Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan-Fetö Gerçeği

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan

Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan’ın senâsına mazhar olan ve bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan kahraman Türk Milletinin kurduğu şanlı Osmanlı Devletinin inkırazı ile birlikte yeni bir devir başlar. Bu devir, “Ahirzaman” diye işaret olunan zaman diliminin, çok önemli bir evresini teşkil etmektedir.

Bu devir, islami müesseselerin topyekün ortadan kaldırıldığı, islami şeairlerin birer birer tahrip ve tağyir edildiği, islami kanunların batı hukuku ile tebdil edildiği, batının nursuz, ruhsuz prensiplerinin, inkar-ı ulûhiyet’e dayanan bir eğitim sistemi ile körpe zihinlere zerk edildiği bir devredir.
İslam itikadına ve hayatına karşı, eğitim müesseseleri, basın, zabıta kuvvetleri ile külli bir taarruz yapılır. Fertten, aileden ve cemiyet hayatından islamiyet silinmeye çalışılır.. “Allah’ın Kitabında “belhum edall” dediği hayvandan aşağı taklitçilerin” meydanlarda cirit attığı bir devre..
Âlim bilinen bir çok zâtın, zaman; ahirzamandır, yevmil beterdir, her gelen gün daha da kötü olacak diye sustuğu, susturulduğu ve köşesine çekilip kıyameti beklediği bir zamandır.
Kurt gövdenin içine girmiş, imansızlık salgını, hususan mektepli gençlere sirayet etmektedir.
Elli sene sonra gelecek neslin Kur’an’la alakasının kalmaması hedeflenmiştir.
İngiliz müstemlekât nazırı Gladiston’un ingiliz Avam Kamalrasında dile getirdiği arzu ve hedefi tahakkuk ettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu şenaatler karşısında feveran edip, kuvvete başvurmaktan başka bir çare de bilmeyen bazılarının Devlete karşı isyan teklifine karşı “maddi kuvvet harice karşı kullanılır. Dahilde menfice hareket olmaz. Bu zamanın cihadı, cihad-ı manevidir” diyen Bediüzzaman, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya göstermek için devrinin şerirlerine karşı başlattığı cihadının, yeni bir evresindedir artık.
Hz Ali (K.V) “o zamana yetişirseniz, onlarla muharebe-i bis’süyuf değil, muharebe-i bil’huruf yapınız” tavsiyesinde bulunuyor.
Bediüzzaman, Anadolu’nun tenha bir bölgesine sürgün edilmesini “ben Türk milletinin sinesine gidiyorum” diye karşılar. Mekke ve Medine gibi beldelere gitmesi tekliflerine “ Mekke ve Medinede de olsam buraya gelmek iktiza ediyordu” diye mukabelede bulunur.
Nihayet, islamın hasmı olan devletler ve onların himaye ettiği ifsat komitelerine ve yerli uşaklarına karşı tarihte emsali görülmemiş bir mücadele başlar. Bir tarafta, Devletin bütün imkanlarını kullanan şer cephesi, diğer tarafta, elinde Kur’an, ve zor bulunan kâğıt ve kalemden başka bir şeyi olmayan Bediüzzaman ve etrafında bir kaç saf ve temiz Anadolu insanı vardır.
Matbaalarda basımı yasak olduğu için Kur’an hattı ile elle yazılarak çoğaltılıp muhtaç gönüllere ulaştırılan “Nur Risaleleri” neşrolunmaya başlar.
Kur’an-ı Hakimin manevi bir tefsiri ve elmas bir kılıncı olan Risale-i Nur’lar, muhtaç ve müştak gönüllere ulaştıkça hizmet halesi genişler. İnkişaf eden bu Kur’an ve iman hizmeti, ehl-i ilhadı rahatsız eder.
Bulunduğu yerin emniyet müdürü tarafından Bediüzzaman hakkında doğrudan Devletin zirvesine haftalık raporlar gönderilir. Faaliyetleri adım adım takip edilmektedir.
Fütuhatına mani olamadıkları Risale-iNur’un masum ve fedakâr talebelerinden bir kısmını, başlarında Üstadları Bediüzzaman olmak üzere 1935 senesinde 130 kişi olarak Eskişehir hapsine sevkederler. Bu büyük dava adamını, büyük mücahidi sürgün durduramadığı için hapse atarlar.. Hapiste de durmayan asrın mücahidi, Kur’an nurlarından ibaret eserlerini, hapishane köşelerinde de yazdırmaya ve çoğaltmaya devam eder.
Hapisten sonra bir başka yere, Kastamonu’ya sürgün edilir. Sene 1936 dır. Kastamonuda 2-3 ay karakolda tutulur. Bu süre için Üstad; “beni iki üç ay kadar karakolda misafir ettiler” der. Çünkü, memurlar onun düşmanı değildir. Onların da imanının kurtulmasına çalışır. Karakolun tam karşısında bir eve yerleştirilir. Adresi şöyledir; “ Kastamonu Polis Karakolu Eliyle”
1942 yılına kadar Kastamonu’da tarassut altında hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’ye çok zor şartlar altında devam eder. Ta ki, Denizli Hapsine sevk edilinceye kadar. Denizli hapsinde de bu iman hizmeti devam eder, eserler elle yazılarak çoğaltılıp neşredilir.
1943 te Denizli hapsinden tahliyeden sonra mecburi ikamet yeri bu defa Emirdağ’dır. Burada da Risale-i Nur’la milletin ebedi hayatının kurtulmasına çalışır.
Nihayet 1947 de Afyon Hapsi başlar, Bu büyük dava adamı, o tarihte 75 yaşındadır. Hapiste yine zehirlenir. Yirmi aylık tevkiften sonra tahliye edilir. Afyon hapsi, hayatındaki son hapistir. Ancak sürgün,takip tarassut hayatının sonuna kadar devam eder. Tâ ki 23 Mart 1960 da Urfa’da vefatına kadar.
Bir türlü dizginleyemedikleri bu büyük mücahidin sadece dirisinden değil, ölüsünden de korkarlar. Nitekim, vefatından üç buçuk ay kadar sonra 27 Mayıs 1960 darbecileri, 1960 Temmuz'unda mezarını kırıp mübarek naaşını bir mechule doğru sürgüne gönderirler.
Devletin bütün imkânlarına sahip şer cephesi olan ifsat komiteleri, bu ihtiyar adamdan neden bu kadar korkuyorlardı. Hatta mezarına bile tahammül edemeyecek kadar... Halbuki vefat edip gitmişti.
Ne yapmıştı da ehli ilhadın bitmeyen husumet ve hücumuna maruz kalıyordu.
Memlekette başka ulema ve şeyhler de vardı. Onlardan korkmak yerine, bir kısmına makam ve mevki bile veriyorlardı.
Bu dünyadan göçüp gitmiş olsa bile, bu derece hasım bilmeleri ve hâlâ hücum etmelerinin sebebi şudur; rejimi bina ettikleri ideolojilerinin temel taşlarını tarumar etmiştir. Bunu eserleriyle yapmıştır, yetiştirdiği talebeleriyle yapmıştır.
1923 ten itibaren tesis edilmeye çalışılan rejim, iki temel esas üzerine bina edilecekti. 
1- Allah’ı inkâr, 
2- Ahireti inkâr
İddiaları şuydu;
İnsan ve varlık, kendi kendine veya tabiat veya sebeplerle meydana gelmiştir. Bir yaratıcı yoktur. Hayat da bu dünyadan ibarettir. Doğumla başlar, ölümle biter. Ahiret diye bir hesap yeri yoktur. Dolayısıyla günah-sevap, haram - helal diye bir kavram manasızdır. İbadet lüzumsuzdur.(Haşa)
Fert, aile ve cemiyet hayatı, buna göre şekillendirilecek, buna göre müesseseler teşekkül ettirilecekti. İslamiyetin getirdiği, ahiret merkezli, dünyayı bir misafirhane kabul eden uhrevi bakış açısı yerine, tamamen dünyevi bakış açısına sahip, dünya odaklı bir ideoloji ve hayat tarzı hakim kılınacaktı.
Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin başlarında ilk telif ettiği eser, Allah’ın varlık ve birliğini yani tevhid hakikatını anlatan “Tabiat Risalesi”dir, ikinci telif ettiği eser, 1926 yılında ahiret akidesini anlatan ve ispat eden “Haşir Risalesi”dir. 
Bediüzzaman bundan dolayı,rejim için tehlikeli görülmüştür. Yoksa Devlet idaresi ve siyasete karışmamıştır. İman hakikatlarının izah ve ispatı temel hedefi olmuştur. Fertlere Tahkiki imanı kazandırmayı hedeflemiştir. Kuvvetli, tahkikî bir imana sahip olan mü’mini, dünyevi hiç bir cereyan kandıramazdı çünkü. Tıpkı sahabe-i kiram hazeratının imanı gibi.
Bu büyük dava adamı susturulamamış, mağlup edilememiştir. Fikirleri ve eserleri Vatan sathına ve âlem-i islam aktarına yayılmıştır. Gönüller ve akıllar üzerinde büyük tesirler husule getirmiş ve getirmeye devam etmektedir. Şahsa bağlı bir hareket olmayıp, fikir ve eser odaklı bir iman davası olduğundandır ki, vefatı ile hizmeti durmaz, artarak devam eder.

“SAĞDAN YAKLAŞMA” DÖNEMİ

İfsat komitelerinin hapis, işkence, sürgün, tarassut gibi cepheden hücüm yöntemi ile durduramadıkları Bediüzzaman ve onun eserleri Risale-i Nur’a karşı, vefatından sonra, bu defa “sağdan yaklaşma” metodunu uygulama koydukları anlaşılıyor.
Bu münafıkâne bir yoldur.
Bu taktik, asr-ı saadatte de uygulanıp netice alınmış bir taktiktir. Biraz uzun zaman gerektiren, başlangıçta herkesin anlayamayacağı, anlayanların da diğer insanları ikna etmekte zorlanacağı, ancak sürecin tamamı görüldüğünde farkedilebilen, farkedildiğinde de artık yapacağı tahribatı yapmış olan bir taktik.
İslam halifesi Hz. Ömer ve emsali sahabelerin bile keşfedip farkedemediği münafıkların çağdaş versiyonları devreye sokulur
27 Mayıs darbecileri Diyanet İşleri Başkanlığından Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar aleyhine fetva isterler. Hiç bir Başkan bunu kabul etmez, Bu baskıların yapıldığı dönemlerde Diyanette 1960-1965 arasında beş başkan değişir. Bu sürede değişmeyen bir başkan yardımcısı vardır, “Yaşar Tunagür”. Bu isme daha sonra tekrar değineceğiz.

Darbeciler, arzularına nail olamayınca bir Paşa’yı başkan yardımcısı olarak tayin ederler ve onun girişimiyle Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin ağzındanmış gibi,
Risale-i Nur’a bir reddiye hazırlatırlar ve dağıtırlar. Dağıtırlar ama Mustafa Sabri Efendi’nin vefatından beş yıl sonraki olaylarla ilgili olarak da Mustafa Sabri Efendi konuşturulunca bu broşürün Merhum Mustafa Sabri Efendi ile bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılır ve plan akîm kalır. Dolayısıyla beklenen tesir görülmez.

1955 yılından Erzurumda Nur Talebeleri ile Fetullah Gülen adında bir medrese talebesi tanışır. Çok sık olmasa bile temasını devam ettirir.
O yıllarda her Nur Talebesinin ziyaret edip, görüşmek ve dersinde bulunmak için can attığı Bediüzzaman'ı, kürt olduğu gerekçesiyle gidip ziyaret etmek istemediğini sonraki yıllarda kendisi ifade eder.
Aradan zaman geçer, Üstad vefat eder. F. Gülen, Diyanetin imtihanlarına girer ve imam olarak Edirne’ye atanır. Edirne’de Amerikalılarla tanıştığını söyler.
Sınav belgesinde tahrifat yapılarak1964 yılında vaiz olarak İzmir’e getirilir. (Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Görmez'in açıklaması). Bu süreçlerde Yaşar Tunagür, Diyanet İşleri Başkan yardımcısıdır ve Gülen'in hamisidir.. F. Gülen, İzmir de Nur Talebeleri ile temas kurar, Risale-i Nur derslerine iştirak eder, eline kitap verildiğinde okur.

Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda kalır. Vaazlarında sahabenin fedakârlığı üzerinde durur, hislere hitap eder, göz yaşı döker. Talebelerine Risale-i Nur’ların imani bahislerini okutur, ancak, Risale-i Nur hareketinin istikamet çizgisini belirleyen ictimai meselelere dair bahislerinden uzak tutar.
Etrafta yavaş yavaş Mehdi olduğu, hatta Hz. İsa olduğu yönünde rivayetler dolaşır.
Kendisine, bu duruma neden meydan verdiği sorulduğunda, tevilli cevaplar verir. Şahsiyetini öne çıkarması, Risale-i Nur’ un hizmet düsturlarına uymayan tarzı, Nur Talebelerinin ileri gelenlerinde rahatsızlığa sebep olmakla birlikte, Madem ki, Risale-i Nurdan istifade ediyor diye, bazı Nur Talebelerince hepten tavır konulmaz, zamanla düzelmesi umulur.

12 Mart1971 muhtırası sonrası sıkıyönetim döneminde Nur Talebeleri ile birlikte İzmirde tutuklanır. Mahkeme savunmalarında, şahsının kurtulmasından ziyade, Risale-i Nurları savunan Nur talebeleri gibi bir savunma yapması beklenirken, kendisini kurtarmaya dönük savunma yapması diğer Nur Talebelerinde hepten hayal kırıklığına sebep olur. Duygusal kopuş artar. Hapis sonrası kendi yolunu çizeceğini, ayrı hizmet yapacağını söyleyerek yolunu ayırır.

MÜTTAKİ BİR TAVIRLA MEŞRUİYET SAĞLAMA DÖNEMİ

Ayrılma sonrası, ayrılmaya sebep olarak, Üstadın Talebelerinin onun yolundan sapmaya başladığını, Nur Dersanelerinde eskiden hasır serili iken, kilim serilmeye başlandığını, sonraları halı serildiği, onunla da yetinilmeyip koltuk, kanepe de konulduğu, halbu ki, kendisinin Ebu Zer gibi yaşadığını, bunun için imtizaç edemeyip ayrıldığını söyler.

Vaaz verdiği Cami cemaatinden ve hocalık yaptığı Kur’an Kursu talebelerinden İzmir merkezli bir cemaat oluşturmaya başlar. 1970 li yıllarda Ege Bölgesinde faaliyet gösterirken, yetmişlerin sonuna doğru diğer bölgelere de yayılmaya başlarlar. 
Hitap ettikleri insanlara, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söyleyerek celp edip, F. Gülen’in vaaz kasetlerinin merkeze alındığı bir hizmet tarzı yürütürler. Risale-i Nurları okuduklarını göstermek için kitaplıkta bulundururlar, ancak dışını gözükmeyecek şekilde kaplarlar. Gerekçe olarak da, bazı insanların Risale-i Nur’dan çekindiğini, onun için görünür olmasını istemediklerini söylerler.

İçinde alkol var diye kola içilmez, içinde domuz yağı olabilir diye margarin yenmez. Hazır tavukların nasıl kesilip temizlendiği belli değil diye içinde tavuk eti olan yemek yemezler Gece teheccüt namazına kalktıkları söylenir. Beş vakte ilave olarak akşamdan sonra evvabin namazı kılarlar. Suret caiz değil diye Sızıntı Dergisinde bastıkları insan fotoğraflarının boğazına çizgi çekerler.
Kızların üniversite okumasına karşıdırlar. Tesettürün tam olabilmesi için el ve ağzın da kapatılması gerektiğini söyler ve uygularlar.

Tesettürlü olanlar üniversitede okuyamıyorlar, baş örtüsüz olarak okusalar da ilerde bir hizmete vesile olsalar diye fetva isteyenlere “baş örtüsü farzdır. İlerde hizmete vesile olmak ise bir ihtimaldir. İhtimal için farz terk edilemez, terk edene de ben bacım diyemem” diyordu F.Gülen 

Mensupları tâ o yıllarda kod isimler kullanırlar. Gerekçe olarak da, Devletin durumu mâlum diyerek , zarar görmemek için bunu yaptıklarını söylerler. Aslında o yıllarda dahi cemaat kisveli “örgüt” teşekkül etmektedir.

Seksenli yıllarda Dershanecilik sektörünün gelişmesinden istifade ederek dershanecilik işine girmeleri, okullar ve yurtlar açmaya başlamaları, geniş kitlelere ulaşmalarını sağlar. Peşinden Gazete ve Televizyon sahibi olmaları, reklam ve propaganda imkanlarını genişletir.

Risale- i Nurları okuduklarını söyledikleri halde Risale-i Nur’un hizmet düsturları ile uyuşmayan halleri, Nur Talebeleri tarafından eleştirildiğinde, bu eleştirileri dinleyen üçüncü kişiler; “adamlar sizden daha takva yaşıyorlar, sizin yapamadığınızı yapıyorlar, siz yapamadığınız için kıskanıyorsunuz” tepkisini verirler.

Halbu ki, Nur Talebeleri cemaat olarak, F. Gülen grubunun yaptığı okul, dershane, banka ve diğer ticari faaliyetleri yapmak isteyip de yapamamış değillerdi. Bu tür faaliyetlerin cemaat olarak yapılmasına karşıydılar. Bu tür faaliyetleri ancak, şahısların kendi adlarına yapabileceklerini savunuyorlardı. Çünkü, Risale-i Nur hizmetinin dünyada hiçbir şeye alet edilmemesi gerektiğini, esaslı bir hizmet düsturu olarak kabul ediyorlar ve uygulamaya çalışıyorlardı.

Nur Talebeleri o yıllarda da F. Gülen grubunun tarzlarının yanlış olduğunu dile getiriyorlar, ancak propaganda ve şaşaalı gözüken faaliyetlerinin gölgesinde kaldığı için tesirli olmuyordu.
Yoksa F. Gülen'e karşı ilkesel anlamda en tutarlı eleştiriyi, o yıllarda dahi Nur Talebeleri yapmışlardı.

Bu durumun, dışarıda yeterince bilinip fark edilmemesinde Nur Talebelerinin hizmet tarzı olan “ müsbet hareket” düsturunun da payı vardır. Müsbet hareket düsturu; başka meslek ve meşreplerin adaveti yerine, kendi meslek ve meşrebinin muhabbetiyle hareket etmek demektir. Yani başkasının yanlışı ile uğraşmak yerine kendi doğrusunu yapmaktır.

Risale-i Nur’u da kullanarak, doksanlı yıllara kadar olan dönemlerde sergiledikleri tavır ile millet nezdinde kabul görürler. Bu kabul ve hüsnüzan neticesinde yanlış hareketleri de iyi niyetle karşılanır.
Cumhuriyet döneminde, Devletin dine ve dindarlara karşı olumsuz tavrı, bunların bazı yanlışlarının, dindar camia tarafından açıkça eleştirilmesini engeller.

“AÇILIM” ADI ALTINDA GERÇEK YÜZÜN ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLAMASI

Doksanlı yılların ortalarına doğru yeni açılımlar yapmaya başlanır.
Artık tesettür, füruat olmuştur. Baş örtüsü çıkarılmış, hatta hizmet gerektiriyorsa bikini bile giyilebilirdi. Kola içmemeyi bırakın, gerektiğinde alkol bile içilir hale gelmişti. Margarindeki domuz yağı artık problem bile değildi. İnsan fotoğrafının caiz olup olmamasını tartışmak şöyle dursun, açık-saçık kadınların görüntüsü gazete ve televizyonlarının reklamlarında kullanılıyor ve “hizmet”için para kazanılıyordu.

F. Gülen'in, Nur Talebelerinden ayrılmaya gerekçe gösterdiği Ebu Zer hayatı yaşama tutkusu, mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı.
Artık gazetelere, televizyonlara, bankalara, ticari şirketlere sahiptiler. Altlarında son model arabalar, üzerlerinde pahalı elbiseler vardı. Çünkü,”hizmet”öyle gerektiriyordu.

Ordu, Emniyet, Yargı başta olmak üzere Devletin kritik kurumlarında kadrolaşma tamamlanmış, Kemalist vesayet kurumları ele geçirilmiş, Devlet imkânları örgüt amacı doğrultusunda kullanılır olmuştur.. Bunlara yakın olmadan kamu görevine girebilmek, yükselebilmek, iş ve ekonomik hayatta başarılı olabilmek, zor görülmeye başlanmıştır. Bu realite, onlara kalben taraftar olmayanlarda bile, onlara yakın olma zaruretini doğurmuştur.


Bu aşamada, Risale-i Nur açısından bakıldığında ilginç bir durum söz konusudur.
Geçmiş yıllarda, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söylemekle birlikte, nazarların o tarafa çevrilmemesi için Risale-i Nur eserlerini itina ile görünür olmaktan uzak tutan, kitaplığa koyma zarureti varsa bile, dışı kaplanmış halde ancak bulunduran F. Gülen müntesipleri, muktedir oldukları yeni dönemde F.Gülen’in konuşmalarını yayınladıkları televizyon programlarında Gülen’in hemen arkasında, omuz hizasındaki kitaplıkta Risale-i Nur eserlerini görünür şekilde vermeleri dikkat çekiciydi. Tıpkı, DEAŞ’ın kelle kesme videolarında, arkada fon olarak kelime-i tevhid bulunan bayrağın ihmal edilmemesi gibi.

Yeni dönemdeki sahiplenme ihtiyacının sebebi ne olabilirdi? 
Halbuki, artık muktedir durumdaydılar, toplumsal meşruiyyet için referans olacak böyle bir sahiplenmeye de ihtiyaçları yoktu. Bundan sonra müntesiplerine Risale-i Nur’ları okutmayı hedeflediklerini düşündürecek bir tavırları da yoktu. Çünkü, Risale-i Nur’ları okumayı hepten bırakmışlardı. Artık F.Gülen’in kitap serisi vardı ve müntesiplerine ısrarla onları okutuyorlardı.

Yeni dönemde, televizyon ekranlarından görünür şekilde, Risale-i Nurları sahipleme görüntüsünün sebebi kısa süre sonra anlaşılacaktı.
Sadeleştirme adı altında, hem muhteva, hem de üslup bakımından, Kur’an-ı Hakîm’in muhteşem bir tefsiri olan Risale-i Nur’ları tahrif.

2010-2011 yıllarında, artık açıktan açığa söyledikleri şuydu; Risale-i Nurlar anlaşılmıyor, biz anlaşılır hale getireceğiz. Halbuki kendiler zaten okumuyorlardı, okuma ihtiyacı da duymuyorlardı. Bu durum, namaz kılmayanların, anlaşılmıyor diye ezanı Türkçeleştirmelerine benziyordu.

F. Gülen, geçmiş dönemlerde Üstad Bediüzzaman’dan bahsetmesi gerektiğinde, Üstadın adını zikretmez ve onun yerine “Söz Sultanı” derdi. Söz sultanı diye vasıflandırdıkları Zat, birden anlaşılmaz olmuştu! Kendileri anlaşılır hale getirecekti!
İki yüzlülük zirvedeydi.

Bu durum, Abdullah İbn-i Sebe’nin müslümanlar arasında güven ve itibar sağladıktan sonra, ifsat faaliyetlerine başlayıp fitne tohumlarını ekmeye başlamasıyla paralellik arzediyordu.
Bilindiği üzere Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe, müslüman olduğunu söylemiş, takva bir tavır sergiliyor, sabah namazına bile mescide en erken gelip ön safta oturuyor, ilim sahibi bir kişilik olması, ona ayrı bir itibar sağlıyordu.
Müslümanlar nezdinde itibarlı hale gelince sosyal bünyedeki asabiyet zaafından da istifade ederek, yavaş yavaş fitne tohumlarını ekmeye başlıyor. "Aslında hilafet Hz.Ali’nin hakkı idi"den başlayıp, tâ "Hz. Ali’nin uluhiyyeti"iddiasına kadar giden bir süreç... Bu günkü Şiiliğin doğuş sebebi.

Tekrar günümüze geldiğimizde, asr-ı saadetteki bazı olayların, ahirzamandakilerle paralellik taşıdığını görüyoruz. Bulunduğumuz noktadan geriye doğru baktığımızda, her iki zamandaki ifsad faaliyetlerinin arkasındaki aklın, aynı akıl olduğu anlaşılıyor.

Münafıkane bu taktik neticesinde maalesef, İslamın hikmet yönünü öne çıkarıp, akıl ve kalbi birlikte doyurup, hususan okumuş, mektepli kitle üzerinde büyük tesir husule getirmiş, islamiyeti; sadr-ı islamdaki saffet-i aslisi ile anlatıp ders veren Risale-i Nur’a muhatap olabilecek Anadolunun saf ve temiz bir kitlesi çalınıp, vatan ve milletine, alem-i islama ihanet eder bir duruma getirilmiştir.

Sahabe-i güzin, o zamandaki müfsid münafıkları, tam olarak nasıl keşfedemedi ise günümüzde de o sebeple tanınmadılar. Onun için, gerek siyasilerin, gerek ilim çevrelerinin ve dindarların FETÖ'ye karşı neden daha önce tavır almadıklarını sorgulamak hakkaniyetle bağdaşmaz. Taa baştan beri farkedilememe sebepleri uzun bir yazının konusu olduğu için burada detaya girilmedi.

Risale-i Nur’u sahiplenir görüntüsü vermenin ikinci amacı;
Cumhurıyetin başından bu yana gelmiş geçmiş hükümetler arasında en dindar ve dine hürmetkâr olan Ak Parti ile girmeyi planladıkları kavgada bir siper ihtiyacı ve Risale-i Nur’ları tahrif etme amaçlarına AK Partinin engel olacak ve Risale-i Nurları sahiplenecek olmasıdır.
Kavgada kendiler galip gelirse, zaten Ülkeye sahip olacaklar ve Risale-i Nur’ları hepten tahrif edeceklerdi. Mağlup olurlarsa da, Risale-i Nurlar, FETÖ nün sahiplendiği kitaplardır, FETÖ cülerle bunları okuyanların hepsi aynı, bunların birbirinden farkı yok algısını oluşturup,AK Parti Hükümetine Nur Talebelerini ezdirmek hedefi vardı.

Onun için AK Parti Hükümetinin Diyanet vasıtasıyla Risale-i Nurları sahiplenmesinden hiç hoşlanmadılar. Hatta o tarihteki Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez aleyhine başlattıkları yıpratma kampanyasının önemli bir sebebi buydu. AK Parti Hükümetinin Risale-i Nur’ları korumayı amaçlayan Kanun çıkarmasını hazmedemediklerinden, Kanun’un iptal edilmesi için, CHP ye Anayasa Mahkemesinde dava açtırdılar. CHP, güya Risale-i Nurların özgürlüğünü düşünüyordu!.

Bu süreçte, ilginç bir FETÖ operasyonu da Yeni Asya Gazetesinde gerçekleşmişti.
Yeni Asya Gazetesi, yetmişli yıllarda Nurcuların naşiri efkârı olarak yayınlanmış ve öyle de bilinmiş bir gazete iken, seksenlerin başından itibaren bu özelliğini kaybetmiş, sonraki yıllarda da F.Gülen ve Cemaatine karşı muhalif tavır sergilemiş küçük trajlı bir gazeteyken, artık arkasında cemaat denilecek pek kimsenin kalmadığı 2010 dan sonra imtiyaz ve sahiplik hakkını elinde bulunduranlar FETÖ’nün kontrolüne girmişti.
FETÖ, kendi gazetesi Zaman’da dile getirmek istemediği fikirleri Yeni Asya Gazetesinde yazdırıyordu.. Çünkü ne de olsa, olayların aslına vakıf olmayan üçüncü kişiler, Yeni Asya Gazetesini hâlâ Nurcuların gazetesi diye biliyorlardı. FETÖ de işte bu algıdan yararlanmak istiyordu. Yani, bakın bu kavgada Nurcular da benim yanımdalar ve Hükümete karşılar mesajı verilmek isteniyordu. Gerçi, AK Parti Hükümeti olayların farkında ve Nur Talebelerinin tavrını biliyordu. Ama yine de FETÖcüler halkın kafasını karıştırmayı hedefliyorlardı.

Nur Talebelerinin kendileri ile beraber olduğu algısını oluşturup Risale-i Nur’lara karşı dindar camianın tavır almasını sağlamak ve AK Parti Hükümeti eliyle Nur Talebelerini ezdirerek, CHP zihniyetinin cepheden yapamadığı şeyi, sağdan yaklaşmak suretiyle AK Parti eliyle yaptırmak.

Fetullah Gülen’in, Nurculuk ve Risale-i Nur’larla ilgisinin esası, özeti budur.

FETÖ BENZERİ OLUŞUMLAR

1985 yılında hukuk fakültesi talebesi iken hocamız olan ve 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanlığını da yapan Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı bir hafta derse gelmemişti. Takip eden hafta derse girdiğinde, önceki hafta derse girememe gerekçesinin, o hafta kollegyum tarzı (bir çeşit panel) bir toplantıya davetli olarak Fransa’ya gitmesi olduğunu ifade ettikten sonra, toplantıya, Fransa’nın akademisyenlerinden, entellektüellerinden ve devlet adamlarından katılım olduğunu, toplantıda, Fransada artan müslüman nüfusa karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin konuşulduğunu, çünkü, o tarih itibariyle Fransadaki nüfus artış hızı ve müslümanlaşma tirendi dikkate alındığında 2050 yılında Fransada müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturacağı, bu duruma karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin tartışıldığını söylemişti. (Kendisi, müslümanlardan korkulmaması gerektiğini, Anadolu’da yüzyıllarca diğer din mensupları ile müslümanların barış içinde birlikte yaşadıklarını ifade ettiğini de ekleyerek.)
Bu konu, şüphesiz ki sadece Fransa ve o tarihle sınırlı değildir. Batıda hristiyanlığın gerilemesi, gençlerinin ve entellektüellerinin hristiyanlıktan uzaklaşması ve akıllara ve kalplere hitap eden islamın, yükselen değer olması, batı insanının aradığı hakikate cevap verir özelliği sebebiyle, batının siyasetçilerini ve derin mahfillerini islama karşı tedbirler almaya sevk ettiği anlaşılıyor. Batının, hakikat arayan insanlarına daha uygun bir alternatif sunamadığından, uygun alternatif olan islamı kötü, gaddar, vahşi gösterme yolunu seçtiği anlaşılıyor.

Küresel ölçekte El Kaide, Deaş, Boko-Haram gibi örgütlerin bu rolü oynaması için organize edildiği, müslüman olan Türkiye’de ise, bu sayılan örgütler ve benzerleri işe yaramayacağından, müslüman kitleyi dine bağlayan ve islamî şuur kazandıran, ehl-i sünnet çizgisindeki sahih cemaat ve tarikatlardan, dolayısıyla islamdan uzaklaşmasını sağlayacak fetö ve benzeri yapıların oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu tür yapıların kötü neticeleri gösterilerek, vatandaşlarımızın her türlü islamî cemaat ve tarikatlardan uzak durmalarının sağlanması amaçlanmıştır.

İslamın ana omurgasını oluşturan ehl-i sünnet çizgisindeki cemaat ve tarikatlardan uzaklaşma halinde, tam da küresel ifsad komitelerinin oyununa gelinmiş olunacaktır.
Böylesine sofistike bir saldırıya maruz kalan islam dünyası, buna karşı laiklikle, sahih islamı temsil eden cemaat ve tarikatlardan uzak durmakla cevap veremez. 

Bir hastalığın aşısı kendi cinsi içinde saklıdır. İslami bünyeyi bu tür parazit yapıların oluşturduğu hastalıklardan korumak için, “doğru islamiyeti ve islamiyete layık doğruluğu” yaşayan ve telkin eden cemaat ve tarikatlar daha çok teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Doğru ve sahih olanı seçmekteki kriterimiz ve mihengimiz, Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.” 
Kimseye, mihenge vurmadan körü körüne itaat ve teslimiyet gösterilmemelidir.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.
C- Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”

Bunu anlamak için sorumluluk sebebimiz olan aklımızı kullanmalıyız.

Yine Bediüzzaman’ın “Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara'yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev'-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.” İkazını unutmadan.

Konuya, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri açısından bakıldığında,
Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’ın, bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-iNur’a karşı insanların, hususan Anadolu halkının teveccühünü kırmak için teşekkül ettirilen yapılar Fetö den ibaret değildir.

Yetmişli yıllarda Nur talebeleri’nin içine girmeye çalışan ancak,nur dersanelerinden kovulan Müslüm Gündüz adındaki kişinin garip kıyafetler ve elinde sopasıyla aczimendilik adıyla Bediizzaman’ın adını kullanarak ortaya çıkması ve yirmisekiz şubat sürecinde verilen rolü oynaması,
Adnan Oktar’ın yine yetmişlerin sonunda “Adnan Hoca” namıyla ortaya çıkıp Risale-i Nur ları referans aldığını söyleyerek fikirlerine alet etmeye çalışması,
Kendini peygamber ilan eden sahte peygamber Iskender Evrenosoğlu’nun kendine geldiğini söylediği “kitabına” “Risalet Nurları” adını vermesi ile Risale-i Nur’lara karşı zihinlerde oluşturmaya çalıştığı karmaşa,
Kendisini tarikat şeyhi olarak gösteren bir parti Baş’ının Atatürk’ü islamiyet hamisi ve hafız ilan edip, Bediüzzaman’ı ingiliz ajanı gibi gösterme çabaları,
sıradan, tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkan hareketler olmasa gerek.
Bütün bunlar, islamiyet düşmanı ifsad komitelerinin, Kur’an müdafii Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a karşı, cepheden vurulamayan darbenin , sağdan yaklaşma taktiği ile vurulabilmesi için tasarlanan aparatlardır. Ekilen fitne tohumlarıdır. Fitne tohumunun hangisi neşvü nema bulursa onun üzerinden ilerleme taktiğidir.

“YENİ DEVLETİN” TAVRI

AK Parti ve onun İslam kahramanı lideri Tayyip Erdoğan, olayların ve sinsi planların farkında olduğundan bu dessas plan, O’nun feraseti, Allah’ın inayeti ile akîm kaldı.

FETÖ’nün Devlet’te yaptığı tahribat, kısa sürede giderilebilir. Hatta Devletin yeniden dizayn edilmesi için fırsat olarak da görülebilir. Ama sosyal ve dini bünyede yaptıkları tahribat kısa sürede giderilecek gibi gözükmüyor.
Bugün, aileler çocuklarını üniversiteye gönderirken sıkı sıkı şu tenbihte bulunuyorlar “aman yavrum, cemaat ve tarikat gibi şeylerden uzak dur”.
Bu uyarıya muhatap olup, cemaat ve tarikatlardan uzak duracak gençleri, bugün sokakta, medyada, internet vasıtasıyla bilgisayar ve cep telefonunda nelerin beklediği, cemaat ve tarikatlara uzak olanların nelere yakın olacağı, hamiyetli insanların en büyük endişesi olmalıdır.

FETÖ’den sonra, Adnan Oktar ve çetesine yapılan ve bundan sonra benzer oluşumlara yapılacak operasyonların amacı, “eski Devlet” ve arkasındaki derin güçler tarafından, ehl-i sünnet çizgisinde faaliyet gösteren ve müslüman toplumun omurgasını teşkil eden sahih cemaat ve tarikatları ifsad etmek için kurulup, kontrol edilen yapıların “Yeni Devlet”tarafından tasfiye operasyonudur.
Yeni Devlet ve onu idare etmek için seçilenler, hilafetin sahipleridir. Onun gereğini yerine getireceklerdir inşaallah.

Selim Alpdoğan
http://adar.org.tr/tr-TR/kose-yazilari/6314/risale-i-nura-karsi-munafikane-plan-feto-gercegi
Devamını Oku »

Selefilik ve Batı

 


Radikal-entegrist’ selefîlik neden Batı’da yükseliyor?


 Prof. Dr. Özcan Hıdır


Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir.



11 Eylül sonrasında ‘selefilik’ özellikle de ‘radikal-entegrist selefilik’ dünyanın hemen her yerinde yükseliş trendine girdi. Türkiye’de son aylarda pek çok insanımızın hayatını kaybetmesine yol açan terör eylemlerinin faili, radikal-entegrist selefiliğin uzantısı DAEŞ ve dayandığı teoloji-ideoloji alabildiğine tartışıldı, tartışılıyor.

Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir. Bu yükselişin arkasında dini, siyasi, ekonomik, stratejik, sosyo-kültürel, psikolojik ve coğrafi pek çok neden olsa da, bunların en önemlisi radikal selefiliğin ideolojik-dini yapısı, söylemleri ve zihin kodlarıyla alakalı olanıdır.

Hal böyle olunca bugün Türkiye’de ve dünyada, radikal-entegrsit selefiliği, zihin dünyasını ve kodlarını ihmal ederek daha ziyade güvenlik boyutu ile ele almanın, resmin bütününü ve belki de merkezi noktasını görememek anlamına geldiği ortaya çıkıyor. Hâlbuki güvenlik boyutu asla ihmal edilmeksizin, radikal-entegrist selefiliğin bizzat özünü, aklı ve geleneği dışlayıp lafzi-literal-zahiri bir tarzda doğrudan Kur’an ve sünnete başvurma tavrını, tekfirci/ötekini dışlayıcı yönünü, dini, siyasi ve sosyo-kültürel dinamiği ve arka planını, dolayısıyla ‘yapı-bozucu’ ve ‘müslümanların tavırlarına sirayet edici’ karakterini anlamak ve ona yönelik uzun vadeli tedbirleri devreye sokmak, ana akım Müslümanlar için çok daha önemli hale gelmiştir. Tabir yerinde ise, radikal selefilik konusunda, sineklerle mücadele yerine bataklığın kurutulmasına yönelik çalışmalar esas olmalıdır. Böyle yapılamadığı sürece bu ideolojiye dayanan El-Kaideler gider DEAŞ’lar gelir, DEAŞ’lar gider radikal-entegrist selefiliğin Şiî versiyonu olan Haşdi Şabi’ler gelir. Hatta DEAŞ sonrası tedavüle sürülecek örgüt bile hazırlanmıştır şimdiden. Fakat arkasındaki zihin kodları, dinamikler, motivasyonlar ve dış yönlendirmeler hep aynı kalır.

Radikal eğilimlerin yaslandığı zihniyet ve bu türden akımların teorik zeminlerine dair yapılacak araştırmalara paralel olarak, radikal selefiliğin Batı’da hangi koşullarda ve ne şekilde gelişip güçlendiğinin incelenmesi de önem taşıyor. Nitekim bu doğrultuda yapılacak araştırmalar, kısmen Türkiye de dahil olmak üzere, radikal-selefi tavırların şu veya bu şekilde genç nesiller arasında uç vermeye başladığı ülkelerin, bu gruplarla mücadelede kuşatıcı bir perspektif geliştirmesi açısından aydınlatıcı olacaktır. Bu bağlamda, başlangıç olarak Avrupa’daki selefilerin örgütlenme tarzını etüt etmek faydalı olacaktır.

İki örgütlenme modeli

Batı’da selefilik veya daha özelde DEAŞ ve El-Kaide gibi radikal-entegrist selefiler hakkındaki çalışmalarda genelde iki tür örgütlenme modelinin ortaya konulduğu görülüyor. Birinci tür yaklaşıma göre selefi örgütlerin ‘tabandan tavana’ örgütlendikleri söylenir. Mesela Marc Sageman’a göre, bu gruplar hiyerarşik yapı ile tavandan tabana değil, daha bireysel anlayışlar olarak kendi başlarına radikalleşip bu örgütlere katılıyor. Buna karşılık Bruce Hoffman gibi bazı araştırmacılar ise El-Kaide ve DEAŞ gibi radikal-entegrist selefilerin daha hiyerarşik bir tarzda tavandan tabana uzanacak şekilde örgütlendiklerini savunuyor. Bunların her ikisi de muhtemel olsa da, radikal-entegrist selefilerde bireysellik ve bireysel söylem ve eylemler de önemli bir özellik. Aslında yerine göre her iki yöntemin de uygulandığı ve bir metoda bağlı kalınmadığı da söylenebilir.

Esasen bu iki tür örgütlenme modelinden biri, şu veya bu şekilde hemen bütün cemaat ve gruplarda da görülür. Bazı örgütlerde ise aslında her iki modelin aynı anda var olduğu söylenebilir. Mesela ‘neo-oryantalistik bir devşirme’ örgüt olarak FETÖ’nün örgütlenme modeli aslında böyledir. Zira arka planda katı hiyerarşik ve batıni-ezoterik bir yapı arzederken, görünürde ise aralarında sıkı bir koordinasyon olan farklı tüzel kişilikler olarak tezahür eder. Yine de FETÖ’nün her iki örgütlenme modelini batıni/ezoterik tarzda uyguladığı söylenmelidir.

Türk kurumlarına yönelik kampanyalar

Son dönemlerde, aslında hiyerarşik örgütlenmeleri güçlü olan Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik kampanyaların da bu tespitle ilgisi vardır. Zira hiyerarşik ve iyi örgütlenmemiş etnik/dini grupları yönlendirmek çok daha kolaydır. Hollanda’da hiyerarşik cemaat yapıları nispeten zayıf olan Faslı gençlerin daha kolay yönlendirilmeleri ve güçlü kurumlara sahip Türklerin kolay yönlendirilememesi örneği burada zikredilebilir. Selefiliğe ve DEAŞ’a sempati duyup katılma konusunda da, nüfusları daha az olmasına rağmen, Faslıların Türklere göre çok daha önde olmasının (mesela bazı araştırmalar Hollanda’da yaklaşık yüzde 80/yüzde 20 oranını veriyor) önemli bir sebebi de burada yatmaktadır.

Son senelerde özellikle Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik, DEAŞ’a katılımların arttığına dair algı oluşturulmaya çalışılsa da, Arap kökenli müslümanlar ile mühtedilere nazaran Türkler arasında DEAŞ’a katılım oldukça düşüktür. Radikal-selefilerin daha ziyade Araplardan oluşmasının en önemli sebebi olarak Türkler arasındaki sıkı cemaat yapılanmasını, düzenli kurum/kuruluş ve camiilere sahip olmalarını, öteki ile uyum içinde yaşama tecrübesi olan Anadolu İslam anlayışının bağlıları olmaları gibi sebepleri gösterebiliriz.

Ne var ki son senelerde Türkler arasından da selefi eğilimli gruplara veya genel anlamda selefiliğe yönelimlerde artış olduğunu da söylenebilir. Avrupa’daki durum daha ziyade üçüncü ve dördüncü kuşak Türklerin hibrid-melez, global kimliklere sahip olmalarıyla da açıklanabilir. Fakat Araplarda radikal-selefiliğe kayma ve kimlik değişimleri çok daha hızlı oluyor. Varlık ve kimliklerinin yok sayılarak ötekileştirilmeleri burada önemli bir etken tabiatıyla. Burada aynı zamanda sosyal medyanın, bağlamsız ‘import’ fetvaların ve duygusal motivasyonların da etkisiyle ‘kendi kendine radikalleşme’ de gelişebiliyor. Şu halde hiyerarşik yapıdaki cemaat ve yapılar içinde, hibrid-melez ve bireysel bir kimlik ve kendi kendine radikalleşmenin öne çıktığı selefilik tavrı kolayca gelişemiyor, denebilir. Spekülatif yönler barındırsa da, Sageman’ın ‘Leaderless Cihad’ (Lidersiz Cihad) adlı kitabında da bu olgular üzerinde durulur.

‘Melez/hibrid’ kimlikler ve radikal-selefilik

Batı’da yaşayan özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak Müslüman nesiller arasında, işaret edildiği üzere, ‘melez/hibrid’ kimliklerin geliştiği görülüyor. Diasporada azınlık halinde yaşayan toplumlar ile modernleşmenin etkilerinin yoğun görüldüğü toplumlarda bu tür kimliklerin geliştiği de bilinen bir olgu. Bu tür kimliklerde genelde bireyselleşme öne çıkıyor, mezhep/meşrep/cemaat ve kök ülke aidiyetleri azalıyor. Ayrıca gelecekle alakalı belirsizlikler de burada rol oynuyor. Bu olgu, son dönemlerde Avrupa ülkelerindeki yabancı ve İslâm karşıtı ve ırkçı tutumlar ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür kimliğe sahip genç müslüman nesiller için yepyeni bir sosyoloji ve psikolojinin varlığına işaret ediyor. Etnik aidiyetlerinin yerini de ‘Türk-Alman’, ‘Fransız-Faslı/Cezayirli’, ‘İngiliz-Pakistanlı’, ‘Hollandalı-Faslı/Türk’ gibi melez/hibrid etnik ve kültürel kimlikler alıyor. Özellikle radikal selefilikte etnik ve kültürel aidiyetlerin ötesine geçen ‘transnational’ ve hibrid bir kimlik de öne çıkıyor. Bu ise aslında bir anlamda kimliksizliği tanımlıyor.

Bu durumda olan genç Müslüman nesillerde ve özellikle de Arap asıllı olanlarda, radikal-entegrist selefilik bir kaçış/çıkış olarak tezahür ediyor. Önceki mezhep/meşrep/cemaat aidiyetlerine karşı protest-fanatik ve dışlayıcı bir tavır gelişiyor. Bu durum, adeta ‘araf’ta olan hibrid kimliklere sahip bu genç kuşaklar için, bir anlamda cennete kaçış olarak tezahür ediyor. Siyah-beyaz, protest-tepkisel, dışlayıcı, doğru-yanlış, mutlak doğruyu temsil ettiğini düşünen, özcü-püritenist ve hatta (paradoks gibi dursa da) pozitivist yaklaşımlara sahip tekfirci radikal-selefilik de bu cenneti zaten peşinen vadediyor. Bu ise özünde pozitivist bir yaklaşımı salık verir. Bazı araştırmalarda, radikal selefilerin düşünme biçimi ile pozitivist temele dayanan bazı bilimlerin düşünme biçimi arasında karşılaştırmaların yapılıp yakın benzerliklerin bulunması da bundandır. Nitekim bu araştırmalara göre, Batı ülkelerinden DAEŞ’e katılanların önemli bir kısmının (yaklaşık yarısından fazlası) bu tür düşünme biçimine sahip selefilerden oluştuğu ifade edilir. Hatta hatırlanacağı üzere, sosyal medyada bir mektup yayımlayarak DAEŞ’e katıldığını duyuran ve onun söylem ve eylemlerini savunan ODTÜ öğrencisi bağlamında bu konu Türkiye’de de kısmen gündeme getirilmişti. Başarılı bir operasyonla geçtiğimiz günlerde yakalanan Reina saldırganının da bu tür bir eğitim arka planına sahip olduğuna dair bilgiler medyada yer aldı.

Avrupa’da mühtedîler ve selefilik

Suriye’de DEAŞ saflarında Batı ülkelerinden gelen önemli sayıda mühtedinin olduğu bilinen bir olgu. Avrupa ülkelerinde DAEŞ bağlamındaki en önemli tartışma konularından biri de bu. Yer yer farklı motivasyonlar rol oynasa da bu katılımlarda, ihtidaları sonrasında mühtedilerin kimliklerinin, daha ziyade selefiler arasında görülen radikal-extremist-protest söylem, eylem ve yorumlarla şekillenmesinin önemli rolü vardır. Zira Avrupa’daki bu yerli müslümanlar arasında ‘selefî-literal-zahirî-protest’, ‘tasavvufî-irfanî’ ve ‘rasyonel-revizyonist-liberal’ olmak üzere başlıca üç yorum tarzı öne çıksa da, en belirgin ve yaygın anlayış radikal-entegrist-protest selefi anlayıştır.

Kaldı ki her ihtida aslında buhranlı, depresyon içeren sancılı bir arayışın akabinde gerçekleşmekte ve yeni girdiği dinde mühtedi, genellikle radikal-protest, lafızcı-literal tavırlarla ve anlayışlarla yeni kimliğini inşa etmeye çalışmakta, bunu yaparken de tabii olarak uçlara savrulabilmekte ve dışlayıcı tavırlar sergilemektedir. Bilgiye değil de daha ziyade duyguya dayanan bu tür tutumlar, mühtedilerde yaşadıkları boşlukları dolduran bir işlev görebilmekte, böylelikle radikal-selefi düşünceyle tanışıp bütün cevapları bulduklarına inanmaktadırlar. Zira bu tür mühtedilerin önemli bir kısmı seküler ailelerden gelmekte ve İslamî bilgi açısından oldukça zayıf durumdadırlar. ABD ve AB ülkelerinden DEAŞ’a katılıp da örgüt adına açıklamalar yapan bazı militanların durumu aslında böyledir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar içerisinde ileri arayışlara girenler, İslâm’daki farklı okuma biçimleri ile tanışanlar, bu radikal-selefi tavırlardan uzaklaşabilmektedir. Yusuf İslam hakkında “üç Yusuf” evresinden bahsedilmesi bundandır ve “birinci Yusuf” döneminde Yusuf İslam’da da radikal-selefi söylem ve tavırların alabildiğine var olduğu bilenlerin malumudur.

Bütün bunların ise dış yönlendirme, müdahale ve istismarlara açık bir durum olduğu aşikardır. Nitekim bu grupların radikal eğilimlerinin el altından istismar edildiği ve yönlendirildiği, zaman zaman medyaya yansıyan itiraflar ve bilgiler arasındadır.

Batı radikal-entegrist selefiliği destekliyor mu?

18. yüzyıldaki ortaya çıkışında İngilizlerin etkisine dair tartışmalar bir yana, sözünü ettiğimiz özellikleri sebebiyle Batı’daki radikal-entegrist selefiliğin dış müdahalelere ve yönlendirmelere alabildiğine açık olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 11 Eylül sonrasında Batı’daki İslam karşıtı söylem ve eylemlerin alabildiğine ivme kazandığı süreçte bu çok daha mümkün olmuştur. Selefilik ile alakalı Batı’daki uzmanların, projelerin ve çalışmaların çokluğu da bunu söylememize imkân veriyor. Öyle ki radikal-entegrist selefilik Batı’da güncel dinî/mezhebî tartışmaların başat aktörlerinden biri haline ge(tiri)lmiştir. Bu tür proje, çalışma grubu ve ampirik-teorik araştırmaların Türkiye’de çok az oluşu ise bahsi diğerdir.

Buradan hareketle radikal-entegrist selefiliğin, Türkiye başta olmak üzere, İslam dünyasına yönelik operasyonlarda bir aktör olarak desteklendiğini ve kullanıldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz verilere sahibiz. Zira selefilik, özünü gizleyen, dışta başka içte başka olması hasebiyle Müslümanlara yönelik tehlikesi daha büyük olan ve dolayısıyla nüfuz edilip çözülmesi çok daha zor ‘batınî-takiyyeci’ hareket/anlayış değil, zahirî temele dayanan bir harekettir. Bu tür zahiri hareketlere nüfuz edilip yönlendirilmesi de her zaman kolay olmuştur. Nitekim Avrupa’da genelde İslami yapılanma, özelde ise selefi yapılanmaların takibi için özel birimlerin oluşturulduğu da kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır.

Dolayısıyla şayet istenirse, onların Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerinin takibi, radikal söylem ve eylemlerinin önlenmesi de zor değildir. Hangi camide/ortamda kimin neler söylediği çoğunlukla bilinmekte ve aslında takip de edilmektedir. Medyada yer alan bazı radikal söylemlere sahip konuşmacıların ülkelere girişinin yer yer engellenmesi hariç, selefilerin radikal söylemlerle faaliyette bulunmalarına da genelde izin verilir. Ülke dışından (genelde İngiltere ve Amerika) aşırılıkçı görüşlere sahip selefi konuşmacıların davet edildiği iki, üç gün süren büyük toplantılara, bazı durumlar hariç çoğunlukla engel olunmaz. Hatta İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sıkı bir denetime tabi görsel medyaya çoğunlukla bu tür radikal-selefiler konuşmacı olarak çıkarılır; Müslümanları temsilen onlar konuşturulur. Selefi grupların vakıf/dernek gibi kurmalarına, bu vakıf ve dernekler için büyük sermayelerle bina satın almalarına, bu binalarda radikal söylem ve eylemlerde bulunmalarına, neşriyat yapıp bunları serbestçe dağıtmalarına göz yumulur.

Avrupa ülkelerinin bu tavrı din/fikir özgürlüğü bağlamında tolere edilebilir gibi dursa da, burada genelde İslamın ve Müslümanların imajını bozma, İslam’ı bu tür radikal-entegrist söylemlere mahkûm etme, Avrupalı insanların gözünde Müslümanları radikal tipoloji ve söylemlerle eşleştirme ve nihayet müslümanları ve İslam dünyasını bu tür örgütlerle yeniden dizayn etme amacı sezilir. Bugün Batı’da müslümanlar söz konusu olduğunda akla ilk anda DEAŞ’ın geliyor olması, Batı’nın bu konuda kendince nisbi bir başarı yakalamış olduğuna işaret etmektedir. Nitekim kamuoyuna yansıyan bazı ifadelerde, özellikle Irak ve Suriye bağlamında, bütün bunların itiraf edildiğine şahitlik ediyoruz. Hatta 20 Ocak’ta ABD başkanlığını devralan Trump’ın da DEAŞ’ın kuruluşu ile alakalı olarak Obama yönetimine yönelik kamuoyuna yansıyan açıklamaları da bunu gösterir.

Buna karşılık Müslümanlara, İslam dünyasına ve bilhassa da İslam dünyasında medeniyet ufku hâlâ diri olan Türkiye’ye düşen ise, bütün bunları teşhis etmek, bu tür yapıların zihin kodlarını, insan devşirme usullerini iyi etüt etmek ve tedaviye yönelik olarak ise güvenlik tedbirlerinin ötesinde, dini, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sosyo-kültürel adımları bir bütün olarak hayata geçirilebilmektir. Bütün bunların ise ‘dini diplomasi-kültür diplomasisi’ ve her şeyden önemlisi “gönül gücü ve diplomasisini” de önceleyen bir perspektif gerektirdiği izahtan varestedir.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi’nde öğretim üyesidir]

Devamını Oku »