Akıl-Nakil İlişkisi:el-Gazzâlî ve İmam Maturidi

 

el-Gazzâlî


Selçuklu Sultanı Alparslan (ö. 465/1072)’ın saltanatı ele geçirerek Mutezile taraftarı olan vezir Muhammed b. Mansur el-Kunderî (ö. 455/1063) yerine Nizâmu’l-Mülk’ü (ö. 485/1092) tayin etmesi Eş’ariyye’nin daha da canlanmasına ve süratle yayılmasına yol açmıştır. Nizâmu’l-Mülk kuvvetli bir Eş’arî taraftarı olduğu gibi, ilme ve ilim adamlarına da büyük değer veren bir kişiydi. Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi Eş’arî ekolüne mensup büyük âlimler, onun destek ve yardımlarına mahzar olup Bağdat ve Nişabur’da kurduğu Nizâmiye medreselerinin başına getirilmişlerdir. Böylece Eşarîlik devletin resmî mezhebi haline gelmiştir.

Ebû Hamid Muhammed el-Gazzâlî, 473 tarihinde Nisabur Nizâmiyye’sinde Cüveynî’nin öğrencisi oldu. Burada mantık, kelam ve felsefe okudu. 484’te vezir tarafından Bağdat Nizamiyye Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Çoğu eserlerini bu yıllarda kaleme almıştır. Daha sonra, Nizâmülmülk ve Melikşahın ölümü üzerine, yerini kardeşi Ahmed’e bıraktı; bundan sonra toplumsal ve ahlaki yozlaşma sebebiyle İhyau ’ulumi’d-din’i yazmaya koyuldu. En önemli eserleri şunlardır: el-İktisad fi’l-İ’tikad, Kavâidu’l-Akaid, İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, el-Munkız mine’d-Dalal, Faysalu’t-Tefrika, Fedaihu’l-Batınıyye.

Kelam İlmi, Gazzâlî ile muhteva ve metod bakımından bir gelişme kaydetmiştir. Mantık metodu, Cüveynî ile kelama girdi. Gazzâlî de, hocası gibi, Bakıllanî tarafından kabul edilen ’in’ikâs-ı edile’yi (=Delil geçersiz olursa delillendirilen şey de geçersiz olur) reddederek aynı yolu tuttu. Onun için mantık kurallarında reddedilecek bir husus yoktur. Gazzâlî felsefeyi tetkik ederek felsefî ilimlerin temeli olan mantık ilminin İslamî ilimler için de gerekli olduğu kanaatine varmıştır. Mantık ilmine dair Mi’yaru’l-İlm ve Mihakku’n-Nazar isimli iki eser yazmış ve “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” diyerek daha önce dikkate alınmayan bu ilmin vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuştur.

--------

İlk bakışta, zahiren akıl ile nakil arasında bir çelişki görülebilir. Bundan dolayı konu ile meşgul olanlardan bazıları, nazarlarını sadece nakil yönüne; diğer bazıları ise akıl tarafına çevirmişlerdir. Ayrıca akıl ile nakli cem’ ve uzlaştırmak isteyenler de vardır. Bu orta yolu tutanlar şu kısımlara ayrıldılar: Aklı asıl, nakli ona tabi kılanlar ve aksine nakli esas alıp aklı ona tabi kılanlar ve nihayet her ikisini esas alıp iki grup arasında telfik ve uzlaştırmaya çalışanlardır. Bu takdirde bunlar beş fırkaya ayrılır:

1. Nazarlarını sadece nakle hasredenler. Bunlar bu yolun birinci basamağında kalmış, mesmu’un (naklin) zahirinden ilk anladıklarıyla kani olmuşlar, nakli olduğu gibi tasdik etmişlerdir. Onlara naklin zahirindeki çelişki ileri sürülüp tevile zorlanacak olurlarsa, bu işten kaçınırlar ve şöyle derler: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela, “şeytanın şahsı, aynı zamanda iki ayrı mekânda farklı surette nasıl görülebilir?” dendiği vakit, bu Allah’ın kudretinde olmayacak bir iş değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. Bunlar nerede ise şöyle diyeceklerdir: Bir kişinin aynı halde iki mekânda bulunması Allah’ın gücü dâhilindedir.

2. Bunlar, birinci grubun karşısında, tamamiyle onlardan uzaklaşarak nakle ehemmiyet vermeden nazarlarını yalnız akla çevirmişlerdir. Dinde kendi (akıl)larına uygun olanı duyduklarında onu kabul ederler; akıllarına uygun gelmeyen konuda ise peygamberlerin böyle tasvir ettiğini iddia etmişlerdir; zira onların avam seviyesine inmeleri gerekiyordu…

3. Bunlar, aklı asıl kabul ederek ondan geniş anlamda söz etmişler; nakle iltifat etmemişlerdir.

4. Bunlar, nakli asıl kabul ederek mümareselerini ona yoğunlaştırmışlar.

5. Bunlar, mutavassıt bir fırka olup akıl ve nakil arasındaki konuları cem’eder; bunlardan her birini mühim asıl kabul eder ve nihayet akıl ile naklin çelişmesini de inkâr ederler.

İmdi, aklı yalanlayan, şüphesiz nakli de yalanlamış olur. Çünkü naklin doğruluğu ancak akılla bilinebilir. Şayet akli delilin doğruluğu olmasaydı, nebi ile mütenebbi (hak ile yalancı peygamber) ve doğru ile yalancı kişi arasındaki farkı bilemeyecektik. Akıl, dini nasıl yalanlayabilir; din ancak akılla sabit olabilir.

İşte (akıl ve nakle lâyık oldukları değeri veren) bu son fırka, en sağlam metodu benimsemiş hak ve hakikat ehlidir…

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid 1988. Kanunu’t-te’vil (Mecmu’ Resail el- İmam el-Gazzalî), Beyrut, s. 123–126.
Çeviren: Osman Karadeniz




Akıl - Nakil İlişkisi:

İmam Maturidi

Maturidilik, çok genel anlamda bahsedilecek olursa, Eşariliğe göre aklı biraz daha ön plana alan bir mezheb olarak kabul edilmiştir. Aklın prensiplerinin kullanılması konusunda Mutezile’ye yakındır. Allah’ı bilme, ilahi fiillerde hikmet-sebep arama ve eşyanın tabiatındaki iyi-kötüyü (hüsun-kubuh) tesbit etme gibi meselelerde akıl tam yetkilidir. Mâturîdî, akılla nakli anlama noktasında, aşırılığa kaçmadan orta yolu izler. Ona göre de akıl, kendisine son derece güvenebileceğimiz bir bilgi vasıtasıdır. Kendileriyle eşyanın hakikatlerine ulaşabildiğimiz yollar, ’ıyan (duyular), haber ve nazardır (tefekkür). Duyular ve haberle elde edilen bilgilerin sıhhatini tayinde akla şiddetle ihtiyaç vardır.

Mâturîdî, vahyi anlamada şu metodu izler: Muhkem ayetler, manaları açık ve kolayca anlaşılır ayetlerdir. Müteşahih ayetler ise, anlaşılması zor, bu sebeple de üzerinde ihtilaf edilen ayetlerdir. Burada yapılması gereken, manası açık olanlara kıyasla kapalı olanları anlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken de Kur’ân’ın ruhundan ayrılmamak esastır.

--------------

İnsanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendisinin tuttuğu yolun hak, diğerinin ise batıl olduğu noktasında ittifak ettiğini görmekteyiz…

Bütün insanların, üzerinde birleşecekleri dinlerinin ve sığınacakları temellerinin bulunması gerekli olduğuna göre, bilinmelidir ki dinin öğrenilmesinde başvurulacak vasıtalar iki olup biri nakil, diğeri de akıldır. Nakil ve haber, hiçbir topluluğun güvenle uygulamaktan ve başkalarına da tavsiye etmekten müstağni kalamayacağı yöntemlerden biridir. Öyle ki nesnelerin mevcudiyetini ve gerçekliğini benimseyen(ler) bir yana, bütün gruplarıyla sofistler bile diğerleriyle aynı kanaati paylaşmaktadır...

Dinin öğrenilmesinde başvurulacak akıl vasıtasının izahına gelince, evrenin sadece fena bulmak için vücut bulmuş olması hikmete uygun değildir; aklı yerinde olan herkesin, davranışlarıyla hikmet yolundan ayrılması da ona yakıştırılamayacak bir husustur. Şu halde aklın da bir parçasını oluşturduğu evrenin yaratılmış olma ihtimali söz konusu olamaz. Kanıtlanan bu gerçek, evrenin, fenaya maruz kalmak için değil, süreklilik arzetmek için yaratıldığını gösterir…

Yararlı olan şeylerin, ayrıca hakkın ve güzelliklerin zıtlarından ayrılarak bilinmesini sağlayan vasıtalar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları meşruiyeti zihninde sübut bulan şeyle kişinin amel etmesi gerekir derken bazıları da şöyle demiştir: İnsan bilginin kaynağını kavramaktan acizdir, o sadece kendisine ilham olunan şeyle amel etmelidir, çünkü bu, evrenin yönetimine sahip bulunan Allah’tan gelmektedir.

Bu iki husus bilgi vasıtası olmaktan uzaktır. Çünkü dinler arasında tezat ve tenakuz noktalarının mevcudiyeti açıktır; hem de her din salikinin kanaatine göre kendisi haklıdır. Doğru bilgi vasıtası olan bir şeyin bu fonksiyonu işlemesi imkânsızdır, çünkü bu durumda (kişi zihninde) yanlışa bizzat doğrunun şeklini giydirmektedir...

Nesne ve olayların gerçekliklerinin (hakaiku’l-eşya) bilinmesine götüren yollar idrak, haberler ve istidlalden ibarettir.

İdrak duyular yoluyla oluşur. Bu zıddı olan bilgisizliğin bahis konusu olamayacağı bilginin temel vasıtasını teşkil eder…

Haberler iki nevidir, bunların her ikisini de inkâr eden önceki gruba katılmış olur. Çünkü o, bir haberden ibaret bulunan kendi inkârını da benimsememiş olur, yani reddi sırasında kendi inkârını da reddetmiş durumuna düşer.

Akılların tek başına kavrayamadığı iyiliklerle kötülüklerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak algılayanların “konuşması” ve diğerlerinin de kulak verip “dinlemesi” ile mümkün olur…

Diğer bir haber de vardır ki ilim gerektirmede ve rahmet peygamberinden gelen bir hak olduğuna şehadet etmekte bu dereceye ulaşamaz. Onunla amel etmek veya hiç dikkate almamak gibi ki alternatif söz konusudur…

Akıl yürütme yoluyla bilgi edinmenin gerekliliği birkaç esasa dayanır. Onlardan biri gerek duyu gerek haber yoluyla bilgi edinirken istidlale olan zaruri ihtiyaçtır…

Belirtmeliyiz ki akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde, onu reddetmek için akıl yürütmekten başka bir kanıt yoktur. Bu da istidlalin gerekliliğinin bir delili olmuştur, demektir ki kendisini bertaraf etmenin yolu yine kendisidir…

el-Mâturîdî, Ebû Mansûr 2002. Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara: İSAM, s. 3–4, 9-14.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

İman-İslam ve Amel Meselesi

 




İslam Kelamında en çok tartışılan konulardan biri de İman- İslam, dolayısıyla amelin imandan bir cüz/parça olup olmaması konusudur. Ebû Hanife’ye göre amel imandan bir cüz değildir; bu nedenle de imanda artma ve eksilme söz konusu değildir. Netice olarak, iman eden aynı zamanda Müslümandır; Müslüman olan da mümindir.

Aşağıdaki metinde bu husus delilleriyle açıkça ele alınmış ve önemli noktalara değinilmiştir.

İman dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman olmaz. Eğer sadece ikrar ile iman olsaydı münafıkların tümü inanmış olurlardı. Aynı şekilde bilgi de tek başına iman olmazı. Çünkü bu şekilde iman olsaydı, ehl-i kitabın tümü inanmış olurlardı. Halbuki Yüce Allah münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir” (Kur’ân 63: 1). Cenab-ı Hak ehl-i kitap hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” (Kur’ân 2: 146).

… İman: Tasdik, marifet, yakin ve ikrardan oluşur. İslam ise: Kulun, Allah’ın kendi rabbi olduğunu ikrar etmesi, O’na yakin derecesinde bağlanması ve Allah’ın, rabbi olduğunu bilmesidir. Bunlar (lafız olarak) farklı isimler olup manaları birdir, o da “iman”dır. İslam ise teslim olma ve Yüce Allah’ın emrine boyun eğme manasına gelir.

… İman ile İslam her ne kadar lafız yönünden ayrılırlarsa da İslamsız iman ve imansız İslam olmaz, bu ikisi sırt ve karın gibidir. Din ise iman, İslam ve şeriatların hepsine birden verilen bir isimdir…

İnanan gerçekten mümin, inkârcı da gerçekten kâfirdir. Küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe yoktur. Çünkü yüce Allah: “Onlar gerçekten mümindir” (Kur’ân 8: 4) ve ayrıca “Onlar gerçekten kâfirdir” (Kur’ân 4: 151) buyurmuştur… Kişinin “Ben gerçekten müminim” demesi ve imanında şüphe etmemesi gerekir…

Kim, “Ben inşallah müminim” derse veya kendisine “Sen mümin misin?” diye sorulduğunda “Allah bilir” şeklinde cevap verirse, münafık değildir, fakat imanında şüphe taşımaktadır. Böylesine şöyle söylenmelidir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ve melekleri Peygamber’e salat getirirler. Ey iman edenler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verir” (Kur’ân 33: 56)…

Amel imanın gayrı, iman da amelin gayrıdır. Zira Allah Teâlâ Hz. Muhammed’i (sav) insanları İslam’a davet etmesi için göndermiştir. O da insanları, Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olduğuna şehadet etmelerine ve O’dan getirdiklerine ve O’ndan getirdiklerini kabul etmeye çağırdı. Bu davet üzerine İslam’a giren mümin sayılmış ve şirkten uzak kalmıştır. Böylesinin malı ve canı güvence altına alınmıştır ve Müslümanlara tanınan hak ve saygınlık kendisi için de tanınmıştır… Daha sonra iman ehli için bazı farzlar konuldu. Bu farzların gereği inanılması hem de yapılması şemlin olmuştur. Bu nedenle Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “İman eden, Salih amelde bulunan, namaz kılan ve zekât verenler…” (Kur’ân 2: 277). “Allah’a iman edip Salih amel işleyenler…” (Kur’ân 64: 9; 65: 11) ve Kur’ân’dan mevcut bulunan bazı ayetler. Buna göre amel işlemeyen tasdiki kaybetmiş olmaz, ancak amelsiz bir tasdiki elde etmiş bulunur…

Eğer Allah’ın emrettiklerinin tümünü yapmak ve yasak ettiklerinin tümünden kaçınmak din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut yasaklarından herhangi birini işleyen kimse Allah’ın dinini terk etmiş ve küfre düşmüş olur. Bu durumda da kâfir olan kişinin Müslümanlarla kendi arasında cereyan etmiş olan nikâh, miras, cenazesine katılma, kestiklerini yeme ve benzeri hususlar ortadan kalkardı. Çünkü Allah bu hususları, müminlerin arasında can ve malların korunup haram kılınmasının sebebi olan iman dolayısıyla gerekli kılmıştır. Ancak hukuki bir durumun ortaya çıkması müstesnadır.

Yüce Allah müminlere farzları, dinî kabul etmelerinden sonra emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden kullarıma namaz kılmalarını söyle” (Kur’ân 14: 31). “Ey iman edenler oruç size farz kılındı” (Kur’ân 2: 183)… Eğer bu farzlar bizatihi iman olsaydı; Allah, onları yapmadan önce kullarını mümin olarak isimlendirmezdi. Yüce Allah imanı amelden ayırmış ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden ve Salih amel işleyenler…” (Bu ifade ile pek çok ayet var)… İşte Allah bu örneklerde imanı amelin gayri kılmıştır. Müminler, Allah’a iman ettikleri için namaz kılıyor, zekât veriyor, oruç tutuyor… yoksa namazlarını kılmalarından, zekâtlarını vermelerinden… dolayı iman etmiyorlar. Yani onlar önce iman, sonra amel ediyorlar…

Gök ve yer ehlinin imanı artıp eksilmez… İmanın eksilmesi ancak küfrün artması ile; onun artması da ancak küfrün eksilmesi ile düşünülebilir. Bu durumda bir kişinin aynı anda hem mümin, hem kâfir olması nasıl mümkün olur?..

Mademki iman amelden hayrıdır ve artıp eksilmez, öyle ise bizim imanımız meleklerin ve peygamberlerin imanına denktir…

Beyazizade 2000. el-Usulu’l-münife li’l-İmam Ebi Hanife, terc. İlyas Çelebi, İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 119–120, 125–131.

 

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Malumat ve Mevcudat Hakkında

 




Kâdı Ebû Bekir el-Bakıllânî (kimdir)(ö. 403/1013),

Basra’da doğmuş ve orada bulunan zamanın meşhur âlimlerinden ilim tahsil etmiştir. Özellikle kelam ilminde şöhret bulmuştur. Daha sonra ilim tahsiline Bağdat’ta devam etmiş ve nihayet orada vefat etmiştir. Kâdılık görevinde bulunması sebebiyle Kâdı ünvanı ile anılmaktadır. Bakıllânî, Eş’ari ekolünü sistemleştirip geliştiren kişidir. Akılcı bir kelam yolu kurmuş ve izlemiştir. Mesleğinde akıl ve felsefe yoluyla yeni izah metodları geliştirmiştir. Bulunduğu bölgelerde oldukça yaygın ve tesiri bulunan bazı Rafizilere, Mutezile, Cehmiyye ve Haricilerle münazara ve tartışmalarda bulundu; onlara karşı reddiyeler yazdı. Bu arada Ehl-i Sünnet inancını yaymaya gayret sarf etti.

Büveyhilerin sarayında bulunmuş, en kudretli devlet adamı Adududdevle’nin (949–83) yanında yer almıştır. et-Temhid adlı eserini kendisine takdim etmiştir. Adududdevle’nin huzurunda vuku bulan tartışmalarda Mutezile’ye karşı Ehl-i Sünnet inancını savunmuş sonunda kendisinin takdirini celbetmiş ve oğlunun yetişmesi için görevlendirilmiştir. Bakıllânî bu arada, Kadılık görevlerinde bulunmuş ve elçilik vazifesi ile Bizans’a gitmiştir. Bağdat’ta camide ders verme görevinde iken kendisine, Irak, Horasan ve Endülüs gibi İslam dünyasının her tarafından talebe gelip ders almışlardır.

Filozofları red için Dekaiku’l-Kelam’ı yazdı. Diğer taraftan Şi’a ve Bâtınilere reddiyeler yazdı. Elçilik göreviyle geldiği İstanbul’da, Bizans sarayında Hıristiyan inançları üzerine çeşitli münazaralarda bulunmuştur. Bakıllânî vefat ettiği zaman geride, 55’e yakın pek çok eser bırakmıştır. En önemlileri şunlardır: Kitabu’t-Temhîd, Kitabu’l-İnsaf, İcazu’l-Kur’ân, el-İntisar li Nakli’l-Kur’ân, Kitabu’l-Beyan. Temhid’de; öncelikle bilgi, varlık ve âlem meselelerine yer vermektedir.

Bakıllânî eserlerinin pek çoğunda varlık-yokluk ve kısımları hakkında uzunca bilgiler vermiştir. Bu husus, Mutezile ikliminde yetişmiş İmam Eş’arî ekolünü sistematik hale getiren Bakıllânî için Kelam İlmi’nde, Allah’ın varlığını temellendirme konusunda önemli bir yer işgal eder. Aşağıdaki metin, kelam tarihini ilk dönemlerinde eşya ve varlık konusunun nasıl ele alındığı ile ilgili faydalı bilgiler içermektedir.

------------------------

Bütün malumat iki kısımdır: Madum (yok olan) ve mevcut. Mevcut, var ve sabit olandır; çünkü bir şeyin manası, bize göre, mevcut olmasıdır. Lügatçıların sözü buna delalet eder: “Şey” var etmedir. Onların “bir şey değildir” sözleri yok kabul etmedir (nefy). Şu söz bunu açıklamaktadır: Zeyd’den bir şey almadım; ondan bir şey duymadım; bir şey görmedim. Bunlar zikredileni reddetmedir. Aksine onların: Bir şey aldım; bir şey duydum ve bir şey gördüm, sözleri mezkûru ispat ve mevcut bir var olana rucüdur. O halde her mevcudun şey ve her şeyin mevcut olması gerekir.

Madum, şey olmayan, varlığı nefyedilendir. Malumun bir kısmı, asla bulunmayan ve bulunması da doğru olmayan madumdur. Bu, şey olmayan muhal, imkânsızdır; iki zıddın bir araya gelmesi ve bir cismin iki mekânda bulunması gibi çelişkili sözdür. Ve asla var olmayan ve ebedî olarak da bulunmayacak bunun gibi olaylardır. Bir kısmı ise, şu anda yok ve ebedî olarak da var olmayacak; ancak olması mümkün ve sahih olan madumdur. Allah’ın, makduratından (yaptıkları) olmadığını bildiği ve ahiret ehlinin dünyaya göndermeyeceğini bildirdiği ve her ne kadar yapabileceği işlerden olsa da, âlemin benzerini yaratma ve bunun gibi bildiği ve yapmayacağını bildirdiği olaylar.

Ve bir malum da, şu anda madum bulunan, haşir ve neşir, ceza, sevap, ikap, kıyamet vb. gibi bundan sonra olacak hadiselerdir. Allah Teâlâ’nın bunları yapacağını ve olacaklarını bildiği şeylerdir. Diğer bir malum da, şu anda madumdur; ancak bundan önce olduğu gibi, dünkü günümüzde geçen hallerimiz, tasarruflarımız, sözlerimiz, ayakta oluşumuz, oturuşumuz hep mevcut idiler. Geldi geçtiler. Diğer bir malum, kudretimiz dâhilinde ve olması ve olmaması mümkün olan ve olacak mı olmayacak mı şeklinde idrak edilmeyen şeyler. Bunlara misal, yapıp yapmayacağını bilmediğimiz, sakin cismi harekete getirme ve hareketli olanı sakin hale getirme vb. gibi şeylerden Allah’ın gücü dâhilinde bulunanlar.

(...)

Mevcudat bütünüyle iki kısma ayrılır: Ebedî olan Kadim (başlangıcı olmayan) ve varlığının başlangıcı olan muhdes.

Kadim, varlıkta kendi dışındakilerden önce gelendir. O, bazen ezelî olanı, bazen da varlığının başlangıcı bulunanı ifade eder. Bunun delili şu sözleridir: Kadim bina. Bununla, kendisinden sonra ortaya çıkandan (hadis) önce var olanı kasdederler. Bazen, varlığıyla kendisinden sonra ortaya çıkanlara tekaddüm eden şeyin kıdemi, belli bir sınıra kadar sürer. Bu da, belli bir zamana bağlı ve sonradan olan (muhdes) varlıktır. Bazan da onun kıdemi, sonsuza dek devam eder; bu Kadim olan (cc) varlık ve zatının sıfatlarıdır. Çünkü O, zamanla kayıtlanabilen bir vakte kadar mütekaddim (önce gelen) olsaydı ve O, kendisinin âlemden bir veya yüz bin yıl önce var olduğunu söyleseydi, varlığının bir zamanla kaydedilmesi, kendisinin, bu vakitten önce mevcut olmadığını ifade ederdi ki Allah bundan münezzehtir.

Muhdes, yoktan var olandır. Bu hususa şu sözleri delalet eder: Filancıda, kendisinde yokken, daha sonra bulunduğu vakit, hastalık veya baş ağrısı ortaya çıktı. Kendisine ölüm geldi ve filancı bu arsada bina yaptı, yani daha önce olmayan şeyi yaptı.

Bakıllânî, Ebû Bekir 1987. K.et-Temhid, tahkik: İmaduddin Ahmed Haydar, Beyrut, s. 34–37.
Çeviren: Osman Karadeniz


Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Selefilik ve Batı

 


Radikal-entegrist’ selefîlik neden Batı’da yükseliyor?


 Prof. Dr. Özcan Hıdır


Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir.



11 Eylül sonrasında ‘selefilik’ özellikle de ‘radikal-entegrist selefilik’ dünyanın hemen her yerinde yükseliş trendine girdi. Türkiye’de son aylarda pek çok insanımızın hayatını kaybetmesine yol açan terör eylemlerinin faili, radikal-entegrist selefiliğin uzantısı DAEŞ ve dayandığı teoloji-ideoloji alabildiğine tartışıldı, tartışılıyor.

Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir. Bu yükselişin arkasında dini, siyasi, ekonomik, stratejik, sosyo-kültürel, psikolojik ve coğrafi pek çok neden olsa da, bunların en önemlisi radikal selefiliğin ideolojik-dini yapısı, söylemleri ve zihin kodlarıyla alakalı olanıdır.

Hal böyle olunca bugün Türkiye’de ve dünyada, radikal-entegrsit selefiliği, zihin dünyasını ve kodlarını ihmal ederek daha ziyade güvenlik boyutu ile ele almanın, resmin bütününü ve belki de merkezi noktasını görememek anlamına geldiği ortaya çıkıyor. Hâlbuki güvenlik boyutu asla ihmal edilmeksizin, radikal-entegrist selefiliğin bizzat özünü, aklı ve geleneği dışlayıp lafzi-literal-zahiri bir tarzda doğrudan Kur’an ve sünnete başvurma tavrını, tekfirci/ötekini dışlayıcı yönünü, dini, siyasi ve sosyo-kültürel dinamiği ve arka planını, dolayısıyla ‘yapı-bozucu’ ve ‘müslümanların tavırlarına sirayet edici’ karakterini anlamak ve ona yönelik uzun vadeli tedbirleri devreye sokmak, ana akım Müslümanlar için çok daha önemli hale gelmiştir. Tabir yerinde ise, radikal selefilik konusunda, sineklerle mücadele yerine bataklığın kurutulmasına yönelik çalışmalar esas olmalıdır. Böyle yapılamadığı sürece bu ideolojiye dayanan El-Kaideler gider DEAŞ’lar gelir, DEAŞ’lar gider radikal-entegrist selefiliğin Şiî versiyonu olan Haşdi Şabi’ler gelir. Hatta DEAŞ sonrası tedavüle sürülecek örgüt bile hazırlanmıştır şimdiden. Fakat arkasındaki zihin kodları, dinamikler, motivasyonlar ve dış yönlendirmeler hep aynı kalır.

Radikal eğilimlerin yaslandığı zihniyet ve bu türden akımların teorik zeminlerine dair yapılacak araştırmalara paralel olarak, radikal selefiliğin Batı’da hangi koşullarda ve ne şekilde gelişip güçlendiğinin incelenmesi de önem taşıyor. Nitekim bu doğrultuda yapılacak araştırmalar, kısmen Türkiye de dahil olmak üzere, radikal-selefi tavırların şu veya bu şekilde genç nesiller arasında uç vermeye başladığı ülkelerin, bu gruplarla mücadelede kuşatıcı bir perspektif geliştirmesi açısından aydınlatıcı olacaktır. Bu bağlamda, başlangıç olarak Avrupa’daki selefilerin örgütlenme tarzını etüt etmek faydalı olacaktır.

İki örgütlenme modeli

Batı’da selefilik veya daha özelde DEAŞ ve El-Kaide gibi radikal-entegrist selefiler hakkındaki çalışmalarda genelde iki tür örgütlenme modelinin ortaya konulduğu görülüyor. Birinci tür yaklaşıma göre selefi örgütlerin ‘tabandan tavana’ örgütlendikleri söylenir. Mesela Marc Sageman’a göre, bu gruplar hiyerarşik yapı ile tavandan tabana değil, daha bireysel anlayışlar olarak kendi başlarına radikalleşip bu örgütlere katılıyor. Buna karşılık Bruce Hoffman gibi bazı araştırmacılar ise El-Kaide ve DEAŞ gibi radikal-entegrist selefilerin daha hiyerarşik bir tarzda tavandan tabana uzanacak şekilde örgütlendiklerini savunuyor. Bunların her ikisi de muhtemel olsa da, radikal-entegrist selefilerde bireysellik ve bireysel söylem ve eylemler de önemli bir özellik. Aslında yerine göre her iki yöntemin de uygulandığı ve bir metoda bağlı kalınmadığı da söylenebilir.

Esasen bu iki tür örgütlenme modelinden biri, şu veya bu şekilde hemen bütün cemaat ve gruplarda da görülür. Bazı örgütlerde ise aslında her iki modelin aynı anda var olduğu söylenebilir. Mesela ‘neo-oryantalistik bir devşirme’ örgüt olarak FETÖ’nün örgütlenme modeli aslında böyledir. Zira arka planda katı hiyerarşik ve batıni-ezoterik bir yapı arzederken, görünürde ise aralarında sıkı bir koordinasyon olan farklı tüzel kişilikler olarak tezahür eder. Yine de FETÖ’nün her iki örgütlenme modelini batıni/ezoterik tarzda uyguladığı söylenmelidir.

Türk kurumlarına yönelik kampanyalar

Son dönemlerde, aslında hiyerarşik örgütlenmeleri güçlü olan Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik kampanyaların da bu tespitle ilgisi vardır. Zira hiyerarşik ve iyi örgütlenmemiş etnik/dini grupları yönlendirmek çok daha kolaydır. Hollanda’da hiyerarşik cemaat yapıları nispeten zayıf olan Faslı gençlerin daha kolay yönlendirilmeleri ve güçlü kurumlara sahip Türklerin kolay yönlendirilememesi örneği burada zikredilebilir. Selefiliğe ve DEAŞ’a sempati duyup katılma konusunda da, nüfusları daha az olmasına rağmen, Faslıların Türklere göre çok daha önde olmasının (mesela bazı araştırmalar Hollanda’da yaklaşık yüzde 80/yüzde 20 oranını veriyor) önemli bir sebebi de burada yatmaktadır.

Son senelerde özellikle Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik, DEAŞ’a katılımların arttığına dair algı oluşturulmaya çalışılsa da, Arap kökenli müslümanlar ile mühtedilere nazaran Türkler arasında DEAŞ’a katılım oldukça düşüktür. Radikal-selefilerin daha ziyade Araplardan oluşmasının en önemli sebebi olarak Türkler arasındaki sıkı cemaat yapılanmasını, düzenli kurum/kuruluş ve camiilere sahip olmalarını, öteki ile uyum içinde yaşama tecrübesi olan Anadolu İslam anlayışının bağlıları olmaları gibi sebepleri gösterebiliriz.

Ne var ki son senelerde Türkler arasından da selefi eğilimli gruplara veya genel anlamda selefiliğe yönelimlerde artış olduğunu da söylenebilir. Avrupa’daki durum daha ziyade üçüncü ve dördüncü kuşak Türklerin hibrid-melez, global kimliklere sahip olmalarıyla da açıklanabilir. Fakat Araplarda radikal-selefiliğe kayma ve kimlik değişimleri çok daha hızlı oluyor. Varlık ve kimliklerinin yok sayılarak ötekileştirilmeleri burada önemli bir etken tabiatıyla. Burada aynı zamanda sosyal medyanın, bağlamsız ‘import’ fetvaların ve duygusal motivasyonların da etkisiyle ‘kendi kendine radikalleşme’ de gelişebiliyor. Şu halde hiyerarşik yapıdaki cemaat ve yapılar içinde, hibrid-melez ve bireysel bir kimlik ve kendi kendine radikalleşmenin öne çıktığı selefilik tavrı kolayca gelişemiyor, denebilir. Spekülatif yönler barındırsa da, Sageman’ın ‘Leaderless Cihad’ (Lidersiz Cihad) adlı kitabında da bu olgular üzerinde durulur.

‘Melez/hibrid’ kimlikler ve radikal-selefilik

Batı’da yaşayan özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak Müslüman nesiller arasında, işaret edildiği üzere, ‘melez/hibrid’ kimliklerin geliştiği görülüyor. Diasporada azınlık halinde yaşayan toplumlar ile modernleşmenin etkilerinin yoğun görüldüğü toplumlarda bu tür kimliklerin geliştiği de bilinen bir olgu. Bu tür kimliklerde genelde bireyselleşme öne çıkıyor, mezhep/meşrep/cemaat ve kök ülke aidiyetleri azalıyor. Ayrıca gelecekle alakalı belirsizlikler de burada rol oynuyor. Bu olgu, son dönemlerde Avrupa ülkelerindeki yabancı ve İslâm karşıtı ve ırkçı tutumlar ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür kimliğe sahip genç müslüman nesiller için yepyeni bir sosyoloji ve psikolojinin varlığına işaret ediyor. Etnik aidiyetlerinin yerini de ‘Türk-Alman’, ‘Fransız-Faslı/Cezayirli’, ‘İngiliz-Pakistanlı’, ‘Hollandalı-Faslı/Türk’ gibi melez/hibrid etnik ve kültürel kimlikler alıyor. Özellikle radikal selefilikte etnik ve kültürel aidiyetlerin ötesine geçen ‘transnational’ ve hibrid bir kimlik de öne çıkıyor. Bu ise aslında bir anlamda kimliksizliği tanımlıyor.

Bu durumda olan genç Müslüman nesillerde ve özellikle de Arap asıllı olanlarda, radikal-entegrist selefilik bir kaçış/çıkış olarak tezahür ediyor. Önceki mezhep/meşrep/cemaat aidiyetlerine karşı protest-fanatik ve dışlayıcı bir tavır gelişiyor. Bu durum, adeta ‘araf’ta olan hibrid kimliklere sahip bu genç kuşaklar için, bir anlamda cennete kaçış olarak tezahür ediyor. Siyah-beyaz, protest-tepkisel, dışlayıcı, doğru-yanlış, mutlak doğruyu temsil ettiğini düşünen, özcü-püritenist ve hatta (paradoks gibi dursa da) pozitivist yaklaşımlara sahip tekfirci radikal-selefilik de bu cenneti zaten peşinen vadediyor. Bu ise özünde pozitivist bir yaklaşımı salık verir. Bazı araştırmalarda, radikal selefilerin düşünme biçimi ile pozitivist temele dayanan bazı bilimlerin düşünme biçimi arasında karşılaştırmaların yapılıp yakın benzerliklerin bulunması da bundandır. Nitekim bu araştırmalara göre, Batı ülkelerinden DAEŞ’e katılanların önemli bir kısmının (yaklaşık yarısından fazlası) bu tür düşünme biçimine sahip selefilerden oluştuğu ifade edilir. Hatta hatırlanacağı üzere, sosyal medyada bir mektup yayımlayarak DAEŞ’e katıldığını duyuran ve onun söylem ve eylemlerini savunan ODTÜ öğrencisi bağlamında bu konu Türkiye’de de kısmen gündeme getirilmişti. Başarılı bir operasyonla geçtiğimiz günlerde yakalanan Reina saldırganının da bu tür bir eğitim arka planına sahip olduğuna dair bilgiler medyada yer aldı.

Avrupa’da mühtedîler ve selefilik

Suriye’de DEAŞ saflarında Batı ülkelerinden gelen önemli sayıda mühtedinin olduğu bilinen bir olgu. Avrupa ülkelerinde DAEŞ bağlamındaki en önemli tartışma konularından biri de bu. Yer yer farklı motivasyonlar rol oynasa da bu katılımlarda, ihtidaları sonrasında mühtedilerin kimliklerinin, daha ziyade selefiler arasında görülen radikal-extremist-protest söylem, eylem ve yorumlarla şekillenmesinin önemli rolü vardır. Zira Avrupa’daki bu yerli müslümanlar arasında ‘selefî-literal-zahirî-protest’, ‘tasavvufî-irfanî’ ve ‘rasyonel-revizyonist-liberal’ olmak üzere başlıca üç yorum tarzı öne çıksa da, en belirgin ve yaygın anlayış radikal-entegrist-protest selefi anlayıştır.

Kaldı ki her ihtida aslında buhranlı, depresyon içeren sancılı bir arayışın akabinde gerçekleşmekte ve yeni girdiği dinde mühtedi, genellikle radikal-protest, lafızcı-literal tavırlarla ve anlayışlarla yeni kimliğini inşa etmeye çalışmakta, bunu yaparken de tabii olarak uçlara savrulabilmekte ve dışlayıcı tavırlar sergilemektedir. Bilgiye değil de daha ziyade duyguya dayanan bu tür tutumlar, mühtedilerde yaşadıkları boşlukları dolduran bir işlev görebilmekte, böylelikle radikal-selefi düşünceyle tanışıp bütün cevapları bulduklarına inanmaktadırlar. Zira bu tür mühtedilerin önemli bir kısmı seküler ailelerden gelmekte ve İslamî bilgi açısından oldukça zayıf durumdadırlar. ABD ve AB ülkelerinden DEAŞ’a katılıp da örgüt adına açıklamalar yapan bazı militanların durumu aslında böyledir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar içerisinde ileri arayışlara girenler, İslâm’daki farklı okuma biçimleri ile tanışanlar, bu radikal-selefi tavırlardan uzaklaşabilmektedir. Yusuf İslam hakkında “üç Yusuf” evresinden bahsedilmesi bundandır ve “birinci Yusuf” döneminde Yusuf İslam’da da radikal-selefi söylem ve tavırların alabildiğine var olduğu bilenlerin malumudur.

Bütün bunların ise dış yönlendirme, müdahale ve istismarlara açık bir durum olduğu aşikardır. Nitekim bu grupların radikal eğilimlerinin el altından istismar edildiği ve yönlendirildiği, zaman zaman medyaya yansıyan itiraflar ve bilgiler arasındadır.

Batı radikal-entegrist selefiliği destekliyor mu?

18. yüzyıldaki ortaya çıkışında İngilizlerin etkisine dair tartışmalar bir yana, sözünü ettiğimiz özellikleri sebebiyle Batı’daki radikal-entegrist selefiliğin dış müdahalelere ve yönlendirmelere alabildiğine açık olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 11 Eylül sonrasında Batı’daki İslam karşıtı söylem ve eylemlerin alabildiğine ivme kazandığı süreçte bu çok daha mümkün olmuştur. Selefilik ile alakalı Batı’daki uzmanların, projelerin ve çalışmaların çokluğu da bunu söylememize imkân veriyor. Öyle ki radikal-entegrist selefilik Batı’da güncel dinî/mezhebî tartışmaların başat aktörlerinden biri haline ge(tiri)lmiştir. Bu tür proje, çalışma grubu ve ampirik-teorik araştırmaların Türkiye’de çok az oluşu ise bahsi diğerdir.

Buradan hareketle radikal-entegrist selefiliğin, Türkiye başta olmak üzere, İslam dünyasına yönelik operasyonlarda bir aktör olarak desteklendiğini ve kullanıldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz verilere sahibiz. Zira selefilik, özünü gizleyen, dışta başka içte başka olması hasebiyle Müslümanlara yönelik tehlikesi daha büyük olan ve dolayısıyla nüfuz edilip çözülmesi çok daha zor ‘batınî-takiyyeci’ hareket/anlayış değil, zahirî temele dayanan bir harekettir. Bu tür zahiri hareketlere nüfuz edilip yönlendirilmesi de her zaman kolay olmuştur. Nitekim Avrupa’da genelde İslami yapılanma, özelde ise selefi yapılanmaların takibi için özel birimlerin oluşturulduğu da kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır.

Dolayısıyla şayet istenirse, onların Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerinin takibi, radikal söylem ve eylemlerinin önlenmesi de zor değildir. Hangi camide/ortamda kimin neler söylediği çoğunlukla bilinmekte ve aslında takip de edilmektedir. Medyada yer alan bazı radikal söylemlere sahip konuşmacıların ülkelere girişinin yer yer engellenmesi hariç, selefilerin radikal söylemlerle faaliyette bulunmalarına da genelde izin verilir. Ülke dışından (genelde İngiltere ve Amerika) aşırılıkçı görüşlere sahip selefi konuşmacıların davet edildiği iki, üç gün süren büyük toplantılara, bazı durumlar hariç çoğunlukla engel olunmaz. Hatta İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sıkı bir denetime tabi görsel medyaya çoğunlukla bu tür radikal-selefiler konuşmacı olarak çıkarılır; Müslümanları temsilen onlar konuşturulur. Selefi grupların vakıf/dernek gibi kurmalarına, bu vakıf ve dernekler için büyük sermayelerle bina satın almalarına, bu binalarda radikal söylem ve eylemlerde bulunmalarına, neşriyat yapıp bunları serbestçe dağıtmalarına göz yumulur.

Avrupa ülkelerinin bu tavrı din/fikir özgürlüğü bağlamında tolere edilebilir gibi dursa da, burada genelde İslamın ve Müslümanların imajını bozma, İslam’ı bu tür radikal-entegrist söylemlere mahkûm etme, Avrupalı insanların gözünde Müslümanları radikal tipoloji ve söylemlerle eşleştirme ve nihayet müslümanları ve İslam dünyasını bu tür örgütlerle yeniden dizayn etme amacı sezilir. Bugün Batı’da müslümanlar söz konusu olduğunda akla ilk anda DEAŞ’ın geliyor olması, Batı’nın bu konuda kendince nisbi bir başarı yakalamış olduğuna işaret etmektedir. Nitekim kamuoyuna yansıyan bazı ifadelerde, özellikle Irak ve Suriye bağlamında, bütün bunların itiraf edildiğine şahitlik ediyoruz. Hatta 20 Ocak’ta ABD başkanlığını devralan Trump’ın da DEAŞ’ın kuruluşu ile alakalı olarak Obama yönetimine yönelik kamuoyuna yansıyan açıklamaları da bunu gösterir.

Buna karşılık Müslümanlara, İslam dünyasına ve bilhassa da İslam dünyasında medeniyet ufku hâlâ diri olan Türkiye’ye düşen ise, bütün bunları teşhis etmek, bu tür yapıların zihin kodlarını, insan devşirme usullerini iyi etüt etmek ve tedaviye yönelik olarak ise güvenlik tedbirlerinin ötesinde, dini, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sosyo-kültürel adımları bir bütün olarak hayata geçirilebilmektir. Bütün bunların ise ‘dini diplomasi-kültür diplomasisi’ ve her şeyden önemlisi “gönül gücü ve diplomasisini” de önceleyen bir perspektif gerektirdiği izahtan varestedir.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi’nde öğretim üyesidir]

Devamını Oku »

İnsan olmak









Cevaplar bulunabilsin diye mi sorular var, sorular sorulabilsin diye mi cevaplar var, diye bir soru sorsalar cevabınız ne olurdu?

Bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğuna karar vermek aklın, iyi mi kötü mü olduğunu tespit etmek akıl ve kalbin, güzel mi çirkin mi olduğuna dair kanaat oluşturmak ise sanırım ruhun işi. İnsanın güzel olanla ilk karşılaşması, yani ilk hatırası bezm-i elesttir der ve ilave ederler; dünyaya geldikten sonra güzel bulduğumuz her şey o ilk hatıraya atıfta bulunduğu için ve bulunabildiği kadar güzeldir. Dinlediğimiz vakit kendimizden geçtiğimiz müzik, gözlerine bakınca sendelediğimiz güzel, içimize çekince sarhoş olduğumuz koku... Güzel bulduğumuz her ne varsa, hepsi birden o ilk hatıradan bir iz, bir renk, bir haber taşıdığı için güzel. Bizim bunun farkında olup olmamamız hiç bir şekilde neticeyi değiştirmez. Kays bilse de bilmese de, Leyla farkında olsa da olmasa da Kays'ı Mecnûn eden sebep, Leyla'nın yüzünde o ilk hatıradan bir gölge gibi taşıdığı güzelliktir. Ağacın kökleri ile emdiği yağmur sularıyla salınıp çiçeğe durmak için ne H2O'yu ne de Bergeron sürecini bilmesine gerek olduğu gibi.

Yalancı güneşe aldanıp bahar geldi zannıyla çiçek açan ağaçları da tezimi destekleme konusunda yeterli görmeyenler için Fuzûlî'nin şahitliğine başvurabilirim:

“Gerçi canandan dil-i şeydâ için kâm isterem

Sorsa canan bilmezem kâm u dil ü şeydâ nedür”

Ayrı bir bahis olmasına rağmen güzel koku meselesine –madem yeri geldi- biraz daha dikkat kesilmekte fayda var. Koku, hatırayı çağırmakta söz ve görüntüden çok daha hızlı, tesirli ve kabiliyetlidir. Çocukluğunuzdaki bir anın fotoğrafına baktığınızda o anı hatırlarsınız, sohbeti geçtiğinde gözünüzde canlandırmaya çalışırsınız fakat o ana dair bir kokuya rast geldiğiniz anda sanki kalkar o ana ve oraya gidersiniz. Söz ve görüntü geçmişteki hatırayı buraya çağırırken; koku, söz ve görüntüye muhtaç olmaksızın sizi alıp o hatıraya, o âna, o yere götürüyor. Ruh ve râyihâ kelimelerinin aynı kökten geldiğini de not edelim bir kenara. Nefs-i mülhime sahiplerinin kokuya olan dikkat ve alakalarının gayr-ı ihtiyârî enteresan bir şekilde arttığını da unutmayalım. “Bana sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi” hadis-i şerifinde güzel kokunun niçin zikredildiğini bir kez daha ve buradan tefekkür etmenin vaktidir şimdi.

Toparlayarak devam edecek olursak, güzel olduğunu düşündüğümüz her şey kâlû belâdan bir iz taşıdığı için güzel. Çünkü insanın güzelle ilk karşılaşma mekânı, bezm-i elest, ruhlar âlemi. Bu karşılaşmanın keyfiyetine dair pek bir bilgimiz yok. Orada Rabbimizi duyduğumuzu, bize haber verildiği kadarından biliyoruz, görüp görmediğimiz konusunda malûmâtımız yok. O zaman insanoğlunun ilk hatırası bir soru ile başlıyor ve bir cevap ile bitiyor. Soru: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Cevap: “Belâ (Sen bizim Rabbimizsin)”

Cevaptan önce olmasına ve soranın yüceliğine bakarak sorunun cevaptan daha ehemmiyetli olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Burada kesin bir yargı ortaya koymak haddi aşmak olacaksa şayet, en azından şu kadarını söyleyebiliriz ki; insanın sorulara “belâ” derecesindeki meftunluğunun nereden geldiğine dair hiç olmazsa bir cevabımız var artık.

Bitmek tükenmek bilmez insanoğlunun soruları. Kendisi kendisinin meçhulüdür zira ve hatta kendisi bir sorudur. O soruyu (kendisini) tanıyabilen, belki de bu cevaptan ilk sorunun sahibini de (Rabbini) tanıyıp, bilecektir. Yazının girişindeki soruya buradan bakınca, soru cevaptan öncedir ve cevaplar verilebilsin diye sorular vardır diyebiliriz.

Suallerimizin nelere dair olduğu, onları ne derece mesele ettiğimiz, cevaplarımızın ne kadar sahih olduğu ve onlarla nasıl bir mesuliyet sahibi olduğumuz, bizim aşağıların aşağısından en güzel surete tekrar yürüyüş serüvenimizde 'insan' olmaya ne kadar yaklaşabileceğimizin en önemli mihenk taşı.

“Ne için varım” sorusuna cevabı olmayan, var mıdır?

“Ne için varım” diye bir sorusu olmayan var olsa ne olur olmasa ne olur?

“Nereden geliyorum nereye gidiyorum” sorusuna cevap veremeyen, bir Niyazi Mısrî nutk-ı şerifinde “Nereden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş” diye tarif edilirken kendisine bu soruyu hiç sormayanlara ne demeli?

“Yaşamak ne, ölmek ne” diye bir meselesi olmadan yaşayan, yaşayan bir ölü değil midir? Ölmeden evvel ölmek mesuliyetini yüklenemeyenden yaşıyor diye bahsetmek mümkün mü?

Kendisine bir kez bile “ben kimim?” diye sormadığı için “sen kimsin?” denildiğinde isminden, memleketinden, kartvizitinden başka cevabı olmayanın kim olduğunun kimin nezdinde ne ehemmiyeti var?

Cevabın doğru olması sorunun yanlış olmadığı manasına gelmiyor her zaman. Marifet doğru soruyu sorabilmekte. “Ne yaparak çok daha zengin olabilirim” sorusuna verilen cevap ne kadar doğru olursa olsun, soru hakikate nispetle yanlış (yersiz) olduğundan, soran için hakikatte hiç bir değer taşımaz. Bize doğru soruyu sorabilelim diye verilen ömrü, yanlış sorulara cevap aramakla tüketiyoruz. Üstelik doğru soruyu sormak ve doğru cevabı verebilmek de bir şey ifade etmiyor; cevabın gerektirdiği gibi olmak asıl mesele. Ben kimim deyip, kulum diye cevap verdikten sonra kulluğun hakkını veremediysek doğru cevabı verdim diyebilmek mümkün mü?

İnsanın ilk hatırası bir soru ve cevaptan ibaret olsaydı, mesele doğru soruyu sormak ve doğru cevabı bulmak olurdu. Ama mesele, doğru suali sormak, doğru cevabı vermek değil; cevabın gerektirdiği gibi olmak. Çünkü insanın ilk hatırası bir soruyla başlamıyor olabilir. Ruhlar âleminde bize bir soru soruldu ve güzelle ilk kez o an karşılaştık demiştik değil mi? Yanlıştır belki de! Çünkü o soru bize sorulduğunda ruhlarımızla vardık ve varlığımızda bu soru cevap faslından evvel, “ruhumdan üfledim...” sırrı tecelli etmiş de olabilir. Şayet böyle ise önce olduk, sonra soru soruldu, sonra cevap verildi. Tersi ise önce soru sorulup cevap verildi, sonra var olduk. Her iki durumda da anlaşılan o ki; soru ve cevaplar bizi olmaya götürdüğü kadar kıymetli; olmak ancak soru ve cevaplarımızla mümkün.

Nasıl öleceğimizi bilebilir miyiz? Allah katındaki değerimizi bilmek mümkün mü? Allah kıyamette bize nasıl muamele edecek? İmanımızın varlığı, yokluğu ve kemâlât derecesini bilebilir miyiz?

Bu soruların cevaplarını aramak için başladığım yazıyı bu meseleleri önümüzdeki haftaya bırakarak, yazıya başladığım sorunun cevabını veremeyerek bitireyim:

Cevaplar bulunabilsin diye mi sorular var, sorular sorulabilsin diye mi cevaplar var bilmem ama belki de soru ve cevaplar ancak biz insan olalım diye vardır.


Serdar Tuncer




Devamını Oku »

Allah’ın Fiilleri Hakkında





Allah’ın Fiilleri Hakkında


Kâdı Beydâvi


Üstad şöyle dedi: “Kulların fiilleri, bütünüyle Allah’ın kudreti ile vuku bulmakta ve onun yaratmasıyla olmaktadır”. Kâdı ise şöyle dedi: “Onların ta’at ve ma’siyyet oluşu kulların kudretiyledir.” İmamu’l-Haremeyn (Cüveyni) (ve Ebu’l-Hüseyin) ve filozoflar ise şöyle dediler: Onlar, Allah Teâlâ’nın kulda yarattığı bir kudretle vuku bulmaktadır. Üstad (Ebu İshak İsferayini) da şöyle dedi: “Fiilde müessir olan, Allah Teâlâ’nın ve kulun kudretlerinin bir araya gelmesidir.” Mutezilenin cumhuru da şöyle dedi: Kul fiilini kendi seçimiyle (ihtiyar) ortaya koyar. Bu birkaç yönden reddedildi:

Birincisi, eğer, fiilin terki, filin halini imkânsız kılıyorsa, bu takdirde kul, cebir altında olur; muhtar olmaz. Aksi takdirde, kulun fiili terki, teselsülü red için, kendi dışında zorunlu bir tercih ediciye ihtiyaç duyar; bu durumda da cebir gerekir.

İkincisi, şayet kişi fiilini kendi ihtiyarıyla ortaya koyarsa, bu takdirde onun ’tafsilat’ını bilir; bunu bilince de, yavaş harekete dâhil fasılaları (sekenat) ihata eder ve onların aralarını bilir.

Üçüncüsü, eğer kişi tercih eder ve kendi muradı Allah’ın muradıyla çatışırsa, onu bir araya getirmek veya kaldırmak veya müreccihsiz tercih gerekir. Onun kudreti, her ne kadar kuşatıcı olsa da, bu durumda eşittir.

Bu konuda akli ve nakli delil olarak getirdiler.

Birincisi şudur:
Kul, muhtar olmazsa, bu takdirde sorumluluğu (teklif) doğru olmaz. Ve onun müşterek olduğu kabul edildi; zira sebeplerin eşit gelmesi durumunda, emredilen şeylerin sebeplerinin tercih edilmesi imkânsızdır; üstünlüğü anında vacibtir. Eğer vukuu malum ise, vukuu gerekir; eğer vuku bulmayacağı malum ise, bu takdirde imkânsız olur. Bununla beraber Allah Teâlâ, yaptığından sorumlu değil (onlar sorumludur).

İkinciye gelince,
birkaç yönüyledir: Birincisi: Fiilleri kullara izafe eden ve kendi isteklerine (meşiet) bağlayan ayetlerdir. Allah’ın şu sözü gibi: “Vay o kimselere ki kitabı kendi elleriyle yazıyorlar” (Kur’ân 2: 79), “Onlar sadece zanna tabi oluyorlar” (Kur’ân 6: 116; Kur’ân 10: 66), “Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe…” (Kur’ân 13: 11)… Allah’ın şu sözleriyle buna karşı delil getirildi: “Allah her şeyin yaratıcısıdır” (Kur’ân 39: 62), “Sizi ve yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır” (Kur’ân 37: 96)…

İkincisi: Va’d ve va’idi, medih ve zemmi içine alan ayetlerdir ki bunlar sayılmayacak kadar çoktur. Saadet ve şekavetin daha önce kendilerine yazıldığı tabiatlardır (cibilliyet), şeklinde kabul edildi. Ameller işaretlerdir; sevap ve ikab, zaruri işlerden değil, maruf şeylerden olması yönüyle onlara göre düzenlenir.

Üçüncüsü, peygamberlerin (as) günahlarını itiraf etmeleridir. Allah Teâlâ’nın Âdem’den: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.” (Kur’ân 7: 23), Hz. Yunus’tan: “Seni tesbih ederiz, ben zalimlerden oldum.” (Kur’ân 21: 87), Hz. Musa’dan: “Ey Rabbim! Ben kendime zulmettim.” (Kur’ân 27: 44) hikâye ettiği ayetler gibi. Buna da Allah’ın şu sözü ile itiraz edildi: “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değil; onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirirsin.” (Kur’ân 7: 155).

Dördüncüsü,
Allah Teâlâ’nın fiillerinin, zulüm, ihtilaf, çelişki gibi kulların fiillerinin sıfatlarıyla nitelendirilmeyeceğine delalet eden ayetlerdir. Allah’ın şu sözleri gibi: “Allah zerre kadar haksızlık etmez” (Kur’ân 94: 40), “Rabbin kullara zulmedici değildir” (Kur’ân 41: 46), “Biz onlara zulmetmedik” (Kur’ân 11: 101), “Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, orada pek çok çelişkiler bulurlardı” (Kur’ân 4: 82), “Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk (tefavüt) göremezsin” (Kur’ân 67: 3).


Kâdı Beyzâvî 1991. Tavali’u’l-envar, tahkik: Abbas Süleyman, Beyrut, s. 197–200.

Çeviren: Osman Karadeniz
Devamını Oku »

Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçiliğin Kurulması



Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçi İmparatorluğun Kurulması

Fatih Sultan Mehmed imparatorluğun gerçek kurucusudur. Fatih bildigimiz temel özellikleriyle klasik Osmanlı idare rejimini kesin biçimde yerleştirmiştir.(1) Başka bir deyimle Anadolu ve Rumeli'yi bir tek ülke halinde birleştirip, mutlak bir otorite altında imparatorlugu örgütleyen Fatih Sultan Mehmed olmuştur. İstanbul'un fethi dönüm noktasıdır.

Böylece Fatih bir anda İslam dünyasının en şanlı ve güçlü hükümdarı durumuna gelmiş ve kendi ülkesinde son derece büyük bir nüfuz ve otorite kazanmış bulunmaktaydı. Her şeyden önce o bütün saltanatı boyunca İstanbul'u Balkanlar'ın ve Anadolu'nun gerçekten siyasi-dini bir metropolü haline getirmeye çalıştı.

Bu amaçla her yandan şehre Türk, Rum, Ermeni, Yahudi nüfusu getirip yerleştirdi; Rum Patrikliği'ni eski yetki ve ayrıcalıklarıyla canlandırdı. Şehri kalkındırma amacıyla İtalyanlara geniş ticaret serbestileri tanıdı. Venedik'e karşı Floransalıları tuttu. 1478 tarihli sayıma göre Galata' da o zaman 332 Avrupalı aile vardı.

Bütün Galata nüfusu 1 .521 haneydi. İstanbul ve Galata'nın bütün nüfusu 16.324 hane (aile) idi, İstanbul' da 3.667, Galata' da 260 dükkan sayılmıştı.

Fatih, Kayser'in payitahtını almakla kendisini Roma İmparatorluğu'nun biricik haklı mirasçısı sayıyor ve fetihlerinde bu görüşten esinleniyordu.O, her şeyden önce Gazi Sultan unvanını benimsemekle beraber kişiliginde İslam, Türk ve Bizans imparatorluk geleneklerini bağdaştırarak klasik Osmanlı padişahı yaratmış oluyordu. Fatih, Macaristan ve Venedik'e Balkan işlerine karışma fırsatı verebilecek bütün yerli hanedanları ortadan kaldırarak, Yarımadayı bir tek yönetim altında birleştirme siyasetinde başanya ulaştı.

1463'te Çanakkale Boğazı'nda yaptırdığı kalelerle Boğazlarda tam egemenlik kurdu ve bir haçlı donanmasının İstanbul' a saldırması olasılığını kaldırdı. Karadeniz'i bir Osmanlı gölü haline getirme planında ona karşı yalnız Boğdan Voyvodası Büyük Stefan Lehistan' a dayanarak direniş gösterdi. 1484'te Kili ve Akkerman'ın fethiyle bu egemenlik tamamlanmıştır. Sultanu'l-Berreyn ve Hakanu'l-Bahreyn (iki kara ve iki denizin hükümdarı) unvanını kullanan Fatih, Karadeniz ve Ege üzerinde egemenliğini belirtiyor, böylece Anadolu ve Balkanlar'ı birleştirerek İstanbul etrafında 400 yıl dayanan imparatorluk çekirdeğini kurmuş oluyordu.

Öte yandan Fatih içeride merkeziyetçi-bürokratik yönetimi güçlendirmek için birtakım köklü önlemler aldı:Yeniçerileri iki katına, 10.000lere çıkardı; o zamana kadar oldukça bağımsız davranan udan merkezin daha sıkı kontrolü altına soktu. Eski vakf ve mülkleri yeniden gözden geçirip, binası yıkık olan veya zamanında devletçe onaylanmamış yalnız kadı onayı ile kalmış vakıflara ait toprakları devlete mal etti.(2)

Bu yolla 20.000' e yakın köy ve mezra' a doğrudan doğruya devlet tasarrufu altına geçti ve timar olarak sipahilere dağıtıldı. Ulema ve özellikle zaviye ve toprak sahibi şeyh ve dervişler bundan etkilendiler. Anadolu' da eski yerli,soylu kişiler elinde bıraktığı mülk topraklar için de, eşkinci adıyla orduya asker göndermeyi zorunlu kıldı. Devlet, tarım topraklarının çıplak mülkiyet hakkını,haraci-miri niteliği sebebiyle yalnız kendisine ait sayıyordu.Temlik ve vakfin dahi bu hakkı kaldırmadığı görüşü bu dönemde yerleşmiş görünmektedir. Zayıf yönetimler zamanında özel kişiler, temlik ve vakf yoluyla mırı aleyhine toprak üzerinde tasarruf haklarını ve alanlarını genişletmişlerdi. Bizans döneminde olduğu gibi, Osmanlı döneminde de, tarım topraklarının kullanımı ve kontrolü devletle özel kişiler arasında gizli-açık, sürekli bir uğraşı ve anlaşmazlık konusu olmuştur.

Osmanlılar vakf ve mülkleri, ilk kez 1. Bayezid (1389-1402) döneminde geniş ölçüde devletleştirdiler. İkinci reformu Fatih yapmıştır. Devlet, toprak üzerinde gerekli kontrolü 16. yüzyıldan sonra kaybetmeye başlayacaktır.Ayan döneminde, miri topraklar üzerinde, kişilerin kontrol ve kullanım hakları , malikane-mukataa yoluyla hayat boyu, hatta irsi bir hal alarak son derece genişlemiştir.Tanzimat döneminden sonra yavaş yavaş bu topraklar üzerinde Roma hukuku ve Batı'nın mülkiyet anlayışına yakın bir mülkiyet anlayışı yerleşecektir.

Şu bir gerçektir ki devlet toprak rejimi, timar sistemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Anadolu'da ve Rumeli'de 1475'te aşağı yukan 40.000 timarlı sipahi tahmin olunuyordu. Fatih'in toprak reformu sonucu özellikle vakıflardan yararlanan dini gruplar ve eski büyük toprak sahibi soylular hoşnutsuzluk gösterdi. II. Bayezid tahta geçince vakf ve mülkleri geri verdiyse de bu tepki çok genişlemedi.

Öbür taraftan Fatih ilk kez yeni akçe (devletin resmi gümüş parası)bastırdı ve her defasında eski akçayı dolaşımdan kaldırdı. Eski akçaları gümüş rayid üzerinden ödediğinden,piyasadaki gümüş stokunun altıda birini devlet geliri olarak almış oluyordu. II. Bayezid tahta çıkar çıkmaz ayaklanan yeniçeriler ona bu yöntemden de vazgeçmesini zorla kabul ettirmişlerdir.

Fatih dönemi anlatılırken Bizans etkisi sorununa da değinmek gerekir. Gerçekte N. Jorga ve başkaları bunu abartmışlardır.

M. F. Köprülü'nün eleştirileriyse yanlış anlaşılmıştır.Köprülü, saray ve merkezi devlet kurumlarında Bizans etkisini, Osmanlılardan önceki İslam devletle rinde aramanın daha doğru olduğunu söylemiş, vergilerde ve adetlerde doğrudan doğruya etki olabileceğini kabul etmiştir.(3)

Bugün bu alanda bilgilerimiz genişlemiştir.(4)Osmanlıların Balkanlar' da ve Bizans topraklarında istimaıet politikası sonucu olarak birtakım vergileri, bazı şehirlerin ve grupların bağışıklıklarını ve ayrıcalıklarını, yerli askeri sınıfları, halkın yüzyıllardan beri alışık olduğu birçok kurumu yerinde bıraktığını görmekteyiz.(5)

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215

Dipnotlar:

(1)-Bkz. H. İnalcık, "Mehmed II lA, Vıı (1957). 506-535.

(2)- 46 Bu "nesh" hareketine ilk şu yazılarımda değindim: "Mehmed II," LA, 533; "Mehmed the Conqueror ( 1432-1481) and his Time," Speculu m, XXXV-3 ( 1960). 408-427; krş. V. P. Mutaf çieva,Agreria n Relations in the Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries. New York 1 988; B. Cvetkova, 'Sur Certaines reformes du regime foncier au temps de Mehmed II," JESHO, vı - 1(19631, 104-120.

(3)- M. Köprülü, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessese/erine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar; THİM, I ( 1931 ), 165-313.

(4)-Bkz. H.İnalcık, -The Problem of Relationship between Byzantine and Ottoman Taxation; Akten des XI. Internationalen Byzantinisten Kongresses, 1958, 237-242; B. evetkova, "Influence exercee par certaines Institutions de Byzance et des Balkans du Moyen age sur le systeme feodal
Ottoman," Byzantino-Bu/garica, i (Sofya 1962), 237-250.

(5)- M. Hadzijahic, «Die privilegierten Stiidte zur Zeit Des Osmanischen Feudalismas," Südost-Forsehungen, XX, ( 1961) 1 30-158; H. ınalcık, ·Stefan Duşandan Osmanlı ımparatorluğuna,"Fatih Devri üzerine Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, 1954, 1 36-184; H. Beldiceanu, Les aetes des premiers su ltans conserves dans /es manuserits, 1390-1512, Paris-La Haye 1 964; H. Sabanovic, "Upravna podejela Jugoslavenskih zemlja pod turskom vladavinom do Karlovackog mire 1699 god," Godisnjak Istoriskog Drustva Bosne i Hereegovine, ıV, (1952) s.I71-204 idem, Bosanski Pasaluk, Sarajevo 1959.

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215
Devamını Oku »

Osmanlı Klasik Kültürü



Osmanlı kültürü ilk döneminde yani gelişme çağında bağnaz de­ğildi. Yabana kültürlere özeniliyor, bilinçli kültür alınblan yapılabiliyor,dışarıdan alim ve sanatçı getirilmesine çalışılıyordu. Tursun Bey (15. yüzyıl sonu) kendi zamanında sanatta başlıca üç üsluptan, Tavr-i Rumi (Anadolu Türk), Tavr-i Hatayı (Orta-Asya) ve Tavr-i Frengi (Avrupa) üsluplarından söz ediyordu.(1) Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle, Osmanlı kültürünün klasikleştiği, dış etkilere kapanmaya başladığı düşünülebilir.

Osmanlı kültürü, gerçekte o zaman en büyük üstadlarını vererek, ideal şekillerine kavuşmuş bir kültür bilincine vardı ve artık dış alınlara özenmedi ve kendi klasik şekilleri içinde kalıplaştı. Yine bu dönemde,devletin miri toprak, timar ve kul sistemine dayanan soyal politik yapısı nitelik bakımından en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Mutlak bir otoritenin sahibi sayılan padişah, bütün politik-sosyal düzenin kaynağı ve dayanağı sayılıyordu. Padişah iradeleri şeklinde çıkan örfi kanun ve tüzükler,Kanuni döneminde ideal şekillerine kavuşmuş kabul ediliyordu.(2)

16. yüzyılda klasik şekillerine ulaşan bu ilk dönem Osmanlı devlet yapısı,gazi uc toplum ve geleneğinin gelişmiş bir şekli olarak, askeri bir devlet karakteri gösteriyordu. Gaza prensibinin, emperyalist girişimlerin devlet hayahnda üstün rolü göz önünde tutulursa, bu görüş bir bakıma kabul edilebilir. Daha önceki İslam devletlerinden farklı olarak, Osmanlılarda sivil yönetim, hatta dini kaza göreviyle askeri görevlerin aynı kişiler elinde toplanmış olması da dikkate değer. Daha 15. yüzyılda Bursa gibi bir ticaret ve endüstri merkezinde dahi, en yüksek servetlere sahip yüksek tabakayı, askeri sınıf görevlileri oluşturmaktaydı.(3) Nihayet askeri uc ve gazn örgütünün devlet içindeki rolü, sürekli yeni toprakların fethini bir gereklilik haline getiren timar sistemi göz önünde tutulmalıdır.

Bu gözlemler doğru olmakla beraber, çeşitli etkilerden yoğrulmuş kendine özgü bir Osmanlı kültürünün ve yaşam üslubunun varlığı ve Osmanlı yönetiminin yerleştiği ülkelerde bu kültürün ve yaşam tarzının derin etkileri unutulmamalıdır. Orijinal bir Osmanlı kültürü, devlet ve hukuk düzeni var olmuştur. Özellikle Osmanlıların Balkanlar' da sosyal ve kültürel etkileri derindir. O zaman bu kültürün,büyük bir çekici kuvveti vardı. Kendi iç değeri yanında, Osmanlı emperyal kültürü, bir prestij kültürüydü. Bir gayrimüslim için en arzu edilir şeylerden biri, giyimini ve yaşamını Müslüman Osmanlı'ya benzetebilmekti. Balkanlı, hatta Arap tarihçilerin bugünkü geri kalmışlığı, Osmanlı rejimiyle açıklamaya yeltenmeleri anakronistik bir özlemden ibarettir.

O zaman kimse hümanizma ve Rönesans'ın Batılı milletlere getireceği kudreti, serveti ve prestiji hayalinden geçiremezdi. Doğu Hristiyan kültürünün bağımsız yaşadığı ülkelerde, örneğin Rusya' da dahi Rönesansı izleyemediği, izlemek istemediği ortada olan bir gerçektir.(4)Osmanlı patrimonyal toplumunda yüksek kültür yarahmı, sarayın ve saraydan çıkma kullann patronajı altında gerçekleşiyor, gelişiyordu. Osmanlı kültürünün geliştirildiği merkez, İstanbul, daha dogrusu, Saray-ı
Hümayundu. Birçok sanat kolları, hassa sıfatıyla padişaha mensup hirfetler olarak sarayda örgütlenmişti. Saray mimarları, nakkaşlar, hanendeler (mutriban), şairler, kuyumcular, hil' at ve kaftan yapanlar, halı ve ipekli dokuyanlar, çarşıda en usta kişiler arasından seçiliyor veya saray için tutuluyordu. Bunlar padişah için en nefis eserleri yaratırlar, eserleri ötekiler için örnek olurdu. Öbür taraftan saray okullarında iç oglanlarına çeşitli sanatlar ögretilirdi. İç oglanlarından kumandan veya vali olarak taşraya çıkanlar, gittikleri vilayetlerde, padişah sarayını taklitle kendi saraylarını kurarlar ve Osmanlı saray üslubunu çevrelerinde yayarlardı.

Her önemli şehirde saraydaki baş mimara (ser-rnfmaran-i hassa) bağlı bir mimar olup kamu yapılan onun gözetimi altında yapılırdı. Osmanlı kültürünün en önemli ve orijinal bir kolu da hukuk alanındadır.

 

Halil İnalcık-Akademik Ders Notları

Dipnotlar:

(1)-Tarih-i Abu"l-Fath, The History of Mehmed the Conqueror, yay. H. İnalcık ve R. Murphey, Minneapolis ve Chichago: Bibliotheca Islamica 1978, 55-61.

(2)- Osmanlı hukuku üzerinde bkz. H. Inalcık, "Osmanlı Hukukuna Giriş:' Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIII-2, 1 958, 102-126; Fatih Sultan Mehmed"in reayaya ait kanunnamesinin analizi: H. İnalcık, "Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu:' Bel/eten XXIII, 1959, 575-608; Süleyman Kanunnamesi için bkz. H. Hadzibegic, "Kanun-nama sultana Sulejmana Zakonodavca:' Glasnik Zemaljskog Muzeja Sarajevu, IV-V, 1950, 295-382; Ö. L. Barkan, xv. Ve XVI. Asırlarda Osmanlı Imparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, I, Kanunlar, 1943, I-LXXII; Sü­leyman Kanunnamesi'nin ideal sayılması hakkında 1956 tarihli adaletnameye bkz. H. İnalcık,"Adfıletnameler:' Belgeler, II (1965), 405; H. İnalcık, "Kanun," EI', IV, "Kanunname:' EI', IV:Süleyman'a atfedilen kanunname metni tamamıyla Bayezid dönemine aittir, bkz. N. Beldiceanu,Code de lois Coutumieres de Mehmed II, Wiesbaden 1967, tarihlerne yanlıştır; Süleyman'a atfedilen bu kanunnamenin yapılan bütün yayınları yanlışlarla doludur, birçok yazmanın karşılaştırılmasiyle metnin aslının çıkarılması işini tamamlamış bulunuyoruz, yorumlarla yayımlayacağız,kanunnamelerin hukuki bir analizi için şimdi bkz. A.Akgündüz, op.cit. 41 -301; yazar Süleyman'a atfedilen genel kanunnameyi, en eski fakat noksan ve hatalı Koyunoğlu nüshasından almıştır.,bkz. Cilt ıı, 39- 1 14; bu kanunnamenin Viyanaöa Staatsbibliotheköe tuğra ile tasdik edilmiş bir nüshası vardır.

(3)- Bkz. H. İnakık, "ıs. asır Türkiye Iktisadi ve İçtimai Tarihi Kaynakları:' IFM, XI (1953-1954),51-75

(4)- Doğu Avrupa ve bu arada Osmanlıların geri kalmışlığı üzerinde son olarak bkz. The Origins of Backwardness in Eastern Europe, Economics and Politics from the Middle Ages until the Early Twentieth Century, yay. D. Chirot, Berkeley: University ofCalifornia Press 1989; bu cil! içinde Osmanlılara ait bir bölüm V: E Adanır, "Tradition and Rural Change in Southeastern Europe During Ottoman Rule:' i 3 i . i

(5)-: Türkiye'nin geri kalmışlığı sorunu, IL Dünya Savaşı'ndan sonra Türk aydınlarını en çok düşündürmüş ve bir yığın yayına vücut vermiştir. Bu yayınların büyük bölümü Marxist teoriyi izlemiştir. Genel olarak bu teorinin tartışması için bkz. B. Chandra,"Karl Marx, His Theories of Asian Sodeties, and Colonial Role." Review, v- ı (1981 ), 13-91, A.M. Bailey ve J. R. L1obera, The Asia/ic Mode of Production: Science and Politics, London: Routledge ve Kagan Paul 1 981: Doğu Avrupa'da Osmanlı toplum yapısı başlangıçta Marx'ın feodal toplum teorisine göre yorumlanmıştır. Bu konuda en esaslı inceleme: V. P. Mutafcieva, Agrarian Relations in tha Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries, New York 1988. Sosyal yapıyı Marx'ın Asya Tipi Uretim Tarzı teorisi bakımından işleyenler, S. Divitçioğlu. Asya Tipi Uretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, İstanbul 1967: S. Yerasimos, "Le Mode de produclİon asialtique et la sodete Ottomane", unpublished thesis, translated into Turkish by B. Kuzucu. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, 3 Cilt (İstanbul: Gözlem, 1974); H. İslamoğlu ve ç. Keyder. "Agenda for Ottoman History'; Economy and Society, V-2 (i 976) 178-196; Asya Tipi Üretim Tarzı'nı Türk yazarları Divitçioğlu'ndan beri Osmanlı'ya özgü bazı farkları belirterek ılımlılaştırırlar; daha genel biçimde ele alanlar arasında bkz. M. A. Şevki, Osmanlı Toplumunun Sosyal Bilimle Açıklanması, İstanbul: ElifYay., 1968; M. Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, İstanbul: MAY, 1969, 1 86-378; B. Boratav, Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, Ankara: SBF. 1 980; R. Aktan, Türkiye Iktisadı,3rd edition, Ankara: SBF, 1978; ç. Keyder, Toplumsal Tarih Çalışmaları, Ankara: Dost, no. ı 98:Marx etkisiyle genel sosyolojik analiz için bkz., ıbrahim Yasa, Türkiye'nin Toplumsal Yapısı ve Temel Sorunları. 2. Baskı Ankara, 1 973; J. Hinderink ve M. B. Kıray, Social Stratification as an Obstade to Development, A Study of Four Turkish Villages, New York: Praeger, 1970: Osmanlı ekonomisinin durağan (stagnant) karakteri üzerinde tartışmalar da, tarihi verilere dayanacak yerde çoğu zaman olayları teoriye uydurma biçiminde gelişmiştir. Asya Üretim Tarzı teorisiyle i. Wallerstein'in kapitalist Dünya Ekonomisi ve onunla bütünleşme teorisini kaynaştıran ve tarihi veriler ışığında yeni bir yorum getirme çabası için bkz. The Ottoman Empire and the World Economy, yay. H. lslamoğlu-Inan, Cambridge, i 987, 1 -26; idem, "Les paysans, le marche et ('Etat en Anatolie au XVI e siede:' Annales, E.S.C., V (1988), 1025-1043; durağanlık için bizim tarihi verilere dayanan görüşümüx, toprak ve köylü üzerinde beUi fıskal-politik gereklerin doğurduğu çift-hane, kentte hirfet rejimidir (infra).

Üretim tarzına bağlanan toplum yapısı teorisinin Max Weber sosyolojisiyle değişik biçimde yorumu için bkz. K. Wittfogel, Oriental Despotism, A Comperative Study of Total Power, 5. baskı,New Haven ve Londra: Yale Univ. Press, 1964; Wittfogel, Osmanlı Imparatorluğu'nu önemli bir toplum tipi olarak alır, fakat sulamanın esas olduğu Mezopotamya, Mısır, Çin imparatorlukları yanında Osmanlı despotizmi için özel bir üretim tarzı bulamaz, bize göre büyük hidrolik devlet girişimi yerine Osmanlı örneğini belirleyen üretim tarzı, çift-hane sistemidir; bunun için geniş
bir biçimde bkz. H. lnalcık, The Middle East and the Balkans Under the Ottomans: Selected Papers on Economy and Society, Bloomington 1992; Osmanlı'nın toprağı ve köylü emeğini mutlak devlet kontrolü altında tutması, miri sistem, klasik dönemde Osmanlı rejiminin temeli ve ana karakteridir; çift-hane sistemi olarak nitelendirdiğimiz bu "üretim tarzı"nı belirleyen baskı veya koşul, İslam'ı gittikçe güçlenen bir haçlı Avrupası karşısında koruma, direnme ve karşı saldırıya geçip Hak sözü'nü dünyada egemen yapma çabası, yani gaza ideolojisidir. Osmanlılar toprağı ve köylü emeğini kontrol veya "despotizm"i bununla haklı göstermiş ve topluma kabul ettirmiştir.

13. yüzyılda iki yandan, Mogol ve haçlı baskısı altında yok olma karşısında kalan Islam alemi Mısır ve Suriye'yle Memlukların, Anadoluda Osmanlıların askeri rejimini bir Çıkış yolu olarak benimsemiştir. Bu, bir "meşrulaştırma" ideolojisi olup asıl temel sosyal ekonomik yapıyı, çift-hane sisteminde aramak gerekir. Bizim bu açık yorum tarzımız, son yayınlarda hayretle görüyoruz ki, ters ve noksan biçimde özetlenmekte ve bize ait olmayan düşünceler bize atfedilmektedir.

Mesela, bkz. C. Imber, "The Ottoman Dynastic Myth", Turcica, XV ( 1987) 7-27, bu yazıdaki esas düşünceler için bkz. H. Inalcık, "Padişah", IA, IX (1969) 491-495; 1964'te ÇıkmıŞ olan bu yazıda (s.492-493) Hanedanın hakimiyetini meşrulaştırmak amacıyla Osmanlıların çeşitli rakip Müslüman hükümdarlara karşı hükümdarlık haklannı ve hakimiyet kaynağını Orta Asya hanlık geleneğine, Selçuk sultanlarının varisliğine veya doğrudan Tanrı tarafından verilmiş olduğuna bağladıklarını belirtmiştik.

Bir grup sosyolog, Osmanlı ımparatorluğu'nun politik sosyoloji bakımından yapısını, merkeziyetçi-bürokratik imparatorluk çerçevesinde inceler. Osmanlı örneğine önemli bir yer ayıran böyle bir teori için bkz. S. N. Eisenstadt, The Political Systems of Empires, New York: The Free Press, i 969, Index: Ottoman Empire
Devamını Oku »

Oryantalizm ve dinde reform meselesi

 



Oryantalizm bir yönüyle Batı’nın İslam’a yönelik entellektüel bir haçlı savaşıdır. Dinde reform projeleri de tümüyle olmasa bile çok büyük ölçüde oryantalistlerin görüş ve düşüncelerine dayanır. Hem oryantalizm hem de dinde reform projeleri modernlikten (ve pek az olmakla birlikte postmoderlikten) olağanüstü bir biçimde etkilenmiştir. Çağdaş oryantalistler ve reformist ilahiyatçılar İslam’ı protestanlaştırma bağlamında buluşmakta daha doğrusu ortak olarak çalışmaktadırlar.

İslam’ı protestanlaştırma süreci özellikle “İslam’ın en yetkin ve en son din olduğu inancını” buharlaştırmayı amaçlar. Bunun bilimsel kılıfı “Dini Çoğulculuk ve Dini Görecelilik” kavramlarıdır. Bu kavramlara göre her din birbirine eşittir ve hepsi insanı Allah’a götürür. Bu durumda dünyevi üstünlüğe sahip olan dinin avantajlı olacağı söylenebilir. Bu nedenle biz dinde reform projelerinin de oryantalizmle eklemli olduğunu savunuyoruz.

Sonuçta söylememiz gerekenleri başlangıçta söyledik. İsterseniz şimdi başta söylememiz gerekenlere geçelim.


Entellektüel Haçlılar:

Oryantalizmi, içinde doğduğu kültür ve uygarlıktan soyutlayarak kendi başına bir şeymiş gibi ele almak analiz açısından kolaylık sağlarsa da tipik bir indirgemeci tutum olur. Bu da gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir sonuç kazandırmaz bize.(1) Oryantalizmi içinde doğduğu modern bilimle modern bilimi de modernlik ve modernizmle birlikte ele almak gereklidir.(2)

Şimdilerde de artık postmodernlik ve postmodernizmi de hesaba katmak gerek.(3)

Modernizm, Rönesans ve Reformasyon sürecinin bir ürünü ya da daha somut olarak XVIII. yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin bir projesidir.(4)

Kurucu isimlerden Kant (ö. 1804) Aydınlanmayı şöyle tanımlar:

“Aydınlanma insanın kendine dayattığı toyluktan çıkışıdır. Toyluk kendi aklını başkasının yönlendirmesi olmaksızın kullanmaya yeteneksizliktir. Kendi öz aklını kullanma yürekliliğini göster! Bu öyleyse Aydınlanmanın bilgisidir.”

Ezcümle Aydınlanma’nın en ılımlı sonucu vahyin insana değil, insanın vahye yön vermeye kalkışmasıdır. Aydınlanmanın egemen kanadı için tanrı inancı değilse bile Din, tarihsel bir fenomen olmanın ötesinde ilahi bir anlamı yoktur.

Modernlik, Descartes’la birlikte insanı, gezegenin yegane efendisi, F. Bacon’la birlikte bilgiyi bir güç ve tahakküm aracı olarak tanımladı. (5) Modern bilimin de nihai amacı “kontrol” başka deyişle “tahakküm”dür.

Oryantalizm, böyle bir organizmanın ürünü olduğu için onu da bir tür “Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliği” olarak tanımlamak mümkün. Başka deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur. Ya da S. Seyyid’in ifadesiyle “Batılı olmayan dünyanın evcilleştirildiği iktidar/bilgideki faaliyeti”dir.(6)

Bir oryantalistin itiraf ettiği üzere: “Oryantalistlere güven duyulmamasının sebeplerinden biri ‘ne yaptıkları’dır. Bunlar genelde dindar olmayan akademisyenlerdir. Milletleri araştırır, ne olduğunu, nasıl konuştuğunu, tarihini, dilini ve dinini, her şeyini öğrenir ve size anlatırlar. İnsanlara bu milletlerle ilgili konularda nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. O zaman bu, bir çeşit siyasi kontrol aracı olabilmektedir. Çünkü eğer siz bir toplumu bu kadar tanıyorsanız, bu bilginizi onları kontrol etmek ve onlardan bir şeyler kazanmak için kullanabilirsiniz. Bu tür şeyler oldu. Bu bir gerçektir.”(7)


Bir Oryantalizm Dayatması Olarak Sekülarizm:

Oryantalizmin gözlüğü modernizm olduğu ve modernizmin de hakim karakteri “sekülarizm/bu–dünyacılık” olduğu için İslam’ı “Vahy’e dayalı din” olarak değil de “tarihsel ve toplumsal bir fenomen” olarak görür. Gerçi pek çok oryantalist İslam’ın olağanüstülüğünü vurgularsa da yine de salt beşerî bir fenomen olarak tanımlamaktan vazgeçmez.(8)

İslam geleneği, vahiy eksenli başka deyişle Allah merkezli bir uygarlık olarak tanımlanmaktadır.(9) Buna karşılık modernliğin temel karakteri “antropomorfik: hümanistik” oluşudur.(10) Başkaca deyişle modernliğin karakteristik özelliği seküler oluşudur.(11) Aralarındaki radikal farklılıklara rağmen postmodernlik de modernlik gibi antropomorfik: hümanistik ve seküler bir karakter taşır.

Bu önermelere göre İslam geleneği ile modernliğin ve postmodernliğin karşıt kutuplarda yer aldığını söyleyebiliriz.(12) Ancak modernlik ve postmodernlik aşkın olanı dışladığı için Hıristiyanlık da kendini son din olarak tanımladığı için İslam’ı tarihsel ve kültürel bir fenomen olarak tanımlarlar oryantalizm.
Oryantalizmin yaslandığı bilgi anlayışının modern bilim olduğuna işaret etmiştik. Modern bilimin karakteristik özelliği pozitivist oluşudur.

Pozitivizm, sekülarizmi vurgulamanın yanı sıra modern bilimin genel geçer, evrensel ve nesnel tek bilgi türü olduğunu da ileri sürer. Başka deyişle oryantalizm, bir anlamda bilgi ve bilim faşizmine yaslanır. Bu nedenle oryantalizmi Edward Said’in “Batı’nın Doğu üzerindeki bir egemenlik aracı”(13) olarak, Cemil Meriç’in “sömürgeciliğin keşif kolu”(14) olarak görmesi isabetlidir.(15)

Bilimsel oryantalizm denen dönemin Sylvestre de Sacy’nin 1795’te Paris’te Ezoles Bes Languages Oriantales’i kurması ile başladığı kabul edilir. Bu arada kendisi de ünlü filozof ve oryantalist Ernest Renan ile arkadaşlığı olan Şinasi’nin “medeniyetin resûlü” (!?) diye övdüğü Tanzimatın Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa ile Sacy’nin dost olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. (16)

Oryantalizmin disiplin olarak belirdiği zamanlarda emperyalizmin de boy göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu da oryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağladığını gösterir. Bunun çarpıcı örneklerinden birisi de Napolyon’un Mısır’ı işgal sırasında pek çok bilim adamının da yanında götürüp Mısır hakkında 23 ciltlik kitap yazdırmasıdır. (17)

Sonuç olarak oryantalizmin bir toplum ve kültür mühendisliği olduğu söylenebilir. Başka deyişle oryantalistler, Müslüman halkları Batı uygarlığının çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu.

Burada şunu da belirtelim: Bazı oryantalistlerin iyi niyetli olsa bile onların emperyalizmin keşif kolu olarak kullanılmasına engel ol(a)maz. Örneğin ünlü oryantalist Louis Massignon, Fransız Dışişleri Bakanlığında çalışmış, sonra da Fas’taki Fransız yönetiminde görev almıştır. (18)

Emperyalizmin bir başka keşif kolu da “Antropoloji” özellikle “Sosyal/Kültürel Antropoloji” olduğu unutulmamalı. Herhangi bir standart Antropoloji kitabında örneğin Bozkurt Güvenç’in “İnsan ve Kültür” çalışmasında bu durum açıkça dile getirilir.

İkinci derecede olmakla birlikte “sosyoloji”nin de böyle bir işlevi söz konusudur. Doğu halklarının yeniden yapılandırılması bir anlamda “toplumsal mühendisliğin” dayanağı olan sosyolojiye ihtiyaç duyurmaktadır. Bu bağlamda pozitivist sosyolojinin kurucusu sayabileceğimiz, en azından sosyolojinin isim babası olan August Comte’un Tanzimatçılarımızın önderi Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı bir mektupla İslam’ın yerine geçmek üzere “Pozitif Politika Sistemi” adı altında önerdiği “insanlık dini projesi” anılmaya değer. (19)

O. V. Grunebaum İslam’ın incelemesinde antropolojik ve sosyolojik araştırmaların önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda bir sosyolog oryantalist olarak Max Weber de anılmaya değer. (20)

Oryantalizm ve toplumsal antropoloji, farklılıkları vurgulayarak ve abartarak Müslüman halklar arasına fitne tohumları ekmektedir. Bizden bir örnekle yetineceğiz, Türkiye de Alevilik ile ilgili yabancı çalışmalar yerli çalışmalarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Son zamanlarda Aleviliği daha çok bir “azınlık” olarak görme eğiliminin bir ürünü olarak yapılan çalışmalar da vardır. (21) Bu tür çalışmalar farklılıkları olağanüstü derecede abartmaktadır. Bu çalışmalarda Aleviliğin Hıristiyan etkisiyle oluştuğu iddiası da yer almaktadır. Başka deyişle Alevilik güya, içi Hıristiyanlık, dışı Müslümanlık olan eklektik bir inanıştır.

Oryantalizm ve dinde reform meselesi

Öncü İşbirlikçiler

Tanzimatla belirginleşen Batılılaşma sürecinde, modernizmi sandığımızdan çok daha fazlasiyle içselleştirdik. Modernizm sadece zihinlerimizde değil elbette, çevremiz de önemli ölçüde modernizm tarafından biçimlendirilmiş durumda. Hem çevresi hem de zihni modernlikle biçimlenen aydınların (adlarının da ilhamlarının da Aydınlanma Felsefesi’nden geldiğini de hatırlayalım) İslam’ın oryantalist yorumunu akıllarına daha uygun görmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle modernist/reformist ilahiyatçılar, oryantalistlerle/düşmanla işbirliği yaparak kendi tarihine ve geleneğine savaş açar.(22)

Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden itibaren özellikle Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh ile Hindistan’da Seyyid Ahmed Han örneklerinde olduğu gibi İslam’ın tarih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle Âlemlere Rahmet Hazret–i Muhammed (sav)’in sünneti tartışma konusu edilmeye başlandı. Efgani, Abduh ve Ahmed Han’ın projeleri “İslam ile Modern Uygarlık arasında nasıl bir sentez yapabiliriz?” sorusunu eksen alıyordu. Daha açıkçası Efgani, Abduh ve Ahmed Han modernizmi neredeyse tartışmasız bir veri olarak alıyorlar, İslam’ı modernizme uygun olarak nasıl yorumlayacaklarının hesabını yapıyorlardı.(23) Modernizm’i eksen aldığı için bu akıma “İslam Modernizmi” ya da “Modern İslam” deniyorsa da biz “Modernist ve reformist ilahiyat çizgisi” adını daha uygun görüyoruz.

Modernist ve reformist ilahiyatçılar, yorum alanlarını genişletmek amacıyla öncelikle sünnetin dindeki işlevini ve bağlayıcılığını tartışmalar başladılar. Güya usûl–u hadis, usûl–u fıkıh ve usûl–u tefsirde sünnetin rivayet, metin ve yorum açısından kritiği yapılmamış gibi. Ancak mütevatir hadislerin dışında kalan sünneti göz ardı eden bu ilk kuşağı şimdi “Kur’an” hakkında benzer tartışmalara kalkışan yeni kuşak modernist ve reformist ilahiyatçılar almış durumda. Daha açıkçası modernist ve reformist ilahiyatçılar artık açıkça Kur’an’ın bağlayıcılığını tartışmaktalar. Hatta bazıları bir vahiy olarak Hazret–i Kur’an’ın sıhhatı hakkında bile çeşitli kuşkular ileri sürmekte.

İlginçtir, “Din”de taklidi hararetle eleştiren modernist ve reformist ilahiyatçılar oryantalistlere öykünüyorlar. Modernist ve reformist ilahiyatçıların savunduğu temel görüşlerin daha önceden oryantalistler tarafından savunulmuş olması bu öykünmenin yeterli bir kanıtı olsa gerek.(24)


Tarihsellik ve Hermenötik

Oryantalistlerin çoğunun İslam’ı incelerken izledikleri yaklaşım “tarihsellik” yöntem ise “hermenötik”tir. Modernist ve reformist ilahiyat çizgisinin popüler önderi Fazlu’r–Rahman da “İslam” isimli yapıtında Hazret–i Kur’an’ı incelerken yaklaşım olarak “tarihselliğin” yöntem olarak ise “hermenötiğin” izlenmesinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğunu vurgular. Ve üstadı oryantalistlerin izini sürerek Hazret–i Kur’an’ı salt bir tarihsel bir metin olarak ele almaya ve “Betti”nin hermönetiğini Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışır.(25)

Tarihî ve edebî tenkit ile ilgili disiplinler XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin ürünüdür. T. Nöldeke’nin 1860’da yayınladığı “Kur’an Tarihi” buna dayalıdır. Nöldeke’nin çalışması Batı’da Kur’an konusunda en itibarlı eser olarak kabul edilmiştir. Goldziher, hermenötiği Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışan öncü oryantalislerdendir.(26)

Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde de Fazlu’r–Rahman aynı şeyi önermektedir.
Aslında oryantalistlerin ve Fazlu’r–Rahman gibi modernist ilahiyatçılarımızın yaptığı, XVIII ve XIX. yüzyılda tahrifata uğramış Kitab–ı Mukaddes’e uygulanan tenkid yöntemini Kur’an’a uygulamaya kalkmaktır.
İlginçtir buradan hareket eden Fazlu’r–Rahman, Salman Rüşdi ve Dinler arası diyaloğun mimalarından Watt gibi(27) “şeytan ayetleri iftirasını” savunmaktadır.

Watt, “Muhammed Mekke”de adlı eserinde de bu hezeyanı genişçe işler. Watt’ı böyle düşünmesine şaşmamak gerek. Watt’ın bu görüşünün arkaplanında bize göre iki temel nedenden söz edebilir: ilki Watt’ın bir oryantalist olarak İslam’a olan garazı. İkincisi ise genel olarak Hıristiyanlıktaki özel olarak protestanlıktaki peygamberlik ve vahiy anlayışını İslam’a giydirmeye çalışması.(28)

Fazlu’r–Rahman ve Şeytan Ayetleri İftirası

Fazlu’r–Rahman’a dönersek, tevatür derecesindeki rivayetleri bile bir kalemde çizebilen bir ilahiyatçının vahiy hakkında, mevzu (uydurma) ve zayıf rivayetlere sarılması da dikkat çekicidir. Bu konuda şöyle yazar reformist ilahiyatçımız Fazlu’r–Rahman:

“Necm sûresinde Mekke müşriklerinin tanrıçalarına taviz kabilinden ifadelerin kullandığının ve sonradan neshedildiğinin ileri sürüldüğü ayetler ve bunlara ilaveten Kur’an’da bulunan diğer deliller bu olgunun açık bir ispatıdır.” (29)

Ne ilginçtir, otuzdan fazla ilahiyatçı ve araştırmacının katılımı ile yapılan “İslam ve Modernizm Fazlu’r–Rahman Tecrübesi” konulu uluslararası sempozyumda hiç kimse Fazlu’r–Rahman’ın Salman Rüşdivârî bu görüşünü ne savundu ne de eleştirdi.
(Şeytan ayetleri iftirası, Garanik hadisesi olarak da bilinir. Bu konuda yetkin bir eleştiri için bkz., Akseki, Ahmed Hamdi, Garanik Efsanesi, sad., Ertuğrul Özalp, İst.–ts, Birun yay.(30)

Fazlu’r–Rahman’ın böyle düşünmesi bizim için şaşırtıcı değil. Çünkü Fazlu’r–Rahman, vahyi büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal bir fenomen olarak görür. Ve bunun sonucu olarak da vahyin anlaşılmasını ve yorumlanmasını “salt bilişsel (cognitive) bir süreç” olarak görür. Bunun anlamı şudur: “Hazret–i Kur’an’ı anlamak için illa da iman etmiş olmak gerekmez.” Hazret–i Kur’an’ı anlamak için imanı ve kalbî kavrayışı ön–koşul olarak gören geleneksel görüşü izleyen Prof. Dr. Aref Ali Nayed ise bu bağlamda Fazlu’r–Rahman’ı sorgulamaktadır. Nayed, haklı olarak bu eleştilerinin reformist ilahiyatçılardan Muhammed Arkoun ile Hasan Hanefi için de geçerli olduğunu belirtmektedir, çünkü onlar da Fazlu’r–Rahman gibi ‘cognitivist’tir. (31)

Fazlu’r–Rahman’ın kendi ifadelerine dönersek, şöyle buyuruyor hazret: “Bu durumda görüyoruz ki, Kur’an’ın inişi ve İslam toplumunun oluşumu, tarihi bir ortamda ve sosyo–kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir. Kur’an bu duruma bir cevaptır; ve çoğunlukla somut tarihi olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlaki, dini ve toplumsal hükümleri / buyrukları içermektedir.” (32)

Fazlu’r–Rahman, sebeb–i nüzul’ü nedenselci (deterministik) bir açıdan yorumladığı için vahyin teleolojik (amaçsal) boyutunu görememektedir.Fazlu’r–Rahman’ın vahiy anlayışı da her nedense ünlü oryantalist ve protestan ilahiyatçı W. Montgomery Watt’ın yorumu ile olağanüstü ölçüde örtüşmektedir.(33)

Fazlu’r–Rahman’ın Cebrail diye bir meleğin varlığını te’vil (aşırı yorum) yoluyla bir biçimde inkara yönelmesi(34) de hem Yahudi–Hıristiyan vahiy ve nübüvvet inanışına hem de Watt gibi oryantalistlerin ünlü psikanalist C. G. Jung’dan esinle geliştirdiği vahiy yorumuna yakın durmak için olsa gerek. Bekleneceği üzere Jung, vahyi, “kollektif bilinç–altı” kavramı aracılığı ile psikolojistik bir yaklaşımla açıklamaya kalkışmaktadır. Yahudi–Hıristiyan inanışı ise vahyi, İslam’da olduğu üzere arı–duru ve katışıksız bir “ilahi mesaj” yerine “yarı ilahi yarı beşeri bir mesaj” olarak tanımlar.

Bir araştırmacının da belirttiği gibi, “temel yaklaşım olarak, Cebrail’in varlığının harici ve objektif bir melek olmaktan çıkarılması, vahy dolaşımında bir problem yaratmakla kalmıyor, vahyin ontolojik kökeni, mahiyeti ve işlevsel durumuyla ilgili de problemler yaratıyor.”(35) Yine Sn Bulaç’ın belirttiği üzere, Fazlu’r–Rahman’ın vahy telakkisi Kur’an’ın çift–tabiat ürünü olduğu fikrine götürür bizi. Sanki neredeyse Kur’an, Allah ve Hazret–i Peygamber tarafından müştereken vücuda getirilmiş bir metindir. Çifte–tabiat ise, Hıristiyan teolojisinde tanımlandığı ve tartışmaya konu olduğu şekliyle İsa’nın çifte–tabiatını çağrıştırmaktadır.”

Ali Bulaç bundan sonra vahy telakkisi bağlamında Fazlu’r–Rahman üzerinde Hıristiyan inancının etkili olup olmadığını sorar, ama açık seçik bir cevap vermez. (36) Bizce, Fazlu’r–Rahman’ın “şeytan ayetleri iftirası”nı kabul ettiğini de hesaba kattığımızda buna rahatlıkla “evet” cevabını verebiliriz. Daha açıkçası, Hıristiyan vahiy ve peygamber inanışını İslam’a giydirmeye kalkmaktadır Fazlu’r–Rahman.

Bunun bir yansıması olarak(37) da Fazlu’r–Rahman, içimizden bir oryantalist olarak Vahyi, tarihselci bir perspektiften yorumlamaya yeltenmektedir.(38)


Bir oryantalist devşirmesi olarak Fazlu’r–Rahman

Ziyaüddin Serdar, Fazlu’r–Rahman’ın oryantalist kaynaklarını şöyle belirlemekte: “Fazlu’r–Rahman’ın “İslam’ı” ise (Weidenfeld and Nicolson, London, 1966) İslam’ı oryantalistlerin tarzında yeniden kurmaya yönelik modernist bir teşebbüstür. Böylece onun, sünnet kritiği Joseph Schact’a dayandı, İslam tarihi analizi H. A. R. Gibb’inkinin esasına dayalı olarak hazırlandı ve seçtiği konuya olan tüm yaklaşımları ise, öğretmeni ve ruhsal öğütçüsü W. C. Smith’in düşünceleri ile köklendi.”(39)


Ve sonuç olarak şunu söylüyor Serdar,

“Bizim Fazlu’r–Rahman ve diğer öğrenci–oryantalistlerin çalışmalarını ciddiye almamız için esaslı bir neden yoktur. Onlar, daha çok kendi gruplarının diğer üyeleri ve oryantalistler için yazılmışlardır. Gerek oryantalistler gerekse öğrenci Müslümanlar oksidental medeniyetin ve onun ruhsal hamisi Hıristiyanlığın üstünlüğünü göstermeye uğraşıyorlar.” (40)

Sadece Fazlu’r–Rahman mı? Keşke!

Ali Rıza Bayzan

2003

Dipnotlar ve Kaynakça

1) Duverger, Maurice, Metodoloji Açısından Toplumsal Bilimlere Giriş, çev., Ü Oksay, 4. Bası, İst.–1990, s. 369, 371, 375 vd.

2) Meta–bilimlere göre (bilgi ve bilim sosyolojisi, bilim antropolojisi, bilinç psikolojisi, bilim felsefesi) bilgi ve bilim, üretildiği toplumsal ve kültürel ortamın özelliklerini yansıtır. Arslan, Hüsamettin, Epistemik Cemaat, İst.–1990; Barnes, Barry, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, çev., H. Arslan, Ank.–1990.

3) Postmodernizmin aydınlarımızın üzerindeki etkisi bir kaç kitap birkaç makale dışında araştırılmamıştır. Ancak bu çalışmalar da hem modernizm hem de postmodernizm ile maluldur. Bir örnek olarak bkz., İçerden sayılabilecek bir kritik, Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri–1997, Rey yay.; dışardan yapılan bir kritik, Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve İslam, İst.–1994, İletişim yay.,

4) Modernliğin genel bir değerlendirmesi için bkz.,Touranie, Alaine, Modernliğin Eleştirisi, çev. H. Tufan, İst.–1995, 2. Bası;. Garaudy, Roger, 20. Yüzyılın Biyografisi, çev. A. Ünal, 2. Bası, Ank.–1989; Giddens, Antony, Modernliğin Sonuçları, çev., E. Kuşdil, İst.–1998.

5) Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev., M. Armağan, 2. Bası, İnsan Yay., İst.–1992.

6) S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu, çev., E. Ceylan–N. Yılmaz, Ank.–2000, Vadi yay., s. 53.

7) Katolik Üniversitesi Sami ve Mısır Dilleri Bölüm Başkanı Prof. Sidney Griffith, 1.2.1998 tarihli Zaman gazetesi.

8 ) Albert Hourani, Batı Düşüncesinde İslam, çev., Celal. A. Kanat, İst.–1994, Sarmal yay.; Richard W. Southern, Ortaçağ Avrupasında İslam Algısı, çev., Ahmet Aydoğan, İst.–2000, Yöneliş Yay.

9) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125 ve oradaki referanslar. Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, çev., M. Kanık, İst.–1986. s. 99–118.

10) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125; Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, s. 99–118.

11) Bkz., Attas, S. Nakib, İslam, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi çev. M. E. Kılıç, 2.bası, İst.–1995,. s. 41–80; Berger, Peter, Dinin Toplumsal Gerçekliği, çev., A. Coşkun, İst.–1993, s. 159–186; Turner, Bryan, Max Weber ve İslam, Eleştirel Bir Yaklaşım, çev., Y. Aktay, Ank.–1991, s. 201–226.

12) Nasr, S. Hüseyin, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, çev., A. Ünal, İst.–1984.

13) Edward Said, Oryantalizm, çev. Selahaddin Ayaz, İst.–1991, Pınar yay.

14) Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İst.–1986, İnsan yay., s. 61

15) Oryantalizm hakkında ayrıca bkz., Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüz, II. Bölüm.

16) Bkz., Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, çev., M. Kıratlı, Ank.–1970, s. 106.

17) A. Hüseyin vd, s. 20.

18) A. Hüseyin vd, s. 20.

19) Mektup ve konu hakkında bilgi için bkz., Murteza Korlaelçi, Bazı Tanzimatçılarımızın Pozitivistlerle İlişkileri, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara: 31 Ekim–3 Kasım 1989, Ank.–1994, Türk Tarih Kurumu yay.; s. 25–43; ayrıca bkz., aynı yazar, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, İst.–1986, İnsan yay.

20) Bilgi için bkz. A. Hüseyin, s. 20 vd; Turner, s. 35.

21) Editör: T. Olsson, C. Raudvere, Elisabeth Özdalga, Alevi Kimliği, çev., H. Torun, B. K. Torun, İst.–1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.




22) İslam'daki ihya ıslah ve reform hareketleri hakkında kendisi de reformist bir ilahiyatçı olan Fazlu'r?Rahman'ın verdiği bilgiler için bkz., "İslam'da İhya ve Islah Hareketleri" Ed., P. M. Holt vd, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV/177?202.

23) Reformist ilahiyatçıların görüşleri hakkında kendilerinden seçme metinler içeren şu çalışma iyi bir fikir verebilir: John Esposito?John Donohue (Editörler), Değişim Sürecinde İslam, çev., A. Y. Aydoğan?A. Ünlü, İst.?1991, İnsan yay. Ayrıca, John I. Esposito (Editör), Güçlenen İslam'ın Yankıları, çev., E. Çatalbaş, İst.?1989, Yöneliş yay.

24) Oryantalizm ile reformist ilahiyat çizgisi arasındaki ilişki konusunda bkz., İbrahim Berk, Sömürgeciliğin Üçlü Sacayağı: Misyonerlik, Oryantalizm, Reformizm, İcmal Dergisi, Aralık 1998, s. 74?85.

25) Bkz., Adil Çiftçi, Fazlu'r?Rahman ile İslam'ı Yeniden Düşünmek, Ank.?2000, Kitabiyat yay.; Burhanettin Tatar, Fazlu'r?Rahman'ın Yorum Yöntemi, Tezkire, Üç Aylık Derleme, Yaz?Güz 1998, sayı: 14?15, s. 180?188. Hıristiyan ilahiyatında hermenötiğin kullanımı hakkında bkz., Prof. Dr. Christian Wilhelm Troll, Modernlik ve Hıristiyan İlahiyatı, aynı dergi, aynı sayı, s. 189?197. Bu yazının aslı Troll tarafından Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesinde konferans olarak verilmiş, Dr. Osman Daştan tarafından Türkçeleştirilmiştir.

26) Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekoleri, çev., Mustafa İslamoğlu, İst.?1997, Denge yay., M. İslamoğlu'nun önsözü, s. 9.

27) Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 40; aynı yazar, "Hazret?i Muhammed" İslam Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, Ed., P. M. Hol, A. K. S. Lombton, B. Lewis, çev., Kurul, İst.?1988, Hikmet yay., I/51 vd. (Çeviren ve yayınlayanların bu iftiraya karşı bir not düşme zahmetine katlanmamış olmaları gerçekten esef vericidir.)

28) Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı için bkz., Dr. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İst.?1996, MÜİFV yay., s. 129?131, Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 2. Bası, s. 164. Hıristiyanlıktaki peygamberlik anlayışı için bkz., Kuzgun, Dört İncil, s. 139?147.

29) Fazlu'r?Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev., A. Açıkgenç?H. Kırbaşoğlu, Ankara Okulu yay., s. 80. Çevirenler Fazlu'r?Rahman'ın bu kanaatini yanlış bulduklarını ve buna dair bir dipnot düştüklerine de işaret etmeliyiz.

30) Ayrıca bkz., Doç. Dr. Sabri Hizmetli, 'Garanik Meselesi Üzerine', İslamî Araştırmalar Dergisi, cilt: 3, sayı: 2, Nisan 1989, s. 40?58; Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Şeytan Rivayetleri, İst.?1989, İşaret yay.

31) Papalık Arap ve İslam Araştırmaları Enstütüsü'nden Prof. Dr. Aref Ali Nayed, İslam Modernizmi ve Hemenötik: Fazlu'r?Rahman Örneği, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 261?266.

32) Aynı eser, s. 63.

33) Watt'ın yorumu için bkz. Prof. W. M. Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çev., Doç. Dr. Mehmet S. Aydın, Ank 1982, Hülbe yay., Özellikle 9. Bölüm: Vahiy Hakkında "Modern" Bir Açıklama" başlığı. Fazlu'r?Rahman'ın vahiy görüşününün Watt'ın ki arasındaki benzerlikler için bkz., Ali Kuzudişli, "Fazlu'r?Rahman'ın Vahiyle İlgili Görüşleri ve Bu Görüşlerin Tenkidi", İslami Araştırmalar, cilt: 11, sayı: 1?2, yıl: 1998, TEKDAV yay. s. 139?148

34) Bkz., Fazlu'r?Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev., A. Açıkgenç, Ank.?1987, s. 192, 194 vd; Ali Kuzudişli, aynı makale.

35) Ali Bulaç, İslami Vahyin Tarihe Taşınması, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 322. Bu problemler hakkında bkz, aynı makale, s. 322?327.

36) Aynı yer, s. 327.

37) Ali Bulaç da Fazlu'r?Rahman'ın tarihselciliğini vahiy konusundaki (Hıristiyani) inanışına bağlar. Aynı yer, s. 327?330.

38) Tarihselci yaklaşım ve hermenötik yöntem hakkında geniş bilgi için bkz., Özlem, Doğan, Metinlerle Hermeneutik/Yorum bilgisi Dersleri, İst?1996; Hekman, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev., H. Arslan?B. Balkız, İst 1999, Paradigma yay.; Wilhelm Diltey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev., Doğan Özlem, İst.?1999, Paradigma yay., Göka, Erol?Topçuoğlu, Abdullah?Aktay, Yasin, Önce Söz Vardı/Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ank.?1996; Freund, Julien, Beşeri Bilim Teorileri, çev., B. Yediyıldız, 2. Baskı, Ank ?1996. Özellikle 3. ve 5. Bölümler. Türk Tarih Kurumu Yay.; Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum, çev. K. Atakay, İst. ?1997, 2. Baskı, Can yay.; Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İst.?1998, Alfa yay.

39) Ziyaüddin Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, İst. 1996, s. 290 vd., dipnot 5.

40) Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, s. 290 vd., dipnot 5..




Devamını Oku »

Miraç gecesinin sabahında...

Bismillahirrahmanirrahim

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikak-ı kamer mucizesini göstermiş; öyle de, semâvat ahalisine Miraç mucize-i ekberini göstermiştir. İşte, Miraç denilen şu mucize-i âzamı, Otuz Birinci Söz olan Miraç Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrâyı, ne kadar nuranî ve âli ve doğru olduğunu kati bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytü'l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü'l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:




Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü'l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü'l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." -1- İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü'l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.

İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine -2-diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla,

-3-de.

Bediüzzaman Said Nursî
(Mektubat - On Dokuzuncu Mektup)


1- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.
2- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285)
3- İman ve islam nimetinden dolayı Allah'a hamd olsun.
Devamını Oku »