İlkel İnsan Kavramı Üzerine

Asla unutulmamalıdır ki, "İlkel insan" terimi ile kastedi­len ne ilk insandır, ne de ilk insanlardır. İlk insan ve O’na ina­nanlar "Cennet"te İlâhi terbiyeden geçen Hz. Adem, Hz. Hav­va ve çocukları "medenî" idiler. İnsanlık, onların tebliğlerin­den uzaklaştıkça, "somut"a tapınan bir idrâke mahkûm ol­dukça ilkelleşti. "İlkel" kafaya, idrâke sahip insanlar, her de­virde mevcuttur.

20. yüzyılda, ilk feza uçuşunu yapan Rus uzay adamı Ga- garin: "Fezada Tanrı'yı bulamadım" demekle "ilkel" bir dü­şüncenin içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Tanrı'yı obje'de aramak "putperestin" özelliğidir. Duyular, Yaradanı değil, yaratıkları idrâk edebilecek güçtedir.

İlkel insanın İdrakinde,tanımak,sevmek ve tapınmak kavramları bitişik durur ve aynı mana içinde görünürler.İlkel gelişmeleri sezemezler. O, bir kaya parçasını kaos olmaktan çıkarır,  kısmen düzene sokar, ona kendinden birşeyler katar, ona aynı anda büyük bir sevgi duyar ve tapınır. Ona, güneşin oğlu, bulutların kızı olduğunu söyleyiniz, yanında oturan annesi ile  beraber buna inanırlar, duygulanırlar ve pek az hayret ederler. Ancak ilkel, kaosu sevmez, ama ondan da bir türlü kurtulamaz. İlkel insan, hürriyetten ziyade düzenin peşindedir. Mağara  duvarlarına çizdiği resimler, meydana getirdiği meskenler, yaptığı âletler kurduğu pazarlar, düğünleri, törenleri, savaşları düzen özlemine rağmen, kaosa yakın durur. İlk medeniyet kaosun yenilmesi ile kurulacaktır.

S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Tekamul ve Tekerrür

Kaostan korkuyoruz ve fakat tekerrür de midemizi bulandırıyor.

Müsbet ilimler,akıl,mantık,artık bu noktada insana yetmiyor,bize yetmiyor.

Kanunların,kaidelerin,prensiplerin kuruluğu,katılığı,mekanikliği,monotonluğu boğuyor bizi.

Çünkü; müdrikemizde bu çileyi çeken bir kaabıliyet var.Müdrikemiz,kaostan tekerrüre sığınıyor, lâkin tekerrürlerden bunalıyor, hayatın eğilimine uyarak , değişme, yenilenme ve ilerleme demek olan tekamülün hızını yavaş ve onun getirdiği yenileşmeyi az buluyor. Müthiş bir hız ve müthiş bir yenilik önlemi duyuyor varlığında. Çevresinde gördüğü katılaşmaların takozlaşmaların kendi varlığına, duygu. fikir ve davranışlarınâ sirayet edip köleleştiğini gördükçe huzursuzluğu artmaktadır. İnsan idrâki, kalıpların, kaidelerin, kanunların, prensiplerin kendini sıkboğaz ettiğini gördükçe bunalıyor. Sert bir isyan çığlığı basarak yerinden sıçrayıp derin bir nefes almak, esaret getirici kayıtlardan kurtulmak istiyor Bu ihtiyacını resim, şiir, müzik, ritim ve figürlere aksettiriyor; hayatına ve davranışlarına katıyor, tabiat ve sosyeteye yeni biçimler verme çabasına ve eserleri ile, yahut aksiyonu ile katılıyor. Böylece dev zekâlar büyük eser ve aksiyonlara vesile olurken, daha zayıf ve cılız olanları acaiplıklere ve saçmalıklara doğru anarşist ve olumsuz davranışlar ve aksiyonlar geliştirmektedirler.

Her ne ise, bu durum, insanın, tekerrürün boğucu sıkıntısını tekamulün ağır aksak yürüyüşü ile tatmin edemiyeceğini ortaya koyuyor.İnsan, kendini oluşma hamlesini kucağında görmek istiyor.



 S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »

Hariciler Hakkındadır

Haricîler Kimdîr?


Hâriciler, kendi inançlarına ve fikirlerine müthiş bir taassup­la bağlı, gayet dindar görünen bir İslâm firkasıdır. Akidelerini çıl­gınca savunurlar. Korkunç hükümleri olan serkeş insanlardır. Ve kanaatleri uğrunda, gayeleri yolunda göğüs gererek savaşırlar, çe­kinmeden ileri atılırlar. Onları buna sürükleyen, şey, zahirine bağ­landıkları bâzı sözler olmuştur. Bunu mukaddes din sandılar ve mü'min olan ondan asla ayrılmaz addettiler. Onların aklı: «Bâ hükme illâlillâh hüküm ancak Allah'ındır» sözüne saplandı. Bunu bir dîni düstur gibi tutup, muhaliflerinin yüzüne daima haykırdı­lar. Konuşmak istiyenlerin sözünü bununla kestiler. Hz. Ali'yi ko­nuşurken gördüler mi, hemen bu sözü söylerlerdi. Bu söz onların kalkanı olmuştu. Hz. Ali onlar bu sözü söyleyince şöyle demiştir: «Doğru bir söz, fakat bununla bâtıl murad olunuyor, bunu kötüye kullanıyorlar. Evet, hüküm yalnız Allah'ındır. Fakat bunlar amir­lik ancak Allah'ındır, diyorlar, insanlar için doğru veya sapık bir emîr lâzımdır. Onun emri altında mü'min amel eder, kâfir de fay­dalanır. O vergiyi toplar, düşmanla çarpışır, yollarda emniyet ve asayişi sağlar, zaif'in hakkını kuvvetliden alıverir, böylece hayırlı olan kimse rahata kavuşur, facirden kurtulmuş olunur.»

Hz. Osman'dan Hz. Ali'den ve zâlim olan hâkimlerden kendi­lerini uzak tutmak onlardan teberrî etmek düşüncesi Hâricileri o kadar şaşırttı ki, akıllarını bile bozdular. Bu fikre öyle körü körüne saplandılar ki, anlayışlarına hâkim olan hep bu düşünce oldu. Hakka götüren yol, onlar için adetâ kapalı kaldı. Hz. Osman'-den, Hz. Ali'den, Talha ve Zübeyr gibi ashabın ulularından, Eme-vîlerin zâlim hükümdarlanndan ayrılanlar hep bunlara katıldılar ve bu fikre saplandılar, onlara karşı diğer prensiplerinden vazge­çerek hep bu teberrî prensibini tuttular. Abdullah b. Zübeyr, Emevîlere karşı ayaklandı .Hâriciler onun tarafına geçtiler. Ona yar­dım yapacaklarını, onun saflarında döğüşeceklerini vadettiler. Fakat onun, kendi babası Zübeyr ile Talha'dan, Ali ve Osman'dan teberrî etmediğini öğrenince ondan ayrıldılar, onun etrafından savulup gittiler!

Emevî Halifelerinden Ömer b. Abdulazîz, Hâricilerden Şevzeb ile münakaşa yaptığı zaman, münakaşanın merkezini bu teberrî mes'elesi teşkil ediyordu. Halbuki; Ömer b.Abdulazîz Emevîlerden zu]üm yapanlara muhalifti, onları zulümlerinden menetmişti. . Haksızlığa uğrayanların hakkını alıp adaleti yerine getiren âdil bir Halife idi. Fakat Hâricilerin münakaşasına teberrî fikri saplanmış-, ti. Muayyen şahıslardan tekeni etmiyenleri Müslüman saymıyor­lardı. Bu sebeple Ehli Sünnet ve cemaat topluluğuna giremediler. Sapık fırkalardan oldular.

Hârîcilerîn Mümeyyiz Vasfı


Hâriciler, parlak ve yaldızlı sözlerin tesiri altında kalmakta Fransa'da en korkunç cinayetleri irtikaptan çekinmiyen Yakubî'le-re benzerler. Bunlar, hürriyet müsavat, kardeşlik kelimelerini tut­turdular ve bunlar namına kan döktüler, nice canlara kıydılar: Hâriciler de (îman, hüküm ancak Allah'a aittir, zâlimlerden teber­rî) naralarını tutturdular ve bunlar adına Müslümanların masum kanını mubah sayıp kan içtiler. İslâm ülkesini kana boyadılar. Etrafa baskınlar yapıp canlara kıydılar. Haiz oldukları bu atılgan­lıktır ki, Hâricileri Yakubîlerîe birleştiren bir nokta olmuştur. Bu iki taifenin birbirine benzeyen işleri, bu cesaret ve saldırgan his­siyattan doğmadadır. Onları ölçüsüz hareketlere sevkeden bu his­siyattır, Gustave le Bon Fransa ihtillâl adlı eserinde Yakubîleri şöyle anlatmaktadır:

Yakubîlik zihniyeti kısa düşünceli, dar görüşlü, inatçı bir gö­rüş mahsûlü olup, sahibini eavet basit bir adam derecesine düşü­rür. Bu zihniyetin sahibi işlerin ancak dış tarafım görür, ruhun­da hasıl olan evhamı, hakikat sanır. Olayları birbirine bağhyamaz. Gözünü dikmiş olduğu cinayetleri akıl ve mantık saikasiyle işle­miyor. Çünkü akıl ve mantıktan onun nasibi yoktur. O, zaif aklına uyarak bu gibi şeyler peşinde koşuyor. Halbuki yüksek idrâk bu­rada durur kalır.»

Yakubîlerin bu hâli, bir çok cephelerden Hâricilerin hâlet-i nahiyesine uygun düşmektedir. Aşağıda zikri gelecek hâdiseler ve münakaşalar bunu göstermekte ve isbata kâfi gelmektedir.

Rûhi Hâletlerî


Hamaset duyguları ve kelimelerin zahirine saplanmak hevesi. Hâricilerin vazıh vasıflan, yalnız bunlar değildir. Bunların yanısıra diğer bâzı vasıflar da yer almaktadır. Meselâ, fedakârlık, serkeşlik, ölümden çekinmemek, tehlikelere atılmak gibi vasıflar bunlar meyanındadır. Bu hareketlerin bâzıları heves mahsûlü idi. Bâzısı kahramanlık göstermek ve mezhebine şiddetle sarılmak eseri de­ğildi. Onların bu hâli Endülüs'te Arap hâkimiyeti aîtmda bulunan Hıristiyanlara benzer. Onlardan bir kısmı öyle bir hevese kendile­rini kaptırmışlardı ki, koyu bir taassup, bozuk bir fikir uğrunda ölüme atılmaktan çekinmiyorlardı.

Komte De Cactrie, onlar hakkında neler yazıyor bir bak. Oku­yunca bunun bir çok bakımdan Hâricilere de uyduğunu görecek­sin. Diyor ki:

«Bu Hıristiyanlardan her biri mahkemeye giderek Muham-med'e söğüp öyle ölmek istiyordu. Bunlar fevc fevc mahkemeye koşuyorlardı. Kapıcı onları çevirmekten usanmışh. Hâkim idamla­rına hükmetmemek için sözlerini işitmiyeyim diye kulaklarım tı­kıyor, Müslümanlar bu zavallılara acıyorlar, onları delirmiş sanı­yorlardı.»

Hâricilerin içinde öyleleri vardı ki. Hz. Ali hutbe okurken sö­zünü keserlerdi. Hattâ o namaz kılarken namazını bile kesenler

bulunurdu. Allah'tan sevap umarak Müslümanlara meydan oku­yanlar vardı. Böyle yapmakla Allah'a yaklaştığım zannederlerdi. Abdullah b. Habbâb b. Ereti öldürdüler, cariyesinin karnını deştiler. Bu feci cinayeti işlediler. Hz. Ali onlara:

—  Kaatilleri bize teslim edin, dedi.

—  Onun kaatilleri biz hepimiz, cevabını verdiler ve teslim et­mediler. Hz. Ali onlarla savaştı. Onları tepeledi, hepsini imha edecekti. Buna rağmen geri kalanlar yine bildiklerinden şaşmadılar, kudurmuşçasına eski yollarından yürüdüler. O Hıristiyanlarla bun­lar arasında bu bakımdan bir benzerlik yok mu?

Bunların çoğunda güya İslâm'a hulûsla hizmet etmek düşün­cesi hâkimdi. Fakat bunda yanlış yoldan yürüdüler. Ters bir isti­kamet tuttular. Hataları burada idi. Rivayet olunduğuna göre; Hz. Ali onlarla münakaşa yapmak üzere lbn-i Abbas'ı gönderdi. Ibn-i Abbas yanlarına gelince izaz ve ikramla karşıladılar. Ibn-i Abbas karşısında öyle adamlar gördü ki; uzun müddet secde ede ede alınları dağlanmış gibi yara olmuş, elleri, yerlere çöken deve dizleri gibi kalınlaşmış. Sırtlarında yıkana yıkana eskimiş göm­lekler var.[2]

Bunların akidelerinde ihlâs üzere olduklarında şüphe yok. Fa­kat bu ıhlasın noksan tarafları da çok: Evvelâ dînî anlayışları yanlış. Dalâlete sapmışlar, dînin özünü anlamıyorlar. Kendilerine muhalif olan her müslümanın kanını helâl saymaları büyük hata­dır. Müslümanın kanı daima masumdur. Ebû Abbas Müberred, El-kâmilinde diyor ki : Hâricilerin enteresan olaylarından biri de şudur: Bir defa bir Müslüman ile bir Hıristiyana tesadüf etmişler, Müslümanı öldürmüşler, Hıristiyana peygamberine olan ahdini muhafaza etmesini tavsiyede bulunmuşlar... Abdullah b. Habbâbe rastladılar» boynunda Mushaf-ı şerif asılı, yanında da gebe olan ka­rısı var. Bu insafsızlar Abdullah'ı yakalayıp:

—  Şu boynunda asılı olan kitap bize seni öldürmemizi em­rediyor, dediler. Ve ona:

—  Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? diye sordular. O

da onları hayırla yâdetti.

—  Hâkem tâyin etme hâdisesinden önce Hz. Ali hakkında ve keza Hz. Osman'ın altı senesi hakkında ne dersin? dediler.

O da, yine hayırla yâdederek cevap verdi.

—  Hakem mes'elesİ hakkında ne dersin? diye sordular. O da, şu cevabı verdi:

—  Benim diyeceğim şudur: Hz. Ali Allah'ın  kitabını sizden çok daha âlâ bilir. Dînini sizden daha iyi korur,   sizden çok daha basiret sahibidir.

—  Sen hidayete tâbi olmuyorsun, adamlara isimlerine baka­rak tâbi oluyorsun, dediler ve onu dere kenarına çekip hayvan bo­ğazlar gibi kestiler! Orada bulunan bir Hıristiyandanhurma satın almak istediler. O da:

—  Hurma parasız sizin olsun, dedi.

—  Parasız asla kabul etmeyiz, dediler. Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak:

—  Ne acayip kimseler,, dedi. Abdullah b. Habbâb gibi bir zatı öldürdüler, bizden parasız hurma kabul etmezler...

 Taassupları


Bir düşünceye bu kadar taassupla bağlanmak nedendi? Onu müdafaa uğrunda, bu derece haşîn ve sert hareket etmeğe sebep ne idi? Ona davette bu kadar kükreyip coşmak niçindi? İnsanları kılıç kuvvetiyle, merhamet ve şefkat tammıyan bir tazyikle dînin müsamahakâr ruhiyle barışmaz bir şekilde zorlayarak şiddet kul­lanmak acaba neden ileri geliyordu? Bunun sebepleri bence şun­lardır;

Hâricilerin çoğu bâdiye — Çöl Araplarındandı. İçlerinde köy­de, şehirde sakin olan Araplar azdı. Çöl Arapları islâmiyetten ön­ce dahi son derece fakir halli, yokluk ve sıkıntı içinde yaşarlardı. İslâmiyet gelince de onların malî durumlarında, maddî vaziyetlerin­de bir iyileşme olmadı. Çoğu çölde hayat darlığı içinde sıkıntılı bir halde yaşamağa devam ettiler. İslâm sevgisi kalplerine girdi, fakat basit ve sade kaldı. Tasavvurları vardı. îlimden uzak kaldılar. Bu şartlar altında dar akıllı, kuru zâhid, alıngan bir mü'min grubu meydana geldi. Çünkü; bâdiye Arapları mahrumiye içinde idiler. Maddî mahrumiyet İçinde olan ruhu, îman kaplar ve sağlam bir itikad vicdana yerleşirse, bu dünya nimetleri peşinde koşmaktan vazgeçer, fâni dünya zevklerine göz dikmez, kendini âhirete verir, âhiret nimetlerine rağbet eder. Cehennem azabından uzaklaştıra­cak şeylere sarılır. Onun için Hâricilerde dînîzühd kuvvetli idi.

Sonra onların yaşayış tarzları onları huşunet, kasvet, ünf ve şiddet göstermeğe itecek mahiyette idi. Zira nefis, gördüğü ve alış­tığı şeylere uyar. Eğer Hâriciler refah içinde yaşasalar, nimetler­den faydalansalardı, onların o haşîn hâli değişir, sertlikleri ve ka­balıkları azalır, onlar da yumuşar ve uysal kimseler olur, tabiatle-rinde değişiklik görülürdü. Şu hâdiseye bakın: Ebû Hayr isminde yoksul ve fakır bir adamın Hâricilerin görüşlerine taraftar oldu­ğunu duyan Ziyad b. Ebih, onu nezdine çağırıp ona valilik vermiş ve her ay dörtlün dirhem maaş bağlamış. Ebû Hayr bu bolluğa ka­vuşunca îtaattan ve topluluk içinde yaşamaktan daha hayırlı bir şey görmüş değilim, dermiş. Valilik makamında uzun müddet kal­mış.Ziyad onun bir hareketini beğenmemiş, o da Ziyad'e karşı gel­miş, bu yüzden hapse atılmış ve orada ölmüş. Bunda şayet dikkat edilecek nokta şudur: Nimete kavuşunca bu adamın o seriati-"biati değişmişti, ruhu kibarlaştı, müsamahalı ve şefkatli oldu. Ta­assup ve şiddetten eser kalmadı.

Kureyş'e Kinleri, Hilâfet Gâsıbî Saymaları


Hz. Ali'ye ve ondan sonra da Emevîlere karşı duran Hâricile­rin çoğunun bu inançlarında, ıslâh üzere olduklarını söylemiştik. Fakat biz bununla, onları Hükümete karşı isyana sürükleyen bu akidelerden başka sebepler yok demek istemiyoruz. Bunun en açık misâli şudur: Hâriciler, Hilâfete yalnız Kureyş'in geçmesini çeke­miyorlar, başkalarının değil de, ancak Kureyş'in hâkim olmasını kıskanıyorlardı. Gerçekten Hâricilerin ekserisi Rabîa Kabilelerin­den idiler. Bunlarla, Mudar Kabileleri arasında cahiliyet zamanın­dan beri eski bir düşmanlık vardı. İslâmiyet bu düşmanlığın şid­detini biraz azaltmış ise de, büsbütün kaldıramamıştı. Kalblere gizlenmiş, ruhlara sinmiş bâzı cahiliyet izleri kalmıştı. Bunlar, Hâ­ricilerin mezhebine ve görüşüne kapılanların gör'iş ve mezheble-rinde —farkına varılmadan, sezilmeden— kendini gösterdi. Bazan insan ruhunu, öyle bir arzuya sardırır ki, muayyen bir fikre sap­lanır kalır, ıhlâs peşinde koştuğunu zanneder, aklı kendisini doğ­ruya götürdüğü kuruntusuna kapılır. Bunlar hayatta daima görü-lenfişlerdir. insan, kendisine elem veren şeye yakın olan, her dü­şünceden nefretle kaçar. Mademki bunun böyle olduğu bir gerçek­tir. Ekserisi Rabîa Kabilelerinden olan Hâriciler de baktılar ki. Ha-lifeleV, aralarında düşmanlık bulunan Mudar Kabilelerinden seçi­liyor, onların hükümlerinden nefret ettiler. Bu nefretin tesiri al­tında kalarak Hilâfet mes'elesinde farkına varmaksızın bambaşka bir fikre saplandılar. Onu mahz-ı dîn saydılar, İhlasın özü sandılar. Dîne ihlâsla bağlanmaktan, Allah 'a yönelmekten başka bir maksat­ları olmadığı zannına kapıldılar. İçlerinde gerçekten ihlâs sahibi, her hangi bir kötü garazdan uzak kalan kimse de yok değildi. Fakat. umumiyetle haklarında verilen hüküm böyledir. Kalplerde gizli olanı en iyi bilen Allah'tır.

Haricîlerin Çoğu Araptır

Hâricilerin ekserisi Araptır. Aralarında mevâliden olanlar ga­yet azdır. Halbuki Hâricilerin Hilâfet hakkındaki görüşüne göre» şartları mevcut olunca, mevâli de Halife seçilebilmek hakkım ha­izdi. Çünkü onlar Hilâfeti her hangi bir ırkı münhasır görmüyor­lardı. Bu görüş mevâlinin işine uygun düşmektedir. Fakat mevâli-nin Hâricilerin mezhebinden nefret etmelerinin sebebi şudur: Hâ­riciler mevâliden hoşlanmıyordu. Onlarda da koyu Arap taassubu vardı. Nehc'el-Belâğa sarihi îbn-i Ebî Hadîd naklediyor: Mevâli­den bir adam Hâricilerden bir kadınla evlenmek üzere dünürlük yolladı. Hâriciler buna kızdılar; kadma:

— Bizi rezil ettin, dediler.

Eğer bu asabiyet dâvasını bıraksalardı, mevâliden onlara da­ha çok uyanlar olurdu.

Hâriciler arasında mevâli az olmakla beraber bâzı fırkaların­da onların tesirini görüyoruz. Meselâ Yezidiye [3]fırkasının iddia­sına göre; Âllah'u Teâlâ Acemden, Arap olmayanlardan bir pey­gamber gönderecek, ona gökten bir kitap indirecek, onunla, Şe-riat-ı Muhammediye'yî nesh edip kaldıracakmış. Meymûniye[4] fırkası ise bir adamın öz evlâdının kızlarını, gerek erkek, gerek kız kardeşlerinin evlâtlarının kızlarım, nikahlanıp almasını mubah gö­rürler.[5] Görülüyor ki, bunlar ibahaciîik prensibidir. Bunların İran mahsulü olduğu açıktır. Çünkü Mecûsi Farslar, İranlı bir Pey­gamber beklemekte oldukları gibi bu türlü nikâhları da mubah saymaktadırlar.

 Basit Ve Sathî Görüşleri


Yukarıda Hâricilerin nasıl bir zihniyet taşıdıklarını, onların hâlet-i nahiyelerini Öğrenmiştik. Gerçekten onların akideleri, basit ve sade akıl ve fikirlerinin mahsulüdür. İnançlarında sathî görüş­leri, Kureyş'e ve bütün Mudar kabilelerine düşmanlık kendini gös­termektedir.

a- Birinci görüşleri —ki bu, onların en doğru ve sağlam gö­rüşleridir— Halîfenin bütün müslümanların hür ve serbest seçimiyle o makama getirilmesidir. Bu seçim bir fırkaya veya bir top­luluğa mahsus değildir. Adaleti icra ettikçe, dîne uydukça, hatadan ve sapıklıktan uzak kaldıkça Halîfe sayılır. Eğer doğru yoldan sa­parsa azli ve katli lâzım gelir.

b- Onların görüşlerine göre Halifelik, Arap kabilelerinden, soylarından hiçbir aileye mahsus değildir. Başkalarının dediği gibi Hilâfet yalnız Kureyş’in hakkı değildir.Bu ancakArablara mahsus olup Arap olmıyanlar o haktan mahrum edilemez. Müslüman­lar hepsi bu hususta müsavidir. Hattâ haktan ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman azli ve katlık olay olsun diye Halîfenin Kureyş'den başkasından olmasını tercih bile ederler. Çünkü; onu koruyacak kuvvetli asabiyet sahibi kabile bulunmıyacağından azli kolay olur. Başları olan Abdullah b. Vehb bu esasları kurdu ve bunlar dahi­linde onu kendilerine reis seçerek ona Emîr'ül-Mü'minin unvanını verdiler. Halbuki o, Kureyş'ten değildi. Bu başlangıç diğer Müslü­manları onlara uymağa, mezheblerini benimsemeğe teşvik edici olmalıydı. Fakat onların mevâliyi hakîr görmeleri, Müslümanların kanım helâl saymaları, kadınları ve çocukları bile esir etmeleri, Hz. Ali'nin ve Ehl-i Beytin çoğunun imamlarına ta'n ile dil uzatmaları, bütün bunlar Müslümanların onlardan yüz çevirmelerine sebep oldu.

c- Burada şunu da kaydedelim ki. Hâricilerin Necdât Kolu halkın bir halife seçmesine bile lüzum görmezler. Müslümanlara lâzım olan aralarında adalete riayet etmeleridir. Eğer bu cihet on­ları hakka riayete sevkeden bir imam olmaksızın tamam olmazsa, o zaman bir imam seçerler. Halife seçimi şer'an vâcib değildir. Maslahat icap derse, buna ihtiyaç hâsıl olursa seçmek caizdir, vâ­cib değildir.

ç- Hâriciler günah işleyenleri kâfir sayarlar ve bu işte bi­lerek, kötü maksatla günah işlemekle hataya düşmek arasında hiç­bir fark yapmazlar. Bunun içindir ki, hakem tâyin ettiğinden dola­yı Hz. Ali'yi tekfir ederler. Halbuki Hz. Ali hakem tâyinine kendi arzu ve ihtayariyle gitmemişti. Haydi teslim edelim ki, hakem tâ­yinini kendisi istedi, bu içtihadında hata eden bir müçtehit duru­munu aşmaz. Müctehidin ise hatası bağışlanır. Onların Hz. Ali'yi tekfir etmeleri içtihatta hatanın müetehidi dinden çıkardığına inandıklarını gösterir. Kendilerine cüz'i bir muhalefeti olan Talha, Zübeyr, Osman ve diğer Ashabın uluları hakkında ayni şeyi ya­pıyorlar, îçtihadlarında hatalarından dolayı onları tekfir ediyorlar. Nehc'el-Belâğa Şârihiİbn-i Ebî Hadid, günah işleyenleri kâfir say-maları hususunda onların tuttukları delilleri getirerek, onları bi­rer birer reddedip çürütmüştür. Nasıl reddettiği bizim için o ka­dar mühim değildir. Bizim için burada mühim olan şey; onların nokta-ı nazarlarını, nasıl düşündüklerini gösterme bakımından on­ların delillerini bu vasıta ile öğrenmiş olmaktır. Bu delillerden on­ların düşüncelerinin ne kadar sathî olduğunu bahislerinde hiç derinleşmediklerini,mevzuu etrafiyle kavrayamadıklarını açıkça gö­rüyoruz. .

Bu delillerden bâzısına göz atalım: «Mekke'ye gitmeye yolculu­ğa takati olan kimselere, Beyt-i Şerifi ziyaret ile Hacca gitmeleri farzdır. Her kim küfür ederse, Allah-u Teâlââlemlerden müstağ­nidir.»

Ayet; Haccı terk edeni kâfir sayıyor. Haccı terketmek büyük günahtır. Öyle ise Hâricilere göre büyük günah işleyen her kimse kâfir olur. Diğer delilleri:

«Kim ki Allah'ın inzal ettiğiyle hükmetmezse, onlar kâfirler­den olur.»

Her günah işleyen kimse, onlarca, Allah'ın inzal ettiğiyle amel etmiyor dernektir ve kâfir olur. Diğer delilleri :

«O gün bâzı yüzler beyazdır, bâzı yüzlerse kapkara olur. Yüz­leri kara olanlara denir :Siz îmandan sonra küfür ederseniz ha, küfür ettiğinizden dolayı şimdi azabı tadın bakalım.»

Fâsık olan kimse, yüzü beyaz olanlardan olamaz. Öyle ise, o yüzü kara olanlardan olması lâzım gelir. Yüzü kara olanlar ise kâfirdir.

«O gün bâzı yüzler parlar, güler, sevinir; bir takım yüzler de tozlu topraklı, karanlık onu sarar, işte bunlar kâfirler ve fâcirler-dir» (Abese: 38-42)

Fâsıkın yüzü kir-pas içindedir, onun kâfirlerden olacağı mu­hakkaktır. «Zalimler Allah'ın Âyetlerini inkâr ederler.» Zalimler münkirdir. İnkâr ise kâfirlerin sıfatıdır.[6]

Bu delillerin hepsi naslara sathî bakışın mahsûlüdür.Âyetle­rin maksadını anlayamamışlar, esrarını kavrayamamışlardır. Hz. Ali kendi zamanındaki Hâricilerle münakaşa yapar, kesin delillerle onlan sustururdu. O sözlerden bâzıları şunlardır :Haydi inatla be­nini hata ettiğimi ve dalâlete düştüğümü iddia ediyorsunuz, fakat neden benim dalâletim yüzünden bütün Muhammed Ümmetini ve Âl-i Beyti dalâlette sayıyorsunuz. Niçin benim hatamla onlan mua-haze ediyor,benim günahımla onları nasıl olup da kâfir sayıyorsu­nuz. Kılıçlarınız omuzlarınızda, onları yara olan yere de, yara ol-mıyan yere de hemen vuruyorsunuz. Günah işleyeni, günâh işlemi-yenle karıştırıyorsunuz. Siz de bilirsiniz ki, Hz. Peygamber evli ol­duğu halde zina yapanı recm etti, sonra onun cenaze namazını kıl­dı, sonra ehlini onun malına mirasçı yaptı. Katili kısasan öldürdü, elini kesti, evli değilken zina yapana had vurdurdu, sonra onlara diğer Müslümanlarla beraber ganimet malından hisse verdi, Müs­lüman kadmlariyle onları evlendirdi. Hz. Peygamber onlan bu gü­nahlarından dolayı cezalandırdı, onlar hakkında emir olunanı ye­rine gelirdi. Fakat onları îslâm topluluğundan dışarı saymadı. Islâmın onlara verdiği hisselerini menetmedi. Onların isimlerini Müslümanlar listesinden çıkarmadı.»

Bu sözler o inatçıları susturacak mahiyettedir. Bunların etra­fında gürültü kaldıramazlar. Hz. Ali onlara karşı kitaptan değil de, bizzat Hz. Peygamberin işlediği fiillerden delil getirdi. Çünkü fiil tevil taşımaz. Başka türlü anlaşılmağa tahammülü yoktur. Onların sathî görüşlerine meydan vermez. Onların ancak bir tarafı gö­ren bakışları, ibarelerin bütününü anlamaktan uzaktır. Sözleri yanlış ve noksan anlıyorlar. Onun için Hz. Ali onlara amelî delil­ler' gösterdi, onların yanlış anlayışa giden tevîl yollarını kapadı. Onların bozuk ve fâsık görüşlerini reddetti.

Çok İhtîlâfçı Olmaları


Hâricilerin ekserisinin benimsediği inançlar bunlardır. Bunla­rın dışında aralarında anlaşamadıkları bir çok ihtilâf noktaları vardır. Hâricilerin kusurlarından biri de çok ihtilâfçı, kavgacı ol­malarıdır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir mes'ele yüzünden araların-da hemen ihtilâf çıkar, kavga kopardı. Belki de onların sık sık boz­guna uğramalarının sebebi .de budur.

Emevîler zamanında Mühelleb b. Ebî Sufra Müslüman halkı onların saldırganlıklarından korunmak için bir kalkan vazifesini görürdü. Onları birbirinden ayırarak kuvvetlerini parçalamak için aralarındaki bu ihtilâfları fırsat bilirdi. Aralarında ihtilâf çıkar­mak için vesileler yaratırdı. îbn-i Ebî Hadıd'in nakline göre: Hâ­ricilerin. Ezânka kolundan bir demirci gayet zehirli   oklar yapar,bunları Mühelleb'in adamlarına  atarlar, öldürürlerdi. Bu durum Mühelleb'e arz olundu. O da :.

—  Ben bunun çaresini bulurum, dedi ve adamlarından birine bir mektupla bin dirhem para vererek onu Hâricilerin Kumandanı­nın bulunduğu yere gönderdi ve ona bu mektupla   parayı gizlice oraya bırakmasını tenbih etti. Mektupta demirciye hitaben şunlar yazılıydı:

«Yapıp gönderdiğin okları aldım. Sana bin dirhem gönderiyo­rum. Bunları al ve bize daha çok ok gönder.»

Bu mektupla parayı bulanlar derhal kumandanları olan Kata-rî'ye koştular ve işi haber verdiler. O da demirciyi çağırtarak :

—  Bu mektup ne? diye sordu.

—  Bilmiyorum, dedi.

—  Bu paralar ne?

—  Haberim yok, cevabını verdi. Herifin hakikaten bir şeyden haberi yoktu. Fakat inkâr ediyorsun diyerek demirciyi   öldürttü. Benî Kays b. Sa'lebe'nin reisi olan Abdurrabbihgelerek Katarî'ye itiraz etti ve :

—  İnceden inceye araştırmadan bir adamı öldürdün, dedi. Katarî de :

~ İnsanların yararına, umumî maslahat uğrunda bir adamı öldürmek kötü bir şey sayılmaz, imamın yararlı gördüğü şeyle hük­metmek hakkıdır. Tebaanın buna itiraza hakkı yoktur, dedi.

Bu cevabı Abdurrabbih beğenmedi ve cemaatıyle ondan ayrıl­mak istediyse de adamları buna yanaşmadılar. Mühelleb bunu ha­ber alınca başka bir çare düşündü. Bir Hıristiyan kişi buldu. Ona oldukça mühim bir para mükâfat vaad ederek şu talimatı verdi:

—  Hâricilerin başı olan Katarîyi gördüğün zaman ona secde et, seni bundan menetse de ben sana secde ediyorum de.

Hıristiyan böylece yaptı. Katarî :

.— Secde ancak Allah'a yapılır, dediyse de o:

—  Ben sana secde ediyorum işte, dedi.

Orada bulunan Hâricilerden biri hemen ileri atıldı:

—  O, Allah'ı bırakıp sana secde ediyor. Kur'ân, «Sizler ve Al­lah'tan gayri taptıklarınız Cehennem odunudur» diyor. Sen de Ce­hennem odunlarından oldun, dedi.

Katarî kendini şöyle müdafaa etmek istedi:

—  Hıristiyanlar, Hz. îsâ'ya taptılar, fakat bu îsâ'ya bir zarar verdi mi?

Diğer bir Hârici hemen ayaklandı ve Hıristiyanı derhal öldür­dü. Katarî bu işi beğenmedi, diğer Hâriciler de Katarî'nin bu hare­ketini beğenmediler, inkâr ettiler. Bu vaziyeti Mühelleb duyunca onlara adam gönderdi ve şunu sordurdu:

—  İki adam var, bunlar muhacir olarak size gelmek üzere yola çıksalar, bunlardan biri yolda ölse, diğeri sağ ve salim olarak size ulaşsa onu imtihana çekseler, fakat muvaffak olmasa, bunlar hak­kında ne dersiniz?

Bâzıları: Yolda ölen kimse cennetliktir, imtihan veremiyen kâfirdir dediler, bâzıları ise: Her ikisi de kâfirdir, dediler. Böylece aralarında ihtilâf başladı. Bu ihtilâf üzerine Katarî Islahat hudu­duna gitti bir ay orada kaldı, adamları ihtilâfa devam ettiler.[7]

Görülüyor ki Mühelleb, bu büyük kumandan onların kinleri­ni körükleyerek basit görüşlerinden nasıl istifade etmiye çalışıyor. O zaif düşünceli kimseler arasında düşmanlığı alevlendiriyor, ih­tilâfı körüklüyor. Böylelikle onların kinlerini birbirine musallat ediyor. Müslümanlara saldırmağa takatlan kalmasın diye onları birbiriyle uğraştırıyor. Zaten Hâricilerin kendi aralarında ihtilâfla­rı pek çoktu. Hariçten aralarına ihtilâf tohumu saçmağa lüzum kal­maksızın birbiriyle ihtilâf halinde idiler.

 Muhammed Ebu Zehra


DİPNOTLAR

[1] Bu Abdullah'ın babası Habbâb, ilk Müslümanlardan olup müşrik­lerden çok eza.ve ceîa görmüştür. Ümmü Enmâr İsminde bir İcadının kölesi İdi. Başka efendisi gelmek üzere Kureyş müşriklerinden neler çekmedi. Müş­rikler, diğer zayıf Müslümanlarla'ona çok işkence yapardı.' Kızgın demirler­le vücudunu dağlayıp dininden çevirmeğe çalışıyorlardı. Bir gün bu işken­celer canına tak dedi. Kabe'de oturan Peygamber'in yanına gelip:

—  Ya Resûlullah, Allaha dua etsen de bizi kurtarsa, dedi. Peygamber Efendimiz onu şöyle teskin etti:

—  Sizden önce öyle müminler vardı ki, etleri demir tarakla taranıp parça parça soyuldu, boyunları destereyle biçilirdi. Fakat yine   dinlerinden dönmezlerdi, iyi günler gelecek, kurtla koyun bir arada gezecek, buradan kalkan bir yolcu emniyet içinde Yemen'e ulaşacak.

Bir gün müşrikler Habbâb-ı kızgın kömür üzerinde yaktılar, vücudunu kızgın demirle dağladılar. Aradan yıllar geçtikten sonra bunu Hz. Ömer'e anlattı, ona sırtını gösterdi; yanık yerleri halâ belli İdi. 36 senesinde Kû-fe'de öldü. Ne gariptir ki, oğluna da biz Müslümanız, diyen Haricîler kıydı!

[2] Müberred, El-Kamil, c. II, s. 143.

[3] Yediye: Haricilerden Yeziö b. Ebî Enîse'ye tâbi olanlardır. Bunlar Hâricilerden ayrılınca Sicistan'da yerleştiler. İran görüşleri onlara da te­sir etti, birçok şeyler karıştı.

[4] Meymüniye: Meymûn Acredîye tâbi olanlar.

[5] Abdulkahir Bağdadî, El-Park Beynel-Fırak.

[6] İbn-i Ebi Hadid, Nechül-Belâga Şerhi, c.  II,  s. 307-308

[7] İbn-i Ebî Hadld, Nehcul'l-Belâga Şerhi, c. I, s. 401.
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Bazı düşünürler Batı uygarlığını,İslam uygarlığıyla izaha çalışırlar.Bunlardan kimisi,özellikle Endülüs ve Sicilya'daki İslam medreselerinin önemli rolü üzerinde durarak,buralarda birçok batılı öğrecilerin okuduğunu söz ederek,adeta Batı uygarlığının tamamen İslamdan kaynaklandığını ileriye sürerler.Bu görüş Rönesans'ı İslam uygarlığının bir uzantısı saymaktadır.

Bu düşünceye göre Batı uygarlığı bizden alarak onu işlemiş,geliştirmiş,bugünkü seviyeye ulaştırmıştır.Dolayısıyla Batı uygarlığı,özü bakımından İslam'a aittir.Şimdi biz onu alırsak , kendi kaybettiğimize,kendi malımıza kavuşmuş oluruz, diye düşünürler.

Tanzimat, Meşrutiyet ve hatta daha sonraki dönemlerimizin birçok fikir ve sanat adamları bu görüş içindedirler. Bunlar Batı uygarlığını büyük ve erişilmesi gerekli bir vakıa olacak kabul etmiş kişilerdir. Batıya açılmamızda zaruret görürler. Vaktiyle bizden alındığı gibi, onlardan da alınması gerektiğini ileri sürerler uygarlığın. Fakat bu transfer esnasında bir şeye dikkat etmemiz gerektiğini savunurlar, “örfümüzü ahlakımızı ve dinimizi koruyalım'' derler.

Şimdi bu anlayışın yanılgısı üzerinde duralım. Bilindiği gibi Batı uygarlığının yeni teşekkülü olan Rönesans aslında Batı'nın kendi tarihi uygarlık temellerine bir dönüş hareketiydi. Antik Yanan düşüncesini yeni baştan gündeme alma olayıydı. Ayrıca Roma hukuk ve nizamını tekrar canlandırma ve yorumlama hareketiydi. Ve nihayet, gerçeğinden saptırılmış olduğu kabul edilen Hıristiyan inancını, özellikle duyarlığını yeniden düzenleme faaliyetiydi. Bütün bunlarla birlikle Hristiyan imparatorluğunun denetiminde olan Avrupa’daki feodal düzeni, gelişen burjuvaziyi arkalarına alarak ulusal bir düzen anlayışıyla değiştirmekti.

Şimdi soralım: Bütün bunların hangisinde, İslam uygarlığını temel yapma gibi bir öz mevcuttur?

Rönesans'ın İslam'la ilgili yanı bir uygarlık ortaklığı şeklinde değil, bîr düşmanlık biçimindedir. Yani sadece şudur: Kutsal Kilise imparatorluğunun, yürüttüğü bütün Haçlı seferlerine rağmen, İslam dünyasına karşı hiçbir başarı kazanamamış olması üzerine, İslam’la başa çıkmak adına sevk ve idareyi kiliseden alarak yeni ulusal güçlere vermesi ve bu noktaya varabilmek için ise kendisini tarihi kaynaklarıyla donatmak ihtiyacını duyması.

Yani batılı, tam bir batılı olmanın bilincine Rönesans'la ermeye başlamıştır. İslam uygarlığına aykırı ve düşman olmanın yeni düzenlemesi Rönesans'la yürürlüğe girmiştir, önceki düşmanlıklar özellikle Haçlı Seferleri Hıristiyan dünyasının Müslümanları tanımasına geniş ölçüde fırsat vermiş; bu fırsat, İslam'a düşmanlığı daha da çoğaltmış, bu anda da İslam dünyasını alt etmenin ancak yeni bir uygarlıkla mümkün olacağı fikrinin doğmasına sebebiyet vermişti. Yani Avrupa’nın İslam'a aykırı bir uygarlık geliştirmesinin zeminini oluşturmuştu sadece. Asıl büyük düşmanlık sonradan Rönesans'la gelecektir.

Kısacası Batı uygarlığı ile İslam uygarlığı birbirinden farklı. hatta aykırı iki dünyayı belirler.

Ayrı Bir Uygarlık

Nasıl ki İslam uygarlığının temelinde yunan düşüncesi yoksa Batı uygarlığında da öylece İslam yoktur. Nasıl ki birçok uygarlıkta bir başka uygarlığı andıran bazı görüntüler bulunabilirse, ancak öylece İslam uygarlığıyla Batı uygarlığı arasında bir yakınlık söz konusudur. Bu görüntü, ya da yakınlık kesinlikle bir eşitlik, benzerlik anlamında değildir. Nasıl ki sırf ayakları var diye bir kertenkele ile bir güvercin aynı cins yaratıklar değilse; her uzuv her varlığın hilkatine göre teşekkül etmişse, uygarlıklardaki birbirini andıran hususlar da yekdiğerinin aynısı değildir.

Uygarlıklardaki birbirini andıran özellikler insanın fıtratındaki ayniyetle ilgilidir. Ama bu fıtri ayniyet, uygarlıkların farklı gelişme ortamı bulmasını önleyemiyor. Çünkü toplumların tarihi, sosyal ve kültürel kaderleri fıtrata tabi bir çizgi içinde gelişmiyor, beşeri müdahalelerin, ilahi özü çarpıttığına ve ona aykırı gelenek kurduğuna da şahit oluyoruz. Bu bakımdan uygarlıklar farklı olarak oluşmaktadır.
Bütün insanların İslam fıtratı üzere doğduğu halde, aile çevresinden başlayarak, içinde bulunduğu topluma kadar geniş bir çevre,onun farklı bir insan, yani farklı bir uygarlığın üyesi olarak yetişmesini sağlıyor.

Kişinin yetiştiği, kendisini bir üyesi olarak bulduğu toplumun uygarlığı ise, ya İslam gibi tamamen ilahi bir kaynağa, yani vahye bağlı bir uygarlık olmakta veya asıl ağırlığını insan zekâsının yoğurduğu ve tamamen ilahi Özden yoksun, doğrudan doğruya insanın zihni ve ruhi spekülasyonunun ortaya koyduğu dalalete bağlı bir uygarlık olmaktadır.Çoktanrıcı putperest inançlardan kaynaklanan uygarlıklar bu türdendir. İnsanoğlu bu iki uygarlıktan birine bağlı bir toplum içinde gözünü açmaktadır. Yani ilahi veya yarı ilahi yahut da batıl bir inanç ve inançlara bağlı olarak gelişmiş bulunan bir uygarlık ortamında doğa gelmiştir.

Bu bakımdan her uygarlığı ayrı bir bütün saymak durumundayız . Bu cümleden olarak Batı uygarlığını, İslam etkisinde, ondan yararlanarak kurulmuş bir uygarlık gibi göremeyiz. Bunun gibi, İslam uygarlığı da kesinlikle Antik Yunan düşüncesinden yararlanarak gelişmemiştir.

Gerçi birçok İslam düşünüründe Antik Yunan düşüncesine yönelme, onları yorumlama, İslam düşüncesiyle bunlar arasında bir dengelemeye gitme çabası görülmemiş değildir. Hatta bu düşünürler Antik Yunan felsefesinin unutulmamasını, onun Batı’ya geçmesini ve Rönesans'ı hazırlamasını sağlayan kişiler olmuşlardır. Bunlardan bazılarının kendilerince bir İslam felsefesi kurmaya çalıştıkları da bilinmektedir. Ne var ki bütün bu çabalan İslam uygarlığının verileri arasında göremeyiz.

İslam uygarlığının gelişmesini, yayılmasını sağlayanlar, kendini putçu Yunan düşüncesine kaptıran felsefe adamları değil; Kur'an ve Sünnet’e bağlı kalarak yorumlar getiren bilginlerdir. Bunların çalışmalarına ‘‘felsefe" değil “hikmet” diyoruz.

Değil yalnız Eski Yunan düşüncesinin çizgisi içinde düşünen,fikir imal eden düşünürler, eski İran inançlarıyla İslam arasında bazı unsurlar yakalayarak yeni terkibe giden fikircilerin ürettikleri görüşleri de aynı şekilde İslam uygarlığının dışında mütalaa etmek zorundayız.

Ehl- i sünnet itikadının ötesinde kalan her türlü telifi, İslam’ın, onun uygarlığının ürünleri olarak sayamayız. Çünkü İslam kendisinin dışındaki hiçbir düşünce sistemine muhtaç olmayan büyük ve eksiksiz bir nizamdır.Uygarlığının bütün kaynağı da bizzat bu nizamdır

M.Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Rönesans

Rönesansı da, reformu da başlatan birçok sebeplerle birlikte asıl temel sebebin, doğrudan doğruya kilisenin belli ve düzenli bir dünya görüşü hassasiyetine dayanmayan hüviyeti ve buna rağmen zor yoluyla sağladığı hâkimiyet olduğunda adeta ittifak vardır.
Nitekim kiliseyi reddetmekle işe başlayan bu hareketler, Hıristiyan dünyasında hızla, bir kamuoyu oluşturmuş, yeni ve din dışı bir uygarlığın kurulmasını gerçekleştirmiştir.

Bugünkü Batı uygarlığı ve teknolojisi içinden dini kovmuş bulunan bu gelişimini, kilise dogmatizmine bir reaksiyon olarak beliren bütün fikir hareketlerinde gördüğümüz devlet ve hukuk anlayıştan yine kilisenin dogmalarında mevcut olmayan bu anlayış boşluğunu cevaplamak ihtiyacından doğmuştur. Ve bütün bu anlayışlarda rastladığımız akılcılık, maddecilik, müspetçilik, insancılık gibi nitelikler aslında Ortaçağ skolastiğine duyulan sonu gelmez nefret dolayısıyla dini, hayattan tecrit etme duygusu ve düşüncesiyle ilgilidir.

Batıda görülen ruhçu mistik görüşlerde bile, dini hayattan kovma çabası gizlidir. Bu çaba batının düşünme temeline yerleşti. Bütün ruhçu düşünme sistemlerinde dahi Bati, aklının fitnesini kendine rehber yapmıştır. Onun ruhçuluğu da aklının ve hayalinin spekülasyonudur Rönesans’tan beri.

Akif İnan,Din ve Uygarlık
Devamını Oku »

Çağdaşlık Nedir ?

“Çağdaş uygarlık” denildiğinde, bundan Batı uygarlığını” anlamak yanlıştır. Çağ içinde var oba, hayatiyetini koruyan hangi uygarlık olursa olsun “çağdaştır” çünkü.

İslam uygarlığının düşmanları, yani batıcılar, çağdaşlaşmayı batılılaşma ile eş anlamda kullanarak, zihinleri teşevvüşe verdiler. Bütün davaları İslam düzenini yürürlükten kaldırmaktı onların. Çünkü bir düzenin ortadan kaldırılması o düzenin dayandığı uygarlığın donmasına, gelişmemesine, giderek eskimesine yani “çağdışı” kalmasına sebep olacaktır. Uygarlığı geliştiren düzendir. Sosyal ve siyasal kuramlardır.

Bazılarına göre “Çağdaş”lıktan kasıt İslam'dır.

Aslında çağımızda iki büyük uygarlık vardır biri İslam diğeri Batı uygarlığıdır. İslam uygarlının bütün unsurları İslam toplumu içinde vardır, diridir, yaşanmaktadır. Bir kültür ve yaşama biçimi olarak hayatiyetini sürdürmektedir. Ama devletten yoksundur. Batı uygarlığı ise örgüttür dış görünüşü bakımından bazı aykırılıkları var gibi görünse de yeryüzünün bütün kıtalarında çok sayıda devlete maliktir. Batı uygarlığı hele özellikle geliştirdiği teknikten de yararlanarak kendini çağdaş uygarlığın tek temsilcisi olarak ileriye sürmüştür.

Kendini çağdaş, kendi dışındakileri çağ dışı göstermek Batı uygarlığının bir aldatmacasıdır. Diğer uygarlıkları çağdan uzaklaştırmanın yolunu böyle bulmuştur Batı...

Batıcılar ise bu fikre, bu inanışa bağlanmış olanlardır. Yani çağdaşlaşmayı batılılaşma ile kaim görmüşlerdir

 M.Akif İnan


Devamını Oku »

Elhamdülillah Sözünün Manası

Elhamdulillah



Yüce Allah'ın: "el-hamdülillah" buyruğu ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi zatını nitelendirdi­ği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş olur. Çünkü "hamd" ke­limesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten (devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.

Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Al­lah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey verdiği takdir­de o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye ra­zı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Mevla ve Veli Lafızları Hakkındadır

Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lafzı ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, mevlâ laf­zı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir lafındır. Azad edene de, edi­lene de mevlâ adı verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâ­firlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed, 47/11) buyruğunda olduğu gibi. Am­ca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla denilir. Yüce Allah'ın: "Her-biri için mevâlî (mevlalar) kıldık" buyruğuna gelince, burada maksat asa-be bağlandır. Çünkü Peygamber (sav): "(Alacakları belli olan. mirasçıların al­dıkları) paylardan arta kalan en evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Ululemrin Kimliği

Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: “Emir sahipleri (ululemr)” denilen kimseler, Kur’ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allahın rahmeti üzeri­ne olsun)in tercihi de budur. ed-Dahhak’ın şu sözü de buna yakındır: Yü­ce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir. Mücahid’den, bur-da sözü geçenlerin, özel olarak Peygamber (sav)’ın ashabı olduğunu söyledığî nakledilmiştir. İkrime’den ise, bununla özel olarak Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ‘e işaret olduğunu söylediği nakledilmiştir.

 Süf-yan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban’dan şunu rivayet eder:El-Hakem, İkrime’ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan cariyelerin durumu hakkın­da soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye dayana­rak söylüyorsun deyince, o da, Kur’ân-ı Kerime dayanarak, dedi. Ben: Kur’andaki hangi buyruğa dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah: “Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sa­hiplerine de” diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O de­miştir ki: (Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar, etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Peygamber si­ze ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının (el-Haşr, 59/7) âyeti­ni açıklarken gelecektir.

 İbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işleri­ni düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir.Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birinci­sinin sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yönetici­lerden) dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buharî ve Müslim de İbn Ab-bas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “Ey iman edenler, Allah’a ita­at edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de” buy­ruğu, Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nazil olmuştur.

Hz. Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti.Ebû Ömer (îbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile ta­nınan birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: Rasullallah (sav) onu bir seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun toplayıp ateş yakmalarını emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendile­rini atmalarını emretti ve onlara: Rasûlulla(sav) size, bana itaat etmenizi em­retmedi mi? dedi ve: “Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur” demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah’a iman etmemizin, Rasûlüne tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Rasûlullalh (sav) onların yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; “Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”Çünkü yüce Allah: “Kendinizi öldürmeyin” (en-Nisa, 4/29.) dîye buyurdu. Bu. isnadı sahili ve meşhur bir hadistir.



İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hastalara Fatiha Suresi Okumak Şifadır

Fatiha_hat1Adamın birisi eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette bu­lundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın  esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okuma­ya bak. Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinledim: Herşeyin bir esası vardır. Dün­yanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Se­manın esası Arîbâ denilen yedinci semadır. Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn cennetidir. Bu bütün cennetlerin gö­beğidir ve cennet onun üzerinde tesis edilmiştir. Ateşin esası ise cehennem­dir. Bu da ateşin en alt tabakası olan yedinci tabakadır. Diğer bütün tabaka­lar (derekeler) onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Adem'dir, Peygamberlerin esası Nuh'tur, İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esa­sı Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânir-rahîm'dir. O bakımdan sen hastalanır veya rahatsızlanırsan Fatiha sûresini oku­maya bak. Şifa bulursun. –

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1

Devamını Oku »