Kur’ân'da neden tafsilât yok?



Evvelâ: Beşerin icatçı elinden çıkan sanat eserlerinin tabiatta varlığı ne ise; iç ve dış âlemdeki en küçüğünden en büyüğüne kadar her şeyin Kur'ân’da var olması da odur. Yani doğrudan doruya Yaratıcı Kudretin sanatkârâne elinden çıkmayan, insan elinden çıkmış eserler, esası ve unsurları itibariyle nasıl tabiat âleminde mevcut ise, keşif şerefi insan olunun iftihar sebebi olan maddî ve ma­nevî hakikatlar da esası ve unsurları itibariyle öylece Kur’ân'da mevcuttur.

İnsan elinden çıkan sayısız eserleri, esasları itibariyle, tabiatta yoktur, diyebilir miyiz? Şüphe yok ki diyemeyiz. Bu böyle olduğu gibi, o ilk ana maddeleri (Unsurları), in­sanların elinde aldıkları çeşitli şekillere nazaran tabiatta aramağa kalkışmamız da garip olmaz mı? Fikrimi biraz daha izah edeyim: Şimdi meselâ bir zırhlıyı, bir treni, bir gramafonu, bir elektrik veya telgraf âletini doğrudan doğ­ruya tabiat âleminde bulamadık diye bunların /tabiattan hariç olduğunu, başka bir âlemin mahsulü bulunduğun« kabul edebilir miyiz? Bunlar hangi şekil ve surette olurlarsa olsunlar, tabiatta mevcut olan çeşitli unsurların fikir gücü ile birleştirilip düzene konmuş ve birer isimle isimlendirilmiş muhtelif suret ve şekillerinden başka bir şeydeğildirler

Nitekim bunlar yok olduktan sonra yine asıllarına dönerler. Geldikleri yere giderler, öyle ise bunların tabiat âleminde hülâsası, insan zihninde de tafsilâtı mevcutmuş,demek olur. Aklen miktarının tahdidine imkân düşünülemeyen insanın meydana getirdiği eserler, esas itibariyle tabiatta nasıl mevcut ise, bütün maddî ve manevî hakikatlarının hepsi de öylece Kur'an da mevcuttur. Şu hale göre bir âyet-i kerîme’ninmânâsı tafsili değil, icmali yani topluca ve özet halindedir. Eğer tafsili olmasını Allah murad et­seydi, elimizdeki yüce Kur'ân nüshası, hal-i hazırdaki hac­minin, en azından bin kere daha büyük olması lâzım gelir­di. Cenâb-ı Hak insanda kâinatı nasıl öz halinde bir araya getirdi ise, (1) sonsuz sayıdaki ilahi hükümlerini de öylece bir araya getirmiştir.

Nitekim «Kehif» sûresindeki: Kur’ân’daki mânâların, yüksek İlâhî hükümlerin sayfalar halinde yazılabilmesi için denizler mürekkep olsa, o ilâhî mânâlar ve hükümler bitmeden evvel, denizlerin biteceği, onların bir misli daha getirilse yine onları yazmaya ve tamamlamaya yetmiyeceği hakkındaki âyet, (No: 109), belki Kurân’ın şu tafsilata göre öz halinde ve topluca (Mücmel), fakat hakikatları bütün detayları ile ortaya çıkarmak için, müzminlerin mü­racaat edecekleri biricik ve tükenmez bir irfan hâzinesi olduğuna işarettir.

Bu âyet İlâhî ilmin tafsilâtının teker teker bildirilmediğine, bu tafsilâtın Kur’an'da ya açıkça veya delâlet yolile beyan buyrulmuş olduğuna delil olabilir.

Burada bir itiraz olabilir.
Meselâ biri çıkıp dese ki; evet mâdem ki öyledir; niçin Cenab-ı Hak bizim için bi­linmesi zarurî olan hakikatları bu hikmetli kitabında taf­silâtıyla bildirmedi?

Buna cevap olarak denebilir ki: Kur’ân’ı bu suretle gön­dermiş olan Yüce Allah, oturduğumuz evi, sırtımıza giydi­ğimiz elbiseyi, hasılı iğneden ipliğe kadar muhtaç olduğu­muz şeylerin hepsini de yaratabilirdi. Acaba bunları niçin yaratmamış da, sizin çalışmanıza ve içtihadınıza bırakmış? Evvelâ siz buna bir cevap veriniz de, ben de sizin bu suâli­nize cevap vereyim. Madem ki bunun cevabı yoktur, onun da cevabı yoktur. Yarattığı alemde kanununu bu şekilde tatbik eden Allah, kelâmında da bu tarzda icazı (Karşı­sında insanın âciz kaldığı özlü ifade) lüzumlu görmüş. Kurân’dan çıkarılacak hakikatları bizim idrakimize, içti­hadımıza bırakmış.

Bir çok âlim ve filozoflar tabiat sahasında fikir yürüt­mek suretiyle binlerce hakikati ortaya çıkardıktan gibi, bin üç yüz bu kadar yıldan beri bir çok alim ve ârif de bu kutsal sahada kafa yorup dirsek çürütmekle, nice haki kat­lara ve nice inceliklere ulaşmışlardır. Şark ve Garpda or­taya çıkan ve hakikat araştırıcılığına kendini adamış bin­lerle ilim erbabı nasıl bu keşiflere ulaşmışlarsa, bu müba­rek dinin binlerce âlimi ve ârifi (Mutasavvıfı) de Kuranın mânâlarından sayısız hakikatları ortaya çıkarmışlardır. Bizim göremiyeceğimiz sırları bize göstermişler, tabiattaki hâzinelerin gizli muhtevalarını gözümüzün önüne seren ilim erbabı gibi, bunlar da Kur'an’ın gizli mânâ hâzinele­rini meydana çıkarmışlardır.

Söz sözü açar, bu sözleri söylediğim sırada aklıma baş­ka bir fikir geldi. Pek de konu harici olmadığından bundan da baha etmek isterim: Şimdi bir münkir çıkıp da dese ki; adam sen de, Kur'ân’da keşfolunacak ha­kikat, derinliğine nüfuz edilecek incelikler nerde ki biz onlardan çıkarılan ikinci derecedeki hakikatların varlığına inanalım? Kuran’ın münderecâtını uzun uzadıya dü­şünmeğe ne hacet? Her bahsini çocuklar bile anlar, nerde kaldı ki büyükler!

İşte insanı —Sûret-i hakdan görünerek— sapıklığa sevkedebilecek yaman bir kılavuz! Bu mesele şuna ben­zer: Meselâ cahil bir adam şu sonsuz tabiat âlemine ba­kar; yerdeki ve göklerdeki İlâhî kudretin o güzel eserleri­ni görür. Fakat ümmî (Okuma - yazma bilmeyen kimse) satırlar üzerinde ne görüyorsa, o adam da ilâhı âlemin ya­zılı satırları olan yaratıcı kudretin eserlerinde zahirî bir nakıştan başka bir şey görmez. Bu harfler ve görünüşler­den hiç bir mânâ, hiç bir kavram çıkaramaz. Anasından doğdu doğalı onları gördüğü, onlarla haşır-neşir olduğu (Ülfet ettiği) İlâhî kudretin bu yüce eserlerini gayet basit gayet önemniz görür. Evet! Güneş nedir? Ay nedir? Yıldız nedir? Dağ, taş nedir? İnsan, hayvan nedir? Böyle binlerce «Nedir?» leri bir yere dizecek olursak alacağımız cevap hiçten ibaret kalır!

Fakat gökyüzüne bir astronomun (Hey’etşinas), yer­yüzüne bir jeoloji âliminin, hayvanlara ve bitkilere de o ilimlerde tek otorite olan bir dâhinin, insana bir fizyolojistin, bir anatomi âliminin gözüyle bakacak olsak, acaba bunları basit nazarlarla gören bir cahil gibi mi görürüz? Bir bitkinin dokuları, bir gözün terkibi, bir yıldızın seyri­nin tetkiki, mahiyetinin araştırılması senelerce bizi meş­gul etmez mi? Şu halde cahil bir adam için yok hükmün­de olan nice nice hakikatlar, bizim için de mi böyle olacak? İşte Kurfân-ı Kerîm de bunun gibidir. Hâşâ, bize basit gibi görünen o nurlu İlâhî satırlardan dünyalar dolusu hakikatler çıkarabilenler vardır. Bunlara ve yukarı ki ilim er­babına nisbetle bir iimmî, bir câhilne derece aşağı ise biz de Kur’ân’dan yeni hükümler ve hakikatlar çıkaran o bü­yüklere nisbetle o derece aşağı bir mertebede kalırız «Al­lah kadrini bilen ve haddi aşmayan kuluna merhamet et­sin.»


Ferid Kam,Dini- Felsefi Sohbetler

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Devamını Oku »

İnsan Sadece Bedenden İbaret Değildir...



Azizim,
insan bu görülen ve algılanan heykelden ibaret değildir. Ruh denilen İlâhi sırdan ibarettir.

Nefse hakim ol ve onun faziletlerini tamamlayıp ge­liştir.

Çünkü sen bedeninle değil ruhunla insansın,

İnsanın nefsinin şuuruna sahip olması ilk olarak ka­bul edilmesi gereken apaçık hakikatlardandır. Yani bütün mülâhazalardan, bütün düşüncelerden önce gelir. İnsanın (Burada insandan maksat ruhtur) kendi varlığını inkâr etmesi, Hoca Nasreddin' merhumun gelen bir misafiri sav­mak için içeriden: Efendi oda yok, demesi gibidir.

Ruh sâde (Üzerine bir şey yazılmamış) bir levha gi­bidir. Bedenimize girdikten sonra, maddî şekiller duyular yoluyla onda nakış olunur, o da bu vasıtayla dış âlemin varlığından haberdar olur. Gönül burada bir iki söz söyle­mek isterdi. Fakat susmayı tercih etti.

Çünkü bir kabristan ziyaretinin bundan fazla söze ta­hammülü yoktur. Burada söylenecek sözler o ziyarete mu­vafık mahiyette olmalı.

Biz de ruhun diğer halleriyle ilgili sözleri bir tarafa bırakalım da makama uygun bir söz söyleyelim: Büyük babamın ziyareti bende tuhaf tuhaf fikirler hasıl etti. O fikirlerin özeli sudur :

Ruh bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra dünyadaki fiillerini - Fakat mülâyim bir şekilde temsil ederek - ha­yal, daha doğrusu idrak edecektir. Fakat siz diyeceksiniz ki, dimağsız ruh nasıl tahayyül ve idrak edebilir? Dimağ ruha o tahayyül özelliğini vermiştir. Tahayyüle, idraka mahsus olan nitelikler ona istidat kazandırmıştır. Şu hal­de bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra beyne ait fiilleri, beyne ihtiyacı olmaksızın yerine getirebilir. Çünkü bey­nin, ilgisinin kesilmeden önce, ruha verdiği hareketin, de­vamlı olarak, onda var olduğu düşünülebilir. Meselâ ruh dünyada işlediği iyi bir şeyin kendisinde sebep olduğu se­vinç hissini, âlem dışında hoşlandığı şeylerden birine, bir güzel çiçeğe benzeterek tahayyül eder. Bu tahayyül ken­disi için neşeye sebep olur. Bizim hayal namını verdiğimiz bir şey, devam ve istikrarından, ruhun dış âlemle olan alâ­kasının kopması sebebiyle ona fazla tesirinden dolayı, sırf hakikatten ziyade hakikat halini alır. Keza insanın fena bir fiili de yılan gibi hoşlanmadığı bir surette temsil eder ve ruhu bu sebeble sıkıntıya sokar.

Dış âlemin ruha tesiri :

Ruhun bu tasarrufları bedenden ilgisi kesilmeden, ev­vel bir dakika kendisinde vuku bulan hallerdendir. Bu­nun yazılarımız ve konuşmalarımızda tesirleri görülür. Demek ruhun kategorileri bir uygun temsil ile tahayyül etmesi ve ondan etkilenmesi kendisi için daima vuku bu­lan hallerden imiş. Bu böyle olduğu gibi hareketlerimiz­den ayrılmasına imkân olmayan hallerde daima ruhumu­za tesir icra etmekten geri kalmaz. İster fiillerimizi uygun benzetmelerle tahayyül edelim; ister o fiilin benzetmeksizin, doğrudan doğruya tesirine maruz kalalım; her iki su­rette de ruhumuzun, mâhiyetlerine göre fillerimizden et­kilenmesi zarûrî demek olur, fakat hislerin dağdağası her zaman fiillerimizi uygun temsil ile tahayyülümüze, şu halde ondan tam mânasıyla etkilenmemize mani ise de o etkilenme mâhiyetine şuurumuz, katılmaksızın nefsimiz­de hüküm fermâ olmaktan hali değildir. Mesel çoğunlukla içimizde bir sıkıntı olur. Sebebini sorsalar, bilmiyorum, diye cevap veririz. Uykuya yattığımız yani hislerin faali­yetini tatil edip dış âlemle alâkayı kestiğimiz zaman o hâ­li rüyada uygun bir temsil ile görür, ondan etkileniriz, iş­te bunlar hep nâtık nefsin kendisine has hal ve hareketlerindendir.

Burada meşhur paskal’ın bir sözü hatırıma gel­di. Diyor ki : Halktan birisi her gece kendisini rüyada pa­dişah olmuş görse, padişahlığın gereği olan safalarla meş­gul olsa, hemen bir padişah kadar mesut olmuş demektir. Bu böyle olduğu gibi padişahlardan biri de, yaşadığı müd­detçe, her gece düşünde kendisini halktan biri gibi görse, onun çektiği zahmeti, meşakkati çekse hemen onun kadar bedbaht olur. Demek ki rüyada görülen şeylerin ruha olan tesiri uyanık hallerin tesirinden az değilmiş. Fakat bunda rüyanın aynı tarzda ve devamlı olması şarttır. Değişmesi bu tesirin tamamının zuhuruna mânidir. Fiillerimizin ge­rektirdiği şeylerin, dünyada tam tesirine, dış âlemin gürültüsü (Dağdağa) nün mani olduğunu söylemiştik. Hokkabazlann gürültü ile sünnet çocuğunu avuttuğu gibi, dış âlemin çeşit çeşit hokkabazlığı da bir dereceye kadar bizim ıztırabımızı hafifletiyor.

Her gün görülen hallerdendir : Meselâ bir insan bir şeyden ziyadece etkilenirse dış âlemin gürültüsünü tabii olarak artırmak lüzumunu duyar. Meselâ saz bilirse saz çalar, sokağa çıkar, yahut ahbabıyla görüşür. Bunlar hep o etkilenmesinin şiddetini hafifletmek maksadım güden ve içgüdünün şevki ile düşünülmeden alınmış tedbirlerdir. Bu tedbirler dış gürültüleri artırıp ruhu bulunduğu nokta­dan geriletir.

Ruh bu tesirleri ancak kabirde gözden geçirir :

Fakat ne yapılırsa yapılsın, her fiilin ayrılmaz parça­sı olan bir hal bir olay vardır ki, o fiilin bizden sâdır olay­ların oluşuyla ruhda bu hal derhal tecelli eder. Ruh kendi­sinde tecelli eden hallerin, hepsini, teşbihte hata olmaz, gramofon plâğı gibi alır ve muhafaza eder. O hallerin bir tanesini bile kayb etmez. Çünkü dünyadan beraber götü­receği ancak odur. Hayat kavgası ve gürültüsü o hallerden hasıl olan tesirlerin tamamının ortaya çıkmasına mâni ol­duğu için, ruh kendisinde olan sermayeyi bilmez, yalnız onu toplamakla meşgul olur. Topladığı şeylerin nasıl şey­ler olduğunu anlamak için tenha bir yerde oturup onları birer birer gözden geçirmesi lâzımdır. İşte o tenha yer de şu sohbetin konusunu teşkil eden sükût yerindeki terke- dildiği hücredir. Orada dağdağa yoktur. Ruh kendi kendi­ne kalır. Dünyada topladığı şeyleri birer birer gözden ge­çirip ne olduklarım anlar.

Ruh dış âlemle olan ilişkisini temin eden göz, kulak, burun vesaire gibi şeylerden ayrılıp kendi kendine kaldığı, dolayısıyla kendisini meşgul eden bu kadar dağdağanın bir anda yok olduğu bir sırada cidden müşkül bir mevkide kalır. Dünyadaki mümkün olan cezaların en şiddetlisi tefrîd yani bir adamı Dışarıyla büsbütün alakasını keserek-dar bir yerde haps etmek cezasıdır. Ruh dış âlemle ilgisini kestiği dakikada tek başına kalır; artık yalnızlık hücresin­de kendi fiillerinden başka dostu , yâri bulunmaz. Başlar bunları hayal etmeğe, o hayal ettiği şeylerle has­bıhale!

İşte insan ameliyle dirilir, sözünün tafsili budur. Yu­karıdan beri nîh hakkında bir çok söz söyledik. Fakat son durağın halleri, kabir azabının hakiki mahiyetine nazaran bu sözlerde o hakikatları münasip bir temsilden başka bir şey değildir, öldükten sonra ibret nazarları önünde tecel­li edecek temaşanın hakikatini Allah’dan başka kimse bil­mez.




Ferid Kam - Dini-Felsefi Sohbetler
Devamını Oku »

Yalnız Bir İmandan Dahi Sayısız Belirtiler ve Alâmetler Zuhur Eder...

Yalnız Bir İmandan Dahi Sayısız Belirtiler ve Alâmetler Zuhur Eder...Yalnız bir imandan dahi sayısız belirtiler ve alâmetler zuhur eder. İş onu elde etmekte. Hatta Peygamber Efendimiz Hazretleri hadisle­rinden birinde şöyle buyururlar : Bir adam Cenâb-ı Ha k’a karşı kırk gün ihlâs üzere ibadette bulunsa o ihlâsın feyzi kalbini kaplar, kalbinde hikmet pınarlarının sulan da dilinden akar. Bu hadis-i şerifin yüksek mânası pek ge­niş, pek kapsamlıdır. Yüksek manasından az bir şey dü­şünmeyle çok şeyler çıkar. Vereceğim şu misâl de bu ha­dis-i şerifin telkininin eseridir.

Üzerinde bulunduğumuz şu yer küresi, Güneş etrafın­da bütün haraketleriyle toprak kütlesi haline geldiği, fa­kat üzerinde hayvanlar ve bitkilerden eser bile bulunma­dığı zamanlarda; mümkün olup da, bize göstererek sonsuz feza boşluğunda yuvarlanıp duran şu toprak yığınından, «Bir gün gelecek karşısında duran güneşin bereketli tesi­riyle binlerce hayvan, binlerce bitki ortaya çıkacak, şöyle olacak, böyle olacak» deseydiler; arzın bugünkü tekâmülü­nü bir levhaya resmederek, buna inanmak hususunu da bizim aklî muhakememize havale etseydiler; inanır mıy­dık; inanmaz mıydık? Şüphe yok ki inanmaz, bunların bi­rine bile ihtimal vermezdik. Hatta derdik ki: Şu toprak yığınıyla şu ışık saçan cisim arasında ne gibi bir münase­bet tasavvur olunabilir? Biri karanlık diğeri aydınlık olan iki yıldızın basit bir karşılaşmasından sayılan bu kadar şeyler nasıl meydana gelebiliyor?

İşte azizim, imanla kalbin hali de tıpkı güneşle arzın hali gibidir. Güneşin şu basit ışığının bir yönelişi, arz de­diğimiz şu toprak kütlesinde milyonlarca yaratığın mey­dana gelmesine nasıl sebep olduysa ilâh!i lütuftan doğan iman güneşinin nuru da - Güneşin tozluk sahada ilk ci­simleri meydana getirmesi gibi - kalbde bir çok iyi fiil­
lerin tohumlarını meydana getirir ki bunların hepsi dinî hükümlerin teferruatı demektir. Bunların ortaya çıktığı­na şuur vâkıf olmaz. Ancak o gizli iyiliklerin cümlesi, şüp­he yok ki, o ezelî nurun feyzinin akışı ve yayılışı neticesi­dir.

Demek ki asıl sabit olunca, dal - budak kendi kendine sabit oluyor.

-Nitekim bir yere bir çekirdek dikilir, ondan bir filiz çıkar, o filiz zamanla koca bir ağaç olur, etrafa dal - budak salar, meyve verir. İşte bunun gibi kalb bah­çesine dikilen iman çekirdeklerinden de koca bir İslâm ağacı çıkıp, güzel fiillerin meyvelerini verir. O koca ağaç ile ondan çıkan meyveler nasıl bir çekirdeğin içinde po­tansiyel halde  mevcut ise, dini hükümlerin dalı - budağı olan iyi hal ve hareketler, kalbe dikilen iman çekirdekleri­nin içinde öylece potansiyel halde (Kuvve halinde) mev­cuttur.

 

Ferid Kam - Dini-Felsefi Sohbetler
Devamını Oku »