Batı Ve Rasyonel Akıl

Batı’nın dünyaya hâkim olurken savunduğu inançların ikincisi evrimin yani bir evreden başka bir evreye geçişin tek çizgi üzerinde olduğudur. Bu anlayışa göre insanlık tarihi tek ve düz bir çizginin devamından başka bir şey değildir. Marksistler buna tarihin akışı adını verdiler ve bu gidişin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürdüler. Geçen yüzyılda Batı kültürel ve sosyal gelişme bakımından sürekli hamleler yaptığına, genç, diri ve yüce değerler yarattığına inanıyordu. Görülen bütün aksaklıklar arızi sayılıyor, bir sonraki safhada her şeyin daha iyi olacağı kabul ediliyordu. Bütün bu Batı hesabına iyimser görüşler iki dünya savaşını yaşayan sıradan halkın ve Batı medeniyetinin hedeflerini sigaya çeken aydınların katında değerden düştü. Ama bata medeniyetini savunmak siyasîlerin ve stratejıstlerin vazgeçemediği bir tez olageldi bugüne dek. Gerçek tabanı itibarıyla ticaretin silah zoruyla korunması demek olan Batı medeniyetinin kendi vatanında bile itibardan düşmesinde aşılacak bir şey yok. Asıl şaşılacak şey,nasıl  olup da itibar sahibi durumunu elde edişidir.

Bati medeniyetini muteber kılan ve dünya ya kolayca yayılmatasını temin eden inanç insanoğlunun rasyonel yani aklı bir varlık olduğuna dâir inanç idi. Toplum aklı başında kararlar alabilen, en doğru kararları alabilecek yeterlikte olan ferdlerden oluştuğuna göre bu ferdler insanlık için en iyi olanı seçebilirlerdi, Nitekim bu ferdler bilim gibi bir gerçek bulmuşlardı ve toplumun yararına bilgileri biriktiriyorlardı. Buna karşılık ela menkıbeleri, efsaneleri geçersiz kılıyor, bâtıl itıkadları geride bırakıyorlardı.

Müslümanların yaşadıkları ülkelere Batı medeniyeti iki koldan hâkim oldu. Bir kısım insan Batı’yı laik, bilimci, hürriyetçi esaslarıyla doğrudan doğruya benimsedi ve büyük insan kalabalığına karşı müdafaa etti. Diğer bir kısım insan da Batı’ya güç kazandıran değerlerin İslâm'da bulunduğunu veya Batı’nın ulaştığı hedeflere İslâm içinde kalınarak varılabileceğini ilen sürdü. Böylece Müslümanların yaşadıkları ülkelerde Avrupa ülkelerindekine hiç benzemeyen (ama boşuna bir gayretle hep benzemeye çalışan) bir sağ ve sol ayrımı doğdu. İslâm’ı bu iki yaklaşım dışında ve asli karakteriyle benimseyen Müslümanlar seslerini daha yeni duyurmaya başladılar.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde Anlaşılır

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde AnlaşılırMüslümanlar bilginin insanın zihnî mekanizmasının bir türevi olmadığını bilmekle Hegelin perdesini yırtarlar. Bilgi, Yaradan’ın insana ulaştırdığıdır. Bunun ötesi zann’dan ibarettir. Dolayısıyla gerçek ve akıl arasındaki ilişki, gerçeğin algılanış alanında değil, daha ötede gerçeğin kavranış alanında kurulur. Gerçeğin kavranış alanı tasvir edilemez çünkü sabit, statik değildir. Kavrayan ve kavranılanı bu alan içinde tefrik edemeyişimiz yüzünden Müslümanlar dış dünyada donuk, ölü, üzerinde deney yapılabilen ve ondan etkilenmeksizin istifade edilebilen bir “gerçek” görmezler.

Müslümanlar için gerçek kendini gösteren, canlı ve ilişkiye müsait ve müstahak bir yapıdadır. Gerçeği böyle gördükleri için Müslümanlar sağcılar gibi yürürlükte bulunanı mutlak anlamda aklî saymazlar. Hükümranlığını yürüten yaşama yollarını elde ettikleri kesin bilgiye göre hakk veya bâtıl sayarlar. Elde ettikleri kesin bilgi onların solcu olmalarını da imkânsız kılar. Çünkü insanların geçim yollarının, yaşama biçimlerinin, yönetim ve hukuk işlerinin ancak bu kesin bilgi yardımıyla doğru yürüyebileceğine, insanın heva ve heveslerine dayalı rasyonalizasyonların zulmü ve şiddeti insanlar arasında kökleştireceğini bilen yalnızca Müslümanlardır. Neyin meşrû, neyin gayr-i meşrû olduğu muhkem âyetler ve Sünnet-i Seniyye ölçülerinde anlaşılır. Yoksa ne aklî midir diye gerçeğe bakabiliriz, ne de gerçek midir diye aklî olana.




İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Demokrasi-Kemiyet'in Hakimi

Demokrasi Kemiyet'in Hakimi'Demokrasi, keyfiyetin yerine kemiyeti koyduğu gibi ruhun ferisi de maddeye bağışlıyor. Çoğunluğun sözü geçerliği, kemiyetin hâkimiyeti  îdi. Bir toplumun ferdi ruhtaki akislerinin yerine toplumun madde olan kütlesinin hâkim oluşu ise ruhun yerine maddenin geçirilmesidir. Toplum içinde her ferdin dileklerini hâlda» kılmak gaye olmamalıdır. Çünkü toplum hayatında en bayağısından başlayarak iyi ve kötü bütün dilekler yaşatılmaktadır. Bunların, kültür ve ahlâk bakımından yükselmiş fertlerin ruhlarındaki akislerinin bizzat bu büyük ruhlar tarafından seçildikten, elendikten, ayıklandıktan sonra temiz ve Allah’a yararlı olanlarının ayrılıp cemiyette hâkim kuvvet haline getirilmesi ideali teşkil edebilir. Fert fert vatandaşların isteğini yerine getirmek için hükümet kapılarında dolaşmak temsil görevi değildir.

Millet iradesini temsil etmek, oy sahiplerine yaranmaktan bambaşka bir şeydir. Milletvekilinin, fertlere minnet ve müdahalesi olmamalıdır. O ancak büyük mesuliyeti omuzlarına yüklenmiş, vicdanına minnet borçlu olduğunu bilen ve yalnız bu mesuliyetin huzurunda eğilen insandır. Önünde eğileceği kuvvetler, ruhî kuvvetlerdir. En başta Allah emri, ondan sonra millet dâvâsı, anayasa ve devlet iradesi onun âmirleridir.

Nurettin Topçu,İradenin Davası
Devamını Oku »

Din Terbiyesi

Din terbiyesi şahsiyet terbiyesidir. Çok bilgiler, hikâyeler ve öğütler insanı dindar yapamaz. O, damarlara yapılan aşı halinde bir aşk terbiyesi verilir. Dindar çok seven ve sevgiden örülen bir şahsiyetin sahibidir. Dindarlık; ilmi, sanatı, ahlâkı ve insanlığı severek Allaha ulaşmaya kabiliyetli bir ruh örgüsüdür. Dindar için, din düşmanı yoktur. Sadece Lütuf dan mahrum olan gâfıl ve zavallılar vardır. Gerçek dindarın kalbinin kaidesi, Mevlâna’nın türbesine yazılı şu ilâhi davetten başka olmamalıdır:

Gel Gel. ‘nereden gelirsen gel! Kâfirsen de, rind isen de, put-perestsen de gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da gel.

Din terbiyesi hayâ terbiyesidir. Zamanımızda yeryüzünde silinmek üzere olan hayâ, siyasete atılarak hıncını almak için particilik yapan hocanın yüzünden, hepsinden kara bir süngerle silinmişe benziyor.

Din terbiyesi merhamet terbiyesidir. Hayâyı anlatmak da merhametle olur Çünkü hayâsızlık, en büyük merhametsizliktir. Büyük millet ve iman şairimize, nazarlardan taşan mâna ibadullahı istihkar! dedirten hayasızlık bugün kirli ayaklardan merhametsiz başlara tırmanmış bulunuyor. Cemaata “dur!” diyebilecek ses, ömrünü yalnız Allah sohbetiyle geçiren ruhun sesi olacaktır. Onun, Allah’ın kullarına merhameti de Allah sevgisinin ölçüsünde hudutsuz olmalıdır.

Din terbiyesi hörmet terbiyesidir. İnsana, eşyaya, toprağa ve bütün varlıklara hörmet edenin bu hâli, hiç durmadan içimize dolan merhamet dalgalarıyla beslendikçe Allah’ın bu emanetlerine kendimizden geçerek, menfaatsız, garazsız, karşılıksız hizmet etmemiz Allah’a ibadettir. Din terbiyesi bu ibadeti öğretmelidir, Çocuklara örneklerle ve telkin yoluyla sunulacak, ileri kültür basamaklarında ise felsefe ve hikmetle yoğrulacak olan din terbiyesi, İslâm’ın ruhunu yeniden hayata ve bugünkü sefaletten kurtararak kendi gerçeğine kavuşturacaktır.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Yavuz Sultan Selim’in İlme ve Âlime Hörmeti

Büyük atamız Yavuz Sultan Selim’in ilme ve âlime hörmetini ifade eden pek meşhur bir hâdiseyi de anlatmak istiyorum. Yavuz Mısır’ı aldıktan sonra bu ülkenin idaresini bir Kölemene teslim ederek İstanbul’a dönüyordu. Ordu, Adana civarında yürür ken, Padişah kendisinin sol tarafında at üstünde giden, Sinan Paşanın Mısır’da düşman tarafından katledilmesiyle tâyin ettiği yeni sadrazam Yunus Paşaya dönerek, “Ne dersin Yunus, Mısır ı da aldık,” diye söz açar. Bunu firsat bilen yeni sadrazam, “Evet Padişahım, Mısır’ı aldık ama eğer Firavunlar ülkesini bir Kölemen’e bağışlayacağınızı bilseydik kullarınız ardınız sıra gelmezdik” diye cevaplandırır.

Bu sözün altında belki de devleti sarsabilecek gizli bir fitne kazanının kaynadığını sezen hikmet sahibi hüküm­dar kılıcını çeker ve bir vuruşta sadrazamın kellesini düşürür. Yine de hırsını alamaz ve atını mahmuzlar. Padişahın sağ yanında at süren kazasker İbn-i Kemâl heyecan içindedir ve geride kalmıştır. Padişah ona dönerek yanına gelmesini işaret eder. Maalesef İbn’i Kemâl’in atı, Padişah’ın yanına vardığı anda yerdeki iri çamur yığı­nına basarak çamuru padişahın üzerine sıçratır ve kaftanını baştan aşağı çamura bulaştırır. Bu hareket üzerine korkudan titremeye başlayan kazaskerin hayret bakışları önünde Padişah atından iner, kaftanını çıkarır ve kaftancıbaşıyı çağırarak ona teslim ederken şu sözleri söyler: "Alınız bunu, tabutuma örtünüz. Zira ulemânın atı­nın ayağından sıçrayan çamur dahi bizim için şereftir.” Nesiller için bir ilim müzesi olacak o kaftan hâlâ onun tabutunu örtüyor. Lâkin ibret alacak ziyaretçiler yok, onlar ölmüştür.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Din Görevlisi Kimdir?

Din görevlisi ahlakı ile örnek olan kimsedir. Onun en başta görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak, ister vücutta ister ruhta gözüksün, lakin her halde ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara uzanıp onları yerden kaldırmaktır. Din görevlisi ruhların kurtarıcısı, ahlak yaramızın doktorudur. Kin ile kibirden temizlenmiş, menfaatlerden sıyrılmış, nefsini unutmuş, kalbi ve kafasıyla Allah'ın bütün kullarının imdadına koşmak isteyen, dünya gözüyle gönülsüz, Allah gözünde kahraman hizmet eridir.

Ayin, terennüm, teganni, temcit onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzak kalırlar.İslamın aslında ruhban sınıfı olmadığı gibi işi gücü merasim ve teganni olan din adamları sınıfı da yoktur.Bunlar sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır.İmam,öüezzin,müftü ancak bu görevleriyle kendilerini din adamı zannetmesinler.Esasen bunların ilahi görev organları olarak tanımadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlaması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyodu. Halkın böyle bir parazit sınıfından hoşlandığı kabul ediliyordu Halbuki bunların varlığının hiç olduğu meydandadır Onların görmede olduğu işleri yapmakla beraber, gerçek mânasıyla din görevlerini benimseyecek bir sınıf insanın yetiştirilmesine ve hayat sahnesine çıkarılmasına bugün her zamandan ziyade muhtaç durumdayız. Çünkü maddeyi putlaştıranlarm taşkınlığı ile madde putlarının fezalara yükselen heybeti, İlâhî dâvayı boğmak azmindedir. Çün­kü bedenlerden ve yünlerden silinen haya duygusu, şimdiden bir efsane olmak üzeredir, artık sefillerin feryadı ruhlarda bir iz bile bırakmıyor.

Böylesine duygusuz bir insanlığı kurtaracak olanlar, tehditçilerle terennümcüler değildir, Baba, Almanya'dan kaçırdı­ğı arabanın direksiyon zevklerine bağlanmış yaşarken, oğlu spor sirklerinde sarhoş dolaşan, tüccarı vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet teşkilâtı içinde helâl rızkını , kazanma sevgisi bir efsane, bir serap olmuşken, radyoda Kur’an okutulmasını dindarlık diye karşılayan; şehirler ve kasabalar, hattâ köylerın esiğine kadar henüz aşk ve iman çağında serseri, mücrim ve şaki olanlarla dolduğu bir devirde dolandırıcı tüccarları ile saf kalplı fukarası Hac yolunda günah çıkarmaya koşan; hoca talebesinden çekinirken delikanlı, talebe birliklerinde devletten saptıkları bol tahsisatı paylaşma yarışında yuvarlanan; gençliğe örnek olması lâzım gelen profesörleri fahiş fıatlarla kitap ihtikârı yapmaktan utanmayan, kürsüsü para, öğretimi para, gazetesi para, iktidarı para, seçimi para kuvvetiyle kazanılan bir cemaatın içinde telaffuz, terennüm ve taganni ile, efsanecilikle ve cansız öğütlerle yapılacak din görevi yoktur. Bugün bunlarla yapılacak hiçbir şey yoktur. Gerçekte din, asrın günden güne artırdığı bunca sefaletle­re karşı koyacak en kuvvetli silâhtır. Ancak bu silâhı kullanmasını bilenler din görevlisi olabileceklerdir. İslâm'ın bugünkü yetim ve elemli manzarası, böyle bir din adamları zümresinin yetişmemiş olmasındandır. Bu sebepten İslâm dünyası gerçekten sahipsiz bulunuyor. Din adına Hac yolunda bile soyulanlar, âdeta beyinlere kaynar yağ dökerek, mesuliyet duygusundan sıyrılmış, bilgisiz ve iradesiz bir sömürücü zümrenin, cemaatın başını çekip karanlık­lara sürüklediğini fark etmiyorlar.

Din adamı kalabalıktan değil, Allah'tan kuvvet alacaktır. Onun büyük Yalnız a iştirak vasıtası kendi ferdî ruhudur. Ruhu­nu köprü olarak kullanmakla Allah'ına ulaşacak ve cemaatı da bu yoldan geçirip Allaha ulaştıracaktır. Bunun için kendi ruhunun ıslahına, ihyasına çalışması lâzımdır. Ticarethaneyi, fabrikayı ve cemaatın başları üstünde sürülen saltanatı bıraksın. Yalnızlığı ile Allah'ın saltanatına sığınsın.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

İslâm Dünyasının Hali ve Bir Müşteşrikin Yorumu

MÜSLÜMANLIK

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir.

İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

‘Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor. İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,»

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­nı ıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

 

Nurettin Topçu - İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Doğru Kitap Okuma

Okunan kitap, bir ambara doldurulan eşya gibi hafızamıza bilgiler aktarıcı olmamalı, şuur yetilerimizi bir bileyi taşı gibi bileyici olmalıdır. Bir yığın ve ya bir kitle değil de bir kuvvet ve içsel bir hareket cihazı olmalıdır. Okumadan önce eser seçmenin büyük önemi bilinmelidir. En çok kitap okuyan değil, okuduğu kitaptan görüşler çıkaran ve onu, bir tarlayı derince kazıp didik didik eden alet gibi işleyen kafanın çalışması değerlidir. Her çıkan kitabı okuduğunu söyleyen kimse, bir tehlikenin ve beklide bir uçurumun başına doğru yürüdüğünü unutmasın. Büyük düşünürler sonunda, birkaç kitabın, bir yazarın eserlerini, hatta yalnız bir tek kitabın ihtiraslı hayranı olarak yıllarını onun etrafında geçirirler ve o zirveden dehalarının eserini fışkırtırlar. Hafız; Kuranı üç günde bir hatmededursun, ömrünün sonuna kadar içini tükenmeyen, yüzyıllarca bile tükenmeyeceğini can gözüyle gören, Büyük Kitabı anlamıştır. Kuranı gerçekten okuyan işte odur.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Hayatta Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir Sözü En Aptal­ca Sözlerdendir

zaman-mefhumu

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, sözünü söyleyen o muhteşem şa­hıs bu sözüyle medeniyetin tanımını yapmıştır. Çünkü aç bir komşu huzursuzluk kaynağıdır. Her an saldırmaya, sendekini almaya hazırdır. Hakkıdır da. Açlık hiçbir ahlaki kural, dini ve kanuni müeyyide, vicdani sorumluluk dinlemez. O tok yatak böyle bir durumda mutluluk, huzur vermez. Güven duygusu esastır. Kendini güvende hissetmeyen insan, hayvan, ağaç tedirgindir, korkaktır. Bin dört yüz yıl önce okuması yazması olmayan bir adam, çölün, kuraklığın ortasın­da tüm dünyaya medeniyetin, uygarlığın, insanlığın, kardeşliğin ne olduğunu bu tek cümleyle özetlemiştir. Hatta tek sözcükle: Paylaşmak.

Hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü, kabul görmüş en aptal­ca sözlerdendir. Değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, başkalarını kendine benzet­me uğraşıdır. Değişimi özetleyecek tek sözcük vardır, o da egoizmdir, hodbinlik­tir. Yani kendini beğenmişlik. Kendini mükemmel görüp dünyanın, mutlak doğ­runun merkezine yerleştirmiş bireyler diğer bireyleri, uluslar diğer ulusları, fikir­ler diğer fikirleri kendisine benzetmeye çalışır. Değişimde “diğer” ilkeldir, kötü­dür, mide bulandırıcıdır. Ben, moderndir, demokrattır. Kendini aydın sananlar ca­hil olarak niteledikleri sıradan halkı, köylüyü küçümser. Onları değiştirmeye çalışır. Halkın, köylüsüne aydını ukala, kendini beğenmiş bulup kendisine benzetmek gibi bir gayesi yoktur oysa. Teknolojinin sahipleri ise yaşam poetikalarını fakir,sömürülen halklara yedirmeye çalışırlar. Yani anne, diğer annenin çocuğunun mutluluğunu düşünmek yerine, o çocuğu kendi çocuğuna benzetmeye çalışır.

Onun kıvırcık saçı, siyah teni küçümsenmeye layıktır. Dişlerindeki o muhteşem tapılası beyazlığı görmez, yüceltmez. Oysa tabiatın, Allah'ın bir dengesi vardır. Nefes alan, almayan her bir varlığın kendince eksik ya da üstün tarafları vardır. Değişim sözcüğü inanca, ahlaka, medeniyete ihanet etmiştir. Hırsızlık bir olgudur ve tüm dinlerde, en ilkelinden en uygarına suçtur, günahtır. Cezaevlerinde bile bir zamanlar hırsızlar diğer mahkûmlardan kötü muameleler görürdü. İçeri­ğinde birtakım değişimlerin olması mekâna, şartlara göre muhtemeldir. Kıtlık yıllarında, uzun savaş dönemlerinde ekmek çalan kişinin elinin kesilmesi fetva­sını veren bir kadının, bu kararındaki haklı gerekçeleri, ekmeğin bol olduğu bir zamanda yetişmiş bugünün insanına anlatamazsınız. Bugün uranyum en değerli maden. Değil çalmak taşıması bile suç. Beş yüz yıl önce hangi koşulda olursanız olun uranyum madenini çalmak herhangi bir ahlaki ya da kanuni müeyyideyi ge­rektirmezdi. Yüzyıl öncesinin insanına bir tür hırsızlık olan korsan olgusunu an­latamazsınız.

Fakat içeriğindeki birtakım farklılıklara rağmen hırsızlık hala hır­sızlıktır. Netice olarak, içeriğindeki tüm bu farklılaşmaya rağmen birtakım olgu­ları değiştirmek nasıl mümkün değilse, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün de zırvanın teki olduğunun açık bir kanıtıdır.

Sosyalist kuramların temelinde tez-antitez çatışması yatar. Cahil gördüğü hal­kı değiştirmeye çalışan aydınların, gün gelip aynı değişim rüzgârına o halkın da kaptlabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalıdırlar. Fransız İhtilali tekse bu, ihtilallerin de tek olacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde kendisini medeniyetin beşiği, demokrasinin savunucusu sanan, ikinci ve üçüncü dünyayı kendisi­ne benzetmeye, değiştirmeye, yaşam poetikasını onlara yedirmeye çalışan tekno­loji devlerinin şunu iyi bilmesi gerekir. Gün gelir karşınızdaki de sizi kendisine benzetmeye çalışır. O açtır, mutsuzdur, tedirgindir, korku doludur.

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Bilmek ve Düşünmek

Zamanımızın insanı, asrın dimağı ve duyguları şiddetle sarsan olaylar fırtınası içinde, sürekli kasırga altında bir türlü yeşeremeyen ağaçlar gibi sanki düşünmekten korkuyor, olayların kalıplaşmış bilgisine kolayca teslim oluyor. Aynı zamanda olayların ağır yükü altında bunalan şuurlara saldıran dış tesirler de düşüncenin yolunu tıkamaktadırlar. Kanunların yolluğu gibi çokluğunun da hak ve hürriyetlerimizin korunmasını tehlikeye sokabileceği kitap yokluğu kadar yayınlanan kitapların çokluğu da şuurların hür işleyişini köstekleyicidir.

Günümüzün meselelerini karşılayan çözüm yollarının çokluğu zihinleri tembelleştirip cesaretsiz yapıyor. Bu günkü bol gazete ve aşırı reklâmlarla yan yana yürüyen kontrolsuz neşriyat, genç beyinleri şaşırtıyor, yoruyor ve kendi kalıpları içinde kolayca dondurabiliyor. Bütün bu tazyiklerin altında zihni bunalan bir nesle yaranmakla şöhret yapan sahtekârlar, Sultan Abdülhamit in örnek hükümdar olduğuna. Yakın tarihin bunca belgelerine rağmen, halkı inandırabiliyorlar. İnsanlığımızın bin yıllık tecrübelerinden sonra. Anadolunun milli vatan olmadığını, milli vatanın Ortaasyada olduğunu söyleyen deliler, akıl hastalarının bol bulunduğu bir şehirde hala serbest dolaşıyorlar. En çok yüksek mühendis yetiştiren bu günkü maarifin zirvesi mühendislik tekniğinde sanki sembolleşen bir millet, şehirlerinde kümes aralarında dolaşanlar gibi yaşayabiliyor. Bu yolda sıralanacak örneklerin hepsi, her alanda bilgi toplayan, ancak düşünmekten kaçan berbat bir gelişmeyi ortaya koyucudur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »