Allahu Teala Perdeli Değildir

Allahu Teala Perdeli Değildir

Gözlere apaçık zahir olan Hak Teâlâ örtülü değildir. Perdeli olan ancak nefsanî sıfatlarla sıfatlı olan insandır. Hakk'a kavuşmak isteyen kimsenin öncelikle nefsanî sıfatlardan ve tabiî kesafetinden temizlenmesi gerekir. Hak Teâlâ vacibü'l-vücûd olduğundan O'nun perdelenmesi muhaldir. İnsan ise "var gibi görünen yok" olduğundan örtülür, kaybolur. Hakk'a bir şey perde olsaydı Hakk'ın varlığını kısıtlardı. Kısıtlayan ise kısıtladığına tasarruf eder, hükmü altında tutar, kahreder. Hâlbuki kahredici Hak'tır

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

"Bazıları şöyle dediler: “Fütüvvet, fiil ve ahlâk olarak başkasının isteğini kendi hevâsına tercih etmektir.*



Bazıları da şöyle dedi: “Kulun fütüvvetteki doğruluğu üç yerdedir: Bi­rincisi, O’nun emir ve nehyini güzel şekilde yapmak ve güzel şekilde bi­tirmekte. İkincisi, bir işi güzel bir şekilde yaparken ahlâkında. Üçüncüsü, güzel bir şekilde itaat ve boyun eğerken hikmetinde ve tedbirinde.”



Bazıları şöyle demiştir: “Dinin aslı, murûet (insâniyet, erdem) ve sıyâ- net üzerine bina edilmiştir. Murûet, ‘’Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyo­ruz.’’âyet-i kerimesinde beyân edilendir.



Bazıları şöyle dedi: “Murûet, rahatsız olmaman ve şikâyet etmemen, ezi­yet etmemen ve eziyet duymamandır.”



Fütüvvet üç şeyle olur. Doğruluk (sıdk), sabır ve cesaret. Allah Teâlâ, bu üç hasleti kendilerinde topladıkları için Ashâb-ı Kehf “fitye” diye isimlen­dirmiştir.



Diğerleri şöyle demişlerdir: “Murûet, açığa çıktığında utanılacak şeyin içinde de bulunmamasıdır.”



Başkaları da şöyle demiştir: Allah Teâlâ murûeti bu âyette toplamıştır “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve bilgisizlerden yüz çevir.



Birisi şöyle demiştin “Kişinin din ve dünya işlerinin dayanağı (medarı) iki şey üzerinedir: Gerçekleştirdiği dindarlık ve şahsiyetiyle doğruladığı murûet” Sözlerine şöyle devam etmiştir: “Arifin sermayesi, halkın sevgisini kazanmak­tır. Hz. Peygamber in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Aklın sermayesi, Allaha imanla beraber insanlara olan sevgidir. ‘’ Kimin böyle bir sevgiden nasibi yoksa, akıldan da nasibi yoktur. O bu hâliyle zaten akılını da kaybet­miştir” “Bu sevginin şartları nelerdir?” diye suâl edildiğinde şöyle demiştir;“Asgari şartı insanlara insanları idare etmektir/insanlarla iyi geçinmektir ve bu da Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edildiği üzere bir ibadettir. Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Farzları yerine getirmekle emrolunduğum gibi imanları idare etmekle emrolundum.” İnsanlara iyi davranmanın' aşırı boyutu “müdâhene”dir. Müdâhene, içine yağcılığın girdiği, karıştığı bir idare etme yöntemidir. Allah Teâlâ, insanları idare etmeye, onlarla iyi ge­çinmeye şu âyet-i kerîmede işaret edilmektedir: ‘Kötülüğü daha güzel olan bir şey ile defet.’



Bazıları şöyle demiştir “Kötü ahlâkın temeli, insanın kendinin başkala­rı rina uymasını istemeksizin başkalarının kendisine uymasını beklemesidir. Kötü ahlâkın alâmeti ise; kötü ahlâk sahibine kötü ahlâki setretmek gaye­siyle (iyi) muameleye tahammül edememendir. Bu da “Af ve kolaylık yolunu tut ve iyiliği emret.’’âyetininmânasıdır.



Bazıları şöyle demiştir: “Arif, nefsini ayıplar, mîzâcınıayıplamaz. Nefsini ayıplayan kimsenin alâmeti, mizacından bizar olmamasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir: “Kötü ahlâkın esası, kalb darlığıdır. Kalb darlığı ise iki kısımdır: En aşağı ve en kolay olanı, halkın murâdınınkalbde yer bulamaması, en ilerisi ve en şerli olanı da kalbde Mevlâ'nın muradına yer olmamasıdır.”



Bazıları şöyle dedi: “Allah kalblere vakıf olmuş ve iki şey istemiştir: Al­lah’ı zikretmek ve yaratılmışlara yumuşak davranmak. Diğer azalardan da şu iki şeyi istemiştir; Allah’ı tazim (yüceltme) ve insanlara şefkat’’



Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir. “Ne muhteşem şeydir takva! Kalbinde garazı olana bu garazı giderme fırsatı vermez.”

Bazıları şöyle der; “Kişiliğin kemal mertebesi, kulluğun kemâl olmasın­dan ibarettir”



Bazıları şöyle demişlerdir: "Güzel ahlâkın en üst derecesi, zirvesi, kassarın (yıkayıcı) ecrini zayi etmemendir. Yani sana karşı gelen, sana kötü söz söyleyen ve sana düşmanca davranan kişi senin kirini ve pisliğini yıkayan kassar gibidir. Eğer sen, onun bu kötü davranışına karşılık verirsen ecir ye sevabı yok edersin.”



“Cömertlik, kişiliğin kemâl mertebesine ulaşmasının şartlarındandır. Cömertliğin mertebeleri de üçtür: Birincisi, sahip olmadığın şeyler husu­sunda kötü tamahkârlıktan uzak durmaktır. İkincisi, sahip olduğu şeylerde zafer sarhoşluğundan uzak durmaktır. Üçüncüsü, sana elem veren kişiye ihsanda bulunma derecesine yükselmektir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Akıl, Manası Ve Akıllı Kimsenin Sıfatı



İbn Furek

Hâris el-Muhâsibiye aklın mânasından sorulunca o şöyle dedi: “İnsanlar bu konuda ihtilâf etmişlerdir, ancak bana göre bunun cevabı şöyledir: Akıl,Allah’ın insanların kalplerine yerleştirdiği basiret nurlarıdır. Kul o nurlarla  hak ile batılı, kalbine gelen bütün hatıratı, düşmanının hilelerini, nefsinin vesveselerini ve gözetimi altında kulluk yaptıklarını birbirinden ayırır.” O’na denildi ki “-Allah sana rahmet eylesin.- Anlatır mısın bize: Akıllar her isteye­nin kazanarak elde ettiği şey midir? Yoksa akıllar Allah vergisi midir?” Şöyle cevap verdi: “Bilakis akıllar Allah’ın kalplere yerleştirdiği mevhibelerdir.”



Bu mânayı ifade için: “Kalpler Allah (vasıtası) ile akl etti.” denilir. Yani,O’nun bağışladıklarıyla doğrunun en güzelini kavradı. Böylece hakka ve hay­ra yöneldi. Sonra sözüne şöyle devam etti: “Bil ki, akıl tecessüm etmiş bir cisim veya insanın hissedebileceği bir duygu değildir. Fakat sözün doğruluk veya yanlışlığı hakkında bir varlığı gösteren bir sıfattır. Eğer kişinin dilinde  doğru bulunursa ise bu onun aklını gösterir, ama eğer kişinin dilinde hata görülür ise bu da onun ahmaklığını gösterir.



Yine ona şöyle denildi: “Akıl artıp eksilir mi, ya da o artmayıp eksilmeyip sabit bir şekilde yerinde mi durur?” O da şöyle dedi: “Akıl iki türlüdür: Garîzı (insana doğuştan verilen) akıl ve tecrübî akıl. Garizî akıl ile tecrübeler elde  edilir. Tekrar ona şöyle denildi: Peki bu durumda biz o kimseyi nasıl akıllı ola­rak isimlendirebiliriz? Şöyle cevap verdi:“Allah’tan gelenleri kavrayabilmesiyle ” Zîrâ hadiste de böyle buyrulmuştur; “Allah'tan geleni kavrayın, anlayın.”’



Mücâhid, “O’nu, idrak eden kulaklar ve idrak sahibi kulaklar onu idrak mm etsin diye”âyet-i kerîmesi hakkında şöyle dedi: Yani kavrayışım Allah'tan  alan kulaklar. Hz. Peygamberden (s.a.) de şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanın  keremi dinidir, murûeti aklıdır, asaleti ise ahlâkıdır.” Yine Mücâhid -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir: “Allah bir kimseye akıl tevdi ettiyse, onu (nasip ettiği) akılla kurtuluşa eriştirir.”



Katâde şöyle elemiştir: “Adam üç kısımdır: (Kâmil) adam, yarım adam ve hiç bir şey sayılmayan kimse. (Kâmil) adamın aldı ve görüşü vardır ve bundan istifâde eder. Yarım adam, ulemaya ve akil sahiplerine danışan kim­sedir. Adam sayılmayanın ise, ne aklı vardır ne de âlim ve akıllılarla istişare eder.*



Bir adam İbn Abbâs’a -Allah ondan razı olsun-: “Aklın başı nedir?” diye sordu. İbn Abbâs şöyle dedi: “Kişinin, tarafından zulme maruz kaldığı kim­seye kimseye yumuşak davranması, ondan aşağıda olan kimselere mütevâzi olması ve önce düşünüp sonra konuşmasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir “Kendisinde bulunan en güzel şey akd olmayan kimse, kendisinde bulunan en güzel haslet sebebiyle helâk olur.”



Yahya b. Muâz er-Râzi der ki: “Akıl, cehâletin bağıdır, nefs ise özlerin en kötüsüdür.”



Ali b. EbîTâlib —Kerremellahuvecheh- şöyle demiştir: “Akıl kalpte, merhamet ciğerde, rey (görüş) ise dalaktadır.”



Vehb şöyle demiştin “Gazap ve hevâ akim iki düşmanıdır; kötülükte hu­dut tanımaz bir adamın zayıf bir kimseyi ezdiği gibi aklı kahr ederler.”



Bir başkası da şöyle demiştir: “Her ne zaman bir akıllı kişi görmüşsem illâ ki en büyük derdi âhiret idi,”



Bir diğer zat da şöyle demiştir: “Akıllılarla birlikte oturmak kalplen imar eder, ilme hayat verir.”



Rivayete göre Safvân b. Ümeyyeb. Halef övündü. Bu durum Hz. Ömer'e (r.a.) ulaştığında ona haber gönderdi (ve yanma çağırdı); Ey anası ağlayasıcane dedin sen? Safvân Hz. Ömer’den (r.a.) korkup bir şey diye­medi. Bunun özerine Hz. Ömer şöyle dedi: "“Eğer takvân varsa kıymetli ve değerlisin, eğer aldın varsa asalet sahibisin, eğer güzel ahlâkın varsa murûet erbabısın, eğer bunlar yoksa şen köpekten daha şerlisin.’



Hz. Hasan şöyle dedi: “Çobanın güttüğü koyun senden daha akıllıdır Çünkü küçük bir çocuk (sabi) onu hevâsından engeller, peki sen Rabbinin nasihatiyle hevândan uzak durur musun?



Şair şöyle der:



Rahman olan Allah kişilere aklı taksim etti,

Hayır olan şeylerden akla yaklaşacak hiçbir şey yoktur,

insanlar içinde erdemli kişiyi aklının sıhhati aydınlatır.

Akılla kazanç elde etmek onun için uzak olsa da.

---------------------

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Haris el-Muhâsibî’ye murakabenin başı nedir diye sorulunca o şöyle dedi: “Murâkabe, kalbin Rabbin yakınlığını bilmesidir.” Hayâdan sorulunca da: “Allah Teâlanın ona muttali olması sebebiyle içine kapanmasıdır” dedi. Ona: “Bu konudan biraz daha bahset” dediğimde “Geniş ve huzurluyken kalbin delinmesidir.” dedi.



Bu konuda onun başka bir cevabı daha vardır. O da: “Allah’tan hayâ etmenin mânası, Allah’ın razı olmadığı bütün değersiz varlıklardan kaçınmaktır” dedi. Bunun üzerine ben de ‘Peki Allah’tan hayâ edenin alâmeti nedir?’ dedim, o da: “Kişinin, hayâ edilecek mekânlarda görülmemesidir.” dedi.



Hâris el-Muhâsibî’ye hayâyı güçlendirip kıymetini artıran şeyin ne ol­duğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Kalbin, şükrünün azlığı ve yeter­sizliğine rağmen Allah'ın nimetlerinin üzerindeki tezâhürlerini bilmesidir.”



Onun bu konuda başka bir cevabı daha vardır ki o da şudur “(Kıyamet gününde sorulacak) suâlbilgisini kalbin bilmesi ve yarın (kıyamette) Allah’ın huzurunda zerre kadar şeyden bile suâlolunacağına vakıf olmasıdır.” Bunun üzerine ben de O’na “Bu konuda bana daha fazla bilgi ver” dedim. O da: “Hayânın kıymetini artırıp kuvvetlendiren şey, senin her türlü hâl ve hareketinde Allah’ın gördüğünü ve O’nun gözetimi altında olduğunu, senin hiçbir hareket ve sükûnetinin O’na gizli kalmayacağını bilmendir” dedi. Bunun üzerine O’na: “Peki Rabbinden haya edenin kalbinde galip olan durum nedir?” denilince şöyle dedi: “O’nu görme perdesi baştan aşağıya kapatılmışken onu cezalandırmaya muktedir olduğu hâlde, gören kimsenin  rüyetini tazim etmektir.‘Onun görünen zahir alâmeti nedir dediğimde: “Âzâların” dedi.



Ebû Bekir (ta.) Allah’a olan hayâsında ötürü yüzünü peçe ile örtmeden helâya girmezdi.

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Helaya çok girmem sebebiyle Allah’tan hayâ ettim ve rızkımın çakıl taşı olmasını ölene kadar da onu emmeyi istedim.” Ona dedim ki: "Ruhsat hâlinde şüphelilere el uzatırlar mı?” Dedi ki: “Subhânallah! Ey genç,ey genç (Sen ne diyorsun) Onlar mübâhın fazlasına el uzatmakta bile Allah’tan hayâ ediyorken şüphelilere nasıl el uzatsınlar?” Ben ona: Bana hayâ sahibinin görünen ahlâkı hakkında biraz daha bilgi verir misin?” dedim. O da dedi ki: “O Allah’a karşı hayasından dolayı yürürken başım örterdi. İşte bu zat Atâ es-Sülemî idi.”



Bir kimseye denildi ki: “Niçin mescidin içinde namaz kılmıyorsun?” O da dedi ki: “Ben Allah’a isyan etmiş bir vaziyette iken O’nun evine gir­mekten hayâ ederim. Bu kimse sabah akşam Allah’ın sevmediklerinden ve nehyettiklerinden kendisini garanti altına alacak bir azası bulunmaz bir vaziyette akşamlayıp sabahlayan kimseye benzer ki, böylesi bir kimsenin bütün fiilleri isabetlidir, görüş ve yaşantısı rızâ-yı İlâhîye uygundur, Allah’la irtibatı çoktur, ilmi geniştir, hilmi büyüktür, düşüncesi bol, tefekkürü çoktur, ahlâkı zariftir.”



Kendisine ahlâkın zarif olmasının mânası sorulunca o şöyle dedi: “Cömertlik ve sehavete devam etmekle birlikte şüphe ahlâkını terk etmektir. Böyle bir kimsenin ahlâkı temiz, düşünceleri saf, kalbine korku ve hüzün hâkim olmalı ki, böylece o bununla ancak O’nunla huzura eren ve O’na itaate meyi eden hâlin değerine işaret eder.”



Haris el-Muhâsibî’ye hayâyı çirkinleştirip zayıflatan şey nedir?’ diye sorulunca o cevap olarak şöyle dedi: “Ruhların arzu ve isteklere yönlendirilmesidir.” Nitekim Hakim de bu konuda şöyle demiştir. “0’nu murâd edenler, O’nun onların ruhlarım O’nun dışındaki şeylere (mâsivâya) yönlendirir bir hâl üzere görmesinden hayâ ederler.” Bunun üzerine ona: “Peki şüpheli işler nelerdir?” diye sorulunca o şöyle cevap verdi: “Hırs çokluğu, himmet ve gayret kaybı, ruhsatla amel ederek yokluğu zarar vermeyecek şeyleri edinmek, tul-i emel, fakirlik; korkusu ve şükrün zâyi edilmesidir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Bildiğiyle Amel Edene Allah Bilmediklerini Öğretir

Bildiğiyle Amel Edene Allah Bilmediklerini Öğretir

İmam Ahmed Hazretleri,bir gün Ahmed Bin Ebi'l Havari'ye rasladı ve ondan üstadı Ebi'l Süleyman'dan bir kıssa anlatmasını istedi.

Ebi'l Havarı Hazretleri söyleyeceklerinin pek acayip olduğunu belirterek:

"Önce sübhanallah deyiniz!" dedi.

Hanbel Hazretleri bunun üzerine uzunca bir "sübhanallah!" çekince şöyle nakletti:

"Üstadım Süleyman Dârânî şöyle buyururlardı: İnsan nefsleri, eğlenceyi ve günah işlemeyi bırakır ve bu halde devam ederlerse, melekût âleminde gezip dolaşırlar, bir öğreticiden fayda-lanmaksızın az bulunur hikmetlerle donanarak sahiplerine geri dönerler."

İmam Hazretleri bu hakikati işitince, vecde gelip üç kere kalkıp oturarak:

"İslam diyarında bundan daha acayip bir şey işitmedim!" buyurdu ve bunu "Bildiğiyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir." hadisinin doğruladığını bildirdi.

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »

Her Duaya İcabet Vardır

tumblr_moueq6PvvJ1s9pycjo1_400‘Duanın kabulünün gecikmesi ümitsizlik ve usanç vermemelidir. Mademki Mü'min suresi 60. ayetinde duaya icabet edeceğini vaat etmiştir, kabul eserlerinin erken veya geç ortaya çıkmasında başka hikmet bulunduğu düşünülmelidir. Hekim hastanın istediği gibi değil, hastalığın gerektirdiği şekilde tedavi eder. Cenab-ı Hak da bu hikmet şifahanesinde tabii hallerin ve nefsanî arzuların hastası olan kullarına tedavi kabilinden olan icabet eserlerini, onların istediği şeylerde değil, onların menfaatine kendi seçtiği yerde, onların dilediği vakitte değil, kendi dilediği zamanda ortaya çıkarır. Kulların acele etmesi, İlâhî takdiri çabuklaştırmaz, onların gecikmesi geciktirmez.





Ebu'-Hasan Şazelî Hazretleri:

"Sadık mürid olan kimseler, dünya işlerinden bir işi seçmemelidir. Seçmek gerekirse seçmemeyi seçmeli, bundan da Cenab-ı Hakk'a kaçmalıdır." buyurmuştur.

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »

Kul Mutluluğu Hakkın Takdirinde Aramalı

tumblr_n2tlmlzvco1qm1x85o1_1280


Kul mutluluğu kendi iradesinde değil, Hakk'ın iradesinde aramalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak işlerin sonunu bilir. Başta görülen hal işin sonunu ve gerçek durumunu değiştiremedi başta kötü görülen haller, güzel ve iyi olarak ortaya çıkabildiği gibi, güzel görülen çok işlerin sonu kötü gelebilir. Bakara Suresi 216. ayeti bu hikmeti gösterir: "Hoşlanmadığınız birşey hakkında da hayır olabildiği gibi, sevdiğiniz bir şey de hakkınızda kötü olabilir.''

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »

Kendini Allaha Teslim Etmeyen Zeka Korkunçtur

Kendini Allah'a teslim etmeyen zekâ gerçekten korkunçtur. Kendini ebedî, hür, bir, sonsuz ve mutlak olan Allah'a adamayan zekânın açlığı korkunç bir ihtiras halindedir. İnsan zekâsını, fânî, esir parçacıkları kemmiyeti ile doyurmak mümkün değildir.

Bizce bütün mesele, insan zekâsını Allah'a teslim etmenin çaresini bulmaktır, istismarın en korkunç vasıtası Allah'a teslim olmayan yüksek zekâdır. Bu zekâ, insanlığı da, cemiyetleri de, fertleri de kendine köle edinmekten gurur ve zevk duyar.

İnsanı istismar eden, ister fert, ister toplum olsun, insanın şeref ve haysiyetini alçaltmaktadır. İnsanın maddeyi, bitkiyi, hayvanları istismar etmesine ses çıkarmıyoruz. Fakat insanı, ister fert, ister toplum olsun, bunların seviyesine indirmek demek olan istismarı haklı olarak ıstırapla karşılıyoruz. İnsan, başka bir insanın, insan grubunun ve toplumun kendine bir mal ve mülk gibi bakmasını istememektedir. Yani insan, Allah'tan gayrısına kul olmaya yanaşma maktadır.
İnsan, kendi dışında bulunan varlıklara mal ve mülk gözü ite bakar.

Onlara fert ve toplum olarak sahip çıkmak ister. Mal ve mülk ferde mi, topluma mı aittir? Biz, bu kavgayı saçma buluyoruz. Onun için biz, kendimizi ne kapitalist, ne de sosyalist hissediyoruz. Biz, varlığa, ferdin veya toplumun malı ve mülkü gözü ile bakamıyoruz. Varlığa ait bir İzafî parçanın, bütüne sahip çıkması garibimize gidiyor. Mal ve mülk, üzerinde yaşayan insanlarla beraber, ancak "Yaradana" aittir "O, sizin Rab- binızdir, mülk O'nundur."

S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »

Rabıta Nedir,Caiz Midir ?

Rabıta Nedir,Caiz Midir ?

FATİH KUT : Hocam sıra geldi rabıta konusuna. Çok soruyorlar ; rabıta nedir ? Buyurun Hocam

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Râbıta nedir, konusuna gelelim : En fazla itiraz edilen, çok kimsenin de kafasının almadığı, kafası almadığı için de itiraz ettiği konuya gelmiş oluyoruz. Öncelikle Râbıta nedir? Meseleye doğru yerden girmek gerekiyor. Ters taraftan girerseniz, varacağınız sonuç da ona göre ters olur, yalan olur, yanlış olur, hatta iftira olur.. Meseleye doğru yoldan, doğru yerden girerseniz doğru sonuca erersiniz. Yapacağınız îzâhlar da doğru olur. İtiraz edenler diyorlar ki ‘râbıta, ibadettir. Bir insan mürşidini, şeyhini göz önüne alarak râbıta yaptığı zaman, hâşâ ona ibadet etmekte, dolayısıyla rabıta insanı şirke götürmektedir…’. Acaba rabıta böyle mi ? Râbıta, acaba bir ibadet midir? Yoksa başka bir şey midir ? Meseleye doğru girmemiz lazım. Râbıta ibadettir diye meseleye girerseniz, hiç bir konuyu halledemezsiniz. Ortalığı da fitneye veririsiniz. Öyleyse Râbıtanın doğrusu nedir? Râbıta, feyizli bir ortamı ya da insanı hayalen canlı tutarak, hayalen hemhal olarak o hal ve kişinin nurundan ya da o yerin feyzinden, nurundan istifade etmektir. Yoksa bir insana, mekana veya mabuda… ibadet etmek değildir. Tekraren ve özellikle belirtiyorum :

Rabıta, hayalen canlandırma ve hemhal olma neticesinde feyizlenme ve nurlanmadır. Rabıta, nurlu bir insanı ya da ortamı hayalen canlı tutarak, o nurdan istifade etmek demek olunca bu defa şu soruyu soralım : Nurlu bir insan ile yüz yüze görüştüğümüz zaman, onun nuru, feyzi beriki insana geçiyor da, gıyaben hayal ettiği zaman geçer mi ? Karşımıza bu mesele çıkıyor.? Bu sorulara cevap vermekle karşı karşıyayız şimdi : Önce diyelim ki nurlu bir insanla hemhal ola ola, o nurlu insanla beraber ola ola, nurlu insandan, hemhal olan insana nur ve feyiz geçer. İlgili hadisi söyleyeyim : Müslim’in Sahih’inde Tevbe bahsi, oniki ve onüç no’lu hadis-i şerîf. Bu hadis-i şerîf Hanzala ismindeki sahabiden geliyor. Hanzala’ya Hz. Ebu Bekir rastlamış ve ona “ne var ne yok ya Hanzala” diye sormuş. O da “Sorma, Hanzala münafık oldu” demiş.

FATİH KUT: . Bu çok meşhur bir hadis-i şerîf değil mi hocam?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet meşhur ve sahih bir hadis-i şerîftir. Hz. Ebu Bekir, “O ne biçim söz” diyor. Hanzala, cevaben “Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’ın yanında iken çok güzel haller hissediyorum, manevi hallerde oluyorum”, anlamında bir şeyler söylüyor ve devamla “ama O’ndan ayrılınca bu hal benden kayboluyor. Bu herhalde münafıklığımın alametidir”, diyor. Hz. Ebu Bekir ise “Bizde de bazen böyle haller olur. Haydi gidelim Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’a soralım bunu”, diyor. Beraberce Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’a gidiyorlar. Hanzala durumu anlattıktan sonra, Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam diyor ki, (hadisin bu kısmı çok önemli)
والذى نفسى بيده ان لو تدومون على ما تكونون عندى و فى الذكر لصافحتكم الملائكة على فرشكم وفى طرقكم ولكن يا حنظلة ساعة و ساعة (ثلاثة مرّة)
“Canımı elinde tutan Allaha yemin ederim ki siz benim yanımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz sizinle melekler döşeklerinizin üzerinde ve yollarınızda… musafaha ederler. Lakin Ya Hanzala bazen böyle, bazen öyle” (Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam bunu üç defa tekrarladı. Müslim,Tevbe : 12,13).
Yani “Benim yanımdaki halinizi gıyabımda da muhafaza etmiş olsaydınız, meleklerin sizinle yolda, belde, evinizin içinde, yatağınızda… musafaha ettiğini görecektiniz. Amma Ya Hanzala, bu bir andır, bazen olur, bazen olmaz., (bu münafıklık değildir)”.

Gördüğünüz gibi bu rivayetten çıkan sonuç şudur : Nurlu bir insanın yanında iken güzel manevi haller hissediyorsunuz. Ayrılınca o hal kayboluyor. Eğer gıyaben o nurlu ortamı canlı tutarsanız, o nur gelmeye devam eder. İşte râbıta budur, yoksa hâşâ birine tapmak değil.

Manevi seviyesi olan bir kişi ile manevi bağı devam ettirerek, irtibatı hayalen devam ettirerek, nurun devamlılığını sağlamaktır. Râbıtanın aslı esası budur. Peki şimdi geliyorum, bir insandan diğerine nur ve feyiz geçer mi ? Bu sorunun cevabı için de hemen şu soruyla meseleye girelim : Sahabi kimdir ? Sahabi, Peygamber Aleyhi´s Salâtu ve’s-Selam ile görüşendir. Hayatta iken Peygamberimizi hayatta görmüş olan müslümandır sahabi. Veya Peygamberimiz’in görmüş olduğu müslüman kişilere biz sahabi diyoruz. Müslüman iken mü’minken görmüştür. O imanını kaybetmeden de öylece ahirete intikal etmiştir. İşte bu kişiye sahabi diyoruz. Peki sahabi olmayan bir müslüman, tüm ömrünü ibadetle geçirse sahabi olabilir mi? Olamaz. Peki herhengi bir insan sahabeden daha faziletli olabilir mi ?

Belli ki daha üstün, daha faziletli olamaz. Sahabe en üstün tabakadır. Peki sahabe bu makamı amel ile veya ibadet ile mi elde etti. Yok. İlimle mi elde etti ? O da yok. Örnek vererek anlatayım: İmam-ı Azam’ın ilmi çok rahat söyleyebiliriz ki sahabenin yüzde doksan beşinden fazlaydı. Bunu rahat söyleyebiliriz. Ameline gelelim. İmam A’zam’ın ameli yine sahabenin pek çoğundan fazla idi. Mesela sahabenin en alt tabakasından olanlardan Vahşi’yi düşünelim. Fazilet olarak Vahşi mi üstün, İmam Azam mı üstün? Vahşi üstündür. Peki Vahşi bu üstünlüğü ibadeti ile mi elde etti ? Hayır, ibadeti İmam Azam’ınki kadar yoktu, rahat söyleyebiliriz. İlmi ile mi elde etti ? Yok, ama ilim ve amelde İmam-ı Azam’dan çok geride olmasına rağmen, fazilet olarak İmam Azam’dan önde ve üsttedir. Peki bu fazileti Vahşi ne ile elde etti ? Resûlullah Aleyhi´s Salâtu ve’s-Selam’la görüşmekle elde edildi. Başka bir sebep ve vesile yoktur.

FATİH KUT: Yani Peygamber Efendimizi bizzat görme ile, râbıta ile oldu bu iş.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, evet bu fazilet sadece sahabinin, Peygamberimizle hemhal olmasıyla oldu. Başka bir sebep yok. Dolayısıyla bir insanın nurundan, feyzinden istifade etmek, onunla sohbetle olur. O sohbet yoksa, o kişiden nur, arzu edildiği kadar geçmez. Değerlendirme sorularına devam edelim: Tabiin kimdir? Ümmetin ikinci derecede faziletli tabakası olan tabiin nesli, sahabilerin kendisini gördüğü kişilerdir. Şimdi burada bir tarif vereceğim: Kimi hadis usulcüleri ; ‘Bir insanın tabiinden olması için sahabenin onu bir an görmesi yetmez. Tabiinden olmak için, sahabe ile biraz beraber olmak, sohbet etmek gerekir. Ama Peygamberimiz müslüman bir insanı bir an görse o kişi hemen sahabi olur. Çünkü Peygamberimizdeki nur ve feyiz kuvvetli idi, hemen geçiyordu. Ama Peygaberimize kıyasla sahabeninki zayıf olduğundan sahabenin nurunun geçmesi için, o nuru alabilmek için sahabe ile hemhal olmak gerekir. O üstünlük, o fazilet, o nurun sirayeti ile olur ‘(Suyûtî,Tedrîbu’r-Râvi, 2 / 206, Beyrut, 1985 ; Sehâvî, Fethu’l-Muğîs, 3 / 123, Beyrut, 1993) diyorlar. Bu durum, bir insandan başka bir insana nurun geçtiğini, sirayet ettiğini gösterir. İşte bunun yolu canlı canlı sohbettir. Canlı canlı sohbetin olmadığı durumlarda hayalen beraberlik o nurun geçmesini temin eder. İşte bu hayalen beraberlik râbıtanın kendisidir.

FATİH KUT: Gayet güzel bir açıklaması oldu gerçekten.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Başka da izahı yok rabıtanın. Rabıta haşa insana tapınmadır deyip duranlar rabıtaya bu noktadan baksalar meseleyi çok iyi anlayacaklar. Ama meseleye bozuk niyetten dolayı ters taraftan girince iddia ettikleri gibi hem yanlış anlarlar hem de düşmanlık ve nefrete hatta iftiraya sebebiyet verirler

FATİH KUT: Ya karşı gelenler, niye karşı geliyor sayın Hocam?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Lüzumsuzluktan karşı çıkıyorlar diyebilirim. Rabıtanın fiziki îzâhını da ben salih insanlardan çok dinledim. Çok hoş fizîkî İzah şöyle: Elinize makası alınız. Toplu iğneleri çekiyor mu ? Çekmiyor. O makası, mıknatısa sürtün, sonra makası iğnelere tutun. Makas iğneleri çekmeye başlar. Makas mıknatısla hemhal oldu, temasa geçti. Dolayısıyla mıknatısın hali onu etkiledi, ona özelliği geçti ve iğneleri çekmeye başladı. Peki bir başka makası değdirin, toplu iğnelere. Çekmez. Önceki makası, bu makasa sürtün, bu ikinci makas da iğneleri çekmeye başlar. İşte esas cezbedici kaynak ile hemhal ola ola ondaki bazı özellikler buna geçer ki bu geçiş maddenin rabıtası ile olmuştur (M.Z.KOTKU, AK-RA konuşmalarından). Yine şöyle bir örnek vermişti : Demir yakmaz.. Ama demiri ateşe koy, demir ateşle hemhal ola ola öyle bir an gelir ki demir de yakar hale gelir. Dolayısı ile nur sahibi, nurlu, feyizli bir insan ile hemhal ola ola bu nur öteki insana geçer (M.Z.KOTKU, İskender Paşa Camii va’zlarından). Râbıta işte budur.


FATİH KUT: Çok güzel bir açıklaması, îzâhı oldu

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Îzâhı bu, yoksa ibadet falan değil. Yaptıkları yanlış değerlendirme fitneden ve iftiradan başka bir şey değildir. Bakın az önce ilgili hadis-i şerîfi okudum.. İnsan ne ile sahabi olur, ne ile ve nasıl tabiinden olur, anlattım bunları. Sahabi veya tabiinden… oluş ne amelle ne ilimle olur. Feyizli ve nurlu insanlarla sohbetle, beraberlikle, hemhal olmakla olur. Rabıtanın aslı bu. Rabıtanın reddedilecek bir tarafı yok, ibadet olacak tarafı da yok. Bir insanın manen yükselmesi bu durumda amel ile olmamış, ilim ile olmamışsa, başka ne ile olur. Zenginlikle mi olur? Yok, Çünkü İmam Azam zengindi. Pek çok sahabiden daha zengindi. Ama sahabe seviyesine çıkamamıştı.

FATİH KUT: Peki Peygamberimizle Râbıta kurulabilir mi?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam ile olur. Onu da şöyle izah edeyim : Aslında nurun kaynağı Cenâb-ı Hakk’tır. O, önce nurunu Peygamber Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’a indirir. Diğer Peygamberlerden de önce O’na indirir. Peygamberimizden de insanlara dağılırken diğer Peygamberler ve ümmet-i Muhammed’in salihlerine dağılır. Onun içindir ki bu ümmetin salihleri ile diğer Peygamberler aynı anda o nuru alırlar. “Ümmetimin alimleri, salihleri Beni İsrail’in Peygamberleri gibidir” (değeri için bkz. Acluni, Keşf, No:1744) rivayetinin îzâhı da budur zaten. Ümmetin diğer ferdlerine ise bunlar kanalıyla o nur ve feyiz dağılır ki bu dağılma, o sohbet, o beraberlik, o hemhallik, o râbıta ile olur.

FATİH KUT: Nur / feyiz İnsana enerji veriyor değil mi Sayın Hocam ? Neden ?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Enerji verdiği kesindir. Onu rahatlalıkla söylüyoruz. Râbıtanın, zikrullahın, insanı feyizlendirdiği, nurlandırdığı tecrübe ile sabittir. Bu nur, insana güç, kuvvet, cevvaliyet, zindelik, dinçlik verir. O insanlar bundan dolayı sıkıntılara, zorluklara çok iyi tahammül ederler. Çok ibadet etmek onları yormaz hatta dinlendirir. Nafileleri çok işledikleri için, farzlar onlar açısından sıradanlaşır. Mesela sabah namazını, vaktinde camide cemaat ile kılmak çok sıradan bir iş halini alır. Teheccüdü, gece ibadetini kaçıracak olsalar sanki bir farzı kaçırmış gibi, bir haramı işlemiş gibi kendilerini kötü hissederler. Bir de şunu ekleyeyim ; Mesela bir oda düşününüz. Nursuz, secdesiz, namazsız, niyazsız, mendebur insanların doldurduğu bir oda. Oradaki insanlar dışarı çıksın gitsin, sonra gel o odaya, orada hiç bir manevi hava göremezsiniz. Ama o odaya bir tane salih, feyizli insan koyun. O insan kalkıp gittikten sonra girin o odaya, o manevi havayı fark edersiniz. Bu neden oldu ? İşte o insanın nurunun o odaya sirayet etmesi ile oldu. Bu durum isbat istemeyecek kadar açık, belli durur. Biraz da insan firasetle gözlemlerse, bunu görür. Ama firasetsizce olaylara bakarsa o zaman nursuz bir insan ile nurlu bir insanın farkını bile göremez.



Orhan Çeker - Tasavvufi Meseleleri Fıkhi Bakış
Devamını Oku »

Keramet Nedir ?

Keramet Nedir

FATİH KUT: Sayın Hocam Kerâmet konusuna gelelim. Kerâmeti bazı insanlar tamamen reddediyorlar. Bazı insanlar da tam tersine bir tavır alıyorlar. Bu konuda ne dersiniz?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Biz toplum olarak, ortada durmayı yani itidal üzere olmayı pek beceremiyoruz. Ya minimum noktada duruyoruz, ya maksimum noktada. İki uçta bulunuyoruz, ortada durmayı bir türlü beceremiyoruz. Metrenin ya yüz cm. noktasında ya da sıfır noktasında duruyoruz. Bunun bir de 50 noktası var diye hiç düşünmüyoruz. Mutedil olmak gerekiyor. Kur’an bize “ vasat / mutedil ümmet” (Bakara : 143) diyor. Kerâmete karşı çıkanlar hepsini siliyorlar. Kerâmete inananlar da en ufak bir tesadüfü bile kerâmet kabul ediyorlar.
Durun diyoruz her ikisine de, ayaklarınız biraz yere değsin bu işin bir ortası var. Ne çok uçmak, kaçmak, ne de her şeyi silip süpürmek. İkisi de yok, ikiniz de hatadasınız, diyoruz. Peki kerâmete niye karşı çıkılır ? Bir de o mesele var. Ben bunun temelinde, dibinde materyalizmin olduğuna inanıyorum. Diyeceksiniz ki kerâmetin inkarı ile materyalizmin ne ilgisi var. Materyalizm, biliyorsunuz, “gözümün görmediğine inanmam” felsefesine dayanır. Ve ne var ne yok hepsi laboratuvardan, fizik alemden ibarettir. Metafizik diye bir olay yok iddiasındalar.
Bizim akl-ı evveller bir zamanlar mucizeleri îzâh edemeyince materyalist aleme, mucizeleri laboratuvar verilerine göre îzâh yapmaya kalkmışlar. Hatta Mirac’ta bile ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm, o kadar yere gitmemiştir. İşte şuraya gitmiş gelmiştir veya öyle bir şey olmamıştır’, şeklinde izahlar getirmeye çalıştılar. Neredeyse, ‘mucize dediğiniz şey yok, şu şekildeki fiziki bir olaydır’, demeye getirmişlerdir. İşte bu hareket devam ede ede mucizenin bir benzeri olan olağanüstü hal yani kerâmet de bundan nasibini almıştır. Yani mucizeyi fiziki şartlarda îzâh etmeye kalkışan kafa, yada materyalist kafa kerâmet için de aynı şeyleri söylemiştir. Dolayısıyla o fiziki şartlara iyice alışmış olan anlayış, mucizelere o kadar karşı çıkmasa da veya kendine göre bir takım yorumlar yapmaya kalksa da kerâmete geldi mi, tümden siliveriyor. Yok öyle bir şey diyor. Peki kerâmet ne? Kerâmet olağanüstü bir haldir.

Mahiyet olarak mucizeden farkı yoktur. Sadece mucizede bir iddia, bir meydan okuma vardır. Kerâmette ise böyle bir amaç yoktur. Ama mahiyet olarak ikisi de olağanüstü bir haldir. Kerâmette gizleme esastır. İddia ve meydan okuma yoktur. Kerâmet, isminden de anlaşılacağı üzere Allah’ın ikramıdır. Allah kuluna özel ikramda bulunur. Ona olağanüstü bir şeyler verir. Fiziki şartların ötesinde bir takım nimetler verir. İşte buna kerâmet denir. Kerâmetin örneği var mı ? Kur´ân-ı Kerîm’de gayet güzel örnekler var. Mesela Hz. Meryem’den çok güzel örnekler verilmiş.. Hz. Meryem Anamız mescidin bir köşesine çekilmiş, hücresinde ibadetle meşgulken onun yanına ALLAH katından çeşit çeşit yiyecekler geliverirdi. Zekeriya Aleyhi´s-Selâm bile peygamber iken hayret ediyor, “bunlar sana nerden geldi” diyor. O da “Allah katından geldi” cevabını veriyor. Bu bir kerâmettir. Ya da diyelim ki Ashab-ı Kehf’in veya Uzeyir a.s.in yıllarca üç yüz sene… uyuyuşu.

Ashab-ı Kehf, Bir mağaraya giriyorlar, yüzlerce sene yatıyorlar. Acıkma yok, çürüme yok, üşüme yok. Üzerlerindeki elbisenin eskimesi yok. Bir taraflarının morarması yok. Cenâb-ı Hakk onları evirip çeviriyor. Üç yüz sene uyutuyor orada, uyanma yok, yanlarındaki köpek bile uyuyup duruyor. Bu nedir peki ? Keramet değil de mucize miydi ! Ashab-ı Kehf peygamber değildi ki bu hale mu’cize diyelim. Salih insanlardı. Cenâb-ı Hakk onlara bu ikramı verdi. Kerametti yani. Daha bunun gibi pek çok örnek vardır. Kerâmet Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kuluna verdiği olağanüstü hallerdir, ikramlardır. Bunun inkarı ile insan, bir yere varamaz. Sadece nefsini tatmin eder o kadar. Bir kitap okumuştum ; “İnanmanın yüceliğine eremiyorsanız, inkârın basitliğinden kurtulunuz” diye bir cümle kullanmış. Kerameti inkar edenlere aynı cümleyi kullanıyoruz. İnkârın basitliğine düşmeyin, diyoruz. Aksine “Cenâb-ı Hakk ikram etmiştir. Ama ben o ikrama layık değilim ki bana vermedi. Belki ilerde o güzel hal içerisinde olabilirim”, deyin ve inkar etmeyin.
Kerametin bir de şöyle bir yönü var : Bir insanın elinde keramet zuhur etmişse o keramet o insanın mensub olduğu peygamberin, hak peygamber olduğunu isbat eder. Öyle ya; keramet sahibi insan, o peygamberin yolunu takip ettiği için bu mertebeye ulaşmıştır. O yol batıl bir yol olsaydı, o yolda yürüyen insan bu ikrama nail olamazdı. Nail olduğuna göre gittiği yol, hak yoldur. Onun içindir ki keramet o yolu getiren peygamberin mu’cizesi kabilindendir.



Orhan Çeker - Tasavvufi Meseleleri Fıkhi Bakış
Devamını Oku »