Şu Pencere, Hz. Muhammed’in (A.S.M) Penceresidir



Bismillahirrahmanirrahim


Otuz İkinci Pencere



هُوَ الَّذِىۤ اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا 1


قُلْ يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيِى وَيُمِيتُ 2

Şu Pencere, semâ-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nuranî pencere, Otuz Birinci Söz olan Mirac Risalesiyle On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risalesinde ve On Dokuz İşaretli olan On Dokuzuncu Mektupta ne derece nuranî ve zâhir olduğu ispat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:

Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâkârâne tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkàdir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu itham edip bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle.


Ayet Mealleri:

1) “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter.” Fetih Sûresi, 48:28.

2) “De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Dirilten de Odur, öldüren de.” A’râf Sûresi, 7:158.


Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-33. Söz)
Devamını Oku »

Şu 33 Pencere Imanı Olmayanı Inşaallah Imana Getirir


Bismillahirrahmanirrahim

Otuz Üçüncü Pencere


اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِىۤ اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا1

الۤرٰ كِتاَبٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ 2

Bütün geçmiş Pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler olduğunu düşün; sonra Kur’ân’da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o Pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’ân’a gayet mücmel bir surette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak, nuranî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar kat’î ve parlak ve nuranî olduğunu, Yirmi Beşinci Söz olan İ’câz-ı Kur’ân Risalesine ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur’ân’ı bize gönderen Zât-ı Zülcelâlin Arş-ı Rahmânîsine niyaz edip deriz:

3 رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا 4

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ 5

وَتُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ 6

İhtar

Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter” diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.

Mirac Risalesinde asıl muhatap mü’min idi; mülhid, ikinci derecede istimâ makamında idi. Şu risalede ise, muhatap, münkirdir; istimâ makamlarında mü’mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı. Fakat, maatteessüf, mühim bir sebebe binaen şu Mektup gayet sür’atle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana ait olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.

وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى – وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى 7

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 8

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ 

وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ 9:

Ayet Mealleri:

1 : “Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı dos doğru bir şekilde indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1-2.

2.Elif lâm râ. Bu bir kitap ki, insanları inkâr karanlıklarından iman nuruna çıkarman için sana indirdik.” İbrahim Sûresi, 14:1.

3 : “Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya hata edersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

4 : “Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.

5 : “Ey Rabbimiz! Duamızı kabul buyur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilensin.” Bakara Sûresi, 2:127.

6 : “Tevbemizi de kabul et. Şüphesiz ki Sen tevbeleri çokça kabul edersin ve rahmetin herşeyi kuşatmıştır.” Bakara Sûresi, 2:128.

7 : Selâm, hüdâya tâbi olanların üzerine olsun! Levm ve itab da hevâya tâbi olanlara olsun!

8 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.

9 : Allahım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.

Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-33. Söz)
Devamını Oku »

Haşirde Herkesin A’mâli Yazılı Neşrediliyor



Bismillahirrahmanirrahim


Hem kâh oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini ihsas etsin, tâ istib’âd ve inkâra meydan kalmasın.


Meselâ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ ilâ ahir,

ve اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ ilâ ahir.

İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

Meselâ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri var.

İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَت ْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.



Bediüzzaman Said Nursî



(Sözler)
Devamını Oku »

Kur’ân’ın En Mühim Bir Dersi Iman-ı Bil’âhirettir



Bismillahirrahmanirrahim


Zeylin Beşinci Parçası



Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın icmâ ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi;

-onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekàyı bilbedâhe iktiza ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle;

-ve her sene, baharda, rû-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile ihyâ edip ba’sü ba’delmevt’e mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet harika bir tarzda iâşe ettiren,

-Ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inâyet-i daime bilbedâhe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedâhe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. (HAŞİYE)

Madem Kur’ân-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdülillâhi alâ kemâli’l-îmân” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.


(HAŞİYE) Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese, “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe küre-i arz üzerinde vardır”; diğeri dese, “Yoktur.” ispat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca dâvâsını ispat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle dâvâsını ispat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat’-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedî zamanı temâşâ etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını ispat edebilir, ademini gösterebilir.

İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.



Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler)
Devamını Oku »

Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad




Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır.

Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.

Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok.

– Bu abartımı?

Şimdi söyleyeceğim:

-Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
-Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey!

Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
-Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım.
-Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.

Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği iman hakikatleri tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.

Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı.
Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum.


Muhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiç bir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum.

Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya… düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra.

İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren,hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları…

O dönemde Beziüzzaman Hazretleriyle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslami kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması…

Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi.Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma.

Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var;bu bir arayış. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü.

Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu.

Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz?

Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma.

Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”.

O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından baya işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum.


Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan alimlerden farklı yönleri nelerdir?

Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı.

Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi.
Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.

Bediüzzaman’ın çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.

Neden anahtarın Bediüzzaman’da olduğunu gösteren en önemli şey bu?

Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını, aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür.

Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir.

Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır.

Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli!

Bediüzzman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli.

Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslam’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.

İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz,İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada.

Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu;

Çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan;

Birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkumiyetidir.
İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir.
Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü.Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı.

İnsanlar atomlara haps oldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına haps oldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması!

Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması.

Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına haps eden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek.

Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi.

O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, çok zorlu bir dönemde fakat çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Risale-i Nurların İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?


Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var.

Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde.
Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum.
Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum.

Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir.

Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslami bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.

Kur’an’dan aldığı ilhamı, Kur’an’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur.

Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur’an’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur’an’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur’an’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor.

Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslami ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefi sorunlarına derinlemesine ve vukufiyetle vakıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır.

Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslam’ın kapısını, İslam düşüncesinin kapısını, İslam medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslami bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.

Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.

Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz.

Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz.

Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartımı? Şimdi söyleyeceğim:
-Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
-Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor.

Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir.

Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir.

Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında.
Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir?

Bediüzzaman Said Nursi’nin hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz.

Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar.

Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilasıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasi kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı.

Birinci medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslam dünyasını itikadi, içtimai ve siyasi olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı.

Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslam düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı.

Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu.

Yaşanan medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu.

Osmanlı, itikadi, içtimai ve siyasi toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslam dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslam medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti.

Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasi bir buhran değil, İslam’la ve hakim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı.

İslam tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslam’la, hem de hakim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslam’la ve hakim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif -sığ, sathi ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta.

Dolayısıyla siyasi çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur.

Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasi bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velut ve düşüncesinin çapı ve derinliği hala yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegane temsilcisidir.

Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi.

İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani alim, arif ve hakim süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.

Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem alim hem arif, hem hakim Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası.

Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanin ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız?

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir alim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.

Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir.

Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur’an’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var.

Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu.


Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsın demektir. Bir şekilde göz ardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım.

Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevni ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevni ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil.

Biz bir şekilde pozitif bilimi kevni ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur’anda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çök önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur’an’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu.

Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir alim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir alim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia…

Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde.
Diğer İslami kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır.

Bediüzzaman’a konan bu pranga, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor.

Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz?


Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük.

Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir.

Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir.

Yusuf Kaplan / Mülakat: Muhammed SEMİZ
Kaynak : İrfan Mektebi
Devamını Oku »

Hürriyet

Hayatın gayesi, onu yaşanmaya değerli yapan şey, varlıklar basamağında ilerliyerek cansız maddeden bitkiye ve hayvana, ondan da insana yükselten evrimin insanlığı Allah’a yaranma sevgisine ulaştırmasıdır. Allah a yaranmayı hayatının gayesi yapan insan, faziletli insandır. Faziletli insanların bir arada yaşadıkları belde ise bahtiyar beldedir. Bizi Allaha götüren ruhçuluk, faziletli insanı yetiştirir.

Dâvamız, asrımızda hiç benzeri görülmemiş şekilde çiğnenen kul hakkı dâvasıdır. İnsanlar âleminde de Darvin’in bütün canlılar dünyası için anlattığı hayat savaşı hâkimdir. Kuvvetli zayıfı yok ediyor. Kuvvetin saltanatını koruyan, damarlarımızın yapısına aşılı olan ihtiraslarımızdır. Bu sebepten dünyamızda her zaman “insan insanın kurdu” olmuştur. İnsanları yeryüzündeyken birbirlerinin zulmünden koruyacak kuvvet, âdil devletin otorite-sidir.

Bu otorite, geçmişteki insanlara karşı zaman zaman zulüm vasıtası olarak kullanıldığından, insanlığı himayeden mahrum bırakmak için bu olayı fırsat bilen Yahudi cemaat tarafından, Fransa ihtilâlinden sonra Avrupa milletlerinde, asrımızın başında ise bizde tekmelendi ve milletler kendi içlerindeki hayat savaşına terk edildiler. Buna halkçılık ve hürriyet adını verdiler. Hürriyet, kuvvetini serbestçe kullanma yetisidir. Kuvvetin insanda bağlandığı şeyler çok ve çeşitlidir. Bedenin kuvveti vardır; pençe ve yumruk kuvveti vardır; paranın kuvveti vardır; kalem kuvveti, fikir kuvveti vardır; ruh kuvveti, ahlâk kuvveti vardır; din kuvveti, hakkın kuvveti vardır. Hürriyet bunların hangisinin hâkimiyetini sağlayan serbestliktir?

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İstikbâl

Son nesillerin hazırlayacağı istikbâl, bugünkü adımlarımızın kat-î ve zarurî eseri olacaktır. Yarını hazırlayacak adımları hesaplarken bugün ne olduğumuzu düşünmeye mecburuz. Bugünkü varlığımızda bütün eskinin izleri yaşamaktadır. Millî hayat, mâzinin derinliklerinden gelerek istikbâle doğru akan bir nehir gibidir, ölüler bizi yaşatıyor; biz, yarınki dirilere hayat vereceğiz. Gece günden, gün geceden çıkıyor; diri ölüden, ölü diriden çıkıyor. Eski nedir, diye bir bilmece soran olursa, ona cevabımız pek basit: Bizden evvel yaşayanların ayak izleri, kol, kalb ve kafalarının birlikte çalışarak bıraktıkları eserlerdir. İhtiyar küremizde vücutların ihtiyarlaması, ruhları gençleştirici oluyor: Yavuz Selim, Alpaslan’dan daha genç, Hitler, İskender'den daha zindedir. Gandi, Buda’dan daha taze, Yunus, Sen Pol’den daha cezbelidir. Kalven, Luther’den daha samimî, Hüseyin Avni, Danton’dan daha ateşlidir. Kılıçla kalbin muhayyilelerde yetiştirdiği kahramanlar da öyle: Battal Gazi, Oğuz Han’dan daha cesur, Raskolnikof, Horace'den daha erkektir. Werther, Mecnûn’dan daha âşık, Julyet, Leylâ’dan daha mâsumdur.

Biz de gençleşmek istiyoruz; bizde de yenileşmek ihtirasları var. Bir hayat uğruna bin kere ölmek lâzım olduğunu biliyoruz. İrademizle ölmesini bilmezsek İlâhî irade ile ebedî hayata kavuşmak imkânsız olacak. Çocukluk rüyaları bitip de gençliğin ateşli fırtınaları başlayarak ölümün sakin kucağına sokuluncaya kadar her adımda ölmesini bilen, aşk içinde irade ile ölebilen varlıklar,

Her devrin yaşanmaya değer yarınını hazırlayan kahramanlardır.

İsımsîz kahramanlar büyük muztaripler! Ruhlarının üstüne ilâhı Âbide yapılan ebeliler onlardır...

Şunu da biliyoruz ki bize bulunduğumuz hali bağışlayan sebeplen anlamadan aydınlıklarla dolu bir istikbâlin zaferini kazanmaya imkân yok. Halden ibaret olan büyük gövdeli ağacın kökleri mâzidedir; istikbalin yemişleri de bu gövdeden toplanacaktır Bugünümuzü hazırlayan sebeplerin hepsi mâzide var. Tarihin olayları tıpkı tabiat olayları gibidir. Tabiatta hüküm süren muayyeniyet» yani muayyen sebeplerin muayyen sonuçları doğurması tarihte de hâkimdir. İnsanlığın tarihinde de ekilen biçiliyor ve yine tabiatta olduğu gibi, cemiyet hayatında da gerekcilik prensibi hüküm sürerken, İlâhî hikmet ve adaletle birleşmiş bulunuyor, Sebeplerin tohumu tarihin tarlasına atıldıktan sonra belli netice, ilâhı hikmet ve âdaletle birleşerek, mutlaka alınacaktır.

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Hüsün-kubuh meselesi

 


Emredilen ve Yasaklanan Şeylerde Bulunan İyilik ve Kötülük (Hüsün-kubuh meselesi) Açısından Hükümlerin Sınıflandırılması:


Sadruşşeria




İslam yasamasında yasakları, zorunlulukları yahut serbestlikleri belirleyen yasaların iyi-kötü, yararlı-zararlı gibi ahlaki ve/veya siyasi gerekçelere dayandığı kabul edilir. Bu ilke, sadece Kur’an ve sünnette belirlenen emir ve yasaklar için geçerli değildir, aynı zamanda genel olarak yasamanın, yani herhangi bir konuda zorunluluk bildiren bir hükmün konulmasının temel dayanağıdır.

Sadruşşeria Ubeydullah b. Mes’ûd el-Buhârî’nin (ö. 747/1346) Pezdevî, Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Hâcib’in eserlerinden faydalanarak memzûc (karma) metotla yazdığı metin ve onun şerhi, et-Tenkîh ve et-Tavdîh fıkıh usûlü (İslam hukuk metodolojisi) alanında medreselerde okutulan en önemli eserlerden biri olmuştur. Aşağıda Sadruşşerîa’nın metin ve şerhinden yapılan tercümede metin normal, şerh italik yazıyla verilmiştir.

-----------


 İyilik-Kötülük (Hüsün-Kubuh) Meselesi



Emredilen şeyin iyi olması gerekir.

Bu mesele usûlün (İslam hukuk metodolojisinin) temel problemlerinden biri olduğu gibi akli ve dini konular içinde de önemli bir yere sahiptir. Ayrıca bu mesele, çöllerinde büyük âlimlerin ayaklarının kaydığı kader ve kadercilik konusuyla yakından ilgilidir... Bu konuda hak iki uç arasında orta bir yerdedir ve bu, Allah’ın seçkin kulları dışında kimsenin bilmediği ilahî sırlardan biridir... Alimler iyilik ve kötülüğün üç anlamda kullanıldığını ifade etmişlerdir: 1. Bir şeyin insan tabiatına uygun ya da aykırı olması. 2. Bir şeyin olgunluk (kemâl) ya da eksiklik (noksan) sayılması. 3.

Bir şeyin dünyada övgüye ve ahirette sevaba konu olması ya da dünyada yergiye ve ahirette cezaya konu olması. İlk iki anlamda iyilik ve kötülüğün akıl yoluyla bilinebileceğinde görüş birliği vardır. Üçüncü anlam hakkında ise farklı görüşler vardır. Eş’arî’ye (324/935) göre bu anlamda iyilik ve kötülük akıl yoluyla bilinemez, sadece din yoluyla bilinir. Bu görüş iki gerekçeye dayanır: 1. Fiillerin kendiliğinde iyilik ve kötülük yoktur.

Eş’arî’ye göre, herhangi bir fiilde, onun iyi veya kötü olmasına yol açan bir nitelik yoktur. 2. Eş’arî’ye göre, kulun fiilleri kendi seçimiyle meydana gelmez; bu sebeple onlar iyilik veya kötülükle nitelenemez. Bununla birlikte Eş’arî, bu fiillerin dinin getirdiği emir ve yasaklar nedeniyle ödül veya cezaya konu olabileceğini kabul etmiştir; çünkü ona göre, Allah’ın, seçimiyle yapmadığı fiillerden dolayı kulunu ödüllendirmesi veya cezalandırması kötü değildir; zira ona göre Yüce Allah’ın fiillerine iyilik veya kötülük izafe edilemez. Dolayısıyla üçüncü anlamda iyilik ve kötülük Eş’arî’ye göre fiilin sadece emredilmesi veya yasaklanması sonucunda meydana gelir.

Eş’arî’ye göre iyi olan emredilen, kötü olan da yasaklanandır.

Emir îcab (kesin emir), nedb (tavsiye) ya da ibâha (serbest bırakma), yasak da haram (kesin yasak) ya da mekruh kılma (yapılmamasını tavsiye) anlamında olabilir.

Mutezile’ye göre iyi olan yapılması övülen, kötü olan ise yapılması yerilendir. Başka bir açıklamaya göre iyi, gücü yeten ve durumu bilenin yapması uygun olan şey, kötü ise böyle bir varlığın yapması uygun olmayan şeydir.

“Gücü yeten” ve “durumu bilen” kayıtlarıyla ızdırar (mecburiyet) halinde olanın ve akıl hastasının fiilleri tanımın dışında bırakılmıştır... Mutezile iyi ve kötüyü yukarıdaki iki şekilde tanımlamıştır. Birinci tanıma göre iyi sadece vâcip ve mendubu (emredilen ve tavsiye edileni) içine alır; ikinci tanıma göre mubâhı da (serbest olanı da) içine alır. Kötünün her iki tanımı da eşittir ve sadece haram ve mekruhu (yasaklanan ve tavsiye edilmeyeni) içine alır. İyinin birinci tanımına göre mubah iyi ve kötü arasında ara bir konumdadır; ikinci tanıma göre iyi ve kötü arasında bir ara konum yoktur...

Hanefîlerin bir kısmına ve Mutezile’ye göre fiillerin bir kısmının iyilik veya kötülüğü o fiillerin kendisinden veya bir niteliğinden kaynaklanır ve akıl yoluyla da bilinir.

Yani fiilin kendisi sebebiyle, onu yapan dünyada övülmeyi ahirette de sevabı hakeder ya da fiilde bulunan bir nitelik sebebiyle, onu yapan övülmeyi ve sevap elde etmeyi veya yerilmeyi ve cezalandırılmayı hakeder. ’Akıl yoluyla da bilinir’ denilmesinin sebebi iyilik ve kötülüğün din yoluyla bilinmesinde tartışma olmamasıdır.

Çünkü Hz. Peygamber’e inanmanın gerekliliği dinin emrine dayandırılırsa kısır döngü (devr)6 meydana gelir.

Bir kişi peygamber olduğunu iddia eder, mucize gösterir, onu işiten onun peygamber olduğunu bilir ve bu peygamber “namaz sizin üzerinize farzdır” gibi bazı konuları haber verirse; bu haberleri işitenin bunlara inanması gerekmiyorsa peygamberliğin faydası kalmaz; inanması gerekiyorsa iki ihtimal vardır: Peygamberin haberlerinin bir kısmına inanmanın gerekliliği akla dayanmalıdır ya da böyle olmayıp peygamberin haberlerinin tümüne inanmanın gerekliliği dine dayanmalıdır. İkinci ihtimal yanlıştır; çünkü bu haberlerin tamamına inanmanın gerekliliği dine dayanıyorsa bu gereklilik peygamberin sözüyle bilinecektir. Yani inanılması gereken ilk habere inanmak, peygamberin ilk habere inanmanın gerekli olduğuna dair sözüyle gerekli kılınmış olacaktır. Bu söz hakkında konuşabiliriz; bu söze inanmak gerekmiyorsa ilk habere de inanmak gerekli değildir; bu söze inanmak gerekiyorsa ya ilk habere dayanılarak gerekir ki; bu durumda kısır döngü (devr) meydana gelir ya da başka bir söze dayanılarak gerekir ki; bu durumda da teselsül7 meydana gelir. Bu bilinirse ilk ihtimal kesinleşir; o da ’Peygamberin haberlerinin bir kısmına inanmanın gerekliliği akla dayanmalıdır’. Çünkü dine dayandırılmazsa bunun aklen gerekli olduğu ortaya çıkar ve aklen iyi olduğu anlaşılır. Ayrıca Hz. Peygamber’e inanmanın gerekliliği yalanın yasak olmasına dayanır; eğer bu dine dayandırılırsa kısır döngü meydana gelir; ama akla dayandırılırsa onun kötülüğü akıl yoluyla bilinmiş olur...

Mutezile’ye göre akıl bir şeyin iyi veya kötü olduğuna hükmedebilir, iyilik veya kötülüğü kesinlikle bilir ve tespit edebilir. Bize göre, bir şeyin iyi veya kötü olduğuna hükmeden Allah’tır; akıl ise iyilik ve kötülüğün bilinmesini sağlayan araçtır; doğru bir düşünceyle aklın düşünmesinden sonra Allah (insanda) bu bilgiyi yaratır.

İyilik ve kötülüğün akıl yoluyla bilinebileceği konusunda bizimle Mutezile arasında bir tartışma yoktur. Bu meseleyi ispat ettikten sonra bizimle onların arasındaki tartışmalı konuları ifade etmek isteriz. Bunlar iki konudur:

1. Mutezile’ye göre akıl Yüce Allah ve kullar hakkında kayıtsız şekilde hüküm verebilecek konumdadır. Aklın Allah hakkında hüküm vermesine gelince, onlara göre kullar için en iyi olanı yapmasının Allah’ın üzerine vâcip/ödev olması akıl yoluyla bilinmiştir ve Allah’ın bunu yapmaması haramdır/yasaktır. Vucûb/ödev olma ve hurmet/yasak olma hükümleri iyilik ve kötülük hükümlerini zorunlu olarak gerektirir. Aklın kullar hakkında hüküm vermesine gelince, onlara göre Allah herhangi bir hüküm vermeden, akıl belirli fiilleri kullara vâcip (ödev), mubah (serbest) veya haram (yasak) kılar. Bize göre iyilik ve kötülük hükmünü veren Allah’tır ve Allah, başkasının onun hakkında hüküm vermesi ve bir şeyin onun üzerine vâcip (ödev) olmasından daha yücedir... Kulların fiillerini yaratan odur; bu fiillerin bir kısmını iyi ve bir kısmını kötü kılan odur; onun her tümel (küllî) ya da tikel (cüz’î) meselede belirli bir hükmü, açık bir yargısı ve bunların içini ve dışını kuşatan ilmi vardır; o, bunların içine hayır ve şerri, fayda ve zararı, iyilik ve kötülüğü yerleştirmiştir.

2. Mutezile’ye göre akıl iyilik ve kötülüğü tevlîd8 yoluyla zorunlu olarak bilir; yani akıl doğru bir düşünmeden sonra ortaya çıkan sonucu bilmeyi doğurur. Bize göre, akıl bunların bir kısmını bilmeye yarayan bir araçtır; çünkü Allah’ın iyi veya kötü olduğuna hükmettiği birçok şeyin böyle olduğunu akıl bulamamıştır; bunları bilmek peygamberlerin insanlara bu bilgileri ulaştırmasıyla mümkün olmuştur. Ancak Allah aklın bu bilgilerin bir kısmına ulaşmasını mümkün kılmıştır. Ayrıca akıl bilgiyi doğurmaz; ama Allah’ın kanunu şu şekilde işlemiştir: Aklın kendi kazanımı olmadan bu bilgilerin bir kısmını Allah akılda yaratmış, bir kısmını da aklın kazanımından, yani aklın bilinen öncülleri doğru bir şekilde sıralamasından/düzenlemesinden sonra yaratmıştır... Bizim varlıkları var etme gücümüz yoktur. Varlıkları düzenlemek ise var etmek değildir.

Emredilen şey taşıdığı iyilik niteliği yönünden iki türdür:

1. Kendisindeki bir anlam sebebiyle iyi olan,

2. Dışındaki bir anlam sebebiyle iyi olan.

Birinci tür şu kısımlara ayrılır:

1. Yükümlülüğü hiç düşmeyen fiiller, mesela (Allah’a) inanmak gibi.

2. İkrah (zorlama) durumunda yükümlülüğü düşen fiiller, mesela dille ikrar gibi. İnanmak asıl, ikrar ise ona tabidir; çünkü onu gösterir; zira insan ruh ve bedenden oluşur ve inanmanın niteliği ancak içeridekini gösteren söz aracılığıyla içeriden dışarıya çıkmasıyla tamamlanır; diğer fiiller ise böyle değildir. Dolayısıyla, kim kalbiyle inanır ama bir özrü olmadan ikrarı bırakırsa mü’min olmaz; kim de inanır ama ikrar edeceği kadar bir vakit bulamazsa mü’min olur. Özür sebebiyle düşen namaz da böyledir.

3. Dışındaki bir anlam sebebiyle iyi olanlara benzeyen fiiller, meselâ zekat, oruç ve hac gibi. Bu fiillerin iyiliği kendi dışındaki bir şey sebebiyle iyi olanlara benzer. Burada kendi dışındaki şeyle kasdedilen, fakirin ihtiyacını gidermek, nefsi dizginlemek ve Allah’ın evini ziyaret etmektir; ancak fakir ve Allah’ın evi bu şekilde ibadet edilmeyi haketmezler; nefis ise günah işlemeye meyyal yaratılmış olduğundan onu ezip yok etmek iyi değildir; bu sebeple aracı olan başka anlamlar ortadan kalkmış ve bu fiiller sırf Allah’a ibadet için yapılan fiiller haline gelmiştir...

İkinci tür ise şu kısımlara ayrılır:

1. Dışındaki şeyin, emredilenden ayrı olduğu fiiller. Mesela Cuma namazını kılmak için yapıldığından, Cuma namazına yürümek iyi bir fiildir. Abdest almak namaz sebebiyle iyi bir fiil olmuştur ve aslında abdest kendisi için kasdedilen bir ibadet değildir. Bu sebeple, namaz düşerse abdest de düşer ve namaza hazırlayıcı bir araç olması yönünden abdeste niyet etmek gerekli/şart görülmemiştir.

2. Dışındaki şeyin, emredilenle birlikte meydana geldiği fiiller. Mesela Allah’ın sözünü yüceltmek için cihad etmek ve ölünün hakkını yerine getirmek için cenaze namazı kılmak gibi. Bu bakımdan, bütün kâfirler Müslüman olsa cihad meşru olmaktan çıkar ve ölünün hakkı bir kısım insan tarafından yerine getirilirse cenaze namazı diğerlerinden düşer. Burada amaç emredilenin kendisiyle meydana geldiği için, önceki tür değil ama bu tür birinci kısma (kendisindeki bir anlam sebebiyle iyi olana) benzer sayılmıştır...

Yasaklar ve Kötülük


Yasaklama (nehiy) ya zina ve içki içmek gibi duyu organlarıyla bilinen fiillere (hissiyyâta) yöneliktir...

Hissiyyât sadece duyusal varlığa sahip olan fiiller, şer’iyyât ise duyusal varlıkla birlikte şer’î/hukukî varlığa da sahip olan fiillerdir. Meselâ satım sözleşmesi gibi. Satım duyusal bir varlığa sahiptir; çünkü icap ve kabul10 duyusal yönden vardır. Duyusal varlığının yanında satımın şer’î/hukukî varlığı da bulunmaktadır; çünkü şeriat/hukuk duyusal yönden var olan icap ve kabulün birbirine hükmen bağlandığına ve bunun neticesinde müşterinin aldığı şey üzerinde mülkiyet hakkını doğuran bir şer’î/hukukî anlamın meydana geldiğine hükmeder. Bu anlam satımdır. Bu bakımdan, icap ve kabul, satılması mümkün olmayan bir şey üzerinde gerçekleşirse hukuk bunu satım olarak kabul etmez; eğer icap ve kabul muhayyerlik şartıyla birlikte bulunursa hukuk, mülkiyet doğurmamakla birlikte satımın var olduğuna hükmeder ve satımın hukukî varlığı gerçekleşir.

Bu durumda yasak, yasaklanan şeyin “kendisinden kaynaklanan kötülük (kubh li-aynih)” taşımasını gerektirir. Ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (onun bizzat kendisinde olmayıp) onunla ilgili başka bir şeyde bulunduğunu gösteren bir delil varsa (bakılır): Bu başka şey (yasaklanan şeye ait, ondan ayrılmayan) bir nitelik ise hüküm önceki gibidir; bu başka şey yasaklanan şeyden ayrılabilen (mücâvir) bir nitelik ise hüküm önceki gibi değildir. Meselâ “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın” hükmü gibi.

Ya da yasaklama (bayram günü) oruç tutma ve (faizli) satım akdi gibi şer’î/hukuki fiillere yöneliktir. Şâfiî’ye göre bunlar da birinci kısım gibidir. Bize göre bu tür yasaklar yasaklanan şeyin ’başka bir şeyden kaynaklanan kötülük (kubh li-gayrih)’ taşıdığını gösterir. Buna göre, bu fiiller aslı bakımından sahih (geçerli) ve meşru sayılır. Ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (başka bir şeyde değil) kendisinde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir. ’Kendisi sebebiyle kötü’ olan fiil ise görüş birliğiyle bâtıldır (hükümsüzdür).

Bir fiilin yasaklanması onun kötülüğünü gerektirir. “Gerektirme” kelimesini kullanmamızın nedeni daha önce ifade ettiğimiz gibi, kötülüğün sadece yasaktan kaynaklanmaması, bunun aksine, Yüce Allah’ın bir şeyi kötülüğü sebebiyle yasaklıyor olmasıdır. Eğer yasak duyusal fiillere yönelikse o fiillerin ’kendisinden kaynaklanan bir kötülük’ taşıyor olmasını gerektirir; çünkü aslolan yasaklanan şeyin kendisinin kötü olmasıdır, başkasının değil. Yasaklanan şeyin kendisinin kötülüğü ya bütün parçalarının kötü olması ya da parçalarının bir kısmının kötü olması sebebiyledir. Parçalarının bir kısmının kötü olması da bir şeyin kendisinden kaynaklanan kötülüğe dahildir.

Aslolan, yasaklanan bir şeyin kendisinden kaynaklanan bir sebeple kötü olmasıdır ve yasağın başka bir şey sebebiyle konulduğunu gösteren bir delil bulunmadıkça hüküm böyledir; ancak böyle bir delil bulunduğu zaman yasaklanan şeyin, başka bir şey sebebiyle kötü olduğu anlaşılır. Eğer bu başka şey bir sıfat/nitelik ise bu sıfatı taşıyan fiil ’kendisi sebebiyle kötü’ hükmündedir ve birinci kısma katılır. Ancak birinci kısım kendisi sebebiyle (liaynihî) haram, bu ise başkası sebebiyle (ligayrihî) haram olur. Eğer bu başka şey, yasaklanan şeyden ayrılabilen (mücavir) bir sıfat/nitelik ise birinci kısma katılmaz. Mesela “Temizlenmeden onlara yaklaşmayın” âyet-i kerimesiyle ilgili delil, yaklaşma yasağının, (yasak fiilden) ayrılabilen bir nitelik olan “rahatsızlık” sebebiyle konulduğunu göstermiştir.

Bu yüzden, kişi eşine bu durumda yaklaşır ve eşi hamile kalırsa görüş birliğiyle nesep sâbit olur. Eğer yasak şer’î/hukukî bir fiile yönelikse Şâfiî’ye göre onun hükmü de birincisi gibidir; yani yasaklanan şeyin “kendisinden kaynaklanan bir kötülük (kubh li-aynih)” taşıyor olmasını gerektirir; ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (kendisinde değil) başka bir şeyde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir.

Bize göre bu tür yasaklar, yasaklanan şeyin, başka bir şey sebebiyle kötü, ama aslı bakımından geçerli ve meşru olmasını gerektirir; ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (başka bir şeyde değil) kendisinde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir. ’Kendisi sebebiyle kötü’ olan fiil görüş birliğiyle bâtıldır (hükümsüzdür). Şer’î/hukuki fiillere oruç ve satım akdi gibi iki örneği vermemizin sebebi hem bize hem Şâfiî’ye göre (bu konuda) ibadetlerle muâmelât arasında bir fark olmadığını belirtmek içindir.

Şâfiî’ye göre, şer’î/hukuki fiillerin şer’an/hukuken geçerli olabilmesi için önce meşru olması gerekir; şeriat/hukuk yasaklamışsa bu fiillerin meşru olması mümkün değildir; çünkü meşruiyetin en düşük derecesi ibâhadır/ serbest bırakmaktır ve (meselemizde) bu yoktur; ayrıca yasak kötülüğü gerektirir ve bu durum meşruiyete aykırıdır.

Bizimle Şâfiî arasında iki konuda görüş ayrılığı bulunmaktadır:

1. Herhangi bir karîne yoksa, şer’î/hukuki fiillerin yasaklanması, ona göre “kendisinden kaynaklanan kötülük” niteliğini gerektirir ve bunun sonucu işlemin hükümsüz (bâtıl) olmasıdır; bize göre bu “başka bir şeyden kaynaklanan kötülük” niteliğini, ama işlemin aslının geçerli olmasını (sıhhatini) gerektirir.

2. Yasağın “başka bir şeyden kaynaklanan kötülük” sebebiyle konulduğunu gösteren karîne varsa ve bu başka şey fiilin ayrılmaz bir sıfatıysa/niteliğiyse Şâfiî’ye göre bu fiil hükümsüz (bâtıl) olur; bize göre aslı bakımından geçerli (sahih), vasfı/niteliği bakımından geçersiz olur ve buna “fâsit” adı verilir...

Bize göre, yasak kavramının mahiyeti yasaklanan şeyin mümkün olmasını gerektirir ve buna göre, yasağa uyan ödüllendirilir, uymayan cezalandırılır; imkânsız bir şeyin yasaklanması abestir/anlamsızdır.

Bu, şer’î/hukuki fiillerin yasaklanmasının onların geçerliliğini (sıhhatini) göstermesi konusunda bizim taraftarlarımızın meşhur delilidir. Karşıtlarımız buna karşı şu eleştiriyi getirmişlerdir: “Yasaklanan şeyin sözlük anlamıyla varlığının mümkün olması yeterlidir; biz onun şer’î anlamda varlığının mümkün olmasının gerekliliğini kabul etmiyoruz.” Bu eleştiriye karşı ben şu yanıtı verdim:

Yasaklanan şeyin mümkün olması ya şer’î/hukuki anlamıyla ya da sözlük anlamıyla olabilir. İkinci ihtimal yanlıştır; çünkü sözlük anlamıyla var olması onun yasaklanma sebebi olan zarara yol açmaz... Ayrıca yasak bu fiilin günah olduğunu gösterir; onun meselâ mülkiyet gibi bir hüküm doğurmadığını göstermez; bu yüzden biz fiilin sahih/geçerli olduğunu söyleriz; ama onun mubah/serbest olduğunu söylemeyiz...”

Sadruşşeria. et-Tavdîh li-metni’t-Tenkîh (Taftazânî, Telvîh ile birlikte), Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, I, 172-195, 215-217.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han




Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.

5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12
- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:




23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455

Devamını Oku »

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık Önlenemez Hâl Alıyor

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık Önlenemez Hâl Alıyor

Prof. Dr. Halit Çal; "Türkiye Cumhuriyeti Devri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri konulu tebliğinde, taşınmaz eski eser tahribatının kültürel nedenlerini şöyle izah etmektedir:

Cumhuriyet idaresinin yeni bir rejimle beraber yeni bir Türk Kül­türü de yaratmak istediği herkes tarafından kabul edilen bir husustur.Ziya Gökalp'in Türkçü fikirlerinden de etkilenerek Atatürk zamanındabu kültürün kaynağı önce Orta Asya'da arandı. Yüzyıllardır savaşmak­tan yorgun düşmüş Anadolu insanına yeni bir dinamizm kazandırma isteği, geçmişte başarılan büyük işlerin yine bu millet tarafından ger­çekleştirilebileceği fikrini canlandırmaya, yönelmekteydi. Güneş Dil Teorisi ve eski Anadolu medeniyetlerini yaratanların Türk olduğu düşün­cesi gibi büyük iddialar ortaya atılmıştı. Atatürk'ün bizzat ilgilenerek büyük bir gelişme yapmasını sağladığı kazıların temelinde bu düşünce yatmaktadır. Nitekim devrin yayınlarında da Hititler'in öz be öz Türk oldukları kabul edilmektedir . O devri yaşayan Remzi Oğuz Arık da Türk arkeolojisinin temelinde Türk milliyetçiliği ruhunun yattığını ifade etmektedir.Tabiatıyla sahip çıkılmak istenen bu büyük mirasın içinde, yerine henüz geçtikleri Osmanlının payı yoktu .

Herhangi bir ülkedeki bir rejimin yerini aldığı rejim ile bağlarını koparmak istemesi normaldir.Ancak özellikle taşra idarecilerinde bu kopma çok yanlış anlaşılmış ve iş, imar hevesiyle de birleşerek Osmanlıdan kalan her şeye düşmanlık havasına sokulmuştur. I. Dünya Savaşında bilhassa Çanakkale savaşın­da Türk aydının büyük kısmı şehit düşmüştür. Cumhuriyet rejimi buyüzden nispeten eğitim seviyesi daha düşük bir kesim ile işe başlamak durumunda kalmıştır. Bunun da etkisiyle Osmanlı düşmanlığı konusun­da kraldan çok kralcı kesilen taşradaki bir kısım idareciler çok büyük olduğu ifade edilen bir tahribat kampanyasına giriştiler.

Hükümet ancak Atatürk'ün 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra bu işle ilgilenmeye başlamıştır.31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü belirtilerek, bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması isten­miştir .3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde ida­recilerin ve belediye başkanlarının vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri belirtilmiştir .

Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 10.4.1936 tarihli bir genelgesi ile askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşı­dıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valili konayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyar­bakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Ge­nel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları son defa istenilir .Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle İmar Yapı ve Yollar Kanunu'na dayanarak belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmekiçin önce üzerindeki sağlam binayı haraptır diye yıktıklarının görüldü­ğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi bildirilir .idarecilerin anlayışına bir örnek olarak tuğra ve kitabelerin başına gelenler gösterilebilir.

Bir Başbakanlık genelgesiyle, üzerindeki Osmanlı saltanat alameti olan tuğra ve kitabelerin sökülmesinden sonra bu bina­ların kullanılabileceği belirtilip, eğer bunların sökülmesi binaya zarar verir ise üzerlerinin sıvanması veya herhangi bir şeyle kapatılması iste­nir, îşgüzar idarecilerimiz bu genelgeyi alınca kitabeyi veya tuğrayı ta­mamen kazıyarak meseleyi kökten halletmişlerdir. Bizim Safranbolueski hükümet konağında bizzat gördüğümüz uygulamanın pek çok ör­nekleri olduğu bilinmektedir.

İncelediğim olası tüm makaleler, eserlerdeki kayıtlar, bu millî »rezalet yasasının meydana getirdiği yıkıntıdan şikayette yakınmakta, feryat etmekte, ancak dünyada benzeri bulunmayan bu felaketin planlayıcısının adından ve kim olduğundan sadece bir tebliğde bahsedilmektedir.

Ayrıca üzerinden bunca sene geçmiş olmasına rağmen, eleştiriler hep yakınma düzeyinde kalmış, icraata geçilerek tahrip edilmiş Osmanlı devlet armalarının, tuğraların ve kitâbelerin onarılması gibi bir teşebbüs de benim tespit edebildiğim kadarıyla - Kapalıçarşı Nuruosmaniye kapısı üstündeki Sâmi Efendiye ait tamir kitâbesi ve Bâbıâli'nin tuğralarının TTOK tarafından yeniden yaptırılması dışında- görülmemiştir

Haliyle artık yakınmalar bitirilerek, tahrip edilmiş olan Osmanlı devlet armaları, tuğraları ve kitâbeleri aslına uygun şekilde işlenerek yerlerine konulmalı, örtülmüş olanlar onarılarak gün ışığına çıkartılmalı ve bu ayıp tarihin sayfalarına gömülmelidir.

1057 sayılı kanunla gelen kültür ve tarih tahribatı bir makale hudutları içinde kalabilirdi ve amaç bunca ayrıntılara girilmeden anlatılabilirdi. Ancak o zamanki imkanları ve imkansızlıkları belgeleriyle ortaya koymak, yeni bir devletin ortaya çıkışı sırasındaki gerçeklerden örnekler vermek, nedenleri kıyaslamak açısından gereklidir.

Bu bakımdan bir eleştiri meraklısının ortaya çıkıp söz, "gereksiz şekilde uzatılmış” demesine karşın, neden bunca emeğin sar-fedildiğini insaf ile anlasın isterim!

 

EK;Tahribatın Boyutları

Cumhuriyet Devrinde eski eser tahribi ve yıkımı konusundan ya­yınlarda epeyce bahsedilmektedir. Ancak bunlardan sadece dört tanesibazıları belli bir zaman dilimini ele almakla birlikte- konuyu toplu ola­rak ele almakta ve somut örnekler vermektedir. Biz bu dört yayını ve Osmanlı Devletinin Yavuz Sultan Selim devri sonuna kadar bütün eser­lerini toplu olarak ele alan E.H. Ayverdi ve A. Yüksel'in eserlerini ta­radık, mükerrer olanlarını eledik ve bir eski eser tahribi ve yıkımı lis­tesi oluşturmaya çalıştık.

Şüphesiz tek tek bütün yayınların taranmasıyla daha sağlıklı bir liste oluşturulabilir. Ancak zaman darlığı yüzün­den ve tahribatın büyük kısmı taradığımız eserlerde olduğu için bu ay-rıntılı çalışma yapılamamıştır. Bu listenin yanı sıra bir de Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü (EEMGM) Anıtlar Şubesi arşivi tamamen taranmış ve yayınlarda bulunmayan örnekler bir üste halinde hazırlan­mıştır. Ayrıca arşivden kötü restorasyon yüzünden zarar gören eserlere ait bilgiler de toplanmıştır.Yayınlardan elde edilen liste şöyledir:

Kaynaklardan Tespit Edilebilen Eski Eser Yıkım ve TahriplerininYdlara Göre Dökümü:


1922 yılında 1 mektep -yıkım-1 2 ,

1923 yılında iki hamam -yıkım-1 31930'da 1 hamam -yıkım-1 4 ,

1932'de 2 hamam -yıkım-1 5 ,

1934'de 1 medrese -yıkım-1 6 ,

1937'de 2 cami, 1 saray tiyatrosu, İ saray ahırı-yıkım-1 7 ,

1938'de 1 cami ihata duvarı -tahrip-1 8 ,

1940'da 2 cami, 1 medrese -yıkım-1 9 ,

1941'de 2 cami -yıkım-, 1 cami -tahribat-20,

1942'de 1 cami -yıkım-2 1 ,

1943'de 1 mescit yıkım-2 2 ,

1944'de 1 cami, 1 hamam-yıkım-2 3 ,

1948'de 1 saray -tahrip-2 4 ,

1949'da 1 mescit -yıkım-2 5 ,

1950'de 2 cami -yıkım-2 6 ,

1953'de 1 cami, 1 külliye -tahrip-2 7 ,

1956'da 5 cami,5 mescit, 3 türbe, 2 kabir, 1 kışla, 1 çarşı, 2 zaviye, 2 sebil, 2 dergâh, Vesaire", ,

1957'de 5 mescit, 3 cami, 1 cami haziresi, 1 camimeşrutası, 5 çeşme, 2 sebil, 1 su terazisi, 1 karakol, 3 hamam, 2 medrese,1 medrese haziresi, 1 tekke, 2 mezar, 1 kütüphane, 1 mektep. 1 mektephaznesi, 1 Uman, 1 hazire -yıkım-, 1 cami, 1 sebil, 1 kütüphane, 2 han,1 idari yapı -tahrip-29 ,

1958'de 5 cami, 1 türbe, 1 mescit, 1 mektep, 1kışla -yıkım-, 1 cami, 1 sur, 1 sebil, -tahrip-3 0 ,

1959'da 1 cami -tahrip-3 1 ,

1960'da 1 cami -tahrip-3 2 ,

1962'de 1 han -yıkım-3 3 ,

1964'de 1 türbe -tah­rip-3 4 ,

1965'de 1 çeşme -tahrip-3 5 ,

1968'de 1 mescit, 1 han -yıkım-3 6 .

Bunlardan başka 4 cami, 1 mescit, 4 hamam, 2 türbe, 1 imaret 1 kütüphane, 1 idari yapı, 4 tekke, 2 medrese, 10 çeşme yıkımının; 1 mescit, 1 tekke, 1 cami, 1 hamam tahribinin tarihi tespit edilememiştir.

Bu döküm sonucunda 123 eserin yıkıldığı, 21 eserin ise tahrip edil­diği anlaşılmaktadır. Bunlardan başka Vakıflar Genel Müdürlüğü'nünde ilk yıllarda eski eser niteliği taşıyan çok sayıda vakıf eseri haraptırdiye ya kendisini ya da arsasını şahıslara sattığı bilinmektedir. Aşağıda sadece Edirne için vereceğimiz rakamlar ürkütücüdür ve meselenin bü­yüklüğünü ortaya koymaktadır

Satılan Cami: 37 Enkazı Satılan Cami: 6 Avlu Duvarının Taşları Satılan Cami colonthree ifade simgesi Minaresi Satılan Cami:1 Pencere Çerçeveleri Satılan Cami: 1 Arsası Satılan Cami

Satılan Mescitler: 15 Enkazı Satılan Mescit: 2

Avlu Duvar Taşları Satılan Mescit:1

Arsası Satılan Mescit:7

Satılan Tekke: 11

Enkazı Satılan Tekke:1

Arsası Satılan Tekke:1

Satılan Türbe:1

Satılan Su Haznesi:1 Yok Edilen Cami:3

Yok Edilen Mescit: 2

Yok Edilen Türbe:4

Yok Edilen Mektep:1

Yok Edilen Mezarlık: 56

Kaynaklar;

Vakıflar Dergisi, 8. Sayı, 328-334. s.; S. Eyice., "İstanbul'un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri", Tarih Dergisi, 26. S., 129-164. s.; S. Eyice., "İstanbul'un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri", Tarih Dergisi, 27. Sayı, 133-178. s.12- B. Ünsal., a.g.m., 10. s.13- S. Eyice., a.g.m., 163. s. S. Eyice'nin ikisi de Tarih Dergisinde yayınlanan iki makale­sinden 26. Sayıdaki a.g.m. I, 27. Sayıdaki makale a.g.m. II olarak kullanılacaktır.14- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 207 s.15- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 132. s.; A. Yüksel., OsmanlıMimarisinde I I . Bayezid ve Yavuz Selim Devri, 82. s.16- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve I I . Murat Devri, 118. ».17- S. Eyice., a.g.m. I, 133, 135. s.; B. Ünsal., a.g.m., 57. s.18- B. Ünsal., a.g.m., 42. s.19- E.H. Ayverdi.,'Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 887.s., Osmanlı Mimarisinin İlkDevri, 549. s.20- S. Eyice., a.g.m., I, 147. s.; B. Unsal., a.g.m., 26. s.21- S. Eyice., a.g.m., .26. sayı, 133. s.22- B. Ünsal., a.g.m., 24. s.23- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 591. s.24- B. Ünsal., a.g.m.,25- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 398. s.26- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 341. e.; B. Ünsal., a.g.m. 11. s.27- B. Ünsal., a.g.m., 11, 37. s. 356 HALİT 1 çeşme -yıkım-2 8
21 28- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 321, 410, 481, 500, 515. s.; 4.C. 548, 554, 662, 757, 762. s.; F. Ayanoğlu., a.g.m., 329-334. s.29- E.H. Ayverdi.,.Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 412,474. s.; A. Yüksel., a.g.e.,224, 431. S.: B. ünsal., a.g.m., 10. 13, 17, 18, 27, 30, 31, 37, 40, 50, 51, 52, 54, 55,57,60. s.30- B. Ünsal., a.g.m., 18-49. s.31- F. Ayanoğlu., a.g.m.32- A. Yüksel., a.g.e.; 249. s.33- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 590. s.34- B. Ünsal., a.g.m.35- B. Ünsal., a.g.m.36- B. Ünsal., a.g.m.37- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 303, 461. s.; Osmanlı Mimarisinde FatihDevri, 3. C. 48. s.; F. Ayanoğlu., a.g.m., 332. s.; B. Ünsal., a.g.m., 12-46. s..38- R.M. Meriç., "Edirne'nin Tarihi Ve Mimari Eserleri Hakkında", Türk Sanatı TarihiAraştırma Ve İncelemeleri, I. C. 439-536. s.

[5]
Devamını Oku »