenmiş olur. Ancak eğer onu ezberlememiş ve onunla amel etmemiş isen bu iş seni yorar. Onlarda bulunan ilim, amel ile hayata geçirilmekteydi.

İlmin yarısı veya çoğu amel idi. Dolayısıyla bu doğal bir tavır haline gelmiş, ilim kolaylaşmış ve çoğalmıştı. Ancak zihinlerde kendisine ağır gelen bir şey olacaktır. Bu bakış açısı onlar tarafından uygulanan ve var olan bir şeydi. Yine onlar refah, şımarıklık ve konfordan uzak bulunmaktaydılar. Bunun anlamı, onlar darlık ve basit bir hayat içinde yaşamaktaydılar. Örneğin İmam Ahmed'in çoğunlukla yiyeceği ekmekten ibaretti. Bir de bugün bir ilim talebesine tek başına ekmek sunulursa (ne olur bi düşünün bakalım)? Allahu ekber! Sanki en büyük günahlardan biri yapılmış! Bugün bize ekmek dışında bir şey verilmeyecek mi?! Bu gerçekten karşısında susulmayacak büyük bir günahtır! Her şeye susulur ancak buna, ekmeğe asla! Onlarda ise bulunduğu takdirde sade ce ekmek vardı.

İbrahim el-Harbi'yi -Allah ona rahmet etsin-Ahmed b. Selman en-Neccad ziyaret etti. Ahmet çok şiddetli bir darlık içerisindeydi. Bunun üzerine kendisine yardım etmesi için İbrahim el-Harbi'ye gitti. O da onu teselli etti, ona yardımda bulundu ve onu rahatlattı. Ardından ona şöyle dedi: "Ey Ahmed, benim yanımda dünden kalmış bir turp sapı var ve onunla da sabah kahvaltımı yaparım. Yani; turpun iki parçasından birini dün yemiş, kalanını da bugün yemektedir! İbrahim el-Harbi işte böyle bir kimseydi. Öleceği zaman kendisine fakirlik isabet ettiğinde kendisinin iki kızı bulunmaktaydı. Hanımı ona "Ey İbrahim! Ben ve sen açlığa sabrederiz. Ancak bu iki kızcağızla ne yaparız" dedi. O "Ne yapayım" dediğinde de "Kitaplarından birazını satıver" dedi. -Bilmeyen bir kadın için "kitapların dan birazını satıver" demek en kolay şey olabilir. Ancak bu bir alim için en zor şeydir. Çünkü filime göre kitaplar onun bedenindeki ana hücreler gibi olup ondan vazgeçmesi mümkün olamaz.-Bunun üzerine o "Bana akşam oluncaya dek müsaade et" dedi. Hanımı da bekledi. Akşam olunca birden kapı çaldı. Hanımı "Kim o?" dedi. (Kapıdaki kişi) "Kapıyı aç ve ışığı söndür" dedi. Kadın da kapıyı açtı ve ışığı söndürdü. Sırtında çuval -yani bohça-olan bir adam geldi ve "Bunları küçükleriniz için satın aldık" dedi. Ardından da "Kapıyı kapat" dedi. İbrahim hanımına "Işığı aç" dedi. O da ışığı açtı. İçerisinde çeşit çeşit yemekler, değerli bohçalar ve yanların da da elli dinar bulunan bir çuval gördü. Bunun üzerine "Allah'ım sana şükürler olsun -yani (kitapları satmaya) gerek kalmadı-" dedi. İşte İbrahim el-Harbi bu hal üzere yaşamakta ve her zaman zineti olmuş olan fakirlik üzerine hayatını sürdürmekteydi.

Bugün bizde olan bu rahatına bakma duru mu onlarda yoktu. Bundan dolayı da zihinleri her da im ilme sıkıca bağlıydı. Bir gece İbrahim el-Harbi evinin kapısının önünde oturmuş durmaktaydı. Ansızın yanın da bulunan iki deveyi yürüten ve insanlara İbrahim el Harbi' nin evini soran bir adam çıkageldi. İnsanlar da ona "İleride" diyorlardı. Ardından bir kimse ona "İşte bu İbrahim el-Harbi, evinin kapısında duruyor" dedi. Adam "Bu iki deve onundur" dedi. Adam böyle deyin ce İbrahim "Bu nereden böyle oluyormuş?" diye sordu. O da "Horasan' dan bir adam bunları sana gönderdi" dedi. "O kim" diye sorduğunda ise "Söylememem için bana yemin ettirdi" dedi. Bu iki devenin üzerinde yiyecek ve Horasan kağıdı bulunmaktaydı. Horasan kağıdı sağlam, pürüzsüz ve cilalı olur. Bir alime göre kağıt en önemli şeydir. -Eskiden de şimdiki zamanda da bu böyle olmuştur.-İşte insanlar böyle bir hayat sürmekteydiler. Çokça ekmekleri vardı. İnsanın hayatı böyle olduğunda iffetli, halinden razı ve iyiliği emredip kötülükten sakındırarak yaşamını sürer...

Abdulfettah Ebu Gudde - Büyük Alim Olmanın Yolu,syf:11-45

Dipnotlar:

2Buradaki metinde ..,; t_..C.,, diye geçiyordu. Ancak konferansın orijinal ses kaydında..,� diye geçtiği için böyle çevirdim. (Çev.)

3 Buharı, Şehadat 9, Fezailu'l-Ashab 1, Rikak 7, Eyman 27; Müslim, Fezailu's-Sahabe, 214; Tirmizi, Fiten 45, Şehadat 4; Ebu Davud, Sün net 10; Nesai, Eyman 29.

4.Buhari, "Fezfı'ilü ashabi'n-nebi", 6, "Enbiya"', 54; Müslim, "Fezfı'ilü's s ahabe", 23.

5Tirmizi, Zühd, 56; Ebu Davud, Edeb, 16.

6 Taberanl, e/-Mu'cemu'l-Evsat, 6106; İbn Adiyy, el-Kamil fi'd-Duafa', 3/110.

7Ebu Amr Amir b. Şerahil b. Abdillah el-Hemdani eş-Şa'bi, 19/640 yı lında Kufe'de dünyaya geldi. Tabiin alimlerinden olan bu zat, Abdullah b. Mesud'un 'l!T öğrencidi olmakla birlikte 500 kadar sahabeyi görüp tanımıştır. Devrinin önde gelen hadis filimi ve münekkitlerindendir. Kufe'de birçok sahabi henüz hayattayken Şa'bi'nin geniş bir ilim hal kasının olduğu belirtilmiştir. Sünnete göre yaşamaya gayret eden Şa 'bi müttaki bir filimdi. Neşeli ve nüktedan bir tabiata sahipti; fakat kendi sine fetva sorulduğunda hemen ciddileşir, doğru cevap verebilmenin sıkıntısını çekerdi. Şa'bi kıyafetinin düzgün olmasına dikkat eder, sakalını kınayla boyardı. Akrabalarıyla ilgilenir, onlardan borçlu ölenlerin borcunu öderdi. Geniş hadis ve fıkıh bilgisi yanında megmi, şiir, tarih ve eyyamü'l-Arap'ta da önde gelen ravilerden biriydi. Onun megazi ri vayetini dinleyen Abdullah b. Ömer, "Bu zat anlattığı gazvelerde bizim le beraber bulunmuş gibi konuşuyor ve bu gazveleri benden daha iyi biliyor" demişti. 104/722 yılında Kufe'de vefat etmiştir. Bkz. M. Yaşar Kandemir, "Şa'bl", TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2010, c. 38, s. 217-218. (Çev.) 6 Zehebi, Tezkiratü'l-Huffaz, c. 1, s. 65, Darü'l-Kütübi'l-İİmiyye Baskısı.

9 38/Sad, 76.

10. Kadı lyaz, Tertfbü'l-Meddrik ve Takrfbü'l-Mesd/ik, c. 1, s. 31.

 

11 Büyük tefsir alimi bu Ca'fer Muhammed b. Cerir et-Taberi, 224 yılı so nunda veya 225 yılı başında (839) Taberistan'da doğmuştur. İlk öğreni mini memleketinde aldıktan sonra on iki yaşındayken Rey' e ilim tahsili için gitmiş, ardından da diğer İslam beldelerini dolaşmış ve pek çok alimden ders almıştır. En sonunda da Bağdat'a yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar telif ve tasnifle meşgul olarak talebe yetiştirmiştir. Taberi çok güzel konuşan, iffetli, giyimi temiz ve davranışları çok zarif, samimi, talebelerine ve diğer insanlara karşı bir dost ve baba gibi davranan, zühd ve takva sahibi, her işini ciddiyetle ele alan, düzenli bir hayatı olan ve zamanını çok iyi değerlendiren bir şahsiyetti. Yazmış olduğu tefsiri dolayısıyla "İmamü'l-Müfessirin" diye anılan Taberi, 310/923 yılında ve fat etmiştir. Bkz. Mustafa Fayda, "TABERİ, Muhammed b. Cerir", TDV İs/dm Ansiklopedisi, İstanbul 2010, c. 39, s. 319-320. İmam Taberi ilmi evliliğe tercih eden bekar filimlerdendi. Merhum Abdulfettah Ebu Gud de hoca bekar alimleri konu edindiği e/-U/emdu'/-Uzzdb adlı çalışmasın da onun biyografisine yer vermiştir. Bkz. s. 56-74. (Çev.)

12 İkinci cümleyi kaynaklarda bulamadım. İlk cümle için ise bkz. Zemahşeri, Rebfu'/-Ebrôr ve Nususu'l-Ahyôr, c. 2, s. 122. Yine o şöyle demiştir: "Nice silahlar vardır ki, kendisini taşıyan kimseye "beni bırak" der. Nice sözler vardır ki, sahibine "beni bırak" der." Zemahşeri, Etvaku'z-Zeheb f i'l-Mevaizi ve'I-Hutab, s. 30.

13 Hz. Aişe '!!J& şöyle demiştir: "Meclislerinizi Rasulullah'a �salat ederek ve Ömer b. Hattab'ı anarak süsleyin." Zehebi, Mfzônü'/-İ'tidôl fi Nakdi'r Ricôl, c. 1, s. 540, Darü'l-Ma'rife, Beyrut.

14 Ebu Davud, Edeb, 16, Tirmizi, Zühd, 45 .

15 Muhammed b. Ebi Bekr er-Razi, Muhtarü's-Sıhah, s. 72.

16 Buhari, Deavat, 13.

 

Devamını Oku »

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu [i]

Doç.Dr. Vefa TAŞDELEN [ii]

Öz

Batı Tefekkürü ve İslam. Tasavvufu, Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplaştı- rılmış konferans metinlerinden biridir. Kısakürek bu çalışmasında Batı kültürünün temel üreticilerinden biri olan felsefe ile İslam kültürünün temel üreticilerinden biri olan tasavvuf arasında bir karşılaştırma yapar. Doğulu ve Batılı zihin biçimleri üzerine bir çözümleme denemesi olarak da görülebilecek olan bu eser, kültür tarihinde önemli bir sorun oluşturmuş olan akıl ve vahiy, din ve felsefe ilişkilerine de değinir; bu çerçevede Batı ve İslam kültürlerindeki temel kriz noktalarına işaret eder ve çözüm yolları önerir. "Çifte kanat" metaforu, Doğu ve Batı kültürlerinde yaşanan uygarlık krizi karşısında bir çözüm önerisi olarak da ortaya çıkar.
Devamını Oku »

Yunan Ordusunun Anadoluda Gerçekleştirdiği Kıyım

Yunan Ordusu'nun Anadolu'da Gerçekleştirdiği Kıyım

Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu topraklan birçok ülkenin işgaline uğramışsa da Yunan askerleri tarafından gerçekleştirilen cinayet ve katliamlara hiçbiri tevessül etmemiştir, işgal ettikleri topraklardan çekilirken târihi İzmir şehrini yok etmek üzere kundaklayan Yunan askerlerinin Anadolu topraklarında gerçekleştirdiği cinayet ve katliamlar uzun yıllar boyunca hafızalarda derin izler bırakmıştır.

Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından bir devlet politikası olarak Yunanistan ile yakınlaşma safhası ortaya çıkınca Yunanlıların Anadolu'da gerçekleştirdikleri bu cinayet ve katliamlar sistemli bir uygulamayla hafızalardan silinmeye, unutturulmaya çalışılmıştır.

Yunan Ordusu'nun Anadolu'da gerçekleştirdiği kıyım, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çeşidi eserlerde kaleme alınmışsa da Devlet katında alınmış yunan Dostluğu' kararı mucibince bu yayınlar zaman içerisinde fiili varlıklarını kaybetmişlerdir.

'Yanıp kül olmuş Alaşehir'in viraneleri arasında saçını başını yolarak ve 'Ah Adilem' diyerek kızını arayan aklını yitirmiş ananın acısı'(1),

Edremit'te odun istifi gibi yığılarak yakılan insanlardan geriye kalan kömürleşmiş et ve kemikten müteşekkil tepecikler; tahrip edilmiş camiler, Ayvalık'ta öldürülerek denize atılmış 16 yaşlarındaki Türk kızının içler acısı hali, Haymana'da düşman askerinin çantasından çıkan kanlı altın yüzükler ve ziynet eşyaları, Bandırma'da Haydar Çavuş Camii'nde toplanarak camiyle birlikte yakılan 3.500 kişinin hatırası"(2) resmî ideolojinin bir halka biçtiği yeni role kurban edilmiştir.

Her şeyi yeni baştan düzenleyip yeniden inşa edenler, Anadolu halkının birçok değerini devre dışı bırakırken, acılarını da bu kategoriye sokmakta bir mahzur görmememişlerdir.

(1)-Reşef, Ünaydın, Atatürkü Özleyiş, syf;55

(2)Gençoğlu, A. Galip; Kurtuluş Savaşı Günlüğü,syf;67-94-103-104

 

Hüseyin Yürük, Türkiye Demokrasi Tarihi 1
Devamını Oku »

Sosyal Medya ve Gösteri

....
Guy Debord'un, tanımını 1967 basımı Gösteri Toplumu adlı kitabında yaptığı gösterenin kökeni, öncelikle ekonomik alanda yatar. Gösterinin biçimi ve içeriği, var olan sistemin koşul ve amaçlarının doğrulanmasıdır. Gösteri, pazarla iç içedir ve paza­rın ürünlerini sergiler. Onda gerçeklik, örtüktür; kısmen görüle­bilir. Gösterinin dünyası seyir ve izleme üzerine kuruludur.

Bu dünyada imgeler, adeta özerktir. Gösteri, toplumun bakış ve yanlış bilincinin bir araya geldiği ve kendini sergilediği sektör­dür. Gösteri, nesnelleşmiş bir dünya görüntüsüdür. Bu dünyayı her haliyle doğrular, koşullarını onaylar ve yeniden üretir. Dili, egemen üretimin işaretlerinden oluşur. Gerçekliği tersine çevi­rir. Kendisi, asıl gerçeklik haline gelir. Gerçeklikteki çok farklı ve çeşitli olayları birleştirir, bir araya getirir. Görünüşü ve toplum­salı sürekli doğrular, onay üretir. Eleştirel bir bakış, gösterinin, yaşamın yadsınması demek olduğunu keşfeder (Debord, 1996, 11-16).

Kellner da Debord'un yaklaşımını sürdürerek gösteri'nin gü­nümüzde hayatın her alanına girmiş olduğundan söz eder (2010, 8-11) ve medyanın elinde sıradan olayların bile nasıl dev gösterilere dönüştürüldüğünü açıklar. Küreselleşme, teknolojik devrimler ve medya gösterileri ile birlikte yürümektedir.

Med­ya kültürü, yeni binyılda sosyalleştirme kuvveti vazifesi gör­mektedir. Yeni şöhretler ve ikonlar, günümüzün ikonları ve eğlenceye yaslanan toplumun tanrılarıdır. Bu toplumun ideal ve amaçları, para, şıklık, şöhret ve başarıdır. Eğlence en temel karakteristiktir. İnternet, medya gösterilerinde, kullanıcılarına (netizen: internet-citizen) her türlü alana katılabilecekleri interaktif (etkileşimli) bir alan sunmaktadır. Gösterinin mantığı bu medya kültüründe televizyonun yayın akışına nüfuz etmekte, sürekli 'son dakika' haberleri ile, talk showlarla, eğlence prog­ramları ile, interneti, belgeselleri ve diğer programlan, kanun sistemine ve suça bulaştırmakta, günlük hayatı sömürgeleştir­mektedir.

Gösteri geleneksel medyanın her alanında kullanılırken yeni medya da bundan uzak kalamamakta, özellikle sosyal medya gösterinin yaşam bulduğu, büyüdüğü, etkisini yoğun ve yaygın olarak dağıttığı bir mecra haline gelmiş bulunmaktadır. İnter­nette ve sosyal medyada gösteri yeni ve farklı boyutlar kazan­mıştır. Kültür endüstrisi, kültür ürünlerinin gösterisini çok daha rahat, çok daha esnek, çok daha ucuz form ve içeriklerde yapa» bilmeye başlamıştır. Bu, yepyeni bir gösteri alanıdır. Birçok anlamda geleneksel medyanın sınırlılıklarından uzaktır: Kolay­dır, ucuzdur, çeşitlidir, özgürdür, yeniliklere daha çok açıktır. Herkes gösterinin yapımcısı ve üreticisidir. Üreticiler ve tüketi­ciler aynı kişilerdir. Roller birbirine girmiştir.

Üretilen de tüketi­len de, kişilerin kendi hayatları ya da teşhire açılmak istenen hatta zaman zaman gizli çekilen fotoğraflar ve videolardır. Ade­ta kamunun takdirine sunulur bu görüntüler. İnternet ve sosyal medya bir agora atmosferi yarattığı gibi aynı zamanda bir are­nadır da. Saldırıya açıktır. İğdiş edilmeye, hakaretlere, küfürle­re, aşağılamaya açıktır. Arenalardaki yuhlama ve alkış sesleri gibi sesler birbirine karışır. Birbiri ile çoğalır ve alevlenir. Bu gösterinin aktörleri, sürekli rol değiştirebilir. Zaman zaman kurbandır, zaman zaman izleyen ve saldıran ya da hakaret eden.

Sosyal medyayı açıklamada arenadaki atmosfer daha açıklayıcı görünmektedir. Agora hali de yaşanır ama daha sınırlı ve gelip geçici olarak. Arenalar birer yargı ve infaz mekânlarıdır aynı zamanda. Ancak arenada kurban ve izleyici ayrımı net iken sosyal medyada bu karmakarışıktır ve süreklilik arz eder. Are­nada gösteri zamanı başlar ve biter. Biteceği bellidir. Sosyal medyada gösteri süreklidir, bitmez. Arenada gösteri sınırlı bir alanda cereyan ederken sosyal medyadaki gösteri dünya yüze­yine yayılmıştır. Bu nedenle Debord'un yaygın gösteri tanımına da çok uygundur.

Sosyal medyada, suç ve suçlu kavramı da karmakarışık, es­nek ve değişkendir. Yanlış bir cümle kullanan biri, bir anda suç­luya dönüşüverir. Ve linç girişimi ile, saldırı ile karşılaşabilir. Bunlar bu gösteri biçiminin kaçınılmaz öğeleridir. Anındalık, çok yönlü müdahale, çok yönlü izleme söz konusudur.

Çünkü sosyal medya çok sayıda göz ve bakış ile kuşatılı bir gözetlenme alanıdır. Gözler bu alanı izler, bakar, görür, kaydeder ve yayar, büyümesine yol açar. İzlenme oranlan açıklanır. Sosyal medyada kullanıcı simgesel bir beden ya da ışıktır, im­leçtir. Kendini haber verir, kendini ele verir. Ancak engellenebi­lir ya da reddedilebilir. Haklı ya da haksız bulunabilir. Kullanıcı her sosyal medyada farklı bir kimlikle edimde bulunabilir. Çoklu kişiliklere bürünebilir. Ayrıca form olarak da sesli, yazılı ya da görsel biçimde bulunabilir. Bu aşırı esneklik, kişiliklerin psikolo­jik olarak bölünmesine de yol açar.

Fuchs'un da belirttiği gibi (2010a, 25-26) sosyal sitelerde bilgi ve iletişim teknolojileri, kullanıcıları tanımlayan bilginin gösterisine izin verir. Bu, bağlantı listelerinin gösterisidir. Kul­lanıcılar arasında bağlantıların kuruluşu, onların bağlantı liste­leri ve kullanıcılar arasındaki iletişim, gösteriseldir. SNS, sürekli yeni arkadaşlıklara, topluluklara, ilişkilerin gelişmesine izin verir. Facebook, MySpace, Xing, Friendster, StendiV2, Linkedin, hi5, Orkut, Vkontakte, Lokalisten bu gurupta sayılabilir. SNS'lere yönelik araştırma tipleri ise üçe ayrılır:

1. Tekno- iyimser yaklaşımlar

2.Tekno-kötümser yaklaşımlar

3.Eleştirel, diyalektik yaklaşımlar.

Tekno-kötümser yaklaşıma dayalı araş­tırmalar, en çok SNS'lerin olumsuz yanları, tehlikeleri, riskleri, yarattığı sorunlar, özellikle gençler ve çocuklar üzerinde yol açtığı hastalıklar üzerinde durur (Acquisti, Gross, Duryer, Hiltz, Pazzerini...). Bu çalışmalarda mahremiyete çok az ilgi gösterilir. Bunlardan Duryer, Hiltz ve Passerini (2007) Facebook ve MyS­pace kullanıcılarına yönelik olarak yaptıkları niceliksel bir araş­tırmada, Facebook kullanıcılarının, kimlik bilgilerini açıklamak­tan daha çok hoşlandıklarını bulguladılar. MySpace kullanıcıları da ilişki yapılarını açıklamaktan daha çok hoşlanıyorlardı. Dur- yer'in açıklamasına göre çoğu sosyal netvvork sitesi, kullanıcıla­rının özel bilgilerini paylaşıma yönelik önerilerde bulundu ama katılımcıların çoğu kendi profillerinin görünmesini istemedi ve müşteri olmaya yanaşmadı. Frederic Stutzman ise (2006) çok sayıda öğrencinin, özellikle kişisel bilgilerini internette paylaş­tıklarını, bir araştırma ile bulguladı. Bazı araştırmalarda, kulla­nıcılar, potansiyel kurbanlar olarak nitelendirilir: Bireysel cina­yetlerin, cinsel sapıklıkların, akıl hastalarının, bilgi hırsızlarının ve bilgi dolandırıcılarının kurbanı. Sorun burada, bireysel so­rumluluğun ve bilginin olmayışında görülür.

Sosyal medya bil­giyi paylaşmaya teşvik eder ama çok tehlikeli bir mecradır da aynı zamanda. Profilde, özel hayatın ve fotoğrafların herkes tarafından görülebilmesi, riskleri artırır. Kurbanlaştırma söyle­minin bir sorunu, genç insanları tümüyle pasif, hasta ve sorum­suz görmesidir. Yani bu anlayışa göre yaşlı insanlar daha so­rumluluk sahibidir. Gençler ahlaki olarak yaşlılar gibi davran­malı, onların değerlerini sürdürmelidir. Teknolojinin ilerlemesi gözetim durumunu artırır ve bu da kullanıcıları rahatsız eder, eğlenmelerini önler, daha az iletişime geçmelerine neden olur. Bu kötümser bakış açısı, soruna çok yönlü yaklaşamaz.

YouTube, sosyal, amatör ve profesyonel deforme-etmenin (bozuma uğratma) ve eğlencenin kaynağı olarak önlenmiştir. Sosyal medyanın bu en büyük gösteri alanı olan YouTube ile ilgili olarak Lange'ın tespitleri dikkate değerdir (2008, 87-93): Bir filin farklı yerlerini, farklı farklı hayvanlara aitmiş gibi hisse­den kör bir insanın öyküsündeki gibi, bireylerin görme ve var olma nedenlerine göre değişmek üzere, çok farklı özellikte bir site olarak algılanabilir. Gerçekten YouTube'un kullanıcıları üzerine konuşması, çok sayıda anlam kaybına neden olma ris­kini taşır. Site, geçici eğlencelerin mekânı olduğu kadar, ondan çok daha fazla niteliklere de sahiptir. YouTube amatörlere açık olduğu gibi, ünlü markaların videolarını koyduğu, büyük bir gösteri mecrasıdır.

YouTube'da komik videolar, şok edici gö­rüntüler, ilginç ve değişik görüntü videoları yer alır. Birçok video, oyuncu ya da şarkıcısını burada ünlendirmiştir. YouTube yeni bir şöhret mecrasıdır. Zaman zaman insanlar, çok özel videolarını bile burada yayınlayabilmekte, bu da mahremiyet ve özel alan tartışmalarmı başlatmaktadır. Zaman zaman bazı insanlar başkalarının videolarını da izin almadan YouTube'a koymakta, bu ise rahatsızlık yaratıp sorunlara neden olmakta­dır. Çünkü herkes her an "görülür" olmaya, bir gösterinin par­çası olmaya kendini hazır hissetmeyebilir.

Bu durum, aile birey­leri, yakınlar, akrabalar ya da arkadaşlar için de geçerli olabilir. Aynı sorun sosyal medyanın diğer türlerinde de yaşanabilmek- tedir. YouTube'un ve sosyal medyanın bu teknik özelliği ve olanağı, kötü niyetli birilerinin bu mecrayı "teşhir" amaçlı kul­lanımına da alet olabilmektedir. YouTube'da ya da sosyal med­yada video yüklemek teknik bir altyapı bilgisini gerektirir. Bu bilgi genç kuşakta daha çoktur. Kamera kullanımı, bunu bilgisa­yara aktarma, o dosyayı sosyal sitelere yükleme vb. teknik bilgi. Sosyal medya her şeyden önce eğlence alanıdır. YouTube'daki bazı videolar o kadar eğlencelidir ki, sahiplerini çok ünlendirmiş ve hayatlarını değiştirmiştir. Dev bir eğlence dünyası söz konu­sudur. Çoğu video sahibi, ünlenmeyi amaçlamadıklarını, ama eğlenceli olmanın bunu getirdiğini açıklamıştır. İçlerinde ama­tör çok insan vardır.

Profesyonel yönetmenler kadar başarılı olmuşlardır. Ünlenen ya da ünlenmeyen birçok başarılı video "Sıradan" kullanıcı kavramının tartışılmasına neden olmuştur. Çünkü videolar hiç de sıradan değildir. Bazıları profesyonele yakındır. Ayrıca çok sayıda insan bu videolara saatlerini harcar. Sadece saatler değil, efor ve maddi güç de harcanır. Özel ek­ranlar, internet paketleri, kameralar alınır. Bu durum bir eko­nomi yaratır. Piknik toplantıları, masalar, yiyecekler, oynayan­lar, eğlenenler, aile bireyleri tümden YouTube'da görünebil- mektedir. Sosyal medya bu haliyle her şeyden önce görsel bir gösteri alanı olarak çalışmaktadır. Gerçekten de ucu bucağı belirsiz, esnek ve açık uçlu yeni bir gösteri alanı olarak sosyal medya ve özelinde de YouTube, Lady Gaga ve Park Jae Sang'ın Gangnam Style adlı şarkısında da görüldüğü üzere uluslararası üne sahip ve uzun süre gündemde kalan şöhretler yaratmıştır ve dünya genelinde bu videoları milyonlarca kişi izlemekte, bu süreçte oluşan dönüşüm Tayvan örneğinde olduğu gibi ülkele­rin kültür endüstrilerini tümden etkileyebilmektedir.

Kellner'ın yorumladığı gibi (2013, 1-6, 12) 2000 ABD seçim­lerinde internet, bir gösteri mecrası olarak büyük bir rol oyna­mış, hatta televizyonun bile önüne geçmiştir. Seçimde her iki büyük parti de, hem ana akım medyayı hem de interneti çok yoğun olarak kullanmış; e-mailler atmış, web siteleri açıp kam­panyalar düzenlemişler, fotoğrafları paylaşıp, videolar hazırla­yıp göndermişlerdir. Sürekli yeni gösteriler düzenleyip bunları kullanmışlar, bu gösteri materyalleri hem geleneksel medyada hem internette ve sosyal medyada sürekli dolaşmıştır. Özellikle NBC ve Fox networkünde basket ve eğlence şovları sürekli gündemde kalmış, 2000 seçimleri ABD tarihinin en pahalı se­çimine dönüşmüştür. Çünkü kampanyalara 3 milyar dolar har­canmıştır. Reklamlar, bir yazı tahtası olarak internet web sitele­ri ile, yalanlara, abartmalara, dikkatle bakıldığında görülen çarpıtmalara çok yakındır; bazı televizyon networkleri düzenli olarak reklam analizini yapmış ama sonuçlar oldukça çelişkili çıkmıştır.

Gösteri dili olarak, eğlence, komiklikler, hiciv, taşla­ma, yergi, konuşmaları çarpıtma, alaya alma ve her türlü yön­tem kullanılmıştır: Görsel, sesli, yazınsal, grafiksel her türlü yöntem. Bush'un başarılı talk showlari, görselleri, görüntüleri, tartışmaları, popüler gösterileri, internette ve medyada hafta­larca dolaşmış, yayınlanmıştır. Bush bu görüntülerde bazı tar­tışmalarda zorlandıkça sersemlemekte, saçmalamaktadır. İki karşıt aday, televizyonlarda sürekli gece tartışmaları yapmış ve bu gösteriler günlerce interneti ve sosyal medyayı kaplamıştır. Bu seçimde Al Gore, interneti adeta keşfeder. Bush'un geçmi­şindeki ya da o günkü skandalları, eksiklikleri, yeteneksizlikleri, güvenilmez ailesi, kolayca girilen internet sitelerinde bolca işlenmiş ana akım medya zengin bir madene benzeyen bu skandalları, konuları işlemekte başarısız kalmıştır.

İnternette, boş ya da saçma sohbetlerden zevk alan topluluklar bulunur. Bunlar, Shirky'nin sözünü ettiği üzere (2010,48- 51) ortalığın karışmasından ve gürültüden memnun olurlar. İnternette Flickr, YouTube ya da Wikipedia "ortak üretimce dayanır. Burada işbirliği de vardır. Ancak daha çapraşık bir şe­kilde. Katılım çok sayıdadır ve çok yönlüdür. Kimse katılım için bir karşılık ya da ödül almaz. Bu katılım olmasa, proje de yürü­mez. Enformasyonu paylaşmak ile ortak üretim arasında fark vardır. En önemli fark, ortak üretimde, bazı kolektif kararların olmasıdır. Örneğin Wikipedia'nın sayfalarını oluşturan süreç, karşılıklı yazışma, düzeltme ve en son tek sayfada anlaşmadır.
Ortak üretimin düzenli ve sürekli işlemesi, hayli zor bir süreçtir. Wikipedia'nın işleyişi böyledir. Bir dizi müzakere sonucu oluşur. Kolektif eylem üçüncü basamaktır: 1. Sohbet, paylaşım 2. Ortak üretim, işbirliği 3. Kolektif eylem. Kolektif eylem, grup çalışma­sının en zor türüdür. Belli bir çabayı ve her üyeyi bağlayacak şekilde bir edimi gerektirir. Sorumluluğun paylaşımını gerekti­rir. Enformasyonun paylaşımı, katılımcılar arasında paylaşıma dayalı bir farkındalık yaratır.

Ortak üretim, paylaşımlı yaratıma dayanır. Ancak kolektif eylem, kullanıcının bireysel kimliğini grubun kimliğine bağlayarak, paylaşımlı bir sorumluluk durumu yaratır. Örneğin lösemili çocuklar için yardım amaçlı yemek düzenlemek ortak bir üretim iken, kolektif eylem bir gruba, hükümete, harekete karşı olarak, aynı amacı paylaşan üyeler adına üstlenilen bir girişimdir. Kolektif eylemin düzenlenmesi, bilgi paylaşımından ya da ortak üretimden daha zordur. Bu nedenle sosyal medyada da kolektif eylem örnekleri azdır. Hiç kimse, sitenin sahibi News Corporation hariç, milyonlarca kişi ile konuşamaz. Bu durum Facebook, Live Journal ve Xanga gibi sosyal ağlar için de geçerlidir, bloglar için de. Çoğunun üyesi azdır.

Sosyal medyadaki "şöhret" olgusunda da Shirky'e göre (2010, 85) bir dengesizlik söz konusudur. Web'de etkileşimin hiç bir teknolojik sınırı yoktur; ama yine de güçlü bilişsel sınırlar vardır: Örneğin kim olursanız olun, sadece belli miktarda bloğu takip edebilir, sadece belli miktarda insanla e-posta alışverişi yapabilirsiniz. Web günlükleri, karşılıklı yazışmaya teknik olarak imkân sağlasa da, şöhret arttıkça ve ölçek büyüdükçe, karşılıklı yazışma imkânsız hale gelir. Teknolojik olanaklar gerçek bir etkileşim için yeterli ortamı sağlamayabilir. Şöhret, insani sınır­ları aşıyorsa, bu durum yaygın olarak yaşanır. Etkileşim için, blog sahibi yerine, başkalarının ya da ücretli elemanların yanıt yazması, sık rastlanan bir durumdur ama bunu herkes hazme­demez.

Eşitlikçilik, ancak küçük sosyal sistemlerde mümkün­dür. Bir kez ortam belli bir boyutu geçince, şöhret, zorunlu bir hareket olur. Blogların izleyicisinin artışı, etkileşimin yok olma­sına neden olur. 1 ya da 2 milyon okuyucusu olan bir blog yaza­rının, okuyuculara yanıt yazması neredeyse olanaksızdır. Yani "etkileşim" mümkün değildir. Ve kitlenin neredeyse tümü için imkânsızlaşır. Geri kalanla ise sadece ender ve önemsiz bir etkileşim yaşanır ve bu hemen her türlü medya için geçerlidir. Web günlükleri şöhretin tek yönlü aynasını ortadan kaldırmaz ve "etkileşimli TV" bir zıtlıktır. Çünkü televizyon ölçütünde bir kitleyi bir araya getirmek, pop star yarışmasındaki biri için, oy kullanmaktan daha etkileşimli olabilecek bir şeyi bozguna uğ­ratmaktır. Geleneksel medyanın ölümü ilan edilirken, web, bir nevi anti-tv olarak resmedildi. Televizyon tek yönlü, web çok yönlü idi. Tv pasif, web aktifti. Ancak artık biliyoruz ki, web, kitlesel medyanın sorunlarının panzehiri değildir. Çünkü bu sorunlardan bazıları insanidir ve teknolojik ayarlara uymaz. Blog dünyasında yetkili yoktur. Sadece kitleler vardır. Ama bir araya gelen dikkatlerin ağırlığı, geleneksel medyayla bağlantı- landırdığımız türden dengesizlikler yaratmaya devam eder.

İlgi çekici ve önemli bir noktayı Artz (2013, 22) şöyle açıkla­maktadır: Şirketlere ait olarak yayın yapan medya, kültür elitle- rinin karş.t-kültürel karakterini mutlulukla vurgulayıp sergiler.

Böylece kültürel çeşitliliğin gerçekleştiğini iddia eder. Matte- lart'ların vurguladığı gibi daha da önemlisi, reklamcılık ve eğ­lence, egemen orta sınıf yaşam tarzı olarak insanların bireysel potansiyellerini ve kendi sosyal koşullarını anlamaları için gere­ken zeminin altını oyar. Ayrıca insanın kolektif, demokratik, sosyal olabilirlikler konusundaki isteğinin dokusunu bireysel tüketime odaklarken, tarihe ve geleceğe ilişkin konuların otori­tesini sarsar ve gündelik hayatı öne çıkarır. Eğlencenin popüler modellerinin ve küresel medyada oluşturulan gündemin yayıl­ması için kitle kültürü kamusal söylemi bastırır, önünü kapatır. Özgür iletişim biçimleri ya da melez oluşumlar ise yaşanan bu ticarileşmeye karşı kültürel pratiklerin yayılması için çalışır ve gerçek bir yeni dünya düzeninin olasılıkları için kamusal söyle­mi tartışır.

Sosyal medya kullanımı ve kullanıcı kişiliğinin kesişme nok­taları üzerine yapılan bir araştırmada, sosyal medya alanı ola­rak vveb'in, giderek daha çok, kullanıcıların üretim ve yaratım alanına dönüştüğü, kullanıcının kişisel özelliklerinin öneminin arttığı, katılıma dayalı medyada bunun dikkate alınması gerek­tiği üzerinde durulmaktadır. Bu alandaki literatür, dışadönüklük, duygusal durgunluk ve deneyime açıklık gibi etkenler üze­rinde durmakta ve bunlar doğrudan kişinin sosyal medyayı kullanımı ile ilgili konuları oluşturmaktadır. Araştırmanın sonu­cuna göre dışadönüklük ve deneyime açıklık, sosyal medya kullanımını pozitif olarak etkilemekte, duygusal durgunluk ise negatif olarak etkilemektedir (Correa, Hinsley, Züniga, 2010, 247). Oysa bu araştırma eleştirel aklın tercih etme yeteneğini ve potansiyelini göz ardı etmektedir. Dışa dönük ya da deneyi­me açık çok sayıda insan da, yanlış bulduğu için sosyal medya­ya katılmayabilir. Ya da çok durgun ve içe kapalı insanlar, sosyal medyayı aktif olarak kullanabilir, kullanmaktadır. Bunun çev­remizde çok sayıda örneği vardır.

Burada sorun, bireyin, genel gidişatın peşine takılıp gitme ya da alternatif bir yaşam tarzı geliştirip geliştirmeme sorunudur. Kendi özel hayatını gösterilik bir seyir malzemesine dönüştürerek fotoğraf ve videolarla iz­lemeye açma eğilimi ya da başkalarının hayatlarını bir gösteri geçidi gibi izleme ve dikizleme eğilimi ağır bastıkça, çoğunluğun yaptığı şeyin dışında kalma duygusunun verdiği rahatsızlık art­tıkça sosyal medya kullanımı da artabilir. Ve bunların tersini hisseden ve düşünen bir birey için sosyal medyayı kullanmama eğilimi ağır basabilir.

YouTube, geleneksel medya tekelleri ile birlikte ortak pazar paylaşımları için birçok şekilde pazar arayışları içerisindedir. Ropert Murdoch'ın Fox televizyonu bunlardan birisidir. Üstelik YouTube, eğlence holdinglerinin serbest kopyalama alanındaki yasal düzenlemeleri ile sorun yaşasa da, yüksek derecede mer­kezileşmiş iş planı, sahiplik yapısı ve ürün markası anlamında gelirini paylaşan bir kurum değildir. YouTube'un bilgi yapısı, tasarımı, 'topluluk', 'yorum', 'cevap' retoriği üzerinden yürüse ve bilinse bile, esas olarak "gösteri" ve "kutlama" alanı olarak tasarlanmıştır. Guy Debord'un kastettiği anlamda daha çok söylemin yapıları üzerinde oynar ve şirket ve pazar politikaları üzerinde yükselir.

YouTube'un izleyici grupları, gerçek insani gruplar bile olabilirler ama onlar var olan rolleri, kederli, kendi destekçisi, parodi yazarı, üstat, bilgin, uzman ve hareketin ikin­cil aktörleri gibi gayet iyi oynarlar (Losh, 2008, 111). YouTu- be'daki insanlar bazen öylesine ünlenir ki, komşu ya da akraba­ların önüne geçerler. Çocuklar, sanatçılar, politikacılar, kadınlar hep YouTube'dadır. Sosyal medyada yayınlanan videoları pay­laşarak gelişen arkadaşlıklar, belli bir medyalaşma süreci yara­tır. Çünkü haberler geleneksel medyaya yansır. YouTube, ölüm, şiddet, ırkçılık, cinselliğe eğilim, vb. imgelerin de stereotip ola­rak sık kullanıldığı bir mecradır. "Nefret eden" (hater) olarak kullanılan kavram, bir videoya gereksiz sert eleştiriler yönelten kişi anlamına gelir. Bu, YouTube İçin "yerel" bir terimdir. You- Tube'da haterilar çok ünlenir ve sayıları bir hayli fazladır. Kulla­nıcılar bununla bağlantılı olarak ciddi tehditler almadıklarını vurgular. MySpace bu anlamda çok daha tehlikeli bir video paylaşım sitesidir çünkü onda cinsel içerikli çok sayıda video dolaşır ve paylaşılır (Lange, 2008, 93-95). MySpace daha çok eğlenceye dayalı ve ergenlere hitap eden bir sosyal medya ağı olup belli bir ihtiyacı karşılamadığı ve insanı tam olarak konum- landıramadığı için yerini Facebook'a kaptırmıştır.

Facebook insan egosunu merkeze alır. Onun ihtiyaçlarını karşılamayı vaad eder. Bu nedenle MySpace'in önüne geçmiştir. Facebook kullanıcıları sigara tiryakileri gibi, bırakmak isteyip de bıraka­mayan bağımlılara benzerler. Büyük markalar, şirketler, resmi kurumlar, okullar Facebook'u yoğun olarak kullanır. Yeni bir site kurulduğunda muhakkak Face bağlantısı aranır. Sosyal medya siteleri insan psikolojisinin önemli bir bileşeni olarak işlemektedir. Paylaşılanların beğenilmesi de yine ego ihtiyacını karşılamaya hizmet eder. İnsan neyi neyle yiyor, bak sahilde nasıl da zıplıyor, çok mutlu, nişanlandı, evlendi, bak çocuğu bile oldu, sevgilisiyle nerede buluştu, yeni arabası ne marka, dün hangi partide nasıl içti vb. konular Face'in asıl konularını oluş­turmakta ve bu tür mesajlar bitecek gibi de görünmemektedir (Şen, 2013).

Sosyal medyanın gösteri nitelikli dünyası ve görsel mater­yallerin teşhirine uygunluğu, insanların mahremiyet haklarına saldırma biçimine dönüşebilmekte ve bu nedenle gündelik yaşamda bazı sosyal patlamalar ve hukuki sorunlar yaşanabilmektedir. İsveç'in Göteborg kentinde Aralık 2012 tarihinde gerçekleştirilen protestonun konusu böyle bir sorundan kay­naklanmıştır. Protestocuların açıklamasına göre bazı öğrenciler birlikte öğrenim gördükleri arkadaşlarının fotoğraflarına Fa­cebook, Twitter ve Instagram gibi sitelerde ayrı bir sayfa halin­de yakışıksız ve "ahlaksız yakıştırmalar" yazıp yayınlamışlardır. Protestolar taşlı sopalı saldırılara dönüşmüş ve giderek büyü­müştür (Liseli kızlardan..., 2012). Bu tür sorunlar karşısında yasalar da yetersiz kalabilmektedir.

Tayvan'da fotoğrafın internette kullanımını Debord'un gös­teri toplumu kuramı bağlamında inceleyen bir araştırmada (Hsu, 2007, 596) medya doyumları ile sahneleme fenomeni birlikte ele alınmış, buradaki motivasyona da değinilmiştir. Hsu'ya göre, sahneleme fenomenini incelemede 'kullanımlar ve doyumlar' kuramı yetersiz kalmaktadır çünkü bazı online fotoğraf albümü kullanıcıları, gösteri-performans paradigması­nı haklı çıkaracak eğilimlere girmektedirler. Yani izleyici ve kul­lanıcı nitelik değiştirmiştir. Bu değişimler şöyle açıklanabilir:

1.Kullanıcılar, medya tüketimine (kullanımına) daha fazla zaman ayırmakta;

2.Bu tüketim, gündelik hayatın dokusuna giderek daha çok işlemekte;

3.Toplumlar bu iki sürecin iç içe geçişi ile daha gösterisel bir niteliğe bürünmektedir.

Ayrıca,

a. Sosyal dünyanın gösteriselliğinin artışı,

b. Bireylerin kendilik-algılarının narsistik bir boyut kazanması süreçleri yaşanmaktadır.

Biressi, bedensel travmanın gösteri malzemesi olarak kulla­nımında kadınsılığın yerine dikkat çeker (2004, 335). Buna göre günümüzde teşhir ve daha özel olarak da psikolojik ve beden­sel travmanın teşhiri, kültürümüzün temel özelliklerinden biri olmuş durumdadır. Televizyon talk showlarında, gözlemsel belgeselde, yaşam tarzı programcılığı ve gerçekçi televizyonun bütün özelliklerinin sergilenmesinde, meslekte ya da bireysel olarak çok acı çekmenin ve kişisel ızdırabın tüketimini görürüz. Kişisel travmayı gösteriye çevirme eğilimi, entelektüel beklenti­lerde ya çok azdır, ya da yoktur. Ancak geleneksel medya kül­türlerinde hayli yaygındır. Daha yeni formlarda görülen şekli ise toplumsal cinsiyet ayrımcılıklarından biri şeklinde işlemektedir. Bu bir sorundur çünkü en azından duygusal acı çekme durumu alışıldık ve yaygın olarak bir 'kadınsılık' durumu olarak sunulur. Acı çekme kadına atfedilen bir durumdur. Bu, kadınlar tarafından da böyle kabul edilir. Bedensel ya da psikolojik güvensizlik, incinebilirlik ya da zarar görme konusunda konuşmada hemfi­kir olma da kadınlara atfedilir. Ne zaman ki "erkeksi" zarar ya da travma söz konusu olur, onun medya kültüründe sunumu ve dolaşımı, oldukça farklı formlara ve anlamlara dönüşür.

22 Temmuz 2011 tarihinde Facebook'ta oluşturulan "Cey­lanlar Ölmesin: Kadına Şiddete Hayır" adlı grupla ilgili olarak yapılan bir araştırmada (Sağır, İnci, 2012) şiddetin algılanma­sında, yayılmasında ve yeniden üretiminde toplumsal teknoloji­lerin rolü sorgulanmıştır. Buna göre şiddet kolektif üretim bi­çimlerinde estetize edilmekte, bireysel anlamlandırma olanak­larının dışına çıkılmasına neden olmaktadır. 532 üyeli, 4007ü kadın, 132'si erkek olan bu grupta en çok (% 43,72) haber pay­laşımı olmuş, onu video ve köşe yazısı paylaşımı izlemiş, şiddet ve tecavüz haberlerine gösterilen tepkiler, yüzeysel ve çözüm­den uzak olarak kalmıştır.

Binark'a göre birey sosyal paylaşım sitelerinde kimliğini is­tediği şekilde konumlandırabilmekte, 'biz7 kavrayışı ve hayali içinde kimlik üretiminde giyinme biçiminden dil kullanımına, boş zaman etkinliklerinden popüler müzik tüketimine ve med­yayı kullanma biçimlerine uzanan farklı öğeleri bir araya getire­rek değişik seçimlerde bulunmaktadır. Bireyin sahip olduğu kültürel, simgesel ve ekonomik sermayesinden beslenen beğe­nileri ve yaşam tarzları, aidiyet tasarımının kurulmasında rol oynar (2005,118).

Toprak, Yıldırım vd.7e göre (2009, 106-115 ve 156-161) in­ternetteki iletişim ortamı melez bir nitelik taşır. Katılımcılar kimlik kurgulama yoluyla sürekli rol yapar ya da başka bir de­yişle "performans" yapar. Goffman performansı "belli bir du­rumda belli bir katılımcının diğer katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm etkinlikleri" olarak açıklamakta ayrıca vitrin kavramı üzerinde de durmakta ve vitrin'i, "ifadenin do­nanımı" olarak açıklamaktadır. Goffman performansta benliğin sunum amacının olumlu izlenim bırakmak olduğunu belirtir ve bu amacın sürekli varlığının önemine dikkat çeker. Yani sahne­lenen benlik, "genellikle güvenilir" olumlu bir imaj bırakmayı amaçlamaktadır.

Çöpçatan siteleri performansa iyi bir örnektir: Bu sitelerde görünüş, cinsiyet, yaş, yer ve meslek, boy, ırk, duruş, yüz ve beden ifadeleri sergilenmektedir. Bu sitelerde, kullanıcılar "gerçeği birazcık çarpıtır". Sosyal medya görsele dayalı verilerin malzemelerin daha çok kullanıldığı ortamlar olarak kullanıcılara ait doğum günleri, cinsiyetler, yaş, eğitim durumları vb. kişisel bilgileri, memleketleri, sevgilileri, medeni durumları, aile bireyleri, arkadaşları, ilgileri, alışkanlıkları vb. her türlü sorunun sorulabildiği, kullanıcıların da yanıtlayabildiği ortamlardır. Bu ortamlara uygun olarak denebilir ki, "Yeni ileti­şim biçimi, görmek ve göstermek, gözetlemek ve gözetlenmek­tir". Bu nedenle sosyal medyada en çok paylaşılan bilgi ve veri türü fotoğraf ve videodur. Facebook, görmek ve görünmek üzerinden işlemektedir. Gündelik yaşamın her tür görüntüsü, ağ'a yüklenmektedir. Amaç bunların görünür olmasıdır. Sosyal medya kullanıcılarına sürekli toplumsal sermayelerini sisteme aktarmaları için çağrıda bulunur. Sosyal medya toplumsal ser­mayeyi genişletmek ister. Yani tanıdıkların, ilişkilerin, isimlerin sürekli sisteme aktarılması (Toprak, Yıldırım vd., 2009,106-115 ve 156-161).

Sosyal medya konusunda yapılan bir araştırma (Zeybek, 2012, 287) kişilerin sosyal medyayı kullanım amaçlarının sıra­sıyla, arkadaşlarla iletişim kurmak, tanıdıklarından haberdar olmak, zaman geçirmek, eğlenmek, oyun oynamak, yeni arka­daşlar edinmek, evlenmek amacıyla biriyle tanışmak ve cinsel ilişki kurmak amacıyla biriyle tanışmak şeklinde olduğunu orta­ya koymaktadır. McGiboney (2009) Tvvitter'ın popülaritesi ve önemi arttıkça tüketici ve kurumsal dünyada da büyümesinin devam ettiğini, ancak arkadaşlık ilişkilerinde gerçek zamanlı iletişim için bir ortam işlevi gördüğünü, gerçekte ise marka pazarlamanın önemli bir bileşeni haline geldiğini belirtmekte­dir.

Buna göre işletmeler Twitter'da 3 farklı şekilde bulunabil­mektedirler:

1.Tanıtım: Twitter işletmelere ana sayfada "iş­letmeler" linkiyle "temelleri öğrenin", "aktivitenizi etkin kılın" ve "reklam vermeye başlayın" önerilerinde bulunur.

2.Kullanıcı ile işletmeler arasında konuşmalar yapılmasını sağlamak için.

3.Kullanıcıların markalar ile ilgili yaşadıkları deneyimleri anlattık­ları bir ortam olarak.

Kullanıcı tweetleri işletmeler için metin- veri işlevi görür. Yani oldukça önemlidir işletmeler için. Twitter, dinamik, açık, güncel ve enformasyoneldir. İşletmeler için geri­bildirimler taşır. Bu geribildirimler stratejilerin, planların, proje­lerin geliştirilmesine, verimlilik artışına olanak sağlar. Twitter'in herkese açıklığı, işletmeler için bir sınav ortamı da oluşturur. İşletme ya da kurum itibarı açısından kritiktir. Bu nedenle takip ve analiz ihtiyacı doğar (Çiğdem, 2012,113). Son yılların en çok kullanılan sosyal medyası olan Twitter, bu özelliklerinin yanı sıra ve onlarla birlikte, büyük bir gösteri aracına da dönüşmüş­tür. Kendini tanıtmak, açıklamak, kanıtlamak ya da göstermek istemenin en kolay karşılık bulduğu alandır Twitter. Ve bu ha­liyle, Debord'un tanımını yapmış olduğu "yoğun ve yaygın gös­terenin gelmiş bulunduğu son aşamalardan biridir.

Bu süreçte egemen olan kültür endüstrileri, sadece öyküleri hiper-bireyciliğe dönüştürmekle kalmamakta, onları aynı za­manda ıvır zıvır, ünlü, kendini abartan ürünler olarak tutup elde etmektedir. Haz, pazarlanabilir bir amaca dönüşmüştür ama o hep bizim ulaşabileceğimizden uzaktır. Hep başka ve yeni müşterilere gereksinim duyar. Ve üstelik buradaki haz elbette mutluluk, tatmin ve doyum getirmez (Artz, 2003, 22). Getirmediği için aynı şekilde sürer gider. Bir arayışa dönüşür. Hiç ulaşılamayan bir arayış. Anlamını gösterilerde arayan ve hiç bitmeyen bir süreç.

Yazan:Doç.Dr.Mukadder Çakır

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları,(2013)syf:45-60

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık
Devamını Oku »

Cihan Harbi Nedir?

Anadolu'nun hayatında Birinci Dünya Harbi tarihi bir kasırgaydı. O büyük fırtına bir nesli tarih sahnesine çıkardı. İstiklâl mücadelemizin ruh ve hareket sahasında serdarları olan o devrin büyükleri, son neslin babalarıdır. Onları tanıyabilmek için, bize intikal eden tezli vesikaları okumak kâfi gelmez, hattâ çok kere yanıltır. Onları doğrudan doğruya tanımıyanlar için hiç olmazsa eserlerinin ciddî ve derinden tahlillerini yapmak zarureti vardır.

Onlar, Cihan Harbi denilen beşeri gaileden bayrağı kılıçlarına sararak ayrılmış meyus kahramanlardı. İstiklâl mücadelecinden sonra yaptıkları eseri, hakikî sahibi olan millete teslim ederek yine evvelki mütevazi hayat sahnesine çekildiler. Dâvanın saflarında herbirisi bir nefer gibi çalışmasını bilen bu insanlar, İlmî bir kültürün verdiği vukuf ile olmasa da millete, mukaddesata ve istikbâle inanıyorlardı. Onlarda, hayatın tehlikeli demlerinde bile düşmanla göğüs göğüse şerefle döğüşmek için arkadan vurmaya tenezül etmeyen Kılıçaslanların, Yıldırımların erkek kanı vardı. Hepsinde Türk ün isyankâr ruhu bir inkılâba hazırlanıyordu. Aşk, ümit ve iman eşsiz terkibini bu neslin hayatında ortaya koydu. Onlar Allah ın yardımına inanıyorlardı; onun için birleştiler. Hayatın temizliğine inanıyorlardı; onun için aldandılar. İstikbalin büyüklüğüne inanıyorlardı; onun için döğüştüler. Toprağın kutsallığına inanıyorlardı; onun için öldüler.

Mücadeleden sonra da herbirisi bir köşede bırakıldı, terkedildi. Kimi bir hastahane köşesinde, kimi sefaletin pençesinde, kimi de gündelik hayatın yükü altında ezildi. Hareketinin doktrinini meydana getirmek şöyle dursun, geriye dönüp eserini zevk ile temaşa edecek huzuru kendilerinde bulamadılar.

Kısaca denecek bir zaman içinde onlar hayat sahnesinden çekilirken son nesil bu sahnede gözükmeye başladı. Lâkin evvelkinin çocukları olan bu son neslin tam teşekkül devrindeki simasını olduğu gibi çizmek de güçtür. Tam bu oluş çağında, yani evvelkinden kopup ayrılırken bu nesilde yıkılan taraflar o kadar çok ve şaşıma idi ki, yıkım sarsıntısının şiddetiyle ümitsiz kalıyorduk. "Haramın, helâlin aslı yokmuş; şimdi öğrendik” diyen köylüden tutunuz da bir yumrukta babasını öldüren mektepli delikanlıya kadar her çeşit yıkım hadisesi istikbali kapkara gösteriyordu. Bu son neslin kendisini insan yapacak kadar mistisizmi, aşkı ve romantızmi olmıyacağına inanmıştık.

Eski devîrlerin Yunandan bugüne kadar akıl ve hikmet diye takdis ettiği ideal,onda kurnazlıkla siyasete yerini terk edecek diyorduk. İman onun kalbinden, bir çıban imiş gibi iddialı isimler taşıyan ameliyatla çıkarılıp atılmıştı. Fert olarak da cemiyet olarak da herkeste müşterek ideal, tek gaye, teknik denen hükümdarın huzuruna kavuşarak iltifatına nail olmaktı. Yediden yetmişe kadar her kalbe bir damla tekniğin hürmet ve ibadeti sunulurken ondan bir katre iman sökülüp atılıyordu. “Dindarsın, o halde teknikten hoşlanmazsın; teknik dostusun, yani medenisin, şu halde dinsizsin". Neslin parolası buydu. Dinî ibadetten teknik ziyafetine geçi-yorduk. Hayatı yaşanmaya değerli yapan şeyleri bir sistem halinde ortaya koyucu felsefî bir bütünlük, bir hayat hikmeti araştıracak yerde makinenin sesine koştuk. Bütün bu şaşkınlıklarla hataların sonunda hayat sahnesinde peyda olan hercümerc de şimdi durulur gibi olurken bu sahnede yer alan zümrelerin çokluğu ve başkalığı karşısındayız. Bugün artık köylü deyince saf ve beceriksiz, makineden şeytan diye korkan insanlar göremezsiniz. Sizi haklarının huzurunda sigaya çeken, makineye maharetle kumanda etmesini bilen, hem de eski dostu gibi onunla bağdaşmış, makine sevgisinde hiç de ağırkanlı olmayan insandır. Onun peşindedir ve yarınki Anadolu’nun makineye pek maharetle intibak ve kumanda edebileceğini düşündürücü bir alışkanlık yapmıştır.

Okuyan şehir gençliğinin bir kısmı milliyetçiliği inkılapçılıkla birleştirmeye çalışırken, diğer bir zümre millete dudak büken bir materyalist hümanizmin kucağındadır. Yabancı kültür müesselerinin yetiştirdiği, millet mefhumundan bir şey anlamayan bugünün yeni dünya hayranlarıyla beraber bunların hepsi de ruhunun bütün bölgelerine tatmin getirebilmiş bir spiritualizm terbiyesinden derece derece mahrumdurlar. Yabancı mektepde ve yabancı dilde öğretimin, bir tarih ve bir millet meyvesi olan gencin ruhunu tabaka tabaka koparıp kuruttuğu yolunda idrake ulaşamayiş bu buhranı devam ettirirken, Freud ile Sartrenin sabaha kadar ayakta duran ecdadın sistemlerinden koparılarak alınan çürütücü unsurlar.Kur’an huzurunda sabaha kadar ayakta duran ecdadın torunlarını içgüdülerine sonsuz serbestlik bağışlıyan Amerikalı zenci ruhunun meftunu yapmaktadır.

Görülüyor ki bu nesil evvelkinden ayıran muazzam bir uçurum vardır: Önce bu son nesli birliğe sürükleyici zaruretler yok.Bir kısmı ticarette saadet ararken bir başka zümre siyasette, daha başkaları büyük ve zengin Amerikan kıtasına sığınmakta selâmet aramaktadır. Bunlar içtimai terbiye ve ideal olarak hayatta muvaffakiyet sırlarını, vaktiyle Verter’in okunduğu ciltlerin arasından öğrenerek kurnazlaşmışlardı. Hayat temizliğine inanacak kadar safdil değildirler. Sirkten üniversite sıralarına muvaffakiyet sırlarını elde etmekle öğünen bu genç zümre kendi kendisini otomatlaştırdığının, bir teknik unsur haline getirdiğinin farkında değildir. Hayata karşı, vermeden isteyen iddialı yürüyüşleri, ona hürmetten doğacak aşkı da yıpratmıştır. İstikbal deyince bunlar, eskiler gibi köy ufuklarına değil, Atlantik'in ötesine gözlerini çeviriyorlar: Toprağın kutsallığına inanmak bir efsanedir, müsbet düşünüşle bağdaşmaz.

Lâkin sahne bundan ibaret değil. Böyle olsa, eğer kendileri için düşünülecek mesele kalmıyan bu ruhunu kaybetmiş zümre yalnız başına hayata hakim olsa, meselemiz kalmayacak, öyle bir zümre de var ki meselelerini arıyor ve meselelerini ararken kendini aramaktadır. Bu meseleler çok; birkaç tanesini gelişigüzel sıralayalım: Garpten neler alacağız? Teknik karşısında durumumuz ne olacak? Kurtarıcı mücadeleye nereden başlamalıyız Dinde neleri esas diye alıp hangilerinin hurafe olduğunu bilelim.. Daha, daha...

Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, Huzurlu bîr yaşayışı nasıl sağlayabiliriz. Nasıl hır aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri okuyatan? Zamanımızı nasıl kullanalım?

Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan bir milletin kalbinde bir afet gizlidir. O da iradi kudretinin noksan oluşudur Çünkü hayat onları demir örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı, Ancak biz inanıyoruz, ki millet kalbinin sahibi olan bu muztarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşad ve işaret bekliyor Onlar bizim beklediğimiz, yarınki kuvvettir.

Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan-Fetö Gerçeği

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan

Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan’ın senâsına mazhar olan ve bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan kahraman Türk Milletinin kurduğu şanlı Osmanlı Devletinin inkırazı ile birlikte yeni bir devir başlar. Bu devir, “Ahirzaman” diye işaret olunan zaman diliminin, çok önemli bir evresini teşkil etmektedir.

Bu devir, islami müesseselerin topyekün ortadan kaldırıldığı, islami şeairlerin birer birer tahrip ve tağyir edildiği, islami kanunların batı hukuku ile tebdil edildiği, batının nursuz, ruhsuz prensiplerinin, inkar-ı ulûhiyet’e dayanan bir eğitim sistemi ile körpe zihinlere zerk edildiği bir devredir.
İslam itikadına ve hayatına karşı, eğitim müesseseleri, basın, zabıta kuvvetleri ile külli bir taarruz yapılır. Fertten, aileden ve cemiyet hayatından islamiyet silinmeye çalışılır.. “Allah’ın Kitabında “belhum edall” dediği hayvandan aşağı taklitçilerin” meydanlarda cirit attığı bir devre..
Âlim bilinen bir çok zâtın, zaman; ahirzamandır, yevmil beterdir, her gelen gün daha da kötü olacak diye sustuğu, susturulduğu ve köşesine çekilip kıyameti beklediği bir zamandır.
Kurt gövdenin içine girmiş, imansızlık salgını, hususan mektepli gençlere sirayet etmektedir.
Elli sene sonra gelecek neslin Kur’an’la alakasının kalmaması hedeflenmiştir.
İngiliz müstemlekât nazırı Gladiston’un ingiliz Avam Kamalrasında dile getirdiği arzu ve hedefi tahakkuk ettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu şenaatler karşısında feveran edip, kuvvete başvurmaktan başka bir çare de bilmeyen bazılarının Devlete karşı isyan teklifine karşı “maddi kuvvet harice karşı kullanılır. Dahilde menfice hareket olmaz. Bu zamanın cihadı, cihad-ı manevidir” diyen Bediüzzaman, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya göstermek için devrinin şerirlerine karşı başlattığı cihadının, yeni bir evresindedir artık.
Hz Ali (K.V) “o zamana yetişirseniz, onlarla muharebe-i bis’süyuf değil, muharebe-i bil’huruf yapınız” tavsiyesinde bulunuyor.
Bediüzzaman, Anadolu’nun tenha bir bölgesine sürgün edilmesini “ben Türk milletinin sinesine gidiyorum” diye karşılar. Mekke ve Medine gibi beldelere gitmesi tekliflerine “ Mekke ve Medinede de olsam buraya gelmek iktiza ediyordu” diye mukabelede bulunur.
Nihayet, islamın hasmı olan devletler ve onların himaye ettiği ifsat komitelerine ve yerli uşaklarına karşı tarihte emsali görülmemiş bir mücadele başlar. Bir tarafta, Devletin bütün imkanlarını kullanan şer cephesi, diğer tarafta, elinde Kur’an, ve zor bulunan kâğıt ve kalemden başka bir şeyi olmayan Bediüzzaman ve etrafında bir kaç saf ve temiz Anadolu insanı vardır.
Matbaalarda basımı yasak olduğu için Kur’an hattı ile elle yazılarak çoğaltılıp muhtaç gönüllere ulaştırılan “Nur Risaleleri” neşrolunmaya başlar.
Kur’an-ı Hakimin manevi bir tefsiri ve elmas bir kılıncı olan Risale-i Nur’lar, muhtaç ve müştak gönüllere ulaştıkça hizmet halesi genişler. İnkişaf eden bu Kur’an ve iman hizmeti, ehl-i ilhadı rahatsız eder.
Bulunduğu yerin emniyet müdürü tarafından Bediüzzaman hakkında doğrudan Devletin zirvesine haftalık raporlar gönderilir. Faaliyetleri adım adım takip edilmektedir.
Fütuhatına mani olamadıkları Risale-iNur’un masum ve fedakâr talebelerinden bir kısmını, başlarında Üstadları Bediüzzaman olmak üzere 1935 senesinde 130 kişi olarak Eskişehir hapsine sevkederler. Bu büyük dava adamını, büyük mücahidi sürgün durduramadığı için hapse atarlar.. Hapiste de durmayan asrın mücahidi, Kur’an nurlarından ibaret eserlerini, hapishane köşelerinde de yazdırmaya ve çoğaltmaya devam eder.
Hapisten sonra bir başka yere, Kastamonu’ya sürgün edilir. Sene 1936 dır. Kastamonuda 2-3 ay karakolda tutulur. Bu süre için Üstad; “beni iki üç ay kadar karakolda misafir ettiler” der. Çünkü, memurlar onun düşmanı değildir. Onların da imanının kurtulmasına çalışır. Karakolun tam karşısında bir eve yerleştirilir. Adresi şöyledir; “ Kastamonu Polis Karakolu Eliyle”
1942 yılına kadar Kastamonu’da tarassut altında hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’ye çok zor şartlar altında devam eder. Ta ki, Denizli Hapsine sevk edilinceye kadar. Denizli hapsinde de bu iman hizmeti devam eder, eserler elle yazılarak çoğaltılıp neşredilir.
1943 te Denizli hapsinden tahliyeden sonra mecburi ikamet yeri bu defa Emirdağ’dır. Burada da Risale-i Nur’la milletin ebedi hayatının kurtulmasına çalışır.
Nihayet 1947 de Afyon Hapsi başlar, Bu büyük dava adamı, o tarihte 75 yaşındadır. Hapiste yine zehirlenir. Yirmi aylık tevkiften sonra tahliye edilir. Afyon hapsi, hayatındaki son hapistir. Ancak sürgün,takip tarassut hayatının sonuna kadar devam eder. Tâ ki 23 Mart 1960 da Urfa’da vefatına kadar.
Bir türlü dizginleyemedikleri bu büyük mücahidin sadece dirisinden değil, ölüsünden de korkarlar. Nitekim, vefatından üç buçuk ay kadar sonra 27 Mayıs 1960 darbecileri, 1960 Temmuz'unda mezarını kırıp mübarek naaşını bir mechule doğru sürgüne gönderirler.
Devletin bütün imkânlarına sahip şer cephesi olan ifsat komiteleri, bu ihtiyar adamdan neden bu kadar korkuyorlardı. Hatta mezarına bile tahammül edemeyecek kadar... Halbuki vefat edip gitmişti.
Ne yapmıştı da ehli ilhadın bitmeyen husumet ve hücumuna maruz kalıyordu.
Memlekette başka ulema ve şeyhler de vardı. Onlardan korkmak yerine, bir kısmına makam ve mevki bile veriyorlardı.
Bu dünyadan göçüp gitmiş olsa bile, bu derece hasım bilmeleri ve hâlâ hücum etmelerinin sebebi şudur; rejimi bina ettikleri ideolojilerinin temel taşlarını tarumar etmiştir. Bunu eserleriyle yapmıştır, yetiştirdiği talebeleriyle yapmıştır.
1923 ten itibaren tesis edilmeye çalışılan rejim, iki temel esas üzerine bina edilecekti. 
1- Allah’ı inkâr, 
2- Ahireti inkâr
İddiaları şuydu;
İnsan ve varlık, kendi kendine veya tabiat veya sebeplerle meydana gelmiştir. Bir yaratıcı yoktur. Hayat da bu dünyadan ibarettir. Doğumla başlar, ölümle biter. Ahiret diye bir hesap yeri yoktur. Dolayısıyla günah-sevap, haram - helal diye bir kavram manasızdır. İbadet lüzumsuzdur.(Haşa)
Fert, aile ve cemiyet hayatı, buna göre şekillendirilecek, buna göre müesseseler teşekkül ettirilecekti. İslamiyetin getirdiği, ahiret merkezli, dünyayı bir misafirhane kabul eden uhrevi bakış açısı yerine, tamamen dünyevi bakış açısına sahip, dünya odaklı bir ideoloji ve hayat tarzı hakim kılınacaktı.
Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin başlarında ilk telif ettiği eser, Allah’ın varlık ve birliğini yani tevhid hakikatını anlatan “Tabiat Risalesi”dir, ikinci telif ettiği eser, 1926 yılında ahiret akidesini anlatan ve ispat eden “Haşir Risalesi”dir. 
Bediüzzaman bundan dolayı,rejim için tehlikeli görülmüştür. Yoksa Devlet idaresi ve siyasete karışmamıştır. İman hakikatlarının izah ve ispatı temel hedefi olmuştur. Fertlere Tahkiki imanı kazandırmayı hedeflemiştir. Kuvvetli, tahkikî bir imana sahip olan mü’mini, dünyevi hiç bir cereyan kandıramazdı çünkü. Tıpkı sahabe-i kiram hazeratının imanı gibi.
Bu büyük dava adamı susturulamamış, mağlup edilememiştir. Fikirleri ve eserleri Vatan sathına ve âlem-i islam aktarına yayılmıştır. Gönüller ve akıllar üzerinde büyük tesirler husule getirmiş ve getirmeye devam etmektedir. Şahsa bağlı bir hareket olmayıp, fikir ve eser odaklı bir iman davası olduğundandır ki, vefatı ile hizmeti durmaz, artarak devam eder.

“SAĞDAN YAKLAŞMA” DÖNEMİ

İfsat komitelerinin hapis, işkence, sürgün, tarassut gibi cepheden hücüm yöntemi ile durduramadıkları Bediüzzaman ve onun eserleri Risale-i Nur’a karşı, vefatından sonra, bu defa “sağdan yaklaşma” metodunu uygulama koydukları anlaşılıyor.
Bu münafıkâne bir yoldur.
Bu taktik, asr-ı saadatte de uygulanıp netice alınmış bir taktiktir. Biraz uzun zaman gerektiren, başlangıçta herkesin anlayamayacağı, anlayanların da diğer insanları ikna etmekte zorlanacağı, ancak sürecin tamamı görüldüğünde farkedilebilen, farkedildiğinde de artık yapacağı tahribatı yapmış olan bir taktik.
İslam halifesi Hz. Ömer ve emsali sahabelerin bile keşfedip farkedemediği münafıkların çağdaş versiyonları devreye sokulur
27 Mayıs darbecileri Diyanet İşleri Başkanlığından Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar aleyhine fetva isterler. Hiç bir Başkan bunu kabul etmez, Bu baskıların yapıldığı dönemlerde Diyanette 1960-1965 arasında beş başkan değişir. Bu sürede değişmeyen bir başkan yardımcısı vardır, “Yaşar Tunagür”. Bu isme daha sonra tekrar değineceğiz.

Darbeciler, arzularına nail olamayınca bir Paşa’yı başkan yardımcısı olarak tayin ederler ve onun girişimiyle Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin ağzındanmış gibi,
Risale-i Nur’a bir reddiye hazırlatırlar ve dağıtırlar. Dağıtırlar ama Mustafa Sabri Efendi’nin vefatından beş yıl sonraki olaylarla ilgili olarak da Mustafa Sabri Efendi konuşturulunca bu broşürün Merhum Mustafa Sabri Efendi ile bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılır ve plan akîm kalır. Dolayısıyla beklenen tesir görülmez.

1955 yılından Erzurumda Nur Talebeleri ile Fetullah Gülen adında bir medrese talebesi tanışır. Çok sık olmasa bile temasını devam ettirir.
O yıllarda her Nur Talebesinin ziyaret edip, görüşmek ve dersinde bulunmak için can attığı Bediüzzaman'ı, kürt olduğu gerekçesiyle gidip ziyaret etmek istemediğini sonraki yıllarda kendisi ifade eder.
Aradan zaman geçer, Üstad vefat eder. F. Gülen, Diyanetin imtihanlarına girer ve imam olarak Edirne’ye atanır. Edirne’de Amerikalılarla tanıştığını söyler.
Sınav belgesinde tahrifat yapılarak1964 yılında vaiz olarak İzmir’e getirilir. (Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Görmez'in açıklaması). Bu süreçlerde Yaşar Tunagür, Diyanet İşleri Başkan yardımcısıdır ve Gülen'in hamisidir.. F. Gülen, İzmir de Nur Talebeleri ile temas kurar, Risale-i Nur derslerine iştirak eder, eline kitap verildiğinde okur.

Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda kalır. Vaazlarında sahabenin fedakârlığı üzerinde durur, hislere hitap eder, göz yaşı döker. Talebelerine Risale-i Nur’ların imani bahislerini okutur, ancak, Risale-i Nur hareketinin istikamet çizgisini belirleyen ictimai meselelere dair bahislerinden uzak tutar.
Etrafta yavaş yavaş Mehdi olduğu, hatta Hz. İsa olduğu yönünde rivayetler dolaşır.
Kendisine, bu duruma neden meydan verdiği sorulduğunda, tevilli cevaplar verir. Şahsiyetini öne çıkarması, Risale-i Nur’ un hizmet düsturlarına uymayan tarzı, Nur Talebelerinin ileri gelenlerinde rahatsızlığa sebep olmakla birlikte, Madem ki, Risale-i Nurdan istifade ediyor diye, bazı Nur Talebelerince hepten tavır konulmaz, zamanla düzelmesi umulur.

12 Mart1971 muhtırası sonrası sıkıyönetim döneminde Nur Talebeleri ile birlikte İzmirde tutuklanır. Mahkeme savunmalarında, şahsının kurtulmasından ziyade, Risale-i Nurları savunan Nur talebeleri gibi bir savunma yapması beklenirken, kendisini kurtarmaya dönük savunma yapması diğer Nur Talebelerinde hepten hayal kırıklığına sebep olur. Duygusal kopuş artar. Hapis sonrası kendi yolunu çizeceğini, ayrı hizmet yapacağını söyleyerek yolunu ayırır.

MÜTTAKİ BİR TAVIRLA MEŞRUİYET SAĞLAMA DÖNEMİ

Ayrılma sonrası, ayrılmaya sebep olarak, Üstadın Talebelerinin onun yolundan sapmaya başladığını, Nur Dersanelerinde eskiden hasır serili iken, kilim serilmeye başlandığını, sonraları halı serildiği, onunla da yetinilmeyip koltuk, kanepe de konulduğu, halbu ki, kendisinin Ebu Zer gibi yaşadığını, bunun için imtizaç edemeyip ayrıldığını söyler.

Vaaz verdiği Cami cemaatinden ve hocalık yaptığı Kur’an Kursu talebelerinden İzmir merkezli bir cemaat oluşturmaya başlar. 1970 li yıllarda Ege Bölgesinde faaliyet gösterirken, yetmişlerin sonuna doğru diğer bölgelere de yayılmaya başlarlar. 
Hitap ettikleri insanlara, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söyleyerek celp edip, F. Gülen’in vaaz kasetlerinin merkeze alındığı bir hizmet tarzı yürütürler. Risale-i Nurları okuduklarını göstermek için kitaplıkta bulundururlar, ancak dışını gözükmeyecek şekilde kaplarlar. Gerekçe olarak da, bazı insanların Risale-i Nur’dan çekindiğini, onun için görünür olmasını istemediklerini söylerler.

İçinde alkol var diye kola içilmez, içinde domuz yağı olabilir diye margarin yenmez. Hazır tavukların nasıl kesilip temizlendiği belli değil diye içinde tavuk eti olan yemek yemezler Gece teheccüt namazına kalktıkları söylenir. Beş vakte ilave olarak akşamdan sonra evvabin namazı kılarlar. Suret caiz değil diye Sızıntı Dergisinde bastıkları insan fotoğraflarının boğazına çizgi çekerler.
Kızların üniversite okumasına karşıdırlar. Tesettürün tam olabilmesi için el ve ağzın da kapatılması gerektiğini söyler ve uygularlar.

Tesettürlü olanlar üniversitede okuyamıyorlar, baş örtüsüz olarak okusalar da ilerde bir hizmete vesile olsalar diye fetva isteyenlere “baş örtüsü farzdır. İlerde hizmete vesile olmak ise bir ihtimaldir. İhtimal için farz terk edilemez, terk edene de ben bacım diyemem” diyordu F.Gülen 

Mensupları tâ o yıllarda kod isimler kullanırlar. Gerekçe olarak da, Devletin durumu mâlum diyerek , zarar görmemek için bunu yaptıklarını söylerler. Aslında o yıllarda dahi cemaat kisveli “örgüt” teşekkül etmektedir.

Seksenli yıllarda Dershanecilik sektörünün gelişmesinden istifade ederek dershanecilik işine girmeleri, okullar ve yurtlar açmaya başlamaları, geniş kitlelere ulaşmalarını sağlar. Peşinden Gazete ve Televizyon sahibi olmaları, reklam ve propaganda imkanlarını genişletir.

Risale- i Nurları okuduklarını söyledikleri halde Risale-i Nur’un hizmet düsturları ile uyuşmayan halleri, Nur Talebeleri tarafından eleştirildiğinde, bu eleştirileri dinleyen üçüncü kişiler; “adamlar sizden daha takva yaşıyorlar, sizin yapamadığınızı yapıyorlar, siz yapamadığınız için kıskanıyorsunuz” tepkisini verirler.

Halbu ki, Nur Talebeleri cemaat olarak, F. Gülen grubunun yaptığı okul, dershane, banka ve diğer ticari faaliyetleri yapmak isteyip de yapamamış değillerdi. Bu tür faaliyetlerin cemaat olarak yapılmasına karşıydılar. Bu tür faaliyetleri ancak, şahısların kendi adlarına yapabileceklerini savunuyorlardı. Çünkü, Risale-i Nur hizmetinin dünyada hiçbir şeye alet edilmemesi gerektiğini, esaslı bir hizmet düsturu olarak kabul ediyorlar ve uygulamaya çalışıyorlardı.

Nur Talebeleri o yıllarda da F. Gülen grubunun tarzlarının yanlış olduğunu dile getiriyorlar, ancak propaganda ve şaşaalı gözüken faaliyetlerinin gölgesinde kaldığı için tesirli olmuyordu.
Yoksa F. Gülen'e karşı ilkesel anlamda en tutarlı eleştiriyi, o yıllarda dahi Nur Talebeleri yapmışlardı.

Bu durumun, dışarıda yeterince bilinip fark edilmemesinde Nur Talebelerinin hizmet tarzı olan “ müsbet hareket” düsturunun da payı vardır. Müsbet hareket düsturu; başka meslek ve meşreplerin adaveti yerine, kendi meslek ve meşrebinin muhabbetiyle hareket etmek demektir. Yani başkasının yanlışı ile uğraşmak yerine kendi doğrusunu yapmaktır.

Risale-i Nur’u da kullanarak, doksanlı yıllara kadar olan dönemlerde sergiledikleri tavır ile millet nezdinde kabul görürler. Bu kabul ve hüsnüzan neticesinde yanlış hareketleri de iyi niyetle karşılanır.
Cumhuriyet döneminde, Devletin dine ve dindarlara karşı olumsuz tavrı, bunların bazı yanlışlarının, dindar camia tarafından açıkça eleştirilmesini engeller.

“AÇILIM” ADI ALTINDA GERÇEK YÜZÜN ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLAMASI

Doksanlı yılların ortalarına doğru yeni açılımlar yapmaya başlanır.
Artık tesettür, füruat olmuştur. Baş örtüsü çıkarılmış, hatta hizmet gerektiriyorsa bikini bile giyilebilirdi. Kola içmemeyi bırakın, gerektiğinde alkol bile içilir hale gelmişti. Margarindeki domuz yağı artık problem bile değildi. İnsan fotoğrafının caiz olup olmamasını tartışmak şöyle dursun, açık-saçık kadınların görüntüsü gazete ve televizyonlarının reklamlarında kullanılıyor ve “hizmet”için para kazanılıyordu.

F. Gülen'in, Nur Talebelerinden ayrılmaya gerekçe gösterdiği Ebu Zer hayatı yaşama tutkusu, mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı.
Artık gazetelere, televizyonlara, bankalara, ticari şirketlere sahiptiler. Altlarında son model arabalar, üzerlerinde pahalı elbiseler vardı. Çünkü,”hizmet”öyle gerektiriyordu.

Ordu, Emniyet, Yargı başta olmak üzere Devletin kritik kurumlarında kadrolaşma tamamlanmış, Kemalist vesayet kurumları ele geçirilmiş, Devlet imkânları örgüt amacı doğrultusunda kullanılır olmuştur.. Bunlara yakın olmadan kamu görevine girebilmek, yükselebilmek, iş ve ekonomik hayatta başarılı olabilmek, zor görülmeye başlanmıştır. Bu realite, onlara kalben taraftar olmayanlarda bile, onlara yakın olma zaruretini doğurmuştur.


Bu aşamada, Risale-i Nur açısından bakıldığında ilginç bir durum söz konusudur.
Geçmiş yıllarda, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söylemekle birlikte, nazarların o tarafa çevrilmemesi için Risale-i Nur eserlerini itina ile görünür olmaktan uzak tutan, kitaplığa koyma zarureti varsa bile, dışı kaplanmış halde ancak bulunduran F. Gülen müntesipleri, muktedir oldukları yeni dönemde F.Gülen’in konuşmalarını yayınladıkları televizyon programlarında Gülen’in hemen arkasında, omuz hizasındaki kitaplıkta Risale-i Nur eserlerini görünür şekilde vermeleri dikkat çekiciydi. Tıpkı, DEAŞ’ın kelle kesme videolarında, arkada fon olarak kelime-i tevhid bulunan bayrağın ihmal edilmemesi gibi.

Yeni dönemdeki sahiplenme ihtiyacının sebebi ne olabilirdi? 
Halbuki, artık muktedir durumdaydılar, toplumsal meşruiyyet için referans olacak böyle bir sahiplenmeye de ihtiyaçları yoktu. Bundan sonra müntesiplerine Risale-i Nur’ları okutmayı hedeflediklerini düşündürecek bir tavırları da yoktu. Çünkü, Risale-i Nur’ları okumayı hepten bırakmışlardı. Artık F.Gülen’in kitap serisi vardı ve müntesiplerine ısrarla onları okutuyorlardı.

Yeni dönemde, televizyon ekranlarından görünür şekilde, Risale-i Nurları sahipleme görüntüsünün sebebi kısa süre sonra anlaşılacaktı.
Sadeleştirme adı altında, hem muhteva, hem de üslup bakımından, Kur’an-ı Hakîm’in muhteşem bir tefsiri olan Risale-i Nur’ları tahrif.

2010-2011 yıllarında, artık açıktan açığa söyledikleri şuydu; Risale-i Nurlar anlaşılmıyor, biz anlaşılır hale getireceğiz. Halbuki kendiler zaten okumuyorlardı, okuma ihtiyacı da duymuyorlardı. Bu durum, namaz kılmayanların, anlaşılmıyor diye ezanı Türkçeleştirmelerine benziyordu.

F. Gülen, geçmiş dönemlerde Üstad Bediüzzaman’dan bahsetmesi gerektiğinde, Üstadın adını zikretmez ve onun yerine “Söz Sultanı” derdi. Söz sultanı diye vasıflandırdıkları Zat, birden anlaşılmaz olmuştu! Kendileri anlaşılır hale getirecekti!
İki yüzlülük zirvedeydi.

Bu durum, Abdullah İbn-i Sebe’nin müslümanlar arasında güven ve itibar sağladıktan sonra, ifsat faaliyetlerine başlayıp fitne tohumlarını ekmeye başlamasıyla paralellik arzediyordu.
Bilindiği üzere Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe, müslüman olduğunu söylemiş, takva bir tavır sergiliyor, sabah namazına bile mescide en erken gelip ön safta oturuyor, ilim sahibi bir kişilik olması, ona ayrı bir itibar sağlıyordu.
Müslümanlar nezdinde itibarlı hale gelince sosyal bünyedeki asabiyet zaafından da istifade ederek, yavaş yavaş fitne tohumlarını ekmeye başlıyor. "Aslında hilafet Hz.Ali’nin hakkı idi"den başlayıp, tâ "Hz. Ali’nin uluhiyyeti"iddiasına kadar giden bir süreç... Bu günkü Şiiliğin doğuş sebebi.

Tekrar günümüze geldiğimizde, asr-ı saadetteki bazı olayların, ahirzamandakilerle paralellik taşıdığını görüyoruz. Bulunduğumuz noktadan geriye doğru baktığımızda, her iki zamandaki ifsad faaliyetlerinin arkasındaki aklın, aynı akıl olduğu anlaşılıyor.

Münafıkane bu taktik neticesinde maalesef, İslamın hikmet yönünü öne çıkarıp, akıl ve kalbi birlikte doyurup, hususan okumuş, mektepli kitle üzerinde büyük tesir husule getirmiş, islamiyeti; sadr-ı islamdaki saffet-i aslisi ile anlatıp ders veren Risale-i Nur’a muhatap olabilecek Anadolunun saf ve temiz bir kitlesi çalınıp, vatan ve milletine, alem-i islama ihanet eder bir duruma getirilmiştir.

Sahabe-i güzin, o zamandaki müfsid münafıkları, tam olarak nasıl keşfedemedi ise günümüzde de o sebeple tanınmadılar. Onun için, gerek siyasilerin, gerek ilim çevrelerinin ve dindarların FETÖ'ye karşı neden daha önce tavır almadıklarını sorgulamak hakkaniyetle bağdaşmaz. Taa baştan beri farkedilememe sebepleri uzun bir yazının konusu olduğu için burada detaya girilmedi.

Risale-i Nur’u sahiplenir görüntüsü vermenin ikinci amacı;
Cumhurıyetin başından bu yana gelmiş geçmiş hükümetler arasında en dindar ve dine hürmetkâr olan Ak Parti ile girmeyi planladıkları kavgada bir siper ihtiyacı ve Risale-i Nur’ları tahrif etme amaçlarına AK Partinin engel olacak ve Risale-i Nurları sahiplenecek olmasıdır.
Kavgada kendiler galip gelirse, zaten Ülkeye sahip olacaklar ve Risale-i Nur’ları hepten tahrif edeceklerdi. Mağlup olurlarsa da, Risale-i Nurlar, FETÖ nün sahiplendiği kitaplardır, FETÖ cülerle bunları okuyanların hepsi aynı, bunların birbirinden farkı yok algısını oluşturup,AK Parti Hükümetine Nur Talebelerini ezdirmek hedefi vardı.

Onun için AK Parti Hükümetinin Diyanet vasıtasıyla Risale-i Nurları sahiplenmesinden hiç hoşlanmadılar. Hatta o tarihteki Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez aleyhine başlattıkları yıpratma kampanyasının önemli bir sebebi buydu. AK Parti Hükümetinin Risale-i Nur’ları korumayı amaçlayan Kanun çıkarmasını hazmedemediklerinden, Kanun’un iptal edilmesi için, CHP ye Anayasa Mahkemesinde dava açtırdılar. CHP, güya Risale-i Nurların özgürlüğünü düşünüyordu!.

Bu süreçte, ilginç bir FETÖ operasyonu da Yeni Asya Gazetesinde gerçekleşmişti.
Yeni Asya Gazetesi, yetmişli yıllarda Nurcuların naşiri efkârı olarak yayınlanmış ve öyle de bilinmiş bir gazete iken, seksenlerin başından itibaren bu özelliğini kaybetmiş, sonraki yıllarda da F.Gülen ve Cemaatine karşı muhalif tavır sergilemiş küçük trajlı bir gazeteyken, artık arkasında cemaat denilecek pek kimsenin kalmadığı 2010 dan sonra imtiyaz ve sahiplik hakkını elinde bulunduranlar FETÖ’nün kontrolüne girmişti.
FETÖ, kendi gazetesi Zaman’da dile getirmek istemediği fikirleri Yeni Asya Gazetesinde yazdırıyordu.. Çünkü ne de olsa, olayların aslına vakıf olmayan üçüncü kişiler, Yeni Asya Gazetesini hâlâ Nurcuların gazetesi diye biliyorlardı. FETÖ de işte bu algıdan yararlanmak istiyordu. Yani, bakın bu kavgada Nurcular da benim yanımdalar ve Hükümete karşılar mesajı verilmek isteniyordu. Gerçi, AK Parti Hükümeti olayların farkında ve Nur Talebelerinin tavrını biliyordu. Ama yine de FETÖcüler halkın kafasını karıştırmayı hedefliyorlardı.

Nur Talebelerinin kendileri ile beraber olduğu algısını oluşturup Risale-i Nur’lara karşı dindar camianın tavır almasını sağlamak ve AK Parti Hükümeti eliyle Nur Talebelerini ezdirerek, CHP zihniyetinin cepheden yapamadığı şeyi, sağdan yaklaşmak suretiyle AK Parti eliyle yaptırmak.

Fetullah Gülen’in, Nurculuk ve Risale-i Nur’larla ilgisinin esası, özeti budur.

FETÖ BENZERİ OLUŞUMLAR

1985 yılında hukuk fakültesi talebesi iken hocamız olan ve 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanlığını da yapan Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı bir hafta derse gelmemişti. Takip eden hafta derse girdiğinde, önceki hafta derse girememe gerekçesinin, o hafta kollegyum tarzı (bir çeşit panel) bir toplantıya davetli olarak Fransa’ya gitmesi olduğunu ifade ettikten sonra, toplantıya, Fransa’nın akademisyenlerinden, entellektüellerinden ve devlet adamlarından katılım olduğunu, toplantıda, Fransada artan müslüman nüfusa karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin konuşulduğunu, çünkü, o tarih itibariyle Fransadaki nüfus artış hızı ve müslümanlaşma tirendi dikkate alındığında 2050 yılında Fransada müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturacağı, bu duruma karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin tartışıldığını söylemişti. (Kendisi, müslümanlardan korkulmaması gerektiğini, Anadolu’da yüzyıllarca diğer din mensupları ile müslümanların barış içinde birlikte yaşadıklarını ifade ettiğini de ekleyerek.)
Bu konu, şüphesiz ki sadece Fransa ve o tarihle sınırlı değildir. Batıda hristiyanlığın gerilemesi, gençlerinin ve entellektüellerinin hristiyanlıktan uzaklaşması ve akıllara ve kalplere hitap eden islamın, yükselen değer olması, batı insanının aradığı hakikate cevap verir özelliği sebebiyle, batının siyasetçilerini ve derin mahfillerini islama karşı tedbirler almaya sevk ettiği anlaşılıyor. Batının, hakikat arayan insanlarına daha uygun bir alternatif sunamadığından, uygun alternatif olan islamı kötü, gaddar, vahşi gösterme yolunu seçtiği anlaşılıyor.

Küresel ölçekte El Kaide, Deaş, Boko-Haram gibi örgütlerin bu rolü oynaması için organize edildiği, müslüman olan Türkiye’de ise, bu sayılan örgütler ve benzerleri işe yaramayacağından, müslüman kitleyi dine bağlayan ve islamî şuur kazandıran, ehl-i sünnet çizgisindeki sahih cemaat ve tarikatlardan, dolayısıyla islamdan uzaklaşmasını sağlayacak fetö ve benzeri yapıların oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu tür yapıların kötü neticeleri gösterilerek, vatandaşlarımızın her türlü islamî cemaat ve tarikatlardan uzak durmalarının sağlanması amaçlanmıştır.

İslamın ana omurgasını oluşturan ehl-i sünnet çizgisindeki cemaat ve tarikatlardan uzaklaşma halinde, tam da küresel ifsad komitelerinin oyununa gelinmiş olunacaktır.
Böylesine sofistike bir saldırıya maruz kalan islam dünyası, buna karşı laiklikle, sahih islamı temsil eden cemaat ve tarikatlardan uzak durmakla cevap veremez. 

Bir hastalığın aşısı kendi cinsi içinde saklıdır. İslami bünyeyi bu tür parazit yapıların oluşturduğu hastalıklardan korumak için, “doğru islamiyeti ve islamiyete layık doğruluğu” yaşayan ve telkin eden cemaat ve tarikatlar daha çok teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Doğru ve sahih olanı seçmekteki kriterimiz ve mihengimiz, Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.” 
Kimseye, mihenge vurmadan körü körüne itaat ve teslimiyet gösterilmemelidir.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.
C- Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”

Bunu anlamak için sorumluluk sebebimiz olan aklımızı kullanmalıyız.

Yine Bediüzzaman’ın “Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara'yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev'-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.” İkazını unutmadan.

Konuya, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri açısından bakıldığında,
Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’ın, bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-iNur’a karşı insanların, hususan Anadolu halkının teveccühünü kırmak için teşekkül ettirilen yapılar Fetö den ibaret değildir.

Yetmişli yıllarda Nur talebeleri’nin içine girmeye çalışan ancak,nur dersanelerinden kovulan Müslüm Gündüz adındaki kişinin garip kıyafetler ve elinde sopasıyla aczimendilik adıyla Bediizzaman’ın adını kullanarak ortaya çıkması ve yirmisekiz şubat sürecinde verilen rolü oynaması,
Adnan Oktar’ın yine yetmişlerin sonunda “Adnan Hoca” namıyla ortaya çıkıp Risale-i Nur ları referans aldığını söyleyerek fikirlerine alet etmeye çalışması,
Kendini peygamber ilan eden sahte peygamber Iskender Evrenosoğlu’nun kendine geldiğini söylediği “kitabına” “Risalet Nurları” adını vermesi ile Risale-i Nur’lara karşı zihinlerde oluşturmaya çalıştığı karmaşa,
Kendisini tarikat şeyhi olarak gösteren bir parti Baş’ının Atatürk’ü islamiyet hamisi ve hafız ilan edip, Bediüzzaman’ı ingiliz ajanı gibi gösterme çabaları,
sıradan, tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkan hareketler olmasa gerek.
Bütün bunlar, islamiyet düşmanı ifsad komitelerinin, Kur’an müdafii Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a karşı, cepheden vurulamayan darbenin , sağdan yaklaşma taktiği ile vurulabilmesi için tasarlanan aparatlardır. Ekilen fitne tohumlarıdır. Fitne tohumunun hangisi neşvü nema bulursa onun üzerinden ilerleme taktiğidir.

“YENİ DEVLETİN” TAVRI

AK Parti ve onun İslam kahramanı lideri Tayyip Erdoğan, olayların ve sinsi planların farkında olduğundan bu dessas plan, O’nun feraseti, Allah’ın inayeti ile akîm kaldı.

FETÖ’nün Devlet’te yaptığı tahribat, kısa sürede giderilebilir. Hatta Devletin yeniden dizayn edilmesi için fırsat olarak da görülebilir. Ama sosyal ve dini bünyede yaptıkları tahribat kısa sürede giderilecek gibi gözükmüyor.
Bugün, aileler çocuklarını üniversiteye gönderirken sıkı sıkı şu tenbihte bulunuyorlar “aman yavrum, cemaat ve tarikat gibi şeylerden uzak dur”.
Bu uyarıya muhatap olup, cemaat ve tarikatlardan uzak duracak gençleri, bugün sokakta, medyada, internet vasıtasıyla bilgisayar ve cep telefonunda nelerin beklediği, cemaat ve tarikatlara uzak olanların nelere yakın olacağı, hamiyetli insanların en büyük endişesi olmalıdır.

FETÖ’den sonra, Adnan Oktar ve çetesine yapılan ve bundan sonra benzer oluşumlara yapılacak operasyonların amacı, “eski Devlet” ve arkasındaki derin güçler tarafından, ehl-i sünnet çizgisinde faaliyet gösteren ve müslüman toplumun omurgasını teşkil eden sahih cemaat ve tarikatları ifsad etmek için kurulup, kontrol edilen yapıların “Yeni Devlet”tarafından tasfiye operasyonudur.
Yeni Devlet ve onu idare etmek için seçilenler, hilafetin sahipleridir. Onun gereğini yerine getireceklerdir inşaallah.

Selim Alpdoğan
http://adar.org.tr/tr-TR/kose-yazilari/6314/risale-i-nura-karsi-munafikane-plan-feto-gercegi
Devamını Oku »