Miraç'ta Namaz Pazarlık Konusu mu Oldu?



Pazarı Pazartesiye bağlayan gece "mirac kandili" olarak idrak edilecek. (Bu konuda inşaallah bir yazı yayınlayacağım). Bu vesile ile miracta beş vakit namazın farz kılınmasına ilişkin zaman zaman kamuoyunda kimilerince dillendirilen bir itirazı ele alacağım.

GİRİŞ

Önce bir tespitte bulunalım:

Gerek miraca ilişkin rivayetler gerekse bu rivayetlerde yer alan beş vakit namazın farz kılınması meselesi mütevatir haberlerle değil haber-i vâhidler ile sabit olmuştur.

Şimdi bir usul kuralından söz edelim:

Âlimlerin çoğunluğuna göre haber-i vâhidler [yani mütevatir seviyesine ulaşmamış olan hadis rivayetleri] yüzde yüz kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Bu sebeple de inanca ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olmaz ama amele [fıkha] ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olur. Her ne kadar haber-i vâhidlerle inanç konuları sabit olmuyorsa da “senedi sahih olan”, “aklın gereklerine açıkça aykırı olmayan” ve “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş olan” haber-i vâhidleri tenkid edenlerin bu haberleri niçin reddettiklerine ilişkin güçlü gerekçeler ortaya koymaları elzemdir. Hele hele bu haberlerin “akla aykırı olduğunu” iddia etmek, onları kabulle telakki eden bütün ulemanın aklını ta’n etmekle eşdeğerdir.

1. MİRAÇTA BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINDIĞINA İLİŞKİN RİVAYETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Gelelim "miraçta namazın farz kılınışı" ile ilgili rivayetlere yönelik modern dönemdeki eleştirilere
Miraç ile ilgili senedi sahih olan ve ümmet tarafından kabulle telakki edilen bir takım rivayetler, tamamen düz “mantıkla” (!) ele alınarak kolayca reddedilebilmekte, bu rivayetler alay konusu yapılabilmekte, pejoratif bir dille bunları kabul edenlerin akıllarıyla dalga geçilebilmektedir.

Miraç hadislerinde en çok eleştirilen hususlardan birisi beş vakit namazın farz kılınışı ile ilgili bölümdür. Rivayetlere göre önce elli vakit olarak farz kılınan namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. Musa ile istişare etmesi sonucunda birkaç defa süren talepler sonucunda nihâyet beşe düşmüştür.

Burada şu hususlar eleştiri konusu yapılmıştır:

a) Elli vakit namaz yirmi dört saate bölündüğünde yaklaşık her yarım saate bir namaz düşmektedir. İnsanın günde ortalama 6-8 saat arasını uykuda geçirdiği düşünülürse bu zaman aralığı daha da azalmaktadır. Allah bir insanın gücünün bu kadar namazı kılmaya yetmeyeceğini bilmiyor muydu?

b) Peygamberimiz bu durumun ümmetine zor geleceğini bilmiyor muydu ki defalarca Hz. Musa kendisine bunun çok olacağını hatırlatarak indirim yapmasını istedi?

c) Allah, “benim katımda söz değiştirilmez!” derken, nasıl oldu da kısa bir zaman içinde birkaç defa hükmünü değiştirdi?

2. ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ

Sözün tam da burasında önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. “Sahih”, “ümmet tarafından kabul ile telakki edilen” hadislere yönelik tenkid yöneltenlerin en büyük sorunu, tenkitlerine gerekçe kıldıkları hususların aynen Kur’an hakkında da geçerli olmasıdır.

Mesela miraç hadislerinde Hz. Peygamber’in gök katlarından geçerek “Allah katına” ulaştığı yönündeki rivayetleri “Allah’a mekân izafe etme” gerekçesiyle reddedenlerin Kur’an’da da benzer tarzdaki şu âyet hakkında ne yorum yapacakları merak konusudur:

“Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” [Meâric, 3-4]

Tekrar konumuza dönerek şu soruları soralım:

1) Allah, Kur’an’da da ilk olarak koyduğu hükmü aradan çok kısa zaman geçince hafifletmiştir.

Örnek 1:

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfal, 65-66]

Bu âyetleri zâhir anlamıyla okumaya tabi tuttuğumuzda şu soruyu sormak kaçınılmazdır: “Allah, bizde zaaf olduğunu ilk hükmü koyarken bilmiyor muydu ki sonradan hafifletme yaptı?”

Örnek 2:

Bakara kıssasında Yahudiler, Hz. Musa’dan talepte bulundukça Allah daha önce mutlak bıraktığı hükme yeni yeni kayıtlar koymuştur.

Soru: Allah Yahudilerin emre uymakta isteksiz olacaklarını, ayrıntı isteyeceklerini bilmiyor muydu ki her defasında emrine yeni bir kayıt koydu?

Örnek 3:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (A’raf, 142)

Soru: Yüce Allah, -hâşâ-Musâ ile görüşmesinin toplamda 40 gece süreceğini bilmiyor muydu ki önce otuz geceliğine sözleşip sonra buna 10 gece ekledi.

Örnek 4:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“[Ey Peygamber] O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[Âl-i İmran, 124-125]

Soru: Hz. Peygamber önce üç bin melekle müjdelediği halde sonradan sayı niçin beş bine çıkarılmıştır?

2. Yüce Allah, İblisi rahmetinden kovunca İblis kendisinden süre istemiş, Allah da kendisine süre tanımıştır.

Soru: Allah, -hâşâ- İblis’le pazarlığa mı girişti?

3. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi. (Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!” [Hûd, 74-76]

Soru: Literal bir okumayla bu âyete baktığınızda bir Peygamber’in Rabbiyle ve O’nun gönderdiği meleklerle bir kavmin helak olmaması için pazarlığa giriştiğini söyleyebiliyor musunuz?

4. Yüce Allah, kullarını sınamak üzere dilediği hükmü koyar, dilediği hükmü yürürlükten kaldırır. O, kullarını imtihan etmek için önce ağır hükümler koyup sonradan bunları hafifletebilir.

Örnek:

“Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.” [Nisâ, 66-68]

Demek ki Allah dileseydi insanlara değli günde 50 vakit namazı farz kılmak “kendinizi öldürün”, “yurtlarınızı terk edin” gibi ağır hükümler de koyardı ve kulların bu hükümlere uyması halinde bu durum kendileri için daha iyi olurdu.

SONUÇ:

Bu maddeleri ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak adına burada kesiyorum.

Bu yazı, zannî olan haber-i vâhidi savunayım diye hâşâ kat'î olan Kur'an'ı tehlikeye atmak, hakkında şüphe oluşturmak için yazılmış değildir. Sadece her şeye zâhir gözlüğüyle ve literal olarak bakan zihnin aynı çarpık bakış açısını -tıpkı züccaciyeci dükkânına giren fil gibi- bir süre sonra Kur'an'a da uygulayabileceğini ve bazı vahim sonuçları olabileceğini göstermek üzere yazılmıştır.

Yukarıdaki âyetlerin tümünün elbette sahih bir tevili söz konusudur. Ben bu yazıda, hadisleri reddedeceğiz diye getireceğimiz kriterlerin bir zaman sonra / birileri tarafından Kur'an'a da uygulanması tehlikesinden söz ediyorum. Rabbimizin kitabı elbette her türlü şüphe ve tereddütten berîdir.

Tekrar sözü başına bağlayayım: “Sahih”, “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş” hadisleri reddederken ortaya koyduğunuz gerekçelerin sağlam olması gerekir. Gerekçe diye ortaya koyduğunuz şeyler, Kur’an’ın da reddedilmesine yol açmamalı. Hadisler için ileri sürdüğünüz red gerekçesi Kur’an için de kullanılabiliyor ise bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.

Son bir söz: Hepsinden geçtim… Velev ki hadisi eleştireceksiniz, en azından üslubunuzu bozmayın… Şayet ümmet tarafından kabul görenleri bu üslupla ta’n etmek şiarınız olmuşsa ne diyelim?

“Şayet mümin iseniz imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” [Bakara, 93]

(Soner Duman /21.Nisan.2017/Cuma)
Devamını Oku »

Rahmetli Muhakkik Yusuf ed-Dicvi'nin(1)Makalesi(2)



Allah’ın tevfikiyle kitabımın bu faslında, rubûbiyyet, ulûhiyyet tevhidleri, ibadet ile mülhakatı hakkında İbn Teymiyye ile îbn Kayyım’ın birçok sözlerinin ve İbn Abdülvehhab’ın bâzı görüşlerinin iptalini yazdım. Ve merhum Allâme Şeyh Yûsuf ed-Dicvi’nin (1365, öl.) rubûbiyyet ile ulûhiyyet tevhidi hakkında yazdığı makalesiyle bu konuya son veriyorum. Allah ona rahmet eylesin! Bu makale­sinde şöyle dedi*.

ULÛHİYYET TEVHİDİ VE RUBÛBİYYET TEVHİDİ

«Ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidinin mânâları nedir ve mânâca aralarındaki farkı kim tefrik etmiştir, sahih veya bâtıl ol­duğuna dair delil nedir?» diye bize gelen birçok mektupta soruyor­lar. Dolayısiyle biz de Allah’tan başarı dileyip deriz ki: Bu fikir

İbn Teymiyye’nin saplantısıdır. Demiş ki: Şüphesiz, Peygamber­ler, yalmz Allah’a ibadet etmek mânâsına olan ulûhiyyet tevhidini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ kâinatın Rabbidir. Onların işlerinde tasarruf edici olduğunu itikat etmek mânâsına olan rubûbiyyet tevhidi hususunda ne müşrik ne de Müslümanlardan hiçbir kimse, mualefet etmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ: «Andolsun ki onlara (müşriklere) “gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye soracak olursan hiç şüp­he yok ki, “Allah’tır!” derler.» (Ankebût sûresi, âyet: 61) diye bu­yurdu.

Daha sonra, İbn Teymiyye ile Vehhabîler demişler ki: Peygam­berlere ve velilere tevessül edip onlardan şefaat dileyenler, sıkıntı zamanında onları yardıma çağıranlar, tıpkı sıkıntı anlarında put­lara, meleklere ve Mesih’e (İsa’ya) rubûbiyyet itikat ettikleri için kâ­fir olanlara benzerler. Zira onlar,Vehhabiler, putlar, melekler ve Mesih (îsâ) hakkında rubûbiyyet vasfını itikat ettiklerinden dolayı kâfir olma­dılar. Belki, onlara ibadet ettikleri için ulûhiyyet tevhidinin terkin­den ötürü kâfir oldular. Mezarları ziyaret edip evliyâya tevessül edip, onlardan yardım talep eden ve Allahü Teâlâ’dan başka hiçbir kimsenin gücü yetmediği şeyi kendilerinden isteyenlere de bu hü­küm şâmildir. Hattâ Muhammed b. Abdülvehhab, bunların küfrü­nün, putlara ibadet edenlerin küfründen daha çirkin olduğunu söy­lemiştir. Arzu edersen onun üzücü ve korkutucu ibaresini sana zik­redeyim. îbn Teymiyye ile Vehhabîler mezheblerinin izahiyle birlikte -ki, hulâsası şudur- ve içinde birçok dâvâları da vardır. Kısal­tarak ondan bahsedip sözlerini evvelâ akıl ve nakil yolu ile muha­keme edelim. Ve deriz ki:

İbn Teymiyye taraftarları ile Vehhabilerin; «Tevhid, rubûbiy yet tevhidi ve ulûhiyyet tevhidi şeklinde iki kısma ayrılır.» diyerek yaptıkları bu taksim İbn Teymiyye’den önce, hiçbir kimse tarafın­dan ortaya atılmamıştır. İlerde görüleceği üzere akla yatacak bir şev de değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dahi, İslâmi­yet’e dahil olan hiçbir kimseye, «İslâmiyet’te iki tevhid var; sen ulû­hiyyet tevhidine itikad etmedikçe Müslüman olamazsın» diye bu yurmadı, buna tek bir kelime ile de işaret etmedi. İbn Teymiyyecilerin, her şeyde onlara uyduklarını ve onlarla iftihar eylediklerini söyledikleri selef âlimlerinden olan hiçbir kimseden de böyle bir taksim duyulmamıştır ve tevhidin bu taksiminde hiçbir fayda yok­tur. Zira, şüphesiz hak ilâh, hak Rab, bâtıl, ilâh da bâtıl Rab demek­tir. İbadete, ilâhlaştırılmaya, ancak gerçek olan Rab müstehaktır.

Bir şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna itikad etme­diğimiz takdirde, kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Bir şeye ibadet edilmesi o. şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna inanılmasına terettüp eder. Nitekim, Allahü Teâlâ; «Gök­lerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerin Rabbi O’dur. O’na kul­luk et ve ibadetinde güçlüğe katlan!..» (Meryem sûresi, âyet: 65) diye meâlen buyurmuştur.

İşte Cenâb-ı Hak Teâlâ, bu âyet-i celilenin mealinde ibadeti, rubûbiyyet vasfına bağlamıştır. Çünkü biz, Allahü Teâlâ’yı menfaat ile zarar, kudreti altında bir Rab olarak itikad etmediğimiz zaman kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Yine Allahü Te­âlâ; «Ayılın! Göklerde ve yerde gizli şeyleri çıkaran Allah’a, secde edin...» (Nemi sûresi, âyet: 25). Allahü Teâlâ, bu âyetin mealiyle kendisinde tam bir kudret sabit olan zattan başkasına secde edil­mesinin câiz olmadığına işaret eder. Ve başkasına secde edilmesi­nin bir mânâsı yoktur. Aklın kabul ettiği şey de budur. Kur’ân-ı Kerim ile Peygamber (s.a.v.)’in hadîsi de buna delâlet etmektedir.

Nitekim Allahü Teâlâ, Kur’ân’da; «Size melekleri ve peygam­berleri rablar olarak benimsemenizi emretmesi yaraşmaz...» (Âl-i îmran sûresi, âyet: 80). îşte Allahü Teâlâ, müşriklerin tek bir Rab değil, müteaddit rablar edindiklerini açıkça belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin melekleri kendilerine Rab edindiklerini saraha­ten bildirdiği hâlde, İbn Teymiyye ile Muhammed b. Abdülvehhab, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidine itikad etmiş olup muvahhittirler! itikadlarına göre, bir Rabtan başka rab yoktur. Ancak ulûhiyyet tevhidi hususunda Allaha şerik koşmuşlardır.» demişlerdir. Halbu­ki Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf (a.s.)’un, iki hapis arka­daşını rubûbiyyet tevhidine davet ettiğini belirterek şöyle buyurur:

«...Ayın ayn birçok rablar mı daha iyidir, yoksa üstün olan bir Ailalı mı?» (Yûsuf sûresi, âyet: 39). Yine Allahü Teâlâ;

«...Onlar, (ümmetinden önceki ümmetler) kendilerine çok acıyıcı (Rahman) olan Allah’ı inkâr ettiler. (Onlara), O, benim Rabbimdir, de...» (Ra’d sûresi, âyet: 30).

İşte bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, müşrikler kendilerine bir değil, birçok rablar edinip onlara ibadet ederlerdi. Allahü Teâlâ’nın rubûbiyyetini inkâr eden müşrik bir kimseye hitaben; arkadaşın­dan hikâyetle; «Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: “Seni toprak­tan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allahtır...’’ dedi.» (Kehf sûresi, âyet 37 - 38). Bu âyet-i celile de mânâca öncekine benzer. Cenâb-ı Hak kıyamet günü diyecekleri sözleri hikâyetle buyurduğu; «Allah’a and içeriz ki biz apaçık azgınlık içinde idik; çünkü biz si­zi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk.» (Şuarâ sûresi, âyet: 97 - 98).

Bu âyet-i celilelerin mânâsına dikkat edildiğinde, zahire göre biz sizi kendimize rablar edindiğimiz için, demektir. Yine; «Bir de onlara, “bağışlayıcıya (Rahman’a) secde edin!” denildiğinde, “bağış­layıcı (Rahman) nedir? Senin emrettiğine secde eder miyiz?” der­ler...» (Furkan sûresi, âyet: 60) meâlen buyurduğu bu âyetin mâ­nâsına bak! Acaba bu sözün sahibi olan kimse, muvahhid mi (tek bir Allah’ın varlığına inanan mı) dır? Veya bunu itiraf ettiğini bi­liyor musun?Daha sonra, Allah’ın; «...Onlar (insanlar) ise, Allah hakkında mücadele ederler (çene yarışı yaparlar)...» (Ra’d sûresi, âyet: 13) buyurduğu bu ve buna benzer âyetlerin mânâsına bak ki, hepsini zikretmekle sözü uzatmıyoruz.

Demek ki hakikat, îbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi değildir; aksine müşrik olan bu kâfirlerde rubûbiyyet tevhidinin inancı yok-tur. Yûsuf (a.s.) zindandaki iki arkadaşını rubûbiyyet tevhidinden başka bir şeye davet etmiyordu. Zira Yûsuf (a.s.)’un itikadında, bir şeye rubûbiyyet tevhidi, diğer başkasına ulûhiyyet tevhidi denilir,diye bir şey yoktu. Yoksa Hz. Yûsuf (a.s.) 'un, tevhide davet eyledi­ği iki arkadaşı, tevhidi kendisinden daha iyi biliyorlardı da onu ilahlar diye tâbir etmeyip, «Birçok rablar mı iyi?» diye buyurduğu sözünde yanıltıyorlar mı idi?

Allahü Teâlâ (insanlar, ruh âleminde iken) onlardan rubûbiyyetin ikrarı için aldığı ahdi hakkında; «...Rabbiniz değil miyim?» di­ye sordu “Evet Rabbimizsin” dediler...» (A’raf sûresi, âyet: 172) di­ye buyurur. Şayet, «Müşrikler nezdinde rubûbiyyet tevhidi tahak­kuk etmiş, fakat bu iman hususunda yeterli olmayıp kıyamet günü Allah’ın azabından onların kurtulmalarına yetmez.» diyen İbn Teymiyye’nin dediği gibi olsaydı, bu âyette buyurduğu üzere rubûbiyyeti için, onlardan söz alması, âyetin devamında onlardan hikâyetle; «...Gerçekten biz bu ahidden gafil idik...» (A’raf sûresi, âyet: 172) diye müşriklerin kıyamet günü ileri sürecekleri böyle bir mazeretleri de sahih değildir. Rubûbiyyet tevhidi itikadı imanlarına yeterli ol­saydı (îbn Teymiyyecilerin dediği gibi) Allahü Teâlâ’nın, misak (ahid) tâbirini, ulûhiyyet tevhidini itiraflarını icab ettirecek tâbirle değiştirmesi vacip olacaktı.

Bu dâvâlarının iptaline dair uzun uzadıya konuşmak imkânı­mız olmasa dahi bu husus açık bir gerçektir. Her hal ü kârda bu âyetten anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak Teâlâ, şüphesiz olarak in­sanlardan, yalnız rubûbiyyet tevhidinin ikrarıyla iktifa etmiştir. Eğer, rubûbiyyet tevhidi ile ulûhiyyet tevhidi birbirlerinden ayrı hakikatler olsalardı, Allahü Teâlâ, ulûhiyyet tevhidinin ikrarını da onlardan talep edecekti.

Akaid ilminin teriminde Allah ile Rab kelimeleri bir mânâda olduklarına, Cenâb-ı Hakk’ın meâlen; «...Göklerin yerin ve ikisi ara­sında bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yüce­dir.» (Zühruf sûresi, âyet: 84) buyurduğu âyeti de delâlet eden de­lillerdendir. Çünkü, âhirzamanda O’na ibadet edecek hiçbir kimse olmasa da yine yeryüzünün ilâhıdır.

Şayet İbn Teymiyyeciler, bu âyette geçen ilâh kelimesinin mâ­nâsı, «O, yeryüzünde mabuddur. Yâni, ibadete müstehaktır» diye­cek olsalar, cevabında; «Öyle ise, ilâh ile Rab arasında mânâca hiç­bir fark yoktur. Zira ibâdete müstehak olan Zât, Rab olandan baş­ka bir şey değildir,» deriz.

Firavun’un Musâ (aleyhissalâtü vesselam) ile yaptığı mücade­le ancak rubûbiyyet sıfatı hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ondan hikâyetle; «Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi.» (Nâziât sûresi, âyet:24) , yine ondan hikâyetle; «(Firavun), “İnan ki benden başka tann tanırsan seni zindanlıklar içine atarım.” dedi.» (Şuarâ sûresi, âyet: 29). Bu konunun uzatılmasına artık hiçbir sebep yoktur.

İbn Teymiyye’nin, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidini bilir.» diye iddiasının iptaline dair hadîs-i şerif ise, mezarda iki sual meleğinin ölüden ilâhın demeyip «Rabbin kimdir?» diye sual ettikleri hakkın­da varid olan hadistir. Çünkü melekler, Rab ile ilâh arasında tefrik etmezler. Zira onlar ne İbn Teymiyyeci, ne de doğru yoldan sapmış kimselerdir. İbn Teymiyyecilerin mezhebine göre, sual meleklerinin ölüden «Rabbin kimdir?» değil, «Allah’ın kimdir?» diye veya her ikisinden sual açmaları vacip idi.

Allahü Teâlâ nın, «Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Allah...” diyecekler.» (Lokman sûresi, âyet:25) meâlen buyurduğu âyet-i celile İbn Teymiyye’nin dâvasına de­lil olamaz. Çünkü, kesin deliller ve mânâları açık olan âyet-i keri­meler delâlet ediyorlar ki, müşrikler, zamanın hükmüne icabet et­meye zorunlu olduklarından gönüllerinde olmayan şeyi söylerler. Onların kalplerinde istikrar etmeyen veya akıllarına yatmayan şey­leri de söylemiş olabilirler. Çünkü müşrikler, böyle cevap vermekle beraber böylece itikad etmeyip yalan söylediklerine delâlet eder, şeyler, kendilerinden sadır olmuştur. Zarar ve menfaati Allah'tan başkasına isnat ediyorlar. Koyu cehaletleri yüzünden Allah’ı bil­mez, hattâ küçük işlerin husulünde bile başkasını O’nun üzerine takdim ederler.

Allahü Teâlâ’nın müşriklerden hikâyet eylediği; «Ne diyelim, sana mabutlarımızdan bazısının kötülüğü dokunmuş olacak.» de­diler... (Hûd sûresi, âyet: 54) sözlerini düşünerek bak! öyle ise, İbn Teymiyye, «Müşrikler, putlar, ne ziyan ne de menfaat veriyorlar di­ye itikad ederler...» şeklinde sonuna kadar devam eden sözü nasıl diyebilir?
Daha sonra müşrikler, ekin ve davarları hakkında Cenâb-ı Hakk’ın onlardan hikâyet eylediği; «Kendi zanlarına göre, “Bu Al­lah’ındır, bu da putlarımızmdır.” diyerek Allah’ın yarattığı hayvan­lardan ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıklarını Allah için vermez, ama Allah için ayırdıklarını putları için verebilirlerdi...» (En’âm sûresi, âyet: 136) sözlerini düşün ki, onlar en küçük ve hakir şeylerin hâsıl olmasında Allah’a ortak koştukları şeyleri Allah’tan önce tutmuşlardır.

Allahü Teâlâ müşriklerin putları hakkındaki itikadlarına dair buyurdu ki: «...Ortak koştuğunuz, yardımlarını umduğunuz şeyleri sizinle birlikte görmüyoruz...» (En’âm sûresi, âyet: 94). Allahü Te­âlâ bu âyet-i celilede müşriklerin, putların Allah’a ortak oldukla­rına itikad ettiklerini bildirmiştir. Ebû Süfyan’ın Uhud gazvesi gü­nü:
— «Ey Hübel (bir putun ismidir) yüksel!» deyince, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin:
— «Allah her şeyden daha üstün, daha yücedir.» diye verdiği cevabı da müşriklerin itikadına delâlet eden delillerdendir.

İşte bunu iyi düşün! Sonra İbn Teymiyye’nin müşriklere isnat ettiği «tevhidde müşrikler, Müslümanlar gibi olup müşrikler ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlardan ayrılmışlardır,» de­diği kavlinden ne anladığını bana söyle!

Yukarıda geçen delillerden başka Allahü Teâlâ’nın; «Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşın gidip Allah’a sövmesinler...» (En’âm sûresi, âyet: 108) buyurduğu âyet-i celile ile izahı uzun sürecek daha açık deliller dâvamıza delâlet edi­yorlar.

Zikredilen bu delillerden sonra, müşriklerde bir nevi tevhid olup bunun akaid’deıi bir mesele olduğunu düşünebilir misin? Lâkin Teymiyyeciler, -bütün bunlara rağmen- müşrikler rubûbiyyet tev­hidini bildiklerinden dolayı, muvahhittirler. Peygamberler, müşrik­lerin onunla kâfir oldukları ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlarla savaşmışlardır, diyorlar. îbn Teymiyyecilerin, peygamberle­rin, müşriklerle yaptıkları savaşların sebebini sadece buna hasret­melerinin mânâsını anlamıyorum. Halbuki müşrikler, peygamber­leri tekzib ederek, kendilerine Allah’tan nâzil olan âyetleri inkâr edip haram şeyleri helâl kılmış, haşr ve kıyameti de inkâr etmiş, Allah'ın eşi, çocuğu olduğuna ve meleklerin, Allah’ın kızları olduğu­na dair bâtıl bir itikatta bulunmuşlardır.

Nitekim Allahü Teâlâ bu hususta şöyle buyurur: «Dikkat edi­niz! Onlar, yalan uydurup söylüyorlar; “Allah’ın çocuğu var” diyor­lar. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.» (Saffat sûresi, âyet: 151, 152). Müşriklerin bu durumlarına rağmen îbn Teymiyyecilerin görüşü­ne göre, peygamberler onlarla bu itikadlarından dolayı savaşma­mış, ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için savaşmış. Kendi­leri itikatta (Ehl-i sünnetten olan) Müslümanlara eşittirler. îbn Abdülvehhab’ın görüşüne göre ise, kendi zümresinden olmayan Müslümanlar, müşriklerden daha kâfirdirler.
îtikad ettikleri bütün bu şeylerden dolayı gelecek zarar kendi­leri içindir.

Bize hiçbir şey yoktur. Lâkin zikrettiğimiz bu deliller­den sonra, onlara deriz ki, bâtıl itikadınıza göre, haydi ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidi arasında fark olduğunu farzedelim. Ama tevessül, ulûhiyyet tevhidine muhalif değildir. Zira tevessül, lügat, Şeriat ve örf itibariyle ibadet değildir. Salih kişilere tevessül etmek veya onlardan yardım talep etmek için onlara nida etmenir. ibadet olduğunu hiçbir kimse söylememiş ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle bir şeyden haber vermemiştir. Eğer teves­sül, ibadet veya ibadetin benzeri bir şey olsaydı, ne diri ne de ölü kişiden tevessül edilmesi câiz olmazdı.

Tevessül eden kimsenin, bir peygamber veya velinin Allah nez- dindeki manevî makamının vesilesiyle, Allah’tan emelinin husulün den başka bir şey talep etmediği malûmdur. Şüphesiz hayatta ol­sun, öldükten sonra olsun, her iki zatın da Allah nezdinde manevi şerefleri vardır.

Şayet birisi, «Allahü Teâlâ bize köprücük kemiğimizden daha yakındır, öyle ise hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur.» dese, cevabında şu şiirin mısraını deriz:

«Bir şeyi hıfzettin Halbuki birçok şeyi unuttun.»

Zira bu görüşüne göre her şeyi Allah’a havale edip her şeyde sebep ve vasıtaların düşünülmesi terkedilmelidir. Halbuki, bu kâi­nat, Allah’ın koyduğu sebep ve müsebbeplerin üzerine bina edil­miştir. Yine bu görüşe göre, kıyamet günü şefaatin olmaması da gerekir. Zira bu görüşe göre, Allah subhanehû ve teâlâ insana her vasıtadan daha yakın olduğu için şefaata ihtiyacı yoktur. Halbuki şefaatin kıyamette oluşu bedihî olan din meselelerindendir.

Hem de Hz. Ömer b. Hattab’ın, «Bizler (ey Allah’ım) Peygam­berin amcası olan Abbas’a tevessül ederek sana dua ederiz.»(3)dediği sözünde hatâ etmesi lâzım gelir. Hulasâ îbıı Teymiyyecilerin itikadlarına göre, sebep ve müsebbep, vesile ve vasıtaların kapılarının ka­patılması gerekir. Bu düşünce ise, kâinatın evvelinden sonuna ka­dar üzerine inşa edildiği İlâhi kanuna muhaliftir. Bu takdire gö­re, onların Müslümanlar hakkında verdikleri hüküm onlara da şâ­mildir. Çünkü sebep ve vasıtaları terketmeleri mümkün değildir. Hattâ onlar halktan daha şiddetli sebeplere, vasıtalara, ilgi ve iti­mat göstermektedirler.

Şunu da diyelim ki, tevessül hususunda diri ile ölü kişinin ara­sında ayırım yapmakta hiçbir mânâ yoktur. Zira tevessül eden kim­se, ölüden hiçbir şey talep etmemiş, ancak Allah nezdindeki bu ölü­nün şerefini veya sevgisini veya başka özelliklerini vesile ederek Allah’tan hacetini dilemiştir. Acaba, mütevessilin (tevessül eden kimsenin) bütün bu düşünceleri ölüyü ilâh edinmek midir? Yoksa bunda şüphe götürmeyen sakınca mı vardır? îbn Teymiyyeciler ise, işi tahkik etmeden tahmine dayanarak söyleyen bir kavimdir. İşin hakikati nasıl böyle olmasın ki, bütün Müslümanlarca tevessülün cevazı, hattâ güzelliği malûmdur.

Dört mezhep kitaplarına, hattâ Hanbelilerin Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemi ziyaretin âdabı hakkındaki mezheplerine bak ki, Allah’tan bir şey dilemek için Peygambere tevessülü müstahap kılmışlardır. Bu İbn Teymiyye’nin meydana çıkıp ümmetin icmai hükmünden dışarı çıkarak akla ve nakle muhalefet edip Müs­lümanların fıtratlarında yerleşen tevessül hakkında mücadele et­mesine kadar böyle devam etmiştir.

Yûsuf ed-Dicvi’nin tevhid hakkındaki makalesi burada sona erdi.

Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:217-224,Bedir yay.

1) Yûsuf ed-Dicvî, Dicveli olup Dicve Mısır'da Dimyat yakınındadır. Yûsuf, fıkıh Alimi olup Muhammed Abduh’un itikadı konulardaki birçok görüşünü reddetmiştir. «Tütün içmek haram değildir.» demiştir. Saadet-i Ebediye'ye bakınız,

2)Makalesi, 224’üncü sahifede bitiyor.

3) Resûlullah (s.a.v.) efendimizi vesile edip Allahü Teâlâ’ya yapılan duâlar kabul olunduğundan. Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında Medine’de kıtlık olunca. Hz. Ab-bas b. Abdülmuttalib’i vesile edinerek yağmur duâsına çıkmış ve «Yâ Rabbi sevgili Peygamberini vesile yaparak duâ ederiz'. Resûllullah’ın muhterem amcası hürmetine, senden yağmur isteriz. Duamızı kabul buyur. Bize yağmur ihsan eyle» demiş, hemen yağmur yağmıştır.
Devamını Oku »

Namazda 'Seyyidina'Denilmesi Hakkında



NAMAZDA PEYGAMBER SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ «SEYYİDİNÂ (EFENDİMİZ) » DİYEREK YÜCELTEN KİMSENİN İBN TEYMİYYECİLERİ TİKSİNDİRMESİ

Namazda veya namaz haricinde, «seyyidinâ» diyerek Peygam­ber sallallahü aleyhi ve sellemin yüceltilmesi, Teymiyyecileri tiksin­diriyor. Bunu büyük bir münker olarak biliyorlar. Çünkü İbn Abdülvehhab peygamber bile olsa, herhangi bir mahlûka «seyyidinâ» ve «mevlânâ* demekten onları nehyetmiştir. Halbuki, emirler hakkın­da gazete ve diğer basında gözleriyle görüp işittikleri aşınca tazim ifade eden lafızlara karşı çıkmıyorlar ve bu tazim onları tiksindir­miyor. Hattâ, sahifelerde sıkça geçen, yabancı şahıslara, memleket­lerine gelen tüccarlara ve diğer benzeri kimselere ait yazılı tazim ve hürmet ifade eden kelimelere karşı çıkmıyorlar.

Vehhabiler, pirlerinin kendileri için çizdiği kanuna göre, Allah tebareke ve teâlâ; «...Şüphesiz ki (Allah) onun (Muhammed’in) mevlâsı (görüp gözeticisi), sonra da Cebrail, müzminlerden sâlih kişi­ler ve melekler de onun yardımcısıdırlar.» (Tahrim sûresi, âyet: 4) meâlen buyurduğu için ona karşı da bulunması lâzımdır. Lâkin Veh­habiler, bu âyeti okuyup düşünmeden geçiyorlar. Dilin yanlış söyle­mesinden ve aklın bozuk düşünmesinden Allah'a sığmıyoruz.

Yine pirlerinin onlara , gösterdiği yola uyarak, Allahü Teâlâ’nın Yahya b. Zekeriyya aleyhimüsselâm hakkında: «Mâbedde namaz kılarken ona seslendiler: Allah sana Allah’ın emriyle (vücut bulan îsâ’yı) tasdik eden, seyyid (efendi), iffetli, iyilerden bir peygam­ber olarak Yahyâ’yı müjdeler.» (Âl-i İmran sûresi, âyet: 39) buyur­duğu için de ona itiraz etmeleri gerekirdi. Hattâ, Allah tebareke ve teâlâ, «...İkisi de (Yûsuf ile Züleyha) kapının önünde Züleyha’nın seyyidine (efendisine, kocasına) rastladılar...» (Yûsuf sûresi, âyet: 25) âyet-i celilesinde bir kâfire siyadeti (efendiliği) isbat eylediği için de buna karşı çıkmaları lâzım idi. Dilin yanlış söylemesinden, akılların bozuk düşüncelerinden Allah'a sığmıyoruz.

Vehhabîler, bu hususta hadîs-i şerif kısmından Peygamber sal­lallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, «Seyyid Allah’tır» buyurduğu kav linden başka bir şey bilmezler. Ve yine Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin; «Ben kıyâmet günü âdemoğulunun seyyidiyim (efendisiyim)»(1); «Kıyamet gününde insanlığın seyyidi benim.»(2); «Şüp­hesiz bu oğlum (Hasân) seyyiddir.»(3); «Hasan ile Hüseyin, cennet hal­kı gençlerinin seyyididirler.»(4); «Nebiler, resûller hariç bu iki kişi (Ebû Bekir ve Ömer) ilk ve son cennet ehli olan kâhillerin (yaşları otuz ile elli arasında) seyyididirler.»(5); «Haydi seyyidinize (büyüğü­nüze) ayağa kalkınız.»(6); «Ey Benî Seleme! Seyyidiniz kimdir?» bu­yurduğu bu hadislerden ve Arabinin birisinin kendisine söylediği:

«Ey resullerin seyyidi ve Arapların en dindarı!
Şifası olmayan hastalıklardan bir hastalıktan sana şikâyet ediyorum.»

Bu şiirinde «Ey resûllerin seyyidi» deyince, ona itiraz etmeyip kabul ettiği de çok cahil olduklarından bilmezler! Hz. Ömerü’l-Faruk’un (Allah ondan razı olsun) dediği; Ebû Bekir seyyidimizdir ve seyyidimizi azat etmiştir» sözünü de bilmezler. Yine Peygamber sal­lallahü aleyhi ve sellemin şu kavillerini de bilmezler: «İstiğfarın sey­yidi (ulusu, Allahü Teâlâ’dan şu yolda mağfiret dilemektir): Alla­hım Sen Rabbimsin, Senden başka ibadete layık hiçbir ilâh yok­tur...»(7); «Günlerin efendisi, cuma günüdür. Âdem aleyhisselâm o günde yaratıldı.»(8); «Ayların seyyidi, Ramazan ayadır. Hürmet ba­kımından ayların en muazzamı Zilhicce’dir.»

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:235-236,Bedir yay.

Dipnotlar:

1) Buharı, Hz. Ebû Hüreyre’den rivâyet etmiştir.

2) Buharı ve Tirmizi, Ebû Bekrete’den rivâvet etmişlerdir.

3) Tirmizî, Hz. Ebıı Said’ten rivâyet etmiştir.

4) Tirmizî, Hz. Enes'ten. Bu onların dünyadaki vasıflarına göredir. Yoksa cen­net halkının hepsi gençtirler. «Tâcü’l-Usûbün dip notunda «Ğayetü’l-Me’mûl'e bakılabilir.

5) Buharı, Müslim ve Tirmizî, Ebû Said’ten rivâyet ederler ki: Sa’d yaralı İken Benî Kureyza’ya hakemlik için gittiğinde Peygamber (s.a.v.) orada bulunanlara: «Hay­di büyüğünüze ayağa kalkınız.» buyurmuştur.

6) Buharî, Şeddat b. Evs’ten rivâyet etmiştir.

7) Ebû Davud ve Nesaî, Evs b. Evs’ten rivâyet etmişlerdir.

8) Bezzar ve Deylemı, Ebû Said’den rivâyet etmişlerdir.
Devamını Oku »

Tevessül ve İstiğase Konuları



Bize Mekkeli bir Müslümandan uzun bir yazı geldi. Sahibi beni herhalde keskin bir kılıç zannederek, uzun uzadıya konuşup, söz­lerini tekrarlayıp, ısrar ediyor ve hattâ yazının sonunda diyor.- Ey faziletli hocam! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, tevessül ve istiğâse meselelerinin insafla tahkikini senden rica ederim, diyor ve sorular yöneltiyor.

Biz, Vehhabîlerin o suallerini özetleyip ondaki târiz ve yakış­mayan şeylerden yüz çevirip, başarı Allah’dandır diyerek sual ve cevaplara başlıyoruz.

S — Resûlullah (s a.v.) salih ölülerden hacet ve dua talep edil­mesi hakkında velev bir hadis-i şerif bile buyurmuş ise, zikretmeni­zi rica ederim.

C — Evvelâ biz bu sorunun tersini onlardan soralım ve diyelim ki: Hadîs-i şerifte Resûlullah’dan (s.a.v.), insanları salih kimseler­den dua etmek, onlardan haced talep etmekten nehy hakkında bir şey varit oldu mu? Bu hususta velev bir hadîs bile olsa zikretmeni senden rica ederim.

İkincisi: Soru sahibine diyoruz ki: Usûl-i fıkıh ilminde sabit olup bilindiği üzere, bütün şeylerin cevazı, hakkında emir olmasına bağ­lı değil, belki ondan nehy edilmemesine bağlıdır. Şeriat’ta ondan nehy edilmeyen şey câizdir. Herhangi bir şeyin haram olması hak­kında şer’î bir nass olmadığı takdirde o şey mubahtır.

Şüphesiz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahih hadîsinde bizlere yap­mayı emrettiği şeyi terk etmeyerek yaptık, ondan nehy ettiği şey­den kendimizi koruduk.

İşte âlimlerin bildikleri ilim kuralları budur.

Tevessül ve istiğâsenin ölülerden yapılmaması meselesi ise, za­yıf bir fikirdir. Zira bu hususta durumunuzun şu iki ihtimâli var­dır:

Ya ölülerin idrak etmelerini, ilim sahibi olmalarını, dua etmele­rini, işitmelerini inkâr edip kabul etmezsiniz veya kabul edersiniz. Şayet inkâr ederseniz, isbatı için Âdem ile diğer peygamberlerin (a.s.), sahih hadis kitapları olan Buharî ve Müslim ile diğer ha­dîs kitaplarının rivâyetlerine göre Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Mi'rac gecesi yaptıkları dualarını ve Peygamber Efendimizin, «Si­zin amelleriniz bana gösteriliyor, onda hayır bulsam Allah’a hamd- ederim, ondan başkasını bulsam, Allah'dan size af dilerim» buyur­duğu hadîs-i şerifi ile dirilerin yaptıkları amellerin Peygamber’e gösterildiğini beyan eden bu hadîs-i şerif gibi dünyayı dolduracak kadar kesin deliller getirebiliriz.

Hiç şüphe yok ki, îbn Teymiyye bizatihi «Fetava» kitabında bu­nu zikretmiş ve îbn Kayyım dahi bunun tamamiyle sabit olduğunu itiraf etmiştir.

Ölülerin böyle hususiyetleri olduğunu, bu çağın (ruhçu) Avru­palılarının da itiraf etmeleri, tesadüf eden güzel delillerdendir. On­lardan on asır önce Eflâtun ile diğer feylozoflar dahi bunu kabul et­mişlerdir. Demek ki, bu mesele din ve dünya ilimlerinin âlimle­ri; müslim ve gayrimüslim, eser ve nakil ehli olanlar ile fel­sefe ve akılcılar arasında ittifak edilmiş bir konudur. Lâkin Vehhabîler, hadîs-i şerifte varit olduğu gibi ölülerin, ilim, idrak, işitme duygusu olduğunu, dua edip kendilerine selâm verilirken selâm al­dıklarını itiraf ve kabul ettikten sonra, ölülerden bu hususların ta­lep edilmesini kabul etmezlerse tenakuza düşeceklerdir. Veya mü­nakaşanın mukaddimelerini kabul edip, neticesini inkâr ettikleri veya mantık kuralına göre lâzımları melzumlarından kestiklerini söyleyebiliriz. Lâzımı melzumlardan ayırmayı akıllı kimse yapmaz.

Kaldı ki, faziletli (üstün) kimse yapabilsin! Hele bu münakaşayı kökünden izale edecek öyle şeyler zikrettik ki, meselâ Peygamberd­in (s.a.v.) hayatında ve vefatında kendisine tevessül edilmesi hak­kında Osman b. Hanîfden rivayet ettiğimiz sahih hadîs-i şerif, on­da, «Ey Muhammed! Rabbinin katında bana şefaat et!» cümlesini kullanmıştır. Adamın ondan talep ettiği şefaattan maksadın, Peygam­berim (s.a.v.) kendisine dua etmesini istemekten başka bir mânâ­sı yoktur.

«Allah’ım! Bana, Senden istemem için dilekte bulunanların hür­metine Senden hacet diliyorum», diye sahih hadîs de vardır. Di­ğer bir hadis-i şerifde, «Peygamberin ile ondan önceki peygamber­lerin hakkı için» diye geçmektedir, öyle ise, salih zatlara tevessül edilmesi sabittir.

Yazdığımız bazı makalelerde, Vehhabîlerin iddia ettikleri gibi, tevessül asla şirk sayılamaz, dedik. Çünkü diri kimse, ruhu ile diri olan ve Berzah hayatının özelliklerinden faydalanan ölüden, bir şey talebinde bulunduğunda, icad ve yaratma yolu ile değil, sebebiyet ve kesb cihetiyle ondan talep eder. Zira onu, diri kimsenin rütbe­sinden üstün tutmaz. Hattâ o kimse, diri kimseden bir şey isterse, icad ve yaratmasını talep etmez. Mahlûktan bir şeyi kesb yolu ile talep etmek, ne şirk, ne de küfürdür.

Ölünün hiçbir tasarrufu olmadığını farzetsek bile, onu çağıran veya ondan yardım isteyen kimse ulûhiyyet değil, sebebiyetin itika­dında hata etmiş olur. Allah’dan başka zahirî sebebiyet olduğunun itikad edilmesi câhillerin itikad ettikleri gibi ulûhiyyet itikadı de­ğildir. Gerçekten yukarıdaki beyanımızdan anladığın üzere Allah’­dan başkasına sebebiyet itikadı yanlış bir şey değildir. Ancak Vehhabilerce yanlıştır. Şayet tevessül, ölünün Allah katındaki rütbesi­ne olursa işin câiz olduğu açıktır. Çünkü ölüm, insanın dünyada iken Allah katındaki makamını değiştirmez.

S — Peygamber (s.a.v.), Allahü Teâlâ’ya tevessülün bir türü­nü veya Allah’a yaklaştıran bir şeyin beyanını terk etti mi?

C — Hayır, Resûlullah (s.a.v.) insanı Allah’a yaklaştıran veya tevessülün çeşitlerinden hiçbirisinin beyanını terk etmemiştir.

Yukarıda geçen Osman b. Hanîf hakkında rivayet edilen hadis­teki tevessülü anladın. Hattâ Peygamber Efendimiz kendi yüzüsuyu hürmeti ile, ondan önceki peygamberlerin hürmeti ile tevessül etmiştir. Âdem (a.s.), Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden ön­ce onunla tevessül etmiştir. Bunların hepsi bundan önceki makale­lerimizde yazılmıştır. Bundan sonra, soranlara rehber olacağı umu­lur. Resûlullah’ın (s.a.v.) makamı diğer insanlarınkinden üstündür. Şunu da ekleyelim ki, Efendimiz (s.a.v.) ubûdiyetin kemalindeydi. Kendisi, Allah’ın rububiyyetini ve sonsuz kudretini; herkesin O’nun kulu olduğunu; Allah’ın geniş fazl ve kereminin şümûlünü iyi biliyor­du. Yine Efendimiz (s.a.v.) mutlak Efendinin (Allah’ın) katında kul­ları için manevî makamlar olup, her birinin bir meziyeti olduğunu, Allah’ın verdiği nimetler için ancak Aziz ve Çelil olan O’na kulluk yapmak gerektiğini biliyordu. Kullar arasında irtibat ve menfaat tebâdülü olması da gerekir. Peygamber (s.a.v.) bu inceliklerin tü­münü herkesten daha ziyade bilirdi ki, Hz. Ömer’den dua talep etmiş ve Uveysü’l-Karanî’den de talep etmesi için Hz. Ömer’e em­retmiştir.

Fatıma binti Esed hakkında geçen hadîse göre, kendisi de önceki peygamberlerin hürmetine tevessül ederek Allah’tan dilekte bulunmuştur. Bir ihtiyacımız olunca, bize tevessül etmemizi emret­miştir. Hattâ hikâyesi geçen âmâya, «Şayet öyle bir ihtiyacın olur­sa bunun gibi yap!» diye buyurdu. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanın­da bir iş için kendisine gidip gelen adam da Hz. Peygamberin bu­yurduğu gibi yapmıştır. Bu olayı daha önce beyan ettik. İşte Veh- habîler hiçbir mahzur olmayan bu tevessül işinde Müslümanları tekfir etmektedirler.

S — Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen, «Sizi Allah'a yak­laştıracak hiçbir şeyi terk etmeden hepsini size beyan etmişimdir», hadîs-i şerifi sabit midir? Bu doğru ve sabit ise, dirilerin ölülerden dua talebinde bulunmaları, Resûlullah’ın (s.a.v.) buyurduğu emir­lerden olup bunu yapmak câiz mi olmaktadır?

C — Evet Peygamber’in (s.a.v.) böyle buyurduğu sâbittir. ölü­lerin dirilere yaptıkları dua bir kardeşin kardeşine duası kabilin- dendir. Gerçekten, sahih hadis bize bildirmiş ki, dua hususunda di­ri kişi ile ölü kimse arasmda hiçbir fark yoktur. Yukarıda geçtiği üzere ölü kimse, diri kimse gibi dua eder. Zira ölüm câhillerin zan­nettikleri gibi fânilik veya yokluk ve bitiş ve hiç oluş değildir. Ölüm, ancak bir yurttan başka bir yurda intikâl etmekten ibarettir.

Şiir:

ölümü ölüm zannetmeyin çünkü o,
Gerçek bir hayattır, emelin sonudur.
ölümün hücumu sizi korkutmasın çünkü o, bu dünyadan bir intikaldir.

Devamla tekrar ediyoruz ki, şüphesiz Âdem (a.s.) ve diğer pey­gamberler, Peygamberimiz’e (s.a.v.) dua etmiş ve o da, Berzah âle­minde ümmetine dua etmektedir. Hattâ izahımızdan anladığın ve ilerde de anlayacağın üzere, vefat etmiş babalarımız da bize dua ediyorlar. Şunu diyelim ki, bizler sîzlerden, tevessüle mübahdır de­menizi, Müslümanları, önderiniz Muhammed b. Abdulvehhab gibi tekfir etmemenizi istiyoruz.

Vehhabîlerin Müslümanları küfürle suçlamalarının hiçbir ge­çerli delili yoktur. Vefat etmiş ve ruhu âhiret âlemine gitmiş sâlih bir kişiden dua istemek niçin küfür olsun? Farz edelim ki ölülerin, Vehhabîlerin dediği gibi duymaları, anlamaları, bir şey yapmaları mümkün değildir. Bu faraziyeye göre bile -haşa- onda uluhiyet vas­fı tasavvur edilmiş değildir ki?.. Vehhabîlerin görüşüne göre Müs­lümanların yanıldıkları farz edilse bile, bu hatâ ölmüş kimseyi bir sebep, bir vesile kabul etmekten ileri gelmektedir ki, ehl-i İslâmın tekfir edilmesi için sebep teşkil edemez.

Müslümanların bu davra­nışları aklın, vicdanın, mantığın ışığında; din kurallarının aydınlı­ğında hiçbir vecihle küfüre yorulamaz. Bir kimse aslında sebep teş­kil etmeyen bir şeyi sebep edinirse o adam cahil olabilir-, ama asla kâfir olamaz. Bu sorunun cevabı bu kadar yeterlidir.

S — Resûlullah (s.a.v.) Allahü Teâlâ’nın, «Ey Resûl! Sana Rab- binden gönderilen şeyleri tamamıyla bildir» (Maide, 67) meâlinde buyurduğu âyet-i celile ile amel ederek, yine Mâide sûresinin, «Ey iman eden kimseler! Allah’ın azabından sakınıp ona vesileye (yak­laşmaya) yol arayınız» (âyet, 35) âyetinde buyurulan vesileyi hal­ka bildirdi mi?

C — Bu doğru bir soru değildir. Doğrusu şöyledir: Maide sûre­sinde, mü’minlere, onunla emir olundukları vesileyi halka beyan et ti mi, diye sorulmalıdır. Zira bu âyette bilfiil mü’minler emr olun­muştur. Gerçi âyet-i celilenin hitabına Peygamber de (s.a.v.) dahil­dir.

Soru sahibinin sualinin tamamında, Allahü Teâlâ’nın meâlen buyurduğu, «Ey Resûlüm! Sana Rabbinden gönderilen şeyleri tama­mıyla bildir» (Mâide, 67) âyet-i celilesini delil olarak zikretmesi cehâlet eseridir ve bir şaşırtmacadır. Çünkü bu âyetteki emir ve hitab, Allah’ın risâletini ve vahyini bütün halka bildirmesi ile ilgili olarak yalnız Peygamber’e (s.a.v.) mahsustur, öyle ise soranın bu sözü fazladır, tekrardır. Zira Efendimiz (s.a.v.) emir olunduğu ve­sileyi ümmetine bildirmiş ve onu hadis-i şerifinde yeterli bir ifade ile yorumlamıştır.

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir kimse sana Resûlullah (s.a.v.), Al­lah’ın kendisine indirdiği şeylerden bir şey ketmettiğini (sakladı­ğını) bildiğini haber verse, şüphesiz yalan söyler, diyerek sonra şu âyet-i celileyi okudu: «Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirilen şey­leri bildir!» Müslim ve Buharî bu hadîs-i şerifi rivayet etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim Arapça’dır ve Arap lügatiyle nâzil olmuştur. Ve­sile kelimesinden yalnız bir mânâ (diri kimse) kastetmenizin hiçbir mânâsı yoktur. Delilsiz bir iddiadır. Bunu gerektiren bir şey de yok­tur. Şüphesiz Osman b. Hanîf ile başkasının hakkında rivâyet edi­len hadîslerde mutlak tevessül sarahaten bildirilmiştir. Hele hadî­sin sonunda, «Şayet bir ihtiyacın olsa, yaptığın gibi yap», buyruğu ile açıkça tevessüle işaret etmiş ve diğer makalelerimizde beyan et­tiğimiz üzere Hz. Osman b. Affan’ın (r.a.) hilâfeti zamanında onun­la amel edilmiştir.

S — ölülerin dua etmemesi ve meşrû olmayan şeylerle onlara hitab etmemek itikadından, onların kerametlerinin inkân lâzım ge­liyor mu? Evet, lâzım gelir, dediğiniz zaman, bize kesin delillerini beyan edip bu nev’i tevessülün (ölüye tevessül) cevazı hakkında sa­habeden, tabiînden veya onlara tâbi olan imamlardan bir nakil zik­rediniz.

C — Evet Enbiya ve salih zatların Allahü Teâlâ katındaki ke­rametlerini inkâr eden sizin gibilerin, ölülerin kerâmetlerini de in­kâr etmeleri lâzım gelmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ katında hiçbir makamları olmayıp bize dua etmeleri mümkün olmaz şeklindeki iti­kadınıza göre ruhların hiçbir şey yapmaya güçleri olmazsa, onların ne gibi bir kerametleri olacaktır? Sizin de onlara keramet isbat et­menizin ne mânâsı olacak ve bununla beraber sizler onlar için hiç­bir fiil olmadığını ve onların Allahü Teâlâ nezdindeki makamlarıyla tevessül etmek küfür olduğunu iddia ettiniz.

Şu halde onlar için ne gibi bir şey olabilir?

Mezkûr tevessül için (ölülere) sahabe, tâbiîn ve onlara iktida eden imamlardan caizdir, diyen kimseler hakkında bizden açıklama istemenize gelince, şunu deriz ki;îbn Teymiyye’den önce ve sonra gelen bütün ümmet câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Sorduğunuz bu suali çevirip sizden soralım: Acaba sizin de sahabe, tabiîn ve on­lara uyan imamlardan bu nev’i tevessülün men’ini .ve şirktir diyen kimseyi bize zikretmeniz mümkün müdür? Bütün hak mezheblerde Peygamber’in (s.av.) türbesini ziyaret edenlerin ona tevessül etme­lerinin câiz olduğunda ittifak etmediler mi? Bu husus için size Han- belilerin, kezâ bütün imamların nasslarını zikrettik. Fakat inkârcı iddianız için ne selef, ne de sened hiçbir isnad yoktur. Hattâ âlim­lerin tümü Kabr-i Şerifi ziyaret eden her kişinin tevessül etmesi yalnız câiz değil, belki ondan matluptur dediler.

İşte ümmetin icmâı budur. Kâfi ve kalblere şifa veren akli ve nakli deliller kitabı­mızda geçmişti. Sonra size şunu da diyelim ki, ölümden sonra ruh­larda öyle bir güç vardır ki, hayatta, dünyada oldukları zaman o kadar iş göremezlerdi, diye imamınız İbn Kayyım bunu itiraf et­medi mi?

Bu konu tâ imamlarınıza kadar ulaşmıştır. Sizler ise, enbiyânın mucizeleri ve evliyanın kerâmetleri hakkında arasıra hevânıza tâ­bi oluyor, arasıra da hakkı kabul ediyorsunuz. «Ibtalci, inkarcı ki­şi, ister istemez illâ tenakuza (çelişkiye) düşer» diyene Allah rah­met eylesin. Bizim sizi dalâletle vasıflandırdığımızın sebebi ise, sizin Müslümanları tekfir edip kendilerini, mallarını helâl etmekle Ce­hennemin köpekleri olan selefiniz Haruriye tâifesinin yoluna sülük ettiğinizdendir.

Hiç şüphe yok ki, Haruriye tâifesinin kınanması hakkında Peygamber’den (s.a.v.) tevatür yolu ile birçok hadîs-i şerifler rivayet edilegelmiştir. Şayet diyecek olsaydınız ki: İnsanların bütün işlerin­de vasıtasız olarak Allah’a müracaat etmeleri evlâdır. Allah katın­da, sebeblerin, vasıtaların sona erdiği bir makam vardır. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) (ateşe atılırken) Cebrail (a.s.) ona, «Bir ihtiya­cın var mı?» diye sorunca İbrahim (a.s.), «Ama senden yoktur», de­miştir, diyecek olsanız ve bu yolda gidip itikad ederseniz, bizler si­ze itiraz etmeyip, sizinle şiddetle münakaşa etmeyecektik. Eğer, te­vessül hakkında tekfir’den başka bir fikriniz olsaydı, biz sizin için bunlar kendi kafalarına müctehidtirler ve böyle zannetmişlerdir, iş­lerin sonucu Allah'a havale edilir.

Birçok müctehidler ictihadlarında hata etmişlerdir, diyecektik. Ama size böyle diyemeyiz. Çünkü ictihadlarında hatâ eden âlimler; kendilerini sizin yaptığınız gibi takdis etmeyip halka zorla, kılıçla kendi fikirlerini beğendirmedi­ler. Belki doğru, başkalarının fikrinin daha doğru olduğu ihtimali­ni câiz kılar. Peygamber’den (s.a.v.) rivâyet edilen, «Müslümana sövmek fâsıklıktır, onunla dövüşmek küfürdür (küfre benzer büyük bir günahtır)» ve (Taberâni İbn Mesud’dan) «Birisi Müslüman kar­deşine «Ey kâfir» deyip de o adam hakikat kâfir ise (mahzuru yok); değilse, söylediği söz kendisine döner», hadîsi mâlumdur. îmam Mâ­lik te lif eylediği «Muvatta» kitabı için Abbasîler’den El-Mansur’un halkı o kitabı esas olarak kabule zorlamasına razı olmadı. İslâm ümmetini, âlimlerin hürmetini, hidâyet imamlarını ve Resûlullah’-ın vârislerinin hukukunu ve nefsini küçültmeyi düşünerek «Muvatta» ile amel edilmesi için Harun er-Reşid’in teklifini reddetti. Fakat câhil kimse, kendi nefsini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Âlim kimse ise, Rabbini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Alla­hü Teâlâ’nın makamını yükselttiği kimseyi tâzim etmek Allah’ı tâzim etmek demektir. Nitekim Allahü Teâlâ, «Kişinin Allah’ın ni­şanlarına hürmet göstermesi, kalbleri Allah’a karşı gelmekten sa­kındırır» (Hac, 32), diye buyurmuştur.

Daha sonra soru sahibi der ki: Rabbini bilen ve zikrine özenen bir Müslüman, Allah’ın hitab ve münâcatından zevk aldıktan son­ra bu âlemden diğer bir âleme naklolmuş, Allah’dan başka kimse­nin onun hâlini bilmediği ölü kullardan birine teveccüh ederek on­dan hacet dileyip ona hitab etmesi caizdir, dememiz bizim için mümkün değildir. Buharî’nin «Sahih» kitabında zikredilen Ümmü’l- Â’lâ’nın hadisi sizce malûmdur ki, ondan şöyle rivâyet edilir: Sa­habenin muhacir kısmından Ebu’s-Saib, Ümmü’l-Â’lâ’nın yanında vefat ederken, ona şöyle der: «Benim sana şehâdetim budur ki, ger­çekten Allah sana ikram etmiştir» deyince, Resûlullah (s.a.v.) Ümmü’l-Â’lâ’ya, «Allah ona ikram ve ihsan eylediği hangi şeyi sana haber verdi?» diye buyurmuştur. Buna benzer çok hadîsler vardır. Hepsi de, ölülerin dünyada yaptıkları amellerine göre Berzah âlemine göç ettikleri yolundadır. Bedir savaşında şehid olan veya Ukkâşe ve Muhsan gibi, haklarında Cennet ehli olduklarına dair hadîs nassı olanlardan başka ölen hiçbir kimse hakkında Cennetlik veya Ce­hennemliktir, diye kesin hüküm vermemiz câiz değildir.

Ben derim ki: Soru soran hazretin, söylediği bu vaaz şeklinde­ki cümlelerin içine dercettiği bazı şeyleri kaçırmadan eleştirip he­sabını yapacağız. «Rabbine teveccüh edip manevî zevk alarak onun zikrine özen gösteren...» ifadesiyle sözünün zâhirini süslediği cüm­lesine evet deriz. Allah’ın zikri o kadar zevklidir ki, kalblerinin tü­müne tesir ediyor. Fakat ancak tevessül meselesi ilmî, tahkiki bir konu olup hakkında kapalı konuşma ve dedikodunun faydası yok­tur.

Bu şekilde reddedilmez.

Yukarıda dedik ki: Şayet Vehhabîlerin fikirleri, sualde zikret­tikleri mânevi kemâl makamı olsaydı, bunu eleştirmeyecektik. Fa­kat onlar Müslümanlardan, Resûlullah’a (s.a.v.) ve ümmetinden sâlih zatlara tevessül eden kimseyi tekfir ettiler. Bu konu nerede, sual­deki konu nerede? Bunlar, biribirlerinden uzak mânâlardır. Şayet soru soranın maksadı, Allah’ı zikredip ona münâcaatta bulunmak tevessülden evlâdır demek ise, evleviyyet hususunda bizimle onla­rın aramızda muhalefet yoktur. Fakat insanların manevi derecele­ri ayrı ayn olup, bazılarının diğerlerine nazaran dereceleri daha üs­tündür. Bazıları, her hususta Evvel ve Âhir olan Allahü Teâlâ dan medet umar. Her şeyin O’ndan geldiğini yine O’na döndüğünü bil­diği halde, kendisine sebep ve vasıtalar edinmesinde hiçbir mahzur yoktur. Kezâ müsebbib olan Allah’a itimat eden kimsenin, Allah’­ın kudretini düşünüp, hikmetine bakıp sebepleri terk ederek hace­tini doğrudan doğruya Allah’dan istemesinde hiçbir mahzur yok­tur. öyle ise, ne bu kimse ve ne de öteki kimse günahkârdır.

Bazı insanların faziletçe bazılarından üstün olduğu sözünü ka­bul etsek bile, soruyu soranın dediği gibi ölülere hitap etmek Al­lah’ın zikrinden gelen zevk ve ünsiyeti keser demesi doğru mudur? Yoksa tevessül konusunu vaaz ve edebiyat üslubuyla kendi lehine mi çevirmek istiyor? Niçin bunu bir diriye yapılan talep ve tevessül hakkında demiyor? Ondan hacet talep edip tevessül edilen bir vezir veya kral veya bir halife bile olsa, mütevessil kimsenin Allah’a münacaatı ve talebi ve O’nunla ünsiyeti daha iyi değil midir?

Soru sahibi sorusunda «Birçok câhillerin, ölülerin halini ve han­gi durumda öldüklerini bilmiyoruz» diye câhillerin dedikleri sözle­ri sualine dercetmiş; bu ise Müslümanlar hatta Allah hakkında bes­lenen kötü bir zandır.
Soru soranın dikkatini şuna çevirelim: Hadîs-i şerifte, «Hayatı ne şekilde (hayır veya şer) geçmişse kişi o hâlet üzere ölecektir.» Bu Allah’ın bir âdetidir. Bu âdet ve kaidenin dışmda kalan ölünün hükmü şazzdır, istisnadır.
Daha sonra deriz ki: Bu âlemde (dünyada) bazı işler hattâ Şe­riat işleri ve fıkıh hükümleri bile, zannî bilgiler üzerinde tesis edil­miştir. Buna göre, ölülerimizi yıkamamız, kefenlememiz, üzerinde namazları kılıp Müslümanların mezarlıklarında gömmemiz, malla­rını vereselerine vermemiz ve daha başka şeyler yapmamız vâcibtir. ölülerin durumları hakkında, tahkiki bir bilgi sahibi değiliz. (Lâkin o tahkiki bilgiyi zaten hiçbir kimse şart koşmamıştır).

Öyle ise, hayatta iken hayırlı ve iyi durumda olan kimseyi ölümünden sonra, hayırlı ve salih kişilerden saymamız vâcibdir. Sâilin sorusun­da geçen vesveselere uyup da, ölüler hakkında bundan başka ko­nuşmamız caiz değildir.
Biz Vehhabîlerden birisine, ölü babasının durumu nedir, Müs­lüman mıdır, kâfir midir? desek, kendisi öfkelenecek mi, yoksa öf­kelenmeyecek mi? Pederi hakkında cezm ve yakîn bilgiden başka bir şeyle (zanla) amel etmememizi ister mi? Yine sâil, müteveffa pederi hakkında cezm ve yakin bilgiden başka, bir şeyle (zan, şek) ile amel etmememizi ister mi?

Sâilin işaret ettiği Osman b. Mazun’un hadîsine gelince, o ha­dîs-i şeriften maksat, Allah’ın geniş tasarrufunu anlatmak ve ubu- diyyet rütbesi, Allah’a yapılan rica ve yalvarma makamından öte­ye geçmez, demektir.

Ümmü’l-Â’lâ’nın söylediği sözüne gelince, Saib’e yaptığı dua­sında, Allahü Teâlâ’nın kesin olarak Ebu Saib’e ihsan edeceğine ka­naat getirerek cezm etmiş ve bu kesin kanaatinin şâhidlik olduğu­nu nitelemiştir. Zannederim ki, Ümmü’l-Â’lâ, adama dindarlık ve sâlihlikle tanıklık etseydi Resûlullah’ın cevabı da, ona göre olacak­tı. Hazret-i Peygamber, bu mezkûr hadisin sonunda, «Şüphesiz ben ona hayr ümit ediyorum» diye buyurmuştur. Acaba soru sahibi hayr ricasıyla, hayr zannedilmesinin arasındaki farkı biliyor mu? Niçin kendisi Buhari’nin Enes b. Mâlik’den (r.a.) rivayet ettiği şu hadîsi zikretmedi? Halk bir cenazeyi götürürken onu iyilikle övdü­ler. Peygamber de (s.av.), «vacip oldu» diye buyurdu. Diğer bir ce­nazeyi götürürken, ondan kötülükle bahsettiler. Efendimiz buna da «vacip oldu» diye buyururken, Ömer b. Hattab (r.a.), «Ne vacip ol­du», diye sordu? Resûlullah, «Evvelki hakkında iyilikle konuştunuz, ona Cennet vacip oldu. Bundan da kötülükle bahsettiniz, ona Ce­hennem vacip oldu. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz», di­ye buyurdu.

Veya sâil niçin Buharî’nin Hz. Ömer’den rivayet etti­ği şu hadisi de zikretmedi(1). Hz. Ömer Peygamber’den (s.a.v) şöyle anlattı: «Herhangi bir Müslümana dört adam iyilikle tanıklık ederse, Allah onu Cennete dahil edecektir.» Biz sahabiler ve «üç adam da olsa», dedik. Kendisi «Ve üç de olsa», «Ve iki de olsa» diye buyur­du. Hz. Ömer, «Sonra şahidin bir adam olmasının kendisinden sor­madık», demiştir.

Ya sâil, yine Hz. Ömer’in Peygamber’in (s.a.v.) Uhud şehidleri- hakkında «Ben bunların şâhidiyim» buyurduğunu neden söylemedi?

Sonra Vehhabîlerin hepsine deriz ki: Sizler, Buhari’nin rivayet ettiği Peygamber’in (s.a.v.), «Allah'a yemin ederim ki, şirkten (sîz­lerin Allah’a ortak yapacağınızdan) korkmuyorum. Lâkin dünyada zengin olup ona rağbet etmenizden korkuyorum» buyurduğu kav­lini niçin zikretmediniz? Veya ona inanmadınız mı? Sizler, ancak heva ve hevesinize göre konuşmayanın (Peygamberimizin) kavlini yalanlıyor, ona düşmanlık ediyorsunuz. Peygamber (s.a.v.) ümmeti hakkında şirk korkusundan emin olduğu halde siz onlara müşrik­tir deyip kan ve mallarını mübah kıldınız.
Yine sual edene deriz ki: Müslümanlar hakkında iyi zannımız bi­ze kâfidir. Zaten Şeriate göre Müslümanlar hakkında güzel zan et­mek bizden talep edilmiştir. Kaldı ki, has kullar salihler... Ama Müs-lümanlar hakkında, iyi sayılmaları için kesin bilgi olması gerekir de­diğin şeyi ulemadan hiçbirisi dememiştir.

Sâil daha sonra der ki: Hakkında iyilik rivayet edilmeyen o ma­sum kimse hakkında hüsn-i zan (güzel zan) etmekten ziyade, tah­mini bir kanaattir. Biz ona deriz ki: Hakkında yerme vârid olmayan masum bir kimseye karşı kötü zan etmen de tahminidir. Hele bil­hassa üzerinde hayır ve salâh alameti zâhir olan veya hayatında veya vefatından sonra kendisinden kerametler zâhir olan kimseler hakkında kötü zan, daha beterdir, öyle bir kimsenin halinin değiş­tiğine itikad etmek de Müslümanlara, Allah’a karşı kötü zandır. Ni­tekim insanın anne ve babasına karşı tahmini de böyledir. Hüsn-i zandan bir şey tahminidir şeklindeki bu cümleden maksadınız ne­dir? Zaten hüsn-i zan etmenin ötesi ne olursa olsun hepsi hüsn-i zannın eseridir.. Meselâ, bir zattan dua talep etmek de yine buna binâendir.
Sonra sâil der ki: ölüleri vesile etmemenin cevazı hakkında açık bir nassı bize bildirdiğinden dolayı cidden çok seviniyorum.

Ben de derim kis Akli ve nakli delillerin çoğunu zikrettik. Hal­buki söylediğimiz delillerden tek bir hadîs bile kâfi idi.Ruhlara hayat, idrak ile ilim olduğunu isbat edip de, sonra on­lara tevessül ve istiğâseyi men eden kimse, son derece tenâkuza düşmüş, melzumu lâzımlarından kesmiş bir kimsedir. Peygamber’in (s.a.v.) kabri ziyaret edilirken ona tevessül edilmesine dair ümme­tin icmaı olduğunu zikrettik. Bu konuda Osman b. Hanif’in hadîsin­den başka bir delil olmasa bile, o tek başına kâfi ve şâfi bir delildir. Hulâsa, bütün şeriatlar, ilk çağ filozofları, Müslümanlar, Avrupalı, Amerikalı ve Hindliler ruhlara hayat ve hayatla ilgili şeyler oldu­ğunu, bedenden ayrıldıktan sonra bu âlemde kendileri için geniş tasarruflar olduğunun isbatında ittifak etmişlerdir. Bu, İbn Kayyım’ın «Kitabu’r-Ruh» adlı eserinde beyan ettiğinin aynısıdır. Mad­dî perde ve tabiat yoğunluğu ile bedenimizin karanlığını bizden kal dırmasını Allah’dan dilerim.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:616-625,Bedir yay.

Dipnotlar:

1) Buharı, Ömer’den (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet et­miştir: «Hangi bir Müslüman ki, onun hakkında dört (mü’min) hayır ile senâ ile şe­hâdet eder, Cenab-ı Hak o Müslümanı Cennete dâhil eder.» Biz dedik ki, «Üç kişi şehâ- det ederse de böyle midir?» Resûl-i Ekrem:

«Üç kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Sonra, «İki kişi şehâdet ederse e böyle midir?» dedik. Resûl-i Ekrem, «İki kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Bundan aonra biz, Resûl-i Ekrem’den bir şâhidden sormadık.» (Tecrid-i Sarih c. 4, s. 571.)

Devamını Oku »

Muhyiddin İbn Arabi'den Hikmetli Sözler



Sınırlandırılamayanın sınırı hakkında soru soran biri cahildir.Sen O'nun neticeleriyle ve eserleriyle cevap ver,alim olursun.

-------

Perde açıldığı zaman her şey olduğu gibi açığa çıkar. Bunun neticesinde; bilen rahat eder, cahil ise büyük bir hüsrana uğrar. O halde ölümden önce ilim aracılığıyla kendi nefsini idrak et. Çünkü karanlık önündedir ve onda ilminden başka bir ışık yoktur. Amellerinin en şereflisi de ilimdir.

------

Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki öğreten haktır, dolayısıyla kimseye minnet etmemek gerekir. Öyleyse öğrenmeye aracı olana, emir açısından değil fiil açısından teşekkür etmek gerekir. “En eşkur II veli valideyke ileyye’l masîr / Önce bana, sonra da ana babana şükret…dönüş ancak banadır.” (Lokman, 14)

------

Değnek ve dalları birer birer kırmak mümkündür; ama demet haline getirdikten sonra onları kırmaya güç yetiremezsin. O halde birleşin ve birbirinizden ayrılmayın. Bilgi topluluk ve varlık pınarından doğar.

-----

Seni senin için seven herkese güven. Çünkü bu, sahih bir sevgidir.Allah’ın kullarını sevmesi de bu kabildendir. Onları kendileri için seviyor, kendisi için değil.

------

Kainatta olan her şey insana boyun eğdi-rilimiştir, buna rağmen insan inkar eder: “Kutilel in-sanu ma ekfereh/ Kahrolası insan! Ne inkarcıdır!” (Abese, 17)

-------

Sütten saf tereyağından başka bir şey alınmaz. Sen de şeylerin ruhlarını kavramaya çalış. Bal olarak arının kendisi için biriktirdiğinden başkasını alma. İlim şarabından, ayakların çiğnemediği halis olanından başkasını içme. Sulardan sadece yağmur suyunu iç. Çünkü yağmur suyu damlayan bir sudur ve içinde fazladan ilim vardır.

------

İnsan feleğin kutbudur. Direktir insan. Bilmiyor musunuz; insan dünyadan ayrıldığında dünya harap olur,dağlar yerinden ayrılıp dağılır, gökler parçalanır ve yıldızlar sönüp gider.

-------

Bahtiyar o kimsedir ki, halkın içinde hakka bakar; hakkın halk içindeki hükümlerine değil. Eğer mutlu biri ise bundan ayrı bir konumdadır. İmamlarımızdan biri şöyle demiştir: Halka Hakkın gözüyle bakan onlara merhamet eder. ilim gözüyle bakansa onlara buğzeder.

-------

Hak teala mutlak cömerttir; kim O’na gelirse, onu seçer. Kim de O’ndan yüz çevirirse, onu terk eder. Eğer Hakka icabet ederse, Hakla buluşur. Ama yüz çevirmeye devam ederse ve bu durumunu O’na varıncaya, yani bütün varlıkların gittiği yere ulaşıncaya kadar sürdürürse Hakkın kendisinden yüz çevirdiğini görür. Hakkın kendisiyle buluşmasını ister. Ona denir ki:Bu, senin yüz çevirmendir. Bu, senin suretindir. Ama sen onu inkar ediyorsun.

--------

Kim Allah’tan başkasına bakarsa, bu bakışı onu Allah’tan uzaklaştırır. Artık, benim düşmanım başkasıdır,dememelidir. Aksine sen kendinin düşmanısın.

---------

Hakkı idrak etmeyi engelleyen perdeler büyüktürler. Bunların en büyüğü de ilimdir. Çünkü ilim sahibi olunca, O’nu elde ettim, dersin. Herakli-yus peygamberlik bilgisine sahipti, ancak imanı yoktu, bu bilgisi ona fayda sağlamadı. Yahudiler Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gerçek Nebî olduğunu biliyorlardı. Ama bilmeleri onlara fayda vermedi. Nefisleri onun kesin Nebî olduğunu kabul ettiği halde onu inkar ettiler. İblis, Allah’ın emrine uymanın gerekli olduğunu biliyordu, ama emre uymadı ve muvaffakiyetten mahrum kaldı. İlme aldanma, ilimle gururlanma. İlim cehaleti ortadan kaldırır, ama mutluluğu, saadeti sağlamaz. İlme imanın eşlik etmesini sağla, o zaman nur üstüne nur olur. İlmin niçin en büyük perde olduğunu biliyor musun? Çünkü ilim sahibi kimse malumu ilmi oranında görmek ister. Oysa her malum için böyle bir istek tasavvur edilemez. Hakkı bildiğini iddia etmeyen, acizliğini ve muhtaçlığını kabul eden ve her makamda Hakka inanan kimse, O’nu görür. Bu hususta sahih bir hadis vardır. Bu ufukları aydınlatan kıvılcımın ışığında işaret ettiğimiz hakikate dikkat et.

------

Dünya var oldukça mutluluk da yorgunluk ve zahmet de var olacaktır. Burası erime ve ayrışıp arınma yurdudur.Sen, altı gün boyunca dolaşırsın, yedinci günde ebedilik yurduna girersin.

-------

Kendi adını söylemeden önce O’nun adını zikret; o zaman hakkı amaç edinen ve hakkın da kendileriyle ilgilendiği kimselerin divanına yazılırsın.

------

Allah’ın rahmeti, merhamet edenleri nerede olurlarsa olsunlar takip eder, yerin kat kat altında bile olsalar onların arasına sızar.

--------

Eğer Allah’ın kahredici isminden çok az bir şey halkın üzerine musallat olsa, onları tuz buz eder. Oysa Allah’ın muradı bekadır. Beka da rahmete aittir. Nitekim bazı insanlar azapta bile olsalar onları ebedi kılan rahmettir.

-----

O sana şah damarı kadar yakındır; O’ndan başkasına bakma. Eğer O’ndan başkasına bakarsan kendinden başka bir şey göremezsin. Nefsin de O’na karşı bir perdedir; asla O’nu göremezsin.

------

Bil ki, hiçbir göz ve hiçbir akıl yüce Allah’ı ihata edemez. Ancak zayıf vehim, O’nu somutlaştırır, tasavvur eder. Bu durum, bazı akıl erbabı için geçerlidir, ki Allah’ı hayal ettiklerinden ve vehmettiklerinden tenzih etmişlerdir. Sonra tenzihin ardından vehmin ve hayalin etkisi altına girerler ve O’nu orana vurmaya kalkarlar. Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İza messehum taifun mineşşeytani tezekkeru feiza hum mubsirun / Şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’raf, 201)Gerçeği görmekten maksat, aklın
sahih bir delile dayalı olarak ortaya koyduğu tenzihe dönmelidir. Hamd Allah’a hastır.

Allah’ın seninle açtığı ilk kapının senin nefsinin kapısı olduğunu bilir misin? Varlık sahnesine zuhur ettiğin zaman büyüklendin; bunun üzerine seni aç bıraktı, muhtaç kıldı.

-----

Kibirlenen birini gördüğünde ona karşı tevazu göster. Çünkü onun hakikati kulluktur. Böyle yapmakla ona kulluğunu hatırlatırsın. Böylece nefis hesap etmediğin bir taraftan aslına döner ve seni sever. Seni sevdiğinde sana yakın olur. Sana yakın olduğunda sana hizmet etmek ister. Ona hakikati siyasetle dinlet; bir hikaye anlat, tartışma ve diyalog esnasında bir örnek ver. Nefsi mutlaka bundan etkilenir ve gerçeği kabul eder. Bu takdirde onun öğretmeni olursun, reislik ondan sana intikal eder. Sen Allah ile hakikate ermişsin, onu da Allah’a döndürmüş olursun. Allah ancak kendisini bilenlerden alır. Çünkü bilen vermenin adabıyla edeblenmiş olur.

------

Bir makam var; orada zatını cahilliğinle tanıtman gerekir. Tıpkı Efendimiz Aleyhisselâmın buyurduğu gibi:“Ben, Adem oğullarının efendisiyim; ama bunda övünecek bir şey yok.” Çünkü bu sözleriyle Efendimiz (s.a.v.) övünmeyi değil, kendini tanıtmayı kast etmiştir.

--------

Hakkın zikretmesi ve çağırması var, mah-lukatın zikretmesi ve duası var. Sen hakkı zikredersen, O da seni zikreder. Sen: Ya rabbi! dersen, O da: Ey kulum! der. Sen: Bana ver, dersen, O da sana: Bana ver, der. Buna göre ister zikri ister duayı seç. Duaya şu ayette işaret edilmiştir:“Ve evfu biahdî ufi biahdikum / Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaat ettiklerimivereyim.” (Bakara,40) Zikre de şu ayette işaret edilmiştir: ” Fezkurunî ezkurkum/ Öyleyse siz beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)

---------

İsteme; çünkü istemek yazılanı değiştirmez. Ancak isteğin yazılanla ilgili olması başka. O halde kitapta yazılana vakıf ol. O takdirde bir bilgiye dayanarak istemiş olursun. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Edu. Ilallahi ala basiretin ena ve menit’tebeani / Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzere (bir bilgiye dayanarak) Allah’a çağırıyoruz.” (Yusuf, 108)

------

İnsan, alemin ruhu olmasına kanıp, ben ondan şerefliyim, dememelidir. Alem senin kardeşindir. Alem ve insan birbirini bütünler. Anneni ve babanı tanı.

------

Bilmeyen,şeriatın hakikatten farklı olduğunu düşünür. Heyhat! Düşündüğü ne kadar yanlıştır! Aksine hakikat şeriatın aynısıdır. Çünkü şeriat beden ve ruhtan ibarettir. Şeriatın bedeni ilim ve hükümler,ruhu ise hakikattir. Dolayısıyla ortada şeriattan başka bir şey yoktur.

------

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yetbeullâhu alâ külli kalbin mutekebbirin cebbarin /Allah, büyüklük taslayan her zorbanın (cebbarın) kalbini mühürler.” (Mümin,35) Bunlar Allah’ın isimleri değil mi? Bu isimlerle sıfatlananlar ateşte değiller mi? Ateş perdelenme yeri değil midir?Perdelenme görmemek değil midir? Görmemek de apaçık ziyan değil midir? Öyleyse neden insan rabbine koşmaz, ki rabbi, onun zelil ve fakir nefsini müşahede edip ona cömertçe bağışta bulunsun. Doğru sözlü Resulullah (s.a.v.)in şu sözünü görmedin mi: “Senden sana sığınırım” Ebu Yezid de şöyle demiştir: Dedim ki: Ya Rab! Ne ile sana yaklaşayım? Dedi ki: Ben de olmayanla. Dedim ki: Sen de olmayan nedir? Dedi ki: Zillet ve muhtaçlık.

Ibn Arabi (k.s) - Risaleler 2

Kitsan Yayınları
Devamını Oku »

33 senelik talebelikte öğrenilen 8 mesele



33 senelik talebelikte öğrenilen 8 meseleŞakîk, Hâtem 'e sordu:

- Kaç senedir benim yanımdasın? Hâtem :

- Otuz üç senedir. Şakîk :

- Bu müddet zarfında benden ne öğrendin? Hâtem :

- Sekiz mes'ele öğrendim. Şâkîk :

- înnâ li'llâhi ve innâ ileyhi râci'ûn! Ömrüm seninle geçtiği hâlde benden ancak sekiz mes'ele mi öğrenebildin? Hâtem :

- Evet hocam, ben yalan konuşmayı sevmem, ancak sekiz şey öğrenebildim. Şakîk:

- Bu öğrendiğin sekiz şey nedir? Söyle dinleyelim. Hâtem :

1 - Baktım ki, herkesin ayrı ayrı bir dostu var. Fakat bütün dostlar, nihayet mezar başından geri döndüğü için ben, hiç birine güvenmedim, ancak mezarımda da bana arkadaş olacak iyi amelleri kendime dost seçtim. Şakîk:

- Çok güzel, ikincisini söyle bakalım. Hâtem:

2 - Allah'u Teâlâ'nın :

"Allah'ın azametinden korkup nefsini, arzu ve isteklerinden alıkoyanın varacağı yer Cennettir." (79-Nâzi'at: 40, 41) mealindeki âyet-i kerîmesini düşündüm, hak olduğunu bildim ve nefsimin behîmî arzularını yenmeğe çalıştım ve bu suretle Allah'u Teâlâ'ya itaate devam ettim.

3 - Baktım ki, herkes elindeki kıymetli sermâyesini koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çâreye bağ vuruyor. Halbuki Allah'u Teâlâ'nın:

"Sizin elinizde olan her şey tükenecek, ancak Allah katında olan bakîdir. "

âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de kaybolmaması için kıymetli kabul ettiğim bütün varlığımı Allah'a, emânet ettim-, Onun rızası uğrunda harcadım.

4 - Baktım ki, insanların her biri mâl, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. Allah'u Teâlâ'nın:

"Allah katında en keremliniz, en çok muttaki olanınızdır (49-Hucûrât: 13)

âyet-i celîlesine baktım da, Allah katında kerîm olmak için malı, mansabı değil, takvayı seçtim.

5 - Baktım ki, insanlar mütemadiyen birbirine saldırıyor, yekdiğerini tel'în edip duruyorlar. Sebebini, hâsed denilen çekememezlikte buldum; sonra Allah'u Teâlâ'nın:

"Biz, onların dünyâ hayâtındaki geçimlerini taksîm ettik"

âyet-i celîlesini düşündüm ve anladım ki bu taksimat, Allah'u Teâlâ'nın taksimidir, bunda kimsenin te'siri yoktur. Ben de Allah'ın taksimine razı oldum, hased hastalığını attım ve kimseye düşmanlık etmedim.

6 - İnsanların birbirine düşman olup birbirlerini öldürdüklerini gördüm. Allah'u Teâlâ'nın:

"Asıl düşmanınız şeytandır. Onu düşman tanıyın "

âyet-i celîlesini düşündüm ve asıl düşmanın Şeytân olduğunu anlayınca, yalnız onu düşman tanıdım ve başka kimseye adavette bulunmadım.

7 - Baktım ki, insanlar şu bir lokma ekmek için helâl - haram demeden her türlü zillete katlanıyorlar. Allah'u Teâlâ'nın:

"Bütün yaratıkların rızkı Allah üzerinedir." (11-Hûd: 6)

âyet-i kerîmesini düşündüm. Benim de bu canlı varlıklardan biri olmam hasebiyle, rızkıma Allah'u Teâlâ'nın kefil olduğunu anladım; isteklerime bakmadan, Allah'u Teâlâ'nın bende olan hakkı ile meşgul oldum.

8 - Baktım ki, insanlardan bir kısmı servetine, ticâretine; bir kısmı sıhhatine olmak üzere, kendileri gibi bir yaratık'a tevekkül etmekte [güvenmekte] ve ona bel bağlamaktadır. Allah'u Teâlâ'nın:

"Allah'a tevekkül edene [güvenene] Allah yeter.H (65 - Talâk : 3)

mealindeki âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de (fâni olan başka şeylere değil) ancak Hazret-i Allah'a tevekkül ettim ve O'na bağlandım. O da bana yeter. İşte senden öğrendiklerim bunlardır.

Dedi. Bunun üzerine Şakîk :

- Hâtem, Allah seni muvaffak etsin; doğrusu ben, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân-ı Azîmi tedkîk ettim, bütün dîni işleri ve hayır çeşitlerini şu sekiz mes'ele üzerinde devreder gördüm. Şu sekiz esâsa riâyet eden dört kitâb'ın hükmüyle amel etmiş olur. Dedi.

İlmin bu nev'iyle meşgul olup bunu anlayanlar ancak âhiret âlimleridir. Dünyâ âlimleri ise, güçleri yettiği kadar mâl ve mansab etmekle meşgul olur da, Allah'u Teâlâ'nın Peygamberleri vasıtasıyla tebliğ ettiği âhiret ilimlerini ihmâl ederler.

İmam Gazzali, İhya, cild 1 (Bedir Yay.)
Devamını Oku »

Hz. Ömer (r.a)’den öğütler

 Hz. Ömer (r.a)’den öğütler

Tabiun’dan Sald b. el-Müseyyeb, Hz. Ömer (r.a), dünyasını ve ahiretini ciddiye alanlar için aşağıdaki 18 maddeyi tavsiye ettiğini söylüyor:

1-Sana yaptığı hareketiyle Allah’a karşı gelen bir kimseyi, ona iyilik yaparak Allah’a saygı göstermenden daha büyük bir ceza ile cezalandıramazsın.

2-Gerçeği anlayana kadar din kardeşinin davranışını iyiye yor.

3-Müslüman kardeşinin ağzından çıkan bir lakırdıyı iyiye yorman mümkün oldukça kötüye yorma.

4-Kendisini töhmet altında bırakarak işlere girişen kimse, kendisi hakkında kötü düşünenleri kınamasın.

 5-Sırrını gizleyen muradına erer.

 6-Sadık arkadaşlar edin; gölgelerinde yaşarsın. Çünkü dik dostlar huzurlu anlarda süs, sıkıntılı demlerde silahtır.

 7-Seni ölüme de götürse doğruluktan ayrılma.

 8-Seni ilgilendirmeyen işe karışma.

 9-Henüz vuku bulmamış şeyler hakkında soru sorma.

 10-İhtiyacını, onu gidermeni arzu etmeyenlere iletme.

11-Yalan yere yemini hafife alma. Allah seni helak eder.

 12-Kötülüklerini öğrenmek düşüncesiyle de oysa facirlerle arkadaşlık etme.

 13-Düşmanlarından uzak dur.

 14-Tam anlamıyla güvenmediğin dostlarından sakın. Gü­venilir kimse, Allah’tan korkandır.

 15-Mezarlıklarda derin saygı içinde ol.

 16-Taat anında kendini zavallı gör.

 17-Günah işlemek istersen, sonunu düşün.

18-Herhangi bir işinde, Allah’tan korkanlarla istişare et. Zira Allah Teala, ''Kulları içinde Allah’tan yalnız âlimler hak­kıyla korkar ”(Fatır,26) buyurmuştur.

Îbnu’n-Neccâr, Zeyiu Târihi Bağdâd, 17/160-161.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat

Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han





Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir. 5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:



23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455





Devamını Oku »