Hikemi Ataiyye Şerhinden Bir Kıssa

Bir Kıssa; Ebu Abdullah el-Basrî Hazretleri Suriye'de korkunç bir dağda, irfan ehlinden olduğu tavırlarından anlaşılan bir adama rastladı. Ona:

"Neden burada yalnız oturuyorsun?" diye sordu. Adam dedi ki:

"Öyle bir hakikat soruyorsun ki, onu istersen anlayamazsın, anlarsan gerçekleştiremezsin." Ebu Abdullah yine:

"Bu dediğin hakikat nedir?" deyince:

"Allah'la birlikte olmanın ebedî cennet nimetlerini kapsadığını kesinlikle bilmemdir." cevabını verdi ve ağlayarak şöyle devam etti:

"Eyvah, ben bu hakikate nail oldum ve halktan kaçarak Cenab-ı Hakk'ın vahdethanesine eriştim zannetmiştim. Şimdi sözümde yalancı olduğumu anladım. Eğer gerçekten Allahı sevmiş olsaydım, beni kimse tanıyamaz, halimi bilemezdi."

Bunu gören Ebu Abdullah ona şöyle dedi:

"insanlar seni bildi diye niçin bu kadar üzülüyorsun? Allah dostlarının yeryüzünde Allah'ın halifesi olduklarını bilmiyor musun? Onlar Allah'ın kullarına yakınlık kurup onları yavaş yavaş düzeltir, irşad ederler."

Adam bunun üzerine şiddetli bir nara attı ve dedi ki:

"Ey dünyaya aldanmış kişi, eğer sen muhabbet miskinin rayihasını bir defa koklamış ve can gözüyle muhabbetin arkasındaki Allah yakınlığı âlemini görmüş olsaydın, o âlemin üstünde başka bir şey daha görmeye muhtaç olmazdın."

Sonra yüzünü göğe çevirerek:

"Ey gök ve ey yer, şahit olun ki Allah'ın tecelli yeri olan gönlüme şimdiye kadar asla cennet ve cehennem düşüncesi gelmedi. Eğer ben bu halde doğru isem, yarabbi beni bundan sonra ha-yatta bırakma, öldür!" diye dua etmesiyle beraber üç gün önce ölmüşçesine sesini ve nefesini kesip düştü.

Ebu Abdullah bu halden dehşete düştü. Cesedi görenlerin kendisinin öldürdüğünü sanıp suçlayacaklarından korktu ve he-men oradan savuştu. Fakat bu sırada hızla kendisine doğru ge-len bir toplulukla karşılaştı. Onlar oradaki adamı sorduklarında başka bir yere gittiğini söyleyip yine savuşmak istedi. Lâkin cemaat ona:

"Geri dönün! Onu Cenab-ı Hak 'mak'ad-ı sıdk' makamına yükseltti. Birlikte namazını

kılalım." dediler.

Ebu Abdullah mecburen geri döndü. Cenazeyi yıkayıp kefenlediler. Defnettikten sonra onlara o adamın ve kendilerinin kim olduklarını sordu. Onlar:

"Yazık sana, daha anlamadın mı? O öyle halis bir kul idi ki, Rahman'ın rahmeti yeryüzüne onun yüzü suyu hürmetine iniyor ve kalbinin vâridatı, İbrahim'in kalbinin tecellilerini gösteriyordu. Hatta sana kalbine ne cennet, ne de cehennem fikrinin geldiğini haber vermedi mi? Böyle bir kalb-i selim, İbrahim'in kalbinin aynısı olmaz da ne olur?" diye cevap verdiler.

Ebu Abdullah bu defa onların hangi taifeden olduklarım sordu. Onlar "Ebdal" zümresinden "Yediler" olduklarını bildirdiler. Ebu Abdullah kendisine İlâhî hakikatlerden bir hakikatin lütfen öğretilmesini rica etti. Onlar da, dünyada insanların kendisini bilmelerini arzu etmemesini, bilinmezlerden olduğunun da bilinmesini sevmemesini öğütlediler. Ebu Abdullah'a bu şekilde hakikat yolunu gösterdiler.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: "Kulun kalbinde mâsivadan bir talep ve murad bulunmadığına Hak Teâlâ muttali olduğu zaman, Cenab-ı Hakk'a en fazla yaklaşılmış olur''

Daima memnun bir halde yaşayan birisine: "Siz de başkaları gibi niçin üzülmüyorsunuz?" diye sorulduğunda şöyle demiş-"Kaybolmasıyla üzüleceğim şeyleri biriktirmediğim için!" Çünkü her sevinç bir üzüntüyü mucip olur. Bir Arap şairi şöyle ifade etmiştir: "Bir şey kalpte yer tuttuğu derecede üzüntü verir. Zira ok hedefe girdiğinde çıkarılması güçleşir."

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Allah Neyi Nehyetmişse Onda Hikmet Vardır

Ey mürid, Cenab-ı Hakk'a senin taatin fayda, masiyetin zarar vermez. Sana taati emredip masiyeti nehyetmesi senin menfaatin içindir.

Muhakkak emr ü nehyi Kibriya'nın Sana ait olur nef’i nihayet, Cenab-ı Hak efâlinde garazlardan münezzeh olduğu için amel edenlere ihtiyacı yoktur. Ona ne iyi kişinin ibadeti fayda, ne de kötü kimsenin masiyeti zarar verir. Kullarına ibadet etmeyi günah işlemekten kaçınmayı emretmiş olması, sonradan yine kullarına dönecek dünyevî ve uhrevî menfaatlerden dolayıdır.Bu da sırf Hak Teâlâ'nın gerekmediği halde fazlından ve ihsanından ibarettir. Mesela Cenab-ı Hakk'ın  mü'minlere beş vakitte emrettiği namazın bütün ibadetleri, zikir, hamd ve senayı kapsadığı için Hak yakınlığına ve ahiret mükâfatlanna sebep olmasının yanı sıra sağlık bakımından da pek çok faydalar sağladığından şüphe edilir mi? Hele soğuk su ile her gün beş vakit namaz için abdest almak ve cinsel ilişkiden sonra gusletmek kadar temizlik getiren ve sağlığa uygun olan bir hal düşünülür mü? Yine Cenab-ı Hakk'ın senede bir ay tutulmasını emrettiği orucun- nefs-i emmarenin terbiyesi ve kalbin temizlenmesi, manevî hallerin elde edilmesi ve oruç tutanın Cenab-ı Hakk'a kavuşması gibi birtakım büyük faydaları içermesinden başka birçok beden hastalıklarını da tedavi etmesi şeriatın koruyuculuğunu göstermez mi? Zekâtın fakirlere ve muhtaçlara verilmesi bakımından, en şerefli ve mükemmel yaratılıştaki insanın hemcinslerine yardım etmesinin, sosyal dayanışma ve asayişin devam etmesine yararı inkâr edilebilir mi? Hac gibi diğer ilâhı emirlerin de her biri incelenmiş olsa pek çok maddî ve manevî faydalar bulunduğunun ortaya çıkması şüphesizdir.

İlâhî yasaklar da yine anlayabildiğimiz gibi pek çok faydaları hâizdir. Mesela rakı, şarap gibi azı çoğuna sebep olan alkollü içkilerin haram kılınmasındaki sarhoşluk sebebi incelenirse, haram olmasının sırf ibadetin geçerli olması ve insan muamelelerinin akıl dairesinde sürmesi için değil, aynı zamanda beden sağlığını bozan sarhoşluktan akıl sahiplerini korumak maksadına yönelik olduğu anlaşılır. Zinanın birçok maddî ve manevî bozukluklara sebep olmakla birlikte başkasının hakkına tecavüzden ve meşru olmayan yolda tohum saçmaktan başka bir şey olmadığı, homoseksüelliğin hiçbir sağlam karakterin kabul etmeyeceği bir çirkinlik ve hayvanlarda bile tasavvur olunamayacak derecede bir alçaklık olduğu meydanda iken kim bunların yasaklanmasını uygun görmez. Bin beş yüz sene önce hükme bağlanmış olan domuz etinin tıbben belirlenmiş sağlığı bozucu zararları düşünülürse, bunun yasaklanmasının İlâhî bir lütuftan başka bir şey olmadığını kim kabul etmez? Hırsızlık, kumar, faiz gibi başkasının zararıyla elde edilen menfaatlerin haram kılınmasındaki maksat da düşünülürse insanları medenileşmenin temeli olan hüner ve maârife, sanayiye, ticarete sevk etmek sure-tiyle kendi çalışmalarıyla geçinmeye mecbur etmek ve başkasına zarardan nemalanmaya mani olmak demek olduğu anlaşılmaz mı? İşte bu yasakların hepsinin, böyle maddî ve manevî faydaları yine insanlara dönük işlerden ibaret olduğu görülür.

Özetle Cenab-ı Hak neyi emretmişse vacib olsun, mendub olsun onu işlemek; neyi nehyetmişse ister haram olsun, mekruh olsun onu terk etmekte dirlik, düzenlik ve hikmet vardır.

Hak Teâlâ'ya kulların işlerini düzeltmesi gerekli değildir. Çünkü Allah dilediğini işler; gereklilikten ve mecbur olmaktan münezzeh ve mukaddestir. Mutlak hükümran olduğu için işleri hikmetsiz olmadığı gibi, yaratması ve takdir etmesi de faydasız ve boş değildir. Bu konuya basiret gözüyle bakarak ibadet ve taatle ilgili ilâhî emirleri Hak ile Hak olmanın yani vuslat ve cem makamının sebepleri ve yasaklarının da Hak'tan ayrılığın vesileleri olduğu görülür. Cenab-ı Hakk'ın bir şeyi emretmesiyle onunla kulunun kendine kavuşmasını, bir şeyden nehyetmesiyle de o yasaklanan iş yüzünden onun ayrı düşmemesini dilediği anlaşılır.

Binaenaleyh Cenab-ı Hak menfaati kullara ait olmak üzere taaati emretmiş ve masiyetten nehyetmiştir.

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Allahu Teala, Kulunun İbadetinden Fayda Sağlamaz

Allah kulunun ibadetinden fayda sağlamaz, masiyetinden de zarara uğramaz. Hiç ihtiyacı olmadığı halde kullarına ibadet etmekle emredip mecburiyet zincirleriyle kulluğa sevk etmesi, onların tabiatlarındaki zayıflık ve tembellikten dolayı gönüllü olarak ibadet etmekte gevşek davranacaklarını bildiğindendir. Bu yüzden onları azaba uğratmakla korkutarak kulluk zorlama zincirleriyle sürüklemiştir.

Cenab-ı Mevlâ sanki şefkatli bir babanın çocuklarına davrandığı gibi muamele etmiştir. Zira müşfik bir baba üzerinden kuş bile istemediği gönlünün meyvesini, tabiî arzularının yolunda koşmasın diye dövüp korkutur. Gelecekte mutlu yaşaması için ilim ve sanat öğrenmesi gibi birtakım zahmetli işlere zorlar. Maksat onu acıtmak, incitmek değil, sonradan anlayacağı gelecekteki menfaatlerini şimdiden tamamlamasını sağlamaktır. Cenab-ı Hak da dünya düşkünü kullarının, helâk sebebi olan nefsanî şehvetlerinin ardında dolaşmalarını engelleyip korkutarak ahiretteki ebedi saadetlerini temin etmek için şeriat meşakkatlerini üzerlerine yüklemiş, bu suretle onları icap zinciriyle özel faydasını ileride anlayacakları ibadetlere zorlamıştır.

Şefkatli bir baba gözünden sakındığı sevgili çocuğunu terbiye etmek için dövüp mutluluğunu hazırlamak yolunda okula gönderir. Yine çok sevdiği için her türlü fedakârlığı yapıp şefkatini göstermekten geri durmaz. Bunun gibi ana ve babalarımızdan daha şefkatli olan Erhamerrahimin Hazretleri de kullarını dıştan gereklilik zincirlerine bağlayarak kulluk yoluna sevk etmekte, heva-yı nefsanîlerine ters düşen birtakım şeriat yükümlülükleriyle bağlayıp cennete sevk ettiği kullarını manen pek fazla sevdiğinden onların bu halinden razı ve hoşnut olmaktadır.

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Batı Kültürünün Bugün İhtiyaç Duyduğu Şey Semavi Mesajın Özüdür

Kültür, bir zihniyet biçiminin ifadesidir. Zihniyet biçimi kültürü varlıkla, insanla, nesneyle ilişki halinde gerçekleştirir. Bu yaşantıdan doğan kültürün özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

(1)  Mitolojiden beri hız kesmeden süre gelen bilme ve anlama isteği.

(2)  Bilgiyi güç, üstünlük ve egemenlik aracı olarak tanımlama ve kullanma eğilimi.

(3)  Macera arzusu.

(4)  Kültür ve gelenek oluşturma tutkusu.

(5)  Düzen ve görkem oluşturma çabası.

(6)  Kendisi gibi olmayanı anlama eğilimi. Bu eğilim, giderek sosyal darvi-nizmde de olduğu gibi bir üstünlük ve egemenlik iddiasına dönüşebilir. Kolonyalizm bu iddianın açık ifadesidir.

(7)  Sınıfçı yaklaşım: Toplumsal düzeni sınıflar üzerine oturtma isteği. Bu sistem içinde soyluluğun, asaletin, toplumsal statünün belirleyici bir yeri vardır. Aristoteles, Politika'ın, köleciliği normal, hatta olması gereken bir durum olarak görmüş, toplumsal ekonomik sistemi, kendi zamanının pagan ruhunu yansıtacak şekilde bu sınıfsal ayrım üzerine oturtmuştu. Roma imparatorluğunun, köleci bir toplum olması da bu yüzdendir. Görkemin, ihtişamın, abartılı dünyasal-benliğin olabilmesi için, hizmet edecek nesne-insanın olması gerekir. Bütün pagan toplumlarda, sözgelimi Antik Mısırda, Antik Yunan’da, Antik Roma’da olup biten bu şekilde izah edilebilir. Sanat, felsefe, hukuk, semavi bağlantısı kesilmiş sonlu benliğin tutkulu bilme, anlama, düzen oluşturma ve egemenlik sağlama aygıtları olarak görülebilir. Sömürü ve kölecilik, hile ve entrika Grek tanrılarından kalmış kötü huy, miras ve alışkanlıklar gibi durmaktadır.

(8)  Batılı bilinç, kendisini doğanın ve insanlığın bir parçası olarak değil, onun efendisi olarak görür. Bu efendi-bilinç tasarımında, yine pagan benlik tasarımının yansımalarını görmek mümkündür.

(9)  Hıristiyanlık, Batı kültürünü semavi kültüre dönüştürmekte başarısız olmuştur, bunun yerine batı kültürü Hıristiyanlığı pagan gelenekler çerçevesinde anlamanın ve yorumlamanın yollarını aramıştır. Bunun bir sonucu olarak kilise devasa bir güç ve iktidar aracı olarak ortaya çıkmış, bilmekle egemen olmak arasında kurulan ilgi, misyonerliğin, özellikle yeniçağla birlikte sömürgeleştirmenin öncü gücü olarak görev yapması, sınıfçı yaklaşımın sürüp gitmesi, merhamet ve şefkat yoksunluğu, bu paganist yorumlarından sadece bazdandır.

(10)  Batı kültüründe söylem üretme kendi başına bir değerdir. Söylem ve realite arasındaki çelişki, Batılı bilincin kendi içindeki çelişik, çok yüzlü imajını da yansıtır. Batılı aklın, bir yandan yeryüzündeki bilimi, teknolojiyi ve insanlık değerlerini üretirken, diğer yandan da sömürü, köleleştirme ve yok etme stratejisi gütmesi, evrensel varoluş dengesi ve değer duygusu açısından ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Batı kültürünün bugün en çok ihtiyaç duyduğu şey, kendisini oluşturan unsurları dengeleyecek ve kendi dünyasal benliğini insanlık değerleri çerçevesinde somutlaştıracak semavi mesajın özüdür. Batı uygarlığı içinden çıkan pek çok düşünürün de işaret ettiği “uygarlık krizi”, “dinsel kriz” insana varlık duygusu ve itibarı kazandıracak aşkınlık bilinci ile kazanılabilir. Batı zihninin bu mesajı anlama konusunda doğulu zihinden daha hazır ve üstün konumda bulunduğu söylenebilir. O, tarih boyunca sergilediği yüksek entelektüel aktivite ve bunun beraberinde getirdiği eleştirel deneyimle kendi sorununu algılama potansiyeline de sahiptir. Bunu beklemek gerekir.

Kaynak:

Batı Medeniyeti Özel Sayı-Hece Dergisi
Devamını Oku »

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir Cilvesidir

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir CilvesidirHakikatin nihai tabiatıyla ilgili merkezi doktrin,genellikle  vahdetul vücud veya varlığın aşkın birliği diye adlandırılmıştır.Bu ana doktrin bazı batılı müşteşriklerin söyledikleri gibi ne panteizm ne panteizm ve nede tabii mistizm değil,şehadetin doğrudan sonucudur.O katıksız, politeizm(şirk) sayılan,hakikatin veya varlığın tümüyle bağımsız iki düzenin olmayacağı ifade eder.

Buna göre,bir şey var olduğu ölçüde,Mutlak Varlıktan başka bişey değildir.Gerçekten,Şehadet Hakikati tüm başkalık ve çokluktan beri kılmak için la(olumsuzluk) ile başlar.Allah ile varlık düzeni arasındaki münasebet, bir şey diğerine eşit olduğunda onun da berikine eşit olacağı tarzında basit bir mantıkî düzen değildir. Bizzat hilkatin merkezinde yatan bu sırdan dolayı, Allah'ın herşeyi sonsuz olarak aşmasına rağmen, herşey özde Allah ile özdeştir. Bu doktrini aklen anlamak müşahedeye dayanan bir akla sahip olmaktır; onu tüm olarak gerçekleştirmek, "Allah'ı her yerde" gören bir ermiş olmaktır.



Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »

İlmin Ortadan Kalkması Ne Demektir ?

İlmin Ortadan Kalkması Ne Demektir?.


Biz yasanın kitap ve Sünnete dayanmadıkça Müslümana bir yarar sağlamayacağında ısrar ediyoruz hâlâ ve şimdi Allah Resulü (s.a.v.)nün bir hadisini «birlikte» düşünmek için müslümanın yüksek müsaadelerini istiyoruz.
………….
Zeyyad b. Lebıd (r.a.)den şöyle rivayet edilmiştir: «Nebi (a.s.) bir şey zikretti de ardından şunu söyledi: İşte bu ilmin ortadan kalktığı zaman meydana gelir.’ Biz de şöyle dedik: ‘Ey Allah’ın Resulü, biz Kur’an’ı okuyoruz; çocuklarımıza da okutuyoruz; çocuklarımız da çocuklarına kıyamete dek okuyup duracakken ilim nasıl ortadan kalkar?’ O şöyle buyurdu: ‘Anan yitirsin seni e mi ey ibn Lebid! Ben de seni Medine’nin en fakih adamı görürdüm. Yahudiler, Hristiyanlar Tevrat ve Incil’i okuyorlar da okuduklarından niye bir yarar sağlamıyorlar?’
……..
Bu hadisin bağlamında varmak istediğim nokta, Müslümanların durumunu geçmiştekilerin durumuna uygulamanın mümkün bir şey olduğunu belirlemekti (ya henüz) bu bitmedi. Bu günün Müslümanları Kur’an’ı ve hadisleri okuyorlar ve fakat onlardan bir fayda sağlamıyorlar. Bu, yalnızca ilmin ortadan kalkması yüzündendir, başka değil. îlim ortadan kalkmış, onunla birlikte hadiste bildirildiği gibi Kitap ve Sünnetten yararlanma imkânını da beraberinde götürmüştür. Ben burada hadise yüklenmeyecek bir anlam yüklemiyorum. Hadisin bağlam ve metninde bu anlam bizatihi vardır. Resul (s.a.v.) açıkça şunu buyurmuştur ki, ilim ortadan kalktığında beraberinde Kur’an ve hadisten yararlanma imkânı da kalkar.

Bu ilmin gerçeği üstüne ayrılığa düşüyoruz: Bu ilim bizde var mı yok mu? Allah Resulü (s.a.v.) ‘ilim’ diye belirlemiş ya bir kez, biz ne kadar ihtilafa düşersek düşelim, nasılsa ‘gerçek’ bu tür çekişmelerin üstündedir. Gerçek- olanca acılığı ve gizli- açık göstergeleriyle bize şunu söylüyor: Müslümanlar Resul ( s.a.v.) ün sözünü ettiği ilmi ellerinde bulundurmamaktadır. Allah’ın Kur’an’da övdüğü ilimdir bu. Ve onu ilke alarak insanları farklı farklı nitelemiş, bazısını bazısı üzerine derece bakımından yüceltmiş, olumsuzlayıcı bir üslupla da bilenlerle bilmeyenleri bir tutmamıştır.

İlmin Müslümanlar nezdinde net bir kavram olduğu söylenemez. Onu tanımlayamadıkları gibi; ilimle ilim olmayanı da birbirinden ayıramamaktadırlar. Bu ilmin değerini ortadan kaldırmaktadır. İlim zanla karışmakta ve ona zan ve vehimlere bakıldığı gibi bakılmaktadır. İşte ilmin ortadan kalkması bu demektir. Müslümanların bir çoğu dinlerini «ilim dini» diye övüyor: bununla İslam’ı süslemeyi amaçlıyorlar güya; kafası boş olanların cici elbiselere süslenmeleri gibi bir şey bu. Gelgelelim, konu dönüp dolaşıp ilmin esasına gelince gözlerinin perde inmiş gibi sağa sola kaydığını görüyoruz. İlim onların nezdinde zanla aynı şeyi ifade ediyor. İslâm hakkında oluşturdukları, asırlardır içlerinde kök salmış sübjektif düşüncelere sıkı sıkıya sarılmayı yeğliyorlar.



Cevdet Said - Toplumsal Değişme Yasaları
Devamını Oku »

Cenab-ı Hakk'ın Her Şeyden Evvel Zâhir Olması

Cenab-ı Hakk'ın her şeyden evvel âşikâr olması, ez-Zâhir isminin ezelî ebedî olarak gerçekleşmesinden dolayıdır. Çünkü Hakk'ın zuhuru, Hak için zâtîdir; sonradan kazanılmış bir şey değildir. Bir başka şeyden faydalanmadığı gibi illetli de değildir. Yaratılmış olan âlem ve içindekilerin ortaya çıkması ise Hakk'ın zuhur sıfatı ile tecellisinden meydana gelmiştir. Bu halde varlıkların yaratıcısı, her şeyin varlığından evvel zâhir olmaz mı?

Cenab-ı Hakk'ın her şeyden evvel zâhir olması, varlığın yokluktan ziyade zâhir olmasından ve zâtî zuhurun geçici zuhurdan, mutlak zuhurun şartlı zuhurdan, dâimî zuhurun kesintili zuhurdan daha kuvvetli bulunmasından dolayıdır.

Hakk'ın zuhuruyla birlikte akıl ve idraklerin kendisinden uzak olması, gizli oluşundan değil, görüşü zayıf olanların zuhurun şiddetine takat getirememesindendir. Yarasanın gece görüp de gündüz görememesi, gündüzün gizli olmasından değil, gözünün zayıflığından dolayı güneşe dayanamamasmdandır.

Cenab-ı Hakk'ın bize bizden ziyade yakın olması ezelî ve devamlı oluşunun her şeyi kapsamasmdandır. Bu yakınlık şuhûd ehline göre zatıyla, perdeli olanlara göre ise ilmi, kudreti ve iradesiyledir.

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »

Özgürlük Üzerine

Özgürlük ÜzerineMüslümanın içine itildiği açmaza basit bir örnek olarak şu ‘özgürlük’ kavramı ele alınabilir.Geleneksel İslami anlayışa göre,mutlak özgürlük yalnızca Allaha aittir ve insan,İlahi niteliklere bürünebildiği ölçüde özgürlüğe ulaşabilir.Hayatına Şeriatın ve sanatına geleneksel kanunların koyduğu tüm sınırlamalar,insanın özgürlüğüne getirilmiş birer kısıtlama değil,gerçek özgürlüğe ulaşmayı mümkün kılacak,vazgeçilmez yardımlar olarak görülmelidir.Modern Arapçada ‘fredom’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan)Hürriyet’kavramı,sonuç itibarıyla kişinin bireysel doğasının dar sınırları içine hapsolması demek olan Rönesans sonrası bireysel özgürlük fikrinden alınmıştır.Herşeyiyle Batılı olan bu fikir,geleneksel İslama öylesine yabancıdır ki,hiçbir geleneksel metinde,bugün modern Arapçada kazandığı anlamda yer almaz.İslami dünya görüşünde kötülük yapma veya varlığın kaynaklarından kopma özgürlüğü,bir özgürlük kuruntusundan başka bir şey değildir.

Gerçek özgürlük,insana mutlak gereklilik ve mutlak özgürlük olan Bir’e yaklaşıp,sonunda O’nunla birleşmesini sağlayacak tamlığa ulaşma imkanını veren özgürlüktür.Batı’nın özgürlük anlayışından ne denli uzak anlayıştır bu;ve nedir bu,her iki fikrin boyunduruğuna takılmış insanın zihninde yaradılan karışıklıklar.Söz konusu karışıklıklar,Müslümanın neredeyse tüm günlük kararlarını ve aileden devlete kadar,toplumun bütün kurumlarıyla olan ilişkilerini etkilemekte;ahlaka olduğu kadar sanata da sirayet etmekte ve cinsellik,edebi uslüb gibi konularda bile,kişisel davranış modelleri üzerindeki etkisini göstermektedir.

Karşılaştığı açmazlardan yalnızca birkaçıdır; ve yanlarına, hayatın hemen hemen her alanında daha başkaları ilâve edilebilir. Bu çatışan faktörler, hep birlikte, pek çok modernleşmiş Müslüman’ın hayatını ve düşüncelerini bir yamalı bohçaya çevirmeyi başarmıştır. Gayet tabii, “Bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” diye sorulabilir. Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddedemiyorlar? Bu sorunun cevabı, Batı’nın ekonomik ve askerî alanlardaki üstün gücüne tanık olduktan sonra, felsefeden ahlâka, sosyal kurumlardan güzelliğin kanunlarına kadar Batı’dan gelen her şeyin büyüsüne kapılan modernleşmiş Müslümanların zihinlerinde yatıyor. Hattâ, çokları Batı karşısında şaşırtıcı bir aşağılık duygusu sergiliyorlar.

Batı’dan çıkan ve genellikle kısa ömürlü olan çeşitli akımları son derece ciddiye alıyor ve bu akımlara uyma ya da İslâm’ın öğretilerini bu akımlara uydurmak üzere çarpıtma konusunda ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Modernleşmiş Müslümanın ruhundaki gerilimin kaynağı sadece ve sadece modern dünyanın, modernizmin İslâm dünyasında boydan boya yayılmasına imkân veren tarihsel sürecin sonunda geleneğine bağlılığı ve geleneğin derinliklerindeki kökleri zayıflamış bulunan İslâm Ümmeti’nin bir bölümü üzerinde oluşturduğu güçlü etkidir.

Şurasını da belirtmeliyiz ki, her ne kadar üzerinden modernizm fırtınası geçmiş olsa da İslâm dünyasının belli bir kesimi, köklerini İslâmî geleneğin derinliklerinden almış olduğu için; bugünlerle ilgili olaylar yüzyıllarca önce geleneksel İslâmî kaynaklarda haber verildiğinden, bugün yeryüzünde olanlara bakarak İslâm’ı reddetmek şöyle dursun, tam tersine ona olan inancını daha da pekiştirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), insanların “Acaba Peygamber bu konuda, yani, geleneksel İslâmî hayatın kalıbını bütünüyle kıracak olaylar konusunda bir şey söylemiş miydi?” diye soracağı Ahir Zaman’da oluşacak şartlardan zaman zaman söz etmiş; doğal çevrenin yaşayacağı yıkıma işaretle, dağların Yerlerinden oynatılacağını belirtmişti. O, Allah vergisi bilgisiyle,modern dünyanın bugün tanık olduğu bu ve bunun gibi daha pek çok olayı haber vermişti.

İnançları modernizmin yıkıcı etkisiyle sarsılanlar bir gerilim alanında, kenarla eksen arasında, bir yanda lâiklik ve modernızm, öte yanda kutsal ve geleneksel arasında asılı kalırken; Hz. Peygamber’in vermiş olduğu haberlerin doğrulanması, geleneklerinin içinde sağlam kök salmış çağdaş Müslümanların inancını daha da güçlendirmektedir. Modernizmin etkisine kapılmış olanlarsa, Merkez’den gelecek bir mesajın; doğru, sağlam ve aynı zamanda kendilerini askıda kalmaktan ve tutuldukları zihnî felçten kurtarabilecek yeniden yorumlanmış bir mesajın derin ihtiyacı içindedirler.

Her ne kadar gerek zihnen gerekse psikolojik olarak Batılı insanınkinden daha farklı şartlar altındaysalar da, tarihinin erken bir döneminde manevî geleneklerinden kopmuş Batı insanı gibi, kutsal olandan başkasının dolduramayacağı bir boşluk içinde hayatın ve ölümün bilinmezlikleriyle karşı karşıya bulunduklarından, yeniden Merkez’e dönüş ihtiyaçları bir an önce giderilme durumundadır. Ama şurası da var ki, modern Batılıların aksine çağdaş Müslümanlar, hâlâ bütünüyle canlı ve sadece yeniden yaşanmayı bekleyen; ‘gelişmiş’ bir yetişkini taklit eden bir çocuğun masumiyetiyle, fakat gerçek anlamda hiç de masum olmadan kendilerini bırakıverdikleri kuşku ve belirsizlik girdabından kurtulabilmeleri için ölümsüz ilkelerinin var olan şartlara uygulanmasını bekleyen bir geleneğe aittirler. Çünkü, Kur’ân’ın sık sık vurguladığı gibi, insan, eylemlerinden Allah önünde sorumludur; ve modernleşmiş Müslüman, bu İlâhî ilkenin hiç de dışında değildir.



Seyyid Hüseyin Nasr - İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Mevlana ve Şems'in ilk Konuşması

Ledün ilimlerine anadan doğma istidatlı olmakla beraber zahir ilimlerle de fevkalade şöhretli olan Hak lisanının tercümanı Şems Tebrizî Hazretleri, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretlerini irşad etmek için Tebriz'den ta Konya'ya gelmiş, irşad etmeden önce Mevlana'nın medresesinden hücresine döndükleri sırada yol üzerinde bekliyordu. Hazreti Mevlâna mehtabın etrafında çevreleyen hâre gibi yanlarında toplanan talebelerle birlikte büyük bi debdebe ve gösterişle karşısına gelince, ona şu suali sormaya cesaret etti:

'"Ya Mevlâna! Seyyidü'l-Mürselin ve Hatemü'n-Nebiyyin Cenab-ı Resul-i Ümmî mi büyüktür yoksa Sultanü'l-Ârifîn Bayezid Bestamî mi?"

Hazreti Mevlâna hayretle Cenab-ı Şems'e bakarak:

"Ya derviş, delirdin mi? Seyyidü'l-Mürselin Efendimizle Sultanü'l-Ârifîn mukayese olunur mu? Biri nurların cihanı ay-dınlatan güneşi, diğeri bir zerre bile değil... Seyyidü'l-Mürselin Efendimiz Doğuların Batıların sultanı, Bayezid Bestamî ise onun sadık bir bendesidir!" buyurdular.

Şems Tebrizî tekrar sordu:

"Öyle ama Risalet-meab Efendimiz Cenab-ı Hakk'a karşı:

'Seni hakkıyla bilemedik yarabbi!' diyerek münacat ettikleri halde Cenab-ı Bayezid: 'Seni mârifetinin hakkıyla bildim diyerek nimete şükrediyor. Bilmeyen bilenden nasıl büyük olur?"

Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri dedi ki:

"Bu kıyas hiçbir zaman sahih bir ölçü olamaz. Zira Bayezid'in Cenab-ı Hakk'ı hakkıyla bildiğini söylemesi, istidat havsalasının darlığından dolayıdır. Vecdinin taşkınlığına dayanamaması ve ledün manalarının kalbine sığmaması yüzündendir. İki âlemin hocası Efendimizin, 'Yarabbi biz seni gereğince bilemedik.' buyurması Hakikat-i Muhammediye'nin; evvelkilerin, sonra gelen ve gelecek olanların ilimleri kendisinde toplanan büyük bir İlâhî kitap olduğu için maârif ve hakikatlere kanamadığından ötürüdür. Hakikat-i Muhammediye öyle geniş bir irfan deryasıdır ki, binlerce ilim ve maârif nehirleri içine aktığı halde daha fazlasını da alabilir. O yüzden Seni hakkıyla bilemedik, buyurdu. Bayezid ise kendi hakikatince küçük bir havuz derecesinde olduğundan on fazladan bir miktar irfan ab-ı hayatı akmasına tahammül edemeyerek derhal taşmasından dolayı: 'Seni hakkıyla bildim.' demeye cesaret ediverdi."

Bunun üzerine Hazreti Şems'e derhal cezbe geldi ve bir kere 'Allah!' deyip yere düştü. Mevlana Hazretleri bu hâlden pek üzülüp gerekli saygıyı göstererek. Cenab-ı Şems saadethanelerine kaldırıp misafir etti. Artık asıl amaç olan irşad etme irşad olma âlemleri başlamıştı.

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Ataullah İskenderi, Hikemi Ataiyye Şerhinden Alıntılar

Duanın kabulünün gecikmesi ümitsizlik ve usanç vermemelidir. Mademki Mü'min suresi 60. ayetinde duaya icabet edeceğini vaat etmiştir, kabul eserlerinin erken veya geç ortaya çıkmasında başka hikmet bulunduğu düşünülmelidir. Hekim hastanın istediği gibi değil, hastalığın gerektirdiği şekilde tedavi eder. Cenab-ı Hak da bu hikmet şifahanesinde tabii hallerin ve nefsanî arzuların hastası olan kullarına tedavi kabilinden olan icabet eserlerini, onların istediği şeylerde değil, onların menfaatine kendi seçtiği yerde, onların dilediği vakitte değil, kendi dilediği zamanda ortaya çıkarır. Kulların acele etmesi, İlâhî takdiri çabuklaştırmaz, onların gecikmesi geciktirmez.

Ebu'-Hasan Şazelî Hazretleri:

"Sadık mürid olan kimseler, dünya işlerinden bir işi seçmemelidir. Seçmek gerekirse seçmemeyi seçmeli, bundan da Cenab-ı Hakk'a kaçmalıdır." buyurmuştur.

---------------

Halkın vermesi mahrumluk, Hakk'ın vermemesi ihsandır.

Halk tarafından bir şey verildiği zaman onun gerçek vericisi olan Hak'tan gaflet edilirse, halkın vermesi mahrumluk olur. Bu dışarıdan ihsan gibi görünürse de, aslında mâsiva gözetilmiş olması ve nefsanî hazlar bulunması bakımından mahrumluktur.

Hak Teâlâ'nm vermemesinin ihsan olması ise, insan kalbini bu men zamanında halktan gafil ve Hakk a bağlı bulunmasında dolayıdır. Bu dıştan her ne kadar vermemek ve mahrumluk olsa da, hakikatte Hak Teâlâ kulunu mahrum ederek ihsan kapısına sığınmaya mecbur kıldığından aradan perde kalkar, nur an* lir. Bu yüzden büyük nimettir.

Özetle halkın atâsı halka sevgi ve minnet doğurması ihtimali yüzünden mahrumluktur. Cenab-ı Hakk'ın men etmesi, vermemesi; gerçek sevgili olduğu için, her işi güzel olduğu için ihsandır. Hazreti Ali Efendimizin(ra) vasiyetnamesindeki şu sözler bu hikmeti yorumlar: "Ey mü'min, Allah ile kendi aranda gani-met kabul etme ve kulların bağışını kendine borç ve diyet bil."

Bazıları şöyle demiştir: "Mahlûkun ihsanının minnet borcu, yoksunluğa sabırdan daha ağırdır." Bazıları da: "Nezahet şerefi, menfaat neşesinden daha fazla sefa verir." Demişlerdir

---------------

Bazı arifler demiştir ki: "Pek ağır hasta oldum. Ama afiyet kazanmaktan fazla hastalığımın devam etmesini arzu ettim."

Ashab-ı kiramdan İmran bin Hasîn Hazretleri(ra) otuz sene kadar yatalak olmuştu. Hiçbir şekilde harekete gücü yetmediğimden yattığı sedirin altı delinerek o suretle def-i hacet ettirirlerdi.

Geçmiş olsun ziyaretine tâbiînden El-Alâ bin eş-Şehîr gelip onu böyle görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı. Hasta ona niçin ağladığını sorduğunda;

"Senin gibi seçkin bir sahabeyi bu halde görüp de ağlamamak mümkün mü?" dedi.

İmran Hazretleri şu cevabı verdi:

"Ey Alâ, benim için ağlama! Zira ben mâbudumun bana layık gördüğü hâlden memnunum. Ben sağ oldukça kimseye söylemezsen sana bir sır vereyim. Bu hastalığım sebebiyle melekler beni ziyarete geliyor, ben onlarla dostluk kuruyorum. Bana selâm veriyorlar, onları dinlemek bana çok büyük bir zevk veriyor."

Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: "Yokluk ve yoksunluk benim hapishanem, hastalık benim bağımdır. Ben bunlarla sevdiğim kulu izzetimin rıza evinde hapsederim.

---------------

İmam Gazalî Hazretleri "Ihya'ul-Ulûm"da şöyle buyurur.

Büyüklerin övülmeyi kötü görmeleri, övülmenin ferah ve gurur vermesi korkusundandır. Çünkü halk tarafından övülen kişiler, Allah Teâlâ gazap ettiği halde halkın övgülerine boşuna sevinmiş ve kalplerini meşgul etmiş olurlar. Hâlbuki gerçekten methedilen Hakk'a yakın olandır, gerçekten kötülenen Hakk ın dergâhından kovulandır. Surette övülen biri, aslında cehennemlik olduğu halde başkasının riyakârca övmesiyle sevinirse, büyük cahillik ve gurur içindedir. Gerçekten övülmüşlerden ise ilâhı lütuflarla ferahlanmalı, insanların övmesini, vermesini kale almamalıdır.

---------------

Cenab-ı Hak gökleri ve yeri İbrahim'e gösterdiği zaman bir adamın günah işlediğini görerek beddua etti. Bunun üzerine o adam derhal helâk olup kendisinden bir iz kalmadı. Birkaç günahkâr da aynı şekilde aynı akıbete uğrayınca Cenab-ı Hak buyurdu: Ey İbrahim, sen ulü'l- azm peygamberlerdensin; hiçbir duan reddedilmez, kabul olunur. Benim kullarıma beddua etme! Zira onlar üç halden birinde olurlar: Ya işledikleri günaha pişman olur, tövbe ederler veya tövbe etmezlerse de onların nesillerinden beni tevhid ve teşbih edecek çocuklar dünyaya gelir. Yahut isyan halinde ölürler de kıyamet gününde huzuruma getirildiklerinde istersem affederim, istersem acıklı azapla cezalandırırım.

Bu hadis-i şerif şu ayetin açıklamasıdır: "Böylece biz İbrahim'e kesin inanç sahiplerinden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik." (En'am/75)

---------------

Ahmed bin Erkam Belhî Hazretleri de şöyle demiştir:

"Bana nefsim,Îsbîcab denilen yerdeki kâfirlerle çarpışmak üzere Müslim ordusu ile birlikte bir gazaya katılmamı teşvik etmeye başladı. Daima fenalığa meyilli olan nefs-i emmarenin böyle en güzel amellerden olan cihadı istemesine şaştım kaldım. Zannettim ki tek başıma halktan uzak yaşadığımdan dolayı üzülüyor ve halkın içinde bulunmak ve insanlar arasında onların saygısını kazanmak istiyor. Bu arzusunu kırmak için gazaya giderken mamur bir yere varırsam da bilinecek bir yerde durmayacağımı söyledim. Ona da razı oldu. Çarpışma sırasında zırhsız ve miğfersiz savaşacağım için ilk hücumda şehid edileceğimden buna benzer savaş sıkıntılarından bahsettim. Hepsini de memnuniyetle kabul etti. Şaşıp kaldım ve çaresiz Cenab-ı Hakk'a yalvarıp: "Yarabbi, kötülükle emrettiğini bildirdiğin nefs-i emmare bana ibadet ve güzel ameller teklif ediyor. Elbette senin sözün doğrudur. Bana bu sırrı ilham et!" diyerek dua ettim. Derhal işin iç yüzü açığa kavuştu. Nefsim hep arzusunun hilafına davrandığım mücahedeme nispetle; günde bin defa ölmek yerine bir kere ölüp şehadet mertebesine erişmek, üs kullar arasında ilelebet güzel bir namla anılmanın daha uygun bir iş olacağını düşünüyormuş. Bu yüzden o sene cihada gitmedim. İnziva halinde mücahede ile vakit geçirmeyi seçmeye mecbur oldum."

---------------

Ebubekir Vâsıtî Hazretlerinin şu sözleri kulaklara küpe yapılacak değerdedir:

"Cenab-ı Hak bir fakire yoksulluğundan ötürü yakın olmaz ve bir zenginden zenginli yüzünden uzaklaşmaz. Dünya saraylarının Allah katında değeri olmadığından bunlar vuslat ve ayrılık getirmez. Sen dünya ve ukbayı Hak yolunda serip feda etsen, bu davranışın seni ahadiyet dergâhına ulaştırmaz. Dünya ve ahiretin tümüne malik olsan bu sebeple ulûhiyet kapısından uzaklaşmazsın. Cenab-ı Hakki yakın olan illetsiz yakındır ve uzak olan da sebepsiz uzaktır.

Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde buyurdu:

Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz " (Nûr/40)

---------------

Zamanında Bağdat'ın en âlimi olan İmam Cevzî Hazretleri evinden medreseye gitmekte iken birisinin şu mealde bir kıta söylediğini işitti:

"Mübarek şaban ayının yirmi günü geçti ve yemeye içmeye engel olan ramazan-ı şerifin gelmesi yaklaştı.Şimdiye kadar gecenin az bir zamanında yiyip içiyorken artık oruç gününe kadar yiyip içmeye devam et.Şarabı ufak kadehle içmeyi bırak! Zira ufak kadehlerle içmeye vakit müsait değil."

Bu şiiri işitince vecde gelip derhal işini bıraktı, ağlayıp feryat ederek Mekke-i Mükerreme'nin yoluna düştü. Ömrünün son nefesine kadar o mübarek beldede ibadet ve taat ile zamanını geçirdi. Cevzî Hazretlerinin dünyayı terk edip ahirete yönelmesine ve ömrünün sonuna dek ibadetle meşgul olmasına bakılırsa bu kıtadan şu manayı çıkardığı anlaşılır:

"Hayat müddetin sona ermekte ve ahiretin dehşetli günleri yaklaşmaktadır.Öyleyse gecelerin az bir kısmında yaptığın ibadeti güneş doğuncaya kadar devam ettirmen lazım.Ömür sermayesi olan vakit öyle azıcık ibadetlerle saadet kazanmaya elverişli değil."

---------------

İkinci Faruk-ı Azam denilmeye değer olan Emevi halifelerinden Ömer Ibn Abdülaziz de kendisine bazı valiler tarafından- "Benim olduğum beldede nimet o kadar çoğaldı ki, idaremde bulunan ahalinin üzerine şükür zayıflığından korkuyorum." diye sunulan bir yazıya şöyle yazarak cevap verdi:

"Ben seni Cenab-ı Hakk'ı bilirsin sanıyordum, meğer bilmiyormuşsun. Cenab-ı Hak bir kuluna bir nimeti ihsan edip de o kul hamd ü sena ederse elbette onun hamdi Hakk'ın nimetinden efdaldir. Eğer bu gerçeği bilmiyorsan Allah'ın kitabına başvur. Cenab-ı Hak Hazreti Davud ve Süleyman'ın dilinden ilim ve peygamberlik nimetine: 'Elhamdülillah bizi mü'min kullarından çoğundan üstün kıldı.' dediler. Cennete giren mü'minlerin dilinden: 'Allah'a hamdolsun ki, sözünde durdu ve cennete bizi varis kıldı buyurmadı mı? Hâlbuki peygamberlikten ve cennete girmekten büyük hangi nimet vardır.

---------------

Hadis-i şerifte bildirildiğine göre;Arasat meydanında her kulun gün ve gece saati olan yirmi dört saat, yirmi dört hazine şekline girecek; her biri dünyada iken işlediği güzel amellerin karşılığı olmak üzere nimet, bağış, zevk ve safa ile ağzına kadar dolu olarak görünecektir. Böyle hâzinelere kavuşanlar sevinçlere gark olurken, boşa geçirilen zaman ise nimetten boş olarak ortaya çıkarılınca fevkalade üzüntü ve umutsuzluğa sebep olacaktır.

Cennete girenler zevk ve sevinçlere boğuldukları sırada dünyada güneşin ve ayın doğması gibi, karşılıklı oturdukları yüksek makamlarına ansızın parlak bir ışık vurduğunu görecekler. Nereden geldiğini araştırdıklarında bunun üstlerinde bulunan, yeryüzünü aydınlatan ışıklı gök cisimlerine benzeyen ashab-ı kiramın yüzlerinden yansıdığını anlayacaklar. Onların yükseklerde buraklar üzerinde hızla uçup gittiklerini ve ilâhı huzurla her an nurlandıklarım görünce hallerine imrenip diyecekler ki:

"Ey din kardeşlerimiz, bu nasıl insaftır? Biz de sizin gibi taat görevlerimizi yerine getirir, Allah'ın emirlerine karşı gelmekten çekinirdik. Sizin bu yüksekliğe ve üstünlüğe ulaşmanızın sebebi nedir?"

Bunun üzerine Rab Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap verilecek:

Ey kullarım, onlar sizin tok olduğunuzda aç, sizin suya kandığını: da susuz, siz giyinik iken çıplaktı. Siz sessiz kalırken onlar Allahı zikr derlerdi. Siz sevinçli iken, onlar anlaşırlardı. Siz rahat döşeğinizde uyuduğunuz gecelerde onlar namazdalardı. Siz güven içinde günler geçirirken, onlar Allah korkusundan titrerlerdi. Bu yüzden cennetin yüksek makamlarına eriştiler.

---------------

Süfyan Sevrî Hazretleri dedi ki: "İlim ancak takva vesilesi olması için öğrenilir. İlmin diğer şeylerden üstün olması, onunla takva elde edildiği içindir. Eğer bu maksat başkalaşır lebelerinin niyeti ilmi dünyaya vesile yapmak sebebiyle bozulur sa elbette onların amelleri ve ahiret ecirleri bâtıl olur, açıkça hüsranda kalırlar. Zira Cenab-ı Hak şu ayette bildirdi. 'Her kim ameliyle ahiret sevabını isterse, biz onun sevabını artırırız. Her kim dünya metaını murad ederse, biz ona dünyadan mukadder olanı veririz, artık onun için ahirette nasip yoktur." (Şûra /20)

Akıllı insan bu fani dünyadan ziyade baki olan âlemle sevinir. O akıl sahibinin bu seçiminin nuru gönlünde parlat ve yüzünde onun müjdesi açıkça görünür.

Dünya dediğimiz bu ibret hayalhanesi, bölünmez cüzlerin birleşmesinden oluşmuş bir hikmet âlemidir. Bu cüzlerin (parçacıkların) her biri daima değişip dururken ve birleşik cüzlerin her an ve saat birbirinden ayrılıp dağılması mümkün iken dünyanın artık tümüyle sonradan yaratıldığında, geçici olduğunda ve her yaratığın da birbirine bağlı özelliklerle meydana geldiğinde şüphe var mıdır? Dünya mademki sebepler ve müsebbipler zincirine bağlı bir geçicilik yurdudur, elbette bu zincirler olmaksızın ileride bir kudret dairesine dönüşeceği bellidir. Bu kudret dairesi de ukba denilen ahiret yurdudur. Fena yani geçicilik dediğimiz şeyde aslında sebepler ve müsebbiplerin birbirine düzenli bağlılığının bozulması demektir. Öyleyse sebeplerin müsebbiplerle olan geçici alakası kaybolup kudret kendini gösterecek, ahiret denilen gerçek durum ortaya çıkacaktır. Bu gerçek yurdun bozulmaktan uzak, daimi bir âlem olacağı tabiîdir. O halde akıl sahibi olgun kişi fani cihanla sevinmez, tersine ondan nefret edip yüz çevirir. Çünkü geçicilikle sevinmek de geçicidir. O da sevindiği şey gibi kaybolacaktır. Bu yüzden aklıselim sahibi kimse, ona asla değer vermez.



Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi (Ahmed Mahir Efendi)Sufi Yay.

Devamını Oku »