Güzel Amel

Güzel Amel

Bir gün Muaz Hazretleri, Resulullah Hazretlerinin(sas) huzuruna ağlayarak gelince Efendimiz buyurdular:

"Ya Muaz, sabaha ne halde girdin?"

"Mü'min olduğum halde!"

"Her hakkın bir delili, her sözün bir hakikati vardır. Senin sözünün delili nedir?"

"Ya Resulallah, ben her sabaha artık akşama yetişmem ve her akşam da bir daha sabaha çıkmam zannederek girerim. Her adı-mı, başka bir adım daha atamam korkusuyla atarım. Kıyamet kopup her ümmetin dizleri üzerine çökerek amel defterlerine çağrıldığını, peygamberlerini ve taptıkları putların yanlarında bulunduğunu görürüm. Cehennemliklerin azap görmelerini, cennetliklerin sevaba ermelerine bakarım

Şu halde ey Muaz, marifet sahibisin! Bu hâle ve bu halttı olan güzel amellere devam et!"

Bu bakış yakın nurunun parlamasından doğan bir keramet eseridir. Bunlar gibi yakın sahiplerine ölüm, paha biçilmez bir hediye olur.

Hikem-i Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir)-Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Hakikat-i Muhammedi Hakkında

Hakikat-i Muhammedi HakkındaHakîkat-i Muhammediyye anlayışının Hıristiyan mistisizminden alındığını iddia etmek ise doğrusu çok zorlama bir yaklaşımdır... Hakikatle bağdaşma­yan bir tutumdur. Çünkü Hıristiyan mistisizmi Hz. Mesih üzerine yoğunlaşır. İslam'da ise tasavvufun etrafında döndüğü merkez ve mihver, Allah Gelle ve A'lâ'ya teveccühtür. Evet Rasûlullâh (s.a.v)'in büyük, şerefli ve kâmil bir makamı vardır ancak 0 (s.a.v),merkez ya da mihver değildir. Şia'dan bir kesimin ve bazı sûfılerin Hakikat-i Muhammediyye’den bahset­tikleri doğru olmakla birlikte bize düşen Hakikat-ı Muhammediyye anlayışına, Hıristiyan mistisizminin dışında bir kaynak aramaktır. Çünkü Hıristiyan mis*tisizmi ile tasavvuftaki bu tür nazariyelerin kaynağı arasında ilişki kurulamaz. Umarım söylediklerim so­runuza cevap teşkil etmiştir.

Rihle Dergisi,Tasavvuf
Devamını Oku »

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

İslam öncesi Arap kadınları da kendi geleneklerine göre giyini­yor, başlarını bir biçimde örtüyor ve süsleniyordu. Ama kadının saygınlığını koruyacak, onu kötülüklerden uzak tutacak nitelikte bir tesettür geleneği yok idi. Evdeki kıyafeti veya tek başörtüsü ile sokağa çıktığında bir mü'min kadını diğerlerinden ayırt etmeye yarayacak farklı bir kıyafet de söz konusu değildi.(Nişaburi,Garaibul Kuran ve Reğaibul Furkan,XXI/32)  Yani uzaktan bakıldığında kadınları, kıyafetleriyle de olsa, birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu...

Kurtubı'nın naklettiğine göre Arap kadınları, genellikle başlarina aldıkları örtüyü arkalarına doğru sarkıtıyorlar; bu yüzden boyunları, kulakları ve göğüsleri açık bulunuyordu.Kimileri de başlarını hiç örtmüyordu.

Allah Teâlâ, mü'min kadınların dışarıya çıktıkları zaman tanınmaları ve saygınlıklarının korunması;yanlışlıkla da olsa herhangi bir saldırıya maruz kalmamaları için kendilerini mümin olmayan kadınlardan ayıracak nitelikte bir örtüyü, kendilerini tanıtıcı bir alamet olarak üzerlerine almalarını şöyle tavsiye etmiştir.

Ayet: 59

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de dışarı çıkarken cilbablarını üstlerine alsınlar Bu, onların tanınmaları ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.''

Bir şeyi kendisine yaklaştırmak anlamına gelen,elbise ile gelince yani, bollaştırdı; üstten aşağıya salıverdi; saldı, sarkıttı, örttü, anlamındadır.

Lügatta örtü/deriyi örten; geniş elbise anla­mındadır. İbn Mesud, Ubeyde” Hasan el-Basrî, Said İbn Cübeyr ve daha birçoklarına göre cilbab, başörtüsünün üzerinden giyinilen rida, gömlek, Arapların bugünkü tabiriyle abâyesidir. İbn Abbas ve

İbn Mesud (ra)'dan nakledilen bir rivayete göre de cilbab,yani, abâye ve cübbe gibi elbisenin üstünden giyilen veya sırta alman geniş örtü demektir.

Kurtubî'ye göre cilbab'ın örfteki manası, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir ör­tüdür.

Müslim'in es-Sahih'inde nakledildiğine göre:Rasulallah, Şayet herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapalım? diye sorulduğunda Rasulullah; kardeşi, ona kendi cilbabını giydirsin,, sokağa öyle çıksın, buyurdu"(a.g.e,XIV/243)

Nesefiye göre “Cilbab’’. yatak çarşafı gibi bedenin tamamını örten büyük bir örtü,(Nesefi,Tefsir-un Nesefi,3/312)Elmalılıya göre ise ‘’Cilbab,baştan aşağı bedenin tamamını örten çarşaf,ferace,car gibi dış kisvesinin adıdır.(Elmalılı,Tefsir,VI/3929)

Nakledildiğine göre,evlerde tuvalet bulunmadığından kadınlar,genellikle akşamları def-i hacet için dışarıya çıkıyolardı.Bu esnada bir kısım namussuz erkekler, karanlıktan yararlanarak kadınlara laf atıyor veya cariyeleri uzaklara götürüyorlardı. Kadın­lar arasında, özellikle hür mü'min kadınlarla cariyeler arasında belli bir kıyafet farklılığı bulunmadığından, mü'min kadınların da zaman zaman aynı saldırıya maruz kaldıkları oluyordu. Bu kimse­ler de sorgulandığı zaman, bilmedim, ben cariye sanmıştım... gibi mazeretler ileri sürüyorlardı. İşte bu durum sebebiyle bu ayetler indirilmiştir.(İbn Kesir,Tefsir,VI/471) Kur'an-ı Kerim'de, mü'min kadınların giyim ku­şamlarıyla ilgili bununla beraber dört hüküm bulunmaktadır.

Birincisi: Nûr suresinin otuz birinci ayetinde namahrem, yani nikâhı helal olan erkeklerin yanında mü'min kadınların yüzleri ve ellerinin dışında, bedenlerinin tamamını örtmeleriyle ilgili hüküm.

İkincisi: Yine aynı ayetin devamında yer verilen baba, amca, dayı, kardeş, yeğen... gibi mahrem olan erkeklerin yanında asgari göbek ile diz kapağı arasını örtmekle ilgili hüküm.

Üçüncüsü: Nûr suresinin altmışıncı ayetinde, hayız ve nifastan kesilmiş olmakla beraber cinsel duyguları tamamen yok olmuş yaşlı kadınlarla ilgili istisnaî hüküm.

Dördüncüsü: Bu, cilbap ayetidir. İlk üç hüküm şart ve ortamın­da süreklilik arzettiği halde bu hüküm, tamamen yaşanılan toplu­mun ahlâki durumuna bağlıdır. Yaşadıkları toplumda mü'min kadınların diğerlerinden ayırt edilmemeleri sebebiyle dışarı çık­tıklarında taciz edilme ihtimali var ise, cilbab olması da şart değil, bir tedbir olmak üzere kendilerini tanıtıcı bir kıyafete veya başka bir alamete ihtiyaç vardır. Fakat mü'min kadınlar, normal teset­türleri içerisinde rahatlıkla dışarı çıkabiliyor ve herhangi bir sıkın­tı verici duruma maruz kalmıyorlarsa, o toplumda böyle bir örtüye de ihtiyaç olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bir kısım emirler illetine mebnidir.İllet  devam ettiği sürece, hüküm de devam eder. İllet ortadan kalktığı zaman hüküm de kalkmış sayılır.



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hamd ile Şükür

Hamd ile ŞükürIbnu'l-Esir demiştir ki, “Hamd ile şükür birbirine yakın manalar taşırlar. Ancak hamd, şükürden daha geneldir. Bir insanı zatî sıfatları sebebiyle övdüğünüz gibi iyilikleri sebebiyle de övebilirsiniz. Fakat onun sadece iyiliğine teşekkür edersiniz; iyiliği olmadan ya da güzel nitelikleri sebebiyle ona teşekkür edemezsiniz Çünkü şükür ve teşekkür mutlaka bir karşılıktır.’’(İbn Esir,en-Nihaye fi Garibi'l Hadis ve'l Eser,Beyrut,1,437)

Methetmek: Hamd, güzelliği ve üstünlüğü sebebiyle yalnız övgüye değer olanı, övmek anlamına gelirken meth, hak etsin etmesin, bir kimseyi ya da nesneyi övmek anlamında kullanılır. Bir nesne, ancak layık olduğu için hamde konu olurken; layık olmadığı halde, hatta övülmekten çok uzak olmasına rağmen bir şey methedilmiş olabilir.
Rağıb el-İsfehanî'ye göre meth ile hamd arasındaki fark şöyledir: ‘’Meth, kişinin hem yaratılışında bulunan hem de kendi iradesi ile kazandığı meziyetlerini, hamd ise, kişinin sadece iradesi ile edindiği, faydası başkalarına yönelik olan meziyetlerini dile getirmektir.’’(Rağıb el İsfehan,El Müfredat,HMD Mad.)

O halde denilebilir ki hamd, güzel ve yüce olanı hiçbir karşılık beklemeden iyi bir lisan ile ifade etmek, şükür ise yine iyi ve güzel olana, bir iyiliği sebebiyle veya başka bir sebepten ötürü teşekkür etmek demektir. Birincisinde hamde sebep, iyi ve güzel olanın bizzat kendisi, İkincisinde ise ondan gelen iyiliktir. Birincisi karşılık değilken, İkincisi ise tamamen bir karşılıktır... Aynı şekilde Hamd, yalnız iradeye dayalı olarak kazanılan, mutlak olarak övgüye layık olan ve hak eden için, meth ise, aynı zamanda layık olmayan ve hak etmeyen için de kullanılır.

....

Hamd kelimesinin başındaki ‘E,L, istiğrak içindir, deni­lir. Yani cinsin tamamını kapsamaktadır. Allah Teâlâ tüm varlık ve nimetlerin asıl yaratıcısı ve sahibi olması sebebiyle Hamd'in ta­mamı Allah'adır. Bu nedenle denilmiştir ki, bir insan, sanatı ya da başka üstünlükleri sebebiyle bir kişiyi övse, yine Allah'ı övmüş sayılır. Çünkü övülen insandaki yeteneği ve tüm güzellikleri ona bahşeden Allah’tır. Bu yüzden onun övülmesi, Allah’ın övülmesi olur. "el" takısının Ma'rife anlamı ise, “Mutlak Övgü” anlamına gelir. Bu da sadece Allah'a özgüdür.

Hz. Peygamber’in şu sözleri de bunu ifade etmektedir: "Al­lah’ım! Senin yüceliğin bütün yüceliklerin üstündedir, senin hamdin de tüm hamdlerin üstündedir. “ Hamd, Allah için olunca, bu aynı zamanda şükür/teşekkür etmek anlamına da gelir. Çünkü Allah'ın sıfatlarının tamamı mutlak övgüye layıktır ve hepsi de aynı za­manda yaratılmışlara, özellikle de biz insanlara O'nun emsalsiz lütfü ve ihsanıdır. İşte bu nedenle ‘elhamdulillah’dediğimizde, aynı zamanda Allaha şükrü de ifa etmiş oluruz.



M.Zeki Duman, 5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

İbadet eden bir kul güzel bir amel işleyip de;

"Yarabbi, bunu ben senin fazlınla, tevfikinle, yardımın ve kolaylaştırman sebebiyle işledim." derse, Cenab-ı Hak onun ibadetini kabul ederek;

"Ey kulum, sen de bana itaat ettin, bana yaklaşma sebeplerini tamamladın!" buyurur.

Eğer o âbid kul, bu güzel amelde fail-i hakiki olan Cenab-ı Hakk'ı unutup kendine bakarak;

"Bu ameli ben işledim ve taati devam ettirerek Hakka vakın oldum." şeklinde kendine varlık verirse, Hak Teâlâ ondan vüz çevirerek;

"Ey kulum, seni o güzel amele muvaffak eden, onu kolaylaştıran ancak ben idim, senin ne medhalin var?" deyip onu reddeder.

Yine insan bir günah işleyip de onu Cenab-ı Hak'tan bilerek;

Yarabbi, sen takdir ve kaza ettin. Senin ezeldeki hükmün ol-masaydı, ben bu günahı işlemezdim." derse, Cenab-ı Hak ona gazap ederek;

"Ey insanoğlu, sen de kötülük ve mâsiyetle cahillik gösterdin!" der, azarlar.

İnsan o günahı nefsine atfederek;

"Yarabbi, nefsime zulmettim, pek fazla kötülük ve cahil hükmü gösterdim." yolunda kusurunun bağışlanmasını dilerse, Cenab-ı Hak lütufla ona dönerek;

'Ey kulum, o mâsiyete ben hükmetmiş, onu ben takdir etmiştim. Şimdi de af ve mağfiret eyledim!" buyurur.
Devamını Oku »

Adalet Hakkında

Adalet Hakkında

Adil olmak yasaklardan şiddetle kaçınmak demektir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd Sûresi, 112) âyeti adaletin zirvesi olarak kabul edilmiştir. Adil insan gidişatı düzgün, kendisinden hoşnut olunmuş kimse demektir. Adl, “doğru hüküm vermek” ve “her şeye hakkını vermektir”. Bir şey, başka bir şeye denk olduğunda onun dengidir denilir. Adl, “bir şeyin değeri ve karşılığı” anlamında da kullanılır. Bütün bu tanımlar “eşitlik” anlamından gelir. Adl haksızlığın zıddıdır. İbnu’l-Arabî, adl kavramını “benzer” ve “meyil” olarak tanımlar. Meyil istikamete meyletmek olan bir işte, istikametin ta kendisidir. Sözgelimi ağacın dalları birbirine girmiş olsa da, gerçekte eğik ve meyilli oluşlarında doğru ve düzgündür, çünkü onlar adaletin gereği olarak, doğal akışlarına göre yayılmıştır.

Adalet düşünce tarihinde büyük erdemlerden biri olarak kabul görmüştür. Çünkü o, hiçbirinin yerini tutmadan bütün erdemleri içeren bir erdemdir ve bütün erdemlerin mihenk taşı konumundadır. O diğer erdemler gibi bir erdem değil, hepsinin ufku ve diğer erdemlerin birlikte var olmalarının yasasıdır. Örneğin cesaret erdemi adaletle yerine getirilmezse o ya korkaklık, yada gözü karalık; cömertik erdemi ise israf halini alır. İnsanlık, mutluluk, sevgi gibi değerler de adalet olmadan mutlak olarak değer taşımazlar. Çünkü sevgide adaletsiz olmak insanları kayırmak ya da taraflı davranmak anlamlarına geleceğinden adaletsizliktir, insanın hem kendisi hem de diğer insanların mutluluğu konusunda adaletsizlik göstermesi bencillik ve rahat düşkünlüğü olarak ortaya çıkar. Çünkü adaletin yokluğunda değerler değer olmaktan çıkarlar.

Pascal a göre “Ben (ego) kendini her şeyin merkezi yaptığı için adaletsizdir. Kendi dışındakileri köleleştirmek istediği için “ben” düşmandır ve tüm değerlerin tiranı olmak ister. Adalet bu tiranlığın karşıtıdır, dolaysıyla bencilliğin, benmerkezciliğin ya da bunlara teslim olmanın reddidir.” Adalet gerçekte başkasını düşünmenin tek hâli ve sevgiye yakın olanıdır. Aristoteles’e göre, “Adaletin zirvesi “hakkaniyettir. Hakkaniyet sahibi insan adildir. Çünkü o bir yasanın zorunluluğu ve yükümlülüğü dolayısıyla değil, bir değer ve gereklilik olduğu için adaletle davranır. Bu da hakkaniyettir. Çünkü hakkaniyet yazılı yasadan bağımsız olarak ele alınan “Doğru’dur. Adalet erdemlerin en kusursuzudur, ne akşam yıldızı ne de sabah yıldızı böylesine harika bir şeydir.” Kant’a göre “Eğer adalet yok olursa, insanların yeryüzünde yaşıyor olmasının bir değeri yoktur.”
İbn Hazma’a göre adalet, üzerine düşeni vermek, hakkın olanı almaktır. Zulüm ise hakkın olmayanı almak, borcunu vermemektir. Lütufkârlık (kerem) ise sana ait olan bir hakkı gönüllü olarak bir başkasına vermen, yine sana ait olan bir hakkı, geri almaya gücün yettiği halde onu başkasına bağışlamandır. Bu aynı zamanda fazilettir.
Eksiksiz bir adalet, nefis terbiyesi ve her çeşit davranışta hakikate bağlılık ancak kusurları itiraf etmekle gerçekleşir. Yüce Allah’ın bir insan üzerindeki en değerli nimeti, onu, hak ve adaleti gözeten, hakkı seçen ve adaleti seven bir karakterde yaratmasıdır. Adalet, her korkulu olanın sığındığı bir kaledir. Öyle ki, zalim olan olmayan herkes, bir başkasının kendisine kötülük etmek istediğini görünce hemen adalete sığınır, zulmü kötülemeye ve kınamaya başlar. Karakterinde adalet olanlar, bu muhkem kalenin sakinleridir.

Diyarbekirli Mehmed Said Paşa’nın  “İnsana Tutulan Ayna” adlı eserinden alıntıdır.
Devamını Oku »

Zühd ve Manaları

Zühd ve Manaları

Zühd ve hakikati hakkında bazıları şöyle demişlerdir:

“Fuzulî (ihtiyaçtan fazla) olanı terk edip umuda Allah’a yönelmektir!

Bir kısım kimseler ise şöyle demişlerdir:

“Zühd, nefsi arzularından uzaklaştırıp; onu, kendisini gören, var eden (tekvin) ve Yaratan a yöneltmektir.”

Zühd, ahiret rahatı için dünya rahatını terk etmektir.

Zühd, insanlar arasında şöhret görüntüsünden kalbi soyutlamak ve tama- mini değil, zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nefsin hissesini almasıdır.

Zühd, dünyayı içindekilerle beraber terk edip, kalbi Yaratanına bağlanmaktır.

Kimi de: “Zühd, elleri tüm gâyelerdenhâlî kılmak ve kalbi itirazdan korumaktır.” demiştir.

Yahyâ b. Muaz er-Râzî (Allah ona rahmet eylesin) şöyle der: “Hay­rın tamamı zühddedir, zühd ise üç şey üzerine bina edilmiştir;Mahlukattan kopmak, alâkalara karşı koymak, bedeni/nefsi yönetmek.Bunları yapmada hayat meşgalelerinden ve şehvet duygularından kurtulmak vardır. Mahlûkatla alakayı kesmede ise AllahuTealaylaünsiyet kurma vardır.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

İnsanlar ve Kavramlar

İnsanlar ve Kavramlar

Bir metni tercüme etmek, bir bakıma onu yorum-lamaktır. Bunun içindir ki, yapılmış ve yapılacak tercümelerin hiçbiri esas metnin yerini tutmayacaktır. Tabiî yine bu tercümelerden hiçbiri bir diğerine benzemeyecektir. Zira her defasında metinle tercüme arasına giren kimse değişmiştir. Bu kimselerle beraber onlara ait kabiliyetler, kültür arka planlan, metne yönelirkenki problemleri ve nihayet peşin hükümler de değişmiştir. Bu durumda, her mütercim kendi donanımına göre bu metne yaklaşacak, onu kendine göre anlayacaktır. Bu takdirde metin, bir ölçüde kendi hüviyetinden çıkacak, bir bakıma mütercimin fikir ve duygularını yüklenip, onları aksettirir duruma düşecektir.

Bu tesbitin ne kadar önemli ve ciddî olduğunu mahut nazariyenin kurucularından birine ait olan “Din Afyondur? şeklindeki tercümede buluyoruz. Bu ifadeyi bu şekilde tercüme eden aydınlarımız,bu apaçık hakiki ya görmemişler veya görmezlikten gelmişleridr.

Marks, Avrupada. .yetişmişti. Din deyince,Hristiyanlığı ve Museviliği anlıyordu.Hükümleri hep onlar üzerine kurulu idi.İslam Hakkında tam ve doğru malumat şurda kalsın,sınırlı bilgileri bile sahip değildi. Bu durumda, bu değerlendirmeyi kelime kelime Türkçe’ye tercüme edenlerin, Türkiye’de din kelimesinden Marks’ın aksine İslâm'ı anlayacaklarını düşünmeleri gerekirdi. Bunun tarafsız ve en isabetli tercümesi herhalde şöyle olurdu: "Hıristiyanlık ve Musevîlik Afyondur" veya “Bazı Dinler Afyondur".

Hem zaten Marks, henüz tatbik sahası bulmamış-ken, kurmuş olduğu sistemin en iyi olduğu hususun-daki iddialarında, çömezlerinden sağlam ve şaşmaz bir iman bekliyordu. Bu durumda bizzat Marks'ın kurduğu sistemin yine bir inanca dayalı olması bizlerin din kavramından bütün inanç sistemlerini anlamamıza müsaade etmeyecektir. Aksi takdirde Marks kendisiyle çelişmiş duruma düşecektir.

Aşağıdaki misal bu hususu açıklığa kavuşturması bakımından önemlidir. Memleketinde sadece zehirli mantar yetişen bir ilim adamının "Mantar Zehirlidir" ifadesini ele alalım. Buna mukabil yurdunda zehirli mantar yetişmemiş ve ayrıca bu mantarın halkın gıdası olduğunu bilen bir mütercimin halini düşünelim. Şimdi mühim bir soru ortaya çıkmaktadır. Acaba bu ifadeyi kendi diline tercüme edecek bu mütercimin, halkın gıdası durumunda olan mantarı kendinde olmayan kusurlarla suçlayarak bu insanların kafasına sebep olacak yanlışlıklar yapmaya ne derece hakkı vardır. Yine acaba zehirli olmayan bir şeye zehirlidir, demek ne derece ilimle, insafla ve tercüme tekniğiyle bağdaşır

Bu ifadenin tarafsız ve en isabetli tercümesi şöyle alabilirdi: "Bazı mantarlar zehirlidir". Şayet yine bu cümle halkın kafasında bir takım karışıklıklara yol açacaksa, o zaman bu ifade metnin ruhuna uygun niyetine en münasip tarzda  dile getirilebilirdi. Mantar Zehirsizdir. Zira mantar zehirlidir diye kendi açısından ne ölçüde haklıysa, mantar zehirsizdir diyen bir kimse de yine en azından onun kadar haklı olacaktır.

Bu çeşit konularda bize yardımcı olacak bir hikaye naklederler. Hikmet arayan talebelerini, filozof hocaları iki gruba ayırır ve bir heykele zıt isti-kametlerden yaklaşmalarını ister. Daha sonra fikirlerini sorar. Heykelin teferruatına daha inmeden ilk cümlede anlaşmazlık baş gösterir. Bir grup heykelin altın olduğunu söylerken, diğer grup gümüş olduğunu iddia eder. Sonsuza kadar devam etme istidadı gösteren bu münakaşayı hocaları yanda kesip her iki gruba diğer cephesiyle heykeli görmelerini tavsiye eder. Meğerse heykel çift yüzlüşmüş ve her iki grup da haklıymış.

İnsanlar kendi bakış açılarına göre hükümler verirler. Bu hükümlerin diğer bakış açılarına göre eksik veya yanlış olması her zaman mümkündür.

Biz bu hususta mantık tarihinde klasikleşmiş bir misalden ayrıca yardım görebiliriz: Avustralya kıtası keşif olununa kadar bütün kuğu kuşları beyaz olarak biliniyordu. Ancak Avustralya kıtasının keşfinden sonradır ki, siyah kuğu kuşlarının var olduğu gerçeği ortaya çıktı. Şimdi kıtanın keşfinden önce bir tabiat bilgininin kuğu kuşların ancak beyaz olabileceğini iddia etmekte ne kadar hakkı var idiyse, bir Avustralyalı’nın da kuğu kuşlarının yalnız siyah olabilceğini savunmakta o derece haklı olacaktı.

Münferit bir tabiat vakıasında bile zıt aynı doğruluk derecesine sahip iken ve hiçbiri bir diğerini nakzetme hakkını kendinde  bulamaz iken,nasıl olur da henüz sınırları bile tesbit edilememiş ve hatta birinin prensipleri bir diğeriyle çelişir durumda olan bir “sosyal müessese" hakkında bu kadar kesin genel geçer bir hüküm verilebilir ve bunun doğru olduğu iddia edilebilir.

Afrika'daki zencinin, Amerika'daki kızıl derilinin, bir Hıristiyanın, bir Musevînin, bir Budistin, bir Taoistin vb.’nin “din" kavramından anlayacağı başka başka şeylerdir. Bir de buna mezhep farkları ilave edilirse, sanki yeryüzünde yaşayan insan kadar görüş ayrılığının mevcut olduğu fikri ağırlık kazanır. Bu durumda tabiat ilimlerinin konuşmadığı kadar kesin bir dille konuşmaya kalkmak, en azından İlmî düşünceyle çelişecektir. Tabiî bu yanlışlar, kendi üniteleri içinde kalmayacak, daha başka yanlışlıkları hazırlayacaktır.

Netice olarak mesele şudur: ‘’Din Afyondur” badesini olduğu gibi Türkçe'ye aktaranlar, “din” kavramından nelerin kastedildiğini, buna karşılık Türkiye’de neyin anlaşılacağını hesaba katmak mecburiyetini kendilerinde duymalıdırlar. Bur sağlam düşünce yapısına sahip olmanın, tarafsız kalmanın ilk merhalesiydi. Hakikati arayan bir kimsenin önüne çıkmış bir fırsat idi. »

Ali Murat Daryal - İslamda İbadetlerin Sosyo-Psikolojik Temelleri
Devamını Oku »

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Kıymetli evlâdım, kişinin bilmediğine sabretmesi kolaydır; sebebi hikmetini bilmez, dolayısıyla hükmünü tam veremez,iyi mi kötü mü, neticesini beklemek üzere sabreder. Bizim yolumuzda sair kimselere sabır daha farklıdır. Bizim büyüklerimiz karşısındaki insanın cibilliyetini, fıtratındaki şerri ve hileleri matuf ihaneti gördüğü ve bildiği halde sabreder. Hükmü verebilecek durumda olmasına rağmen, Cenab-ı Hakk'ın o hükmü huşu etmesini bekler ve hatta âleni bir hıyanete mâruz kalmadıkça elini de o kardeşinden çekmez. Burada meşgul olunması gereken, kendi nefsin ve kalbinde müşahade ettiğin Hakk muhabbetinin dâim olmasıdır.

"Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan." demişler. Böylesi durumlarda kendini müdafaa eyleme ve asla üzülme! Bak, mânâ âleminde ne güzel sohbetlere,iltifatlara ve tesellilere mazhar olmaktasın; yâr ile muhabbet etmeye dahi bu hayat yetmezken, seni anlam ayan ağyâr ile meşgul olmak beyhude değil midir?

Pek kıymetli evlâdım, bir vücut içerisinde nice azalar, cevherler ve maddeler vardır. Vücutta göz de var, kulak da, el de var ayak da;gıdalar, necasetler, zehirler hepsi bir kapta. Sen o vücudun muhabbet mahalli olan kalp civarından düşmemeye gayret et,bunu da ancak ihlâs ile başarabilirsin.

İhlâsta hangi mertebede olduğunu anlaman belli süre içinde pek kolay değil. Fakatşu kadarını bil ki insanlardan gördüğün iltifat ve ihanet senin Hakk'a muhabbetini değiştirmiyor, gönlünün safası bozulmuyorsa inşallah ihlâs makamına kadem (ayak) bastın demektir. Dört bir yandan savaş haberleri gelmekte ve insanların çoğu fakr û zaruret içerisinde inlemekte. Ahvâl böyleyken ve insanların bahçesi gibi olan sohbet ve zikir meclislerinde, kişilerin birbiriyle çekişmesi, gıybet etmesi, sevmeye bahane arayacakken, küsmeye bahane araması Hakk Teala'nın gazaba geldiğinin veyahut geleceğinin en bâriz özelliğidir
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Evlâdım vehim yapma, korkuya da kapılma. Kendi kendine âsude (yalnız) kaldığındaki halinden bahsediyorum. Yani kalbinin atmadığını, nefes alamadığını, dakikalarca bu halin devam ettiğini anlatıyorsun ya, işte o hâl;zikir esnasında Cenab-ı Hakk sana ilham etmekte ki Allah'ın zikri ile daim ve kâim olanların tabiat zincirlerine ve beden zindanına ihtiyacı yoktur. Zira bunlar ve herşey Allah ile daim ve kâimdir. İşte sana gösterildi ki kalp sebeb-i hayat değildir. Nefes de öyle; vesile-i hayattır. Hayatın kendisi değildir. Kişi Allah zikri ile tatmin olsa başka şeye muhtaç değildir. Bir dem olsun sana bunu yaşatmışlar. Eğer korkup endişeye kapılmasaydın bu halin saatlerce devam edebilirdi
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cenâb-ı Hakk bu âlemi muhabbet üzre yaratmıştır. Bu muhabbetini rahmetiyle kuşatmış ve örtmüştür. Bu rahmeti de ilm-i ilâhîyesiyle ihâta edip o ilimde rahmetini saklamıştır. İlim tek başına maksûd ve matlûb değildir. Olamaz da. Rahmetin ve o rahmet içindeki muhabbetin ilimle birleşmesi lâzımdır. Eğerkişi hakîkî ilim tahsilinde bulunduysa muhakkak rahmetten ve muhabbetten nasîbdâr olur. Çünkü kâinat böyle vücûda gelmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın bir meşiyet-i ilâhîsidir(Kâinat nizamına yerleştirdiği kaidedir, murâdıdır.).

Şimdi, ilmi matlûbve maksûd olarak görenler bu idraksizliklerinden dolayı rahmetinden istifade edemedikleri gibi bu mahrumiyetleri onları aşktan da bihaber olmaya sevketmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın sahih ve temiz niyetle ilmi taleb etmeyenlere mâni olması için halk eylediği perdedir. Binâenaleyh maksûdu ve matlûbu Hak Teâlâ olmayanlar bu perdeye ve bu perdenin tuzaklarına takılır kalırlar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i'tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır veöylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah'a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz.

Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk'a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i'tibaren artık vücûd bize ait değildir. HakTeâlâ'nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız.Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emr olunduğumuz gibi ve Efendimiz'den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. "Huzuruna geldim yâ Rabbî." diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ -i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur,tevâzu'yla ve bu emanetin azametiyle rükû'a varırız. Ol sebebden "Subhane rabbiye'l azîm" diyerek azamet sahibi Hazret -i Allah'ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve "Semi' Allahu limen hamideh -Allah hamdedenin bu hamdini duydu." dedirtir. O, Cenâb -ı Hakk'm bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk'a ta'zîm ile rükû' eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ'ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah'a yaklaşması, rükû'dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ'mnkuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb -ı Hakk'ın hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. AllahuEkber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O'nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi'râc sırrınıher rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü'l -mühteha'dan öte Cenâb -ı Hakk'ın mahrem hudutlarında ve huzur -i Rabbanî'de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz.Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz:"Esselâm, kable'l -kelâm -Konuşmadan evvel selâm vardır." Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm.

Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla veirfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye -i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bazı ahmaklar velî zâtlara hürmet ve muhabbet etmeyi dinin dışındaki bir muhabbetmiş gibi bid'at kabul ediyorlar. Böyle kabul etmek, sonradan uydurulmuş olanların yani bid'atların başıdır. Fahr-i âlem(sav) buyurmuyorlar mı: "îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe îmânetmiş olmazsınız." diye.

Adı üstünde Allah velîsi olan zâtları Allah için sevemeyen bir kişi seni beni sever mi? Bu sevgiden mahrum olan kişi Efendimiz'in buyurduğu üzre îmân sahibi olabilir mi? İmânâ eremeyen kişi dünyada ve âhirette huzurlu bir kalb sahibi ve cennet sıfat ve âhirette cennet mekân olabilir mi, ki hadîs-i şerifte 'birbirinizi sevmedikçe' buyruluyor.Yani kemâlinize, nâkısânıza bakmadan birbirinizi seviniz ikazında bulunuluyor. Nâkısı bile sevmek îmân alâmeti iken kâmil-i sevmemenin ne alâmeti olduğunu tefekkür edebiliyor musun? Dikkat et ki, kişi velâyet sahibi zâtlara töhmet etmekle şeytanın adımlarını takip eder. Bu nev'î insanlar bir müddet sonra nâfile ibadetleri terk eder ve hatta ashâb-ı kirâmı da hafife alır hale gelirler. Sonra daha da ileriye giderler.

Efendimiz(sav)'in sünnetinden ayrılır, sünnet-i şerîfelerini de küçümserler. Onlar bilmezler ki Allah velîlerine dil uzattıkları için Resûlullah Efendimiz onlardan nazarlarını çekmiştir, ol sebebden Efendimiz'e muhabbet edemezler. Efendimiz'e tâbi olmayı onun sözünü ezber etmek, tarihteki ma'lûmatı hafızaya almak zannederler. Ve neticede Allah Teâlâ muhafaza eylesin, Hak yoluna tevdi' ediyorum zannederken kendi benliklerinden görünür, insanları bâtıla sevkederler. Böylece, yani velâyeti inkâr ederek kendilerini tercih ettiklerinden kendi benliklerinden görünür, Allah velîsi olarak kendilerini ilân ederler. Allah velîsine bakarsın,Cenâb -ı Hakk'ın muhabbetini, nurunu müşahede edersin. Velev ki âyet okumasın, hadîs-i şerîf nakletmesin.

Huzurunda bumu habbetle dolaşsın. Kaldı ki onlar âyet-i kerîme ve sünnet-i şerife üzre oturup kalkar ve hep bu nurla kişileri hidayete sevkederler. Amma öteki herife bakarsın, lisânında âyet, din vardır. Fakat halinde ve kelâmında küfür kokusu, benlik ve enâniyet âşikâre zâhirdir. Velilik yoktur. Bu nev'î haller yoktur derken o yokluk beraberinde bir isbat gerektirir. Peki neyi
isbat eyler? Halleriyle, duruşuyla ve kelâmıyla sadece kendi benliğini isbat eder. İşte bunlar tevhîd üzre değil, tefrik ve dalâlet üzre olan insanlardır. Koyun postun bürünmüş, vahşi kurttan daha tehlikeli yol kesen eşkıyadandır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalbdeki doğru hissiyatın aklı îkaz etmesi, aklın da bu îkaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hissiyatla hakîkî ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de ma'lûm olandan meçhulü bulmayı, mânâ sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder.Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz.

Kur'ân-ı Kerîm'de Ebu Cehil aleyhillâne için "fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü" mânâsına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur'ân-ı Kerîm'e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki sonra ne oldu? "Bu ancak bir beşer sözüdür." dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil'in süflî derekesini işaret ederek "Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın." mealindeki tehdidiyle îkaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! İmân kalbîdir. Kalbte o îmân nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalb îmânın mazharıdır.

En büyük ilim Allah'ı bilmek ve îmân etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu îmâna hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb -ı Hakk'a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta'yin edilen bir vücûdu vardır. Ol sebebden Allah'ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb -ı Hakk'tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebebden dolayıdır ki kalbsiz ve îmânsız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler.

Zîrâ ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakîkî ilmi yani îmânı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir. Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalb ile izdivaç
etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak va'detmiştir. Kâbe'de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, teb'asına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez.Parça parça olan bu nefis bir olan Allah'ın birliğini, Fahr -i âlem Efendimiz'in nurundaki birliği, sırat -ı mustakîm'in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zîrâ bu mânâyı cem edecek bir vücûda, bir mânâya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neş'e gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır.

Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir?Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çok muhteşem bir sözü vardır,Mesnevî -i Mânevî'de. O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: "Kâfirler maymun iştahlıdır." Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek mânâsını anlayamamıştım.

Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret -i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani "Kâfirler
Hakk'a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir i'tikadları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk'a nisbeti olduğunu, Hakk'ın müsaadesiyle zuhûr ettiğini farkedip bir şekilde îmân cihetine tâbi olurlardı. Amma öyle olmadı. Zîrâ küfürleri bile samimi değildir." denilmek isteniyor.

Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliği nive bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki durum böyleyse Hak Teâlâ'ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakîkaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk'ın nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene!Cenâb-ı Hakk îmân, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevketmiyor mu? Taklîden îmân kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken îmân kişiyi İslâm'a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb -ı Hakk'a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır,vâsıl kılar)-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hak celle ve âlâ Kur'ân -ı Kerîm'inde "Elestü bi rabbüküm" buyuruyor. Yani "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Kullarının da cevaben "Belâ"yani "Bilakis(Yâ Rabbi, sen bizim Rabbimizsin.)" diyerek tasdik ettiğini beyân buyuruyor. Cenâb -ı Hakk "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorabilirdi. Amma kelâmında böyle buyurmadı, bu, muhakkak bir sebebe mebnîdir. Müfessirler ve âlim olan zâtlar bu âyetin tefsirinde şu hikmete dikkat çekmişlerdir: Hak Teâlâ "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorsa belki şuursuzca, tefekkür etmeden hatta korkudan, bilmeden tasdik edilebilirdi. Ama suâl menfî soruldu. "Sizin Rabbiniz değil miyim?" suâline muhâtab olan kişide, Hak Teâlâ'yı Rabbi olarak tasdik etmezse kendisini nasıl bir
musibetin bulacağını ve Allah'sızlığın nasıl bir helâk olduğunun derdini idrak vardır, bu yüzden o idrakle, şuurlu bir şekilde "Belâ"diye cevap verdi. İşte bu arzettiğim tefsirin az evvel bahsi geçen mevzuları nasıl cem ettiğini farketmişsindir. Yani ruhlar âlemindeyken bile bizler tefekküre, şuurla îmâna sevkedildik. Bu sevkedilişte dahî derde talib olduk. İnsan derdini idrak etmekle dermanı müdrik kılındı. Ol sebebdendir ki, mü'mînler o kimselerdir ki onların derdi Allah'tır ve Allah'tan ayrı kalma korkusu mânâsına gelen takvadır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatırıma gelmişken hemen söyleyeyim; yeni yeni âdetler çıktı. Geçenlerde maalesef bir arkadaşımız konuşurken tevafuk eyledim. O kişi vefât eden tanıdığı için "Toprağa verdik." deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Yâ hû, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu, diyeceğiz. Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki, biz Allah'tan geldik, yine Allah'a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki!

Ve inşâallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa sırlanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, âhirete o sırla nurlar gibi doğarız inşâallah.Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evlâdının söyleyeceğini bilseydiler bu nev'î sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahî yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisân bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebebden Allah Teâlâ, halîfe olmamız hasebiyle lisânlarımızı kelâmıyla süslemiş ve indirdiği Kur'ân -ı Kerîm ile lisânımızı dahî ıslah eylemiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Ömrün uzunluğundan ziyâde bereketli olması ehemmiyetlidir.

Öyle insanlar vardır; âdetâ ceset içinde cansız yaşarlar. Sinni(yaşı) neredeyse asrı(yüz seneyi) bulmuştur. Ama kalbinden, ruhundan hatta kalıbından bile habersiz yaşamıştır. Niceleri de vardır ki ömür olarak kısa lâkin amel olarak çok uzun ve bereketli hayat sürmüşlerdir.Bak Sultan Selim Han'a. Yedi, sekiz sene içerisinde dünyayı dize getirmiş bir padişahtır. Derler ki, altı sene daha yaşasaydı yeryüzünde İslâm'ın bayrağının dalgalanmadığı hiçbir toprak parçası kalmayacaktı. Çok bilinen bir şahıs olduğu için Sultan Selim Han'dan misal verdim. Yoksa nice zâtlar gelmiştir. Sayısı Allah'ça ma'lûm olan bu şahıslar kısacık hayatlarına âlemleri sığdırmış, âlem onlarla ihya olmuş, onlar bu âlemde yaşayıp, ölüp gitmemişler, âhirete ve dünyaya sultan olmuşlardır. Tabiî ki hem yaşça hem halce uzun ömür Allah Teâlâ'nın husûsî bir lütfü ve ihsanıdır. Cenâb -ı Hakk halimizide, yaşımızı da pîr eylesin. Hep o muhabbetle bir eylesin.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bereket dedik, söz bereketlendi. Bunu niçün anlattım evlâdım?
Şunun içün: Yemek bitti, denmez. Şimdi dersin ki; "Ya hû şeyhim, biten yemeğe neden 'bitti' demeyelim?" Demezsin ya, ben yine de sebebini îzah edeyim: Allah Teâlâ lûtfuyla bizi rızıklandırır. O rızık cümlesinden önümüze lokmamız gelir. Lokmayı besmele ile yersin. Tamamladıktan sonra'elhamdülillah' diye lisânen şükrünü edâ edersin. Fakat biter mi? O lokma sende vücûd bulur, besmeleyle, hamdeleyle vücûduna dâhil olan o taam(yemek) bir mü'minin kursağından geçtiği için kendi lisân-ı haliyle Cenâb -ı Hakk'a şükreder.Sen o gıdanın kuvvesiyle ibadet taat, zikir, fikir ve mahlûkata hizmet edersin. Böylece vücûdunda fâni olan lokma senin ibadet taatınla tekrar vücûd bulur. Sendeki vücûdla onun hayat bulması ve senin Cenâb -ı Hakk'a şükür halinde bulunman vesilesiyle nimet çoğalır, artar. Âlem değiştirir. Cennette ikrama, âhirette devlete vesile olur. Yani bu vücûd orada daayrı bir vücûd bulur. Lokma sende fâni oldu, vücûd buldu. Sen taatla kendi vücûd lokmanı fâni ettin, vücûd buldun.Cenâb -ı Hakk seni vücûdsuz mu koyacak? Hâşâ, Cenâb-ı zü'l-Celâl Hazretleri de sana ilâhî hazinesinden bir vücûd verecek.Şimdi böyle baktığında sen o lokmaya 'bitti' diyebilir misin? Bu mânâya işaret etmek için, 'bereketlendi' dersin. Yani zâhiren kayboldu, bâtında vücûd buldu, o vücûdla bereketlendi, ziyâdeleşti. Çok küçük gibi görünen bu ifade çok büyük mefhumu ve idraki beraberinde getirir. Meselâ; meydan terbiyesinde şu kadarcık edebi sözle tâlim eden bir zât anlar ki maldan infak edildiğinde mal bitmez. Candan infak edildiğinde beden çökmez. Mü'minlerle paylaşmayı ve infak etmeyi kendisine şiar edinir. Allah yoluna sarfedilen şeyi tükendi, bitti kabul etmez. Küpü boşaltacaksın ki yerine dolsun. İnfak etmeyen kişi tazelenemez. Bereketten de nasîbdâr olamaz.



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok hoşuma giden bir latîfe var. Onu zikredeyim de birazefkârımız dağılsın. Adamın biri işrak vakti camide namazını kılmış, yani üzerine güneş ibadet taat ve zikirle doğmuş,câmiden çıkıyormuş. Avluda karşısına nur çehreli bir pîr gelmiş. Selâmlaşmışlar. Gelen zât bizim adama "Efendi, bir isteğin var mı, hâcetin var mı?" diye suâl etmiş. Adamcağız tin "Estağfirullah teşekkür ederim, hiçbir hacetimiz yok, sizin bir arzu isteğiniz varsa yapmaya gayret edeyim." demiş. Gelen pîr adama "Ya hû ben senin için buraya geldim, hizmet edeyim diye. Ben Hızır'ını demiş." Lâkin bizim adamdan yine ses yok. "Teşekkür ederim, efendim. Siz başka ihtiyaç sahiplerine bakınız, benim herhangi bir hâcetim yok." demiş. Hızır olduğu anlaşılan zât adama çıkışmış: "Ya hû sen ne biçim adamsın!Herkes beni bulmak için adaklar adar, dualar eder. Biz senin yanma geldik, hiç i'tibar etmezsin." O zaman, bizim o sakin adamcağız birden celallenmiş. "Bana bak mübarek!" demiş. "Ben bundan yirmi beş sene evvel inim inim inliyordum. O kapı, bu kapı dolaşıyordum. 'Yâ Rabbî, Hızır mı gönderirsin, hâzır mı gönderirsin, Senin hidayetine beni eriştir.' diye dua ediyor, yalvarıyordum. O zaman gelmedin. Eh elhamdülillah biz şimdi bir pîr kapısı bulduk. Oradan da nasîbleniyor ve elhamdülillah aşkullahı ve muhabbet-i Resûlullah'ı meşk ediyoruz. Şimdi gelip de benim bu sakin halimi bozma, başka müşkili olanlara git, beni de meşgul etme. Zîrâ râbıtama mâni oluyorsun." demiş. Selâm vererek oradan uzaklaşmış.Bendeniz bu latifeye pek gülerim. Amma sen sen ol, Hızır sana uğrarsa böyle yapma. Merak etme, o dahî pîr eşiğinde bulduğun devlettir. Yol tevhîd yoludur, şaşı olma.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'u fethettikten sonra hocası Akşemseddîn -i Velî'ye, "Bu fetih bize müyesser oldu lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin Müslümanların elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?" diye sormuş. Hacı Bayram -ı Velî Hazretleri'nin halîfesi olan Akşemseddîn -i Velî Hazretleri bu mes'eleyi Cemâleddîn -i Halvetî Hazretleri'ne havale etmiş. "Beraberce gidelim, Hz. Şeyh'ten bunu suâl edelim." demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn Aksarayî Halvetî, Fatih Sultan Efendimizin bu sorusunu izn-i ilâhî ile şöyle cevaplamış: "Ey oğul, bu belde-i tayyibenin(güzel beldenin, İstanbul'un) kıyamet sabahına kadar küffâr eline geçmesini istemiyorsan öyle,bir nizam kur ki, her gün yetmiş bin kelime -i tevhîd bu mübarek beldenin semâlarına yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin olur." Hemen bunun üzerine Sultan Fatih Mehmed Han zikir halkalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii, ki, diğer adı Câmi -i Kebîr'dir: Halvetîlere,Edirnekapusu'ndaki Kâriye Câmii ricâl-i Nakşiyye'ye havale edilmiş. Bunun gibi birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş. Şerîat üzre bina olunan o mescidlere tarikat ehli sûfiler ta'yin edilmiş.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bunu unutma... İyi belleyesin...Cemiyetlerdeki ve fertlerdeki nurlanma aileden başladığı gibi, gene ailedeki zulüm ve şekâvet cemiyetlerin çöküşünü hazırlamaktadır. İhya ve imha ailede başlar...


Erkeğin nefsi hanımında zuhur eder, kendini gösterir. Kadının nefsi de çocukta tezahür eder. Bunlar birbirine bağlıdır. Erolan kişi hem kendinin ıslahına hem de hanımların terbiyesine gayret edecek, o nurdan nasîbdâr olan hanımlar da cemiyeti i'mara memur olacak, ancak o zaman işler dört başı ma'mur olacak bilesin

İhsan Efendi oğlum... Bendeniz nice analar gördüm... Sineleri Allah ve Resül aşkıyla yanıp tutuşan.,. Yüzüne baktığında iffetin ve ibadetin güzelliği yüzünden yansıyan... Gözünde yaş, elinde teşbih, dilinde zikir, duaları redd olunmayan...Ayıpları örten, cemiyeti ıslaha çalışan, gıybetin zinadan şiddetli bir günah olduğu şuuruyla herkese hüsn-i zanla ve mürüvvetle muamelede bulunan, Allah için seven ve herkes tarafından sevileri nice analar.... Ve nice hanım kızlar bilirimki gece ibadetinin solgunluğu yüzüne nur olmuş, nur-i îmânla mahlûkata nazar etmek gözlerine sürme olmuş.Gençliklerinin emanet olduğunu, ahlâk ve ilmin en kıymetli ziynet olduğunu, en güzel elbisenin de takva olduğunu idrak etmiş nice îmânlı kız evlâdı var... Bakarsan bağ ölür; bakmazsan dağ olur, demişler.

Bu insanlar gökten zembille mi indi?Tabiî ki hayır. Ama yerdeki fitneden, cehaletten ve şehvanî isteklerden ilimle, irşadla sıyrılıp yükseldiler. Eskiden bu nev'î insanlar daha çoktu. Ahlâkı bozuk, ahlâksızlığı alenen yapanlar acaba gökten taş gibi mi düştü, diye bakılırdı. Şimdi ise güzel ahlâk üzre olanlar acayip karşılanıyor. Geçenlerde bir hâdise duydum. Hatta şâhid olanları dinledim. Çok' üzüldüm.

Yedi ceddi şeyh olan bir aile Avrupa'da seyahat ve ikamet ederlerken sanki eskiden zorla îmân etmişlermiş gibi hem ibâdâtı hem tesettürü bırakıvermişler. Öyle kalsa gene bir derece. Bu yetmezmiş gibi tesettürlü Müslüman kardeşlerimizide bağnazlık ve mürtecîlikle(gericilik) itham eder, levm ederlermiş(kınarlarmış).

Din ve îmân, içindeki hissiyatmış, önemli olan kalbin pâk olması ve âleme sevgi ile nazarmış. Bak şen şu işe oğlum, bunlar yeni değil, bu sapık i'tikad evvelden devar. Yâ hû, kalbleri en iyi bilen kimdir? Hz. Allah (cc). O Hak Teâlâ ki Kur'ân-ı Kerîm, Kelâm-ı Kadîm'inde, Sûre -i Mülk'te ne buyuruyor? “Her şeye hiçbir şeyin ihâta edemeyeceği şekilde muktedir olan o Allah ki ölümü ve hayatı yarattı, ki sizin hanginizin en iyi ameli (işi) var ortaya çıksın, âşikâr olsun.” buyuruyor. O halde düşünmez mi ki bu ahmak insan, kalblerien iyi bilen Allah Teâlâ bile kuluna amel güzelliğini zâhir eylemesini emrederken kullan nasıl amellerindeki bozukluğu ile temiz kalbini arzetmeye kalkar. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Bir devletin kanununu ihlâl eden ve eşkıyalık yapan,ben devletime âşığım, vatanperverim, dese devletin kadısı bu çürük mazereti suçun hafifletilmesi veya cezanın iptali için
vesile kabul eder mi?

Efendimiz(sav) ibadet hususunda başımızın tâcı Fâtımâ Annemiz'e ; “Kızım Fâtımâ, babanın resûl, peygamber olmasına güvenerek sakın sakın ibadetini ihmal etme” buyurmadı mı? Hem mâdem kâinata muhabbetle ve şefkâtle nazar etmek lâzımdır deniliyorsa niçin dinini titiz yaşayanlara dil uzatıyor ve onları levm ediyorlar? Ah evlâdım, bu kokuyu iyi bilirim,bunda rahmani koku yok. Asırlardır îmânın misk ü amber kokusuna tahammül edemeyenler, karşımızda tir tir titreyen leş kargaları, Allah korkusu ve Muhammed kokusu olmayanlar, kendilerini de korkutmayan Müslüman tipinde cenâbetle yetiştirmeye gayret ediyorlar.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Nefsini bilmemek ve ilimden mahrum olmak gadabı celbeder. Gadap, hakkı ve hukuku tamamen unutup nefsini kâim kılmak sıfatının cebren kendisini göstermesidir. Ol sebebden gadap hilmiyetle teskin olmazsa yaptığı tahribada ve zararla kişinin yakasını bırakmaz. Akabinde kişi şehevâni zevkleri artmış ve bedenî zevklerini tatmin ile eyice Hak'tan uzaklaşmış olur. Bu acayip bir şeydir. Gadap şehveti besler. Hakk'a ibadetten mahrum olan kişilerin en bâriz özelliklerinden biri kendi kudretleriyle her şeyi yapacaklarını zannetmeleridir. Hak'tan gâfil olmak kibrin neticesidir. Kibir, hakkıyla tevhîd edememenin yani şirkin hastalığıdır. Kibir derinlerde ve kişilerin bâtınına çöreklenmişbir illettir.

Bu illet gadap ve şehvetle kendisini gösterir. Lâkin gadap şehvetten tehlikelidir. Çünkü gadap benliğini tam kabullenme halidir. Şehvet ise benliğini zevke âlet etmek veya zevkle memnun etmektir. Gadap, şehveti besledikçe şehevânî örtü gafleti ziyâdeleştirir, gaflet perdelerinin ağırlığı kişiyi önce ibadet taatın zevkinden, zikir ve sohbetin ülfetinden, Hak dostluklarının nazarından soğutur ve neticede kişi esir -i şehvet olduğunda ye'se ve ümitsizliğe düşerek hem ibadetten hem hakan abitlerden tamamen uzaklaşır. Etrafında tıkırtı duysa, ansızın huzuru bozulsa hemen korkuya ve evhama kapılır. Çünkü kaidedir: Hain kişi korkar. Nifaktan kurtulamadığı için devamlı nefsanî korkularla ömrünü harceder. Bu korkulan izâle için mal mülk edinir, sahte muhitlerde sahte dostluklar kurar. Yani işte şu an dünyadaki insanların ekseriyetinin haline dönüşür.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Osman Efendimiz bir gün huzuruna gelen kişiye “Git abdest al tekrar gel, hatta guslet.” buyuruyor. O kişi “Benim guslüm var, abdestim de var.” diye mukabelede bulunuyor. Cenâb-ı Osman Efendimiz “Sen kalk abdest al, guslet tekrar gel.” deyince, o kişi inatla ve küstahça “Ne oluyor ya Osman, şeriatı değiştirip yeni yeni kaideler mi ihdas ediyorsun?” deyince Hz. Osman Efendimiz usulcacık o adamın kulağına “Gelirken yolda falancanın haremine öyle bir şehvetle baktın ki o şehvetin izi ve senin vücûdundaki lekesi hâlâ durmakta. Git tövbe et ve Cenâb-ı Hakk’a ta’zim için abdest al.” diyerek ikazda bulunuyor.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Pîr Molla-yı Rûm Mevlânâ Celâleddîn buyurur ki: “Herhangi kötü sayılan fiili, tek başına işlerken utanmazsın, ama onu başkasının yanında yapmaktan çekinirsin. Halbuki sen hiçbir zaman tek kalmazsın. Dâimâ Hak Teâlâ’nın murakabe nazarındasın. Kendisinden utanılmaya, haya edilmeye en lâyık olan zât Hazret-i Allah’tır. Halktan utanır da esas kendisinden utanılacak zâta karşı nasıl öyle hayâsızlık edebilirsin?”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yâ Rabbî, biz yoktuk Sen bizi vareyledin ve fâni olarak halkeylediğin bir âleme sevkettin, kendinden haberdâr ettin, gene fâni olmak üzere, bir seyir içerisindeyiz ve hızla bu fânilik üzerimizde işini görmektedir. Lâkin Yâ Rabbî biz bu arada tüm bunlar olurken Sana âşık olduk. Bize merhamet eyle Yâ Rabbî, bizi dûr eyleme Yâ Rabbî. İlle de fâni olacaksak Senin cemâlinde ifna eyle hatta cemâlinde bizleri kâim eyle…”

Hz Mevlana
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.
Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin.

Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir.

Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi bak İhsan Efendi oğlum, daha çocukluğumuzda bize öğretilen bir muhaverat(konuşma) şekli vardır. “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevaben “Elhamdülillah” deriz, “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna ise, “Kalû belâdan beri.” cevabını veririz. “Kalû belâ ne demektir?” suâline ise “Elestü birabbiküm’ün cevabıdır.” diyerek mukabelede bulunuruz. Sen de bilirsin, tıfıl çocuklar da bunu bilir.

Yani bu suâl ve cevap şekliyle büyüklerimiz, Müslümanlığın bize ezelden Cenâb-ı Hakk’ın lütfü olduğunu, buna hamdetmemiz gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Ve bu îmânın ruhlar âleminde ikrarımızla sabit olduğunu anlatmak istemişlerdir. Şimdi gelelim buraya, zât-ı âliniz düşünebiliyor mu, bizler ruhlar âlemindeyken Allah’ın îmânına mazhar olacağız, hâşâ Efendimiz dalâletteyken îmâna mazhar olacak ve kırk yaşından sonra da peygamber olacak. Yâ hû bu nasıl bir anlayıştır, ne sakat bir görüştür. Güzel evlâdım, enbiyâ yani peygamberlerin hepsi ruhlar âleminde seçilir. Bir adam çalışmakla, muntazam bir hayat sürmekle, efendim şu sebebden bu sebebden peygamber oluvermez. Elma ile armut değil ki bu. Nebilerden bahsediyoruz. Peki “Kırk yaşında peygamber oldu.” demekle ne kasdedilir? Peygamber Efendimizin nübüvvetinin kırk yaşındayken ilân edilmesi kasdedilir.

Yoksa “Kırk yaşında peygamberlik geldi.” demek ahmakça bir sözdür. Efendimiz saadetle buyurdular ki: “Adem toprak ile su arasındaydı, henüz cismi bile teşekkül etmemişti, ben peygamberdim.” Hatırladığım kadarıyla Sünen-i Tirmizi’de bu hadîs-i şerif zikrolunmuştur. Hadîs-i şerîfin metnine dikkat edersen, insandım veya ruhtum, demiyor. Resûldüm, diyor. Resûl ne demek? Kitap sahibi ve ümmeti olan zât demektir. Efendimiz daha semâvâtın nakşı olmadan, nev-i beşerden mevcûdatın haberi olmadan evvel risâlet tahtında Kelâmullah’ın mazharıydı. Sonra bu âleme geldiğinde ruh-i Muhammedîye’sinde bulunan o kelâm kırk yaşında tezahür eyledi.



Şimdi hatırıma gelmişken, bazı ahmaklar vahyin gelişini de yanlış aktarırlar. Malûm hâdiseyi biliyorsunuz, meşhurdur. O sebebden kısaca sadece bir bölümünü zikredeceğim. Cebrail(as) geldiğinde “Oku” diyor Efendimiz’e, “Okuma bilmem.”buyuruyor Efendimiz, sonra Cebrail(as) Efendimizi sıkıyor, tekrar “Oku” diyor, Efendimiz aynı şekilde mukabelede bulunuyor, Cebrail(as) tekrar sıkıyor.

Efendimiz “Ne okuyayım?” buyuruyor ve bunun üzerine de işte ma’lûm ilk âyetlerin zuhûru ve Hazreti Cebrail’in Alâk sûresinin ilk âyetlerini okuması mevzu’u vardır. Şimdi bu hâdiseye de, ilmi ve aklı noksan bazı kişiler, anlamayarak kendilerince yorum yapmaktadırlar. Güzel evlâdım, Hak Teâlâ ümmî olan bir zâta niye okumasını teklif etmiş olabilir? Buradaki okumaktan murâd Efendimiz’in sadrında bulunan mânânın zuhûruna davettir. Yoksa Cebrail(as) hâşâ Efendimiz’e işkence ederek sıkıp bırakıp sonra sıkıp bırakıp zorla mı okutmuştur? Buradaki nezaketi de anlamazlar ki, o kucak kucağa sarılma ve sadrın sadra akmasıyla ilgili bir hikmettir. Cebrail(as) Efendimiz’in sadr-ı Muhammedîye’sinden aldığı izinle gene ona âyetleri okumuş, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın kelâmı için âyine olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm Cebrail’e indirilmedi ki, Resûlullah Efendimiz’e indirildi. Fesübhânallah. Cenâb-ı Hakk irfansızlıktan bizleri muhafaza eylesin.

Güzel evlâdım, Duhâ sûresine tekrar nazar edip dönersek oradaki “elem yecidke” kelâmından murâd lûgattaki “bulmak” mânâsında değildir. Hak Teâlâ neyi kaybetti ki bulacak? Hâşâ, kâinatı dolaşıyordu da Mekke-i Mükerreme’de en uygun kişiyi, güzel ahlâklı bir yetimi mi bulmuş! Mümkün mü böyle bir şey? Peki nedir? Bu kelâmda geçen mânâ “bulmak” mânâsına değil “icad” mânâsınaadır. Yani buna göre “Rabbin seni yetim olarak îcad etmedi mi? Yaratmadı mı ve böylece seni muhafaza etti.” ‘Yetim’ kelimesi için müfessirler genelde insanların anladığı mânânın uzak olmadığını söylemişlerse de, burada zikredilen yetimin “dürr-i yetim” olduğunu ifade eylemişlerdir. Tam karşılığı “yetim inci”dir. Bu tâbir, eşi benzeri olmayan nadide inciler için kullanılır ki çok çok ender bulunup başka hiçbir inciye benzemeyecek özelliğe sahip kıymetli inci mânâsınadır. Dürr-i yetim olarak tefsir edilirse “Rabbin seni eşi benzeri olmayan bir inci gibi îcad eyledi de kıymet bilmeyen câhiliye gürûhu arasında muhafaza etmedi mi?” manası verilir. Şimdi bu burada kalsın.

“Dall’en” tâbirine gelince. Bazı terbiyesiz herifler Duhâ süresindeki bu âyeti okuduklarında “Sen sapmış olarak bulundun da Allah sana hidayet etmedi mi?” gibi ancak Resûlullah’a düşman olanların söyleyebileceği sözler sarfediyorlar. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in şikâyetinden emin eylesin ve bu zâtlar hakkındaki şikâyetlerimizi îmânımıza delil eylesin. Neûzü billah(Allah’a sığınırız.). Bir kere “dall” kelimesinin lûgatta birçok mânâsı vardır. Amma Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere mânâ verilirken muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına müracaat lâzımdır. Kur’ân’ı yine Kur’ân tefsir eder. Sûre-i Yusuf’ta Yusuf(as),un Mısır’dan gömleğini babasına gönderdiği esnada, babası Hazret-i Yakub(as) yanındakilere “Sizler bana çok yaşlandığı için şaşırıyor, demeseniz ben hakîkaten Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi. Sûre-i Yusuf’un 95. âyet-i kerîmesinde Yakub(as)’un bu sözüne karşılık yanında bulunan ümmetinden olan kişilerin “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun.” dedikleri buyrulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde dalâl kelimesinin “sapkınlık ve hidayetten mahrum olmak” şeklinde tefsirinin söz konusu olamayacağını söyleyerek böyle bir durumda yanındakilerin kâfir olması îcab eder, demektedirler.

Zîrâ peygambere sapık demek kişinin kâfir olması demektir. Bunun için dalâl kelimesi ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzre olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri meâlen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bu coşkun hal üzereydin. Hak celle ve âlâ sana vuslatını ve kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini belli beyân kılmadı mı, seni Rabbine âşık olarak îcad etti de sonra bu muhabbetin îcabı olan kurbiyyete(yakınlığa) mazhar kılmadı mı?” şeklinde ifade edilebilir. Sûrenin devamındaki âyetlere ismini zikrettiğim tefsirden bak. Şu andaki hâlet-i ruhiyem daha fazlasını yazmaya müsait değil.

Amma şu kadarını söyleyeyim ki; sûrenin devamındaki âyetlerde geçen yetim, sâil kelimelerinde muazzam derinlikte mânâlar ve mefhumlar vardır. Ayrıca kalb-i Muhammedîye’ye işaret vardır. Kalbinle mütalaa et, ruhunda bu mânâ zuhûr edecektir. Âlim, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu hissiyata mazhar olmuş zâta denir. Sadece metin okumakla âlim olunsaydı bizim buradaki papazlara da âlim denirdi. Zîrâ onların dinimiz hakkında epeyce malûmatları vardır. .
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

SON
Devamını Oku »

Metin Karabaşoğlu - Hakikatin Dengesi ''Notlarım''





Hayat bir yolculuksa, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın her bir sünneti doğru yolu gösteren bir pusula niteliğindedir.

İnsan, ancak onun kılavuzluğunda önüne çıkan binlerce ihtimal ve bunca seçenek arasında istikameti bulabilir.

Sözün kısası, insan için, hakikati bulmak yeterli değildir.

Hakikatin dengesini de bulmak gereklidir. Bu ise, ancak pusulası sünnet-i seniyye, kaptanı Resûlullah olan bir hayat gemisinde mümkün olabilmektedir.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi






Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre, Resûlullah aleyhissalâ tu vesselam, bir gün Hz. Ebu Bekir’e sorar: “Vitri ne zaman kılarsın?” Cevap şu şekildedir: “Gecenin başında, yatsıdan sonra!” Bu cevaptan sonra, Resûlullah Hz. Ömer’e yönelir: “Yâ Ömer, sen ne zaman?” Hz. Ömer’in cevabı bilakistir: “Gecenin sonunda!”

Bu ikisinden hangisi doğrusudur?

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, aldığı bu iki zıt cevap üzerine, elçisi olduğu Kur’ân’la ve ‘Kur’ân’la ahlâklanan’ hayatıyla öğrettiği vahidiyet-ehadiyet denklemine yakışır bir karşılık verir. Bir kere, doğrusu, önce veya sonra, vitr namazının kılınmasıdır. Onu gecenin başında yatsıdan hemen sonra veya gecenin sonunda teheccüdle birlikte imsaktan önce kılmak,iki zıt tutum gibi gözükse de, ikisi de hakikat dairesi içerisinde gerçekleşen doğru tutumlardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, bir doğrunun apayrı iki sûrette yerine getirildiği bu durum için, iki sahabisinin de hangi doğru niyetle böyle yaptığını biliyor olduğunu ihsas eder şekilde şöyle diyecektir: “Yâ Ebu Bekir, sen sağlam olanı tutmuşsun! Yâ Ömer, sen de kuvvetli olanı tutmuşsun.”

Yine namaza dair bir diğer olayın kahramanları arasında, bu iki sahabinin yanında, Habeşli Bilâl b. Rebah da vardır.

Başka kaynakların yanısıra, İmam Gazalî’nin hem İhyâ’sında, hem de Kimya-yı Saadet’inde anlatıldığına göre, bir akşam Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e uğrar. Hz.

Ebu Bekir namazdadır ve sessizce Kur’ân okumaktadır. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e “Neden sessiz okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ebu Bekir “Gizli de okusam işiten bir Zâta münacatta bulunuyorum” diye cevap verir.

Sonra, Peygamber Efendimiz Hz. Ömer’e uğrar. Hz. Ömer ise, tam aksine, yüksek sesle Kur’ân okumaktadır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Hz. Ömer’e “Neden yüksek sesle okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Sesli okuyarak uykulu bedenimi uyandırıyor ve şeytanı da başımdan uzaklaştırıyorum.”

Peygamber aleyhissalâtu vesselam, daha sonra, Bilal-i Habe şî’ye de uğrar. Bakar ki, Bilâl b. Rebah önce şu sûreden bir âyet, sonra öbür sûreden bir âyet, başka bir sûreden başka bir âyet okuyarak kıraatine devam etmektedir. Hz. Peygamber neden böyle yaptığının hikmetini sorunca, Bilâl-i Habeşî der ki: “Güzel kokuyu güzel kokuyla karıştırıyorum.”

Peki, doğrusu hangisidir?

Doğrusu her üçüdür ve bu üç güzide sahabi de kendileri için en doğrusunu yapmaktadır. Nitekim, üçü de Kur’ân’la hemhal olan üç güzide sahabisinde gördüğü bu üç ayrı tercih karşısında Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle diyecektir:

“Hepiniz güzel yaptınız ve hepiniz isabet ettiniz.”

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın üç büyük sahabisinin ‘birbirine zıt,’ ama hepsi de ‘hakikat dairesinde’ yeri olan tercih ve davranışları karşısında verdiği cevaplar, tekçi veya çoğulcu savrulmalar ile mâlûl modern yahut postmodern dönem mü’minleri için de birçok ders içeriyor.

Bir tarafta hakikati sadece kendi gördüğü tarafından ve uyguladığı biçiminden ibaret görmeme dersini...

Öte tarafta, gördüğünün ve uyguladığının hakikat dairesinin içinde olması gereğini...

Ve en önemlisi, bir hakikatin çok renkleri olduğunu bilme, ama bütün bu renkleri de bir hakikate bağlayıp doğruca ona nisbet edebilme dersini...

Vahidiyet-denklemi üzerinden, ahir zaman mü’minleri için küresel siyasetten aile ve iş hayatlarına ve arkadaşlıklara kadar hayatın her alanına uygulanabilir bu Asr-ı Saadet dersi, bize çok şey söylüyor.






Hz. Âişe radıyallahu anhâ, anlatıyor:

“Bir adam, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bu aşiretin kardeşi ne kötü!’ buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince:

‘Yâ Rasûlallah! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın’ dedim.

Şu cevabı verdi:

‘Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teâla hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.’” (Bkz. Buhâri, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 4; Ebu Davud, Edeb 6; Tirmizi, Birr 59)

Peygamber aleyhissalâtu vesselam, bu davranışıyla bizi yanlış bir ‘dürüstlük’ algısından kurtardığı gibi, davranışlarımızın oturması gereken asıl yörüngeyi de gösteriyor.

Eğer karşımızdaki kişi kaba ise ve biz onun kabalığa karşı kaba davranmayı seçiyorsak, aynı şekilde karşımızdaki kişinin iyi davranışına mukabil iyi davranış sergilemeyi ihtiyar ediyorsak, davranışlarımızı bizim kendi iç dünyamızda taşıyor olmamız gereken erdemler değil,karşımızdakinin tutumu belirlemiş oluyor.

Halbuki, kabalığıyla maruf, öyle ki kabalık bakımından kavminin en şöhretli kişisi durumundaki bir kişiye karşı dahi keremkâr davranışının hikmetini izah sadedinde “Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun?” sözüyle mukabele ederek, kudsî nebî bizi ‘karşımızdakinin davrandığı gibi’ değil, ‘yüreğimizin ve vicdanımızın bizden istediği gibi’ olmaya davet ediyor bizi.

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2






Peygamber a.s damadı Hz. Ali, bir gün gelip “Beni mi, yoksa Fâtıma’yı daha çok seviyorsun?” diye sorduğunda, şu tek cümlelik cevabı vermişti Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Sen benim için Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma da bana senden daha sevimlidir.”

Bir yanda imana ve İslâm’a olan bunca hizmeti ve bunca güzel hasletiyle Hz. Ali’nin onun nazarındaki müstesna değeri; ama diğer tarafta, kızı olması itibarıyla Hz. Fâtıma’ya duyduğu hususî sevgi...

Rahmet peygamberi, hakkâniyeti asla yitirmeden, içine dercedilmiş o fıtrî duyguyu ne kadar da beliğ ifade etmişti: “Sen bana Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma bana senden daha sevimlidir.”(İmam Nesai,Hadislerle Hz Ali,142 nolu hadis)

Yani, senin benim dünyamda apayrı bir yerin var, Fâtıma’nın da benim dünyamda apayrı bir yeri var. Senin yerine Fâtıma yetişemez, Fâtıma’nın yerine ise sen yetişemezsin. İkiniz, kendi yerinizde müstesnasınız...

Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Ali çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Fâtıma da çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduklarında, eminim ikisinin de Hz. Peygamber’e olan sevgileri bir kat daha sağlamlaşmış; birbirlerine olan sevgi ve hürmetleri bir kat daha ziyadeleşmiştir.

Biz de kudsî nebîden bu dersi alıp, hep böyle yapabilsek...

Allah’ın kalbimize koyduğu fıtrî duygudan asabiyet üretmesek...

Yahut, asabiyet üretirim korkusuyla bu fıtrî duyguyu örselemesek, zoraki ‘reddeder’ bir tavra girişmesek...

Ne kadar da güzel olurdu, değil mi?

Ne kadar da güzel olur, değil mi?






Hepimizin bir şekilde muhakkak haberdar olduğu bir hadisti dünyama dolan Daha önce defalarca duyduğum, defalarca okuduğum, dilimin defalarca telaffuz ettiği bir hadis Hadisin sadece tek bir kelimesinin içerdiği, daha önce farketmediğim bir ders, beni günlerce düşündürdü ve aklıma başkaca hadislerin açıkça desteklediği bir büyük nebevî hikmeti fısıldadı..

“Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun”(Buhari,Rikak;49) hadisiydi sözkonusu olan,

İnfakın önemine, kendinden geçmenin önemine, Allah’ın ona verdiğini Allah’ın ihtiyaç üzere olan başkaca kullarıyla paylaşmanın önemine dair açık bir ders yüklüydü bu hadis Aza-çoğa, büyüğe-küçüğe bakmadan, Allah için başkalarına vermenin önemini bize haber veriyordu

İyi de, hadis niye ‘yarım hurma’dan söz ediyordu Bu dersi vermesi için ‘bir hurma bile olsa’ da diyemez miydi kudsî nebî? Niye “Bir hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun” dememişti de, “Yarım hurmayla bile olsa, kendinizi ateşten koruyun” demişti?

Bu sorunun izini sürdüğümde gördüğüm, bir hikmet ve denge dersiydi Bölünmemiş tek bir hurmanın zihinde uyandıracağı bir “ya hep ya hiç” çağrışımına bedel, ‘yarım hurma’ bir paylaşmanın haberini veriyordu bize Elindeki tek hurmayı bir başkasına vermek elbette büyük bir hasletti ama, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ‘yarım hurma’dan söz ederek hem nefsimize karşı da sorumlu olduğumuz ders veriyor, hem de tıpkı “Amellerin en hayırlısı az ama devamlı olanıdır” hadisinde olduğu üzere ‘kanun-u fıtrat’a muvafık bir infak yolunu bize gösteriyordu.

Elinde kalan tek hurmayı bir başkasına vermek, elindeki son imkânı bir başka mü’min için kullanmak; bunlar güzel hasletlerdi, ama bu şekilde bir infak çabasının devamlı ve kalıcı olması kuşkuluydu Çünkü, işin içinde insanın kendi nefsinin veya vücudunun fıtrî ihtiyacını gözardı etmesi gibi bir ‘zorakilik,’ bir ‘kanun-u fıtrata muhalefet’ halini de içeriyordu.

Kendisi aç halde bugün elindeki son hurmayı bir başkasına veren, yarın da aynısını yapan kişinin hep böyle gideceğinin garantisi yoktu Bilakis kendi vücudunun ihtiyacını bu kadar görmezden gelmenin ve nefse bu kadar yüklenmenin akıbeti, örneklerine hayat içinde çokça tecrübe edildiği üzere, bir müddet bu duruma tahammül ettikten sonra bir kopma anını müteakip sırf kendi-merkezli bir hayata savrulmaktı İnsanın kendisi de etten ve kemikten ibaret olduğuna ve onun da yemeye-içmeye ihtiyacı olduğuna göre, sırf başkası-merkezli müfrit bir hayat tasavvurunun gelip dayanacağı nokta sırf kendi-merkezli bir tefrite yuvarlanmaktı.

Oysa kudsî nebî, böyle bir anlayışın kendisini mazur göreceği bir ifade olarak ‘bir hurma’ yerine ‘yarım hurma’dan söz etmekle, insana bu iki uç nokta arasında bir dengenin dersini veriyordu Ortada infak edilecek bir ‘yarım hurma’ varsa, bu, hurmanın diğer yarısını ayırıp kendimizin yediğinin işareti değil miydi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, kendisini merkeze almayan ama kendi nefsinin ve vücudunun ihtiyacını görmezden de gelmeyen bir orta noktaya çağırıyordu bizi.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,sy;86-88






Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Son cümlesi herkesçe bilinen hadisin hangi şartlarda ve hangi vakitte söylendiği pek bilinmediği gibi, önceki cümlelerinin de pek bilinmiyor olması herhalde dikkat çekicidir.

Halbuki, hem söylendiği zaman ve zemin, hem kendisinden önce gelen cümleler, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisine ve dolayısıyla cihad idrakine bir çerçeve çizerek asıl kıvamını vermektedir.

Demek ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam için bir gerilimi çözmenin öncelikli yolu, savaş değildir. Bilakis savaş, yani kılıçla cihad, barışçı çözüm içeren bütün seçenekler tükendikten sonra başvurulacak en son çaredir.

Nitekim, onun, komutan olarak bir sefere yollarken Hz. Ali’ye verdiği emir de, bu gerçeği bir kez daha teyid etmektedir. Orada da, Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ali’ye, karşılaşacağı müşriklere önce imanı tebliğ ederek İslâm’a davet etmesini emretmiştir. Bu davet reddedildiğinde Hz. Ali’nin komutan olarak yapacağı, yine, savaşa girişmek değildir. Bu durumda, onlar bir barış anlaşmasına davet edilecek; yani kendileri müşrik kalmakla birlikte İslâm’a karşı savaş halinde olmamaları ve yaşadıkları diyarda İslâm’ın tebliğine engel olunmaması istenecektir. Ancak İslâm’ın tebliğine dahi izin vermeyen bir katılık ve karşıtlıkla yüz yüze gelindiğindedir ki, son çare olarak cihad emredilmiştir.

Sözün kısası, ilgili hadiste Peygamber aleyhissalâtu vesselam kılıçla cihadı ancak ‘en son çare’ olarak başvurulması kaydıyla övmektedir. Cennet, barışa fırsat tanındığı halde savaştan başka bir yol kalmadığı durumda kılıçların gölgesi altındadır; barışa asla fırsat vermeden doğrudan kılıçlara sarılma durumunda değil…

Hadis, diğer taraftan, mü’minlerin sahip olması gereken asıl ruh halinin ne olması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir savaş ortamında, üstelik cihad için yola koyulup düşmanla karşılaşılacak mahalle gelindiğinde ‘güneşin meyletmesini’ bekleyerek barışa zaman tanıyan, sonra da “Ey insanlar! Düşmanlar karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin” buyuran kudsî nebî, böylece, mü’minlerden çatışmacı değil barışçı bir ruh haline sahip olmalarını istemekte; onları gerilimden değil afiyetten yana bir duygu durumuna davet etmektedir.

Barışa fırsat tanınmalı; savaş için yola çıkılırken dahi, savaşsız bir çözüm temenni edilmeli; kalbler ve zihinler bu yönde çalışmalıdır. Savaş, barışçı çözüm seçenekleri tükendiği durumda kullanılacak son çaredir. Bu durumda dahi, mü’minleri yöneten ana duygu, öfke değil, sabır olmalıdır.

Ve ancak bu takdirde, cennet kılıçların gölgesi altındadır.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;91-93






Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği… Bizi ALLAH cc hakkında hüsnüzanna davet eden…

Buyurur ki Resûlullah aleyhissalâtu vesselam:

Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni andığında Ben onunla birlikteyimdir.O Beni kendi başına zikrederse Ben de onu kendim zikrederim. O Beni bir topluluk içinde zikrederse Ben onu onunkinden daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.

Kulum Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.”(Müslim,Zikr 22)

Hadisin belki en manidar veçhesi;

“Ben kulumun zannı üzereyim” yani “Kulum Benim hakkında nasıl bir zan beslerse Ben o zan üzere ona muamele ederim.”

“Ben onunla birlikteyimdir” ama şayet “o Beni anar ise.”

“Ben onu kendim zikrederim” ama eğer “o Beni kendi başına zikrederse.”

“Ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim” ama eğer “o Beni bir topluluk içinde zikrederse.”

“Ben ona bir arşın yaklaşırım” ama eğer “o Bana bir karış yaklaşırsa.”

“Ben ona bir kulaç yaklaşırım” ama “o Bana bir arşın yaklaşırsa.”

“Ben ona koşarak giderim” ama “o Bana yürüyerek gelirse.”

Görüldüğü gibi hadiste zikredilen bütün güzel neticelerin vukua gelebilmesi ve kulun rahîmiyetin hususî ikramından nasipdar olabilmesi için rububiyet-ubudiyet denklemine yakışır şekilde ilk adımı kulun atması gerekiyor.

Âlemler Rabbi rahmâniyetiyle zaten var edip doyurduğu kulunun rahîmiyetin hususî cilvelerine mazhariyeti için kendisinin kulluğunu ve O’nun rububiyetini idrakin bir göstergesi olarak ilk adımı atmasını bekliyor.

Hadisin bu veçhesi ne zaman aklıma gelse Bakara sûresinin ilk âyetlerindeki iki ‘hüden’e İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman’ın getirdiği izah gelir aklıma.

Bu âyetlerde ‘hüden li’l-muttakîn’ derken kullara ve ihtidaya ‘hüden min rabbihim’ derken ise Rabbü’l-âlemîne ve hidayete atıf mânâsı çıkarır Bediüzzaman. Bu mânânın öğrettiği ise şudur:

Kul ihtida ederse Allah hidayet eder. Yani hidayet Allah’tandır; ama Allah hidayeti ihtida edene yani hidayet için yürüyene hidayet için gayret gösterene verir.

Sözün kısası âyet de hadis de bize ihsas ediyor ki Allah’ın ona rahmetiyle yakın olmasını isteyen yüzünü O’na döndürmeli ve ilk adım kendisinden gelmeli…

Ve Rabbinin ona yakın olmadığını düşünen önce kendisini sigaya çekmeli…

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;94-96








Her cümlesi hâfızaya kayd ve kalbe nakş olması umulan bu hadisinde yeğeninin şahsında, bütün mü’minlere, özellikle de mü’minlerin gençlerine nasihatine şöyle nasihat buyurur:

“Yavrucuğum! Allah’a karşı edebini koru ki, Allah da seni korusun! Allah’ın hukukunu koru ki, O’nu karşında hâmi bulasın. Bollukta Allah’ı tanı ki, darlıkta da O seni tanısın. Bir şey isteyince, Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen, Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için bir araya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için bir araya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü.”

Bütün cümleleri birbiriyle irtibatlı olan hadis i şerif, bu etkileyici girizgâhtan sonra hikmetli nasihatlerle devam eder:

Sen, yakînî bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki, Allah’ın yardımı sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir. Zorlukta da kolaylık vardır. Bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.

Tirmizi,Sıfatu-l Kıyamet,61






İnsan, rahmetin bu derece genişliğine karşı yine de cehenneme düşecekse, sürümden kaybederek düşecek. Bu sürümden kaybetmeâ vãkıasının merkez üssünü ise, dilin ãfetleri teşkil edecek.

Diğer bir deyişle, uluorta söyleyi verdiğimiz, tartıp biçmeden sarfettiğimiz genellemelerâdir ki, bizi hesap günü maazallah bir büyük helãkete sürükleyecek.

Ölçmeden, tartmadan, ulu orta söyleyi verdiğimiz genelleyici sözler...

Zerre miskal hayrın da, zerre miskal şerrin de karşılıksız kalmayacağını bildiren; ve birinin hatasıyla başkasını mesul kılmamayı en temel adalet ilkesi olarak defaatle Kurân'ında bildiren Rabb-ı Rahim, bir kişiye veya sadece az sayıda insana mahsus bir kötülüğü bütün bir aileye, bir şehre, bir cemaate, bir millete, bir ülkeye, bir kıtaya teşmil edebildiğimiz için hesaba çekecek bizi.

Zalimden dolayı aynı kavme mensup mazlumu, mücrimden dolayı aynı aileye mensup masumu da kötüleyen dilimizin edip durduğu iftiralardan dolayı bizi hesaba çekecek.

Ne zaman bir şehre, bir sülaleye, bir cemaate, bir millete ait karalayıcı ve kötüleyici genellemeler duysam; hemen bu durum gelir aklıma. filan şehrin hırsız, feşmekan şehrin dolandırıcı olduğunu kolaylıkla söyleyiveren; bir aileyi büsbütün hayırsız ediveren; bir milletin bütün efradını kötülük objesine dönüştüren o birkaç kelimelik genellemeler, nasıl bir zulüm içermekte ve nasıl bir helãket potansiyelini yüklenmektedir?

Bu, bu ülkede özellikle dikkat gerektiren bir durum.

Bu Ülke, Bediüzzaman'ın unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediği için, zulmeder tesbitinin durmaksızın doğrulandığı bir ülke zira... Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Acemler; o kadar çok kötülük objesi var ki insanların dillerinde... Ermeni Dölü, Rum Dölü, Soysuz, Kansız, Kanıbozuk, Sütübozuk.. derken, insanları Allah'ın onları yaratmış olduğu genler ile mahkum etmeye teşne o kadar çok dil var ki... bütün Sivasâ şu kötülüğü, Diyarbakırâ bu kötülüğü izafe etmeye yatkın o kadar dil var ki... İzmirliyi toptan gãvurlaştıran, her Vanlı'yı uyuşturucu tüccarı olarak gören...

Dikkat edelim: Hadisler bize sürümden kazanma'nın nice yolunu gösterirken, dilimizin yapıp ettikleriyle âsürümden kaybetme yolunda gidiyoruz.

Genellemelere dikkat; özellikle de içinde bir kötüleme, bir aşağılama mãnãsı taşıyanlar.

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2 syf;131-132-133






Bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resulü, Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde, bütün hatalarım örtülecek mi?" Resulullah (sav): "Evet, sen sabreder, mükafaat bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen!" diye cevap verdi. Ve adama sordu: "Nasıl sormuştun?" Adam sorusunu aynen yeniledi. Bunun üzerine aleyhissalatu vesselam Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı: "Evet, (kul) borcu hariç, bütün günahların affedilecek. Zira Cebrail bu hususu bana haber verdi!"

Kaynak: Müslim, İmaret 117, (1885); Muvatta, Cihad 31, (2, 461); Nesai, Cihad 32, (2, 33)

Aynı manayı teyid eden bir diğer hadis ise,Abdullah b. Amr İbnü'l As'ın rivayetiyle,''Şehidin,borç hariç bütün günahları affedilir''(Buhari,Rikak 35)şeklindedir.

Bu iki hadis aynı zamanda Adil ve Hakim olan Allah cc'ın katında,'kul hakkı'nın ne kadar önemli olduğunu belgeliyor.Kullarının hakkı Allah katında o kadar önemli ve değerli ki,'şehid' olmamız bile kullara karşı bir haksızlığın hesabını üzerimizden kaldırmıyor.Alemlerin Rabbi,şehidin üzerinde ki kendi hakkından,yani 'hukukkullah'tan feragat ediyor.Ama şehid olan kişi ile sair kulların kişide kalmış haklarının muhasebesini Hesap Gününe bırakıyor.

Açıkçası,'şehid' bile bütün günahları affedilirken 'kul hakkı'nın bundan istisna tutulmasıyla,Rabb-ı Rahim 'kul hakkı'nın O'nun katındaki müstesna yerini bildiriyor.

Durum buysa,hangi gerekçeyle olursa olsun,'insan hakları'nı çiğneyenlerin,Allah'ın yarattığı kulların hakkına girenlerin,hele ki masumların canına veya kanına kastedmekle yaptıkları haksızlığın 'şehit'likle sıfırlanacağı uman şiddet yanılılarının iyi düşünmesi gerekiyor.

Alemlerin Rabbi nezdinde kul hakkı öyle önemli bir şey ki,hiçbir şey bizi onun hesabından alıkoyamıyor.

Şehid Olmamız bile..

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları,syf;136-137






Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın çocuklarla muamelesinde bu gerçeğin getirdiği hassasiyet hep görülür. Çocukları, torunları, ashabının çocukları... Hepsi için, sabır ve şefkat timsali bir sığınak, bir melce, bir kucaktır onunkisi. Mescidinde ashabına namaz kıldırırken sırtına binip ‘deh, deh!’ diyen torunu ‘hevesini alsın diye’ secdesini uzatan bir Resûlullah tablosu vardır karşımızda.

Yahut, ashabına hutbe verirken yanına gelen bir diğer torununu kucağına oturtup başını okşayan bir Resûlullah...

Yahut, mescidde ashabına namaz kıldırırken bir çocuk ağlamasını duyduğunda, annesi çocuğuna çabucak kavuşabilsin diye, okumaya niyet ettiği uzun sûre yerine kısa bir sûre ile namazını tamamlayan bir Resûlullah...

Yahut, evinde namazda iken ağlamaya başlayan bir torununa cevap vermekte gecikilmesi üzerine, namazını bitirdikten sonra ev ahalisine “Onların ağlamasının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” diye sitem eden bir Resûlullah...

Yahut, namazdayken önünden geçmemeleri konusunda tenbihlediği halde namaza durmasının ardından seccadesinin o tarafından bu tarafına zıplayıp duran Ümmü Seleme validemizin küçük kızı Zeyneb’i azarlamak yerine, ‘kız çocuklarının kafalarına koyduklarını yapma konusunda daha mahir oldukları’ yönünde bir tesbitle yetinen bir Resûlullah...

Yahut, kucağında iken üzerine çiş yapıp elbisesini kirleten küçük torunu Hüseyin’i kucağından alan Ümmü Fadl’ın63 “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye hafiften vurmasına dahi razı olamayıp müdahale eden bir Resûlullah...

Yahut, on yıl yanında hizmet eden, bu on yıl içinde nice zamanlar kendisinden istediği şeyi unutan, istemediği şeyi yapan, kıran, döken Enes b. Mâlik’i bir kere bile “Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?” diye azarlamayan bir Resûlullah...

Yahut, kendisine alıştırdığı küçük kuşu ölünce içine ve evine kapanan bir çocuğun, Umeyr b. Mâlik’in haberini aldığında ölen kuşu için ona taziyede bulunan bir Resûlullah...

Yahut, Medineli çocuklara bir öğüt, bir nasihat verecekse, bunu ekseriya onları devesinin terkisine alarak, bir ikramda bulunarak yapan bir Resûlullah...

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve çocuklar deyince akıllarda kalan, hadis ve siyer kitaplarından bir Asr-ı Saadet hatırası olarak aktarılan tablolar, işte hep böylesi tablolardır. Çocuklar, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözbebeğidir ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam o büyük iman, ahlâk ve insanlık dersini verirken ‘terbiye kasdıyla olsun,’ ne diliyle, ne eliyle onları asla incitmemiştir.

Bugünün çocuklarının yahut bugünün büyükleri olan dünün çocuklarının hafıza arşivlerinde kocaman bir ‘camide amcalardan işittiğim azar’ dosyasının yer almasına karşı, Asr-ı Saadet çocuklarının hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan işittiğim azar’ başlıklı tek sayfalık bir dosya dahi yoktur.

Bugünün çocuklarının hafıza arşivindeki kabarık ‘tekme, tokat ve dayak’ dosyalarına karşılık, Asr-ı Saadet çocuklarının hiçbirinin hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan yediğim dayak’ başlıklı bir dosya da yoktur.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne evde, ne mescidde, ne çarşıda, ne sokakta hiçbir çocuğa vurmamış, hiçbir çocuğu dövmemiştir.

Gelin görün ki, bugün güya iman adına, güya namaz adına, güya Kur’ân adına dövülen, sövülen, tekme yiyen, tokat yiyen, kovulan veya azarlanan nice çocuk vardır.

Dahası, Resûlullah’tan asla görmediğimiz bütün bu hareketlere karşı, çocuklara döven veya söven büyükler ne hazindir ki bu davranışlarını Resûlullah’tan aktarılan bir hadise dayandırmaktadır. “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.”(Ebu Davud,Salat 26;Tirmizi,Salat 2)99

Resûlullah’ın çocuklara yapmadığını yapmanın gerekçesi olarak Resûlullah’a atıfla aktarılan, budur.

Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten lill-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir.

SON

Devamını Oku »