Bekarlık Sultanlık Mıdır ?

Bekarlık Sultanlık Mıdır ?Hayat,insana sınavdır.Aşılanan,kadın-erkek birlikteliğinde yürüyen hayatta yeşerip serpilebilir.

Bekârlık sultanlıktır, dene-gelmiştir.

Neyin sultanlığı?


Sorumsuzluğun.

Varlık sebebinken evlilik iyidi de, bencil ve sefih rahatın ile keyfin söz konusu oluncamı, kötü oluyor?
Dağa çekilmiş münzevî yaşayışın pek bir kıymeti-harbiyesi yoktur. Mesele, uzleti her bakımdan toplum ortamında yaşamaktır.

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük

Devamını Oku »

Zenbereği Devlet-i Ebed Müddet Olan Devlet:Osmanlı

Zenbereği Devlet-i Ebed Müddet Olan Devlet:Osmanlı

(1) İç —Doğu Sibirya, Yenisey, tarım havzası— Üç Orta Asya — Türk-islam, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyıları— çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boy­ları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dolanarak, Balkan­ların doğusunu ve İranı katederek Kümeli ile Anadoluya varıp yerleşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleş­me ve yaşama serüveninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şek­line Osmanlı denilmiştir.

Türk Oğuz kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüz­yıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Os­manlı devletinin çerçevesinde bir milli varlık kimliği oluşmuş­tur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşkilâtlan­manın en üst basamağını temsil eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde millet oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İs­lâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparatorluk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî (1258-1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî

(1281-1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunmayan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı hız­da, kısa sürede millet teşkil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Os­manlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördüğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet- millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifadesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği me rûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kurucusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefı yorumuna dayalı devletin de­netimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır.

Bundan dola­yı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devletin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân-ruhbân-olmayan ayırımı yaşanmadığı gibi, askerî-mülkî zümreler ayrışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır husus­lar göz Önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tari­hî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Osmanlı, esâs itibâriyle, Oğuz-Türkmen, Çağatay/özbek,Kırgız, Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Man­tık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun ıçlemındedir. Tıpkı hasım yeğenler Arab ile İsraillinin Sâ-mi; eski düşmanlar Alman ile ingilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altında der­lenmesi gibi, bir şey. Türkce bir diller ile lehçeler ailesinin, bel­ki de kavının, genel deyimlendirilişidir.

Osmanlıysa, bir birlikli imparatorluk devleti, yânı kavim esâsına oturtulma­mış devlet ile temelini, özünü Türklcrin teşkil ettiği, kandaş, tür­deş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sanı olmuştur. Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdet­çe ve iktisâdı geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alt- toplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin kendine uygu la/yamadığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylesi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.

O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil et­miştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta ge­len ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlı­lıktır. Bu bakımdan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zcvâl vermesin!” şiârıdır. Bu, o denli  güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken,sarayını  terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” di­ye parmağından çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebi bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu ter- kederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevheri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borçları ödemeyip cenaze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfâdakı ikâmetgâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

2-Siyâsî nizâmların en mütekâmili asilzâde hükümdarlıktır. Bunu bir defa yıktınızmı, tekrar teşkili imkansızdır.Hadi Osmanlı hanedanına dayalı hüküm- darlığı yemden kuralım deseniz,, bu, artık olmaz. Cumhurbaşkanlığı makumına birini arıyorum diye sokağa, meydana çıkınız.Aklı başında, yüksek öğrenim görmüş herhangi biri bu işi rahat­lıkla becerebilir Bunu karşılık gelişigüzel biri tahta geçemez. Hânedân mensübu olarak tahtın varisi, devletadamı şeklinde dünyaya gelir, ömrünün ilk anlarından itibaren bu maksat doğ­rultusunda yetiştirilip eğitilir. Şehzade oturağına nasıl oturup de-fi hacette bulunacuğından tutunuz da eti, balığı, sebzeyi ne şekil­de yemesi gerektiğine varıncaya dek, süflisinden seçkinine, tek­mil yaşama ve davranma tarzlarını en ince ayrıntılarıyla öğrenip içleştirmek zorundadır.

Nihâyet ‘saygıdeğer devlet’ dediğiniz iş­leyişler bütünü, bir teşrîîm (Fr protocole) hevengidir. Hükümdar ile yakın ve uzak çevresi tabaaya/vatandaşa örnektir. O, devlet ciddîliğinin timsâlidir. Bunun bilincine tarihte ziyâdesiyle eriş­miş olan lngilizdir. Başta ilk ve eski rakîbi Fransız olmak üzre —1789 ihtilâlikebîri iddiamızı örneklemektedir—, yıkmağa ah­detmiş olduğu devlet ile milletlere cumhuriyet fikrini zerkedip on lan darmadağın etmek sûretiyle üstlerinde hâkimiyetini kur­muştur. “Başkasına verir talkımı, kendi yutar salkımı’’ misâli, ele güne cumhuriyeti telkîn ederken —meşrûtî— hükümdarlığı pe­kâlâ kendine saklamış, benzer kurnazlığı laiklik konusunda da göstermiştir. İngiltere herkese dindışı devlet yönetim tarzını tav­siye ederken kendisi din devleti kalmağa özen göstermiştir.

(3) Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel de- vindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adaletsizliği, yânı zulmü Ondoku- zuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiş­tir. Mülkünün temeli adalet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlü­lük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüz yılı aşkın süre direnebilmiştir.

Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlar- dan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başarısını göstere­rek. Katledildiğine kanâat getirildiğindeyse, ölmediğini kanıtlarcasına, İstiklâl Harbini zaferle tâclandırmak sûretiyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır. Zirâ, bu milletin maşerî şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadı­ğı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsınad Antebi, Maraşı ni­ce savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Basra, Bağdat, Me­dine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulislâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârul-İslâmda yaşa­yanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe ta­şıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifadesi de, Halîfe-Kaysar-Han-Pâ-dişâh olan kişidir. Nasıl lslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanı­yorsa, Devlet anlayışı da bir o kadar ‘ Birlikçi’dir. Aslında, bugün dahî, bağlandığımız Birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osman­lının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun mirâsıdır.

 

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Türk Tarihinin Zenbereği

(1)İktisadî çıkar ve kâr esaslı Ingiliz-Yahudi medeniyetinin desisede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden olukmuş gizli ve açık, resmî ve gayr-ı resmî önder kurmaylarının dikkati, 1800'lerin başlarından itibâren bahse konu durumu odaklanır olmuştur Adı anılan medeniyetin dünya çapında İktisâdi yayılma etlik ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsi ile askeri hâkimiyet tasarılarının önünde göze batacak kadar belirgin pürüz, çözül­mekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline iliş­en emarelerdir Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağ­rında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Dev­letinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudi medeniyetinin karşısına vazgeçilmez bir zorunluluk olarak dikil­miştir. İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kal­dırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhasını ya da, neredeyse o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koşmuştur. Haddizatında bir kültür varlığının (Fr en­tité culturelle) imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhası soykırım yoluyla gerçekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir.

Balkanlarda 1800'lerin başlarından 1950'lerin sonuna değin Türk diye adlan­dırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sah­nelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir. Sèvresde ta­sarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürülmesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla so­nuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Di­rimsel soykırımımı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü korkunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göznuru, alınteriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğe-görsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mah­sûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, ta­vır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya ko­şut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920'lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfu-zunun soylu latîfliği, gerek dil bilgisinin tıkızlığı ile kavîliği ge­rekse söz varlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ve müstesnâ dilinden biriy­di. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onun­la içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musîkî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırım böyle bir şahe­sere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartıcı, susuz­luğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik di­limizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bakir or­mana nice benziyor.

Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut ka­vim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette ak­lı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırk­çılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıldır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığı­mız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin ge­rekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ve dilbilgisiyle birlik­te dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tari­hi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir muktesebâtın taşıyıcı­sıdır. Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığım belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapışım değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerek­çelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koy­makla da dil, mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günlen sayılıdır.

Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, dü­şüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çün­kü, salt kavramlar, yâni fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklüdürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü, toplumu teşkîl eden fertler, o ‘resimli tarih'in mihverin­de buluşur, bağdaşırlar. Nitekim, Osmanlı milletini kaynaştırıp bir arada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.



(2)  Çağdaş Ingiliz-Yahudi medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak ar­zusundadır Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet ta­sarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygulamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden di­rilip toparlanma istidâdını durdurup kökten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm mede­niyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Os­manlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvu­rulmuştur:

Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün ta-rih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendinc rastlamadığımız bir traged­yadır. Böyle bir çılgınlığa devrimciliğin yıldızları Maximilien Robespierre —Fransızcanın o korkunç mantıksız, çetrefil, ama evvel Allah pek zarîf imlâsını değiştirmeği dahî düşünmedimi acaba?—, Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.



(3) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniyeti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm di­yoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfûzdur. Yalnız, her birinin alaca­ğı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlım yaşatmak, öğrenme iştiyakını karşıla­mak da onun ilahı hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, ilahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır. Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfidir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır.

Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgeldim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız?

Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyük­lenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan ba­sit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünyagörüşünün en bâriz vasfı, kişinin kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnme­sidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillen­miş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları geniş- mi geniş coğrafyaya İslâmî manâda vatan denilmiştir. Bu vata­nın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklar­daki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış, ımperyalism telakkisine has sömürge—anavatan (metropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anla­mında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düs­tûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Af- rika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tu-tulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi, özetlersek, İslamın ahlakında vurgulanan husus, ede, bin gerektirdiği, yânî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dost­lukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözet­mede, ödüllendirme ile cczâlandırmada, hep orta yol.
Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘or­ta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yü­rümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî ya­şayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuru­culuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamış­tır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî de­virlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.


(4) İşlediğimiz Birinci bölümün başlığı “Biz Kimiz Soru-nu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplaya- madığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesîleyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeye­cektim. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tari­hidir. Savaşçılık zihniyeti ve edebi tarafından taşınan bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsîl edense Os-manlı Devleti olmuştur.



Omurgasızlaştırılmış Türklük,Teoman Durali,syf;105-110
Devamını Oku »

Türklük

 

TürklükTürklük de nihâyet, geçmişte zuhûr edivermiş herhangi bir araz değildir. O, insanlığı bir bütün olarak biçimlemiş, tarihin en kayda değer iki yahut üç belirleyici gücünden biri olan İslâm âle­minde özbilinçine vâkıf olup ona bin küsur yıl öncülük, önderlik ve hâmilik etmiş bir varlıktır.

Bu bakımdan, İslâm medeniyetinin belirgin özellikleri tanınmadan Türk/lük anlaşılmaz. Mezkûr me­deniyetin önde gelen öteki üç kültüründen, toplumundan Araplar, Farslılar ile Hintlilerden farklı olarak Türk irfanı, âdeti ile ör­fü baştan ayağı İslâm medeniyetiyle içeriklenmiştir. Bundan, kısmen dahî olsa, yoksun kılındığı takdirde Türk kültürü varlığı­nı sürdüremez.

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Kimiz ?

Kimiz ?

'

Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa Olunur: ‘DEVLETİ EBED MÜDDET’
(1) Ta Hsiungnıı varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dör­düncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün bellibaşlı inanç câmialarına —Kamlık, Göktanrı itikâdı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kol­larından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk— girip çıkmış Türklüğün,57 hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslâmm yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparator­luk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.

Türk tarihinin en mümtaz devlet adamlarından Göktürklerin vezir-i âzamı Bilge Tonyukuk (ö 726), Türkün hasletlerinin ne ol­duklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa kar­şı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; za­yıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz.

“Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt in­sancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırırlar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etme­meliyiz”.

Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) telâkkisi şöyle dile getirilebilinir: “Emniyeti ve adâleti sağlama­ğı amaç bilen (ET el törü: ‘Siyâsî ve adlî teşkilât), kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış (ET eti bermekr. ‘Sıkı sıkıya örgütlemek’) müstâkil bir câmia”.

İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan ba­rındıran İslâm ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât deni­len bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ül­küyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğ­retme mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tari­hinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.

(2) Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ır­mağı kenarında Milâdî 751'de vukûu bulmuş çarpışmanın, özel­likle de Selçukluların 956'da Müslümanlığı resmen benimseme­lerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişlerdir. Bahse-konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir

Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariy­le dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariy­le dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imânı” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.

Talas vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın do­ğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akabinde Dârül-İslâmda, çoğunlukla, yerleşik düzene geçmişler­dir. Nitekim, Kürt sözlükeü ve muhaddis Macideddîn İbn Athir'in (1149-1210) bildirdiğine göre, sâdece 960'da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihti­da etmişler. Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, za­manla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz.

Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip Dokuzuncu yüzyıl­dan itibâren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yü­rütücüsü, dünya çapında öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Ev­velce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır devletimsi teşkilâtlar kur­mağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeni­yet toplumlarını vur-kaç usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı-üretici uzun soluklu cihân devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını, üstü­ne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı an­dırır, ‘Devletiebedmüddet’i, yânı asırdîde Osmanlı Devletini teş­kil etmiştir. Ülkü, ‘Devletiebedmüddet’tir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.

(3) İlhâmını İslâmın adâlet esâsından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlsnn halefleri Pari ile Sâsânî devlet gelenek­lerinden devşirmiştir.(64) Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez cid­dîliği, her bakımdan çok çeşitliliği benimsemişlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.

Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca Türklerin dikkati, Çin ve onun medeniyeti üstünde odaklanmıştır. Batıya kaydıkça Hint-Avrupalı, bu meyânda İranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaşmış­lardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rastlar. Ama asıl yoğun ilişkiler, Müslümanlaşmış İran kültürüyledir. İlkin İranlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörele­rini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmaklarının ötesi, yâ­nı Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perslerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Tur andır artık. Sonuçta o geniş bölge 900'lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâ- ünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000'den itibâren de Türkler, bizzât İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır.

Bu devletlerin önde ge­lenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra İranı bin yıl süreyle yönetmiş hânedânlar, kültürce Farslılaşmış olsalar da­hî, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisâp, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre, önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden, Anadolu Selçuklularının ardısıra gelmiş, Os­manlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farstan esen yellere karşı durmuştur. Buna karşılık, Türk (Oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502-1737), Şah Ismâilin (1487-1524) ön­derliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü tesîs etmiştir.(65)

İslâm âlemini yakıp yıkmış korkunç Moğol ile Timur istilâ­larının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safavîdir. Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken, Safavî(66), hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uya­rak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendileri-ni ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sün­nîliği vurgulamıştır. Ancak, mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kayna­şarak çarpıcı raddede benzer bir görünüm kazanmışlardır: Türk-Fars İslâm Kültürü.(67) Bu durumun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dil­bilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(68)

Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üstünde etkisi, doğu­sundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bu­nunla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.

Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazı birliği­nin sağladığı, özellikle aydınlar, yânî ulemâ arasındaki, bildiriş­me rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmış; sonuç­ta, Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca önce­likle Osmanlı Türklüğünün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna, yâni Maşrıka şâmil mezkûr kültür or­taklığı da silinip gitmiştir.

Türkler ile Farslıların ortaklığım tarihte andırır tek ömek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreli­ler arasındaki sıkı kültür birliğidir.

66- Bkz: EK ile.
67- İng “Turko-Persian Islamicate Culture” -Robert L. Canfıeld: “The Turko- Persian Traditiori\ 1 - 34. syflr. Robert L. Canfıeld, ‘İslâmî'yi* din anla­mında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için Islamicate demiştir -bkz: A.g. çalışma, 32. s.
68- Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neuper- şischen' dört cilt.

 

Teoman Duralı - Omurgasızlaştırılmış Türklük,syf;59-65
Devamını Oku »

İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihi Kaynağı

İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihi Kaynağı

Dar çevremizden çıkıp da dünyamızın kalan kısmını bir fa­sıl gözden geçirelim. Koca Türk (Pâdişâh), değişik dinden yirmi milleti barış içinde idâre ediyor. Istanbulda iki yüz bin Rumun güvenliği tam... Türk yıllıklarında (annales) bu din toplulukları­nın herhangi birinden kaynaklanmış bir ayaklanmadan bahis yoktur. Hangi bölgeye giderseniz gidiniz: Filistine, Acemistana, Tataristana, hepsinde aynı hoşgörüyü, sulhu sükûnu yaşayacak­sınız

 

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Kültürden Medeniyete

Avrupa medeniyeti ve Tanrısızlık !

 

Kültürden Medeniyete

1- Medeniyet sevîyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev – hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanun’lar oluşturulmuştur. ‘Hukuk’un ise, aslı esası ‘ahlâk’tır. Geleneklere geçmiş ‘görenek’lerdeki ‘ahlâk’, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır. Bu hâliyle ahlâk devingen ve akışkandır. Hâlbuki özellikle yazıyla tesbîtinden itibâren hukuk, sâbitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuköncesi’ dönemlerde kişiler, ‘gelenek’lerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş ‘görenek’lerde yaşardı. ‘Hukuk’un hâkim olduğu ortamlardaysa, ‘kanun’ biçimine dönüştürülmüş hâliyle yine ‘görnek’lerde, fakat bu kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar demek olan ‘kıstas’ların ‘gölge’sinde yaşanır olmuştur. ‘Gölge’nin kapsamı artık besbelirgindir. Onun kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükâfâtı ‘varolma ruhsatı’dır. Bunaysa ‘meşrûuluk’ denir.

Meşrûuluk hudutlarında kalındıkca, serbestce davranılabilinir ―hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunulabilinilir. Sözü edilen hudutlara tecâvüz edildiğindeyse, cezâ olayıyla karşılaşılır. Bu durumda da serbestlik ortadan kalkar. Tektanrılı-Vahiy dinine ve onun âşîkâr ifâdesi olan İslâma değin meşrûuluk, belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendisine mahsûs meşrûuluk kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlâk ile hukuk bağlamındaki meşrûuluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür.

Bu noktadan hareketle, dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşrûuluktan yoksun olduğu mantık gereğidir. Mademki meşrûuluğun kaynağı ahlâk, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkca, mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı–Aydınlanmacı (Alm Humanistisch–Aufklärungs~) düşünürler ile filosofların, akıl ürünü sığ ahlâk ilke ile kurallarının ve bunlardan inşâa olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ evrensel olabileceği iddiası temelsizdir. Zirâ, ahlâkın esâsı neresidir? Dışımızdaki çevremidir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, doğal 26 çevreden ‘ateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724 – 1804) bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakîkatini, aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme neviinden saçmalığa düşeceğiz ya da onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda bulduğunu söyleyeceğiz.

Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, Onyedinci yüzyıldan beri birinci şıkkı kendisine fikrî ve zihnî zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifâdeyle, ‘Tanrısızlık’tır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: ‘Terbîye’ edici ―Rabb― ilk ve ‘Sığınılacak son merci’ ―Rahmân― inkâr eden tutamaksız hâlde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Evrende yapayalnızdır, ‘öksüz’dür.Biz insanların, beden, nefs ile ruhtan oluştuğumuz bildirilmektedir. Bedenimiz, kayıtlar ile şartlara bağlıdır. Bunların dışında zaman gelir. Bizi çevreleyen dünyada canlılık işleyişlerimizi sağlayan cisimliliğimizde ve nihâyet bunları yönetip yönlendiren nefs yanımızda cereyân eden dur durak bilmez değişmeleri zaman çerçevesinde değerlendiririz. Şu hâlde beden ile nefsimizin bâzı tezâhürleri bakımından bizler, zamanın hükmündeyiz. Bu da bize geçiciliğimizi, zaafımızı, yaralanabilirliğimizi (Fr vulnarabilité) şüpheye yer bırakmamacasına göstermektedir. Varoluşca eksik olmakla birlikte, René Descartes’ın işâret ettiği üzre, eksiksizlik, mükemmellik fikrimiz vardır.

Mükemmellik ile eksiklik mantıkca birbirlerinin zıttıdırlar. Mükemmelliğin, eksiklikten üstün olduğuysa, yine mantıkca apaçık bir hakîkattir. Bilme, kavrama, açıklama bakımından sonsuz, sınırsız güçleri de barındıran mükemmellik yönünden her anlamda sonluluk, sınırlılık, kısıtlılık demek olan eksikliğe nufuz etmek, hâliyle mümkünken, tersi, imkânsızdır. Mükemmelliğin de Mükemmeli ―‘Ekmel’―, başka bir deyimle, ‘Mükemmel’in anaörneği Allahtır. Mükemmellik, aklı aşkın âlemi tümüyle temsil eden terimdir. Bu vasfıyla dirim zeminimizin tamamıyla ötesindedir. Dirim, beşer yanımızın oturduğu tabandır. İnsanlığımızı, mükemmellik sezişine göre ayarını bulan Tanrısal kaynaklı ahlâka borçluyuz.

İşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207 – 1273), Tanrısal ahlâkın, ‘insan yaşaması’ demek olan ‘hayat’a yol yordam gösteren ilkesi manâsındaki ‘edeb’i, özlü biçimde şöyle belirlemiştir: “Âdem-i zâde eger bîedebest, âdem nist. Fark der cism-i ben-i âdem u hayvân edebest. Çeşm bikuşâ vubibin cumle Kelâmullah râ! Âyet âyet hemegi manâ-yi Kur’ân edebest ―Kişioğlu, nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm manâsı edeptir.” Bilimin tersine, ahlâkın esâs unsurlarını vakıalardan devşirmiyoruz. Bu sebeple ahlâkın, dindışı, dünyevî, vakıaya dayalı izâhı yapılamamıştır. Nitekim şu şaşırtıcı durumu Immanuel Kant, şu unutulmaz ifâdesiyle vecîzeleştirmiştir: “Nice sıklık ve süreklilikle düşünülürse, dimâğı hep yeniden ve dahî artan hayranlık ve huşûuyla kaplayan iki husus vardır: Üstümdeki yıldızlı gökkubbe ile içimdeki ahlâk yasası.”

2- ‘Doğal’ olan ‘süreç’tir. Ona beşerî vakaların yüklenmesiyle ‘zaman’ ‘üretilir’. Demekki doğal olan sürece karşılık zaman, beşer yapısı bir veridir. İnançların, hayâllerin, tasavvurların, umutların, nihâyet akıl ile mantığın, cansız ile canlı varolanlara ve yine insanın kendisine işlenmesi, bize ‘zaman’ı verir. Öyleyse insanın, hem kendisine hem de hareket, süreç hâlindeki mekâna kendisini kazıması, işlemesi; yaşadığı mekân ile özünü bütünleştirmesiyle zamanı oluşturur. Görüldüğü gibi, zaman, insanın maddî, manevî yapıp etmelerinin tümü demek olan ‘kültür’ün hülâsasıdır (Fr quintessence). Kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Bu da bize ‘toplum’u verir. Şu hâlde ‘zaman’sız ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘toplum’; ‘toplum’suz ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘zaman’ düşünülemez....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;29,30,31

 
Devamını Oku »

Özel Adların Bir Dilden Bir Dile Tercümesi Yapılamaz...

Özel Adların Bir Dilden Bir Dile Tercümesi Yapılamaz...

Kavramlar ile terimlerin tersine, Özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz, özge sözel temsilcileri bulun­maz. Bundan dolayı ALLAH’a ALLAH’tan başka bir şey denile­mez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip (İng: to fancy) de beceremediklerini yüklemiş olduğu üstün güçlerden -ilahlardan- apayrıdır. İlah -yahut benzeri ilke/ler-, in­sanın kendisini ölçü -insanmerkezcilik-- aldığı düzlemde, üstün becerileri (İng: Süper performance) temsil ettiğine inanılan varlıktır.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

BAŞ MİHRAKI: ‘Farmasonluk’ ('Serbest Yapı Ustalığı’) ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ:

İktisâd ile Sanayi 1300lerin başlarında vuku bulmuş kovuşturmalardan Templaris mensupları darmadağınık durumda Avrupanın çeşitli yöre' terine göçüp türlü etkinliklerle geçimlerini temîn ederken; Iskoçyaya sığınmış olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı ve duvar işçiliği ve ustalığına devâm ettiler.

ispanyada yaklaşık bin yıl sürmüş Islâm döneminin ardın­dan Müslümanlarla birlikte Yahudîler de ülkeden çıkarılmış ya­hut din değiştirmeğe icbâr edilmişlerdir. 1492de ispanyadan, 1495de de Portekizden sürülmüş olan Yahudîlerin bir kısmı, Fe­lemenk ülkesine iltıcâ etmiş; oradan da zamanla İngiliz adasına göçmüştür. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlarca hor görülmüş, ko­vuşturulup kırıma uğramış Yahudîlere ticâret dışında bütün iş güç kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Orta Avrupalı Yahudî­ler, Avrupada mal değiş tokuşuyla meşgulken, gerek Müslüman ispanyadaki gerekse öteki Islâm ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın olduğu bölgelerin yanında, Hıristiyan toplumlarıyla dahî ticârî ilişkiler kurmuşlardır.

Bu yoldan za­manla başta mal olmak üzere, para bakımından da servet sâhibi olmuşlardır. Onbeşinci yüzyılın sonları ile Onaltıncı yüzyıl baş­larında zanaat ile ticârette Avrupanın en önde gelen ülkeleri hâline gelen Felemenk ile Ingiltereye göçüp yerleşen bir kısım İspanyol ile Portekiz Yahudîsi, yanlarında getirdikleri mal, para ile hünerlerini, bahsedilen ülkelerde yatırıma ve uygulamaya ra­hatça aktarabilecekleri ortamlar bulmuşlardır. Öncelikle de İngilterede karşılaştıkları iki toplulukla tarihî bir ortaklığa girmiş­lerdir. Bunlardan biri, kıta Avrupasından İngiliz adasına sığın­mış Templarisler; öbürüsüyse, daha Onüçüncü yüzyılda cereyân etmiş sürtüşmelerden hânedâna karşı siyâsî ve iktisâdî cihetlerden güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır.

İşte, bu üç farklı öbek, Onyedinci yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ keli­menin tam anlamıyla bir ‘akıl izdivâcı’, daha doğrusu, ‘menfaat izdivâcı’ kuracaktır -her ne kadar, ‘izdivaç’, çiftler arasında olur­sa da! Sözü edilen üç unsurun yerleştiği mahal, İngiliz adasının bellibaşlı şehirleridir. Bunların başındaysa, Londra gelir. Top­rakla uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde yeni bir toplum-iktisât sınıfını teşkil edecek olan Kentsoyluluğu (Fr: Bourgeoisie) gündeme sokan bu zâdegân takı­mı, mal -mal ile mal- para mübâdeleleri sonucunda biriken ser­mâyeyle Sanayi devriminin başını çekmiştir.

Nisbeten kısa sürelerde büyük miktarda mâlî değer taşıyan malların, yalınkat beden gücü gereksinilmeksizin ortaya çıkarıl­ması anlamına gelen sanayi, başka bir deyişle, fabrikalaşma, geç­mişteki bütün öteki üretim araçları ile tarzlarından bambaşka bir olaydır. Burada hammadde denilen işlenmemiş malzemeden ma­mul maddenin çıkarılması işini üstlenen cıhâzlara makine; bir­den fazla makineyi barındıran yapılara da fabrika denmiştir. Sa­nayi, şu hâlde, Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin mekanik biliminde temellenen felsefe-bilim sisteminden türetilmiş Maddeci-Mekanisist dünyagörüşü çerçevesinde oluşturulmuş yöntem­ler kullanılarak mekanik araçlarla maddî yapıların ortaya koyul­masıdır. Bu yolla ortaya koyulanlara mamul madde denir. Mamul maddeyse, hammaddenin, fabrika denilen mahalde bulunan ma­kinelerin işleminden geçirilmesiyle meydana getirilir.

Makineleri çalıştıran kişiye işçi, onun ortaya koyduğu güceyse emek denir. Başka bir deyişle, insanın makine çalıştırma gücü, emektir. İnsanın kol gücü ve el mahâretiyle makine çalış­tırma edimi ve bunun toplum ile siyâset düzlemindeki yansıma­sıysa emekçiliktir.

Mamul maddenin üretilmesi için elzem olan hammaddenin temîn edildiği tabiî-coğrafi-siyâsî yöreye sömürge (Ing: Colony) adı verilir. Mamul maddenin, para karşılığında elden çıkarıldığı yere de pazar (Ing: Market) denir. Çoğu kere sömürge ile pazar, aynı yörede buluşmuştur. Bunun temini için genellikle silâhlı devlet kuvvetleri yahut gayrıresmî -şirketlere ait (Hindistana ve Malayanın bâzı illerine İngiliz tâcı hesâbına el koyan East India Company gibi)— birlikler işe koşulmuştur.

Bundan böyle, en az masrafla en büyük kazancı elde etmek -kâr- ana hedeftir. Taş, toprak, maden, ağaç, insan, istisnâsız her şey, maddî ve manevî bütün birimler ile değerler, az önce bahset­tiğimiz gâyeye yönelik araçlardır. Gâyeye ulaşmak çabasında olan birey hâliyle beşerdir. Başka bir anlatışla, ALLAH Tebliğinde bildirilmiş tekmil değerleri temelden red ve inkâr edip kendisini bunlardan bağımsız ilân eden ve yeni yükselen medeniyette baş rolü oynayan bireylilik durumundaki beşerdir.

Bundan önceki -kısmen Eskiçağ Ege medeniyeti istisnâ sayılırsa- bütün medeni­yetlerde esas câmia (Ing: Community) iken, burada merkeze ka­yan tek başına oluşuyla bireydir. O, artık dünyanın odağı duru­mundadır. Maddî'mâlî menfaatine erişmek amacıyla ona bütün araçlar, gereçler ile yollar mubahtır. Tek başına altından kalka­mayacağı güçlükleri yenmek için başka bireylerle mukavele ya­hut ittifak akdedebilir. Bu yeni medeniyetin en önde gelen fikir babalarından Thomas Hobbes (1588-1679), toplumun (îng: Soci- ety) bireyler arasında akdedilmiş mukavelelerden vucut bulduğu­nu öne sürmüştür. “Herkesin herkesle savaş” (L: “Bellum omni- um contra omnes ) durumunda bulunduğu bir dünyada “insan insanın kurdudur" (L: “Homo homini lupus”).

Mukavele veya ittifak akdları, bu sürekli mücâdele ve rekabet ortamındaki süreli ‘ateşkeslerdir. Dikduran -artık, ‘başıboş’ anlamında- serbest insan (L: Homo erectus liber), kibirlidir ve dünyaya menfaatleri açısından yukarıdan bakar. Mukaveleler veya ittifaklar, işler ik­mâl olunur olunmaz sona ererler. Bu, ailenin esası olan Evlilik­ten tutunuz da, toplumun en üst ve karmaşık teşkilâtlanışını ifâ­de eden Devlet yapılanışına dek uzanan bir durumdur. Mukave­le veya ittifak süreleri geçici barış zamanlarıdır.

İşte, Friedrich Nietzsche'den (1844' 1900) Yeni İnsanın tasvir ve tavsifi:

“Ecce Homo”:    “Elbette! Biliyorum aslımı, esasımı;

Aynen alev, yanmağa doymayan,

Yana yana kendini bitiren.

Neyi tutsam, nurlanıveriyor;

Neyi bıraksam, kararıveriyor.

Hiç şüphe yok: Ben alevim!’’

“Yeni Denizlere:“Gitmek istiyorum oraya;

Güvendikçe güveniyorum kendime ye kavrayışıma. Deniz uzanıp gidiyor alabildiğine;

Cenevizli gemim almış başını, yelken açıyor maviliklere. Her şey, yeni, yepyeniymişçesine parlak gözüküyor bana. Yatmış zaman ile mekân öğle uykusuna.

Gözün -koskoca Bakıyor bana -sonsuzluk!”

 

Bu ‘nevzuhur’ trajik insanın ilişkilerinde gördüğümüz herca­îliği, avâmî söyleyişle, “öküz öldü, ortaklık bitti” atasözüyle de özetleyebiliriz. Buna karşılık, ‘eski’ inanmış insanınkilerini de yi­ne Mevlâna Celâleddin Rumî’den bir beyitle dile getirelim: “Ca­nın canıma karışmıştır; seni inciten her şey, beni de incitir”. Atasözümüz, ‘’confédératif’, faydacı ilişkileri ele verirken, Mevlânanın beyiti bize içden bütünlüklü  olanları yansıtmaktadır.

 

‘Confédératif, faydacı  ilişkilerden doğan ittifakların esası, daha önce bahsi geçen ‘menfaat izdivâcı’dır. Böylesi ‘izdivâç’lardan tarihte yepyeni bir sayfa açacak boyuttakisiniyse, İNGİLİZ-YAHUDÎ İTTİFAKI olarak adlandırıyoruz. Söz konusu ‘İttifak’, çenber çenber, daire daire yükselen yahut genişleyen çeşitli alt birimlerin veyahut ortaklıkların meydana getirdikleri bir karma yapıdır. Birbirlerine karşıtmış gibi gözüken siyâsî, fikrî, iktisâdî hareketler ile akımların,aslında belirli bir çekirdek teşkilâttan, kuruluştan türeyip yönlendirildikleri ilk ‘bakışlar’da göze çarpmaz.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Toplumu Yozlaştıran Şey Hayasızlıktır...

Toplumu Yozlaştıran Şey Hayasızlıktır...Toplumu yozlaştıran baş etken, kendisine vücut veren bireylerin göze bata­cak raddede çoğunun hayâsızlaşmasıdır. Hayâ, kelime olarak, hayâttan gelir. Canlı olan beşerle varoluş bütünlüğünü paylaşan, artık canlı olmaktan öte hayat sahibi insandır. Hayat ise, hayânın pınarıdır. Hayâ da, edebin, dolayısıyla da, ah­lâkın ‘omurga’sidir. İşte bu zikrettiğimiz belirlenim, İslâmî yaşayışın, İmmanuel Kantın deyişine başvurursak, “temel kural’ı yahut ‘düstûr’udur. Nitekim bunu Hz Muhammed: “Her dinin ahlâk düzeni bulunur; İslâmınkisiyse, hayâ üzerine kurulmuştur” şeklinde ifâde buyurmuştur. Bu yaşayışın baş düzenleyicisi, ter­biye edici olan kadındır. Yukarıda andığımız Hadîsin, bu bağlamda, mantıkça devâmı şudur: “Hayâ, güzeldir; kadınlar ise, bir başka güzeldir.”

Nihâyet, sağlık­lı olan ile çözülen, çözülmeğe hükümlü toplumlar arasındaki çizgiyi Hz Muham­med bize şöyle özlü biçimde çekmektedir: “Mümîn, her davranışa yatkın özellik­te yaratılmıştır; hıyânet ile yalan hâriç”! İlkasli Andını unutan yahut ondan sa­pan, hürriyeti tam beşerdir "... Utanmadıktan sonra, istediğini yap”!

Seleserpe, serazad Utanmaz adam (L Homo impudens), ömür boyunca hıyânet ile yalan batağında debelenen Ümitsiz —Tragique— ferdir.

Bugün nitekim, dünya çapında insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız ölümcül durum budur işte. Bu son derece tehlikeli gidişten kurtulmak, Kur ân ile Hadîslerin işâret ettikleri ve hayânın kapsadığı değerler olarak kabul ettiğimiz, insançin ölçülüğü olağanı, dengeli ile sağlıklı olanı yakalamakla mümkündür.

“Bütün insanlar birdir;

Karşılıklı haklar gözetilmelidirler;

Karşı cinsiyetler, birbirlerini saymalıdırlar;

Evlilikten doğan aile bağlan ve çocuk doğuran kadın kutsaldır.

Yetimlerin özellikle şefkata ihtiyâcı vardır.

Bütün mallar, güvenilir ellerde bulundurulurlar;


Ödevler ise, tam belirlenmişlerdir.

Bu dünya hayatımıza şefkatla ve hayırlı eylemleriyle ışık ve neşe saçanlara Ölümden sonra hakkettikleri ödüller,

Hakkaniyet esasları gözetilerek dağıtılmalıdırlar.”

 

Hakktan yana olan Rahmânî insan (OrL vir Dei), Ümidin insanıdır (L Homo spes). Hakktan ümit kesilmez

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet

 
Devamını Oku »