Kemalizm’in Babası:Moiz Kohen



Cemiyet içerisindeki Yahudi/Mason Cephenin en kıdemli tem­silcilerinden biri de, Türk olmayan “Türkçülerden” Moiz Kohen idi. Asıl mesleği hahamlık olan Kohen, soydaşı Emmanuel Carasso’nun aksine, isim değiştirip ‘dönmeliği’ tercih etmişti. Nasıl etmeyecekti ki, “Türk’ün Ruhunu” yazan birinin adı ‘Moiz Kohen olabilir miydi? Ne kadar ‘samimi’ olduğunu göstermek için, çok sevdiği ve çalışma­larında sürekli destek olduğu Ziya Gökalp’in soyisminden esinlene­rek, adını ‘Tekin Alp’ olarak değiştirmişti. Zira Kohen, yakın arkada­şı Ziya Gökalp’i olgun bir ‘kabbalist’ olarak görüyordu.(60)

Moiz Kohen de, Cemiyef in diğer Yahudi/mason cephesinde yer alan bütün dava arkadaşları gibi, Alliance Israélite Universelle mezu­nuydu. Kohen’in Cemiyet ile tanışması, Selanik’te yayınlanan ve ateşli yazılarıyla Cemiyete en büyük desteği veren ‘Asır’ gazetesiyle başla­mıştı. Moiz Kohen, daha sonra “Yeni Asır” ismini alacak olan bu gaze­tede tam beş yıl boyunca hem yazar hem de yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Asır, Selanik’te kurulan ilk Türkçe gazete olmakla birlikte, Kosova, Manastır, Yanya hatta Bosna ve Girifte önemli bir abone kitlesine sahipti. Kohen, aynı gazetede yazan Mithat Şükrü Bileda, Ömer Naci, Ali Canip, Manyasizade Refik, İsmail Canbulat ve Aka Gündüz gibi Cemiyef in ‘Türkçü’ üyeleriyle sıkı bir dostluk kurmuştu.(61) Cemiyetle Selanik’te başlayan sıkı ilişkiler, Moiz Kohen’i meşrutiyet öncesinde bir ‘ittihadçı’ yapmıştı. O artık Selanik’teki mason ve Cemiyet toplantılarının vazgeçilmez müdavimlerinden biriydi.

Emmanuel Carasso, ihtilalin bir an önce gerçekleştirilmesi için Cemiyet in ‘örgütleme faaliyetleriyle uğraşırken; Kohen, daha o günlerde Türklere etnik kimlik’ arayışına girmiş, toplum mühen­disliğine soyunmuştu, önceleri Cemiyet’in “îttihad-ı anasır” tezini savunurken, Balkanlardaki ayrışma nedeniyle bu görüşten vazgeçip rotayı “Türklüğe” kıran Kohen, kendi ırkdaşlarım bile Türkçe ko­nuşmaya zorlayacak kadar ‘Türkçü’ olmuştu. Ancak Moiz Kohen’in sürekli ‘Türklüğe’ vurgu yapması, doğrusu düpedüz bir çelişkiydi. Zira ‘millet-i hakime’ konumundaki Türklerin “Ayrı bir millet oldu­ğu” özellikle vurgulanarak, aslında diğer milletlerin etnik kimlikleri meşrulaştırılmış oluyordu.

Üstelik Moiz Kohen’in Cumhuriyet sonrası fikirlerine bakılırsa, bunu bilinçli olarak yaptığını söylemek de mümkün. Kohen, hemen bütün yazılarında Türk-Arap ayrımını sürekli gündemde tutmuş ve İslamiyet’ten “Kara kuvvet”, “Çöl hayatı”, “Çöl kanunu”, “Arap kültü­rü”, “Gericilik”, “Esaret hayatı”, “Heyula” ve “Manevi esaret” şeklinde bahsetmişti. Dahası, Kohen İslamiyet’i “Türkün atalar ruhunu zinci­re vuran din” olarak görüyordu.(62) Moiz Kohen’e göre, Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski ‘şaman’ inanışına dönüş yapmalıydı. Üstelik bunu söylerken de, Yahudilerin “Türklerin İslam öncesi halini çok benim­sediğini” üzerine basa basa vurgulama gereği duymuştu.

Moiz Kohen’in 1936 yılında yazdığı “Kemalizm” adlı eserinde; Türklerin İslam’ı kabul ettikten sonra özünü kaybettiğini vurgulaya­rak, ‘Arap kültürünün hakimiyetine girdiği’ tezini ısrarla işliyordu. Nitekim onun bu görüşü, yeni rejimin seçkinleri tarafından eski re­jimi karalamak için kullandıkları en önemli argümanlardan biri ola­caktı. Mesela Kohen’in “kahrolsun şeriat” sözleri, bugün çok daha cı­lız olsa bile, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalistlerce sıkça kullanılan bir slogandı. Ayrıca ulusalcılar tarafından klişe haline getirilen “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” görüşü de yine Moiz Kohen’e aitti. İlginçtir, Kohen Türkiye’de Arap düşmanlığını’ körük­lerken, soydaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Haim Nahum da Mısır’da Arapları Türklere karşı kışkırtmakla meşguldü.(63)

Moiz Kohen’in Yeni Asır’la başlayan Osmanlı kamuoyunu sekü- ler ‘değişim ve dönüşüme’ hazırlama görevi, Genç Kalemler, Türk Yurdu ve İslam Mecmuası gibi Cemiyet’in yayın organlarında devam etti. Yazmış olduğu makale ve kitaplarla Osmanlı sonrasında oluşa­cak yeni rejimin çerçevesini çizdi. Her şeyden önce, Osmanlı devle­tinin 1. Dünya Savaşına girmesinin psikolojik altyapısını hazırlayan en önemli kalemşörlerden biri oldu. Savaş öncesi yazdığı ve Cemiyet yönetimi tarafından çeşitli dillere çevrilen “Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler” adlı risaleyle, savaşın ana hedefinin “Turan’ı kur­tarmak” olduğunu savunuyordu. Kohen, cumhuriyet kurulduktan sonra da sıkı bir Kemalist olmuştu. Dahası, Kemalizm’in ideoloji­sini tanıtan makale ve kitaplarına bir de CHP militanlığını eklemiş­ti.(64)

1915’te “Türkismus und Pantürkismus”, 1928’de “Türkleştirme”, 1936’da “Kemalizm” ve 1944’te “Türk Ruhu” isimli kitapları yazarak, yeni rejimin yeni felsefesini sistemleştirme görevini üstlendi.Kohen, sadece fikrî anlamda ‘Türklüğe’ hizmet etmekle kalma­mıştı. “Türkçülüğü” özendiren çeşitli cemiyetler de kurdu. Mesela Tamim-i Lisanı Osmani Cemiyeti, 1928’de Nissim Mazliyah, Dr. Samuel Abrevaya ve Yunus Nadi ile birlikte kurdukları Türk Hars Birliği ile Türk Kültür Cemiyeti, onun düşüncelerini pratiğe döktüğü kuruluşlardı. Kohen de Emmanuel Carasso gibi Cemiyet içerisinde belki önemli bir görev almamıştı ama, hiçbir zaman derin iktidar çemberinin dışında da kalmamıştı. Mesela meşrutiyet sonrasında Cemiyet kadrolarının eğitilmesinde’ büyük rol oynadı.

Avrupa’daki partiler hakkında Cemiyete bağlı İttihad Kulüpleri nde çeşitli konfe­ranslar vererek(65) yeni rejimin kökleşmesini sağlıyordu. Aynı Kohen, cumhuriyet döneminde ise yönetici olmayan seçkinler’ içerisinde yer aldı. Bu dönemde ‘Türkçülük’ çalışmalarından ziyade Batı mede­niyetine önem veren Kohen in, Meşrutiyet sonrasında Cemiyet üye­lerine verdiği konferansların yerini, halkevlerinde tek parti üyelerine verdiği seminerler almıştı.

Politik seçkinlerin ve atanmışların halk egemenliğine üstünlüğü ya da bir başka deyişle “Halka rağmen zorbalık” Kohen tarafından sistemleştirilmişti.(66)

Tek Parti dönemindeki ceberut uygulamaları ‘kuruluş felsefesiyle’ açıklama taktiği ve vesayetin meşrulaştırılması- nı teori haline getirmek de, yine bir Moiz Kohen ürünüydü. O, “Ke­malizm” adlı kitabında vesayeti savunurken şöyle diyordu: “Millet için idare-i hükümet edilişini anlayabiliriz. Fakat millet marifeti ile idare nasıl olunur? Bugün hiç kimse milli hakimiyet prensibini inkar etmemektedir. Fakat bu hakimiyeti nasıl kullanmalı. Milletin emeli­ni nasıl keşfetmeli ve nasıl anlamalı? Halk kitleleri şekilsiz ve şuursuz değil midir? Harpte harekatı idare eden, ona kumanda eden ordu, yani asker kitlesi mi, yoksa erkan-ı harbiye zabitleri midir? Madem ki her şeyde vücudu idare eden baştır, bütün bir milletin mukad­deratının mevzu bahis olduğu siyaset işinde niçin böyle olmasın?”(67) İşte Moiz Kohen’in Cumhuriyet döneminde teori haline getirdiği bu vesayetçi bakış, aslında Cemiyet’in de temel felsefesiydi.

Soydaşı ünlü tarihçi Prof. Dr. Jacop M. Landau tarafından “Ulusal ülküyü savunan bir yurtsever” olarak tanıtılan Kohen’in, Türkiyede yeni kültür kodlarının benimsetilmesinde büyük gayretleri oldu. Mesela resmi ideolojinin yerleşmesinde psikolojik savaş aracı olarak görev yapan ve daha sonra CHP'nin resmi yayın organı haline gelen Hakimiyeti Milliye (Ulus) gazetesinde önemli görevler üstlendi. Zira Kohen, “kahrolsun şeriat” ve Mustafa Kemal’in “Türk peygam­beri” olduğu yazılarını bu gazetede yazmıştı.

Şeriatı “Çöl kanunu” olarak niteleyen Kohen, yeni rejimden duy­duğu memnuniyeti ifade ederken, asıl misyonunu da şöyle açığa vu­racaktı: “Artık 1935’teyiz. 12 senelik bir müddet zarfında yeni Türk, kendine yeni bir ruh, yeni bir ahlak, yeni bir tarih, hatta Allah’ı ar­tık ‘tanrı’ diye andığı için, diyebilirim ki yeni bir Allah yaratmıştır. Türk’ün şimdi kafası başka, serpuşu başka, alfabesi başkadır. Onun şimdi başka bir devleti, başka bir ekonomisi ve nihayet başka bir dili vardır. Fakat başka bir şey daha vardır ki, görünürde ehemmiyetsiz olmakla beraber, bu istihalelerle yakışık almıyordu. Yeni Türk, hâlâ teokrat olduğu zamana ait şarklı ve maziye raci ismi taşıyordu. Bu ismi Arabların, Acemlerin ve bütün öteki din kardeşlerinin taşıdığı isimlerin aynı idi. Yeni kafası, yeni kültürü, yeni ruhu binlerce se­nelik milli tarihe doğru ilerleyerek ırk ve kan kardeşlerine ulaşıyor. Halbuki ismi onu binlerce senelik milli tarihine ve garp medeniye­tine erişmek için kültür bakımından kendilerinden ayrıldığı Müslü­man milletler ailesine karıştırıyordu.”(68)

Moiz Kohen için laiklik, olmazsa olmazlardandı. ‘Kemalizm’ isimli kitabında laiklikten bahsederken, 11. bölüme “Kahrolsun Şe­riat Hükümeti”(69) başlığını atmayı uygun bulmuştu. Kohen'in en çok korktuğu şey, şeriat yönetiminin bir gün tekrar geri gelmesiydi. Bu yüzden CHP ilkelerinin anayasaya eklenmesini bile istiyordu: “Bir milletin müesseselerini tanzim, kanunlarını devletçi prensiplere göre takrir ettikten sonra, ferdi ve liberal tecrübelere sahne oluşunu tasavvur ediniz. Yine bir memleket tasavvur ediniz ki, teokrasi hare­ketlerinden temizlendikten ve tamamen laik esaslar üzerine tanzim edildikten sonra yeniden şeriat tecrübelerinin bazicesi olsun”(70)

Oysa Moiz Cohen, soydaşları Ispanya’dan sürüldüğünde onla­ra kucak açan Devlet-i Aliyye’nin şeriatla yönetildiğini unutmuştu. “Ulusal ülküyü savunan bir yurtsever” olmak, şefkat dolu bir yardım­severliğe sırt çevirmekle mi olur bilinmez ama belki de ‘dönmelik’ işte böyle bir şeydi. ‘Turancılığı’ savunan bir kişinin, bir Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğunu yerden yere vurması, aslında onun gerçek derdinin Türkçülüğü savunmak olmadığının da açık göstergesiydi.

Moiz Kohen’in “Türklerin İslamiyet’i benimsedikten sonra benliklerini kaybettikleri, Arap kültürünün etkisinde kaldıkları ve İslamiyet'i ilerlemeye engel olduğu”(71) tezi, yeni nesillere Osmanlı’nın yıkılışının ‘haklı’ gerekçeleri olarak sunulması tesadüf olmasa gerek...

Sözde ‘Türklüğü’ savunup, siyonist eğilimlerden uzak durmaya çalışan Moiz Kohen, aynı zamanda koyu bir siyonistti. Ancak onun diğer siyonistlerden farkı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak ye­rine, Osmanlı’nın tümden ‘Yahudileştirilmesini’ savunmasıydı. Bu görüşünü, 9. Dünya Siyonist Kongresine Selanik delegesi olarak ka­tıldığında dile getirmişti. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahu- dilerin siyonist kongreleriyle Filistin’de toplaması amaçlanırken, Ko­hen bu göçlerin Osmanlı’nın farklı bölgelerine yapılmasını istiyordu.

Cemiyet’in Selanik’teki önemli yayın organlarından biri olan Za­man gazetesinde 20 Ocak 1909 tarihinde yazmış olduğu makalede, Osmanlı topraklarının çok geniş, ancak nüfusunun az olduğunu vur­gulayarak, Yahudi muhacir celp ve iskanın Osmanlı'nın geleceği için bir “Lazime-i hayat” olduğunu söylüyordu. Moiz Kohen in Yahudi cemaati arasında ‘Türkçe konuşmayı teşvik etme’ girişimi de, onun ne kadar ‘Türksever’ olduğuna bağlanıyor. Oysa bu görüş bile baş­lı başına bir çarpıtmanın ürünüydü. İspanya’dan kovulan Yahudiler Osmanlı vatandaşlığına geçmelerine rağmen, özellikle Selanik Yahu- dileri kendi aralarında hâlâ İspanyolca konuşuyorlardı. İşte Kohen in Yahudilere telkini, İspanyolca yerine Türkçe konuşmalarıydı. Yoksa İbranice’nin terk edilerek Türkçe konuşulmasının istenmesi değildi. Nitekim zaten Kohen’in bu çağrısına uyan kimse de olmamıştı.

Moiz Kohen, yazmış olduğu kitap, risale ve makalelerle yeni reji­mi benimsetip kökleştirmeyi hedefliyordu. Öyle ki 29 Mayıs - 3 Ha­ziran 1939 tarihleri arasında toplanan CHP 5. Büyük Kurultayında parti programı görüşülürken; Kazım Nami Duru, Kemalizm’in ye­terince benimsenmediğinden ve Moise Cohen’in ‘Kemalizm’ isimli kitabının okunmadığından yakınacaktı. Duru şöyle diyordu: “Ke­malizm nedir? Görüyorum ki, birçok yerlerde Kemalizm’in ne ol­duğunu bilenler yoktur. Hatta partili arkadaşlarımız arasında parti­mizin ‘Türk’ün Amentüsu sayarak onu okumuş hazmetmiş ve ona göre hareketi kendisine prensip ittihaz etmiş olanlar azdır. Mateessüf arkadaşlar bunun üzerine hiç kitap yazılmamıştır. Yalnız bir kitap yazılmıştır. Onu yazan da Tekin Alp (Moiz Kohen) isminde bir Mu­sevi vatandaşımızdır.”(72) Peki bu kadar Türk ve Türkiye ‘sevdalısı’ olan Moiz Kohen’in Paris’te son dönemlerini yaşarken vasiyeti neydi der­siniz? Söyleyelim: öldüğünde cenazesinin Türkiye’ye götürülmeme­si ve Paris’teki Yahudi mezarlığına defnedilmesi...

Murat Akan - Üst Akıl,syf:382-386

Dipnotlar:

60- Milliyet, 31 Ocak 2005.
61- Liz Behmoaras, Bir Kimlik Arayışının Hikayesi, Remzi Kitabevi, İs­tanbul, 2005, s. 15-16.
62- Süleyman Kocabaş, Vaat Edilmiş Toprak Filistin İçin Mücadele, Tür­kiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, 1987, s. 197-200.
63- Abdullah Akgül, Faiz ve Zina Serbestliği, Şirk Düzenidir, Milli Gaze­te, Ağustos 2013.
64- Liz Behmoaras, a.g.e, s.68.
65- Zaman, no: 290,14 Ağustos 1325/27 Ağustos 1909,s.3.
66- Tekin Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1936, s. 222.
67- A.g.e, s.72-73.
68- A.g.e, s 171.
69- Şarika Gedikli Berber, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçişte Yahudile- rin Türkiye Cumhuriyetine Uyum Süreci, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/4, Fall, 2012, s. 1779-1800.
70- Tekin Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1936, s. 194.
71- A.g.e, s. 109.
72- CHP 5. Büyük Kurultay Zabıtları, Ulus Basımevi, Ankara 1939, s.86.



Devamını Oku »

Sosyal Medya ve Gösteri

....
Guy Debord'un, tanımını 1967 basımı Gösteri Toplumu adlı kitabında yaptığı gösterenin kökeni, öncelikle ekonomik alanda yatar. Gösterinin biçimi ve içeriği, var olan sistemin koşul ve amaçlarının doğrulanmasıdır. Gösteri, pazarla iç içedir ve paza­rın ürünlerini sergiler. Onda gerçeklik, örtüktür; kısmen görüle­bilir. Gösterinin dünyası seyir ve izleme üzerine kuruludur.

Bu dünyada imgeler, adeta özerktir. Gösteri, toplumun bakış ve yanlış bilincinin bir araya geldiği ve kendini sergilediği sektör­dür. Gösteri, nesnelleşmiş bir dünya görüntüsüdür. Bu dünyayı her haliyle doğrular, koşullarını onaylar ve yeniden üretir. Dili, egemen üretimin işaretlerinden oluşur. Gerçekliği tersine çevi­rir. Kendisi, asıl gerçeklik haline gelir. Gerçeklikteki çok farklı ve çeşitli olayları birleştirir, bir araya getirir. Görünüşü ve toplum­salı sürekli doğrular, onay üretir. Eleştirel bir bakış, gösterinin, yaşamın yadsınması demek olduğunu keşfeder (Debord, 1996, 11-16).

Kellner da Debord'un yaklaşımını sürdürerek gösteri'nin gü­nümüzde hayatın her alanına girmiş olduğundan söz eder (2010, 8-11) ve medyanın elinde sıradan olayların bile nasıl dev gösterilere dönüştürüldüğünü açıklar. Küreselleşme, teknolojik devrimler ve medya gösterileri ile birlikte yürümektedir.

Med­ya kültürü, yeni binyılda sosyalleştirme kuvveti vazifesi gör­mektedir. Yeni şöhretler ve ikonlar, günümüzün ikonları ve eğlenceye yaslanan toplumun tanrılarıdır. Bu toplumun ideal ve amaçları, para, şıklık, şöhret ve başarıdır. Eğlence en temel karakteristiktir. İnternet, medya gösterilerinde, kullanıcılarına (netizen: internet-citizen) her türlü alana katılabilecekleri interaktif (etkileşimli) bir alan sunmaktadır. Gösterinin mantığı bu medya kültüründe televizyonun yayın akışına nüfuz etmekte, sürekli 'son dakika' haberleri ile, talk showlarla, eğlence prog­ramları ile, interneti, belgeselleri ve diğer programlan, kanun sistemine ve suça bulaştırmakta, günlük hayatı sömürgeleştir­mektedir.

Gösteri geleneksel medyanın her alanında kullanılırken yeni medya da bundan uzak kalamamakta, özellikle sosyal medya gösterinin yaşam bulduğu, büyüdüğü, etkisini yoğun ve yaygın olarak dağıttığı bir mecra haline gelmiş bulunmaktadır. İnter­nette ve sosyal medyada gösteri yeni ve farklı boyutlar kazan­mıştır. Kültür endüstrisi, kültür ürünlerinin gösterisini çok daha rahat, çok daha esnek, çok daha ucuz form ve içeriklerde yapa» bilmeye başlamıştır. Bu, yepyeni bir gösteri alanıdır. Birçok anlamda geleneksel medyanın sınırlılıklarından uzaktır: Kolay­dır, ucuzdur, çeşitlidir, özgürdür, yeniliklere daha çok açıktır. Herkes gösterinin yapımcısı ve üreticisidir. Üreticiler ve tüketi­ciler aynı kişilerdir. Roller birbirine girmiştir.

Üretilen de tüketi­len de, kişilerin kendi hayatları ya da teşhire açılmak istenen hatta zaman zaman gizli çekilen fotoğraflar ve videolardır. Ade­ta kamunun takdirine sunulur bu görüntüler. İnternet ve sosyal medya bir agora atmosferi yarattığı gibi aynı zamanda bir are­nadır da. Saldırıya açıktır. İğdiş edilmeye, hakaretlere, küfürle­re, aşağılamaya açıktır. Arenalardaki yuhlama ve alkış sesleri gibi sesler birbirine karışır. Birbiri ile çoğalır ve alevlenir. Bu gösterinin aktörleri, sürekli rol değiştirebilir. Zaman zaman kurbandır, zaman zaman izleyen ve saldıran ya da hakaret eden.

Sosyal medyayı açıklamada arenadaki atmosfer daha açıklayıcı görünmektedir. Agora hali de yaşanır ama daha sınırlı ve gelip geçici olarak. Arenalar birer yargı ve infaz mekânlarıdır aynı zamanda. Ancak arenada kurban ve izleyici ayrımı net iken sosyal medyada bu karmakarışıktır ve süreklilik arz eder. Are­nada gösteri zamanı başlar ve biter. Biteceği bellidir. Sosyal medyada gösteri süreklidir, bitmez. Arenada gösteri sınırlı bir alanda cereyan ederken sosyal medyadaki gösteri dünya yüze­yine yayılmıştır. Bu nedenle Debord'un yaygın gösteri tanımına da çok uygundur.

Sosyal medyada, suç ve suçlu kavramı da karmakarışık, es­nek ve değişkendir. Yanlış bir cümle kullanan biri, bir anda suç­luya dönüşüverir. Ve linç girişimi ile, saldırı ile karşılaşabilir. Bunlar bu gösteri biçiminin kaçınılmaz öğeleridir. Anındalık, çok yönlü müdahale, çok yönlü izleme söz konusudur.

Çünkü sosyal medya çok sayıda göz ve bakış ile kuşatılı bir gözetlenme alanıdır. Gözler bu alanı izler, bakar, görür, kaydeder ve yayar, büyümesine yol açar. İzlenme oranlan açıklanır. Sosyal medyada kullanıcı simgesel bir beden ya da ışıktır, im­leçtir. Kendini haber verir, kendini ele verir. Ancak engellenebi­lir ya da reddedilebilir. Haklı ya da haksız bulunabilir. Kullanıcı her sosyal medyada farklı bir kimlikle edimde bulunabilir. Çoklu kişiliklere bürünebilir. Ayrıca form olarak da sesli, yazılı ya da görsel biçimde bulunabilir. Bu aşırı esneklik, kişiliklerin psikolo­jik olarak bölünmesine de yol açar.

Fuchs'un da belirttiği gibi (2010a, 25-26) sosyal sitelerde bilgi ve iletişim teknolojileri, kullanıcıları tanımlayan bilginin gösterisine izin verir. Bu, bağlantı listelerinin gösterisidir. Kul­lanıcılar arasında bağlantıların kuruluşu, onların bağlantı liste­leri ve kullanıcılar arasındaki iletişim, gösteriseldir. SNS, sürekli yeni arkadaşlıklara, topluluklara, ilişkilerin gelişmesine izin verir. Facebook, MySpace, Xing, Friendster, StendiV2, Linkedin, hi5, Orkut, Vkontakte, Lokalisten bu gurupta sayılabilir. SNS'lere yönelik araştırma tipleri ise üçe ayrılır:

1. Tekno- iyimser yaklaşımlar

2.Tekno-kötümser yaklaşımlar

3.Eleştirel, diyalektik yaklaşımlar.

Tekno-kötümser yaklaşıma dayalı araş­tırmalar, en çok SNS'lerin olumsuz yanları, tehlikeleri, riskleri, yarattığı sorunlar, özellikle gençler ve çocuklar üzerinde yol açtığı hastalıklar üzerinde durur (Acquisti, Gross, Duryer, Hiltz, Pazzerini...). Bu çalışmalarda mahremiyete çok az ilgi gösterilir. Bunlardan Duryer, Hiltz ve Passerini (2007) Facebook ve MyS­pace kullanıcılarına yönelik olarak yaptıkları niceliksel bir araş­tırmada, Facebook kullanıcılarının, kimlik bilgilerini açıklamak­tan daha çok hoşlandıklarını bulguladılar. MySpace kullanıcıları da ilişki yapılarını açıklamaktan daha çok hoşlanıyorlardı. Dur- yer'in açıklamasına göre çoğu sosyal netvvork sitesi, kullanıcıla­rının özel bilgilerini paylaşıma yönelik önerilerde bulundu ama katılımcıların çoğu kendi profillerinin görünmesini istemedi ve müşteri olmaya yanaşmadı. Frederic Stutzman ise (2006) çok sayıda öğrencinin, özellikle kişisel bilgilerini internette paylaş­tıklarını, bir araştırma ile bulguladı. Bazı araştırmalarda, kulla­nıcılar, potansiyel kurbanlar olarak nitelendirilir: Bireysel cina­yetlerin, cinsel sapıklıkların, akıl hastalarının, bilgi hırsızlarının ve bilgi dolandırıcılarının kurbanı. Sorun burada, bireysel so­rumluluğun ve bilginin olmayışında görülür.

Sosyal medya bil­giyi paylaşmaya teşvik eder ama çok tehlikeli bir mecradır da aynı zamanda. Profilde, özel hayatın ve fotoğrafların herkes tarafından görülebilmesi, riskleri artırır. Kurbanlaştırma söyle­minin bir sorunu, genç insanları tümüyle pasif, hasta ve sorum­suz görmesidir. Yani bu anlayışa göre yaşlı insanlar daha so­rumluluk sahibidir. Gençler ahlaki olarak yaşlılar gibi davran­malı, onların değerlerini sürdürmelidir. Teknolojinin ilerlemesi gözetim durumunu artırır ve bu da kullanıcıları rahatsız eder, eğlenmelerini önler, daha az iletişime geçmelerine neden olur. Bu kötümser bakış açısı, soruna çok yönlü yaklaşamaz.

YouTube, sosyal, amatör ve profesyonel deforme-etmenin (bozuma uğratma) ve eğlencenin kaynağı olarak önlenmiştir. Sosyal medyanın bu en büyük gösteri alanı olan YouTube ile ilgili olarak Lange'ın tespitleri dikkate değerdir (2008, 87-93): Bir filin farklı yerlerini, farklı farklı hayvanlara aitmiş gibi hisse­den kör bir insanın öyküsündeki gibi, bireylerin görme ve var olma nedenlerine göre değişmek üzere, çok farklı özellikte bir site olarak algılanabilir. Gerçekten YouTube'un kullanıcıları üzerine konuşması, çok sayıda anlam kaybına neden olma ris­kini taşır. Site, geçici eğlencelerin mekânı olduğu kadar, ondan çok daha fazla niteliklere de sahiptir. YouTube amatörlere açık olduğu gibi, ünlü markaların videolarını koyduğu, büyük bir gösteri mecrasıdır.

YouTube'da komik videolar, şok edici gö­rüntüler, ilginç ve değişik görüntü videoları yer alır. Birçok video, oyuncu ya da şarkıcısını burada ünlendirmiştir. YouTube yeni bir şöhret mecrasıdır. Zaman zaman insanlar, çok özel videolarını bile burada yayınlayabilmekte, bu da mahremiyet ve özel alan tartışmalarmı başlatmaktadır. Zaman zaman bazı insanlar başkalarının videolarını da izin almadan YouTube'a koymakta, bu ise rahatsızlık yaratıp sorunlara neden olmakta­dır. Çünkü herkes her an "görülür" olmaya, bir gösterinin par­çası olmaya kendini hazır hissetmeyebilir.

Bu durum, aile birey­leri, yakınlar, akrabalar ya da arkadaşlar için de geçerli olabilir. Aynı sorun sosyal medyanın diğer türlerinde de yaşanabilmek- tedir. YouTube'un ve sosyal medyanın bu teknik özelliği ve olanağı, kötü niyetli birilerinin bu mecrayı "teşhir" amaçlı kul­lanımına da alet olabilmektedir. YouTube'da ya da sosyal med­yada video yüklemek teknik bir altyapı bilgisini gerektirir. Bu bilgi genç kuşakta daha çoktur. Kamera kullanımı, bunu bilgisa­yara aktarma, o dosyayı sosyal sitelere yükleme vb. teknik bilgi. Sosyal medya her şeyden önce eğlence alanıdır. YouTube'daki bazı videolar o kadar eğlencelidir ki, sahiplerini çok ünlendirmiş ve hayatlarını değiştirmiştir. Dev bir eğlence dünyası söz konu­sudur. Çoğu video sahibi, ünlenmeyi amaçlamadıklarını, ama eğlenceli olmanın bunu getirdiğini açıklamıştır. İçlerinde ama­tör çok insan vardır.

Profesyonel yönetmenler kadar başarılı olmuşlardır. Ünlenen ya da ünlenmeyen birçok başarılı video "Sıradan" kullanıcı kavramının tartışılmasına neden olmuştur. Çünkü videolar hiç de sıradan değildir. Bazıları profesyonele yakındır. Ayrıca çok sayıda insan bu videolara saatlerini harcar. Sadece saatler değil, efor ve maddi güç de harcanır. Özel ek­ranlar, internet paketleri, kameralar alınır. Bu durum bir eko­nomi yaratır. Piknik toplantıları, masalar, yiyecekler, oynayan­lar, eğlenenler, aile bireyleri tümden YouTube'da görünebil- mektedir. Sosyal medya bu haliyle her şeyden önce görsel bir gösteri alanı olarak çalışmaktadır. Gerçekten de ucu bucağı belirsiz, esnek ve açık uçlu yeni bir gösteri alanı olarak sosyal medya ve özelinde de YouTube, Lady Gaga ve Park Jae Sang'ın Gangnam Style adlı şarkısında da görüldüğü üzere uluslararası üne sahip ve uzun süre gündemde kalan şöhretler yaratmıştır ve dünya genelinde bu videoları milyonlarca kişi izlemekte, bu süreçte oluşan dönüşüm Tayvan örneğinde olduğu gibi ülkele­rin kültür endüstrilerini tümden etkileyebilmektedir.

Kellner'ın yorumladığı gibi (2013, 1-6, 12) 2000 ABD seçim­lerinde internet, bir gösteri mecrası olarak büyük bir rol oyna­mış, hatta televizyonun bile önüne geçmiştir. Seçimde her iki büyük parti de, hem ana akım medyayı hem de interneti çok yoğun olarak kullanmış; e-mailler atmış, web siteleri açıp kam­panyalar düzenlemişler, fotoğrafları paylaşıp, videolar hazırla­yıp göndermişlerdir. Sürekli yeni gösteriler düzenleyip bunları kullanmışlar, bu gösteri materyalleri hem geleneksel medyada hem internette ve sosyal medyada sürekli dolaşmıştır. Özellikle NBC ve Fox networkünde basket ve eğlence şovları sürekli gündemde kalmış, 2000 seçimleri ABD tarihinin en pahalı se­çimine dönüşmüştür. Çünkü kampanyalara 3 milyar dolar har­canmıştır. Reklamlar, bir yazı tahtası olarak internet web sitele­ri ile, yalanlara, abartmalara, dikkatle bakıldığında görülen çarpıtmalara çok yakındır; bazı televizyon networkleri düzenli olarak reklam analizini yapmış ama sonuçlar oldukça çelişkili çıkmıştır.

Gösteri dili olarak, eğlence, komiklikler, hiciv, taşla­ma, yergi, konuşmaları çarpıtma, alaya alma ve her türlü yön­tem kullanılmıştır: Görsel, sesli, yazınsal, grafiksel her türlü yöntem. Bush'un başarılı talk showlari, görselleri, görüntüleri, tartışmaları, popüler gösterileri, internette ve medyada hafta­larca dolaşmış, yayınlanmıştır. Bush bu görüntülerde bazı tar­tışmalarda zorlandıkça sersemlemekte, saçmalamaktadır. İki karşıt aday, televizyonlarda sürekli gece tartışmaları yapmış ve bu gösteriler günlerce interneti ve sosyal medyayı kaplamıştır. Bu seçimde Al Gore, interneti adeta keşfeder. Bush'un geçmi­şindeki ya da o günkü skandalları, eksiklikleri, yeteneksizlikleri, güvenilmez ailesi, kolayca girilen internet sitelerinde bolca işlenmiş ana akım medya zengin bir madene benzeyen bu skandalları, konuları işlemekte başarısız kalmıştır.

İnternette, boş ya da saçma sohbetlerden zevk alan topluluklar bulunur. Bunlar, Shirky'nin sözünü ettiği üzere (2010,48- 51) ortalığın karışmasından ve gürültüden memnun olurlar. İnternette Flickr, YouTube ya da Wikipedia "ortak üretimce dayanır. Burada işbirliği de vardır. Ancak daha çapraşık bir şe­kilde. Katılım çok sayıdadır ve çok yönlüdür. Kimse katılım için bir karşılık ya da ödül almaz. Bu katılım olmasa, proje de yürü­mez. Enformasyonu paylaşmak ile ortak üretim arasında fark vardır. En önemli fark, ortak üretimde, bazı kolektif kararların olmasıdır. Örneğin Wikipedia'nın sayfalarını oluşturan süreç, karşılıklı yazışma, düzeltme ve en son tek sayfada anlaşmadır.
Ortak üretimin düzenli ve sürekli işlemesi, hayli zor bir süreçtir. Wikipedia'nın işleyişi böyledir. Bir dizi müzakere sonucu oluşur. Kolektif eylem üçüncü basamaktır: 1. Sohbet, paylaşım 2. Ortak üretim, işbirliği 3. Kolektif eylem. Kolektif eylem, grup çalışma­sının en zor türüdür. Belli bir çabayı ve her üyeyi bağlayacak şekilde bir edimi gerektirir. Sorumluluğun paylaşımını gerekti­rir. Enformasyonun paylaşımı, katılımcılar arasında paylaşıma dayalı bir farkındalık yaratır.

Ortak üretim, paylaşımlı yaratıma dayanır. Ancak kolektif eylem, kullanıcının bireysel kimliğini grubun kimliğine bağlayarak, paylaşımlı bir sorumluluk durumu yaratır. Örneğin lösemili çocuklar için yardım amaçlı yemek düzenlemek ortak bir üretim iken, kolektif eylem bir gruba, hükümete, harekete karşı olarak, aynı amacı paylaşan üyeler adına üstlenilen bir girişimdir. Kolektif eylemin düzenlenmesi, bilgi paylaşımından ya da ortak üretimden daha zordur. Bu nedenle sosyal medyada da kolektif eylem örnekleri azdır. Hiç kimse, sitenin sahibi News Corporation hariç, milyonlarca kişi ile konuşamaz. Bu durum Facebook, Live Journal ve Xanga gibi sosyal ağlar için de geçerlidir, bloglar için de. Çoğunun üyesi azdır.

Sosyal medyadaki "şöhret" olgusunda da Shirky'e göre (2010, 85) bir dengesizlik söz konusudur. Web'de etkileşimin hiç bir teknolojik sınırı yoktur; ama yine de güçlü bilişsel sınırlar vardır: Örneğin kim olursanız olun, sadece belli miktarda bloğu takip edebilir, sadece belli miktarda insanla e-posta alışverişi yapabilirsiniz. Web günlükleri, karşılıklı yazışmaya teknik olarak imkân sağlasa da, şöhret arttıkça ve ölçek büyüdükçe, karşılıklı yazışma imkânsız hale gelir. Teknolojik olanaklar gerçek bir etkileşim için yeterli ortamı sağlamayabilir. Şöhret, insani sınır­ları aşıyorsa, bu durum yaygın olarak yaşanır. Etkileşim için, blog sahibi yerine, başkalarının ya da ücretli elemanların yanıt yazması, sık rastlanan bir durumdur ama bunu herkes hazme­demez.

Eşitlikçilik, ancak küçük sosyal sistemlerde mümkün­dür. Bir kez ortam belli bir boyutu geçince, şöhret, zorunlu bir hareket olur. Blogların izleyicisinin artışı, etkileşimin yok olma­sına neden olur. 1 ya da 2 milyon okuyucusu olan bir blog yaza­rının, okuyuculara yanıt yazması neredeyse olanaksızdır. Yani "etkileşim" mümkün değildir. Ve kitlenin neredeyse tümü için imkânsızlaşır. Geri kalanla ise sadece ender ve önemsiz bir etkileşim yaşanır ve bu hemen her türlü medya için geçerlidir. Web günlükleri şöhretin tek yönlü aynasını ortadan kaldırmaz ve "etkileşimli TV" bir zıtlıktır. Çünkü televizyon ölçütünde bir kitleyi bir araya getirmek, pop star yarışmasındaki biri için, oy kullanmaktan daha etkileşimli olabilecek bir şeyi bozguna uğ­ratmaktır. Geleneksel medyanın ölümü ilan edilirken, web, bir nevi anti-tv olarak resmedildi. Televizyon tek yönlü, web çok yönlü idi. Tv pasif, web aktifti. Ancak artık biliyoruz ki, web, kitlesel medyanın sorunlarının panzehiri değildir. Çünkü bu sorunlardan bazıları insanidir ve teknolojik ayarlara uymaz. Blog dünyasında yetkili yoktur. Sadece kitleler vardır. Ama bir araya gelen dikkatlerin ağırlığı, geleneksel medyayla bağlantı- landırdığımız türden dengesizlikler yaratmaya devam eder.

İlgi çekici ve önemli bir noktayı Artz (2013, 22) şöyle açıkla­maktadır: Şirketlere ait olarak yayın yapan medya, kültür elitle- rinin karş.t-kültürel karakterini mutlulukla vurgulayıp sergiler.

Böylece kültürel çeşitliliğin gerçekleştiğini iddia eder. Matte- lart'ların vurguladığı gibi daha da önemlisi, reklamcılık ve eğ­lence, egemen orta sınıf yaşam tarzı olarak insanların bireysel potansiyellerini ve kendi sosyal koşullarını anlamaları için gere­ken zeminin altını oyar. Ayrıca insanın kolektif, demokratik, sosyal olabilirlikler konusundaki isteğinin dokusunu bireysel tüketime odaklarken, tarihe ve geleceğe ilişkin konuların otori­tesini sarsar ve gündelik hayatı öne çıkarır. Eğlencenin popüler modellerinin ve küresel medyada oluşturulan gündemin yayıl­ması için kitle kültürü kamusal söylemi bastırır, önünü kapatır. Özgür iletişim biçimleri ya da melez oluşumlar ise yaşanan bu ticarileşmeye karşı kültürel pratiklerin yayılması için çalışır ve gerçek bir yeni dünya düzeninin olasılıkları için kamusal söyle­mi tartışır.

Sosyal medya kullanımı ve kullanıcı kişiliğinin kesişme nok­taları üzerine yapılan bir araştırmada, sosyal medya alanı ola­rak vveb'in, giderek daha çok, kullanıcıların üretim ve yaratım alanına dönüştüğü, kullanıcının kişisel özelliklerinin öneminin arttığı, katılıma dayalı medyada bunun dikkate alınması gerek­tiği üzerinde durulmaktadır. Bu alandaki literatür, dışadönüklük, duygusal durgunluk ve deneyime açıklık gibi etkenler üze­rinde durmakta ve bunlar doğrudan kişinin sosyal medyayı kullanımı ile ilgili konuları oluşturmaktadır. Araştırmanın sonu­cuna göre dışadönüklük ve deneyime açıklık, sosyal medya kullanımını pozitif olarak etkilemekte, duygusal durgunluk ise negatif olarak etkilemektedir (Correa, Hinsley, Züniga, 2010, 247). Oysa bu araştırma eleştirel aklın tercih etme yeteneğini ve potansiyelini göz ardı etmektedir. Dışa dönük ya da deneyi­me açık çok sayıda insan da, yanlış bulduğu için sosyal medya­ya katılmayabilir. Ya da çok durgun ve içe kapalı insanlar, sosyal medyayı aktif olarak kullanabilir, kullanmaktadır. Bunun çev­remizde çok sayıda örneği vardır.

Burada sorun, bireyin, genel gidişatın peşine takılıp gitme ya da alternatif bir yaşam tarzı geliştirip geliştirmeme sorunudur. Kendi özel hayatını gösterilik bir seyir malzemesine dönüştürerek fotoğraf ve videolarla iz­lemeye açma eğilimi ya da başkalarının hayatlarını bir gösteri geçidi gibi izleme ve dikizleme eğilimi ağır bastıkça, çoğunluğun yaptığı şeyin dışında kalma duygusunun verdiği rahatsızlık art­tıkça sosyal medya kullanımı da artabilir. Ve bunların tersini hisseden ve düşünen bir birey için sosyal medyayı kullanmama eğilimi ağır basabilir.

YouTube, geleneksel medya tekelleri ile birlikte ortak pazar paylaşımları için birçok şekilde pazar arayışları içerisindedir. Ropert Murdoch'ın Fox televizyonu bunlardan birisidir. Üstelik YouTube, eğlence holdinglerinin serbest kopyalama alanındaki yasal düzenlemeleri ile sorun yaşasa da, yüksek derecede mer­kezileşmiş iş planı, sahiplik yapısı ve ürün markası anlamında gelirini paylaşan bir kurum değildir. YouTube'un bilgi yapısı, tasarımı, 'topluluk', 'yorum', 'cevap' retoriği üzerinden yürüse ve bilinse bile, esas olarak "gösteri" ve "kutlama" alanı olarak tasarlanmıştır. Guy Debord'un kastettiği anlamda daha çok söylemin yapıları üzerinde oynar ve şirket ve pazar politikaları üzerinde yükselir.

YouTube'un izleyici grupları, gerçek insani gruplar bile olabilirler ama onlar var olan rolleri, kederli, kendi destekçisi, parodi yazarı, üstat, bilgin, uzman ve hareketin ikin­cil aktörleri gibi gayet iyi oynarlar (Losh, 2008, 111). YouTu- be'daki insanlar bazen öylesine ünlenir ki, komşu ya da akraba­ların önüne geçerler. Çocuklar, sanatçılar, politikacılar, kadınlar hep YouTube'dadır. Sosyal medyada yayınlanan videoları pay­laşarak gelişen arkadaşlıklar, belli bir medyalaşma süreci yara­tır. Çünkü haberler geleneksel medyaya yansır. YouTube, ölüm, şiddet, ırkçılık, cinselliğe eğilim, vb. imgelerin de stereotip ola­rak sık kullanıldığı bir mecradır. "Nefret eden" (hater) olarak kullanılan kavram, bir videoya gereksiz sert eleştiriler yönelten kişi anlamına gelir. Bu, YouTube İçin "yerel" bir terimdir. You- Tube'da haterilar çok ünlenir ve sayıları bir hayli fazladır. Kulla­nıcılar bununla bağlantılı olarak ciddi tehditler almadıklarını vurgular. MySpace bu anlamda çok daha tehlikeli bir video paylaşım sitesidir çünkü onda cinsel içerikli çok sayıda video dolaşır ve paylaşılır (Lange, 2008, 93-95). MySpace daha çok eğlenceye dayalı ve ergenlere hitap eden bir sosyal medya ağı olup belli bir ihtiyacı karşılamadığı ve insanı tam olarak konum- landıramadığı için yerini Facebook'a kaptırmıştır.

Facebook insan egosunu merkeze alır. Onun ihtiyaçlarını karşılamayı vaad eder. Bu nedenle MySpace'in önüne geçmiştir. Facebook kullanıcıları sigara tiryakileri gibi, bırakmak isteyip de bıraka­mayan bağımlılara benzerler. Büyük markalar, şirketler, resmi kurumlar, okullar Facebook'u yoğun olarak kullanır. Yeni bir site kurulduğunda muhakkak Face bağlantısı aranır. Sosyal medya siteleri insan psikolojisinin önemli bir bileşeni olarak işlemektedir. Paylaşılanların beğenilmesi de yine ego ihtiyacını karşılamaya hizmet eder. İnsan neyi neyle yiyor, bak sahilde nasıl da zıplıyor, çok mutlu, nişanlandı, evlendi, bak çocuğu bile oldu, sevgilisiyle nerede buluştu, yeni arabası ne marka, dün hangi partide nasıl içti vb. konular Face'in asıl konularını oluş­turmakta ve bu tür mesajlar bitecek gibi de görünmemektedir (Şen, 2013).

Sosyal medyanın gösteri nitelikli dünyası ve görsel mater­yallerin teşhirine uygunluğu, insanların mahremiyet haklarına saldırma biçimine dönüşebilmekte ve bu nedenle gündelik yaşamda bazı sosyal patlamalar ve hukuki sorunlar yaşanabilmektedir. İsveç'in Göteborg kentinde Aralık 2012 tarihinde gerçekleştirilen protestonun konusu böyle bir sorundan kay­naklanmıştır. Protestocuların açıklamasına göre bazı öğrenciler birlikte öğrenim gördükleri arkadaşlarının fotoğraflarına Fa­cebook, Twitter ve Instagram gibi sitelerde ayrı bir sayfa halin­de yakışıksız ve "ahlaksız yakıştırmalar" yazıp yayınlamışlardır. Protestolar taşlı sopalı saldırılara dönüşmüş ve giderek büyü­müştür (Liseli kızlardan..., 2012). Bu tür sorunlar karşısında yasalar da yetersiz kalabilmektedir.

Tayvan'da fotoğrafın internette kullanımını Debord'un gös­teri toplumu kuramı bağlamında inceleyen bir araştırmada (Hsu, 2007, 596) medya doyumları ile sahneleme fenomeni birlikte ele alınmış, buradaki motivasyona da değinilmiştir. Hsu'ya göre, sahneleme fenomenini incelemede 'kullanımlar ve doyumlar' kuramı yetersiz kalmaktadır çünkü bazı online fotoğraf albümü kullanıcıları, gösteri-performans paradigması­nı haklı çıkaracak eğilimlere girmektedirler. Yani izleyici ve kul­lanıcı nitelik değiştirmiştir. Bu değişimler şöyle açıklanabilir:

1.Kullanıcılar, medya tüketimine (kullanımına) daha fazla zaman ayırmakta;

2.Bu tüketim, gündelik hayatın dokusuna giderek daha çok işlemekte;

3.Toplumlar bu iki sürecin iç içe geçişi ile daha gösterisel bir niteliğe bürünmektedir.

Ayrıca,

a. Sosyal dünyanın gösteriselliğinin artışı,

b. Bireylerin kendilik-algılarının narsistik bir boyut kazanması süreçleri yaşanmaktadır.

Biressi, bedensel travmanın gösteri malzemesi olarak kulla­nımında kadınsılığın yerine dikkat çeker (2004, 335). Buna göre günümüzde teşhir ve daha özel olarak da psikolojik ve beden­sel travmanın teşhiri, kültürümüzün temel özelliklerinden biri olmuş durumdadır. Televizyon talk showlarında, gözlemsel belgeselde, yaşam tarzı programcılığı ve gerçekçi televizyonun bütün özelliklerinin sergilenmesinde, meslekte ya da bireysel olarak çok acı çekmenin ve kişisel ızdırabın tüketimini görürüz. Kişisel travmayı gösteriye çevirme eğilimi, entelektüel beklenti­lerde ya çok azdır, ya da yoktur. Ancak geleneksel medya kül­türlerinde hayli yaygındır. Daha yeni formlarda görülen şekli ise toplumsal cinsiyet ayrımcılıklarından biri şeklinde işlemektedir. Bu bir sorundur çünkü en azından duygusal acı çekme durumu alışıldık ve yaygın olarak bir 'kadınsılık' durumu olarak sunulur. Acı çekme kadına atfedilen bir durumdur. Bu, kadınlar tarafından da böyle kabul edilir. Bedensel ya da psikolojik güvensizlik, incinebilirlik ya da zarar görme konusunda konuşmada hemfi­kir olma da kadınlara atfedilir. Ne zaman ki "erkeksi" zarar ya da travma söz konusu olur, onun medya kültüründe sunumu ve dolaşımı, oldukça farklı formlara ve anlamlara dönüşür.

22 Temmuz 2011 tarihinde Facebook'ta oluşturulan "Cey­lanlar Ölmesin: Kadına Şiddete Hayır" adlı grupla ilgili olarak yapılan bir araştırmada (Sağır, İnci, 2012) şiddetin algılanma­sında, yayılmasında ve yeniden üretiminde toplumsal teknoloji­lerin rolü sorgulanmıştır. Buna göre şiddet kolektif üretim bi­çimlerinde estetize edilmekte, bireysel anlamlandırma olanak­larının dışına çıkılmasına neden olmaktadır. 532 üyeli, 4007ü kadın, 132'si erkek olan bu grupta en çok (% 43,72) haber pay­laşımı olmuş, onu video ve köşe yazısı paylaşımı izlemiş, şiddet ve tecavüz haberlerine gösterilen tepkiler, yüzeysel ve çözüm­den uzak olarak kalmıştır.

Binark'a göre birey sosyal paylaşım sitelerinde kimliğini is­tediği şekilde konumlandırabilmekte, 'biz7 kavrayışı ve hayali içinde kimlik üretiminde giyinme biçiminden dil kullanımına, boş zaman etkinliklerinden popüler müzik tüketimine ve med­yayı kullanma biçimlerine uzanan farklı öğeleri bir araya getire­rek değişik seçimlerde bulunmaktadır. Bireyin sahip olduğu kültürel, simgesel ve ekonomik sermayesinden beslenen beğe­nileri ve yaşam tarzları, aidiyet tasarımının kurulmasında rol oynar (2005,118).

Toprak, Yıldırım vd.7e göre (2009, 106-115 ve 156-161) in­ternetteki iletişim ortamı melez bir nitelik taşır. Katılımcılar kimlik kurgulama yoluyla sürekli rol yapar ya da başka bir de­yişle "performans" yapar. Goffman performansı "belli bir du­rumda belli bir katılımcının diğer katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm etkinlikleri" olarak açıklamakta ayrıca vitrin kavramı üzerinde de durmakta ve vitrin'i, "ifadenin do­nanımı" olarak açıklamaktadır. Goffman performansta benliğin sunum amacının olumlu izlenim bırakmak olduğunu belirtir ve bu amacın sürekli varlığının önemine dikkat çeker. Yani sahne­lenen benlik, "genellikle güvenilir" olumlu bir imaj bırakmayı amaçlamaktadır.

Çöpçatan siteleri performansa iyi bir örnektir: Bu sitelerde görünüş, cinsiyet, yaş, yer ve meslek, boy, ırk, duruş, yüz ve beden ifadeleri sergilenmektedir. Bu sitelerde, kullanıcılar "gerçeği birazcık çarpıtır". Sosyal medya görsele dayalı verilerin malzemelerin daha çok kullanıldığı ortamlar olarak kullanıcılara ait doğum günleri, cinsiyetler, yaş, eğitim durumları vb. kişisel bilgileri, memleketleri, sevgilileri, medeni durumları, aile bireyleri, arkadaşları, ilgileri, alışkanlıkları vb. her türlü sorunun sorulabildiği, kullanıcıların da yanıtlayabildiği ortamlardır. Bu ortamlara uygun olarak denebilir ki, "Yeni ileti­şim biçimi, görmek ve göstermek, gözetlemek ve gözetlenmek­tir". Bu nedenle sosyal medyada en çok paylaşılan bilgi ve veri türü fotoğraf ve videodur. Facebook, görmek ve görünmek üzerinden işlemektedir. Gündelik yaşamın her tür görüntüsü, ağ'a yüklenmektedir. Amaç bunların görünür olmasıdır. Sosyal medya kullanıcılarına sürekli toplumsal sermayelerini sisteme aktarmaları için çağrıda bulunur. Sosyal medya toplumsal ser­mayeyi genişletmek ister. Yani tanıdıkların, ilişkilerin, isimlerin sürekli sisteme aktarılması (Toprak, Yıldırım vd., 2009,106-115 ve 156-161).

Sosyal medya konusunda yapılan bir araştırma (Zeybek, 2012, 287) kişilerin sosyal medyayı kullanım amaçlarının sıra­sıyla, arkadaşlarla iletişim kurmak, tanıdıklarından haberdar olmak, zaman geçirmek, eğlenmek, oyun oynamak, yeni arka­daşlar edinmek, evlenmek amacıyla biriyle tanışmak ve cinsel ilişki kurmak amacıyla biriyle tanışmak şeklinde olduğunu orta­ya koymaktadır. McGiboney (2009) Tvvitter'ın popülaritesi ve önemi arttıkça tüketici ve kurumsal dünyada da büyümesinin devam ettiğini, ancak arkadaşlık ilişkilerinde gerçek zamanlı iletişim için bir ortam işlevi gördüğünü, gerçekte ise marka pazarlamanın önemli bir bileşeni haline geldiğini belirtmekte­dir.

Buna göre işletmeler Twitter'da 3 farklı şekilde bulunabil­mektedirler:

1.Tanıtım: Twitter işletmelere ana sayfada "iş­letmeler" linkiyle "temelleri öğrenin", "aktivitenizi etkin kılın" ve "reklam vermeye başlayın" önerilerinde bulunur.

2.Kullanıcı ile işletmeler arasında konuşmalar yapılmasını sağlamak için.

3.Kullanıcıların markalar ile ilgili yaşadıkları deneyimleri anlattık­ları bir ortam olarak.

Kullanıcı tweetleri işletmeler için metin- veri işlevi görür. Yani oldukça önemlidir işletmeler için. Twitter, dinamik, açık, güncel ve enformasyoneldir. İşletmeler için geri­bildirimler taşır. Bu geribildirimler stratejilerin, planların, proje­lerin geliştirilmesine, verimlilik artışına olanak sağlar. Twitter'in herkese açıklığı, işletmeler için bir sınav ortamı da oluşturur. İşletme ya da kurum itibarı açısından kritiktir. Bu nedenle takip ve analiz ihtiyacı doğar (Çiğdem, 2012,113). Son yılların en çok kullanılan sosyal medyası olan Twitter, bu özelliklerinin yanı sıra ve onlarla birlikte, büyük bir gösteri aracına da dönüşmüş­tür. Kendini tanıtmak, açıklamak, kanıtlamak ya da göstermek istemenin en kolay karşılık bulduğu alandır Twitter. Ve bu ha­liyle, Debord'un tanımını yapmış olduğu "yoğun ve yaygın gös­terenin gelmiş bulunduğu son aşamalardan biridir.

Bu süreçte egemen olan kültür endüstrileri, sadece öyküleri hiper-bireyciliğe dönüştürmekle kalmamakta, onları aynı za­manda ıvır zıvır, ünlü, kendini abartan ürünler olarak tutup elde etmektedir. Haz, pazarlanabilir bir amaca dönüşmüştür ama o hep bizim ulaşabileceğimizden uzaktır. Hep başka ve yeni müşterilere gereksinim duyar. Ve üstelik buradaki haz elbette mutluluk, tatmin ve doyum getirmez (Artz, 2003, 22). Getirmediği için aynı şekilde sürer gider. Bir arayışa dönüşür. Hiç ulaşılamayan bir arayış. Anlamını gösterilerde arayan ve hiç bitmeyen bir süreç.

Yazan:Doç.Dr.Mukadder Çakır

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları,(2013)syf:45-60

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık
Devamını Oku »

Toplumsal Dönüşüm Bağlamında Sosyal Medya..





Toplumsal Dönüşüm Bağlamında Sosyal Medya ve Değişen Aile Kavramı

Giriş

Sanayi devrimiyle birlikte kadının çalışma hayatına girmesi toplumsal yapının değişiminde etken olmuş­tur. Önceleri ev işlerinden sorumlu olan kadın, kapitalizmin etkisiyle modern toplumda çalışma hayatına çekilmiştir. Toplum ve aile içinde kadına yüklenen roller kimi zaman medyadan topluma, kimi zamansa toplumdan medyaya yansımaktadır. Bu araçların bireyi toplumsallaştır­ma işlevi, erkeklerin ve kadınların toplumdaki rollerine ilişkin ipuçları vermektedir. Kadının toplumdaki yeri bu araçlarda belli kalıplar ve normlar halinde gelenekselleşmiş bir yapıya bürünmektedir (Terkan, 1999).

Sanayi öncesi ve sanayileşme sonrası toplum sıklıkla kıyaslanmaktadır. Ancak kitle iletişim araçları ve bu araçlardaki gelişmelerin toplum üzerindeki etkisinin giderek arttığı ise herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Özellikle uydu teknolojileri üç başlayan yayıncılığının sınır ötesine taşınmasıyla birlikte bu etki gün geçtikçe artmış ve yeni medya olarak adlandırılan interne­tin icadıyla birlikte had safhaya ulaşmıştır.

İcadından kısa bir süre sonra internetin toplumu nasıl şekil­lendirdiği veya bireyler üzerindeki etkinliği birçok araştırmacı tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Araştırmacılar sıklıkla iletişim çağı olarak nitelendirdikleri çağımızda toplumun aslın­da ne kadar iletişimsiz olduğunun altını çizmektedirler. Bunu yaparken de; bireyin artık diyalektiğin karşısındaki kişiyi yani "öteki"ni yok etmeye başladığını belirtmektedirler.

Bu duru­mun günümüzde diyalogları monologlara dönüştürdüğünü de ifade etmektedirler. Örneğin Baudrillard bu diyalektik karşıtın yok edilmesini durumunu; "eğer bilişim gerçekliğe karşı işlenen kusursuz cinayete sahne oluyorsa, iletişim de ötekiliğe karşı işlenen kusursuz cinayete sahne olmaktadır" diye nitelendir­mektedir (Baudrillard, 2006, s. 136). Diyalektikte artık öteki kavramının olmadığını, sanal dünyanın ötekini artık yok ettiğini savunan Baudrillard, bunun da toplumun her aşamasında ken­disini hissettirdiğini / hissettireceğini savunmuştur.

Kuşkusuz sunduğu olanaklar düşünüldüğünde internet ve kitle iletişim araçlarının faydaları saymakla bitmese de; aile içi iletişimin bozulmasında hatta kişiler arası ilişkilerin sıradanlaşmasında çok etkin olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Önce­leri sadece büyük çalışma laboratuvarlarında özel izinlerle kul­lanılan bilgisayarların küçülerek ailedeki her bireyin sahip oldu­ğu bir araç olması ve bu aracın da internete erişime imkân sağ­laması "mahrem" kavramının tanımını geliştirmiş ve özel ya­şam algısını değiştirmiştir.

Hem sanayi ile birlikte çalışan ebe­veynlerin gelirlerinin artması hem de kitle iletişim araçlarının her kişiye ayrı bir olanak sunması ailede bile iletişim eksikliği yaratmaya başlamış, toplumsal suçlar kadar ilişkiler de sanal dünyaya taşınmıştır. Bu gerçek; araştırmalara, kitaplara hatta filmlere ( You've got mail - 1999) bile konu olmaktadır. Bütün bu çalışmaların ortak noktası da toplumun hatta ilişkilerin inşa­sında kitle iletişim araçlarının baskınlığını gözler önüne sermek­tedir. Bu bağlamda yapılacak olan çalışmada sanal dünyanın, sanal kimliklerin hatta sanal medyanın yeni toplumsal düzenin inşasında ve gelişiminde etkisi tartışılmıştır. Verilerin toplan­ması ve değerlendirilmesi ise bilimsel gözlemi esas alan litera­tür tarama yöntemi ile gerçekleştirilmiştir.

Sosyal Bir Olgu Olarak Aile ve Değişen Yapısı

Her bireyin şüphe etmeksizin katıldığı toplumun en küçük birimi ailedir (Bulut, 1993, s. 1). Evlilikle kurulan aile, insanlığın var olduğu günden bugüne kadar, üye sayısının büyüklüğü, aileyi oluşturan evlilik türleri veya ailedeki karar veren cinsiye­te göre çeşitli şekillerde incelenmiştir. Bunun dışında aile ku­rumu; iç dinamikleri veya içinde paylaşılan roller bakımından çeşitli değişimlere uğramıştır. Ancak aile kurumundaki en kes­kin değişim kuşkusuz sanayi devrimi sonrası, büyük geniş aile­lerin yerini çekirdek ailelerin almasıyla yaşanmıştır (Günay,2002, s. 18).

Birçok düşünüre göre de, sanayileşmenin artmasıyla birlikte aile yapılarının çekirdek yapıya dönüşmesi ve kadının da işgücü olarak çalışma hayatına girmesi ile birlikte, toplumun en küçük parçası olarak adlandırılan aile kurumu zarar görmüştür. Ço­cukluk yaşlarından itibaren aile içinde büyümeyen bireyler, ilerleyen dönemlerde toplumsal faaliyetlerden, gelenek - gö­reneklerden uzaklaşmaktadırlar. Sanayileşme ile birlikte her­hangi bir maddeye aşırı tapınma olarak nitelendirilen parasal ilişkilerin yüceltilmesi; insan ilişkilerini çıkara dayalı, nesneler arası ilişkiye dönüştürmüş, dolayısıyla insanı "İnsanî" değerlere yabancılaştırmıştır.

Sanayi toplumu olarak nitelendirdiğimiz toplumsal yapıda özellikle kitle iletişim araçlarının yerleşik bir hal alması ile birlik­te, insan davranışları, tutumları kanaatleri, düşünceleri ve ey­lemleri de bir standartlaşma içerisine girmiştir. Sanayi toplumlarında bireyler; topluma ve siyasete etkin olarak katılan bir kamu toplumu değil, aksine kitle iletişim araçları vasıtasıyla yönlendirilen ve güdülen kitle toplumu biçiminde dönüşmüş­lerdir. İnsanlar kitle toplumunda yabancılaşmaktadır. 21. yüzyı­la doğru, iletişim araçlarının gelişmesi ve etkinliğiyle, dünya bağlamında ekonomik, sosyal ve siyasal küreselleşmenin ya­nında, özellikle etkisi daha yoğun olarak görülen kültürel küre­selleşme yaşanmaktadır.

Önceleri aile bireylerinin her birisinin gelecek için işgücü olarak değerlendirildiği ve neredeyse her ailenin kendi işinin patronu olduğu deyim yerindeyse KOBİ'lerin yerini, küçük hat­ta çekirdek aileler almıştır. Hem kadın hem de erkek bu sis­temde değişen modern yaşamın gereği doğrultusunda çalışma­ya başlamış, ortak bir payın paydası durumuna gelmişlerdir. Bu paylaşımda geleneksel aile yapısında alışılmış bir tabu olan, "ev işlerinden sorumlu olan kadındır" imgesi yıkılmıştır. Erkek de ev işlerinde kadına yardım etmeye başlamıştır. Hatta erkekle öz­deşleşen alış - veriş yapma hatta alış - veriş yapma ile ilgili kararların alınması durumu da kadın lehine değişmiştir. Ortak üreten, ortak kazanan bireyler olan ailenin üyeleri harcama konusunda da ortak hareket eder duruma gelmişlerdir (Suğur & Suğur, 2005, s. 23).

Modernleşme ile birlikte toplum, köylerden kentlere gelmiş ve burada sanayi kollarında çalışmaya başlamıştır (Suğur & Suğur, 2005, s. 22). Bu çalışma sürecinde sadece erkek değil kadın da aktif olarak rol almaktadır. Özellikle savaşlar sonrasında azalan erkek nüfusunun yerine ikame güç olarak da ça­lışma yaşantısına girmek zorunda kalan kadının 1988 yılında %88 olan tüm çalışan nüfus içerisindeki oranının, 2001 yılına gelindiğinde %48'e gerilediği görülmüştür.

Bu oranın gerileme­sinde sigortasız olarak gündelikçilik yapan, çocuk, hasta veya yaşlılara bakıcılık yapan veya takıcılar için takı, mağazalar için örgü veya el işi yapan vb. kadınların olmadığı da bilinmektedir. Ancak bunlara rağmen rakam bize Türkiye'de yaşayan kadınla­rın neredeyse yarısının çalışma yaşantısında olduğunu, yani her iki aileden birisinde hem kadının hem de erkeğin çalıştığını varsayma olanağı sağlamaktadır (Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği, 2010, s. 5).

Sanayileşme sonrasında, hızla değişmeye başlayan aile yapı­ları incelendiğinde, bu değişimin tarıma dayalı köy ekonomile­rinde istedikleri kazancı elde edemeyen bireylerin şehirleri tercih etmesi ile göç durumunun ortaya çıkışına ve bunula bir­likte gece kondu yaşantısına, bazı yerlerde ise günümüzde hala devam eden ve adına "varoş kültürü" denilen kültürün ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği görülmektedir (Görentaş, 2007). Varoş kültürü olarak nitelendirilen bu bölgelerde geniş aileden çekirdek aileye dönüşüm tamamlanamamıştır (Sökmensüer, 2008).
Ancak her ne şekilde olursa olsun yoğun iş temposuyla yo­rulan bireyler çalışma saatleri dışında evlerinin kapılarını sıkıca kapatarak dış dünyayla ilişkilerini medya ve internet üzerinden kurmaya başlamışlardır.

Mesai saatlerinde boş evler olarak duran apartman binaları genel Osmanlı mimarisinin iki katlı ve bahçeli yapısının aksine, en az dört kat ve her katında ortalama iki ailenin yaşadığı, sokak ile birinci kat üzerindeki mesafenin arttığı binalara dönüşmüştür. Bu apartman binalarında hapis olan çocuklar yalnız çocuklar olarak bir şekilde büyümeye de­vam etmekte ve toplumla yabancılaşmaktadır (Özamaç, 2010,s. 22). Bireyin sosyalleşmesinde ailenin etkisinin önemi yadsı­namaz. Çünkü bireyin toplumla olan bağlarının temelinin atıl­dığı ortam aile kurumudur.

Birey öncelikle davranışları ve sos­yalleşmeyi ailede öğrenerek daha sonra bu öğretileri çevresini geliştirmek / düzenlemek amacıyla kullanmaktadır. Ailede ya­şanan sorunların bireyin gelecek yaşamında etkili olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak bireyin yaşadığı toplumla yabancı­laşması sadece aile içi ilişkiler veya kitle iletişim araçlarıyla açıklanamayacak kadar önemli bir olgudur. Bireyin yabancılaş­masındaki diğer etken de bireylerin gelir durumudur. Gelir seviyesinin düşük olduğu ailelerde bireyler artık her şeyin mali­yet analizini yapmaya başlamışlar ve düşük gelirleri nedeniyle ev eğlencelerine yönelmiş veya arkadaşları ve akrabalarıyla internet üzerinden görüşmeye başlamışlardır.

SOSYAL MEDYA VE SOSYAL AĞLAR

Sosyal medya teriminin ortaya çıkışı internetin kullanıma açılması kadar eskidir. 19701i yıllarda geliştirilen MUD yani Multi - User Dungeon (Çoklu Katılımcılı Zindan), Multi-User Dimenson (Çok Katılımcılı Boyut) veya Multi User Domain (Çok Katılımcılı Alan) olarak adlandırılmaktaydı (Edosomwan, Praka- san, Kouame, Watson, & Seymour, 2011, s. 80-81). Bu uygula­ma, 1978 yılında BBS'nin 1 (Bulletin Board Sytem) kullanıma açılmasıyla birlikte aktif olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu sistem, Web 1.0 arayüzünü kullandığı için bu arayüzdeki sitele­rin içerikleri genel olarak yazılardan ibaretti, ancak Web 2.01n kullanıma açılmasıyla birlikte sitelerin içerikleri yazılar kadar görsellik de taşıyabilir duruma gelmiştir. Daha sonraki bir ge­lişme olan Web 3.0 uygulamasıyla birlikte de taşınabilir araçlar

Bilgisayar kullanıcılarının, modem ve telefon hattıyla internete erişerek, mesaj alışverişinde bulundukları sisteme verilen isimdir (Ayrıntılı bilgi için Bkz.https://en.wikipedia.org/wiki/Bulletin__board_system).için yeni bir arayüz kullanılmaya başlanmıştır (http://nonprofitorgs. wordpress.com, 20io). Bu gelişmeler ile birlikte sosyal medya gü­nün her anında bireylerin kullanabildiği bir araç haline dönüş­müştür.

Sosyal ağların ortaya çıkışı ise 1997 yılında kurulan SixDeg- ress sitesi ile olmuştur. Bu siteyi sırasıyla 1990 yıllarda faaliyet­lerini sürdüren, BlackPlanet, AsianAvenue ve MoveOn takıp etmiştir (Edosomwan, Prakasan, Kouame, Watson, & Seymour, 2011, s. 81). 2000 yılıyla birlikte sosyal ağlar yükselişe geçmiş­tir. Özellikle fotoğraf paylaşım siteleri ve blog sitelerinin çıkışıy­la birlikte sosyal ağların yükselişi hızlanmıştır. Ancak 2004 yılın­da kurulan Facebook Harvard ve 2005 yılında kurulan YouTube gibi sitelerle birlikte sosyal ağlar artık yaşamın bir parçası hali­ne dönüşmüştür. Özellikle 2007 yılında Facebook sitesinin üye alimim genişletmesiyle birlikte gördüğü ilgi benzerlerini de ortaya çıkartmıştır. Linkedin, Twitter, Google+ vb. sosyal ağlar ortaya çıkmış ve bireyler düşüncelerini her an tanıdıkları / ta­nımadıkları kişilerle paylaşabilir, başkalarının düşünceleri hak­kında yorum yapabilir duruma gelmişlerdir.

Aslında iç içe geçen sosyal medya ve sosyal ağların ayrıştık­ları noktalardan birisi de işte burası olmuştur. Sosyal medya ve sosyal ağ arasındaki farkları beş grupta toplayan Hartshon, birinci olarak sosyal medyanın bilginin geniş bir kitleye dağıtıl­ma yolu olduğunu ve bunun da herkes tarafından kullanılabile­cek bir yol olduğunu ifade etmiştir. Sosyal ağda ise bunun sa­dece ortak düşünceler veya aralarında ortak bir bağ olan kişiler / gruplar tarafından yapılan bir faaliyet olduğunu tanımlamak­tadır. İkinci fark olarak sosyal medyanın gazete, radyo, televiz­yon vb. gibi bir iletişim kanalına benzediğinin altını çizmektedir.

Mesaj ve bilgi basit bir yolla diğer bireylere yayılmakta ve bireylerin tepkisi genel olarak bilinmemektedir. Sosyal ağlarda ise iletişim iki şekilde meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi herhangi bir başlığa / konuya bağlı olarak yapılan yorumlar, değerlendirmeler ve paylaşımlarken, diğeri ise bireylerin ilişki­lerini sürdürmek amacıyla yaptıkları iletişim şeklidir. Üçüncü bir fark olarak Return On Investment yani yatırım kârlılığı gelmek­tedir. Hartson, sosyal medyada açıklanmasının biraz şüpheli olduğunu yani sosyal medyada bir markanın, ürünün veya ser­visin rakamsal bir değerinin verilmesinin, bununla ilgili konuş­maların yapılmasının ve takip edilmesinin, sosyal ağlara göre daha zor yapıldığının altını çizmektedir.

Dördüncü olarak za­man uygunluğunu göstermektedir. Sosyal medyada bireylerin çalışma ve sitelerini geliştirme / takip etme sürelerinin fazla olmasının ayrıca geliştirim süreçlerinin fazla olmasının sınırsız bir maratona benzediğini ifade ederken, sosyal ağlarda kişi ve karşısındakinin iletişime geçmesinin daha kolay olduğunu, ileti­şimin daha faydalı bir süreç geliştirdiğini ifade etmektedir. Son olarak ise halkla ilişikler çalışmaları bakımından takip kolaylığı ve bu sürecin başarısını değerlendirdiği süreçte sosyal ağların, sosyal medyadan daha üstün bir halkla ilişkiler çalışmasına olanak sağladığını belirmektedir (Hartshon, 2010). Tüm bu ifadeler üzerinden de anlaşılacağı gibi her ne kadar terimsel olarak bir karışıklık olsa da sosyal medya bir sosyal ağ değildir.

SOSYAL AĞLARIN TOPLUMSAL OLAYLARA ETKİSİ

Kitle iletişim araçlarındaki iletilerin bireyleri nasıl etkilediği sorusu her zaman ilgi çeken bir araştırma konusu olmuştur. Radyo, televizyon veya basılı kitle iletişim araçlarındaki geri beslemenin gecikmesi veya bireylerin herhangi bir konuda fikirlerini beyan ederlerken yaşadıkları sıkıntıların sosyal medya ve sosyal ağlar ile daha düşük seviyelere inmesi, bireylerin bu araçları kullanmalarında etken olmuştur.

Özellikle Facebook, Twitter gibi sitelerin büyük kitleler tara­fından kullanılmaya başlamasıyla birlikte sosyal ağlar sosyal olaylıda da etkili olmaya başlamıştır. Bireyin herhangi bir ko­nuda fikirlerini rahatlıkla açıklayabilmesi, ek bir ücret ödemek­sizin tanıdığı kişiler hakkında bilgi toplayabilmesi veya diğer bireylerin düşüncelerini öğrenebilmesi nedeniyle sosyal ağlar katılım kültürü adı verilen bir kültür türüyle özdeşleşmektedir. (http://www.dinkulturudefteri.com, 2013). Katılım kültüründe birey çevresinde / toplumdaki her olay hakkında fikir sahibi olup kendi fikirlerini açıklayabilmekte ve fikirleri hakkında diğer insanların neler düşündüğünü öğrenebilmektedir.

Ancak sosyal ağlar sadece kişilerin düşünceleri veya diğerle­ri hakkında bilgi toplamaktan öteye geçerek ülkelerin siyasetle­ri, toplumsal olayların başlaması gibi konularda da etkisini his­settirmektedir. 2001 yılında Filipinler'de patlak veren yolsuzluk olaylarından sonra bireylerin hem sosyal medya, hem de sosyal ağlar üzerinden artan tepkilerinden sonra ülkenin 13. Cumhur­başkanı Joseph Estrada, senatoya rağmen istifa etmek zorunda kalmıştır (Kuzuloğlu, 2013).

2008 yılında Mumbai'ye yapılan terör saldırısına en büyük tepki olayın yakınlarında olan görgü tanıklarından gelmiştir. Özellikle Flickr ve Twitter siteleri üzerinden her beş saniyede bir, patlama yerine ait fotoğrafları veya yorumlarını paylaşan kullanıcılar bölgenin ihtiyacı olan konularla ilgili en fazla bilgiyi sunmuşlardır (Beaumont, 2008).

2009 yılındaki İran seçimlerinde sandıktan ikinci kez Ahme- dinecad'ın çıkması, reformcular tarafından büyük bir hayal kırıklığı olarak adlandırıldı. Rejime karşı güveni olmayan halk seçime karşı ayaklanarak Musavi'nin kazandığını, seçimlerin iptal edilmesi gerektiğini savunmuştu. Ancak ayaklanmalar sonrasında 27 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi Nida Sultanin rejime bağlı milisler tarafından öldürülmesi sosyal ağlarda bir­çok insanın olaya tepki göstermesine neden olmuştur. Müsavi ile reformcu liderlerden Kerrubi'nin başını çektiği reformcu gruplar, sosyal ağlar aracılığıyla İran'daki halkı direnişe geçme­ye çağırıyor, bunu yapabilmek içinde sosyal ağlara el kamerala­rı veya cep telefonlarıyla çektikleri görüntüleri yüklüyorlardı. Bu çaba kısa sürede etkisini göstererek, sosyal ağlar aracılığıyla ilk kez halkın sokaklara dökülerek tepkisini gösterdiği olay ola­rak kaydedilmiştir (Dağlı, 13).

Yine 2009 yılında Moldova'da 7 Nisan'da yapılan seçimin sonuçlarını protesto etmek için Moldova'nın en büyük şehirle­rinden birisi olan Chişinâu'nın Stefan cel Mare Boulevard'ında gazeteci Natalia Morar ile birlikte sivil itaatsizlik eylemi başla­mıştır. Yaklaşık 3000 kişinin katıldığı eylemde 278 kişi yaralan­mış ve eyleme en büyük destek Twitter sitesi üzerinden veril­miştir (en.wikipedia.org, 2013).

Sosyal ağlar her geçen gün etkisini arttırmakta, bu da yaşa­nılan olaylarda kendisini göstermektedir. Sosyal ağların etkisi­nin görüldüğü en büyük olaylardan birisi de 2010 yılındaki Arap Baharı'dır. Arap Yarımadasında başlayan ve Arap halklarının demokrasi, özgürlük, insan hakları taleplerinden ortaya çıkan eylem kısa sürede bölgesel, toplumsal siyasi bir eyleme dö­nüşmüştür. Bireylerin sadece sosyal ağlar ile organize olduğu­nu söylenmenin yersiz olduğu bir gerçekken, özellikle Arap Baharı gibi bir eylemde sosyal ağların etkisinin ne kadar büyük olduğu yadsınamaz bir gerçek olduğu araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir (Yüksel, 2013).

Sosyal ağların etkisinin derin bir şekilde hissedildiği diğer bir olay ise 17 Eylül 2011 yılında New York'ta Kanadalı gösterici grup Adbusters tarafından başlatılan Occupy The Wall Street (Wall Street'i İşgal Et) eylemidir. Sosyal eşitsizliği ve şirketlerin Amerikan yönetimindeki etkisini protesto etmek amacıyla baş­latıldığı söylenen eylem yaklaşık iki ay sürmüştür. Sosyal ağlar aracılığıyla başlatılan ve sürdürülen eylemde zaman zaman sosyal ağlar aracılığıyla direnişçilere yardım / destek mesajları yayınlamıştır.

Sosyal ağlar sadece siyasal olaylarla değil, aynı zamanda do­ğal afet dönemlerinde toplumun yaralarının sarılmasında da önemli bir güç durumundadır. Özellikle Haiti depremi, Japonya Depremi ve Van Depremi sonrasında yaşananlar bunun en güzel örneklerindendir. "Sosyal medya son yıllarda yaşanan afetlerde, afet olduğu anda ortaya çıkan kargaşanın ve ihtiyaç­ların belirlenmesinde en önemli cankurtaran olarak görülmeye başlanmıştır" (Yates ve Paquette, 2011 Aktaran (Sarı & Aksu, 2012, s. 41).

Sosyal Medyanın Aile İçi İletişime Etkisi

Teknolojik gelişmeler doğrultusunda etkilerini gün be gün arttıran kitle iletişim araçları bireylerin merkezi durumuna gelmiştir. Bu merkezileşme kitle iletişim araçlarının içeriklerinin zenginleşmesi ve alım gücünün artmasıyla birlikte ilk dönüşü­münü evin her odasına konulan televizyon ile göstermiştir. Böylelikle ailelerin evlerinde geçirdikleri zamanlar genellikle televizyon karşısında geçer olmuştur (Albukrek, 2013).

Televizyonun aileye olan etkisi uzun süre araştırılmış ve bu araştırmalar sonucunda aile içi şiddeti ve çocuğun ileri dönem­de şiddete yönelmesi gibi davranışları da etkilediği belirlenmiş­tir. Aynı zamanda televizyonun aile içi iletişimi azalttığı ve baş­ta çocuklar olmak üzere tüm aile içi iletişimi etkileyen bir araç olduğu da sık sık ifade edilmiştir (Batmaz & Aksoy, 1995, s. 2). Araştırmalarda televizyonun sadece aile içi iletişimi değil direkt olarak aileyi etkilediğini saptayan sonuçlara da ulaşılmıştır. Bu çalışmalardan bir tanesi TÜİK tarafından yapılmıştır. TÜİK'in yaptığı araştırmada artan boşanmaların sebeplerinden bir ta­nesinin bireylerin televizyon dizlerinde gördükleri gibi yaşamı istemeleri ve bunu elde edemedikleri zaman da boşanma yolu- na gitmeleri olduğu sonucuna ulaşılmıştır (www.memurlar.net, 2010).

Aile ve aile içi ilişkilerde etkili olan bir diğer kitle iletişim aracı da kuşkusuz internettir. İnternet günümüzde bilgilenme işlem yürütme, haberleşme, eğitim ve sosyalleşme fonksiyonla­rıyla bireylerin yaşantısının ayrılmaz bir parçası olmuştur. An­cak bu olumlu özelliklerinin tersine internetin kişiler üzerinde yarattığı bağımlılık duygusu ve yarattığı dijital dünyanın içine bireyi hapis etmesi beraberinde birçok olumsuz etkiyi de ya­nında taşımaktadır. Özellikle internetin yarattığı sanal dünya­nın bireyin sosyal, toplumsal ve aile içi iletişimine olan olumsuz yansıması yaşanılan sorunların kaynağı olarak adlandırılmakta­dır. Burada internet içeriklerinin özellikle de sosyal ağların ba­ğımlılık yapıcı etkisi olduğu belirtilmektedir.

Son dönem araştırmalarda sanal ortamların bireylerin sos­yalleşmesinde etkili olduğu belirtilmekte ancak bu sosyalleş­menin gerçek bir sosyalleşmeden öte sanal bir sosyalleşme olduğunun altı çizilmektedir. Türkiye'de akademik anlamda, "bireylerin neden sosyal paylaşım ağlarına üye oldukları" ve buna bağlı olarak "demografik özellikleri ve sosyal paylaşım ağları seçimleri", "sosyal paylaşım ağlarında en çok hangi bö­lümlerin özelliklerini kullandıkları" gibi soruları inceleyen aka­demik çalışmalar, yeni yeni yapılmaya başlanmıştır. Toplumun her kesiminden bireylerin rahatlıkla katılabildiği, görüşlerini yazabildiği sosyal ağlar; erişim kolaylıkları ve bireylerin kişilera- rası ilişkilerini yönlendirmede etkinlikleri kadar aile ilişkilerinde de belirleyici olmaktadırlar.

Bir iletişim aracı olan internetin, bağımlık yaratması nede­niyle aileleri iletişimsizliğe iten bir araca dönüştüğü araştırma­cılar tarafından sıklıkla belirtilmiştir. Özellikle gerçek mekânla­rın yerini alan sanal mekânlar, gerçek çevrelerin yerini alan sanal çevreler, gerçek sosyal ilişkilerin yerini alan sosyal ağlar üzerindeki ilişkilerin boşanmalarda da etkili olduğu görülmek­tedir. Yeni arkadaşlar, yeni çevre ve eski arkadaşları buluşturan sosyal paylaşım ağlarının aile içindeki sorunların daha da bü­yümesine neden olduğu, teknoloji bağımlılığı nedeniyle eşlerin de aileye olan sorumluluklarını yerine getirmemeye başladıkla­rı uzmanlar tarafından ifade edilmektedir (www.millyet.com.tr, 2012).

Uzmanlar aile bireylerinin bile artık birbirleriyle konu­şamadıklarını, ebeveynlerin televizyon veya internet başında vakit geçirirlerken; çocuklarını da yine televizyon ve bilgisayar­lar başına terk ettiklerini ifade etmektedirler. Günümüz toplu- munda aile bireylerinin bu nedenlerle birbirlerinden uzaklaşa­rak yabancılaşmaya başladıklarını hatta bu yabancılaşmanın aileleri boşanmaya götüren bir süreç olduğunu da vurgulamak­tadırlar (www.oku.on5yirmi5.com, 2012).

Tahiroğlu ve arkadaşları tarafından 2010 yılında yapılan ça­lışma gençlerin internet ve sosyal paylaşım ağlarından nasıl etkilendikleri sorusunu sorgulamaktadır. Çocukların ve gençle­rin interneti kullanma nedenleri ile bağımlılık dereceleri ara­sında ilişki olduğunu belirten çalışma, özellikle çevrimiçi oyun­ların ve internet gevezeliği adı verilen sitelerin internet bağım­lılığını arttığı sonucunu ortaya çıkarmıştır (Tahiroğlu, Çelik, Bahalı, & Avcı, 2010, s. 25). Bu bağımlılık çocukların ailelerin­den uzaklaşmalarına, vakitlerinin büyük çoğunluğunu sanal alemde veya sanal dünyadaki arkadaşlarıyla geçirmelerine neden olmakla birlikte çocukların / gençlerin topluma yabancı­laşmasına da sebep olmaktadır.

Sosyal paylaşım ağları bireyin kendisini özgür bir şekilde ifa­de etmesine imkân sağlamaktadır. Bunun yanı sıra sosyal pay­laşım ağları bireyin sosyal bir ilişki kurmasına veya bu ilişkileri sürdürmesine olanak sağlamaktadırlar (Dilmen & Öğüt, 2010). Ancak bu iletişim aile fertlerinin birbiri arasında değil de; sosyal ağlar üzerindeki iletişimine dönüştüğü zaman hem aile saadetini tehdit etmekte hem de aile üyelerini birbirlerine karşı ya- bancılaştırmaktadır.

Bu bağımlılık ve yabancılaşma bazen anne ile çocuk arasına bile girebilmektedir. Sosyal paylaşım ağlarının sunduğu eğlen­celi içeriklerin ve çevrimiçi oyun oynama hizmetlerinin bağımlı­lık yaptığının en güzel örneklerinden bir tanesi de ABD'de FarmVille oynarken ağladığı için çocuğunu camdan atan anne örneği ile görülmektedir. Anne, Farmville oynarken sürekli ağlayarak ilgi isteyen çocuğunu, oyunla olan ilişkisini kestiği ve bu yüzden oyundaki görevlerini yerine getiremediği için cam­dan atarak ikinci dereceden cinayetle tutuklanmıştır (Martinez, 2010).

SONUÇ

Medyanın gücü, her zaman her yerde kullanıcısını yakalayıp istediği mesajı verebilmesinden gelmektedir. Diğer bir deyişle medya bireylerin dünya görüşünü, tutum ve davranışlarını etkilemekte ve belirli bir yönde değiştirmektedir. Medya en başından beri söylediğimiz gibi aile üzerinde tek başına bir etken olmamıştır. Modernleşme, ekonomik kaygılar ve teknik gelişmelerin katkısı da yadsınamaz. Ancak medyanın; iktidarla­rı, ülkeler arası ilişkileri, toplumsal olayları yönlendirmesinden aile kurumu da nasibini almaktadır. Yakın bir zamana kadar insanın kendisini güvende hissettiği, yalnızlıktan kurtulduğu, sevgisini, üzüntüsünü paylaştığı, gündelik hayatın koşuşturma­sından uzaklaşıp huzura erdiği yer ailesi iken, bunun yerini sos­yal paylaşım ağları ve dizilerdeki sahte yaşamlar almıştır.

Med­ya içerikleri ile sunulan sanal bilinç yapısı ve tekdüze yaşam biçimi aileleri geleneksel yapılarından kopararak farklı bir yapı­lanmaya zorlamaktadır. Aile içi şiddetin, her toplumda yaşan­dığı dünyada, televizyon yayınları ile adeta bu durum onayla- tılmaktadır. Medya ve kitle iletişim araçları aslında iletişimi kolaylaştırmaları gerekirken, aile içinde iletişimsizliğe neden olmaktadırlar. Medya boşanmaların artmasında, aile içi şiddetin kanıksanmasında, çocukların şiddete olan eğilimlerinde, aile içi sohbetlerin ne olacağında; kısacası her konuda etkili ve be­lirleyici bir rol üstlenmektedir.

Bunların yanı sıra aile içinde aradıkları huzuru ve yakınlaş­mayı bulamayan gençler sosyal paylaşım ağlarında ve sanal mekânlarda kendilerine yardımcı olacak, en azından fikirlerini dinleyecek bireyler aramaya başlamaktadırlar. Anne, baba veya kardeşin yapamadığı / yapmadığı bu görevi yapacak kişileri arama yoluna gitmekteler ve internette geçirdikleri zaman artmaktadır. Bu da bireylerin küçük yaşlarda büyük hatalar yapmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak aile içindeki iletişim­leri iyi olan bireyler ise, sadece ihtiyaç duyduklarında internete yönelmekte ve bilgi arama, ödev yapma, paylaşımda bulunma vb. gibi kısa süreli işler için internete girmektedirler. Aile içinde iletişimleri iyi olmayan çocuklar / gençler için internet "amaç" iken, aile içi iletişimleri iyi olanlar için bir "araç" olarak nitelen­dirilmektedir (Bayraktutan, 2005, s. 152-153).

Belli işlevleri yerine getirmek üzere bir araya gelmiş, arala­rında belirli bağ ve etkileşim olan kişiler topluluğu olarak ta­nımlanan aile, içinde bulunduğu etkileşimi gerçekleştirmek için özellikle psiko-sosyal açıdan da kitle iletişim araçlarını kullan­maktadır. Kitle iletişim araçları aile içindeki bireylerin sağlıklı iletişimini sağlayan bu etkileşimi olumsuz etkilediğinde ise gü­nümüzün en önemli sorunlarından birisi olan kültürel değerleri ve insani erdemleri yozlaştıran durum ortaya çıkmaktadır.

Da­ha farklı bir deyişle kitle iletişim araçları bireylerin algı düzeyini değiştirmektedir. Sonuçta medya aile içi iletişimi etkilediği gibi aynı zamanda bireylerin zihinlerinde farklı bir imaj oluşturma gücüyle toplumsal bozulmanın başlıca nedeni olmaktadır. Bu­nun önüne geçebilmek içinse; aile içindeki bireylerin birbirleriy- le iletişime geçmeleri, birbirlerine vakit ayırmaları önem arz etmektedir. Bireyler sosyalleşmenin en önemli basamağı olan ailede sosyalleşme pratiklerini öğrenerek bunu gerçek dünyada uygulayabilme yetilerini kazanabilmelidir. Burada da en önemli sorumluluk anne ve babaya düşmektedir.

Bu nedenle ebeveynler teknolojik gelişmeleri yakinen takip etmekle kalmayıp onlardan gelecek tehditlere karşı aile birey­lerini koruyabilecek önlemleri de almaya çalışmalıdırlar. Ancak bunu yaparken de aileleriyle ilgilenmeli günün belli saatleri birbirilerine vakit ayırmalıdırlar.

Yazan:Yrd.Doç.Dr.Enderhan Karakoç-Öğr.Gör.Onur Taydaş

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları(2013),syf:207-224

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık



Kaynakça

Albukrek, İ. (2013). Çocuklar Televizyonu Seviyor Ama. 06 27, 2013 tarihinde www.ekipnomarazon.com:http://www.ekipnormarazon.com/ makaleler/9-tv-ve-cocuk/39-cocuklar-televizyonu-cok-seviyor- ama adresinden alındı.

Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği. (2010). Toplumsal Cinsiyet - Yoksulluk İlişkisi: Değien Aile İçi Dinamikler Üzerinden Bir Oku­ma. Ankara: Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği.

Batmaz, V., & Aksoy, A. (1995). Türkiye'de Televizyon ve Aile (Elektronik Hane). Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı.

Baudrillard, J. (2006). Kusursuz Cinayet. (N. Sevil, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Ya­yınları.

Bayraktutan, F. (2005). Aile İçi İlişkiler Açısından İnternet Kullanımı. İstanbul: Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Yapı - Sosyal Değişme Bilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Beaumont, C. (2008, November 27). Mumbai attacks: Twitter and Flickr used to break news. Temmuz 10,2013 tarihinde www.telegraph.co.uk: http://www. telegraph.co. uk/news/worldnews/asia/india/353064 O/Mumbai-attacks-Twitter-and-Flickr-used-to-break-news- Bombay-lndia.html adresinden alındı.

Bulut, I. (1993). Ruh Hastalığının Aile İşlevlerine Etkisi. Ankara: Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı Yayınları.

Dağlı, T. (13, Haziran 2013). Seçim İran'ı Bir Kez Daha karıştırır mı? Tem­muz 2013,10 tarihinde www.haber7.com: http://www.haber7. com/yazarlar/taha-dagli/1038013-secim-irani-bir-kez-daha-karistirir-mi adresinden alındı.

Dilmen, N. E., & Öğüt, S. (2010). Sosyalleşmenin Yeni Yüzü: Sosyal Paylaşım Ağları. Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim Uluslararası Konferansı (s. 237-242). İstanbul: Marmara Üniversitesi.

Edosomwan, S., Prakasan, S. K., Kouame, D., Watson, J., & Seymour, T.(2011). The History of Social Media and its Impact on Business. The Journal of Applied Management and Entrepreneurship,
16(3), 79-91.

en.wikipedia.org. (2013, May 27). 2009 Moldova civil unrest. Temmuz 10, 2013 tarihinde http://en.wikipedia.org: http://en.wikipedia. org/wiki/2009_Moldova_civil_unrest adre-sinden alındı.

Görentaş, Z. G. (2007). Türkiye'de Köyden Kente Göçün Siyasal Yansımaları -I. 06 25, 2013 tarihinde akbulutkoyu.blogcu.com:http://akbulutkoyu.blogcu.com/turk\ye-de-koyden-kente-gocun- siyasal-yansimalari-i/1372404 adresinden alındı.

Günay, D. (2002). Sanayi ve Sanayi Tarihi. Mimar ve Mühendis Dergisi[31), 8- 14.

Hartshon, S. (2010, Mayıs 4). 5 Differences Between Social Media and Social Networking. 06 2013,10 tarihinde http://socialmediatoday.com: http://socialmediatoday.com/index.php?q=SMC/194754 adre­sinden alındı.
http://nonprofitorgs.wordpress.com. (2010,01 2010). Web 1.0, Web 2.0 and Web 3.0 Simplified for Nonprofits. 06 10, 2013 tarihinde http://nonprofitorgs.wordpress.com:

http://nonprofitorgs.wordpress.com/2010/01/28/web-l-0-web- 2-0-and-web-3-0-simplrfied-for-nonprofits/ adresinden alındı.
http://www.dinkulturudefteri.com. (2013, Haziran 06). Sosyal Medya, Blog,
Mikro Blog, Sosyal Ağlar ve Sosyal İmleme. Temmuz 10, 2013 ta­rihinde www.dinkulturudefteri.com:

http://www.dinkulturudefteri.com/bilisim/index_dosyalar/sosyal
%20medya%20bro%C5%9F%C3%BCr.pdf adresinden alındı.

Kuzuloğlu, S. (2013, Mayıs 05). Sosyal medya belası. Temmuz 10, 2013 tari­hinde www.rakidal.com.tr:http://www.radikal.com.tr/yazar- lar/m_serdar_kuzuloglu/sosyal_ medya_belasi-l136299 adresin­den alındı.

Martinez, E. (2010, October 28). FarmVille Playing Mom Admits She Killed Infant Who Interrupted Facebook Game. 06 2013, 28 tarihinde www.cbsnews.com:http://www.cbsnews.com/8301- 504083_162-20021079-504083.html adresinden alındı.

Özamaç, Y. (2010, Kasım). Çocuk Oyunları Olimpiyatları. Eğitim ve Gençlik(14),22-23

Sökmensüer, Y. (2008,12 14). Anketli Varoş Projeksiyonu. Hürriyet.

Suğur, S., & Suğur, N. (2005). Geleneksel Toplumdan Modern Topluma Geçiş Eskişehir, Türkiye: Anadolu Üniversitesi Yayınlar.

Tahiroğlu, A. Y., Çelik, G. G., Bahalı, K., 8ı Avcı, A. (2010). Medyanın Çocuk ve Gençler Üzerine Olumsuz Etkileri; Şiddet Eğilimi ve Internet Ba­ğımlılığı. New/Yeni Symposium Journal, 48(1), 19-31.

Terkan, B. (1999). Kadının Toplumsallaşmasında Yazılı Basının Rolü ve Yazılı Basında Kadın İmajı. Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

www.memurlar.net. (2010, Ekim 18). Televizyon dizilerindeki lüks hayat boşanmaları tetikliyor. Haziran 19, 2013 tarihinde www.memurlar.net: http://www.memurlar.net/haber/179356/ adresinden alındı.

www.millyet.com.tr. (2012, Mart 07). Boşanmaların En Popüler Sebebi Fa- cebook. Haziran 2013, 23 tarihinde www.milliyet.com.tr: http://kadin.milliyet.com.tr/bosanmalarin-en-populer-sebebi- facebook/ask-
iliskiler/haberdetay/07.03.2012/1331414/default.htm adresin­den alındı.

www.oku.on5yirmi5.com. (2012, Aralık 16). Araştırmalar, en ciddi boşanma sebebinin internet olduğunu gösteriyor. 10 çiften 7'si internet yü­zünden boşanıyor. Haziran 25, 2013 tarihinde www.oku.on5yirmi5.com:http://oku.on5yirmi5.com/haber/aile /iliskiler/28068/en-ciddi-bosanma-sebebi-internet.html adresin­den alındı.

Devamını Oku »

Kıyasta Yanlışa Götüren Nedenler



Bu konuda birkaç fasıl vardır.

Birinci Fasıl: Yanlışa Neden Olan Şeylerin Belirlenmesi

Bilinmelidir ki, kıyasın öncülleri, şekil olarak kıyasın üç şeklinin sonuç veren darplarına göre tertip edilip; bundan sonra ilk olarak kıyasın birincil (en küçük) parçaları olan üç terim ortaya çıkarılır; sonra da kıyasın ikincil parçaları olan önermeler birbirinden ayırt edilirse; bunlara ilaveten öncüller doğru ve sonuçtan farklı ve ondan daha iyi bilinir olursa işte bu durumda bunlardan lâzım gelen şey zorunlu olarak doğru ve hakkında kuşku duyulmayan bir şey olur. Çünkü bu önermelerden doğru bir sonuç vermeyeni, ancak anlattığımız açılardan birindeki bir kusurdan dolayı doğruyu vermez ki, bu da şu seçeneklerde gösterilmiştir:

Yapılan kıyas, 1- şekillerden herhangi biri içinde yer almaması, 2- sonuç veren darbların dışında kalması, 3- deyimler veya 4- öncüllerin bir birinden ayırt edilme­mesi, 5- sonucun öncüller içinde yer alması ve öncüllerin sonuçtan farklı  olmaması; 6- sonucun bilinme açısından öncülden daha iyi bilinir olması ve bu sebeple 7- öncülün sonuçtan daha iyi bilinir olmaması. İşte bunlar kıyasta yanılgıya neden olan yedi nedendir. Şimdi bunların her birini bir örnekle açıklayalım ki bu konuda yanlıştan korunmak kolay olsun.

Birinci Hata Noktası

Kıyasın üç şekilden birine dahil olmamasıdır. Bu da deyimler arasında, ya her iki öncülde özne veya her iki öncülde yüklem veya birinde özne, diğerinde yüklem olan bir ortak deyimin bulunmamasıdır. Eşanlamlılık ve eşadlılık (hakikaten ve lafzen iştirak) olmadığında zihin onda yanıl­maz. Doğrusu bu durum açıktır. Ancak deyimler arasında manası farklı ol­makla birlikte eşadlı (lafzen müşterek) olan bir şey bulununca zihin yanılır.

Bu yüzden eşanlamlı ve eşadlı müşterek lafızlara ve özellikle de mütevâtır olmaları nedeniyle benzeşenlere dair yeterli incelemenin yapılması gerekir.Çünkü müşterek lafızlardaki farkın idraki zordur ve bu konu yanılmaların önemli bir nedenidir. Yukarıda ‘Kıyasın Öncülleri Kitabı’nda bunun taf­silatını öz olarak anlatmıştık. Ancak ne var ki biz orada yalnızca manaları özdeş olmayan (eşadlı) lafızları anlattık. Oysa bazen müştereklik, bizzat lafızdan değil de lafızların nazım ve tertibi sebebiyle de olur. Şimdi burada bunların örneklerinden dördünü anlatalım.

Birincisi, Allah Teâlâ’nın “Ancak Allah ve ilimde sağlam olanlar34 sözünde anlattığımız gibi, vakıf ve iptida denilen, durma ve yeniden başla­ma yerlerinden neşet eden müşterekliktir. Zira bu ayetin iki farklı manası vardır. Dolayısıyla buna benzer iki anlama gelen sözler öncüllerin birinde

bir manaya, diğerinde başka bir manaya için kullanılır ve bir ortak deyimin bulunduğu zannedildiği halde ortak deyim ortadan kalkmıştır.

İkincisi ise bir zamirin, bağlı olması muhtemel olan birden çok isim arasında gidip gelmesidir. Mesela şu söz gibi;

“Akıllı kişi bir şeyi bilirse o, bildiği gibidir.

Akıllı kişi taşı bilir.

Öyle ise o taş gibidir.”

Burada “o” zamiri akleden-akıllı kişi ile düşünülen-akledilen şeye bağ­lı olma arasında gider gelir. Öncülde düşünülen şeye bağlı olduğu kabul edilir, sonuçta ise karışıklık ortaya çıkar ve düşünen kişiye bağlıymış gibi zannedilir.

Üçüncüsü, iki anlamı sıraya koyan bağlaçların (atıf harflerinin) biri doğru diğeri de yanlış olan iki mana arasında gidip gelmesidir. Me­sela “Beş sayısı, çift ve tektir”, sözü gibi. Bu söz doğrudur. Dolayısıyla bu sözden hareketle “beş, hem çift hem tektir”, sözünün de doğru olduğu zannedilir. Bunun sebebi “ve” bağlacının anlamının karıştırılmasıdır.

Doğ­rusu “ve” bağlacı bölümlerin toplamına delâlet eder. Buna göre sen “insan kemik ve ettir” dersin ki bu insanda kemik ve et vardır anlamına gelir. Ayrıca bu bağlaç niteliklerin toplamına da delâlet eder. Tıpkı senin “insan canlı ve cisimdir”, sözün gibi. Buna göre beş sayısı konusunda yukarıda söylediğimiz söz, Ve’ bağlacındaki parçaların toplamı (yani beş sayısının 4+1 şeklinde çift ve tek sayının toplamı olması) anlamı yoluyla doğru olur, sıfatların toplamı (hem tek olma hem de çift olma sıfatını bir arada taşıma) anlamı yoluyla değil. Nitekim her iki anlamda da önermenin lafzı aynıdır.

Dördüncüsü ise sıfatın, öznenin sıfatı olması ya da kendinden önce zikredilen yüklemin sıfatı olması arasında gidip gelmesidir. Buna görebiz “Zeyd görendir (basîr)”, yani kör değildir ve “Zeyd tabiptir” diyebiliriz. Bu iki sözü düzenleyerek “Zeyd basîr tabiptir” dediğimizde onun tıp ala­nında basîr (uzman) olduğu zannedilir. Zira bu lafızlar ayrı ayrı (yani Zeyd için ayrı cümlelerde) kullanıldıklarında doğru; birlikte kullanıldıklarında  ise (akla gelebilecek) iki yorumdan sadece birine göre doğru olur. Buna benzer çok sayıda örnek bulabiliriz. Bunlarla, nereden olduğu bilinmeden kıyasın şekli bozulur. Anlattıklarımız ise bu konuda yeterli bilgiyi verir.

İkinci Hata Noktası

Kıyasın, üç şekilin sonuç veren darblarından birine dahil olma-masıdır. Bunun örneği şu sözdür:

“İnsanların çok azı yazandır.

Her yazan akıllıdır.

Öyle ise insanların çok azı akıllıdır.”

Eğer azı olumlamakla, çoğu  olumsuzlamayı kastetmezsen (yani azı akıllıdır deyip çoğu akıllı değildir sonucunu kas­tetmezsen) bu sonuç doğrudur. Doğrusu çoğu akıllı olunca azı da onun içinde yer alır. Eğer bu kıyasla insanların yalnızca azının yazan ve akıllı olduğunu kastedersen kıyasın sistemi, düzeni karışır. Zira, “insan­ların çok azı yazandır” sözü bilkuvve olarak iki öncül içerir. Bunlardan biri “bazı insan yazandır”, diğeri ise “bu bazı (insan) azdır” öncülleridir. Bura-da, bu ikisi (yazan ve az) “bazı” üzerine yüklem olmuş ve ikinci öncülde iki yüklemden sadece biri üzerine -ki bu da “yazandır” yüklemidir- hüküm verilmiştir. Dolayısıyla burada kıyasın sistemi karışmıştır.

Aynı şekilde,

“İnsanın taş olması mümteni’dir/imkandışıdır,

ve taşın canlı olması mümteni’dir.

Öyle ise insanın canlı olması mümteni’dir.”

dediğinde de durum böyledir. Çünkü bu darp, içindeki olumsuzluk laf­zı dönüştürülmüş olan iki olumsuz önermeden meydana getirilmiştir. Zira “insanın taş olması mümteni’dir”, sözünün manası; “Hiçbir insan taş değildir”, demektir. Öyle ki sonucu olumsuz yapmak için bu kadarı kâfidir. Zira birinci şeklin küçük öncülü olumlu olmazsa kıyas asla sonuç vermez. Bu tarz hataların çok olmasının sebebi, zihnin lafızlara sarılıp manaları gerçekliğiyle elde edememesinden başka bir şey değildir.

Üçüncü Hata Noktası

Kıyasın birincil parçaları olan üç deyimin tam olarak bir birinden ayrışmış, deyimler şeklinde yer almamasıdır. Mesela;

“Her insan beşerdir

ve her beşer canlıdır.

Öyle ise her insan canlıdır.” ve yine;

“Her hamr içkidir

ve her içki sarhoş eder.

Öyle ise her hamr sarhoş eder.” sözü gibi.

Bu örneklerde orta deyim ile küçük deyim (insan ve beşer ile hamr ve içki) birbirinin aynısıdır fakat lafızlar birbirinden farklıdır. Bu, önerme­lerde eşanlamlı (müteradif) lafızların kullanılmasıyla ilgili bir durumdur. Müterâdif lafızlar; harfleri farklı olup kendilerinden anlaşılan manaları aynı olan lafızlardır. Bunları daha önce anlatmıştık, dolayısıyla bunlardan da sakınmak gerekir.

Dördüncü Hata Noktası

Kıyasın ikincil parçaları olan öncüllerin gereksiz parça taşıması­dır. Bu nedenle, mürekkep olmayan yalın müfred lafızlarda yanlışa rastlan­maz. Zira bu lafızlarda yanlışın yeri açıkça görülür, mürekkeb lafızlardaki yanlışlar ise açıkça görülmez. Nice mürekkeb lafız vardır ki onun anlam gücünü, tek bir lafız verebilir, zira bu manaya tek bir lafız ile delâlet etmek mümkün olur. Mesela, “insan yürür” deyip sonra da bu ifadeyi uzatarak özne olan ‘insan lafzını “hayavân-ı nâtık” ile; yürür’ lafzını da “ayaklarını atarak bir yerden bir başka yere intikal eder” lafzıyla değiştirmen müm­kündür. Bu kıyas türünde gizli olan hatayı bulup ortaya çıkarman artık mümkündür. Yine

“Müslüman bir şeyi bildiğinde o, bildiği gibidir.

Müslüman kafiri bilir.

Öyle ise müslüman kafir gibidir.” sözün de bu kabildendir.

Buradaki öncüllerdeki deyimler konuldukları anlam itibarıyla birbirin­den tamamen ayrışmış (eşanlamlı vb. olmayan) öncüllerdir. Ortaya çıkan hata ise başka bir hususta, diziliştedir. Çünkü bu dizilişteki detaylar orta­ya konulmamıştır. Yoksa, senin “müslümanın bildiği şey” sözün özne; “o, bildiği şey gibidir” sözünün yüklem olduğu ortadadır. Fakat “o” zamiri iki ayrı şey arasında gidip gelmektedir.

Bazen de bu deyimler konuldukları anlam bakımından bir bi­rinden ayırt edilemez olur ve hatta önermede hem öznenin hem de yük­lemin bir parçası olması ihtimal dahilinde olan unsurlar bulunabilir.

Mesela “Uzun Zeyd beyazdır: Zeydün et-tavîlu ebyad'\ dediğinde burada yüklem yalnızca “beyaz” kelimesidir. “Uzun” ise öznenin bir parçasıdır. Uzun (et-tavîl) kelimesini ellezî (... olan, ki o) ilgi zamirinden (ism-i mev- sûl) sonra getirip Zeyd’e ait bir sıfat yaparak şöyle demen mümkündür:

“Uzun olan Zeyd beyazdır: Zeydun ellezî hüve tavîlurı ebyaduEğer “Zeyd, uzun beyazdır”, dersen uzun kelimesi bu defa yüklemin bir parçası olur. Eğer yukarıdaki örnekte 'ellezî’kelimesi getirilmeden cümle söylense, cüm­le burada ellezî’ kelimesinin kastedilmesine de kastedilmemesine de açık olur.

Mesela “el-insâniyyetü, miri baysü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âm­metün”, denilmesi de bu şekildedir. Burada iki ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal, “min haysü hiye insâniyyetün” kısmının, önermenin konusunun bir parçası olmasıdır ki bu durumda cümlenin anlamı “el-insâniyyetü min hay­sü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âmmetün: insanlık, insanlık olması yönüyle  ele alındığında, ya özeldir ya da geneldir” olur. Diğer ihtimal ise, sadece ilk ‘el-insâniyyetü: insanlık’ kelimesinin konu (özne) olup, yüklemin ise min haysü hiye insâniyyetün hâssatün ev âmmetün: insanlık olma (mahiyeti) bakımından özeldir’ olmasıdır.

Eğer sadece “insanlık, özeldir” demiş olsaydın cümlenin bu ikinci ihtimaldeki anlamıyla aynı şeyi söylemiş olurdun. Bundan dolayı açıkça “hâssatün min haysü hiye insâniyyetün: (insanlık) insanlık olması (mahiyeti) bakımından özel insanlıktır” deseydin; her bir haberin ayrı bir yüklem olduğu iki ayrı şeyden haber vermiş olurdun.

İşte bu yüzden eğer “mahiyeti bakımın­dan insanlık, ne özel insanlıktır ne de genel insanlıktır” deseydin bu doğru bir önerme olurdu. Eğer “insanlık, insanlık olması bakımından ne özeldir ne de geneldir”, deseydin bu da yanlış olurdu. Zira ileride, varlığın hükümleri konusunda tümelin manasını anlatacağımız sırada bu ikisi arasındaki fark da anlaşılacaktır. Bu muhtelif terkiplerden pek çok yanlışlar doğar ki bunların çözümü, sadece lafzı esas alanlar şöyle dursun aklî ve mantıkî ilimlerde uzman olanlara bile zor gelir. Bu gizli hata noktalarından kurtulmak ancak Allah’ın  muvaffakiyet vermesiyle mümkündür. Öyle ise fikir yürüten araştırmacı bu sarp yolların karanlıklarından kurtulması için araştırmacı Allahtan onu başarı­ya ulaştırmasını dilesin.

Beşinci Hata Noktası

Kıyastaki muhtemel hata noktalarından beşincisi ise öncülün yanlış olmasıdır. Bu da ya lafızda ya da manada bir karışıklığın ortaya çıkmasından kaynaklanır. Bu sebeplerden hiç birinin bulunmadığı yerde zihin ona boyun eğmez ve onu doğru kabul etmez. Nitekim burada söz konusu ettiğimiz ancak akıl sahibi olanların yanlış yaptığı şeylerdir. Her işittiğini doğru kabul edenin ise mizacı bozuktur, tedavisi de zordur. Bu sebeplerden lafızdaki karışıklık, kullanılan lafız ile (kullanılması gereken) doğru lafız arasında bir münasebetin olmasıdır. Mesela, iki lafız, aralarında ince bir anlam farkı olmakla birlikte, ortak bir manaya sahip olabilir.

Bu durumda bu lafızlardan biri esas alınarak doğru olarak telif edilen hüküm, diğer lafza göre de doğru zannedilir. Çünkü aynı şeyi ifade etmelerine rağ­men lafızlardan birinin diğerinden daha fazla ya da eksik bir mana taşıması hususu dikkatten kaçmıştır. Belirttiğimiz husus çokça hataya düşülen bir noktadır. Mesela perde, paravan anlamındaki “setr”ve “hıdr” lafızları gibi. Zira böyle bir perde, arkasında bir kız ya da cariye olduğu zaman “hıdr”; diğer durumlarda ise “setr” lafzıyla ifade edilir.

Yine ağlamak, anlamındaki “büka” ve “avil” sözcükleri de böyledir. Yüksek sesle ağlanınca avil; değilse ‘büka denilir. Bazen de iki sözcüğün anlamının tam olarak aynı olduğu sanılır. Toprak anlamında “serâ” ve “turâb” sözcükleri böyledir. Doğrusu “sera” da topraktır, fakat nemli ve ıslak olmak şartıyla böyledir. Yine dar geçit anlamındaki “me’zak” ve “madik” de böyledir. Me’zak, madik ile aynı şeydir, fakat sadece savaştaki yerlerle ilgili olarak kullanılır. Yine kaçan köle anlamındaki “âbık”ve “hârib ” de böyledir. Buna göre âbık, hârib’dir. Fakat hârib’de ilave bir mana vardır. Bu ilave mana da kölenin kaçmasının korku ve ağır iş şartı sebebiyle olmasıdır. Kaçmanın sebebi köleyi nefret ettirip kaçıran bir sebep değil ise bu durumda köleye hârib değil âbık adı verilir.

Nitekim tükürüğe yani ağız suyuna ağızda bulunduğu sürece ‘’ru-dâb’’; ağızdan atıldığında ise “buzâk” denilir. Yine yiğit ve kahraman kişiye an­cak silah kuşandığında kemiyy denilir, diğer durumlarda o batal olarak anılır.

Güneşe de ancak gün yükselirken gazzâle denilir. İşte bütün bu sözcükler asıl anlam olarak birbirine denk olsalar da aralarında bir çeşit bir nüans vardır. Bu sebepten bu lafızlardan biri esas alınarak verilen hükmün diğeri için de geçerli ve bu yüzden onun da doğru olduğu zannedilebilir.

Yanılmanın mana ile ilgili sebebi, öncülün tikelde doğru iken tü­melde böyle olmadığı halde, tikelin tümel olarak alınıp doğru kabul edil­mesidir. Bu durumda öncülün doğru olma şartı gözden kaçırılmış olur. Bu yanılmaların en çok rastlanılan sebebi de önermenin döndürülmesinin doğru olacağının vehmedilmesidir. Buna göre “her kısas, kasd sebebiyledir ve her recm zina sebebiyledir” dediğimizde her kasıtta kısasın ve her zinada recmin var olduğu zannedilir. İşte bu konu tedbirli davranmayanın çokça hataya düşebileceği bir özelliktedir. Tikelde doğru olup tümelde olmayan önerme ise, bazen öznenin bazısında doğru olabilir. Tıpkı “canlı mükel­leftir” sözümüz gibi.

Zira bu söz, başkası değil, yalnızca insan hakkında doğrudur. Bu tür önerme ise öznenin tümünde fakat onun sadece bazı durumlarında doğru olabilir. Tıpkı “insan mükelleftir” sözümüz gibi. Bu söz, çocukluk ve akıl hastası olma halinde insan için doğru olamaz. Bu tür önermeler bazen de vakitlerin bazısında doğru olur. “Mükellefin namaz kılması zorunludur”, sözümüz gibi. Bu söz kuşluk vakti için doğru olmaz. 20 Zira kuşluk vaktinde kılınması zorunlu olan bir namaz yoktur. Bu öner­meler bazen de gizli bir şarta bağlı olarak doğru olur.

Tıpkı “mükellefin şa­rap içmesi haramdır”, sözümüz gibi. Bu söz ancak şarap içmeye zorlanmış olmamak şartıyla doğrudur, ancak bu şart söylenmemiştir. Yine “mükellef kişi bir masumu öldürürse, öldürdüğü kişi gibi o da öldürülür” sözü de  bunun gibi bir şarta bağlı olarak sahihtir. Bu şart da öldürenin baba, öldü­rülenin ise onun çocuğu olmaması şartıdır. İşte bu tür önermeler çoğu du­rumda doğru olup, ancak bir şartla kayıtlanınca tümel doğru kabul edilir. Buna rağmen bazen zihin bu önermeleri derhal doğrular ve onları tümel doğru olarak kabul eder. Böylece onlardan yanlış sonuçlar lâzım gelir.

Altıncı Hata Noktası

Kıyasta yanılmanın altıncı nedeni ise öncüllerin sonuçtan farklı önermeler olmamasıdır. Zira böyle olursa farkına varmadan neticeyi ön­cül olarak kullanır, yani “musâdere alel-matlûb” hatasına düşersin. Mesela “kadın velayet altında ise kendi nikah akdini kendisi yapamaz” sözün gibi. Sana kadının velayet altında olmasının anlamı sorulduğunda, belki de muhatapla, zaten üzerinde ittifak edemeyip anlaşmazlık içinde olduğun bir şey dışında açıklama yapamazsın. “Gündüz yapılan niyetle nafile oruç tutmak sahih olur” diyenin sözü de bu şekildedir. Çünkü o, aynî bir oruçtur. Onun aynî bir oruç olmasının manasının tam olarak izahı ve tahkiki istendiğinde, yapılan izahın bir parçasını da neticenin teşkil etmesinden kaçınılamaz. Şöyle ki ona “aynî bir oruç olmasının manası nedir?” diye sorulduğunda, cevap veren kişi “o, nafile olmaya uygun bir oruçtur” der.

Bunun üzerine ona “bu cevabınla muayyenlik (aynîlik) tespit edilemez” denilir. Zira her gün fecrin doğuşundan önceki vakit kaza orucu için uy­gundur ve ona aynî bir oruç denilmemektedir. Eğer onun manası, “nafile oruçtan başkasına uygun değildir” derse buna karşı “bununla da aynî oluş tespit edilemez” denilir. Zira gece nafile oruçtan başkasına uygun değildir, bu sebeple ona muayyen (aynî) oruç denilemez.

Böylece (muhatap) iki  manayı bir araya getirmek zorunda kalır ve “onun manası, nafile için uy­gun olup diğerleri için uygun olmayandır” der. Onun ‘o, nafile oruç için uygundur’ sözü gerekçesinin (illetinin) bilinmesi talep edilen (matlûb, ne­tice) hükmün kendisidir, öyle ise onu nasıl illetin bir parçası yapmaktadır? Oysa doğrusu illetin hüküm olmadan kendi başına var olabilmesi sonra da  onun üzerine hükmün gelmesidir ki, böylece hüküm, illetten başka, onun dışında bir şey olur. Bu anlattıklarımızın benzeri aklî kıyaslarda (daha) çoktur, bu yüzden burada bunlara yer vermiyoruz.

Yedinci Hata Noktası

Kıyasta hataya düşülen yerlerin yedincisi ise öncüllerin sonuçtan 30 daha iyi bilinir bir şey olmaması, aksine şu seçeneklerdeki gibi olmasıdır:

 (1) Öncülün bilinirlik açısından neticeye eşit olmasıdır. Mesela karşılık], birbirine izafe edilen şeylerde olduğu gibi. Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğu iddiasıyla karşısındaki ile tartışıp, “Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğunun delili, Amr’ın Zeyd’in babası olmasıdır” diyen buna örnektir. Oysa bu muhaldir.

Çünkü bu ikisi yani babalık ve oğulluk birlikte bilinir ve biri diğeri yoluyla bilinmez. Yine herhangi bir vasfın, bir bilgi mi yoksa zihnin konuşması ve bir irade mi olduğunu tartışan kişin şu sözü böyledir. “Bunun delili şudur: bu vasfın bulunduğu mahal, bilendir.” Bu öylesine söylenmiş bir delildir. Zira bilginin yerleştiği yerin/mahallin bilen olması, bu yerdeki halin bir bilgi olduğu bilinmedikçe bilinemez.

 (2.) Öncül bazen de sonuçtan daha az bilinen bir şey olabilir. Böylece kıyas döngüsel (devri) kıyas olur. Bunun aklî kıyaslardaki örneği çoktur. Fıkhî kıyaslardakine ise Hanefî bir fakihin şöyle demesi örnek veri­lebilir: “Teyemmüm yapan kişi namaz içindeyken su bulunursa, bu kişinin namazı bozulur. Çünkü o, suyu kullanabilecek duruma gelmiştir. Her kim suyu kullanabilecek durumda ise, ona su ile abdest almak lâzım gelir. Her kime de suyu kullanmak lâzım gelirse onun teyemmüm ile namaz kılması caiz olmaz.” Burada suyu kullanabilecek durumda olma orta deyim; nama­zın geçersiz olması ise sonuç yapılmıştır. Bunun üzerine ona şöyle denilir: Eğer burada suyu, fiziksel olarak kullanma gücünü kastettiysen, başkasının sahip olduğu suyu bulmuş olsa bile namazın geçersiz olması gerekir. Eğer kullanımla, ‘fıkhen kullanabilme imkanı’nı kastettim dersen şöyle cevap verilir:

Namaz kıldığı sürece namaz kılana amel-i kesir (namaz dışı olup çok miktarda yapılan fiiller) yasaktır, öyle ise suyu kullanmak da yasaktır. Buna göre şeran suyu kullanabilme gücü, ancak namazın bozulmasıyla hasıl olur. Suyu kullanabilme imkanını doğuran namazın bozulmasıdır. Burada suyu kullanabilme kudret ve imkanı, illetin ma‘lûlü öncelemesi gibi (bu kudret ve imkanı doğuran) namazın bozulmasından önce gelir. Bu öncelik zaman bakımından değil de zat bakımından önceliktir. Öyle ise sıralamada sonra gelen yani namazın bozulması, sıralamada önce gelen, yani suyu kullanabilme imkan ve gücü’ için nasıl olur da illet kabul edilebilir?

İşte kıyaslarda yanılmanın nedenleri bunlardır. Biz bunları yedi bölümde toparlamış olduk. Ancak her bölüm içinde, sayılması mümkün olmayacak kadar alt tür bulunur. Eğer birisi “Bu yanılma noktaları pek çoktur, bunlardan kim kurtulabilir ki?” derse buna şöyle cevap veririz: Bunların hepsi tek bir kıyasta bir araya gelmez, aksine her bir kıyastaki yanılma nedeni sayılı belirli sebeplerdir ve bunda ihtiyatlı olmak da müm­kündür. Üç deyime riayet eden ve onları lafız şeklinde değil de mana olarak zihninde tutan, sonra da bu deyimleri bir birine yüklem yapan ve onları iki öncül haline getiren, çelişkinin şartları başlığında anlattığımız gibi yük­lem yapmayla ilgili ek konuları göz önüne alan ve kıyasın şekline riayet eden herkes kesin olarak bilir ki ortaya çıkan sonuç doğrudur, öncüllerin lâzımıdır.

Buna göre eğer kim sonuca güvenmez ise öncüllere, doğrulama şekline, kıyasın şekline ve deyimlerine bir veya iki kere daha bakarak, geri dönüp kıyası tekrarlayarak sağlamasını yapsın. Tıpkı hesap yapanın tertip ettiği hesabında yaptığı gibi davransın. Zira hesap yapan da hesabı bir-iki kez tekrarlayarak sağlamasını yapar. Eğer bunları yapar ve hala kendisi için güven ve itminan hasıl olmazsa aklî ve mantıki konularda araştırma yap­mayı (nazar) bıraksın ve taklit ile yetinsin. Zira her işin bir erbabı vardır ve herkese yaratılışına uygun olan şey kolay gelir.



Ebu Hamid el Gazzali – Mi’yar’ul İlm,syf:290-310

Türkiye Yzma Eserler





Devamını Oku »

Kadın doğurmalı, ocak tütmeli



Neredeyse evli kadın olmak, çocuk doğurmak ve anne olmak ayıp hale geliyor. Namus kavramı çoktan kovuldu meşruiyet sahalarından. Artık o kelimeyi ağzımıza almamak için büyük bir çaba sarf ediyoruz. Dilimizden kovduk. Üzerimize yapışmasın, bizi çağdışı göstermesin diye vebadan kaçar gibi ondan kaçar olduk. Namus, sadece kadın bedenine ya da kadının özgürlüğünü baskılayan bir gerici dünya anlayışına indirgendi. Kavramın bütün toplumsal tarihi ve anlamı yerle bir edildi. Kadın ve erkek ilişkilerinin anlam dünyası buharlaştı. Feminist okumaların kurşunlarıyla delik deşik oldu. Namus’un nomos olduğunu unuttuk. Nomos’un değer ve ilke gibi kadim anlamlarından koptuk. Onu kaba, yüzeysel, modernist ve dar taşra anlamlarına sıkıştırdık. Batıcılar ve gelenekçiler namussuzluğu, en fazla namusa karşı yaptılar.

Kadına yapılan çağrılarla çoğu kez aile değerlerine karşı imha hareketine girişiliyor. Kadını evinden koparmak için her çaba gösteriliyor. Eş olmak, anne olmak, ocak tüttürmek, doğurmak gibi eylemler artık çağdışı kabul ediliyor. Bu kadın davranışları eski zaman ve geri kalmış toplumların işi olarak görülüyor. Pozitivizmin ve materyalizmin ilerlemeci düşüncesi, kurtuluşu kadını evinden koparmakta görüyor. Bir kadın isyan tertipçiliği ortaya çıkıyor! Bunlar diyor ki: Evlenme, aileye dahil olma, doğurma, anne olma, ocak tüttürme! Sadece özne kadın ol, özgür kadın ol, kariyer sahibi ol, hayatını yaşa! Nereden geliyor bu fikirler? Hatta bu kadın büyüleme ideolojileri nereden memleketimize musallat oldular? Bu topraklardan, bu coğrafyadan ve bu medeniyetten olmadığı kesin. Modernliğin feminizmle taçlandığı post-modern nihilizmin zehirli ideolojileri bunlar. Ne kadar çok işbirliği var! Modernizm, post-modernizm, feminizm ve nihilizm…Sanki hepsi tek ağızdan yeni bir kadın icat etmenin peşinde. Kadını kurtuluşa çağırıyorlar. Hepsi de çağımızda kadını kurtaracak yeryüzü cenneti vaat ediyor. Kadın dinleri bunlar! Ama ruhaniyetsiz dinler bunlar. Dinsiz dinler!

Eve, anneye ve ocağa düşman ideolojiler, özgürlüğü aileyi imha için araç haline getiriyorlar. Bu çabaları kapitalizmin ve burjuvazinin de hoşuna gidiyor. Çünkü ucuz işgücü, kadın sömürüsü ve kadının annelik rolleri ile çalışma hayatı arasındaki sıkışmışlığı meselelerine derman oluyor. Kadınların iş hayatındaki zorlukları, sömürülmeleri ve sıkışmışlığına neden olan modernite ve kapitalizm de suçu geleneğe atarak işten sıyrılmaya çalışıyor. Büyük bir maskeleme  çabası içine giriyorlar. Ürettikleri kadın sorunlarının suçunu gelenekte görüyorlar. Oysa bugünün kadın sorunları yine bugünün sosyolojisinden çıkıyor. Sanayinin, tüketimin, çalışma tarzının ve yabancılaşmanın kadın bağlamındaki yansımaları… Kimse cehaletiyle bizi kandırmasın. Modern sanayinin ve nihilizmin ürettiği şartlar ve değerlerde bunalan kadın, meselelerini başka dünyada, başka paradigmada ve başka tarihte aramasın. Kadın bugünün üretim ve toplum şartlarında bir robota, bir işçiye, bir maddeye bir yabana dönmüştür.

Türkiye’nin bütün solcuları ve feministleri kadın meselesinde aynı safta yer alıyor. Hatta Kürt milliyetçisi HDP’liler ve dağdaki terörist kadınlar bile. Onlar da kadını özgürleştirmek için dağa çıktıklarını söylüyorlar. Onlar da namusla dalga geçip namussuzlukla övünüyorlar. Kürt kadınlarını namus konseptinden çıkararak özgürleştirdiklerini ilan ediyorlar. Onlar da katletmeyi ve terörist olmayı kadına cennet diye vaat ediyorlar. Onlar da feodalizmden kurtuluş ve  bedenini özgürleştirmekten bahsediyorlar.

Aile, iki kelimeyle özetlenir: Ocağın tütmesi ve doğum. Bunlar yoksa aile de yoktur. Ocağının tütmesi ne sosyalizmin ne kapitalizmin ne feminizmin umurunda. Kapitalizm için fabrikasının bacası tütsün yeter! Feminizm, kadının dünyevi cenneti için zaten aileyi engel görüyor. Sosyalizm, Sovyetler'de kolhozlarla alternatif ailesiz aileler kurmaya yeltendi ve bir cehennem üretti. Modernliğin bu ideolojileri ve tecrübeleri aileyi umursamıyor. Doğum mu? Kapitalizm klonlama peşinde. Doğumu salt beden üremesi olarak görüyor. Şimdi geliştirdiği robotlar ve klonlama sistemleri ile bunu da aşmaya çalışıyor!

Heyhat! Aile, bir ev içinde var olabilir. Çünkü ailenin içinde var olduğu hakikat evdir. Ev de ocağın tütmesi ve kadının doğurmasıyla mümkün. Doğurmayı kadın simgeler, ocağın tütmesini de erkek. Ocağa odun taşıyan erkek, üzerinde yemek pişiren kadın. Hayatta ocağın bacası yerine fabrika bacası merkez olunca aile kaybetti, kapitalizm kazandı. Engels ve Marks biraderler ne diyor Komünist Manifesto’da: Kapitalizm aileyi katletti.



Ergün Yıldırım
Devamını Oku »