Uygarlık Krizi: Otoriteden İktidara

İktidar kavramı, mâdun olan herkesin ve her şeyin üzerinde kurulan bir güç yönetim ve uygulaması olarak salt siyasî alanda değil, ebeveynin çocuk üzerindeki denetiminden piyasa koşulla­rının tüketici üzerindeki dayatmacılığına kadar her alanda tecrübe edilebilen bir mekanizmanın adıdır. Bu yaygınlık onun doğrudan olumsuzlanması için bir direnç var eder: Nihayetinde aile kurumu, İktisadî piyasa, toplum-devlet yapılaşması iktidara ihtiyaç duyulan organizasyonlar olarak görülebilecektir.

İktidar olgusunun olumlanıp olumlanmayacağına ilişkin dü­şünceyi besleyecek iki yönü dikkate değerdir: Birincisi, Foucaultcu bir denetim mekanizması olarak güç kavramı; İkincisi de Guenonyen bir ayrımla manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki farklılık hususudur. Bu iki yönü birleştirici olan taraf, içinde yaşadığı­mız hayatın gerçeklik olarak nitelenmesi ve iktidarın da bundaki payıdır. Ki bu gerçeklik insan zihninde çırılçıplak bir algıyla oluşmamakta, biçimlendirilerek sunulmaktadır ki biçimlendirmeyi yapan güce iktidar denmektedir. Gerçeklik olarak algılanan kesin bir biçimde toplumsallığın ürünüdür ve toplumsalın kendisi gibi bir güç denetimiyle açığa çıkmaktadır. İnanan birisi için tanrı ta­savvuru, iyi-kötü-doğru-yanlış nitelemeleri, düşünme biçimi, ih­tiyaçları giderme yöntemleri vs. insanın kendini arıtıp ya da üze­rinde ince ince düşünüp aldığı kararlarının bir sonucu olmaktan çok, içine doğduğu toplumun öğrettikleridir. Toplumsallaşma sü­reci, normal diye adlandırılan kalıpları edinme ve uygulamayla ger­çekleştiğinden birey için gerçeklik demek iktidar demektir. Nor­mal ve gerçeklik her zaman örtüşmese de normal, gerçekliğin bir ölçütü olarak gelişmek durumunda olduğundan, bireyin tüm al­gıları gerçekliği dayatan iktidara tabidir.

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern sonrası kabul edilen bugün, normal olanla ilgili çok ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu kırılma, tıpkı gerçekliğin kırılması gibi belirsizlik ve boşlukla iç içedir ve bu sebeple normalliğe dair hiçbir güven kalma­mış durumdadır. Bununsa bireye gerçekliği dayatan toplumsallıkla,daha doğrusu toplumsalı da denetleyen iktidar ile ilgili olduğu açıktır. Birkaç yüzyıldır süregelen uygarlık krizini tetıkleyen bu denge­sizlik, iktidarın ikinci yönü olarak değinilen maddî ve manevi av­amıyla ilişkili görülüyor: Guenonün “tamamen maddileşmiş tek uygarlık” olarak nitelediği modern toplum biçimlerinin temel ka­rakteristiği; maddî olanın, manevî olanı değilse de manevî alana ait algıyı biçimlendirmesidir. Manevî alan otoriteye, maddî olan ise iktidara ilişkindir. “Manevî iktidar” sözü oksimorondur. Ya da manevî yönlendirme iradeyi teslim almadığından bir iktidar biçimi değildir, otorite biçimidir. Bunlar birbirlerinin yerine geçemezler ki bugün uygarlık krizi olarak adlandırılan şey, maddî iktidarın manevî otoriteyi etkisiz hâle getirmişliğinden ibarettir.

Maddî bir olgu olan iktidar anlayışının Avrupa’dan başlamak üzere, benzer ve çeşitli araçlar sayesinde tüm toplumları denetim altına alması dolayısıyla Marx ve Engels “katı olan her şey buhar­laşıyor' diyorlardı ve Weber ''büyüsü bozulmuş bir dünya”dan söz ediyordu. Bunun tarihsel açılımını Aydınlanma düşüncesi, kartez­yen felsefe, bilimsel devrim, Fransız ihtilâli gibi bazı anahtar kav­ramlarla yapma eğilimi yaygındır: Bilginin öznel bir keşif ve fütu­hat olması fikrinin terk edilip yerine bilginin nesnel bir gerçeklik hatta mutlakıyet olarak tanımlanıp kavranılmasının gerçekten de bu tarihî olaylarla açıktan ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Antiki­tede, Ortaçağ Avrupasında, Musevî-Hristiyan-Islâm dünyasında ve Uzakdoğu’da yaygın olarak nesnelleştirilmemiş olan bilginin; Rönesans’tan sonra Avrupa’da gelişen bir algı sisteminin kurbanı olduğunu söylemek mümkündür. Elbette Yunanda da Asya’da da materyalist bilgi anlayışını savunan ve dünyayı da buna göre sis­temleştirerek açıklayanlar tarih boyunca var oldular; ancak bu du­rum, toplumların hayatı anlamlandırmaları, ekonomik rejimleri, siyasal yapılanmaları, kültürleri yönlendirebilecek bir güce sahip değildi.

Bu gücün etkisi oldukça kapsamlıdır: Manevî olanın üs­tünlüğü sadece bireylerin maddîleşmeleriyle ilgili değil, kentlerin merkezinde tapınak ya da ibadethane olması, krallıkların meşru­iyetinin dinî otorite tarafından tasdik edilmesi, kutsalı dışlayan sanatın reddi, dünyanın kainatın merkezi olarak değerlendirildiği fizik algısı gibi hayatın her alanında geçerli bir durumdur.

Bilgi, gözlem ve deney için uygun hâle getirilerek nesnelleştiri­lirken gerçekliğin olağan hâli bakış açısına sabitlenmiştir. Descartes’la birlikte felsefi olarak yerleşip güçlenmişse de Rönesans’ta zaten ticarî gereksinimlerle entelektüel birikimine başlanmış bu eğilim, Aydın­lanma döneminde üst kültürü tamamen ele geçirmiş ve sonra gide­rek her sahada dalga dalga yayılmıştır: Kapitalizm, bireycilik, mo­dern sanat, Sanayi Devrimi, ulus-devlet yapılanması vs... Bu süreç, artık maddi gücün her şeyi biçimlendirip anlamlandırmaya ve top­lumsallığın biçimlendirilme gücünün, otoriteden iktidara doğru kaymaya başladığı bir aralığa işaret ediyor.

Bilginin kendinde de­ğeri su-i istimal edilerek, “Bilgi güçtür” sözüyle açık olan bir araca dönüştürülmüştür. Bilimselliğin başlamasıyla artık bilginin ikti­dar için araçsallaştırılması paraleldir. Ki Orwel'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, iktidarın uygulanması olarak bilginin hem alınması hem de sunulmasından söz ediyordu; yönetim bir taraftan birey­ler üzerinde sıkı bir denetim uygulayarak her ânı gözetliyor, diğer taraftan başta tarih olmak üzere bütün bilgi birikimini dönüştür­mek için çabalıyordu.

Kapitalist küreselleşmeyle beraber dünya, özellikle teknoloji­den faydalanılarak bu sistemin yerleştirildiği bir tahakküm rejiminin hemen eşiğine getirilmiştir. Ted Kazcynski, teknolojinin özgürlük talebinden daha etkin bir sosyal güç olduğunu söylerken, teknolo­jinin insanların yaşamsal ihtiyaçlarının başlarında yer alan güvenlik istemlerini gıdıklayarak biçimlendirilmesinin bu güç hakkında bir fikir vereceğini gösterir. Can ve mal güvenliği söylemiyle şekillen­dirilmiş bir kameralı gözetim sisteminin yaratacağı denetim algısı toplumsal çoğunluk tarafından özgürlüğe tercih edilecektir ya da internetin sunduğu bilgilere erişim hakkında zararlı içerikten ko­runma içgüdüsü yine özgürlükten daha başları olacaktır.

Esas olan bilginin iktidar denetiminde olmasıdır ve bunun için artık teknolojik tüm imkânlar kullanılmakta ve bu sayede toplum­lar denetim altında tutulup, istenilen yöne sürüklenebilmektedir.

Bu teknoloji; matbaa, kitap, televizyon, sinema, kamera, ses ka­yıt cihazı, internet olabilir, fark etmiyor. İktidar önce bilgiyi ele geçiriyor, sonra bu bilgiye dayalı bir kurgu inşâ ediyor ve nihayet bu kurgu gerçeklik olarak dayatılıyor ve insanların gerçeğe saygılı olması üstüne bir ahlâk ve hukuk inşâ ediliyor. Bilginin bir güç hâline getirilmesi, teknolojik ilerleme, dünyanın maddîleşmesi ve iktidar denetiminin yoğunlaşması hep aynı sürecin farklı yönleri­dir. Nihayetinde iktidarın, manevî olanı uzaklaştırırken bilgi süreç­lerini nesnel ve maddesel kılması bir gerçeklik tahakkümünün de oluşturulması anlamına gelmektedir. Yani gerçek olanın belirlen­mesi artık tamamen maddî iktidarın denetim ve tasdikiyle müm­kün olmaktadır.

Bilimin öncülüğünde eşyanın değerlendirilmesi, perspektif se­bebiyle gözlemlenebildiği ölçüdedir. Burada ilâhî olanın, manevî olanın yeri yoktur ve tüm değerler, insan türünün ölçütlerine göre bir silsile içindedir. Değerlere ilişkin algıdaki bu değişim doğal ola­rak gerçeklik düzlemini yeniden üretmektedir. Gerçekliğin yeniden üretilmesi ise ancak ideoloji kavramıyla ifade edilebilir ki perspek­tif bu sebeple bir sanatsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir gerçek­lik tasavvurundan ibarettir.

Modern akıl ile baktığımız bir minyatür eserinde -kimilerince çocukça diye nitelenebilecek- bir saflık göze çarpar: Resim içindeki nesneler maddî gerçeklikleriyle değil, manevî derecelerine göre sıra­lanmıştır; padişah uzakta bile olsa büyüktür, kul yakında bile olsa küçüktür örneğin. Aynısı Rönesans öncesi Avrupa resminde de vardır; başlarında hâle olan insanlar, ışık saçan nesneler, melekler vs. Eğitim sistemi ve sosyal dünyanın bireylerde hâkim hâle getir­mek üzere örgütlendiği modern aklın, gözleme dayalı olarak kur­duğu gerçeklik, özne ve nesne arasında mudak bir ayrım var ede­rek nesneyi, öznenin denetimi içine hapsetmektedir. Yani yine bir iktidar ilişkisi kurulmaktadır. Bu hapis manevî olanı yok saydığı için modern sanat algısı, maddî olanın bireysel psikolojideki yan­sımalarıyla yetinir. Bu durumda padişahın kullardan büyük “gö­rünmesi” bir hatadan ibarettir, çünkü değerli olan görünendir ve gerçeklik tecrübe edilenden ibarettir. Tecrübe eden ise modern akıl sahibi olarak ifade ettiğimiz gözlemcidir.

Hayata yüklenen anlamdaki bu değişmeden kaynaklanan böyle bir bakış açısı farklılığının sosyal dünyayla birlikte ekonomiyi, dev­leti, bilimi, kültürü ve sanatı baştan sona değiştireceğini anlamak güç değildir. Tüm bunlar aynı zamanda bir bütün olarak uygarlığın yeniden anlamlandırılması demektir ki uygarlık krizi tam olarak bu tersyüz oluş hâlidir: Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıplan çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yö­nelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenir­ken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştır­maktadır.

Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kül­türel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelade ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreç­ler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının öz ­denetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.37-41
Devamını Oku »

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

BAŞ MİHRAKI: ‘Farmasonluk’ ('Serbest Yapı Ustalığı’) ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ:

İktisâd ile Sanayi 1300lerin başlarında vuku bulmuş kovuşturmalardan Templaris mensupları darmadağınık durumda Avrupanın çeşitli yöre' terine göçüp türlü etkinliklerle geçimlerini temîn ederken; Iskoçyaya sığınmış olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı ve duvar işçiliği ve ustalığına devâm ettiler.

ispanyada yaklaşık bin yıl sürmüş Islâm döneminin ardın­dan Müslümanlarla birlikte Yahudîler de ülkeden çıkarılmış ya­hut din değiştirmeğe icbâr edilmişlerdir. 1492de ispanyadan, 1495de de Portekizden sürülmüş olan Yahudîlerin bir kısmı, Fe­lemenk ülkesine iltıcâ etmiş; oradan da zamanla İngiliz adasına göçmüştür. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlarca hor görülmüş, ko­vuşturulup kırıma uğramış Yahudîlere ticâret dışında bütün iş güç kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Orta Avrupalı Yahudî­ler, Avrupada mal değiş tokuşuyla meşgulken, gerek Müslüman ispanyadaki gerekse öteki Islâm ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın olduğu bölgelerin yanında, Hıristiyan toplumlarıyla dahî ticârî ilişkiler kurmuşlardır.

Bu yoldan za­manla başta mal olmak üzere, para bakımından da servet sâhibi olmuşlardır. Onbeşinci yüzyılın sonları ile Onaltıncı yüzyıl baş­larında zanaat ile ticârette Avrupanın en önde gelen ülkeleri hâline gelen Felemenk ile Ingiltereye göçüp yerleşen bir kısım İspanyol ile Portekiz Yahudîsi, yanlarında getirdikleri mal, para ile hünerlerini, bahsedilen ülkelerde yatırıma ve uygulamaya ra­hatça aktarabilecekleri ortamlar bulmuşlardır. Öncelikle de İngilterede karşılaştıkları iki toplulukla tarihî bir ortaklığa girmiş­lerdir. Bunlardan biri, kıta Avrupasından İngiliz adasına sığın­mış Templarisler; öbürüsüyse, daha Onüçüncü yüzyılda cereyân etmiş sürtüşmelerden hânedâna karşı siyâsî ve iktisâdî cihetlerden güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır.

İşte, bu üç farklı öbek, Onyedinci yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ keli­menin tam anlamıyla bir ‘akıl izdivâcı’, daha doğrusu, ‘menfaat izdivâcı’ kuracaktır -her ne kadar, ‘izdivaç’, çiftler arasında olur­sa da! Sözü edilen üç unsurun yerleştiği mahal, İngiliz adasının bellibaşlı şehirleridir. Bunların başındaysa, Londra gelir. Top­rakla uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde yeni bir toplum-iktisât sınıfını teşkil edecek olan Kentsoyluluğu (Fr: Bourgeoisie) gündeme sokan bu zâdegân takı­mı, mal -mal ile mal- para mübâdeleleri sonucunda biriken ser­mâyeyle Sanayi devriminin başını çekmiştir.

Nisbeten kısa sürelerde büyük miktarda mâlî değer taşıyan malların, yalınkat beden gücü gereksinilmeksizin ortaya çıkarıl­ması anlamına gelen sanayi, başka bir deyişle, fabrikalaşma, geç­mişteki bütün öteki üretim araçları ile tarzlarından bambaşka bir olaydır. Burada hammadde denilen işlenmemiş malzemeden ma­mul maddenin çıkarılması işini üstlenen cıhâzlara makine; bir­den fazla makineyi barındıran yapılara da fabrika denmiştir. Sa­nayi, şu hâlde, Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin mekanik biliminde temellenen felsefe-bilim sisteminden türetilmiş Maddeci-Mekanisist dünyagörüşü çerçevesinde oluşturulmuş yöntem­ler kullanılarak mekanik araçlarla maddî yapıların ortaya koyul­masıdır. Bu yolla ortaya koyulanlara mamul madde denir. Mamul maddeyse, hammaddenin, fabrika denilen mahalde bulunan ma­kinelerin işleminden geçirilmesiyle meydana getirilir.

Makineleri çalıştıran kişiye işçi, onun ortaya koyduğu güceyse emek denir. Başka bir deyişle, insanın makine çalıştırma gücü, emektir. İnsanın kol gücü ve el mahâretiyle makine çalış­tırma edimi ve bunun toplum ile siyâset düzlemindeki yansıma­sıysa emekçiliktir.

Mamul maddenin üretilmesi için elzem olan hammaddenin temîn edildiği tabiî-coğrafi-siyâsî yöreye sömürge (Ing: Colony) adı verilir. Mamul maddenin, para karşılığında elden çıkarıldığı yere de pazar (Ing: Market) denir. Çoğu kere sömürge ile pazar, aynı yörede buluşmuştur. Bunun temini için genellikle silâhlı devlet kuvvetleri yahut gayrıresmî -şirketlere ait (Hindistana ve Malayanın bâzı illerine İngiliz tâcı hesâbına el koyan East India Company gibi)— birlikler işe koşulmuştur.

Bundan böyle, en az masrafla en büyük kazancı elde etmek -kâr- ana hedeftir. Taş, toprak, maden, ağaç, insan, istisnâsız her şey, maddî ve manevî bütün birimler ile değerler, az önce bahset­tiğimiz gâyeye yönelik araçlardır. Gâyeye ulaşmak çabasında olan birey hâliyle beşerdir. Başka bir anlatışla, ALLAH Tebliğinde bildirilmiş tekmil değerleri temelden red ve inkâr edip kendisini bunlardan bağımsız ilân eden ve yeni yükselen medeniyette baş rolü oynayan bireylilik durumundaki beşerdir.

Bundan önceki -kısmen Eskiçağ Ege medeniyeti istisnâ sayılırsa- bütün medeni­yetlerde esas câmia (Ing: Community) iken, burada merkeze ka­yan tek başına oluşuyla bireydir. O, artık dünyanın odağı duru­mundadır. Maddî'mâlî menfaatine erişmek amacıyla ona bütün araçlar, gereçler ile yollar mubahtır. Tek başına altından kalka­mayacağı güçlükleri yenmek için başka bireylerle mukavele ya­hut ittifak akdedebilir. Bu yeni medeniyetin en önde gelen fikir babalarından Thomas Hobbes (1588-1679), toplumun (îng: Soci- ety) bireyler arasında akdedilmiş mukavelelerden vucut bulduğu­nu öne sürmüştür. “Herkesin herkesle savaş” (L: “Bellum omni- um contra omnes ) durumunda bulunduğu bir dünyada “insan insanın kurdudur" (L: “Homo homini lupus”).

Mukavele veya ittifak akdları, bu sürekli mücâdele ve rekabet ortamındaki süreli ‘ateşkeslerdir. Dikduran -artık, ‘başıboş’ anlamında- serbest insan (L: Homo erectus liber), kibirlidir ve dünyaya menfaatleri açısından yukarıdan bakar. Mukaveleler veya ittifaklar, işler ik­mâl olunur olunmaz sona ererler. Bu, ailenin esası olan Evlilik­ten tutunuz da, toplumun en üst ve karmaşık teşkilâtlanışını ifâ­de eden Devlet yapılanışına dek uzanan bir durumdur. Mukave­le veya ittifak süreleri geçici barış zamanlarıdır.

İşte, Friedrich Nietzsche'den (1844' 1900) Yeni İnsanın tasvir ve tavsifi:

“Ecce Homo”:    “Elbette! Biliyorum aslımı, esasımı;

Aynen alev, yanmağa doymayan,

Yana yana kendini bitiren.

Neyi tutsam, nurlanıveriyor;

Neyi bıraksam, kararıveriyor.

Hiç şüphe yok: Ben alevim!’’

“Yeni Denizlere:“Gitmek istiyorum oraya;

Güvendikçe güveniyorum kendime ye kavrayışıma. Deniz uzanıp gidiyor alabildiğine;

Cenevizli gemim almış başını, yelken açıyor maviliklere. Her şey, yeni, yepyeniymişçesine parlak gözüküyor bana. Yatmış zaman ile mekân öğle uykusuna.

Gözün -koskoca Bakıyor bana -sonsuzluk!”

 

Bu ‘nevzuhur’ trajik insanın ilişkilerinde gördüğümüz herca­îliği, avâmî söyleyişle, “öküz öldü, ortaklık bitti” atasözüyle de özetleyebiliriz. Buna karşılık, ‘eski’ inanmış insanınkilerini de yi­ne Mevlâna Celâleddin Rumî’den bir beyitle dile getirelim: “Ca­nın canıma karışmıştır; seni inciten her şey, beni de incitir”. Atasözümüz, ‘’confédératif’, faydacı ilişkileri ele verirken, Mevlânanın beyiti bize içden bütünlüklü  olanları yansıtmaktadır.

 

‘Confédératif, faydacı  ilişkilerden doğan ittifakların esası, daha önce bahsi geçen ‘menfaat izdivâcı’dır. Böylesi ‘izdivâç’lardan tarihte yepyeni bir sayfa açacak boyuttakisiniyse, İNGİLİZ-YAHUDÎ İTTİFAKI olarak adlandırıyoruz. Söz konusu ‘İttifak’, çenber çenber, daire daire yükselen yahut genişleyen çeşitli alt birimlerin veyahut ortaklıkların meydana getirdikleri bir karma yapıdır. Birbirlerine karşıtmış gibi gözüken siyâsî, fikrî, iktisâdî hareketler ile akımların,aslında belirli bir çekirdek teşkilâttan, kuruluştan türeyip yönlendirildikleri ilk ‘bakışlar’da göze çarpmaz.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Batı’nın ‘Modern’Ie İmtihanı

Gerçek, objektif olmayı daima kendisine saklar.

Modernlik, Batının insanlığa armağan ettiği bir kavram. Kavramı, Reform’a ve Rönesans’a izafe edenler de var, Sanayi Devrimi’ne de. Her ne olursa olsun modernlik uzantıları itibariyle Batı’da gelenekten hem çok çekti hem de ona olduğun­dan çok çektirdi, desek pek de abartmış olmayız.

Genelde Reform, kısmı olarak ise Rönesans, Batı'nı n toplumsal yaşayışına karşı getirilen bir tür itiraz etme biçimiydi. Lâkin bu itiraz etme biçimi, ilk başta öyle sa­nıldığı gibi sıkı sıkıya örgütlenmiş bir tasarımı, olgunlaşmış bir projeyi, geçmişin ye­rine teklif etme şeklinde gerçekleşmedi. Bu durum, Batı’nın varolan kurumsallaşmış yapısının, mevcut hali taşıyamamasından ve taşımakta zorlandığı bu yapıyı, kontrol amaçlı baskı altında tutmasından kaynaklandı, desek ana fikrimizin uzağına düşmüş olmayız sanırım. Batı insanı ‘Kilise’nin, olanca ağırlığı altında toplumsal yapıyı be­lirlemek için Engizisyon ve bilimsel algılama biçimini kontrol altına almak için oluşturmuş olduğu Skolastik çerçevenin cenderesinde oldukça ezildi. Zaman içinde vukua gelen -adına ister ‘paradigma yorgunluğu’ diyelim isterse toplumsal yeni açılımlar gereği teklif edilen cevaplara getirilen bir tür yasaklama diyelim- sonuç açı­sından pek bir şey değişmez, Batı İnsanı dönem itibariyle bunalmış olduğu bu du­rumdan çıkış yolunu, bir kaçış psikolojisiyle gerçekleştirdi. Ve kaçtığı bu yol bo­yunca önüne çıkan zararlı ve yararlı birçok yapıyı yerle bir etti. Romanın ve Hıris­tiyanlığın oluşturmuş olduğu bütüncül yapı, kiiçülmeci ulus devlet modelleriyle da­ğıtıldı. insanın şahıstan bireye doğru evrilmesi sonucunda dağılan psikolojik algıla­ma biçimi, yeni bir insan oluşturma adına başkalarını yok sayma gibi bir yola gir­mekte hiçbir beis görmedi. Küçülmeci ulus devlet modelleri, hemen karşılarında öte­kini yasal bir şekilde var etti ve onunla kanlı bir kavgaya girişmekte herhangi bir so­run görmedi. Modernleşmeyi Sanayi Devriminin bir sonucu sayarsak eğer, -ki bu doğru değildir; Sanayi Devrimi modernleşmenin sadece bir ayağıdır- o zamanda yu­karıda bahsedilen aynı olumsuzluklarla karşılaşırız. Geniş ailenin parçalanması, çe­kirdek ailenin vücuda gelmesiyle başlayıp biten bir süreç değil, aksine ailesizliğe ka­dar varan bir durumun topluma işaretlenmesidir.

Modernitenin Yapılanma Alanları

Bana benden bahset ki seni tanımam kolay olsun.

Modernin gerçekleşmesi, hem kendi kendini kurma döneminde hem de gelenekten kaçış süreci içinde, var olan toplumsal yapıyla bir hesaplaşmayı hep Ön planda tutmuş­tur. Geleneğe karşı biçimlenen modem, bütün hesaplaşmalarım anlam üzerine kurdu­ğundan, gelenekten kurtulma biçimini, onun büyük (iğretisini, paradigma içi bir tadi­latla gerçekleştireceği hesabıyla kurumsal yapılarının içini boşaltmakla buldu. Fakat modern, kendisini de büyük bir yapı (öğreti) olarak ilan ettiğinden, mutlağa ait olan bü­tün çerçeveleri korumakla kalmadı; aslında o, geleneksel elemanter yapıya göre kurgu­lanmış olan ve o güne kadar var olan haliyle, kanıksanmış bir biçimde kendini görkem­li kılmış olan mutlağın içeriğine, kendi katından hiç de uygun olmayan alışılmadık bir anlamlar yumağını yüklemiş oldu. Kutsalın inançla olan bağını ve kutsalı, mutlağın dışına taşıyarak koparmayı başardı. Bu durumda büyük bir anlam kaymasına uğrayan kutsal kendini birdenbire seküler olan bir dünyanın kucağında buldu. Batıdaki biçimiyle,gelenekteki ibadet etme ritüelini dönüşüme uğratan modernite. gelenekte varo­lan haliyle,Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlete saygıyı -ibadet etme olarak da alınabilir- şeklen de olsa bir amaç üzerinden gerçekleştirilen pozisyonundan uzaklaş­tırdı. Bu tip bîr uygulama devlet için ne kadar riyakar olsa da, kendini mutlaklaştırmayı en azından dolaylı yollardan gerçekleştirmiş oluyordu. Fakat modernde bu saygı (ibadet etme) ritüeli Tanrı'nın zorunlu iskanla başka bir evrene gönderilmiş olmasın­dan delayı, direkt devletin kendi üzerine kalmış oldu ve devlet de bunda her hangi bir beis görmedi. Mesela, memurların kılık kıyafetine gösterilen titizlik, bir taraftan saygı duyma biçimini imlerken, diğer taraftan da devleti mutlak bir alana yerleştirdi.

Evet, yukarıda da sayıp döktüğümüz gibi. 'modernite'nin ‘geleneğe’ saldırısı nitelik üzerinden gerçekleşen bir saldırıdır ve geleneksel insanın yıkımı şeklinde formüle edilebilir. Oluşturulmaya çalışılan insan, birçok yönüyle yeni bir tip olan birey­dir. Aslıda birey tanım gereği çok küçük bir parçayı işaret ettiğinden dolayı, ‘modernite'nin mutlakçı ve büyük yapısına uy mamakla beraber, modern’in yeni inşa et­tiği bu büyük öğretinin içini doldurmaya yarayan bir yapıtaşı oldu ve onun için var­lığına kerhen de olsa izin verildi. Aslında parçanın, bütünü karşıdan gördüğünün he­sabıyla bakarsak eğer, bunun pek de sakıncalı olmadığını, parça ve bütünün fonksi­yonel olarak birbirlerini güçlendirdikleri hesap edilerek sürece katıldığını görebiliriz.

Modernizmm önemli bir ayağı da akıldır. Lâkin bu akıl, geleneğin onu kullanış tarzında olduğu gibi kalbeden akıl değil de, eşya ile kurmuş olduğu ilişki biçimini aşamayacak olan rasyonel akıldır. Aslında modernizmin akla olduğundan fazla önem vermesinden değil de akılcılığı kutsamasından dolayı, aklın coğrafyasını kendini aşan bir şekilde alan genişletmesine tabi tutarak orada, aklı doğal sınırlarının ötesine taşı­yıp, bir nevi akıl tutulmasına' yol açtı. Bu durumda etiği, değeri ve normu aştığı ze­habına kapılan akıl, insanın o güne değin kendisiyle, tabiatla ve kozmosla kurmuş ol­duğu bütün bağları koparttı. S. H. Nasr’ın deyimiyle, ‘‘Tabiat artık bir ana olmaktan çıkıp modern insanın gözünde bir fahişe haline gelmiştir”. Modern tasarının içindeki filozofların başında gelen F. Bacon, “Hurafeler çağı bitmiştir artık; beyler, bakışları­nızı gökyüzünden yere doğru indirin; aslolan tabiattır ve tabiatta, siz ona ne kadar ezi­yet ederseniz, kendini o nispette size sunar” diyerek gelenekteki insanla tabiat arasındaki ilişkiyi, radikal bir biçimde dönüştürmüş oluyordu. Görüldüğü gibi, sado-mazoşist eğilimleri olan bu ilişki biçimi, taraflardan biri diğerine eziyetten zevk alırken, eziyet edilenin de zevk aldığını iddia edip, bu iddiayı merkeze taşıyan bir düşünce. Ne yazık ki, modern akıl bu düşünce perspektifi üzerinden dünyayı algıladı.

Öte yandan bilimin modernitede gelişimi de geleneksel algı alanının ötesine taşa­rak kendine mutlak bir alan tayin etti. Varılan bu durumda bilim, istiklalini ilan etmek­le birlikle, birdenbire vasıta olmaklığın da ötesine sıçrayıp, kendini amaç haline getir.

  • Newton’un Mutlak Evren’i artık Tanrı nın müdahale ettiği bir evren olmaktan çık­mış, bütün kuralları matematik formülasyonlar içine sıkışan, sırlarından mahrum edil­miş bir büyük fotoğraftan başka bir şey değildir. İnsanın, asırların tanıklığı altında oluşturmuş olduğu metafizik ve inanç dünyası, bu şartlar altıda birdenbire buharlaşıp kayıplara karışmıştır. Onun yerini akılcılığın kuru matematiğinde dizayn edilmiş olan ve aklı aşamayınca da yüreğe inmeyi beceremeyen bir metafizik almıştır.


Bilimsel anlayış tarzı dedüktif (tümevarım) yapıdan, iııdüktif alana doğru hızla bir kayma gösterdi. Bu, bilinen bütünden bilinmeyen parçaya doğru gidişin yerine, gözlemlenen haliyle bilinen parça/lar/dan bilinmeyen bütünü çıkarsamak demekti. Dolayısıyla gelenekte zihinde oluşan mutlak, hem deneye uygunluk göstermediğin­den hem de bilinemeyen olarak bir tarafa bırakıldığından bilimsel algının doğasından da kovulmuş oldu.

Bilimlerin kralı ilan edilen fizikteki kurallılık ve determinasyon, hiçbir analize ta­bi tutulmaya gerek duyulmadan sosyal bilimlerin içine atılıverdi. 19.y,y. da sosyal bilimlerin kurallarını sayarak, tam 198 kural bulduğunu ilan edenler oldu. Pozitiviz­min İlmihalini yazan kişi (O. Comte), büyük bir cesaret örneğiyle ‘metres’inin adı­nı haziran ayına  isim olarak teklif edebildi.

Hece Dergisi, Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »