31 Mart Hadisesi'nin İçyüzü Nedir? Ne Değildir?

BİR ASRA YAKINDIR İRTİCA OLAYI DENİLEREK HEP DİNDAR İNSANLARIN ÜZERİNE YIKILAN 31 MART HADİSESİNİN İÇYÜZÜ NEDİR? NE DEĞİLDİR?

31 Mart Vak'ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rast­lamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve "şerî'at elden gidiyor" diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihâdcılar, kendilerinin tertiple­dikleri bu olayı dindarları mülteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. Şöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak'asının sebepleri nelerdi?

A)Bu olayın asıl sebebi, İttihâdcılarm yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihâdcılar, tam bir zorba kesil­mişlerdi ve muhâliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, İsmail Mahir Paşa, muhâlif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Feh­mi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultân Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karışmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hâkim olmayı isteyen İttihâ­dcılar, yabancı devletler tarafından Abdülhamid'e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultân Ab­dülhamid idi.

B)Osmanlı Devleti'ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis'deki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis'teki vekillerden halk rahatsızdı.

C)İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultân Abdül­hamid'in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihâdcılar, İngilizlerin maşası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi.

D)Asker siyâsete karışmıştı. Aldığı askerî ve dinî terbiyeye ay­kırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela, Selanik ve Manastır’dan İstanbul’a ge­tirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye başlamışlardı. Bununla da kalmayıp, İttihâdcılar, İstanbul'u korumakta görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik'teki tüme­ninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfiz-ı meşrutiyet adıyla avcı taburla- nro İstanbul'a sevk ettiler.

E)Haşan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili me­çhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu.

F)Ittihâdcılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G)Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça şer'-i şerife aykırı işleri yapan İttihâdcılara karşı, halkta ve özellikle de sağını so­lundan ayıramayan Derviş Vahdeti gibi bazı dindarlarda, idareye karşı bir nefret oluşmaya başlamıştı. Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki ta­rafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. Ittihâdcılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da arttırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subay­larına itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazı şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya başlayınca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazı nâdânlar, iyilik yapıyorum zannıyla bazı fitne tohumlarını ekmeye başladılar.

Hürriyetin yanlış anlaşıl­ması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti. İşte İngiliz Gizli Servisinin tahrikleriyle hareket eden İttihâd ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihin­de, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyâta dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini pat­lattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece başçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, "Şerî'at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinde toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb'ûsân Reisi Ahmed Rıza Bey'in azlini ve bütün Îttihâdcıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebepler­den dolayı, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insar karışmıştı.

Görünürde İttihâdcılara karşı, şerî'atı ve onun teminatı olan Abdülhamidi kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihâdcıların ve İngiliz Gizli Servisinin, Abdülhamid'i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihâdcıların ileri gelenlerinden Ahmed Rıza Bey zannederek Adliye Nâzın Nâzım Paşa'yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye Meb'usu Mehmed Arslan Bey'i öldürdüler. Sultân Hamid, II. Tümen Kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah'ın tâlimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyle­yecek kadar alçalmıştı.

Maalesef îttihâdcı olan ve sonradan bu haline çok piş­man olan Mahmûd Muhtâr Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhâlifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hare­ket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kısım akıllı İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti. İttihâdcılar, İngilizlerin âleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid'i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir.

Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla ola­yın bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin kötü bir başlangıcı oldu. Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik'ten Hareket Ordusu adını verdikle­ri kuvvetleri, Padişah'ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul'a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk'tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman kâtili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahameti­ni anlayan İstanbul'daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid'e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli tâlimatı vermedi.

1.Ordu Kumandanı Nâzım Paşa'ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan'da Hareket Ordusu Komutam Mahmûd Şevket Paşa İstanbul'a girdi ve hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eder Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Hareket ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı'nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah'ın altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umumi'yi toplayarak Abdülhamid'i hal' kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak'asını tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.

Kı­saca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalif­leri olan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazeteci­lerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe kürekle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî masumla­rı idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.(1)

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz - Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman, Osav yay.,syf:144-147

Dipnotlar:

(1)- BA, Meclis-i Meb'ûsân Albümü (Osmanlı Meb'ûsları, I. Devre), BA Kütüp. No: 1080 (Ar­şiv kaynaklarına imlemediğinden, Kuran, Öztuna, Dânişmend, Kutay, Cevat Rifat Ati han ve Ecvet Güreşin gibi tarihçiler, şehid edilen Lazkiye mebusu konusunda yanlış isimler vermişler; Tunaya ve Sina Akşin ise isim vermemeyi tercih etmişlerdir. Daha önce yanlış olarak verdiğimiz bu isim, Osmanlı Arşivindeki Albüm’e göre düzeltilmiş­tir. Ayrıca Lazkiye Meb'usu olarak Emin Arslan Bey'in de bulunduğunu kaydedelim); Kuran, Ahmed Bedevi, İrıkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdül- hamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, c. I, sh. 111; İsmail Hami Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 11; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi,Âsör-ı BedViyye, sh. 309,316-317, 324, 395-396,441; Mektûbât, sh. 429; Badıllı, Tarihçe-i Hayat, I, sh. 235-260; Atilhan, Cevat Rifat, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Fâciası, İstanbul 1959; Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî, İstanbul 1987; Dânişmen, İsmail Hamı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. IV, İstanbul 1972, sh. 372.
Devamını Oku »

Selefteki(r.a) Dehanın Sebepleri

DEHANIN ANLAMI

Kişinin bu manayı birtakım ifadeler ile açıklığa getirmesi mümkündür: "Bir insanın; keskin zekaya, sezebilen bir bilgiye, ezbere, amele ve istikrarlı bir gidişata sahip olup, kısa bir zamanda bereketli, faydalı ve verimli eserler ortaya çıkarmasıdır." Nitekim selefin zamanında da vakitler aynı şekilde hesap ediliyordu. Ancak bu saatler günümüze dek gelen olgun meyveler verdiler. Bizler de bunların mahsulünden koparıp meyvesinden yemekteyiz. Halen de· bize meyveler vermekte ve mahsul sunmaktadır.

Bunun sebebi nedir?

Selefin bu konudaki sebepleri hakkında pek çok hu sus vardır. Selefin temayüz ettiği bu hususları takriben iki madde ile ilişkilendirebiliriz: İlki, onların kendi şahsiyetlerinden kaynaklanır. Diğeri ise ortam, muhit ve kendi elde ettikleri şeyler nedeniyledir. Bazen insanı hayra götürüp, onu ısrarla hayra çeken durumlar olur. Bazen de insanı hayırdan uzaklaştıran şeyler olur. Bununla beraber selef (r.a) kendilerini hayra sımsıkı çekip götüren bir muhite erişmişlerdi. Onlar da bu hayra güzellikle icabet ettiklerinde, bu bağlamda olağanüstü başarılara ulaşmışlardı. Bu ortamın -ki biz bunu selef olarak isimlendiriyor uz-menşei, temeli ve alametleri; Peygamber s.a.v onun tertemiz yaşantısı ve kutlu rehberliğiydi. Aynı şekilde, Peygamber'in s.a.v elçiliğe başladığı günden, vefat ettiği güne kadar tebliğ etmiş olduğu Allah'ın c.c kanunları idi.

Şeriat-ı mutahharanın ve kutlu risaletin o döneme ve o diyara birtakım tesirleri olmuştu. İşte böylelikle şeriat, o toplumun ve o zamanın üzerine (bir nur gibi) doğmuştu. Ardından da sayılamayacak ve vasfedilemeyecek hayırlar meydana getirmişti. Öyle ki bizler bu ha yırlara bakınca, bunların efsane ve olağanüstü olduğu nu düşünüyoruz. Hakkında konuşmak istediğim şeylerle ilgili daha azıyla yetinerek bu hususlar hakkında demetler paylaşacağım. Çünkü ben, başkalarının açıklama sonucunda anlayacağı bu kavramları, ima ile idrak edecek insanlara konuşuyorum. Eskiden şöyle denmiştir:

Kıvrak zekalıya yeter şifreli bir ima

Yüksek bir nida ile seslenilir ondan gayrısına

Sizler ise işaret ile anlayan kimselerdensiniz. Zaten ilim talebesinin durumu böyle olmalı, işaret ile anlamalıdır. Ne işaretin ne de açıklamanın kendisine bir şey bildirmediği bir kimsenin ilim yolunun yolcusu olmasında hiçbir hayır yoktur. Bu kimsenin ziraat veya ticaret yolu nu tutması gerekir. Çünkü burada kendisinden yararlanabileceği ortam vardır. 2

SELEFTEKİ DEHANIN SEBEPLERİ

Şayet, selefe hayırlar getirmiş olan, birçoklarının bunun la deha sahibi olduğu ve bu hususta ilginç, olağanüstü ve hayrete düşüren şeyler ortaya getirdikleri bu metotları ve yolları belirlemek istersek pek çok maddeden bah sedebiliriz.

BİRİNCİ SEBEP: Hz. Peygamber'in (s.a.v) döneminde veya ona yakın dönemlerde olmaları:

Bunun içerisinde zikredilenlerden kastım; Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin olup onlara selef-i salihin denir. Selef ise (r.a) "En hayırlı asır benim asrım, sonra onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenlerdir" 3 (kavline muhatap olan kimselerdir.) En başta Hz. Peygamber'in (s.a.v) şahitliği ile ikinci olarak da Müslümanların hayatının gerçeği olması hasebiyle, bu ilk üç hayırlı asır -ki daha da geniştir-hayır ile doluydu. Böylesi bir dehayı ortaya çıkaran bu muhitin temelin de, insanların, Hz. Peygamber'in (s.a.v) zamanına, yaşantı sına ve kutlu rehberliğine yakın olmaları vardı. Bundan dolayı Müslüman bir muhitte yaşıyorlardı. İçerisinde -hayat tarzında ilim, amel, davranış, düzen ve metot bakımından-Müslümanca bir yaşantının gerçekleştirildiği bir toplumdu. Nitekim onlar hayırdan başka bir şeye tanıklık etmez ve yine hayırdan başka bir şey işitmezlerdi. Şayet insanların içinde muhalif ve isabetsiz veya şeytan tarafından ayartılmış bir kimseye rastlanırsa onun duru mu, güneş ışığının karşısındaki ince bir çizgiye benzeyip, insanların muhitine tesir etmez. Çünkü nübüvvetin nuru ve risaletin rehberliği kapsamlı bir şekilde parlamakta ve Müslümanların uzak ülkelerine kadar yayılmaktaydı. Hz. Peygamber'in (s.a.v) döneminde olan muhite baktığımızda, onun insanların içinden çıkarılan en hayırlı mu hit olduğunu görürüz. Çünkü (bu muhitin) içerisinde (şu özellikler) mevcut olmuştur:

1) Allah'ı birlemek.

2) İyiliği emredip kötülükten sakındırmak.

3) Bu ikisinin yanı sıra, her fırsatta ve şartta, sabah ve akşam, gece ve gündüz ilim öğrenmek.

Ayrıca güneşin tepede olduğu kayh1le uykusu vaktinde bile ilim onların bir alışkanlığı ve adeti idi. Onlar ilimden asla ayrılmazlardı. Bundan dolayı ilim ile oturur, ilim ile kalkarlardı. Size buna yakın bir örnek vereceğim: Eğer bizler düş mana karşı bir İslam savaşında olsaydık, mücahitlerden bir kimsenin oturup da dünyanın güzellik kraliçesinden bahsettiğini görebilir miydiniz?! Hiç oturup böyle saçmalıklardan konuşabilir miydi?! Böyle yapması mümkün değildir. Onun konuşması ancak, "bu cephe zafer kazanmış, bu cephe güçsüzleşmiş, şu cephenin takviye ye ihtiyacı var, falanca şehit olmuş, falanca şöyle yiğitlik yapmış" ve buna benzer şeylerdir. İşte sahabe ve tabiin döneminde insanların konuşmaları da böyleydi. Onların konuşmaları ''Allah buyurdu ki. .. Rasulü dedi ki ... Saha be dedi ki ... " şeklindeydi. Onların bunun için pek çok nedenleri vardı. Çünkü onlar karanlıktan aydınlığa çıkmışlardı. Karanlıktan aydınlığa çıkan bir kimse, aydınlığın kıymetine gerçek manada tanıklık eder. Hz. Ömer efendimiz r.a şöyle demiştir - O muhaddes, yani kendisine ilham edilen bir zattı. Hz. Peygamber s.a.v onun hakkında şöyle buyurmuştu: "Siz den önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer b. Hattab' dır. "4

(Hadiste geçen) muhaddes kelimesi, kendisine doğruluk ve hakkaniyet ilham olunan kimse anlamındadır. Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v)Allah'ın vah yettiği gibi, onunla gök arasında bir bağlantı yoktur. O'na vahiy inmiştir. Ancak Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali • ve peygamberlik tarafından kendilerine hayır ile tanıklık edilmiş diğer tüm sahabilere bu ilham verilmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v): Hz. Ömer efendimiz hakkın da şöyle demiştir: "Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer b. Hattab'dır." Hz. Ömer efendimiz bu bahsettiğim konuyla -onların karanlıktan aydınlığa çıkmaları ve aydınlığın kıymetini bilmeleriyle-ilgili olarak, bu bağlamda şöyle diyordu: "Cahiliyeyi bilmeyen kimseler yetiştiğinde, İslam'ın bağı iplik iplik ayrılacaktır." İşte bu kimse İslam' ın kıymetini bilmez, onu; öylesine, basit ve ucuz görür. Zaten böyle bir ortamda yetiştiğinden bu onun için değer siz bir şeydir.

Yaşadığımız hayat tablolarından birini örnek olarak verelim: Bolluk ve rahatlık içerisindeki bir evde dünyaya gelen bir insan farz edelim. Bu insan için ekmekten daha değersiz bir şey yoktur. Çünkü çeşit çeşit yemek yemektedir. Ekmeğin kıymetini ve bu nimetin değerini bilmez. Nitekim bu kimse rahat bir hayat yaşamakta ve bunun içine dalmaktadır. Ancak bir gün hayat ona dişlerini geçirip de fakirlik kapısına dayandığında nimetin kadrini anlasa; işte o zaman ekmeğe ve Allah'ın (c.c) verdiği diğer nimetlere kıymet verir. Bu nimetin değerini bilir. Bir şey yediği vakit Allah'a hamd ederken, O'na ağzıyla değil, içtenlikle hamd eder. Selef -sahabe, tabiin ve onlara ihsan ile tabi olanlar cahiliye ve kalıntılarına şahit olmuşlar, onu tam anlamıyla bilmişlerdi. Muhammedi risaletin aydınlığı ve Allah'ın (celle celalühü) bu yüce din olan İslam'daki hidayeti üzerlerine doğduğu zaman, onlar ona aşık olmuşlardı. Öyle ki bu onların alışkanlığı, gecesi ve gündüzü oldu.

Onlar tam bir yönelme ile İslam' a yöneldiler. Onlardan her bir insanın en sevdiği şey; bu dini yaşatmak, bu dini üstün kılmak, bu dini değerli yapmak ve Allah' ın(c.c) onun üzerindeki hakkının bir kısmını ifa edebilmek adına bu din için varlığından bir şeyler verebilmekti. Böylece bu ilk madde -Hz. Peygamber' in (s.a.v) dönemine ya kın olmaları-onlara salih bir muhit imkanı sağladı. Salih muhit ise hayır noktasındaki en büyük yardımcıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) söyle buyurur: "Mümin den başkasını dost tutma. Yemeğini de ancak muttaki olanlar yesin."5 Herhangi bir okulun yanında bir eğlence yerinin olduğunu farz edelim. Hiç şüphesiz bu okuldaki kişiler bu eğlence merkezine az veya çok bir heves duyacaklardır. Çünkü onların yanı başlarında oraya uğrayan ve bazen oradan etkilenen ve bezen de oradan yüz çeviren kimseler vardır. Ancak toplumsal vebalardan korunmuş bir muhitte olurlarsa, işte o zaman akıllarından bu bozuk düşünceler geçmez. Yine aynı şekilde insan salih bir çevrede olduğunda, öyle insanlara şahit olur ki, onlar sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin durumları hakkında söylenen şeye benzerler: "Gecenin abidi, gündüzün mücahidi." Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin geceleri kendilerini Allah'a adamışlardı . Onlar abid, zahid, kıyamda ve oruçlulardı . Gündüzleri de mücahid idiler. İşte onlar böylelerdi. Pe ki, bu sebatlı çalışma nereden gelmişti? Bu gayret Hz. Peygamber'e (s.a.v)eşlik etmekten veya Hz. Peygamber'e (s.a.v) dostluk etmiş kimselere eşlik etmekten geliyordu. Çünkü sen doğrudan öğreniyorsun, ya da aracısız nakledilenleri öğreniyorsun. Bundan da gidişatın konusunda büyük miktarda istifade ediyorsun. Nitekim eğer sen salih bir insan görürsen, senin onu görmen hayatının sonuna dek kalbini yıkayacak (temizleyecek) ruhani bir üstünlük demektir. Sen bundan fayda görürsün ve onunla çokça yükselirsin. Sonunda seni gören bir başka insan "falancayı gören kimseyi gördüm" der. İşte bu da Hz. Peygamber'in(s.a.v)sözüdür: "Beni gören kimseye müjdeler olsun. Beni göreni görene de müjdeler olsun. Bunları görene de müjdeler olsun. "6

Sahabe ve Tabiin (r.a), bu bakımdan [içinde bulundukları ortamın güzelliğinden] faydalanıyorlardı. Bununla birlikte onların yanında, hayatın tüm alanları için rehber, örnek, yaşanmış bir hayat ve model oluşuyla Rasulullah (s.a.v) vardı . İşte bundan dolayı onların arasında ''Allah buyurdu ki ... Rasulü buyurdu ki ... Sahabe dedi ki. .. İlim ehli dedi ki..." sözlerinden başka bir şey konuşulmazdı. Nitekim onları hayır ile dolu kılan ve onları dahi yapan ilk şey: Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine yakın olmaları, eğer sahabe iseler O'nunla bağlantıları olması veya eğer tabiinden iseler Hz. Peygamber'i (s.a.v) gören kimseler ile iletişimleri olmasıydı . Onlar Hz. Peygamber' i (s.a.v) görmeye nail oldukları zaman benlikleri ıslah olmuştu. Zaten eğer batın ıslah olursa zahir de ıslah olur. Peki, batından kastım nedir? Bu, akidedir. Allah' a (c.c) itikat etmektir. Nitekim onların. akideleri temizlenmiştir, her türlü şaibeden arınmıştır. Sonunda da her yaratılana farz olan "Rabb olarak Allah'a, Rasul olarak Muhammed'e ve din olarak da İslam'a iman etmesi" hakikatine dönüşmüştür. Bu anlam onların nezdinde tam bir şekilde tahakkuk etmişti. Öyle ki onlardan her biri bu hakikati fıtratı ile idrak etmeye başlamıştır. Yazıyı bilmeyen bir ümmi olduğu halde nasıl fıtratı ile idrak edebilir? Çevresinden tanıklık ederek (idrak edebilir). Sizler için buna açıklık getireceğim: Şayet bizler, içerisinde bazı salih alimlerin bulunduğu bir köyde olsaydık. .. Bu köyün halkı da ziraat, çiftçilik ve benzeri işler le meşgul olmaları nedeniyle okuyamıyor ve yazamıyor olsaydı . .. Ancak eğer o salih alimlerde takva, başarı ve ilim varsa -ki onların sayısı köyde azdır-onlar yaşayan örneklerdir. Bunun sonucunda köy halkını n ümmi olmalarına rağmen takvalı olduklarını görürsün.

Ayrıca takva; okuma, yazma ve yazıyı bilmeye bağlı değildir. Aksine salih örneğe bağlıdır. İşte onlar da salih örneğe Hz. Peygamber'in (s.a.v) sahabilerin ve tabiinin zatında tanıklık ediyorlardı . Böylelikle de akide onların benlikle rinde tam bir şekilde kökleşmişti. Bu akide safi olduğu zaman da onlar için ölüm, Allah (c.c) yolundaki yaşam dan bile daha sevimli olmuştu. Onların nefislerinin değersizliği hakikat olup; bağırış, çağırış, slogan ve benzeri şeyler değildi. Onlara göre yaşamak, zengin ve cömert bir kimsenin elindeki malın değersiz olmasından daha da değersizdi. Neden? Çünkü onlar kat'i bir inanışlarına itikat ediyorlardı: Cennet haktır ve onun için koşmak gerekir. Tabi ki bizler de şimdi cennetin hak olduğuna inanıyor, ancak niçin harekete geçmiyoruz? Onların gördüğü enerjiyi bize vermeyen engeller var. Bizde çok fazla engeller var. Bunlardan bazıları: çevre, haram demesek de şüpheli kazanç yemek, sağlam olmayan gidişat, gevşeklikle karışmış ve hayat anlayışı noktasında farklı ortamlarda bulunmamızdır. Bundan dolayı içimizden bir insan kendi başına cesaretlenmek ve harekete geçmek istese cezbedici şeyler onu geriye çeker. Diliyle söyler, ancak iç organları ona karşılık vermez. Çünkü o kimse ileriye doğru çekilmez.

Geriye ve yere doğru sürüklenir. Ancak onlara gelince, hayrı cazip kılan şeyler onları her koldan çekiyordu. Onlar takva ve felah sahibiydiler. Onlarda bu tertemiz akide mevcuttu. Eğer bu akide safi olursa akıl ıslah olur. Bu akıl, akidenin temiz oluşundan edinilir. Nitekim selef de büsbütün temizdi. Onlardan bir insan --okuryazar olmasa da-helali ve haramı, duyularıyla, kokuyla ve koklamayla idrak ederdi. Neden? Çok fazla şeye şahit olduğu için ... Çocuk senden edebi nasıl öğrenir? Eğer sen ona: "Bu vaciptir, bu sünnettir, bu da müstehabdır" dersen birbirine karışmış sözler dışında bir şey anlamaz. Ancak sana, güzel bir şeye gülerken, çirkin bir şeye yüzünü çevirirken, yanlıştan nefret ederken rastlarsa ve duygularının bazen bu şekilde bazen de diğer şekilde olduğunu görürse, bunun iyi, şunun da kötü olduğunu duygularıyla anlar. Böylece iyi şeyler kalbine kazınır. Bundan sonra da kötü şeylerden nefret eder ve uzaklaşır. Çocuk duyduklarıyla değil tanıklık ettikleriyle uzaklaşır. Çünkü o sözün manasını idrak edemez. Yalnızca et rafındaki kişilerin davranışlarını idrak edebilir. Yüz güldürecek doğru davranışları idrak ettiği zaman, bunları yaptığında sevinir ve insanlarında bununla mutlu olmasını önemser.

Hoş olmayan bir şey yaptığında ise onun, nefsinden ve insanlardan uzaklaşıp gizlendiğini ve içinde bulunduğu çevreden çıktığını görürsün. Halbuki o bunun nedenini bilmez. Fakat anne, baba veya içinde yaşadığı çevre ta rafından bunun yanlış olduğunu anlamıştır. Selef, kalplerinde atan bu ölçüyle iyiyi ve kötüyü hissediyorlardı . Onların hiçbirisi de bugünkü akademik an lamda yani; diploma sahibi, yüksek lisansa geçmiş ve doktoraya başlamış şekilde öğrenimli değillerdi. Onlar da böyle şeyler yoktu. Allah onlara, bunun yokluğunu nasip etmiş, ancak bununla birlikte onları, bizlerin gölgesinde yaşadığımız hayırlarla şereflendirmişti. Kağıt onları , kağıdın içindeki ilmi öğrenmekten alıkoymadı. Onlar görüntüye değil, o kağıdın içerisindeki ilme itibar ettiler. Onlarda; ibadet, zühd ve salih amel üzerine bir araya gelmek vardı . Zühd, ahlak, erdem -ve benzeri-şeyler hususunda (kendilerine) örnek edinmeyi huy etmişlerdi. Öyleyse bizim ilk (maddemiz): Onların Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine yakın olmalarıydı .

İKİNCİ SEBEP: Akidenin temiz oluşu

Akidenin temiz olması , aklı aydınlatır ve böylece insan aydın olur. Akıl aydınlandığı zaman fıtratı bulur. İşte o zaman kalpte hareketlenmeler olur. Bunun sonucun da insanda özel bir irade oluşur. Bu da: Şeriatın ölçülerine uygun olan şeyleri güzel görmesi ve Şeriatın ölçülerine göre olmayan şeyleri çirkin görmesidir. Peki, (bir kimse) ilim talebesi veya alim olmadığı hal de bunu nereden bilir? Bunu yaşadığı çevreden öğrenir. Size vermiş olduğum küçük çocuk örneğindeki gibi. .. Çocuğa, "Ebu Hanife şöyle demiş, Malik şöyle demiş veya Şafii şöyle demiş ... " dersek onun buna gücü yetmez ve bunu anlamaz. Ancak yüzün asık olmasını ve se vinçli olmasını anlar. Onların içerisinde yaşadıkları çevre de en güzel şekilde bu manayı gerçekleştirmişlerdi. Fıkıh; insanların gidişatından, ilim de insanların gidişatın dan (öğreniliyordu). Onların ortam ve muhitlerinde bu yöntem ayaktaydı . Bu da onlara, bizim hakkında konuşmak istediğimiz "dahilik" sebeplerini hazırlamıştı. Akıl temizliği oluştuğunda ve zihindeki zıtlıklar ispatlandığında akıl sağlam ve güçlü olarak yaşamını sürdürür, iyiliğin kıymetini bilir ve ona doğru koşar. Size bu sözün anlamını açıklayayım: Bazen akılda duruluk olur, ancak onu alıkoyan bazı ani saldırılar vardır. Tıpkı bizim bugün yaşadığımız: düşünce savaşı, dinsizlik fikri, inançsızlık projesi ve bunun gibi kelimeler farklı olsa da anlamları aynı olan başka isimler... Eğer bunlar kişinin yolunda engel oluşturursa ve o kimse bundan kurtulursa bu sefer de nefsi bir savaş -yani şehvet, heves, bozuk ortam, mal fitnesi vb.-başlar. Eğer kişi bu heves, tuzak yemleri ve heyecanlandıran şeyleri bırakıp giderse o kişinin düşünce yapısı kesinlikle isabetli olur. Nitekim ortam, akidenin temiz olması, Hz. Peygamber'in (s.a.v) dönemine, hayatına, yaşantısına ve ashabının yaşantısına yakın olmak, bu engellerden uzak durmakla ve bu kötü ve bozuk saldırılardan geri durmakla birlikte olduğunda insanların hepsi İslam hakkında konuşur ve İslam'ı ister. İnsanların merkezinde İslam' dan başka bir şey olmaz. İş te böylece kişi İslam'ı mükemmel, dipdiri, güçlü ve ba siretli olarak yaşar. Böylelikle onlar bu ortamda benim kastettiğim bu anlamları kazanmışlardır. Zaten sizler de bunları benden daha iyi bilmektesiniz.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Akıl ile Nüsük

Onlara bu koşullarda baktığımızda, bahsetmiş olduğum bu faktörlere bir faktör daha ekleyebiliriz: Davranışları ve geride bıraktıklarıyla hayır noktasında öne çıkmış ve ilerlemiş olan ilim ehlinin, "akıl" ve "nüsük/din" olmak üzere iki sıfat ile biliniyor olduklarını görüyoruz. Aklın anlamı zaten hepimiz tarafından bilinmektedir. Nüsük kelimesinden maksat ise dindarlıktır. O hal de onların ilim talep ederken sahip oldukları iki şey vardı: Bunlar akıl ve dindarlıktır. Tabiin alimlerinden Şa'bi Amir b. Şerahil el-Hemdani el-Kufi7, hicretin 17. yılında doğmuş ve hicretin 103. senesinde de vefat etmiştir. Bu büyük tabii Şa'bi , bu konuyla alakalı şöyle demiştir: "Bu ilim sadece akıl ve din darlı k beraber olduğu zaman öğrenilir. Eğer bir kimse dindarlık olmadan akıllı ise "bu kişi ilme nail olamaz" denilir. Şayet akıl olmadan dindarlık sahibiyse o zaman da "Bu iş, akıllılardan başkasını n nail olamayacağı bir iş tir" denilir. "8 Böylece Şa'bi selefin üzerinde bulunduğu ana dayanağı bize açıklamış oldu. Peki nasıl? Akıl ve dindarlık: Çünkü eğer insan dindarlıktan yoksun olursa o zaman akıllı ve habis bir şeytan olur. Çünkü onun aklı ve zekası olup ilme doymuştur. Böyle olduğu zaman o kimsede bozguncuların şeytanlığı olur:

İlimde takvasız bir şeref olsaydı şayet

Allah'ın en şerefli mahluku İblis olurdu

Çünkü "İblis, "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni at eş ten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi. "9

Onun tartışma konusunda aynı sonuca ulaşılmasını sağlayan deliller zinciri vardı. Öyleyse dindarlıkla beraber olmadığı zaman tek başına ilimde hayır yoktur.Dindarlık da akıl olmadığı zaman ahmaklıktır. Böyle olunca insan boş inançlara ve yalanlara inanıverir. Zaten selef alimleri de "Bu ilmi sadece dindarlık ile aklı bir arada barındıran öğrenebilir" diyorlardı. İşte Şa'bi'nin ;bu sözünde de selef alimlerinin dehasının nedenlerinin büyük bir kanıtı bulunmakta olup onların içinde akıllı alimler vardı r. Çok üzücüdür ki bugün günümüzde -ki hepimiz yetersiziz-akıllı ve kıvrak zekalı ol an, İslami ilimlerden başka bir alana gidiyor. Saflığı, engeli, kusuru veya yoksunluğu olan kişi için ise "Bunu ilim talebesi olarak eğitmek istiyorum" deniliyor. "Yani bunu Allah'a · takdim etmek istiyorum" deniliyor. Bu akıllı, mantıklı ve zeki ol an, şöyle olsun diye yönlendiriliyor. Diğeri de ilim talebesi olması için gönderiliyor. Bu onların düştüğü ve suçüstü oldukları bir felakettir. Bunun nedeni de insanları sıkıştıran çevredir. Kimi insan bundan yüzünü çevirirken kimi si de tuzağa düşer. Ne var ki selef, ilim için ellerindekinin en iyisini ve en üstününü sunuyorlardı. Akıl sahibi olan kimse ilim sahibi oluyordu. Bu nedenle akıl ve ilmi bir araya getirdiğin de; meyvesi ve kaynağı sürekli olan, coşkun, pak, güzel ve tatlı bir nehir misali oluyordu. Ancak ilimsiz ve ibadetsiz bir akılda hayır yoktur. Akılsız bir dindarlıkta da hayır yoktur. Çünkü bizler çok takva sahibi olup da şahitliklerinin kabul edilmediği bazı şeyhler görebiliyoruz.

İmam Malik (Allah ondan razı olsun) sened açısından hadislerini reddettiği bazı kimseler hakkında: "Onlarda zühd, keşf ve çokça takva vardi. Ancak onlarda akıl , ilim ve dikkat hakimiyeti yoktu. Bunlar gibilerle yağmur duası edilir, fakat onlardan hadis alınması doğru olmaz" 10 demiştir. Çünkü hadis dikkat ve özen ister. Dikkatli ve özenli olmayana bakılmaz. Bu bakış açısına göre Selef, sadece dindarlık ve aklı bir araya getirmiş olan kimseleri ilim talebeliğine sunuyordu. Bu bağlamda kardeşlerime bir hususta tavsiye vermek istiyorum: Bu tavsiyem, selef alimlerinin hayatlarını okumalarıdır. Çünkü bunlar onları koku, tat ve ilim bakımından selefe ulaştıracaktır. Nitekim bu zamanda içimizden her bir kimsenin kendisine göre en büyük kişi si hocasıdır. Hocalar da bu zamanda bildiğimiz kimseler den olduğuna göre örnek şahsiyetler zayıf kalmaktadır. Ancak selef alimlerine baktığımızda ve hayatlarını okuduğumuzda uyulacak örnek sağlam, zengin ve verimli olmaktadır.

Bu nedenle kardeşlerime, İmam, Muhaddis Şa'bi Amir b. Şerahil el-Hemdani el-Kufi'nin hayatını, iki kitaptan birinden veya birden fazla kitaptan okumalarını tavsiye ediyorum. Onun hayatını Zehebi'nin Tezkiratü'l Huffaz kitabından okuyabilirsiniz. Ancak Zehebi'nin Tarihu'l-İslam ve Ta bakatü'l-Meşahir ve'l-A'lam adlı ki tabından hayatını okursanız diğerinden daha geniş olacaktır. Nitekim Zehebi bu kitaplarda bu imamın hayatını bütünüyle tamamlamıştır. Zehebi'nin cümleleri, en seç kin kimselerin biyografilerini seçen cümlelerdir. Eğer g zel bir örnek isterseniz selef alimlerinin hayatlarını oku yun. Bu sebeple ben kardeşlerime Mu'cemü'l-Udeba kitabından Şa'bi ' ve İbn Cerir et-Taberi(r.a) gibilerinin hayatlarını okumalarını tavsiye ediyorum. Zira siz bunları okuduğunuz zaman Allah'ın Tİ-izniyle bunlardan fayda göreceğiniz hususunda şüphe yoktur. O halde selefin ha yatlarını okumak insanı hayır noktasında şarj eder. Çünkü kişi, uyulacak örneğe ve insanların hayatlarına yakın olmuş olur. Bu münasebetle kardeşlerimden İbn Cerir, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve onlar gibi başka alimlerin de biyografilerini okumalarını istiyorum. Çünkü bunlar okunduğu zaman onların hayatlarında insanın gidişatına dair büyük yardım vardır. Bu da bahsetmiş olduğum unsurlardan birsiydi.

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Uyulacak örneğin Hz. Peygamber (s.a.v) ile sınırlı olması

Bir başka unsur da -ki biz buna dördüncü unsur diyebiliriz-şudur: Uyulacak örnek Hz. Peygamber : ile sınırlıydı. Onların Hz Peygamber'den (s.a.v) başka rehberleri yoktu. Bu zihni sakinleştirir. Gücü, ilmi, örnek almayı ve rehber edinmeyi de ziyadeleştirir. Ancak eğer insan bu devrede tuzak yemlerine ve sapkınlıklara kapılır ve dağılırsa o kimse istikrarlı olmaz. Ancak Selefin uyulacak örneği sadece Hz. Peygamber (s.a.v) ve Ashabı(r.a)ile sınırlıydı. Uyulacak örnekteki bu sınırlama ise onlar için iç huzurun olduğu noktaydı. İşte bundan dolayı Rasulullah'tan (s.a.v) yemesini, içmesini ve tüm davranışlarını öğreniyorlardı. Çünkü O (s.a.v) her işte uyulacak yegane örnekti. Böylelikle onlar dahi olma konumuna geldiler. Çünkü Rasulullah' ın (s.a.v) yaşantısını örnek alıyorlardı. Öte yandan eğer insan Hz. Peygamber' in yaşantısı üzerine olmayı ister ancak O' nun yaşantısının içerisinde olmadığı bir yolu izlerse, bu durum Zemahşeri'nin dediğine benzer: "Nice sözler vardır ki, sahibine "beni bırak" der. Nice elbiseler de vardır ki, kendisini giyene "beni çıkar" der." 12 O kimse Seleften olmak ister, ancak evi Se leften değildir. Öyleyse nasıl Seleften olsun? Salihleri se verim ama onlardan değilim, diyerek mi? İşte bunun bir yararı yoktur." Salihleri sevmek iyi bir şey, bu doğrudur. Ancak bu şekilde salih olamam. Çünkü takva içerden, kalpten ve muhitten gelir. Yüzeyde olan bir muhabbetin ise faydası yoktur. Onların arasında Hz. Peygamber' in (s.a.v) gidişatı -rehberliği, kuralları, emirleri ve nehiyleri bakımından-tam bir şekilde yaşamaktaydı. Onlar da bu yüzden O' nun gidişatına en iyi şekilde sahip çıkıyorlardı. Onların arasında bizim fıkıh kitap larında gördüğümüz tespit amaçlı taksimatlar yoktu. Bizde bazı hükümler mendup, sünnet, müstehap veya ragibe gibi isimler almıştır.

Bu ise onların lügatinde yoktu. Onlar için bir şey ya istenilirdi,ya da yasaklanırdı. İstenilen şey vacip de olsa gerekliydi. Mendup da olsa gerekliydi. Müstehab da olsa gerekliydi. Haram olabileceği korkusuyla mekruh olan şey terkedilirdi. Tenzihen mekruh olan bir şey de terk edilirdi. Demek oluyor ki, bir şey ya istenilendir ve yapılır, ya da yasaklanandır ve o da terk olunur. İşte onlardaki örnek alma ve uyma, bu temele dayanmaktaydı. Fakat dönüp de kendimize baktığımızda bu anlamda bir gerileme olduğunu görüyoruz. Çünkü bizde çok hastalık var. Bu hastalıklardan biri de pek çok durumda başımıza gelen şu durumdur: Bir insana herhangi bir me sele hakkında soru sorulduğu zaman cevap olarak "Bu sünnet" der. Bunu üzerine o kimseye "Öyleyse onun yapılması gerekir" denildiğinde "Ama sünnet" der. Bu kim se için "sünnet", terkedilmesine izin var, demekle eşit tir. Onun için "sünnet"in belirtilmek istenen anlamı , terk edilmesine ruhsat var demektir. Öyleyse neden bununla yükümlü olayım ki?Aslında doğru, yükümlülük bakımından değildir. Ancak şeriatten olduğu için "sünnet" işlemeye özen gösterilir.

Bu bizim küçükken zannettiğimiz gibi Hz. Peygamber' in (s.a.v) kendi teşriinden değildir. Biz küçük bir insana "sün nettir" deriz. Küçük bir çocuğa "namaz kıl" deriz. O da farzı kılar. Çünkü bu farzın Allahu Teala tarafından olduğunu anlar. Ancak ilk sünnet veya son sünnet Rasulullah (s.a.v) tarafından olduğu için ihmal edilebilir. İşte çocuk böyle anlar. Fakat ilk sünnet, son sünnet ve farzların tamamı Allahu Teala'nın katından olup yapılması emrolunmuştur. Nitekim Rasulullah (s.a.v) anne babasından veya kendi nefsinden bir şey üretmemiştir. O'nun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir. Şu halde bizlerin arasında mey dana gelen bu davranış, ahlaki davranış biçimimizi geri !etmiştir. öte yandan Selef' in ise uyduğu ve örnek edindiği büyük rehber Rasulullah (s.a.v) idi.

Uyulacak örneğin nasıl sarsıldığını açıklayayım:

Bizim günümüzde gayri Müslimleri örnek alan ve onları göz kamaştırıcı güneş gibi gören insanlar ortaya çıktı. Onlar kafirleri, Hıristiyanları ve diğerlerini dünyaya doğmuş parlak bir güneş gibi görmektedirler. İslam'a ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetine uymayı ise üzüntü ve felaket olarak görüyorlar. Çünkü onların kalpleri gerçeği görmüyor. Bunlar bu asırda meydana geldi. Müslümanların çocuklarında ve soydaşlarımızın evlatlarında da ortaya çıkmaya başladı. Selefte ise bu yoktu. Çehreler, yürekler, akıllar ve tüm öğrencilerin zihinleri Rasulullah'ı (s.a.v) örnek almaya yönelmişti . Böylece çokça salih, dahi ve arif kimseler doğu yordu. Ancak. günümüzde, uyulacak örnek sarsılmış ve dağılmıştır. Böylece insanlar arasında örnek şu olmuştur: İnsanları n her biri uyulacak örneği anne babasından ve dininden miras olarak aldığı şekilde değil de kendi düşüncesine göre görüyor! İşte bundan dolayı gidişatlar gevşemiş ve zayıflamıştır. Selefe gelince, onlarda bu hastalıklar yoktu. Bu yüz den onların arasında uyulacak salih örnekler güçlendi. Onlar teşbih olarak da Sahabilere(r.a) benzetiliyorlardı .

Seleften bazı kimseler Kufe' de veya Basra' da doğrulandıkları zaman onlar hakkında: "Müslümanlar arasında, Hz. Peygamber'in (s.a.v) ashabı dışı nda o ki mseden daha iyisi yoktur" denilirdi . Peki, bu temize çıkarma nereden kaynaklanmaktadır? Bu tezkiye onların gidişatı ve içerisinde yaşadıkları ortam nedeniyle gelmiştir. Onların uyulacak örneği Hz. Peygamber (s.a.v) ile sınırlandırmaları da pek tabi bir durumdur. Çok üzücüdür ki; bu söz tüm İslam ülkeleri için geçerli olmayabilir. Çünkü mevcut koşullar bir ülke ile diğerinin arasında farklılık göstermektedir. Ancak bizim memleketimiz olan Suriye' de şöyleydi: Bundan yirmi veya otuz sene öncesinde insanlar evlerine veya toplu iş yerleri ne üzerinde "Muhammed (s.a.v)", "Ebu Bekir '(r.a)', "Ömer (r.a)", "Osman '(r.a)" ve ''Ali '(r.a)" yazan tablolar asıyorlar ve odayı bu tablolarla süslüyorlardı. Bu durum ne anlama geliyor? Bunun anlamı: Uyulacak örnek, rehber ve saygıyı hak eden onlardı. Onlar hakikate giden yoldu. Bu anlam artık kaybolmuş ve ortadan kalkmıştır. Yerine de kadınsı, hayasız resimler ve kafir isimler konulmuştur. Bu değişimin neresinde uyulacak örnek var? Kendilerini bu görünüşün veya bu realitenin kuşattığı insanlara dahilik nereden gelsin?! Ancak Selef'te bu kavram -yani Ebu Bekir, Ömer, Osman veya Ali !!-yakın dönemdekilerde olduğu gibi yazılı olarak değil, etki olarak bulunmaktaydı. Birçoğumuzun yabancılar, siyasi kişiler veya başkaları hakkın da bilgi sahibi olduğu gibi, onlar da Hz. Ömer'i anıyor ve tanıyorlardı. Onların arasında Hz. Ömer, gidişatlarına etki eden davranışlarıyla bilinmekteydi. (Ebu Bekir) es-Sıddik'ın kızı olan doğru sözlü Aişe '(r.a). "Meclislerinizi Ömer'i anarak süsleyin"13 demekteydi. İşte Selefe göre uyulacak örnek ve rehber böyleydi: Rasulullah (s.a.v). Sahabiler ve Tabiin. Bu kavram mevcut olduğu zaman kalp mutmain olur ve gidişatın selamete çıkması mümkündür. Ancak eğer insan uyulacak örnek noktasında dağınık olursa ve örneği olmazsa, bu şekil de bir sağa bir sola çarpıp tökezler. Bu kimsenin dehaya ulaşması ile kendi arasında uzun zamanlar ve aralıklar vardır. İşte Selef'te(r.a)( bu kavramın olmasını mümkün kılan temellerin çoğunluğu bunlardır. Bir başka unsura göz atacak olursak şunu söyleyebiliriz:

BEŞİNCİ SEBEP: Toplumun ahlaki bozukluklardan arınmış olması.

Toplumda ahlaki bozukluk olduğunda mutlaka etrafındakilere az veya çok onu bulaştırır. Bu kesindir. Kom şunun evinde yangın çıktığında mutlaka dumanı bile olsa sana ondan bir şeyler isabet edeceği kesindir. Yahut da duman kokusu veya duman isi mutlaka isabet edecektir. İslam toplumunda veya dünyevi toplumlarda "Ben kendi başıma yaşıyorum" diyen yoktur. Hayır ... Böyle birisi yoktur. Çünkü o kimse kabul etsin veya etmesin, insanlarla bağlantılıdır. -Bir hayırla veya bir şerle bile olsa-onlardan etkilenir. Senin salih bir komşun olduğunda seni düzeltir veya gidişatını güzelleştirir. Yahut da senin iyiliklerini artırır veya kötülüklerini azaltır. Ancak eğer kötü niyetli bir komşun varsa seni de bozar. Yahut da seni kötülük içinde bırakır veya hiç şüphesiz senin fesadını artırır. Bundan dolayı insan arkadaşıyla (yani) kendisini çeken ile birliktedir. Çünkü arkadaşı onu çeker. Eğer kişi kendisine bakmak isterse arkadaşlık ettiği kimseye baksın.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk ettiğine baksın."14 Eğer Salihlerden olup olmadığını bilmek istersen, kiminle arkadaşlık ettiğine bak. Eğer o kimse Salihlerden sayılıyorsa sen onun yakınında ol. Yok, eğer onlardan sayılmıyorsa, o zaman sen ondan uzakta dur. Selef zamanında toplum ahlaki bozukluktan arınmıştı. Bu, bir kimsenin onların arasında hiç hata olmadığını düşünmesi anlamında değildir. Hatalar oluyordu. Ancak ümmetin çoğunluğu ibadet, muvaffakiyet, iyiliği emretmek ve kötülüğü sakındırmak üzereydiler. Onların arasında kötülüğü korumak ve onu alenen yapmak yoktu. Kötülük bastırılmış ve korkaktı. Ancak eğer biz kötülüğün yüceltildiği, ahlaksızlığın korunduğu, rezaletlere destek çıkıldığı ve güzel ahlaka baskı uygulandığı bir toplumdaysak; doğruluk ve kurtuluş nasıl olsun?! Bu şaşılacak bir şeydir. Onların zamanında toplumun ahlakında mutlak büyüklükte bir temizlik vardı. Bu da onların şahsi olarak er demli olmalarını sağladı. Bunun sonucunda kişi, kendi sinden başkası ile uğraşmamaya başladı. Elbette, eğer insan kendisinden başkası ile meşgul ise doğru olamaz. "İnsan kendisinden başkasıyla nasıl meşgul olur" dediklerinde 'Aşa'nın bu konuda şöyle dediği gibi" diye cevap verdiler:

'Ansızın kapıldım ben ona, o da benden başka bir adama

Fakat bir başkası da kapıldı o adama"

Bu sözlerin açıklamaya ve örneklere ihtiyacı olup, bunda fayda vardır:

" Ansızın kapıldım ben ona" yani: Ben yürümekteydim. Kalbim o kadından hoşlandı ve onun ağına düş tüm. "O da benden başka bir adama" yani: O ise ben den başkasına tutkundu. "Fakat bir başkası da kapıldı o adama" yani: Karmakarışıklardı. Toplumdaki insanlar bu şekilde yaşamaktadırlar. O ona karışmış, bu da şuna karışmış. Bunun neresinde selamet vardır? Hiç kimse selameti aramıyor. Çünkü onlar arzularının dostu olmuşlar. Onlardan her bir kimseyi arzusu kötülüğe çeker. Ya kötülük onu bırakmaz, ya da o kötülüğü bırakmaz. Böyle bir zihnin dürüst olup gelişmesi mümkün değildir. Çünkü insan kendisinden başkasıyla meşgul olduğunda sağlam bir şekilde düşünemez ve idrak edemez. Bir Arap atasözünde -bunun hadis olduğu da rivayet edilmekle birlikte bazı Sünnet ve Garibu'l Hadis kitaplarında rivayet edilmiş olsa da bu hadis değildir-şöyle denilmiştir: "Abdesti sıkışık olanın (hagin), büyük abdestini tutanın (hagib) ve ayakkabısı dar olanın (hazig) görüşü yoktur." 15

Görüş kelimesi zaten bilinmekte olup, bir konu hakkında isabet ve sağduyu belirtmektir. "Abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü alınmaz" demek istenmiştir. Abdesti sıkışık olan demek: o kimsenin bevletmek istediği halde idrarını tutmasıdır. Bu kimsenin zihni meşgul olacağından görüşü alınmaz. Büyük abdestini tutan: Kendisinde başka bir durum olduğu için zihni meşgul olan kimsedir. Bu kişi için önemsiz bir durumdur. Eğer kalbin tamamı bir başkasıyla meşgul olursa durum nasıldır?! Düşünceyi alıp götüren bu iki basit durumda bile, kişide akıl olması mümkün değildir. Kalbi başkasıyla meşgul olanı gelin siz düşünün. O vakit ''Abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü yoktur" demişlerdir. Ayakkabısı dar olan: Dar bir ayakkabıya sahip olan kimsedir. Eğer kişinin ayakkabısı sıkıyorsa aynı şekilde onun da düşüncesi net olmaz. İnsan hissiyatlı bir varlıktır. Havadan çok çabuk etkilenir. Havaya ve insanların koymuş oldukları ölçülere göre kalp daha çok duyarlıdır. Çünkü kalp düşüncelerden etkilenir. Ancak bu kıstaslar düşüncelerden etkilenmez. Havadan, güneşten ve rüzgarlardan etkilenir. Bunun yanı sıra Allah' ın bizim için yaratmış olduğu kalp ve akıl, rahatça veya keyifsizce olsun fikirlerden etkilenir. Bu sebeple eğer durum böyleyse -yani abdesti sıkışık olanın, büyük abdestini tutanın ve ayakkabısı dar olanın görüşü yoksa-kendisinden başkasıyla meşgul olanın hali nasıldır? Başkasıyla uğraşarak güne başlayıp akşamlıyorsa bu kimseye nereden aydınlık gelsin? Ama Selefin toplumunda bunlar bulunmuyordu.

Onlar sadece Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin (r.a) dedikleri ile meşguldüler. İşte bu anlayış durumları güzelleştirmektedir. Misal olarak eğer bir kalp örneğine bakacak olursak, bugün bizlerde hem dini hem de düz okullar vardır. Düz okullara baktığımızda binden, bazı ülkelerde ise milyonlardan oluştuğunu görmekteyiz. Bu milyonlar da nüfus yoğunluğuna göre sayılır. Selef zamanında ise bunların hepsi mescit yerine geçmekteydi. Sadece Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin dediklerini işitiyor, görüyor ve yaşıyorlardı. Öyleyse bu büyük ve fazla sayıdan dahi kimselerin çıkması mümkün müdür, yoksa değil midir? Elbette çıkması mümkündür. Peki niçin? Çünkü onların çok olması bunu olabilir hale getirir. Bununla birlikte şayet engelleyicilerin kendilerini alıkoyduğu, çağın onlara haklarını vermediği, diplomalarda bulunan lise puan ortalamalarını da kısıtladığı ve düşük puan ortalamalarıyla onları bir köşeye oturttuğu, ilim talebesi olan yüz kişiyi örnek getirelim. Bunun üzerine bu kişiler, "Camiye mi yönelsek, yoksa İslami ilimleri öğrenmeye mi gitsek" derler.

Öyleyse tüm bu engellerle birlikte onların arasın dan dahi kimseler çıkmasının olanağı var mıdır? Elbet te bu olanaksızdır. İşte bu nedenle eğer bir kimseye iyilik, uyulacak örnek ve dürüstlük imkanı sağlanmışsa, bu kimse de bu şe ye kendini tamamen vererek yöneliyorsa, ondan olağan bir dehanın çıkması mümkündür. Ancak bundan sonrasında onun bu dehası yapmacık gibi olup, kendisine eş değerdeki kişilere göre bu deha olmayabilir. Çünkü o kimse kendi çevresine göre dahi sayılmaktadır. Ama Selefe göre bizim içimizde dahi kimse yoktur. Çünkü Selef başka bir şeydi. İbn-i Cerir'in (s.a.v)" bir günde kırk sayfa kitap yazdığını bir duysaydın. Kendisi seksen altı sene yaşamıştı. Akıl çağına ulaştığı günden, vefat ettiği güne kadar yazdığı ve telif ettiği sayfa sayısı hesap edildiğinde her güne on dört sayfa düşmekteydi. Tüm bunlar nereden gelmektedir? Yazım araçları yok. .. Yaşam (şartları) sert... Ulaşımlar zor ... Kağıt az ... Yazı yazan aletler yok ve daha birçok şey .. . Eğer bugün bir öğrenciye, "Şu beş yüz sayfalık kitabı oku" denilse "Bu acı veren bir azaptır. Çok zor ve güç bir iş. Kısaltsak olmaz mı" der. Hocaya kurnazlık yap maya çalışırlar ve vazife olanın da olmayanın da en azını alırlar. Bu ise Selef'te yoktu. Çünkü onlarda ilme karşı yoğun bir ilgi olup bulundukları atmosfer tertemizdi. Zihinler de Allah'ın, Rasulü'nün ve Sahabilerin ;w., dediklerinden başkasıyla alakadar değildi. Öyleyse, toplumun ahlaki bozulmalardan arınmış ol ması, onlara akıl temizliğini ve halis bir yönelmeyi temin etti. Bu bakış açısı gerçekleştirilmişti. Bu da hakkın da konuşmak istediğimiz şeyi onlara kolaylaştırmıştı.

ALTINCI SEBEP: Aralarında zühdün yaygınlaşmış olması

Onların arasında yaygınlaşmış olan bir başka şey de: Zühd idi. Peki zühd ne zaman (gerçekten) zühd olur?! Derler ki: Bir şey ancak bulunduğu vakit, insan on dan yüz çevirirse zühd olur. Ancak bulunmadığı halde insan ondan yüz çeviriyorsa buna zühd denmez. Size zühdün anlamını açıklayayım: Bir şeye ne zaman zühd denir? Eğer senin önünde para varsa ve sen ondan kaçındıysan ve yanında cazibeli bir kadın bulunuyorken ondan yüz çevirdiysen işte o zaman zahid olarak isimlendirilirsin. Ancak eğer sende para ve cazibeli şeyler yoksa ve sen bu cazibeli şeylerden yüz çeviriyor san bu yılanın zühdü gibidir. "Yılanın zühdü mü varmış" denildi. "Evet" dedi. Yılan içerisinde üzüm olan bir bağın yanından geçiyordu. Büyük bir üzüm salkımı olduğunu gördü ve keşfetti. Öyle ki üzümlerin çok sulu ve büyük oluşundan dal kırılacak gibiydi. Yılan bu salkıma ulaşacağı için adeta ağzının suyu akıyordu. Ne var ki dal yüksek ve uzundu. Belki ulaşabilirim diye ona doğru at lamaya başladı. Yorulup usanıncaya kadar bir atladı, iki atladı ve en sonunda yedinci kez atladı. Ama umut ettiği şeye ulaşamadı. Bunun üzerine de "Allah'ım benim için haramdan nasip yazma" dedi! Üzüm salkımına ulaşamadıktan sonra, ona ulaşmak harama dönüştü! Bu nedenle Selef'te mal varlığı bulunuyordu, fakat dünya onların ne ellerinde ne de kalplerindeydi. Seleften bazılarına, ilim öğrenmelerine katkı olması için hayır sahibi kimselerden para gelirdi. Peki, bu insan biz ilim talebelerinin yaptığından farklı olarak ne yapardı?

Açlığa maruz kalmış insanların yardımına koşmak ve artık kendi şahsına geçen bu paranın varlım zihninden boşaltmak için parayı da alarak hızlıca çıkardı. Çünkü cepte elli dinar olursa bunla ne yapacağız, bunu nasıl verimli hale getireceğiz, nasıl yetmiş, doksan, yüz olacak? Yüz olduğu zaman daha büyük sayılar var. Böylece kişi biriktirme hastalığı denilen illete yakalanır. Çünkü bazı in sanlar işin başında Allah'tan bin isterler. Kendisinde bin olduğu zaman da "Bin az" diyerek on binleri isterler. İşte durum böyledir.

Selef, kendilerine iyilik ve takva ehlinden bir mal ulaştığı zaman, kalbi meşgul etmemesi için onu ellerin den çıkarırlardı. Çünkü kalbin iki kişiyle meşgul olması mümkün değildir. Size alimlerden bir zatı anlatacağım. -Bu kişinin adı Ebu Bekir Muhammed b. el-Kasım el Enbari idi.-"Bahru'l-Hücce" diye isimlendirilirdi. Tam on üç sandık kitap ezberlemişti. Bu adamın ezber kabili yeti işte böyleydi. Onda ilginç bir ezber kabiliyeti vardı. Bu ise takva, muvaffakiyet ve kabiliyetten kaynaklanıyordu. Delikanlılığının en güzel dönemlerinde, gençlerin nefislerinin meyletmeyi seveceği şeylerden, kendisinde de olmasını içinden geçirdi. Bunun üzerine köle tacirlerinin çarşısına gitti. -Bu ise dördüncü veya beşinci asırdaydı.-Ardından satın almak üzere bir cariye beğendi. Sonra da geri döndü. Bundan dolayı kendisinin mai yetinde olduğu hükümdara geç kaldı. Hükümdar ona, "Seni geciktiren şey nedir" diye sorduğunda "Köle tacirlerinin pazarına gittim. Orada bir cariyeye rastladım ama onu satın almadım" dedi. Hükümdar onun cariyeyi arzu ettiğini anlayınca yanındakilerden birini cariyeyi satın alıp onun evine götürmesi için gönderdi. Ebu Bekir evine döndüğünde cariyenin eve getirilmiş olduğunu gördü. Ardından cariyenin onun için satın alındığı ve onun olduğu, kendisine bildirildi. Cariyeye, "Senin le ilgilenene dek odada otur" dedi. Sonra da takıldığı il mi bir meseleyi araştırmak için oturdu. Fakat kalbini kadın ve ilmi mesele arasında uğraşırken buldu. Bunun üzerine arkadaşlarından birine "Bu kadını al ve onu köle pazarına geri götür. Çünkü kalbimi meşgul etti" dedi. Adam onu çıkarırken cariye "Bırak beni de ona iki çift laf söyleyeyim" dedi. Ardından ona "Sen tanınmış, sözü dinlenen ve makam sahibi bir adamsın. Eğer ben sebebini bilmiyorken beni gönderirsen insanlar bende bir kusur olduğunu zannedecekler. Bu yüzden nedenini bilmek istiyorum" dedi. O da "Senin benim açımdan asla bir kusurun yoktur. Ancak benim kalbimi meşgul ettin. Ve sen kalbimi ilimden alıkoyacak bir konumda olamaz sın" dedi. Selefte bulunan bakış açısı işte buydu.

İbn-i Cerir et Taberi'nin bekar olarak yaşadığını bilmiş olsaydınız, iş te o zaman onların nasıl olduklarını anlardınız. O seksen altı sene iffet, temizlik, zühd, takva ve her konuda önderlikle beraber evlenmeden bekar yaşamıştı. Peki ne den? Evliliğe mekruh gözüyle baktığı için mi? Kitabına baktığınız zaman, evliliğin İslam'ın temellerinden olduğunu size söyleyecektir. Ancak o ilimle meşguldü, ilme tutkundu ve onun için yanıp tutuşuyordu. Bundan dolayı Selef'te (r.a) ilme karşı yanıp tutuşma vardı ve böyle ce dahi oldular. Ama eğer ilmi, az az çalışıp büyük bir şeye sahip olmak isteyen insanın yöntemine göre yapıyorsa işte bu gerçek değildir ve olması da mümkün olamaz.

"Ümmü Velid sordu bana bir deve hakkında"

"Yavaş yürüyen ve ilk önce varan"

Ben üzerinde bulunduğum bu hal üzerine ilim öğrenmek istiyorum dersen, bunlar şunlarla birlikte olamaz: Evlenmeye karşı isteğim büyük, aynı şekilde Tv, radyo ve dergileri de seviyorum. Yine ben çay içilen ortamları, sohbetleri, buluşmaları ve davetleri de seviyorum. Sonra da kitabı açıp iki satır okuyoruz ve hocadan da ders müfredatını kısaltmasını istiyoruz. Tüm bunlardan sonra, ilim talebesi olarak isimlendirilen bir insanın ortaya çıkması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Eğer kendimize bakacak olursak zamanı dakikalarla ölçtüğümüzü görürüz. Kırk beş dakika ders saati içindir. Bunun beş dakikası zaten yoklama ve gelip gelmeyenlerin adının yazılmasıyla geçer. Geriye kalan kırk dakika da da soru cevap ve başka şeyler olur. Şayet bize günde dört ders verilecek olursa vallahi bu çok ağır olur. Ancak İmam Nevevi'ye (Allah ondan razı olsun) gelince, kendisi bir günde tam on iki derse katılmaktaydı. Bu dersler bizim derslerimiz gibi değildi. Bilakis toplumda ağır lığı ve itibarı olan ilim ehlinin dersleriydi. İşte o, on iki derste hazır bulunuyordu.

İbn-i Ceririn (r.a)sizlere önerdiğim biyografisinde geçtiğine göre-şöyle diyordu: "Biz Rey' de iken falancanın dersine giderdik. Sonrasında ise Ebu Humeyd er-Razi'nin dersine yetişebilmek için adeta deliler gibi koşarak dönerdik." İşte ilmin ve ilim talebelerinin durumu böyleydi. Gel gelelim ilim insanın kapısına; ayağının ucuna geldiği zaman bunun neticesinde kişi ilmi çok değersiz bir şey olarak görüyor. Ne var ki Selef(r.a) bunu gerçekleştirmişlerdi. Çünkü onlar ilmin değerini anlamışlardı. Bunun sonucunda da nefisleri paklanmış ve kısaca değinmek istediğim bu hu sus onlar adına gerçekleşmişti. Y ine şu hasletlerin tamamı onlardı bulunmaktaydı: Hırs, örnek almak ve bildiklerini uygulamak. Onlar öğrendikleri şeyi uygulamaktaydılar. Çünkü ilim, amel ile tatbik edilir, dolayısıyla da yaşantıyla harmanlanır. Sen yatma duasını öğrendiğinde şöyle dua edersin: "Rabbim! Senin isminle yatağıma yattım yine senin isminle yatağımdan kalkanın. Eğer uykuda canımı alacaksan bana merhamet edip beni bağışla! Şayet hayatta bırakacaksan iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi beni de fenalıklardan koru!"16 Bu duayı öğrenip de okuduğun zaman onun endişesinden emin olur ve zihnini devamlı onunla yormamış olursun. Çünkü o ezberlenmiş olur. Ancak eğer onu ezberlememiş ve onunla amel etmemiş isen bu iş seni yorar. Onlarda bulunan ilim, amel ile hayata geçirilmekteydi.

İlmin yarısı veya çoğu amel idi. Dolayısıyla bu doğal bir tavır haline gelmiş, ilim kolaylaşmış ve çoğalmıştı. Ancak zihinlerde kendisine ağır gelen bir şey olacaktır. Bu bakış açısı onlar tarafından uygulanan ve var olan bir şeydi. Yine onlar refah, şımarıklık ve konfordan uzak bulunmaktaydılar. Bunun anlamı, onlar darlık ve basit bir hayat içinde yaşamaktaydılar. Örneğin İmam Ahmed'in çoğunlukla yiyeceği ekmekten ibaretti. Bir de bugün bir ilim talebesine tek başına ekmek sunulursa (ne olur bi düşünün bakalım)? Allahu ekber! Sanki en büyük günahlardan biri yapılmış! Bugün bize ekmek dışında bir şey verilmeyecek mi?! Bu gerçekten karşısında susulmayacak büyük bir günahtır! Her şeye susulur ancak buna, ekmeğe asla! Onlarda ise bulunduğu takdirde sade ce ekmek vardı.

İbrahim el-Harbi'yi -Allah ona rahmet etsin-Ahmed b. Selman en-Neccad ziyaret etti. Ahmet çok şiddetli bir darlık içerisindeydi. Bunun üzerine kendisine yardım etmesi için İbrahim el-Harbi'ye gitti. O da onu teselli etti, ona yardımda bulundu ve onu rahatlattı. Ardından ona şöyle dedi: "Ey Ahmed, benim yanımda dünden kalmış bir turp sapı var ve onunla da sabah kahvaltımı yaparım. Yani; turpun iki parçasından birini dün yemiş, kalanını da bugün yemektedir! İbrahim el-Harbi işte böyle bir kimseydi. Öleceği zaman kendisine fakirlik isabet ettiğinde kendisinin iki kızı bulunmaktaydı. Hanımı ona "Ey İbrahim! Ben ve sen açlığa sabrederiz. Ancak bu iki kızcağızla ne yaparız" dedi. O "Ne yapayım" dediğinde de "Kitaplarından birazını satıver" dedi. -Bilmeyen bir kadın için "kitapların dan birazını satıver" demek en kolay şey olabilir. Ancak bu bir alim için en zor şeydir. Çünkü filime göre kitaplar onun bedenindeki ana hücreler gibi olup ondan vazgeçmesi mümkün olamaz.-Bunun üzerine o "Bana akşam oluncaya dek müsaade et" dedi. Hanımı da bekledi. Akşam olunca birden kapı çaldı. Hanımı "Kim o?" dedi. (Kapıdaki kişi) "Kapıyı aç ve ışığı söndür" dedi. Kadın da kapıyı açtı ve ışığı söndürdü. Sırtında çuval -yani bohça-olan bir adam geldi ve "Bunları küçükleriniz için satın aldık" dedi. Ardından da "Kapıyı kapat" dedi. İbrahim hanımına "Işığı aç" dedi. O da ışığı açtı. İçerisinde çeşit çeşit yemekler, değerli bohçalar ve yanların da da elli dinar bulunan bir çuval gördü. Bunun üzerine "Allah'ım sana şükürler olsun -yani (kitapları satmaya) gerek kalmadı-" dedi. İşte İbrahim el-Harbi bu hal üzere yaşamakta ve her zaman zineti olmuş olan fakirlik üzerine hayatını sürdürmekteydi.

Bugün bizde olan bu rahatına bakma duru mu onlarda yoktu. Bundan dolayı da zihinleri her da im ilme sıkıca bağlıydı. Bir gece İbrahim el-Harbi evinin kapısının önünde oturmuş durmaktaydı. Ansızın yanın da bulunan iki deveyi yürüten ve insanlara İbrahim el Harbi' nin evini soran bir adam çıkageldi. İnsanlar da ona "İleride" diyorlardı. Ardından bir kimse ona "İşte bu İbrahim el-Harbi, evinin kapısında duruyor" dedi. Adam "Bu iki deve onundur" dedi. Adam böyle deyin ce İbrahim "Bu nereden böyle oluyormuş?" diye sordu. O da "Horasan' dan bir adam bunları sana gönderdi" dedi. "O kim" diye sorduğunda ise "Söylememem için bana yemin ettirdi" dedi. Bu iki devenin üzerinde yiyecek ve Horasan kağıdı bulunmaktaydı. Horasan kağıdı sağlam, pürüzsüz ve cilalı olur. Bir alime göre kağıt en önemli şeydir. -Eskiden de şimdiki zamanda da bu böyle olmuştur.-İşte insanlar böyle bir hayat sürmekteydiler. Çokça ekmekleri vardı. İnsanın hayatı böyle olduğunda iffetli, halinden razı ve iyiliği emredip kötülükten sakındırarak yaşamını sürer...

Abdulfettah Ebu Gudde - Büyük Alim Olmanın Yolu,syf:11-45

Dipnotlar:

2Buradaki metinde ..,; t_..C.,, diye geçiyordu. Ancak konferansın orijinal ses kaydında..,� diye geçtiği için böyle çevirdim. (Çev.)

3 Buharı, Şehadat 9, Fezailu'l-Ashab 1, Rikak 7, Eyman 27; Müslim, Fezailu's-Sahabe, 214; Tirmizi, Fiten 45, Şehadat 4; Ebu Davud, Sün net 10; Nesai, Eyman 29.

4.Buhari, "Fezfı'ilü ashabi'n-nebi", 6, "Enbiya"', 54; Müslim, "Fezfı'ilü's s ahabe", 23.

5Tirmizi, Zühd, 56; Ebu Davud, Edeb, 16.

6 Taberanl, e/-Mu'cemu'l-Evsat, 6106; İbn Adiyy, el-Kamil fi'd-Duafa', 3/110.

7Ebu Amr Amir b. Şerahil b. Abdillah el-Hemdani eş-Şa'bi, 19/640 yı lında Kufe'de dünyaya geldi. Tabiin alimlerinden olan bu zat, Abdullah b. Mesud'un 'l!T öğrencidi olmakla birlikte 500 kadar sahabeyi görüp tanımıştır. Devrinin önde gelen hadis filimi ve münekkitlerindendir. Kufe'de birçok sahabi henüz hayattayken Şa'bi'nin geniş bir ilim hal kasının olduğu belirtilmiştir. Sünnete göre yaşamaya gayret eden Şa 'bi müttaki bir filimdi. Neşeli ve nüktedan bir tabiata sahipti; fakat kendi sine fetva sorulduğunda hemen ciddileşir, doğru cevap verebilmenin sıkıntısını çekerdi. Şa'bi kıyafetinin düzgün olmasına dikkat eder, sakalını kınayla boyardı. Akrabalarıyla ilgilenir, onlardan borçlu ölenlerin borcunu öderdi. Geniş hadis ve fıkıh bilgisi yanında megmi, şiir, tarih ve eyyamü'l-Arap'ta da önde gelen ravilerden biriydi. Onun megazi ri vayetini dinleyen Abdullah b. Ömer, "Bu zat anlattığı gazvelerde bizim le beraber bulunmuş gibi konuşuyor ve bu gazveleri benden daha iyi biliyor" demişti. 104/722 yılında Kufe'de vefat etmiştir. Bkz. M. Yaşar Kandemir, "Şa'bl", TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2010, c. 38, s. 217-218. (Çev.) 6 Zehebi, Tezkiratü'l-Huffaz, c. 1, s. 65, Darü'l-Kütübi'l-İİmiyye Baskısı.

9 38/Sad, 76.

10. Kadı lyaz, Tertfbü'l-Meddrik ve Takrfbü'l-Mesd/ik, c. 1, s. 31.

 

11 Büyük tefsir alimi bu Ca'fer Muhammed b. Cerir et-Taberi, 224 yılı so nunda veya 225 yılı başında (839) Taberistan'da doğmuştur. İlk öğreni mini memleketinde aldıktan sonra on iki yaşındayken Rey' e ilim tahsili için gitmiş, ardından da diğer İslam beldelerini dolaşmış ve pek çok alimden ders almıştır. En sonunda da Bağdat'a yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar telif ve tasnifle meşgul olarak talebe yetiştirmiştir. Taberi çok güzel konuşan, iffetli, giyimi temiz ve davranışları çok zarif, samimi, talebelerine ve diğer insanlara karşı bir dost ve baba gibi davranan, zühd ve takva sahibi, her işini ciddiyetle ele alan, düzenli bir hayatı olan ve zamanını çok iyi değerlendiren bir şahsiyetti. Yazmış olduğu tefsiri dolayısıyla "İmamü'l-Müfessirin" diye anılan Taberi, 310/923 yılında ve fat etmiştir. Bkz. Mustafa Fayda, "TABERİ, Muhammed b. Cerir", TDV İs/dm Ansiklopedisi, İstanbul 2010, c. 39, s. 319-320. İmam Taberi ilmi evliliğe tercih eden bekar filimlerdendi. Merhum Abdulfettah Ebu Gud de hoca bekar alimleri konu edindiği e/-U/emdu'/-Uzzdb adlı çalışmasın da onun biyografisine yer vermiştir. Bkz. s. 56-74. (Çev.)

12 İkinci cümleyi kaynaklarda bulamadım. İlk cümle için ise bkz. Zemahşeri, Rebfu'/-Ebrôr ve Nususu'l-Ahyôr, c. 2, s. 122. Yine o şöyle demiştir: "Nice silahlar vardır ki, kendisini taşıyan kimseye "beni bırak" der. Nice sözler vardır ki, sahibine "beni bırak" der." Zemahşeri, Etvaku'z-Zeheb f i'l-Mevaizi ve'I-Hutab, s. 30.

13 Hz. Aişe '!!J& şöyle demiştir: "Meclislerinizi Rasulullah'a �salat ederek ve Ömer b. Hattab'ı anarak süsleyin." Zehebi, Mfzônü'/-İ'tidôl fi Nakdi'r Ricôl, c. 1, s. 540, Darü'l-Ma'rife, Beyrut.

14 Ebu Davud, Edeb, 16, Tirmizi, Zühd, 45 .

15 Muhammed b. Ebi Bekr er-Razi, Muhtarü's-Sıhah, s. 72.

16 Buhari, Deavat, 13.

 

Devamını Oku »

Gazze Aynasında İnsanlığın Geleceği ve İslam Ümmetinin Mükellefiyeti

 


İBRAHİM HALİL ÜÇER

Gazze’de yaşanan ve insanlık vicdanını ayağa kaldıran soykırım, işgalci İsrail devletinin (!) İslam coğrafyasının kalbindeki hırsızlık ve talana dayalı mevcudiyetinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor. İsrail’in bu coğrafyadaki mevcudiyeti, ilk bakışta Yahudilere bir yer arama çabasının sonucu olarak takdim edilse bile, Ortodoks Yahudilerin böylesi bir yer fikrine karşı çıktıkları göz önünde bulundurulduğunda, Yahudilere yer arayışının bizzat Yahudi teolojisiyle değil, seküler Siyonist ideolojiyle ilişkilendirilmesi gerektiği açıklık kazanıyor. Amerika Başkanı J. Biden’ın İsrail’i ziyareti esnasında “Siyonist olmak için Yahudi olmaya gerek yok” şeklindeki ifadesinin de gösterdiği gibi Siyonizm, işlevi ve değeriyle ilgili küresel batılı hegemonyanın üzerinde ittifak ettiği ve toplu bir şekilde desteklediği tastamam seküler bir ideoloji. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Bu ideoloji ve onun hizmet ettiği küresel batılı hegemonya, annelerinden özgür doğan çocukların bedenlerini, ruhlarını, iradelerini ve duygularını ele geçirmeyi amaçlıyor. Onları iliklerine kadar sömürüp kendi mülkü haline getirecek ve sonra onlara varlıklarını kendisinin armağan ettiğini söyleyecek bir güce ulaşana kadar da asla durmayacak. Varlığını bu hegemonyanın sağladığı araçlara değil, sadece Allah’a borçlu olduğunu ilan eden Gazzeli çocuklar, kadınlar ve erkeklerin mücadelesinde seyrettiğimiz şey insanlığın özgür geleceği, Batılı küresel hegemonyanın bir aygıtı olarak İsrail’in insan dışı saldırılarında seyrettiği miz şey ise insanlığın sömürülmüş, köleleştirilmiş geleceğidir. Bu yazıda Gazze aynasında seyrettiğimiz bu iki gelecek ufku üzerinde duracak ve insanlığın özgür geleceği için İslam ümmetinin nasıl bir mükellefiyet altında olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Şöyle bir soruyla başlayalım: Siyonist ideolojiyi yaratan ve her şartta onun arkasında yer alan kapitalist emperyal hegemonyanın, onu İslam coğrafyasının kalbine yerleştirmekteki maksadı ne olabilir? Bu sorunun cevabı insanlığın geleceğine dair tehditlerin ne olduğuna ve Gazze’deki mücahitlerin giriştiği mücadelenin nasıl olup da bu tehdide karşı külli bir farkındalık ve mukabele imkânı verdiğini bize öğretebilir.

Bu soruya cevap vermek için öncelikle birkaç çelişkiyi ve ona bağlı birkaç aldatmayı fark etmemiz gerekiyor. Çelişki şudur: Mevcut küresel dünya düzeni politik yasanın teşekkülünden ve kamusal alanın işleyişinden, dinsel inanca ait her türlü etkiyi dışlama fikri üzerine kuruludur. Bununla birlikte İsrail doğrudan doğruya teo-politik bir ideolojiye dayanan ve hem kamusal alanın işleyişi hem de politik yasanın teşekkülünde dinsel inançların yoğun şekilde etkili olduğu bir yapıdır. Revize edilmiş tüm unsurlarına rağmen hâlâ bir Westfalya sistemi olarak görülebilecek küresel dünya düzeni açısından bu durum ilk bakışta bir çelişki olarak görülebilir. Şöyle ki on yedinci yüzyılda teşekkül eden Westfalya sistemi, Avrupa’da politik mücadelenin din kisvesi altında yürütüldüğü ve sekiz milyona yakın insanın öldüğü otuz yıl savaşlarından (1618-1648) çıkarılan bir derse dayanıyordu: “Din, çatışma, düzensizlik ve güvensizlik kaynağıdır. Şu halde hem devletler arasında hem de bir devlet içinde barış, düzen ve güvenin tesisi için dinî inançların politik alandan dışlanması gerekir.” Westfalya barışının bir gereği olarak, her devlet kendi içinde egemen kabul edilse ve diğer devletlerin bu egemenlik alanına müdahalesi yasaklansa bile, zımni olarak bunun bir istisnası öngörülmüştü: Komşu devletlerden birinde dinsel inançlar politik alan üzerinde etki yaratma teşebbüsünde bulunursa, diğer devletlerin toplu bir şekilde buraya müdahale etme hakkı öngörülüyordu. Laiklik ilkesine kaynaklık eden ve bu ilkeyi küresel sistemin esasına yerleştiren bu seküler eğilim, Avrupa tarihinin on yedinci yüzyılı takip eden her aşamasında daha da güçlenerek korundu ve küresel sistemin taviz verilemez esaslarından biri olarak varlığını sürdürdü. Hal böyleyse küresel sistemin muhafızlığını yapan unsurlar nasıl olup da İsrail gibi kendisini teo-politik yollarla meşrulaştıran ve politik alanı binlerce yıllık dinsel ideallerin tahakkümü altına sokan bir yapıyı destekliyor? Buradaki çelişki nasıl anlaşılmalı?

Bu çelişkinin üstesinden gelmenin yolu, aslında onun sadece görünüşte çelişki olduğunu fark etmektir. Çünkü ne İsrail hakiki mânâsıyla Yahudiliğe dayalı dinsel inançların politik alana tahakküm ettiği bir yapıdır ne de bugün kavuştuğu yeni form itibarıyla ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yeni-emperyalist hegemonya dinsel herhangi bir inanca bağlılıktan tümüyle soyutlanmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsrail’in kuruluşunu temin eden Siyonizm, asıl itibarıyla dinsel değil tümüyle dünyevi bir ideolojidir. Bu ideolojiye hizmet edenlerin bir çoğu Tanrı’ya inanmayan ve hiçbir kurumsal dine mensubiyeti olmayan seküler insanlardır. Dinî inançlar Siyonizm için yalnızca araçsal bir değere sahipti ve hâlâ da öyledir. Kapitalist liberal hegemonyanın dinî inançlarla ilişkisine gelince; bu hegemonik yapı tarihsel süreç içerisinde elde ettiği olağanüstü esnek karakteri itibarıyla, kategorik olarak din karşıtı değildir. İlk olarak, onun mevcut durumda karşı olduğu şey insan iradesinin teslim olacağı en yüksek otorite olarak yalnız Hakk’ı tanıyan ve iradelerini O’ndan başkasına teslim etmeyeceğini beyan edenlerdir. “Katı olan her şeyi buharlaştıran” ve onları asıllarından koparıp kendi şekline sokan büyük bir sindirim aygıtı olarak kapitalizm; dinsel inanç, tutum ve pratikleri ruhlarından soyup sırf cesede dönüştürdüğü ve onlara “kendi ruhundan üflediği” sürece hiçbir dinsel inanç, tutum ve pratik onun için tehdit olamaz; bunlar görünüşleri itibarıyla İslamî bir karakterde olsalar bile. Yahudilik, Siyonist ideoloji tarafından tarihsel süreç boyunca ona içkin dünyevî karakterin öne çıkartılması suretiyle uhrevî tüm içeriğinden arındırılan bir cesede dönüştürülmüş ve kapitalist ruh için adanmış bir beden halini almıştır.

Kapitalist tahakküm araçları aynı şeyi Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm veya bir başka dinî gelenek üzerinde başarabildiği sürece, onlar sırf “dinsel görünüşleri” bakımından bir tehdit teşkil etmez; elverişli araçlar olarak, bu ruha boyun eğmiş hizmetkârlara dönüşebilir. İkinci olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonya, iddia edildiği haliyle nötr değildir, tümüyle ona özgü seküler bir tedeyyün tarzına ve dinî inanış, tutum ve ferdî-kurumsal pratikler olarak tasavvur edilebilecek örüntülerin arkasında bulunan içkin bir dinsel ruha sahiptir. Bu dinsel ruhun özü, tek kelimeyle “bu-dünyacılık”tır. Bu-dünyacılık, bu dünyayı öte dünyaya nispetle hiçbir değeri bulunmayan, imar ve inşa için emek sarf etmeye değmeyecek bayağı bir şey olarak gören ruhbanî öte-dünyacı tutumun karşı kutbuna yerleşir. Bu haliyle öte dünyayı yok sayıp hayatı bu dünyadan ibaret görür ve insanın bu hayattaki nihai gayesinin dünyevî refah, üstünlük ve güçten başka bir şey olmadığını kabul eder. Bu-dünyacılık on sekizinci yüzyıldaki Aydınlanma çağıyla birlikte Avrupalı zihnin kalbine yerleşmiş ve her aşamada yeni formlar kazanarak varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Bu-dünyacı inanç, Fransız ihtilalinin öncü ismi Robespierre’in Paris’e dikerek (1794) çevresinde dinî festivaller tertip ettiği, dünyevî aklı yüceltmek için tasarlanan “Yüce Varlık Kültü”nde olduğu gibi açık veya Masonluk ile dönemin İlluminati gruplarında olduğu gibi gizli paganik ritüellerle kendini âşikâr ettiği gibi, bu-dünyacı ruhun her türlü tezahüründe saklı, öte fikrinden mahrum dünyevî egemenlik maksadında da gözlemlenebilir. Burjuva sınıfına özgü, sermaye biriktirme ve onu kârlı yeni faaliyetler için kullanarak artırma maksadına dayalı dünyevî egemenlik ideali, Avrupa tarihinin kendi iç gelişimiyle irtibatlı bir şekilde, on sekizinci yüzyılda tarihin merkezine yerleşir ve daha fazla sermaye, daha fazla kâr, daha fazla zenginlik elde etmek üzere dünyayı egemenlik altına almak isterken önüne çıkacak başka her türden egemen unsuru tasfiye etmeyi amaçlar. West-falya sistemi, dünya hayatını tanzim iddiasına sahip dinî inançları tasfiye etmiş ve dünyevî egemenliği tek başına krala, yani politik iktidara vermişti.

On yedinci yüzyıl mutlak hükümranlık sahibi kralın dünyaya nizam verirken din ve sermaye dahil olmak üzere başka hiçbir yasa ve güç tanımadığı bir dönem olsa da, on sekizinci yüzyılda sermaye sahipleri kralı ve onun mutlak politik egemenliğini kendileri için tehdit görerek bilim insanlarını, filozofları ve “aydın” rahipleri de yanına almak suretiyle mason localarında toplanmaya ve yüksek kâr ideallerine tehdit teşkil eden her türlü egemenlik kaynaklarını bertaraf etmek üzere çalışmaya başladılar. Bu yüzyılda mason locaları ve onların Almanya şartlarında biçimlenen bir tür uzantısı olarak İlluminati grubu içerisinde gizli bir şekilde yürütülen bu çalışmalar, teori ve pratiği dünya sahnesiyle sınırlandırılmış aydınlanmacı seküler zihniyetle birleşerek dünya egemenliği hedefine tehdit oluşturan unsurlara karşı gizli ve özel tekniklerle savaş açtı. Savaşın muhatabı olan unsurlar, kendileri de dünya hayatını tanzim etme iddiasına sahip şeylerdi: Dinler, devletler, devletler üzerinde hükümranlık iddiasında bulunan yöneticiler ve onların iktidar kaynakları, dinle değilse de aile değerleriyle yakından ilişkili ahlâkî idealler, hakikatle irtibatını koparmamış, bu nedenle de hakiki bir eleştiri imkânına sahip sahih fikir ve nihayet dinî inançlara, ahlâkî değerlere, sahih fikre dayalı insan iradesi. Bunlar bir kez hedef tahtasına konulduktan sonra, kurumsal dinî yapıların tasfiyesi ya da içinin boşaltılması, siyasetin kötürümleştirilmesi, ahlâkın izafileştirilmesi, fikrin gerçeklikle irtibatının kopartılarak ifsad edilmesi ve büyük kalabalığın iradesinin manipülasyonlar yoluyla kontrol altına alınması temel amaçlar olarak belirlendi.1 Sermayesini mütemadiyen artırmak isteyen kapitalist bu amaçlara sahipti, çünkü onun için dünya sermayenin serbest dolaşımı için devasa bir pazardan başka bir şey değildi. Bu “pazarı” yönetmek ve kurallarını belirlemek isteyen başka rakipleri tasfiye etmek ve pazara hakim olmak zorunluydu. Bu mücadeleyi yürütürken takip edilecek strateji, locaların özünü ele verecek bir yapıya sahipti: Gizlilik. Kapitalist küresel hegemonyayı tesis çabası tümüyle gizli bir şekilde yürütülecek, bu hegemonyayı amaçlayanlar doğrudan doğruya maddî evrenin görünür yöneticileri olmayacak, bunun yerine görünür yöneticilerin arkasında bulunan ve onları karmaşık ilişkiler yoluyla yönlendiren aktörler olacaktı.

Görünenler alanını görünmeden yönetmenin elverişli bir tarafı da vardı: Aydınlanmacı özgürlük talebi, efendiliğin her türüne meydan okuyor ve insanları kendi vicdanları dışındaki otoritelerin tümüne karşı isyana teşvik ediyordu. İngiltere’deki Muhteşem Devrim ya da Fransız İhtilali böyle bir talebin geniş halk kitlelerini hareket geçirmesiyle mümkün hale gelmişti; insanlar bir kez kendi kaderlerini ellerine aldığına inan(dırıl) mıştı. Hal böyleyken, dünya pazarını ve hepsi de bu pazardaki müşteriler olarak görülen insanları kontrol etmeyi amaçlayan bir zümrenin, efendiliğini görünür bir şekilde yürütmesi mümkün değildi. Bu nedenle pazarın serbest olduğu ve müşterilerin tümüyle kendi özgür iradeleriyle hareket ettiği fikri yerleştirilerek bu husus tartışmaya kapalı bir kural haline getirilmeli, pazar ve müşteri bu sahte serbestî perdesinin arkasından idare edilmeliydi. Fakat bu tanrısal idare yöntemini dünya sahnesi üzerinde dünyevî aktörler aracılığıyla işletmek o kadar kolay bir şey değildir. Pazarın ve müşterilerin buranın idaresinde, gizlenmiş aktörler tarafından idare edilen görünür yöneticilere karşı minnet altında bırakılması ve bu idareciler olmaksızın dünya sahnesinin mütemadiyen bir kaos altında kalacağı fikrinin yerleştirilmesi gerekir. Bu, düzeni sağlayan bir otoritenin yokluğunda, insanların kendi başlarına bırakılmaları durumunda dünyanın sonu gelmez bir kaosa düçar olacağı şeklindeki eski bir siyasî fikrin devamı olarak görülebilir. Ama burada farklı olan şey, egemenin daima kendisini gizleyerek iktidarını yürütmesidir.

Peki gizlenerek hükmünü yürütme stratejisi nasıl icra edilebilir? Bunun yolu, pazarın düzenini ve müşterilerin güvenliğini tehlike altına sokacak sahte riskler imal etmek ve bu risklerin kaynağında kendi iradeleri bulunmadığı için bir türlü başa çıkamayan pazar ahalisini söz konusu riskleri çözmek üzere kendisine muhtaç etmektir. Böylece pazar ahalisi düzen ve güvenlik için daima küresel hegemonyanın görünen aktörlerine muhtaç olacaktır. Bu strateji on sekizinci yüzyıldan itibaren giderek karmaşıklaşan egemenlik teknikleriyle desteklenmiştir. Halihazırda İslam dünyasının kalbine yerleşerek bu coğrafyayı bitip tükenmek bilmez bir kaosla meşgul eden İsrail ve onun arkasındaki Siyonizm, esasen bu egemenlik ve kontrol stratejilerinin bir ürünüdür. Siyonizmin, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın nasıl aracı olarak kullanıldığını aşağıdaki satırlarda açacağım. Bunun öncesinde, pazarı kontrol etmek isteyen zümreler için sermayenin değişen yapısı üzerinde durmak istiyorum. On sekizinci yüzyıldan itibaren sermayenin değişen yapısını ve zenginliğin değişen anlamlarını kavramak, onun değişen egemenlik strateji ve tekniklerini tespit edebilmeyi sağlar. Buna göre zenginlik iktisadî zihniyet ve pratiklerin dönüşüm sürecine bağlı olarak başlangıçta altına sahip olmak şeklinde anlaşılıyordu, daha sonra mala-ürüne sahip olmak zenginlik olarak anlaşıldı, sanayi devrimiyle birlikte malın üretimini temin eden üretim araçlarına sahip olmak zenginlik sayılırken, Marksist bakış açısından ise üretimi temin eden emeğin kendisi, değerin esası olarak görüldü. Modern döneme geldiğimizde zenginliğin artık altına, mala, üretim araçlarına ya da emeğe sahip olmak anlamına gelmediği yeni bir durum ortaya çıktı. Çünkü emeğe, onu işleteceğiniz üretim araçlarına ve neticede ortaya çıkan ürüne sahip olabilirsiniz, fakat insanlar bu ürünü almaya dönük bir hevese sahip değilse bunlar tek başına bir şey ifade etmez. Şu halde zenginlik aslında insanların duygularına sahip olmak, onların ürünlere dönük iradelerini ele geçirmektir.2 İnsanların duygularına kim sahipse, onları kim yönlendirebiliyorsa dünyevî iktidarın ve pazarın asıl sahibi odur. Gelinen nokta itibarıyla müşteri, mal haline gelmiş, ürünü alması beklenen müşterinin duygusu pazarlanan, kontrol edilmesi ve üzerinde egemenlik kurulması gereken asıl metaya dönüşmüştür.

Buraya kadar söylenenlerden, ileri derecede kapitalistleşmiş ulus-ötesi dünya sisteminin Siyonizm aracılığıylaİslam dünyasını, yeni-emperyalist hegemonya biçimleri aracılığıyla da insanlığı egemenlik altına alma hedefine karşı Müslümanların sahip olduğu derin imkânlarla ilgili birkaç netice çıkarabiliriz. İlk olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş bu-dünyacı liberal hegemonyanın kendi dünya egemenliğini tesis yolunda tehdit olarak gördüğü ve gerçekten onlar için tehdit olabilecek bir zümre varsa, onların bu dünyayı, öte dünyayı hesaba katarak imar etme amacı güden Müslümanlardan başkası olmadığını açık bir şekilde kavramak durumundayız. Müslümanlar, bu dünyayı adil bir şekilde imara yönelirken fiillerinin nihai maksadını bu dünyayla sınırlamaz, aksine bu sınırı aşarak ötesine, yani ilâhî rıza maksadına yönelirler. Tüm eylemlerini yalnızca Allah rızasını kazanmak için yapan ve iradelerini Allah’tan başkasına teslim etmemeyi tevhidin gereği olarak gören Müslümanlar, onların iradelerini ve duygularını teslim almayı amaçlayan her türlü hegemonik aktöre direnme kabiliyetine sahiptir. İlâhî rızayı kazanma ve onun dışındaki maksatları amellerinden dışlama çabası olarak İslam, Müslümanların hayatını siyasetten iktisada tüm alanları kapsayacak bir şekilde tanzim etme amacı taşır. Bu amaç doğrultusunda Müslümanlar, sadece böyle yaşamakla kalmaz, ilâhî rıza dışındaki maksatları dünya üzerinde yayma ve onları insan eylemlerinin nihai maksadı haline getirerek dünyayı ifsad etme amacı güden yapılarla mücadele etmeyi de salık verir. İslamî yaşantının özünü ifade eden ve farklı formlarıyla en yüksek ifadesini cihad ibadetinde kendisini gösteren bu ruh, bu-dünyacı kapitalist liberal hegemonyaya tehdit olmakla kalmaz, Westfalya düzeninin hâlâ gerçek mânâda korunan nadir ilkelerinden biri olan “dinî inançlar toplumsal-politik alanın düzenlenmesinde hiçbir rol oyanayamaz” şeklindeki kuralı tehlikeye atma ve bu kural üzerine bina edilmiş dünya düzenini sarsma potansiyeli taşır. Buna göre, teslim oldukları iradeye binaen Müslümanlar;

i) tavizsiz bir şekilde ilâhî rıza maksadını hayatlarının merkezine yerleştirmelerinden ötürü, onların bedenlerini, ruhlarını ve duygularını egemenlik altına almak isteyen çağdaş kapitalist hegemonya biçimlerine karşı direnme imkânına sahiptir.

ii) öte-dünyayı dikkate alarak bu-dünyayı imar etme çabasından doğan âdil ve mutedil hayat talepleri nedeniyle, bu-dünyacı pratiklerin zulüm doğuran neticelerini değiştirme ve insanlığa bu dünyanın âdil imarını vadetme imkânına sahiptir.

iii) bu dünyayı mutlaklaştırmayan ve önünü-ardını göstermek suretiyle onun aslî yapısını öğreten hakikate, yani Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği “ed-Dîn”e uygun bir yaşantı idealinden hiç vazgeçmedikleri için, küresel dünya düzeninin sahte esaslarını bozma imkânına sahiptir.

Yukarıda zikredilenleri dikkate alarak şu sorunun cevabına yeniden bakalım: “Varlığını dinî inançların toplumsal-siyasî varlık alanını belirlemeyeceği şeklindeki ilkeye borçlu olan çağdaş küresel düzen, açık teo-politik kabullere bağlı bir şekilde tesis edilmişİsrail’i niçin destekliyor?” Bunun sebebi, halihazırda küresel dünya düzenine yönelik en hakiki tehdidin, yukarıdaki maddelerde sıralandığı haliyle, İslam dünyasından gelmesidir. Amerika–Avrupa Birliği aksına mukabil ne Çin ne de Rusya, mevcut dünya düzeni için bu temelde bir tehdit olarak değerlendirilemez. Gizlenmiş aktörlerin şimdi Amerika–Avrupa Birliği ve onların egemenliğine dayalı görünür aktörler üzerinden yürüttükleri egemenlik stratejilerini, pek zorlanmadan Çin ve Rusya üzerinden de yürütebilmeleri mümkündür. Buna mukabil İslam coğrafyası, başından beri, bu egemenlik stratejilerine meydan okuyacak canlı bir iddiaya sahip yegane güç alanını ifade etmektedir. Bu coğrafyanın sürekli bir kaos hali içerisinde düzensizlik ve güvensizliğe düçar edilmesi, buranın kontrolü için temel stratejiyi temsil eder. İsrail coğrafyanın kontrolü için, bizzat Müslümanların küresel ölçekteki iddialarının tarih boyunca temsilî bir merkezi olan Kudüs eksenli bir şekilde kurulmuş ve coğrafyaya sürekli bir şekilde kaos, tehdit ve güvensizlik yaymıştır. Ancak bunu yaparken küresel aktörler, İsrail’i mahallede kaos yaratan söz dinlemez bir figüran, kendilerini ise bu söz dinlemez figüranın çıkardığı kaosu her seferinde çözmek için rol üstlenen hakemler olarak vaz etmiştir.

Bu konumlandırmaya göre, İsrail’in sorun çıkardığı her seferinde Amerika, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin farklı organları İsrail’i uslandıracak yapmacık tedbirler ve Müslümanları bu tedbirlere ikna edecek bir dil üzerinden kendi otorite konumlarını pekiştirmiş; yeni krizlere gebe çözüm(süzlük)ler üzerinden müdahale imkânlarını sürekli hale getirmiştir. Bu, onların sunî riskler imal edip sonra bu riskleri çözmek üzere insiyatif alarak risklere maruz kalanlar nezdinde muhtaçlık ve minnet yaratma stratejisinin bir parçasıdır. Dolayısıyla şunun açıklıkla fark edilmesi gerekir: İslam coğrafyası için kaosun, güvensizliğin ve parçalanmışlığın asıl sebebi İsrail’in varlığı değil, onu (ve gücünü halkından ve hafızasından değil, bağlı olduğu küresel iktidar konumlarından alan, bölgedeki kukla rejimleri) bu coğrafyayı kontrol etmek üzere konumlandıran kapitalist hegemonyanın gizlenmiş aktörleridir. Dolayısıyla açık ya da gizli bir şekilde bu aktörlerin maşası konumundaki her siyasî, iktisadî, toplumsal teşekkül, İsrail’le benzer bir ölçekte bu coğrafya için kaosun, düzensizliğin ve parçalanmışlığın sebebidir. Bu minvalde Müslümanların aslî düşmanlarını açık bir şekilde keşfetmeleri ve bu düşmanla nasıl mücadele edeceklerine ilişkin derin bir farkındalığa sahip olmaları gerekir. Aşağıda bu tür bir mücadeleyle ilgili bazı önerilerimi ve bu aktörlerle mücadele noktasında İslam Ümmeti’nin mükellefiyetlerine ilişkin değerlendirmelerimi paylaşacağım.

Aksa Tufanı harekatı, İsrail üzerinden kendi imal ettikleri riskleri kendileri çözme ve bu yolla otorite konumlarını sürdürme hususunda maharet kesbetmiş, yani gizlenerek iktidarlarını tesis becerilerini hiç kaybetmeyeceklerini düşünen Batılı aktörleri bu kez açığa çıkardı. Bu kez Gazze’deki olaylar karşısında Batılı siyasî kurumların şimdiye kadar alışkanlık haline getirdiği iki yüzlülüğü terk ederek cüretkâr bir şekilde bebek ölümleri, toplu katliamlar, açlığa Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Sayı:14 · 57 mahkum etme, bir milletin varoluş hakkını inkâr ve soykırım gibi suçları amasız fakatsız bir şekilde savunduklarını görüyoruz. Onların gizlendikleri konumu terk ederek, küstahça İsrail’in arkasında durmaları İslam ümmetini bir farkındalıkla yüz yüze getirmelidir. Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Müslümanların ve insanlığın gözlerine, yukarıda tasvir ettiğimiz haliyle, bizzat kapitalist hegemonyanın özünü oluşturan “giz”e bağlı bir oyun perdesi çekilmiştir. Bu oyun küresel çıkar odaklarının sürekli minnet ve borç yaratarak insanlığı kendisine mahkum etme stratejisidir. Buna göre İslam ülkeleri ve genel olarak Batı dışı toplumlar; BM, UNESCO, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin hakemlik ve himayesi altında olmaksızın kendi sorunlarını çözebileceklerine ilişkin bir umuda sahip değildir. Bunun sebebi bu kurumları yönlendiren küresel güç odaklarının, mevcut potansiyeller üzerinden kaşıyarak imal ettikleri sunî krizler üzerinden bu toplumları kontrol etmeleri ve krizin başa çıkılamaz hale geldiği noktalarda yine kendi müdahaleleriyle bu krizi hafifleterek insanları kendilerine borçlu hale getirmeleridir. Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu oyun, Müslümanları kendi iradeleriyle kendi meselelerini çözemeyecekleri yönünde bir çaresizlik psikolojisi içine sokmuştur. Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Bu meydan okuma, bir yandan Batılı hegemonyanın yüzündeki peçeyi indirmiş; diğer yandan Müslümanların kendi iradeleriyle elde ettikleri oyun bozucu etki sayesinde bizzat oyunun bozulmasını, gözlerimize çekilmiş büyülü perdenin kalkmasını temin etmiştir. Daha önemlisi bu perde sadece Müslümanların gözünden kalkmamıştır.

Aksa Tufanı, Batılı siyasî-iktisadî hegemonyanın kurbanları olan Batılı halkların gözünden de bu peçenin kalkmasına katkıda bulunmuştur. Batı dünyasındaki geniş bir kesim,İsrail’e ve onun arkasında duran hegemonyaya karşı sesini yükseltmiştir. Bu durum, Müslümanların oyun bozucu iradesinin, oyun kurucu bir teklife dönüştüğü zaman ulaşacağı kitleler açısından ümit vericidir. Batılı hegemonyanın maskesinin düşmesi, Müslümanların ve bu hegemonyanın kurbanı olan kesimlerin gözündeki perdenin kalkması; Müslümanlar açısından tarihsel noktada eşsiz imkânlar ve buna bağlı olarak sorumluluklar ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki, karamsarlık, ümitsizlik ve çaresizlik içerisindeki Müslüman toplulukları, iradelerinin dönüştürücü gücüne yeniden inandırma imkânı önümüzde durmaktadır. Her bir Müslümanın tek tek başarabileceği şeyler olduğu gibi, iradelerini ortak bir hedefe yönelttiklerinde başarabileceği şeyler de vardır. Müslümanlar Gazzeli mücahitlerin ispat ettiği gibi sadece Allah’a güvenerek ve ondan yardım dileyerek yola çıktığımızda Allah’ın bizim gören gözümüz, tutan elimiz, yürüyen ayağımız olacağına dönük itikadı yeniden tahsil etmelidir. Küllî iradeye teslim olmuş bu iradenin, enerji tüketen ve sonuçta hayal kırıklıkları yaratan bir atılım olmaması için; şahsî ve kurumsal bencillikleri dışta tutacak şekilde ihlaslı; sünnete uygun bir şekilde hikmete ve bilgiye dayalı; uygulanabilir bir şekilde kademeli ve planlı ve nihayet hedeflenen sonuçlara ulaşmayı mümkün kılacak şekilde sabırlı ve azimli olması gerekir.

Böylesi bir iradeyi hayata geçirme yolunda Müslümanların atacağı adımlar, sadece onlar için değil insanlığın geri kalanı için de umut kaynağı olacaktır. Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki Müslümanların, halihazırda onların mağduriyetlerinin kaynağında bulunan ve ana maksadı Müslümanlara mahsus potansiyelleri yok etmek olan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yaşam tarzının, farkında olarak ya da olmayarak, bir parçası oldukları zeminde bu iradenin hayata geçmesi mümkün olmayacaktır. Zihniyet, irade ve eylemleriyle sorunun bir parçası haline gelmiş zümreler, sorunu çözme iddiasına sahip olamaz. Dolayısıyla Müslümanların kendi imkânlarını keşfetmeleri, onların varlığına kasteden düşmanlarını teşhis etmeleri, imkânlarını harekete geçirmelerine mani olan şeyleri Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Sayı:14 · 59 belirlemeleri, mevcut durumlarını bu minvalde muhasebe etmeleri, nihayet bu muhasebe ve bilgiye dayalı olarak hayatın her alanını kuşatacak adımlarla harekete geçmeleri gerekir. Müslümanların sahip olduğu imkânlardan yukarıda kısaca bahsetmiştik. Halihazırda bu imkânları hayata geçirme iradesinin önünde çok çeşitli engellerin bulunduğunda kuşku yoktur.

Her şeyden önce Müslümanların hayatlarını içinde idame ettirdikleri siyasî, hukukî, toplumsal yapılar, Müslümanlara mahsus imkânları oldurmak ve geliştirmek değil, zayıflatıp anlamsızlaştırmak üzere tasarlanmıştır. İslam coğrafyasında, bu yapıların idaresini üstlenen politik rejimler onları Müslümanlara mahsus imkânları oldurup geliştirecek bir istikamette dönüştürme yönünde bir iradeye sahip değildir, çünkü birçoğu kendi varlığını zaten İsrail’in varlığını mümkün kılan iradeye borçludur. Böyle olmayan hükümetlerin eylemleri ise içinde bulundukları yerel ve uluslararası siyasî-iktisadî koşullar tarafından belirlenmekte ve sınırlanmaktadır. Bu şartlar altında Müslüman toplulukları yönlendirme gücüne sahip sivil kurumların, bilginlerin, iş insanlarının, sanatçıların, medya mensuplarının, farklı sektörlerdeki Müslümanların ve sokaktaki Müslüman’ın da başarabileceği şeyler vardır. Bunlardan ilki, olayların başından beri oldukça anlamlı bir şekilde hayata geçirildiği haliyle boykottur. Boykot, sadece boykot edilen şeyle ilgili değildir. Boykot edilen şeye bir zarar verir, ama asıl faydası bizedir: Bizi bilinçlendirir, kim olduğumuzu, kimden yana ve kime karşı olduğumuzu gösterir. Bizzat tevhidin öğretmek istediği haliyle neyi reddettiğimizi ve neyi kabul ettiğimizi durmaksızın, hayatın her alanında hatırlatır. Boykotu sadece pazardaki ticarî mallarla ilgili değil; genel olarak ekonomimize, zihniyetimize, ahlâkımıza, siyasetimize, diyanetimize sızmış her türden bâtıl, kirli ve çarpık unsurlara karşı yürütmek ve asıl bu yolla, gizlenerek iktidarını yürüten kapitalist hegemonyaya meydan okuyabileceğimizi fark etmemiz gerekir.

Boykot, asıl anlamıyla ancak o zaman başarıya ulaşabilir. Buna dönük bir iradeyi canlı tuttuğumuzda; boykot edilen filanca fikir, teori, eylem ve tutumun yerine Müslümanca hangi fikri, eylemi ve tutumu koymamız gerektiğini konuşmaya başlarız. Böylece boykotla ilgili bu geniş bakış açısı; sokaktan eve, iş yerinden okula Müslümanca bir yaşamı yeniden ve daha derinden talep etmeyi mümkün kılmaya başlar. Boykotu bu derin anlamıyla kavradığımızda, boykot edilmesi gereken zihniyetin, yukarıdaki satırlarda etraflıca tasvir ettiğimiz haliyle “bu-dünyacılık” olduğunu görürüz. Siyonist rejimin arkasında bulunan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın, kendilerini gizleyen aktörler tarafından yürütüldüğünü söylemiştik. Bu gizlenmiş aktörleri açığa çıkarmanın yolu, komplo teorileriyle mütemadiyen onlar hakkında konuşmak değildir. Onları açığa çıkarmanın bir yolu, Gazzeli Müslümanların da bize öğrettiği haliyle; eylemlerimizin nihai maksadını bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerle sınırlayarak onları ebter hale getirmemek, bunun yerine eylemlerimizi bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerin ötesine geçecek şekilde ilâhî rıza gayesine yöneltmektir. Müslümanlar en sıradan, en dünyevi görünen eylemlerini bile Allah rızası için yaparlar. Günlük dilimize yer ettiği haliyle bir Müslümanın diğer bir Müslümana yapacağı en büyük dua “Allah razı olsun!”dur. Çünkü Müslüman bilir ki, bir Müslüman ne yaparsa yapsın onu sadece Allah rızası için yapar ve O’nun rızasını umar. Bu bakış açısı amellerimizi bu-dünyanın ötesine taşır, onlara ilâhî rıza katına yükselecekleri bir ruh armağan eder. İbn Atâullah el-İskenderî’nin deyişiyle “Ameller dikili heykeller gibidir, bu heykellere ruh veren şey ilâhî rıza maksadının, yani ihlasın onlardaki varlığıdır ”.3

Kendinde ruhsuz bir cesetten ibaret olan eylemlerimize ihlas ve ilâhî rıza maksadı değil, bu-dünyacılığın özünü teşkil edecek şekilde yalnızca sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesi eşlik ediyorsa, biz de sorunun artık bir parçası haline gelmiş oluruz. Sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesinden başka maksat gözetmeyen eylemler, yalnızca tüccarlar ve zenginlere havale ederek kurtulabileceğimiz bir günah değildir. Sermaye ya da kâr yalnızca para veya mal gibi maddî şeylerden ibaret sayılmaz; kâr hanesine görünürlük ve bilinirliği, beğenilmeyi, elde edilecek herhangi bir makamı, güç ve iktidarı vb. de koyabiliriz. Aynı şekilde sermaye hanesine de tüm eylemlerimiz ve ilişkilerimizi dahil edebiliriz; sermaye, çalıştırıp kâr etmeyi amaçladığımız her şeydir. En somut haliyle ifade edecek olursak; bir Müslüman aldığı arsayı, oturduğu makamı, kurduğu ilişkiyi, göründüğü sahneyi yalnızca daha kârlı bir arsa, daha üst bir makam, daha itibarlı ilişkiler ve daha büyük bir sahne için sermaye gibi görüyorsa, onun eylemlerini Hakk’a kanatlandırarak canlandıran ilâhî rıza kaybolmuş, onun yokluğunda bir cesede ve heykele dönen eylemlerinin içine kapitalist hegemonya kendi ruhunu üflemiştir. O ruh, eylemi Hakk’a değil yalnızca bu-dünyaya mahsus kâra taşır ve kendi egemenliği için hizmetkâr haline getirir. Allah Resûlü[s.a.v.] yaptığı tüm eylemlerini sadece Allah rızasını kazanma kaygısıyla yapan; dünyayı dünya için değil, ahiret için sermaye gören kişileri şöyle müjdeliyor: “Kim bütün kaygılarını tek bir kaygıda, öte dünyaya Allah’ın rızasını kazanmış bir şekilde gitme kaygısında toplarsa, Allah onun bu dünyadaki tüm kaygılarını giderir.” Diğer tara#an maksatlarını bu dünyayla sınırlamış ve eylemlerini bu dünyaya özgü maksatları elde etmek üzere parçalayarak şu işinde daha fazla mal ve para, şu işinde daha fazla şöhret, şu işinde daha üst makamı amaçlayan, ama namazında veya orucunda da ilâhî rızayı uman kişileri ise şöyle uyarıyor: “Kim de kaygılarını parçalar ve dünya hallerine dağıtırsa, Allah onun hangi vadilerde helak olduğuna aldırmaz”.4

Yalnızca Allah’a dayanan, ondan başka kuvvete boyun eğmeyen, maksatlarını onun rızasından başka şeyle dağıtmayan Gazzeli Müslümanlar, tüm insanlığa korkuyu yenmenin ne mânâya geldiğini gösterirken bu müjdeye, Allah’ın sadece onun rızasını amaçlayan kişiden dünyadaki her türlü korkuyu kaldıracağı müjdesine mazhariyeti ispat ediyor. Eylemlerini ilâhî rıza dışındaki maksatlarla dağıtan ve uzaktan Gazze’yi izleyen Müslümanlar ise sayısız korku ve endişe ile kendi vadilerinde helak olmayı bekliyor. Kimisinin korku ve tedirginlik, kimisinin lakaytlık, ki misinin uyuşturulmuş bir şuurla orada öylece durduğu bu bekleyiş tarzından sıyrılıp, düşmanı saklandığı yerden çıkarmak, rahatsız etmek, üzerimize saldığı korkuyu yenmek ve gerçekten geriletmek istiyorsak, yediden yetmişe hepimizin yapabileceği bir şey var: tek tek tüm eylemlerimizi muhasebe ederek, her birini bu dünyayı aşan bir maksatta birleştirmek. Bu-dünyayı herkesin nihai maksadı haline getirmek isteyen ve bu maksatlar üzerinden bizi egemenlik altına almak isteyen bu ruha karşı en büyük mücadele, onu eylemlerimizden tümüyle kovmaktır. Kitlesel gösteriler, ürün boykotları, ince düşünülmüş eylemler, bunların hepsi değerlidir, fakat daha değerli olan bir şey; gösteriden, eylemden ve boykottan sonraki ilk dakikadır. Gösteri bittiğinde, eylem sona erdiğinde, boykot ettiğimiz ürünü rafa koyduğumuzda atacağımız sonraki ilk adım, o eylemde sergilediğimiz ruhla yaşama yönündeki taze irade.. Bizden korkuyu alıp, düşmanın kalbine yerleştirecek şey, işte kendi adımıza yaşama iradesi olacaktır. Eylemlerimize sızarak onları ebter hale getiren bu habis ruhu tasfiye etme çabası, Müslüman için imanın gereği olduğu kadar, bu dünyayı tüm insanlara şahitlik edecek, örnek olacak bir şekilde güzelleştirme, âdil bir şekilde imar etme ve her ferde kendi hürriyetini hakiki bir şekilde kazanma imkânı verecek bir hayat tesis etme çabası da imanın gereğidir.

Bakara suresi 143. âyet, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi’nin meâliyle, Müslümanlar üzerinden bu mükellefiyeti açık bir şekilde ortaya koyar: “Ve ey ümmet-i Muhammed! İşte böyle bir sırat-ı müstakime hidayet etmek suretiyle biz sizi vasat, merkez ve her tarafı denk, mu’tedil, hayırlı bir ümmet yaptık ki siz diğer insanlar üzerine kavlen veya fi’len veya hâlen şâhid-i adil ve nümune-i imtisal olasınız.” Müslümanlar bu ayette bildirildiği haliyle, bu dünyayı hakikatle ilişkisi içinde imar ederek güzelleştirme ve insanlığın geri kalanına insanca, hakiki mânâda hür bir hayatın nasıl olacağını gösterme mükellefiyetine sahiptir. Yer üzerinde hareket eden canlılar, gökte uçan kuşlar (En‘âm: 38) ve dünyadaki diğer topluluklar da birer ümmettir (Ankebut: 18). İslam ümmetini onlardan ayıran şey, Müslümanların sözleriyle, eylemleriyle ve halleriyle doğruya, iyiye ve güzele örneklik teşkil etmeleri; bu-dünyayı öte-dünyaya nispetle imara yöneldiklerinde ortaya çıkacak küllî iyilik alanlarını yapısal formlara kavuşturarak tüm insanlık için örnek alınabilecek bir yaşam dünyası oluşturmalarıdır. İslam ümmetinin dünya tarihi sahnesine çıkarılmasının maksadı da, insanlığın geri kalanına bu hususta şahitlik edecek, örnek olacak bir topluluğun var edilmesidir. Gazzeli Müslümanların iradesi, hep hakikati gösteren bir ayna gibi, insanlığın geleceğini tehdit altına sokan sahte hakikatin yüzündeki maskeyi indirdi ve bu maskenin ardındaki karanlığı ortaya çıkardı. Fakat başardığı yalnızca bu değildi, aynanın saf yüzünde bu dünyayı ötelere bakarak yaşamanın güzelliği de göründü tüm insanlığa. İslam ümmetinin ve ümmete mensup olma arzusundaki her bir ferdin mükellefiyeti, ötelerden iz taşıyan sözün, eylemin ve hâlin siyasetten diyanete, ticaretten hukuka, sokaktan eve nasıl bir hayata dönüştüğünü görmek ve göstermektir.

Teklif Dergisi,sayı:14(Gazze Özel Sayısı),syf:47-64

Dipnotlar:

1 Burjuvazinin gelişimini masonluk ve illuminati gruplarıyla ilişkili bir şekilde ele alan ve Aydınlanma çağını burjuva ideallerinin politik sahneyi ele geçirme
girişimi olarak okuyan Koselleck, bu yaklaşımını şu eserde ayrıntılı olarak serimler: R. Koselleck, Kriti ve Kriz: Burjuva Dünyanın Patalojik Gelişimi Üzerine Bir Katkı, çev. Eylem Soysal Murteza, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012.

2 Bu dönüşümün, marjinal fayda teorisi etrafında açık ve anlaşılır bir anlatımı için bkz. L. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995, s. 259-286.

3 bkz. İbn Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye, 10. Hikmet, İstanbul: Sufi Kitap, 2022, s. 32

4 İbn Mâce, Mukaddime 23, Zühd 12:

Devamını Oku »