Atatürkçü'nün Şikayetnamesi !

Atatürkçü'nün Şikayetnamesi !(Yazar;Ali Osman Eğilmez) Geçenlerde posta kutuma bir zarf geldi. Zarfı açınca« başka yazarlara da gönderildiği anlaşılan adını vermeyen "Ataturkçünün şika yetnamesi ile karşılaştım. İşte şikayetname metni:

Kemal Tahir« Atatürk devrinde mahkûm edilmiş bir romancı-yazardır, buna rağmen sonradan ders kitapla* rina kadar sokulmuş ve böylece yüceltilmiş bir kimsedir. En Atatürkçü yayınevimiz hâlâ bu adamın kitaplarını yayınlamaya devam ediyor. Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarına ondan örnekler alıyor. Gençlerimize, masum çocuklarımıza öneriyor« tanıtıyor ve örnek gösteriyor. Bu yazar Atatürk Türkiyesinde onun kurumlarında ün kazanıyor.

Peki bu adam« böyle bir ilgiye layık mı? Bunu hiç kimse araştırmıyor« araştırıyorsa da susuyor.

Biz Atatürkçü olduğunu iddia eden« kurum ve kuruluşlarla medya mensuplarına uyan görevimizi yapmak istiyoruz.

Bu yazarın Bağlam Yayınları arasında çıkan Notlar/ÇOKUNTU adlı kitabından fotokopi edilmiş metinleri size gönderiyorum- Sizin sağduyunuza onun Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı fikirlerini havale ediyorum. Bu adamın ismi, eserlerinden alınmış parçalar ders kitaplarından ivedilikle çıkarılmalıdır. Hatta adını verdiğimiz cumhuriyet ve Atatürk düşmanı kitap yasaklanmalı ve mevcut sayılan toplanmalıdır.

Öyle yağma yok? Hem Atatürk 'İngiliz çıkarlarına hizmet etti, hatta neredeyse "İngiliz ajanıydı" de, hem de onun kurumlarında baştacı edil. Onun ülkesinde kitapları şakır şakır yayınlansın....

Ekte sunduğum fotokopilerde yer alan bazı incileri aktarmak istiyorum: 91. Sayfada İngilizlerin Vahdetdin'e karşı Mustafa Kemal'i tuttuğu, Mustafa Kemal'in ise İngiliz çıkarlarına hizmet ettiğini öne sürüyor.

İngilizler kendileri Mustafa Kemal'i destekledikleri gibi, Fransızları öne sürerek kurtuluş hareketinin İstanbula karşı meşruluğunu kabul ettirmişler.

93.Sayfada İngilizlerin halifelikten yana olduğunun yalan olduğu iddia ediliyor. 119. sayfada devrimler için "şef ve takımının oyuncak reformları" deniliyor. Padişahın ve halifeliğin dış anlaşmalara uyularak kaldırıldığı 121. sayfada yer alıyor. M. Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşından sonra kadeh arkadaşları ile gündüzleri uyuyup geceleri yaşadığı alaylı bir dille iddia ediliyor.136.sayfada halkın Atatürk ilkelerini ciddiye almadığı, bu ilkelerin halka karşı olduğu, bu ilklerin arkasına saklanarak namussuz dolaplar çevrildiği yazılmaktadır. 176'da İngilizlerin Mustafa Kemal hareketini tuttuğu, geliştirdiği ve zafere ulaştırdığı savlanıyor. Mustafa Kemal'in İngiliz Entelicans servisine hizmet teklif ettiği, Anadolu'ya geçtikten sonra İngilizlerle halifeliği kaldırmak şartıyla anlaştığı 197'de söyleniyor.

Kemal Tahir, müstebit Abdülhamid'i de büyük devlet adamı sayıyor (sayfa 199). Kurtuluş Savaşı zaferinin bir 1 oyun olduğu, Yunan'a karşı kazanılmış küçük zafere karşılık büyük Osmanlı Devletinden vazgeçilmesinin sağlandığı görüşü, 261. sayfada öne sürülüyor. Emperyalistler ve bilhassa Ingilizler için hilafetin kaldırılmasının zorunluluk olduğu, bunun hıristiyan güçlerle yapılmasının, İslam dünyasında uyandıracağı tepkiden ötürü, uygun bulunmadığı, "işi içeriden kıvıracak adam arandığı" buna da "Mustafa Kemal ve arkadaşlarının talip olduğu" yazılıyor, (s. 263)

Misak-ı Milli'yi İngilizlerin hazırladığı, İngilizlerin biricik şartının laik bir devlet kurulması olduğu, 284. sayfada iddia ediliyor. 276. sayfada "Kemalistlik apaçık gericiliktir" deniliyor.

Kurtuluş Savaşında işgalci Fransızların, İtalyanların Mustafa Kemal'i desteklediği, İngilizlerin de Osmanlı mirasından ve halifelikten vazgeçmek şartıyla aynı şeyi yaptığı savunuluyor, (sayfa 283)

Kitapta daha neler neler var. Benden bu kadar özet yeter. Bu konuda sizin gereken duyarlığı göstereceğinizi bu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı sahte ünlü yazan gereken yere göndereceğinizi umuyorum. Saygılarımla.

Bir Atatürkçü Adımı -üzülerek- yazamıyorum. Çünkü Türkiye'de Atatürkçülük resmi ideoloji olmasına rağmen, en çok sıkıntıya uğrayanlar yine Atatürkçülerdir. Zaten adım önemli değil, büyük bir hatanın düzeltilmesi benim adımla veya başka bir adla olmuş fark etmez.

Mektubu aynen aktardık. Ekleyecek bir şeyimiz yok. Kemal Tahir gerçekten yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından birisi. Kendisi "İslama, hilafetçi, şeriata, kökdendinci" vb. yaftalarla görmezden gelinebilecek birisi değildir. Marksist eğilimli bir millici ve yurtseverdi. Sanatçı kişiliği araştırmacı ve düşünür kişiliği ile iç içe geçmiş bir yazardı. Onun araştırdığı konulan kült-tabu tanımadan enine boyuna araştırdığı, doğru gördüğü ne varsa açıkça ifade ettiği biliniyor. Mektup ekine konulan kitap fotokopisinde sayfa sayfa onun görüşleri yer alıyor. Lamı cimi yok.

Ali Osman Eğilmez,TC Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Kemalistlik,Apaçık Gericiliktir...

Kemalistlik,Apaçık Gericiliktir...Kemal Tahir bir çok Kemalist tezi reddediyor, çürütüyor. Kendine göre makul ve mantıklı delilleri var. Büyük Nutuk'un okunuşunun 70. Cumhuriyetin 75. yıldönümü kutlanırken Kemal Tahir'in şu iddialarına hangi resmi merci, hangi İnkılap Tarihi profesörü cevap verecek bakalım:

İngilizler Vahdetdin'e karşı Mustafa Kemal'i tuttu. Mustafa Kemal İngiliz çıkarlarına hizmet etti. İngilizlerin halifelikten yana olduğu yalandır.

Halifelik dış anlaşmalara uyularak kaldırıldı.

Atatürk ilkeleri halka karşı, bu ilkelerin arkasına saklanarak namussuz dolaplar çevrildi.

İngilizler Mustafa Kemal hareketini tuttu, geliştirdi ve zafere ulaştırdı. Mustafa Kemal İngiliz Entelicans servisine hizmet teklif etti, Anadoluya geçtikten sonra İngilizlerle halifeliği kaldırmak şartıyla anlaştı. Emperyalistler ve bilhassa İngilizler için hilafetin kaldırılması zorunluluktu, bunun hıristiyan güçlerle yapılması, İslam dünyasında tepki uyandıracağından uygun bulunmadı, "işi içeriden kıvıracak adam arandı" buna da "Mustafa Kemal ve arkadaşları talip oldu. Misak-ı Milli'yi İngilizler hazırladı, İngilizlerin biricik şartı laik bir devlet kurulması idi.

"Kemalistlik apaçık gericiliktir."

Kurtuluş Savaşında işgalci Fransızlar, İtalyanlar Mustafa Kemal'i destekledi, İngilizler de Osmanlı mirasından ve halifelikten vazgeçmek şartıyla aynı şeyi yaptı.

 

Ali Osman Eğilmez,TC Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Yalnız Bir İmandan Dahi Sayısız Belirtiler ve Alâmetler Zuhur Eder...

Yalnız Bir İmandan Dahi Sayısız Belirtiler ve Alâmetler Zuhur Eder...Yalnız bir imandan dahi sayısız belirtiler ve alâmetler zuhur eder. İş onu elde etmekte. Hatta Peygamber Efendimiz Hazretleri hadisle­rinden birinde şöyle buyururlar : Bir adam Cenâb-ı Ha k’a karşı kırk gün ihlâs üzere ibadette bulunsa o ihlâsın feyzi kalbini kaplar, kalbinde hikmet pınarlarının sulan da dilinden akar. Bu hadis-i şerifin yüksek mânası pek ge­niş, pek kapsamlıdır. Yüksek manasından az bir şey dü­şünmeyle çok şeyler çıkar. Vereceğim şu misâl de bu ha­dis-i şerifin telkininin eseridir.

Üzerinde bulunduğumuz şu yer küresi, Güneş etrafın­da bütün haraketleriyle toprak kütlesi haline geldiği, fa­kat üzerinde hayvanlar ve bitkilerden eser bile bulunma­dığı zamanlarda; mümkün olup da, bize göstererek sonsuz feza boşluğunda yuvarlanıp duran şu toprak yığınından, «Bir gün gelecek karşısında duran güneşin bereketli tesi­riyle binlerce hayvan, binlerce bitki ortaya çıkacak, şöyle olacak, böyle olacak» deseydiler; arzın bugünkü tekâmülü­nü bir levhaya resmederek, buna inanmak hususunu da bizim aklî muhakememize havale etseydiler; inanır mıy­dık; inanmaz mıydık? Şüphe yok ki inanmaz, bunların bi­rine bile ihtimal vermezdik. Hatta derdik ki: Şu toprak yığınıyla şu ışık saçan cisim arasında ne gibi bir münase­bet tasavvur olunabilir? Biri karanlık diğeri aydınlık olan iki yıldızın basit bir karşılaşmasından sayılan bu kadar şeyler nasıl meydana gelebiliyor?

İşte azizim, imanla kalbin hali de tıpkı güneşle arzın hali gibidir. Güneşin şu basit ışığının bir yönelişi, arz de­diğimiz şu toprak kütlesinde milyonlarca yaratığın mey­dana gelmesine nasıl sebep olduysa ilâh!i lütuftan doğan iman güneşinin nuru da - Güneşin tozluk sahada ilk ci­simleri meydana getirmesi gibi - kalbde bir çok iyi fiil­
lerin tohumlarını meydana getirir ki bunların hepsi dinî hükümlerin teferruatı demektir. Bunların ortaya çıktığı­na şuur vâkıf olmaz. Ancak o gizli iyiliklerin cümlesi, şüp­he yok ki, o ezelî nurun feyzinin akışı ve yayılışı neticesi­dir.

Demek ki asıl sabit olunca, dal - budak kendi kendine sabit oluyor.

-Nitekim bir yere bir çekirdek dikilir, ondan bir filiz çıkar, o filiz zamanla koca bir ağaç olur, etrafa dal - budak salar, meyve verir. İşte bunun gibi kalb bah­çesine dikilen iman çekirdeklerinden de koca bir İslâm ağacı çıkıp, güzel fiillerin meyvelerini verir. O koca ağaç ile ondan çıkan meyveler nasıl bir çekirdeğin içinde po­tansiyel halde  mevcut ise, dini hükümlerin dalı - budağı olan iyi hal ve hareketler, kalbe dikilen iman çekirdekleri­nin içinde öylece potansiyel halde (Kuvve halinde) mev­cuttur.

 

Ferid Kam - Dini-Felsefi Sohbetler
Devamını Oku »

Ahmet Kabaklı - Kültür Emperyalizm Adlı Kitabından Kısa Notlar

Ahmet Kabaklı – Kültür Emperyalizm Adlı Kitabından Kısa Notlar -
''Devlet şirket ve fert olarak yapılan sömürgeci giri­şimleri, nüfusça kendilerinin yüz katı insanları ve ken­di ülkelerinden bin kat büyük topraklan keyiflerince sömürme imkânı sağlamıştı. Öte yandan Rusya ve Çin, aynı sömürgeciliği, daha ilkel usûllerle bitişiklerinde bulunan topraklara yaymışlardır. Rusların, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan gibi peyklerinde millî ve de­mokratik olan her kıpırdanışı kanla bastırmaları, ora­larda sömürmekte olduğu servetleri elden çıkarma­mak içindir. Komünizm, barış, halkların kardeşliği, sosyalizm ülküsü gibi sözler şimdi bu emperyalizmin maskeleridir.


 


--------------------


Amerikalıya kızıyoruz. Ben de kızıyorum. Amma, Amerikalıyı sopayla bu memleketin dışına atmakla mesele hallolmaz. Olamaz!.. Amerikalının şarkısına karşı gelebiliyor musunuz? Sakallı, favorili, meşin ce­ketli maymuncukları önliyebiliyor musunuz? “Ben Av­rupa’dan bunu aldım.” diye övünen Amerikan sigara­sını kaçak alıp içen kimseyi kınayabiliyor musunuz?...


İşte emperyalizm, böyle önlenir arkadaşlar.Direnme, ancak kültürle olur. Direnme, bir milleti değerlerine bağlamakla mümkün olur. Ne ile karşı çı­kacağız diye düşündüğünüz zamanda:milletinin töresiyle karşı çıkacağım. Türk milletinin folkloruyla âdetleriyle velhâsıl Türk’ün şahsiyetiyle karşı çıkaca­ğım. ”diyebiliyor musun?


Arkadaşlarım, Türkiye’ye Noel’in gelişi, Kurban bayramının gelişinden daha çok belli olmaktadır. Nü­fusun %99’u müslüman bir diyarda nasıl olur da (hiç değilse belli çevrelerde, gazetelerde, radyolarda) No­el’in gelişi, Kurban Bayramı’ndan daha çok belli olur? Ama oluyor... Demek ki siz, kültür emperyalizmine yat­mışsınız. Sokaklarda bağırmakla olmaz. Birbirinizi kırmakla olmaz. Kültür emperyalizmine teslim olmuş­sunuz!.. Bugünden karar verelim: Kültür emperyaliz­mine karşı koyacağız...


--------------------


Osmanlı tarihine bakınız: Bir tek satılmış adam yoktur. Sultan Hamit devrine kadar, 19. asır ortalarına kadar bakınız, Türkiye’de satılmış adama rastlamıyor­sunuz. Bilâkis Türkiye’ye satılmış ve buna şeref say­mış kişiler vardır, sayısız: Baron Dö Tot’lar mı ararsı­nız, Humbaracı Ahmet Paşalar mı? En büyük Frenkler gelmişlerdir, Türkiye lehinde yazılar yazmışlardır. Piyer Lotiler, Klod Farer’ler dahil olmak üzere... Buna karşılık, bir 60-70 seneden beri hele, biz katmerli hain­ler yetiştiriyoruz. Bu ise kültürden öksüz adam yetiş­tirmemizden ileri gelmektedir. Kâh Alman propagan­dasına kaptırıyoruz, kâh İngiliz, kâh Rus propaganda­sına. Kaptırmamanın bir tek yolu, millî kültürümüze, millî şahsiyetimize taassupla bağlanmaktır.


--------------------


Batılı bir sosyolog, istiklâle yeni kavuşmuş Afrika­lı kabile aydınlarına bile şu tarzda öğüt veriyor:Sosyal kurumları taklid etmeyin. Kendi yerli kurumlarınızı geliştirerek modernleşmeye hangi nokta­ya kadar elverişli olduğunu deneyin. Hatta aşîret usu­lü hükümet, kalkınmak isteyen bir ülkeyi yönetebilir mi? diye soruyorsunuz. İnanınız, kendiniz için bunu kabul etmek, İngiliz, Amerikan veya Rus sistemi bir re­jimi ithal etmekten çok daha iyidir."


Modernleşmede sırf millî, millete yatkın ve oriji­nal olsun diye aşîret usulüne bile cevaz veren Batılı bilgin bizim, bundan 700 yıl önce bile "bir aşiretten çıkmış cihangirâne devletimizi hiçe sayarak, Batı'dan usuller, metodlar, kanunlar dilendiğimizi bilseydi; kendimizi inkâr ile bu hallere düşüp tekmil müesseselerimize düşman kesildiğimizi öğrenseydi kimbilir ne kadar şaşacaktı. 20. yüzyılda, kendi aydınlarının kök­süzlüğü, ilimsizliği, sabırsızlığı ve gayretsizliği yüzün­den orta çağların gerisine düşmüş olan bu "millet-i merhume"nin bahtına ağıt mı yazılsın?


--------------------


Tanzimattan beri, Türkiye’de bir alay düzen değiştirici, kurtarıcı, inkılâpçı türemiştir. Hiçbiri en ufak fikir çilesi çekmemiş, fakat Avrupa’­nın, kendi kaynaklarından, Hristiyanlıktan öz kapita­lizminden, iş ve ilim ahlâkından geliştirerek kurduğu “asrî hayata” ağzı açık hayran olmuşlardır. Ne idüğünü hiçbir zaman anlayamadıkları yaşayış ve teknikleri olduğu gibi aktarmak sevdasına düşmüşlerdir. Birkaç büyük şehrin, birkaç köşesinde Avrupa’ya benzer ma­halleler, apartmanlar, kıyafetler ve eğlenceler kurmuş­lar, bununla hem kendilerini, hem de “Batılı olduk" di’ye milleti aldatmışlardır.


--------------------


Ayasofya Camii’ndeki muazzam ve muhteşem lâf-za-ı Celâl, Hazreti Muhammed ve Hulefa-yi Râşidin levhaları yerlerinden sökülmüş, indirilmiş, Bizans putları meydana çıkarılmış, bu putlara çeki düzen verilmişti. Muhteşem levhaları yok etmek, parçalamak için  meçhul semtlere götürmek istenmişlerse de kapılardan çıkarmak mümkün olmadığı için bu cinayeti irtikâba yol bulamamışlar, cihandeğer kıymette olan o nâdide eserleri, toz toprak içinde mahvolmak için bir kenara atmışlardı.


--------------------


Tâ Ortaasya’dan kalma bir atasözümüz: “İnsan ala­cası içten, hayvan alacası dıştan” diye söyler. Bu sözün iki mânasından biri; insanı ancak iç yüzüyle, gönlüyle, kafası, kültürü, karakteri ile değerlendirebiliriz; hay­vanı ise dış görünüşü (kıyafeti) tüyleri, rengi, sağlam­lığı, semizliği çevikliği ile...


Fakat basit yaratıklar bunu ayırdedemez; satıhta, kıyafette kalır. Başta kendisi olmak üzere hayvanla in­sanı karıştırır. Kerâmeti, kılıkta, giyinişte zanneder.


--------------------


'Sevr Muahedesi" evet yurdumuzu parça parça doğrayan, her uzvumuza zararlı böcekler musallat eden uğursuz bir belgedir. Fakat "Lozan"da millî kül­tür ve tarihî varlığımızı, yabancı zihniyet sömürücülü­ğüne çiğneten "zafer" çalımlı bir hezimet değil mi?


"Sevr paçavrası" üstümüze giyilecek elbise değildi. Nitekim millî intikamı tahrik etti. Toparlandık, savaş­tık "işgalin" son Efzun askerine" kadar hepsini denize döktük. Ama Lozan, bize alaca bulaca bir kaftan şek­linde sunulduğu için, zaferimizin altın meyvesini bu çürük meta ile pek akılsızca değiştirdik. Onu sırtımıza geçirerek. Bize ayna tutanlar:


- Aferin! İşte şimdi kuşa benzedin! dediler. Yaşşa! Avrupalı oldun gittin! diyerek halimize kıkır kıkır gül­düler... İşte hikâye Lozan'da verilmiş "gizli vaitler" ile başlıyor.

Devamını Oku »

İsmet Paşa,Said Nursi ve İmam Gazali

İsmet Paşa,Said Nursi ve İmam Gazali

Yukarıda yazdığım iki isimden Said Nursî, mer­hum İsmet Paşa'nın eski fobisi ve gözdağı idi. "İmam Gazali" ise tahminimce yeni işittiği ve "İmam" sıfatını görerek o pek düşman olduğu "Köy imamlarından" bi­ri sandığı, büyük İslâm bilgini dâhisi ve filozofudur. 23 Ocak’ta Paşa, milliyetçilerle birlikte bu iki kişiye hü­cum etmiştir.

Sayın İnönü’de nedense bir eziklik kompleksi bı­rakmış olan Said Nursî, bir politikacı, bir tarikat kuru­cusu filân değil, sadece bir Kur’ân tefsircisi ve İslâm bilginidir. Günlük hâdiselerden bile ısrarla kaçan Nursî'nin ruhunu eserlerini ve okuyucularını siyasete zor­la karıştıran İsmet Paşa ve paralelindeki gazeteler olu­yordu. Nitekim "Nur risaleleri" peşine düşüldükçe ba­sılıp okunmuş, lehte aleyhte hükümler oldukça yayıl­mıştır. Yani İsmet Paşa ve benzerleri Nurculuğun baş propagandacısı, reklâmcısı olmuşlardır.

Ayrıca înönücü radyo ve gazetelerden Allah’a sığı­nan halk kitleleri bunları kızdırdığına göre mutlaka iyi birşeydir diyerek Nurculuğa da koşmaktadır. O hal­de merhum Said Nursî ile uğraşması bir bakıma fayda­lıdır. Çünkü İnönü her kim ile uğraştı ise onu büyültmüştür. Şükredelim ki Marks, Lenin ve Mao'ya düş­man değildi. Yoksa onlar bile korkarım Türk halkında rağbet görürlerdi. Sultan Hamid'i İnönü'nün iftira ve hakaretleri daha fazla ululaştırdı. Menderes, aziz ve büyük vatan şehitleri arasına girdi.

Buna karşılık Paşa'nın övdüklerinden hiçbiri, halk­ça sevilip tutunamamıştır. Meselâ "Sizin sayenizde varız ve izindeyiz." diye mübalağalı methettiği biçare îmran Öktem'in namazı bile kılınmak istenmemiştir.

İnönü, milliyetçi gençleri zeban! gibi gösterdiği bir konuşmasında sayın Demirel ve Erbakan'ı "Mühendis efendiler" diye pek kahvemsi bir espiriyle yerdikten sonra onların "Said Nursî sloganları ve zihniyeti ile ik­tidarda kalmak, iktidara gelmek istediklerini; tam bir irtica" yaptıklarını söylüyordu.

Fakat ne imiş bu Nursî sloganları?

Korkmadan Müslümanım diyebilelim" sözü imiş.

Lâkin Nurculuk bu ise bütün Türk milleti Nurcu sayıl­maz mı? Demek Paşa'nın devr-i devletinde "Müslümanım!" denmekten korkuluyordu ve gerçekten de öyle idi. Lâkin getirmekle sık sık iftihar ettiği Demokra­si’nin ilk meselesi yurttan korkuyu kaldırmak, her Türk ve Müslümanın iman ve düşüncelerini samimiyetle söy­lemesini sağlamak değil midir? Bu ülkede korkmadan "Marksistim, sosyalistim, komünistim" denilir ve bazıla­rı bunu söyleyenlere kanat gerer de “korkmadan Müslümanım!” diyenler nasıl mahkûm edilebilir? Halk sizin dininize karışmıyor, siz de onunkine karışmazsınız olur biter. Kırk yıldır nutkunu çektikleri laiklik’in bu en sade tarifini “Nurcular” Paşa’dan daha iyi bilsin! yakışır mıydı hiç?

Hadi bu işi yaptı Paşa, İmam Gazali (1058-1111) gibi bîr filozof, kelam bilgini ve terbiyeciye sataşmak nereden aklına esti? Yoksa, onu bir tarafın “imam”mı sanıyordunuz? Bu eşsiz insanın El Munkızu Min ed Dalâl (Yanlış yoldan uyarıcı) eserinin Batı’da St. Augustin’in “İtirafları” Descartes’in “Metod Üzerinde Nutk”u kadar önemli tutulduğunu hatta onlara kaynak sayıldı­ğım duymamış mıydı?

İsterdim ki, İsmet Paşa, Gazâli’nin İhya-yı Ulumu'd Din, Kimya-i Saadet eserlerini veya hiç olmazsa Devlet Başkanlarına kitabını okumuş olaydı. Olduğundan çok başka, milletçe sevilen bir İnönü çıkabilirdi karşımıza. Sonra Batı'daki liderler, kendi kültür büyüklerine nasıl saygı gösteriyor, hatta onlar hakkında eserler yazacak değerde bulunuyorsa, Paşa da o payeye ulaşabilirdi. Ga­zali ve benzeri dâhiler için eser yazacak dereceye çık­masaydı bile, onları hafife alacak raddeye de gitmezdi.

Gazalî'ye taş atıldığını Avrupalılar, Ruslar işitse onlar ayıplardı. 900 yılı aşıp gelmiş koca Gazalî'yi dün­ya tanıdığı halde Paşa'nın bir bölük imamı sanmasını, bu hâl ile üstelik Türk eğitimine yön vermeye davran­masını... Ne talih şu benim memleketiminki Yarabbi !

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Çocuk Elindeki Balta

Akifin “Safahatında yazdığı gibi:

Bazı sosyoloji bilginleri “terakki” denen şeyi, bir kök­lü ulu ağacın çiçeklenmesine benzetirler ki, çok doğ­rudur. Şairin ifadesiyle:

Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı,

Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı

Milletin sine-i mazisine merbut, oradan

Uzanıp gelmededir...

Yolunu sapıtmış aydın kılıklılar, o ağacın bazı yer­lerini meselâ dalını, yaprağını, çiçeğini beğenmezler de, ele balta alıp o koca gövdeyi yere sermeye kalkar­larsa, sadece terakki, gelişme imkânlarını değil, bütün varlığı da yoketmiş olurlar. Ortada hiçbir şey değil sa­dece “odun” kalır. Halbuki “eğer ağaç hastalanmışsa bir bilene göstermek lâzımdır. Bakan da en çok köke bakmalıdır”:

‘Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı,

Eğer istersek ağacın donanıp üstü başı,

Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline

Geçmesin dikkat edin: balta çocuklar eline.

İşte bizim bugünkü hüsranımız, Şair’in şu son çığ­lığında gizlidir. Kökü mazinin derinliklerine bağlı,gövdesi, din, dil, hukuk, felsefe, iktisat, sanat gibi mil­lî has unsurları ile gelişmiş, faydalı yapraklar, altın meyveler vermeğe hazır “ağacımızı”, orta yerde, sahip­siz, bakımsız, dımdızlak bırakmışız. Baltayı da çoluk çocuğun eline vermişiz ki devirsinler. Devirsinler de, bizi bu koskoca dünya üzerinde yurtsuz, yolaksız, kül­türsüz, medeniyetsiz bıraksınlar.

Bereket versin gövde çok sağlam ve çocuklar kökü sarsacak kadar kuvvetli değiller de, bu ağaç büsbütün devrilerek odun haline gelmekten kurtuluyor. Bere­ket, büyük ve muhterem halkımız, köylümüz, işçimiz, esnafımız, atadan anadan aldıkları irfan ile, o vurulan ve sızım sızım sızlayan balta yaralarının bir kısmını onarıyorlar da, mübârek yurt topraklan üstünden te­melli sökülüp atılmıyoruz.

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Halimiz

Halimiz

Ben gidip görmedim ama gazeteler yazdı ve okuyu­cularım mektupla bildirdiler: İstanbul Belediyesi, Taksim meydanına bir “Noel ağacı” dikmişti. Taksim Mey­danı ve o zamanki adiyle Pera (İstiklâl caddesi) müta­reke meydanında Türk’ün gözyaşları ile sulanmış ve bize düşman olan azınlıkların sevinç naralarıyle çınlanmıştı. O zaman İstanbul’u haraca kesen şımarık palikalyalar, işgal orduları komutanlarının ayakları altına Türk bayrakları sererek ve bizim gam bahçelerinden devşirilmiş çiçekler atarak Taksim Meydanı’nda karşı­lamışlardı. Yine Pera caddesinde dolaşmak cesaretini gösteren Türkler’i döğmüşlerdi.

Taksim Meydanı ve İstiklâl Caddesi’nin bizim için pek önemli bir manası vardır. O meydan, tüm kapitü­lâsyonlar ve sömürge arzularının şımarttığı azlıklar üstünde bizim zaferlerimizdir. Diyebiliriz ki Taksim’in kurtuluşu, İzmir’in kurtuluşu kadar mühimdir.

Taksim’e Noel ağacı diken zavallı çorak beyinler, Kurtuluş Savaşı’ nın manasını dahi unutmuş olarak “Pera”yı “İstiklâl Caddesi” yapan zihniyete karşı bir çeşit budalalık tepkisi içindedirler. Noel ağacı ile, Kur­tuluş âbidesine meydan okuyanlar, kulakları “ezan seslerinden” fazla “çan zangırtıları”na alışmış bir sem­tin bahtsız ve köksüz çocuklarına, bize ne kadar ya­bancı bir çehre verdiklerinin farkında bile değiller.

Nitekim kader, o ağacın tam meyve vereceği Noel gecesinde bize pek acı bir oyun oynadı. Kıbrıs’ta, gemi azıya alan Rum çakalları, o şuursuzluk ağacının mâne­vi köklerini (kadın, çoluk çocuk) 500 şehidimizin kan­lan ile suladılar. (1963)

Bu korkunç düşmanlık vakası, bilmem uyartır mı bizi? Bilmem, kendi mânevi bütünlüğümüzü bulama-dığımız takdirde, yalnız Kıbrıs’ı değil İstanbul’u ve bütün vatanı elden çıkarmak üzere olduğumuzun farkına varacak mıyız? Bu dökülen mazlûm kanları olsun, ak­lımızı başımıza, şerefimizi üstümüze getirir mi bil­mem?

 

***

Yine o kanlı Noel (1963) ertesinde, İstanbul radyo­su “Çocuk saati”nde, Türk ve Müslüman çocuklarına ne anlatılmıştı biliyor musunuz?

Noel Baba mankeni nasıl yapılır ve Noel ağacı na­sıl donatılır?

Çocuklarımızı daha ufacıkken böyle yabancı geleneklere ve bizi yıkmak isteyen kavimlerin törelerine bağlıyan şuursuzluk, öyle görünüyor ki, içimize pas gi­bi, mikrop gibi yerleşmiştir. Değil yalnız Kıbrıs’ta hat­ta İstanbul'da bile Rumlar, Türkler’i kesmeğe kalksa­lar, radyo idarecilerinin beyni üstünde kilise çanı çalsalar yine de ruhumuz felaha ermeyecektir. Millet: “Hain papaz, kara sakallı Makarios” edebiyatı ile avunadursun... Sonunda her şey unutulacak, böylece, Kilise kokulu Avrupa’nın hiç de memnun olmadığı “Türk belâsı”, dünyadan silinip gider umudundalar.

***

Yılbaşı öncesinde bütün İstanbul pazarlarını dol­duran ayak satıcıları ile işportacılar bile, helezon şek­linde bükülmüş mumlar dikerek alış veriş yaptılar. Mağazaların çoğuna, yılbaşıyla ilişiği olmayan Noel mankenleri kondu. Zengin Türk evlerinin pencerele­rinden, üstü küçük kürelerle, mumlarla donatılmış çam dalları sarkıyordu. Gülhane, Yıldız, Emirgân Ko­rusu, Belgrat Ormanı gibi başlıca İstanbul parklarında genç çamların boynu vurulup, kamyonlarla pazarlara taşındı. Civar Bolu ormanlarından pek çok ağaç çalın­dı. Çok satan bir derginin kapağında, elini haç şeklin­de kavuşturmuş denizkızı resimleri görüldü.

Bütün bu manzara, bu kargaşa, bu hercümerç Kıb­rıs’taki Rum bayağılıklarına karşı bizim bir tepkimiz değil, çanak tutuşumuzdur.

Millî şuur taşımayan, kendi geleneklerine böylesine kıyan, düşman âdetlerine beyinsizce kapılıp giden bir millet, maddî veya manevî anlamda katledilmeye müsta­haktır. Fakat buna lâyık olan şuursuz okumuş ve zen­ginlerin cezasını mazlûm halkımız elbette çekmemeli!

 

ALLAH BETERİNDEN SAKLASIN

Adet oldu Yılbaşında, yer yerinden oynuuyor. Her ye­ni yılın ilk sabahında okumuş ve zengin tabakanın horultuları tavanlara çarpıyor. Gecenin sefahat ve başıboş­luğundan vücutlarda kalıntılar, ruhlarda yıkıntılar. Do­yulmayan maddî zevklerin daha çok acıktıran dağdağa­sı... Manevî hazlar kabiliyetini bile yitirmeye başlayan bir aygırlar nesli... Madde yarışında çene vuruşturan bi­çare adamlar, garsonun tabağına bırakılan 200-300 lira bahşişlerle böbürleniş... öteden fukara akrabayı kapı­dan sokmamak için hizmetçiye edilen tembihler...

Herkes yiyor, içiyor, eğleniyor, sevişiyor. Ama yine de herkes neşesiz, kıskanç, sinirli, bezgin... Kıskanma bütün zevkleri yıkıyor, İç karalığı aydınlıkları yok edi­yor. Durup dururken birbirlerine düşman bayanlar baylar. Hep birşey bekleyenler, hep hiçbir şey bulama­yanlar. Töreyi, geleneği, nizamı tezyif ettiklerini sana­rak, kendilerini rezil ve hacil eyleyenler.

Batı’da hindi, din sebebiyle yenir Noel’de. Şarap din şurubu gibi içilir. İbadet için uyanık kalırlar ve ge­cenin büyük kısmı kilisede geçer. Hediyeler, Allah için verilir. Noel Baba dahi artık bir din unsurudur, Hristiyanlık eski putçu ve Romalı geleneklerle birleşip Batı’da bu yılbaşı terkibi meydana gelmiştir.

Biz dersen ne hikmettir bilinmez, hindiyi, Noel Ba­ha’yı, çam süslemeyi almışız, onun üstüne bol bol mas­raf, taklit, çılgınlık, sorumsuzluk salçası dökmüşüz. Hiçbir tarafını millîleştirmeden, halkla hiçbir bağlantı kurmadan ve hiçbir yerli rengimizi katmadan Yılba­şılar işliyoruz. Japonya’da da yılbaşı kutlanır, İsrail’de de; fakat her ikisi, eski törelerini parlak yıldızlar gibi yeni gecesinin üstüne serpmişlerdir. Medeniyet ve il­mi halk ve aydınıyla nasıl benimsemişlerse yeni un­surları da ek yeri bırakmaksızın yeni dünyalarına koy­muşlardır.

Bizim yılbaşı eğlencelerinin perişan dekorunda ben, 150 yıldan beri 'Batılılaşalım’ dediğimiz halde Batı’nın hâlâ hangi perçeminden tutacağını bilemeyen yozlaşmış ve silik manzaramızı görüyorum. Işıklar, hindiler, Noeller, tebrikler, danslar, masraflar, kıyafet gösterileri, kürkler, parfümler... Evet ama bu ne Türk, ne İslâm, ne Hristiyan, ne de insandır.Onun için halkımız durmuş seyir bakmakta ve birtakım adamlar, oyalanıp durmaktadır. Garip bir işbölümü var sanki: Bayramlar ve Ramazanlar halkın, yılbaşılar ve bil­mem neler de onu öncü alması gereken zümrenin ma­lıdır. Halbuki millet olmak her eski ve yeniye, her zümre ve tabakanın benimseyerek sahip çıkmasıdır. Halkımızla okumuşlar arasındaki bu seyirci aktör ay­rılığı, görelim daha ne cehenneme kadar sürecek...

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Nedir Çağdaşlık ?

Nedir Çağdaşlık ?

Bir hırsız da bize çağdaştır, bir câni de, bir kadın bulucu da... Çağdaşlıkları: Daha “eli uzun”, daha ça­buk öldürücü veya baştan çıkarıcı âletler kullanmala­rından ibarettir. Fakat sormak isterim:

Fakat gerçek çağdaşlığı nasıl ayırdedeceğiz? Me­selâ bazı uzak kıt’a yamyamlarının, beyaz adamları ar­tık elektrik fırınında veya düdüklü tencerede pişirdik­lerini duyarsak... “Ooo! Ne âlâ medenî olmuşlar!” diye­bilir miyiz? Veya balıkları olta yerine dinamitle parça­layıp avlayanlar veya fahişeliği simsarlar yerine radyo­lardan, yahut seks dergilerinden öğrenenler modern mi sayılırlar artık?

Kısacası, bu kişilerin bir Taş Devri yamyamından, İskenderiye’de 1800 yıl önce icrayi sanat eden bir ran­devucudan veya “İsa’nın düşmanlarını engizisyon fı­rınlarına atarken el oğuşturan kara kafalı kardinalden farkları olabilir mi?

Çağdaşlık ve medenîlik sadece zihniyet meselesi­dir. Zulüm veya propaganda için elektronikli, ofsetli, mikrofonlu âletler kullanmak işi değildir. Dolayısıyla medeniyet, insanlık kadar eskidir ve insanlığın kendi­sidir. Taş Devrin’de, Ortaçağ’da ve atom çağında her kimin ki kafası, fazileti, ahlâkı işler... Her kim ki ka­zanmak için bile yalan söyleyip hileye sapmaz, zalime kulluk, haksıza alkışçılık etmez... Barışsever ve geniş ufukludur, ancak o kimse medenî ve çağdaştır.Gerilik ise dar kafalılık, zulme teslim olmusluk yalan, nifak ve depsotluktur Milleti bir sürü haline sokmak sevdası, maddenin içinde mahpusluktur.


Gerinin ve gericiliğin bu değişmez vasıflarını taşı­yanlar, çağımızda kimlerdir? Dünyayı ve Türkiye’yi düşünün:

Kan dökücü gaddarlık, zulümkârlık ve kuvvete dalkavukluk, bâtıl bir propaganda için her türlü yalan, nifak, vahşet, barbarlık ve sonra en âdi soydan zekâ oyunu şarlatanlık; basit idrâklere sokulganlık, insanlı­ğın beşbin yılda meydana getirdiği eserlere, anıtlara düşmanlık eden ihtilâlci takımı değil mi?

O halde modern silâh, ruble rotatif, mikrofon, el bombası, Çekoslovak tabancası ve gûya “bilimsel” lâf­lar kullanıyorlar diye bunları nasıl çağdaş sayabiliriz! Nitekim kafadar ve benzerleri Firavun Mısır’ında, Asurî başkentinde, Katolik Ortaçağı’nda, Stalin Rusya’sı ve Hitler Almanya’sında zaten yok muydu? Müşkül olan şu ki yine ortaçağdan kalma birtakım beyinler-, bunların propagandalarına aldanıyor. Tâ kelleleri Marksist kılıçlarla kesilip Mao’nun pirinç tarlalarına gübre yapılıncaya kadar da uyanacağa benzemiyorlar.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Çağdaşlık Denemesi

Çağdaşlık Denemesi.....

Çağdaşlaşma için sunduğumuz formül, her alana uygulanabilir. Biz yalnız “ilâç ve tedavi” konusuna do­kunacağız. 4 Temmuz 1970 tarihli “Paris Match” dergi­sinde, gururla atılmış şu başlık var:

“Tedavinin altın kitabında, Fransız âlimleri şeref mevkiini tutuyor.”Aynı sayfada, tedavi ve ilâçta büyük buluşları olan yedi büyük Fransız’ın resimleri. Sonra “harika ilâcı” bulmuş bir profesör, kendisine hayran talebelerinin omuzları üzerinde görülüyor. Bir başkası Papa ile el sıkışıyor, bir başkasına ödül takdim edili­yor. Sayfayı çevirin, yeni bir iftihar cümlesi:

“Fransa yeni ilâçlar imâlinde, dünyada dördüncü sırayı alıyor.” Ve 1969’da 20 bin “müstahzar” yaptığı belirtiliyor. Tedavinin yeni buluşları sayesinde insan­ların 140 yıl yaşayabilecekleri söyleniyor.

Fransa’sında, Almanya’sında, Amerika’sında... hep aynı laboratuarlar. Peki bu yeni buluşlar, orijinal müstahzarlar, harika ilâçlar nasıl Fransız, Alman veya Amerikalı oluyor?

İşte “çağdaşlaşma” dediğimiz bu. Adam, bir kere âlimdir; ihtilâlci, devrimci, filân değil. Sonra çalışkan, sonra yurdunun otlarını, eski ilâçlarını, geçmiş tecrü­beleri, tıb tarihinin koyduğu milyonlarca formülü in­celemiş. Onunla da yetinmemiş, dünyayı dolaşıyor; Af­rikalıların, Eskimoların “şifa” dedikleri şeyleri bile tet­kik ediyor.

Peki sen de “Batılı Avrupalı” oldum dersin. Panto­lonun, kravatın, Amerikan barın, mini eteğin, favorin, sürü sürü ilâç fabrikaların, kaç tane özel, resmî, yan resmî kimya, eczacılık fakültelerin hepsi tamam; fakat söyle bakalım, derman için, bir tane “yeni ilâcın” var mı? Bir tane diyorum, şöyle dünyayı tutan, Türki­ye’den sipariş edilen, bir tek dermanın var mı? Sen atalarının bir milyon yıldan beri bildiği “yoğurdu” bile yapamaz olmuşsun, şimdi iyisini yemek için Bulgaristan veya Belgrad’a gitmeli. Sen, keline merhem bile yapamıyorsun. Acaba ataların hiç hasta olmazlar mıydı? Yoksa şu kadar yüz yıl Anadolu’da nasıl dayanmışlar­dı? Bunları merak edip öğrenmedikçe; o işi yapan mil­letlerin ancak komisyoncusu olabilirsin ve öylesin.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Okumuşlar

Okumuşlar...Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esaslarındaki “Millî Tesanüdü Kuvvetlendirmek” makalesinde, önemli bir müşahadesini anlatıyor:

“Mütarekeden sonra İngilizleri, Fransızları yakın­dan görmeğe, tanımağa başladık. Bunlarda ilk gözü­müze çarpan cihet, medenî ahlâkın bozukluğudur. Bil­hassa memleketimize gelen veya Malta'da hâkim bulu­nan İngilizlerin medenî ahlâklarını çok düşük bulduk. Müstemleke ahalisini soymak, mağlûplara kul köle muamelesi yapmak, harb esirlerinin ve hatta sulh esir­lerinin parasını eşyasını çalmak onlarca tamamiyle helâldir.

İngiliz milletinin medenî ahlâkında gördüğümüz bu düşüklüğe karşı itiraf edelim ki, vatanî ahlâkını pek yüksek bulduk. Türkiye'de yüzlerce hatta binlerce vatan haininin zuhûr etmesine mukabil, bütün İngilte­re'de tek bir vatan haini zuhûr etmedi. ”

Bu acıklı mukayeseden çıkan gerçek, İngilizlerin vatanî ve harsî ahlâka bağlı vatandaşlar yetiştirmesine ve herşeye rağmen şahsiyetini korumasına karşılık, bi­zim, daha o zamandan kültür sömürgesi olmayana doğru kaydığımızı göstermektedir. Çünkü vatan hain­leri ancak bir arslan iken kedi gibi küçültülmüş; tabi­at ve faziletinden uzaklaştırılmış bedbaht cemiyetler­den çıkar. Nitekim 600 yıllık Osmanlı devrimizde tek bir hain görülmemesine karşılık, son bir asırda seri halinde yabancı ajanları çıkarmışız, çok manalıdır.

Vatan bir bîvefâ nâzende-i tannaza dönmüş kim Ayırmaz sâdıkan-ı aşkını âlâm-ı gurbetten.

(Namık Kemal)

Yahut:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor

Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.

(Yahya Kemal)

diyen hakikî vatan şairlerine karşılık: “Benim asıl va­tanım Rusya, beni yaratan da Stalin ’dir!” diyen nasîbsizlerin bazı çevrelerce “vatan şairi“ sayılmak istenme­si de, kültür emperyalizminin, artık can evimize kadar sokulmak cüretinde olduğunu göstermekdedir.

Analar, babalar, öğretmenler her emperyalizmin gelip geçici olduğunu, yalnız, millî şahsiyetsizlik yara­sı üzerinde kurtlar gibi peydah olan kültür emperyaliz­minin, bir milleti yere sermeye, yok etmeye kadar yolu bulunduğunu unutmamalıdırlar. Tâ Namık Kemal’den gelen şu yanık sese dikkat etmeliyiz:

Milleti eyler misiniz nâmurad Arş yiğitler vatan imdadına!”

Bu imdada koşuş artık süngü ile değil, şer kuvvet­lerinin, bozguncuların karşısına cesaretle, ilimle, ir­fanla, faziletle çıkış sayesinde mümkün olacaktır. Kül­türümüzün, tarihimizin, dil ve imanımızın güvenleri içerdedir. Onlar sureti haktan görünüyorlar. Fakat ile­ricilik, devrimbazlık, ihtilâlcilik, yeni düzencilik gibi sahte cilalar altında bizi mağara devrine, yamyamlık düzenine sürüklemeye kalkan bu “yaratıklar, bu uy-arlıkçılar’’aslında bîçare ve korkaktırlar. Millî irade ve kültürün şahlanışına katlanamazlar, “Yarasanın gö­zü nasıl ziyâdan rencide olursa“, Türkün güneşi de buncağızları karanlık mağaralarına tıkıp zararsız hâle sokacaktır.

İyi bir aile çocuğu nasıl ana ve babasının ardından şöğdürmezse, nasıl onlara rahmet çıkartmayı bir çeşit ibadet sayarsa, vatanın ve tarihin çocukları da dedele­rine, yurtlarına karşı horlayıcı muameleye tahammül etmeyeceklerdir. İşte bu tutum, kendine doğru bir ha­kîki rönesansın başlangıcı olacaktır. İstikbâl, kendi arasına girmiş yabancılar, kötü ruhlar ve onların al­dattığı bîçareler tarafından horlanarak ecnebi kültür­lere peşkeş çekilmek istenen bir milletin şahlanışına şahîd olacaktır. Bu kurtuluş, Allah huzurunda içimiz­den edeceğimiz yeminle başlayacaktır. Zira:

" Sahihsiz olan memleketin batması haktır

Sen sahib olursan bu Vatan batmayacaktır.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »