İstanbulu Mekan Edinen Batılılar



İstanbul 18. ve 19. yüzyıllarda Batılı pek çok alim, sanatkâr ve aske­re ev sahipliği yapmış bir şehir. Bunlardan bir kısmı burada doğmuş, bir kısmı İse son uykularına burada çekilmişlerdir. Bazıları şehre aşık olmuş, defalarca gelerek farklı semtlerde uzun süreli ikamet etmiş, yazdıkları romanlara, şiirlere, çizdikleri tablolara bu şehri taşımışlardır. Bu kişilerin biyografilerinin bir kitabı çok rahatlık­la dolduracağını bildiğimden sadece kişisel olarak ilgimi çeken birkaçını bu satır­lara taşımakla yetineceğim.

Dışı Osmanli içi Fransiz bîr subay:Humbaraci Ahmet Paşa

Yolu Galata Mevlevihanesi’ne düşenler bilir. Mevlevihanenin hamuşanında yani haziresinde girişin hemen sol tarafında en köşede etrafı demir parmaklıklarla çevrili bir mezar yer alır. Söz konusu mezar, hayatı neredeyse bir film senaryosunu andı­ran Humbaraci Ahmet Paşa’ya aittir. Paşanın Fransa’nın Limousin eyaletinden Gala­ta Mevlevihanesi’ne uzanan ilginç hayatına şöyle bir göz atalım. Claude Alexandre Comte de Bonneval adı ile soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Pa­şa, önce Fransız donanmasında ardından da kara ordusunda eğitim alarak subay oldu. İtalya ve İspanya ile yapılan savaşlarda başarılara imza attı. Ancak bir takım nedenlerden dolayı dönemin kralı olan ve “Güneş Kral” olarak da bilinen 14. Louis ile arası açıldı. Fransa’dan kaçarak ülkesinin can düşmanı olan Avusturya’ya sığın­dı. Burada bir diğer Fransız, Prens Öjen’in hizmetinde çalıştı ve ülkesiyle yapılan savaşlarda Avusturya orduları namına önemli başarılar elde etti. Osmanlılara karşı da kayda değer başarılar kazandı. Ancak 20 yıllık bir hizmet evresinin ardından Prens Öjen ile arası açılınca kendine yeni bir sığınacak ülke arayan de Bonneval’in bu yöndeki talepleri, İspanya ve Lehistan tarafından reddedildi. Bunun üzerine 1729 yılında henüz Lale devrini yaşamakta olan Osmanli topraklarına sığındı. Bir müddet Bosna’da yaşadı ve hatta burada İslam’a geçerek Ahmet adını aldı. Lâkin paşanın Müslümanlığının samimiyet derecesi hala tartışmalıdır. Kendisinin tasav­vufa olan meyli ise bilinmektedir. I. Mahmut’un Patrona İsyanı sonrasında tahta geçmesi ile gerginleşen Osmanlı-Avusturya ilişkilerini akıllıca değerlendiren Ahmet Bey, Osmanlı ordusu için bir dizi ıslahat önerisi sununca İstanbul’a çağrıldı.



Paşalık rütbesi verilerek o sıralar Üsküdar’ın Ayazma semtinde bulunan humbaracıların eğitimi İle görevlendirildi. Paşa’nın işini hakkıyla yaptığı biliniyor. Nitekim 1736-39 yılında Osmanlı ordularının Avusturya karşısında kazandığı başarılarda onun payı büyüktür. Lâkin son dere­ce hırslı kişiliği ile tanınan ve bu nedenle de hizmetine girdiği hemen her devletin üst düzey ricaliyle çatışmaktan geri kalmayan paşa, İs­tanbul’da da rahat durmadı. Bir ara Kastamonu’ya bile sürüldü. Öm­rünün son demlerini bugünkü Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’ne yakın bir mevkide bulunan evinde geçirdi. İleri yaşına rağmen Fransa ya da İtalya’ya geçerek faaliyetlerine burada devam etmek azminde olan paşanın fırtınalı yaşamı, 1747’de ölümüyle duruldu. Bu denli fır­tınalı bir ömür yaşayan askerin, kelime anlamı “sessizler evi” olan ve ölüm sonrasındaki huzur ve asudeliğe gönderme yapan Mevlevi ha- muşanında yatması ise son derece ironiktir.



İSTANBUL DOĞUMLU BİR FRANSIZ İHTİLALİ KAHRAMANI:

Andre Chenier

İstanbul dünyaca ünlü pek çok aydın ve yazarı misafir ettiği gibi bazı önemli simalar da bu kozmopolit kentte doğmuşlardır. Galata’da, Bankalar Caddesi’ndeki meşhur Komando merdivenlerini çıkıp sola kıvrıldığınızda ve Avusturya Lisesi’ni geride bırakıp, Ceneviz podesta- larının ikamet ettiği sarayı geçip yolunuza devam ettiğinizde, son de­rece eski fakat bir o kadar da heybetli bir İş hanı İle karşılaşırsınız.

Saint Pierre Hanı adını taşıyan yapı, gerçekten de İstanbul'daki en eski hanlardan bir tanesidir. Bakışlarınızı binanın üzerinde gezdirdiğinizde gözleriniz Fransızca şu İbareye takılır: “André Chenier naquit dans cette maison le 30 Octobre 1762.” Benim gibi Fransızca fukarası İseniz o zaman çevirisini de vererek sizi bir zahmetten kurtarayım: "André Chenier 30 Ekim 1762'de bu evde doğmuştur." Yapıyı gördükten sonra bu sefer de aklınıza şu sual takılacaktır, “iyi de buranın evle ne İlgisi var?” Gerçekten de buranın evle bir ilgisi yok. Hatta yapının tarihte oynamış olduğu en önemli rol, Osmanlı Bankası’nın kurulduğu bina olması. Esasen Levanten kökenli Fransız mimar Alexandre Vallaury tarafından buraya iliştirilen kitabe, eksik malumat taşır. Zira Chenier, bu handa değil, doğumundan kısa bir süre sonra bölgede çıkan yangın neticesinde yok olan Fransız Ticaret Temsilciliği lojmanlarında doğmuştur. Zaten doğumundan 3 yıl kadar sonra da ailesi İstanbul’u terk edip Fransa’ya yerleştiğinden dolayı Saint Piere Hanı’nı hiç görememiştir. Chenier’i şöhrete ulaştıran da zaten Fransa’daki yaşamıdır.



Chenier, aydın bir aileden gelmekte idi ve annesinin Rum kökenli ol­ması nedeniyle de daha çocukluk çağlarından itibaren Helen ve Latin tarihine merak salarak bu devirlere duyduğu özlemi kaleme aldığı şi­irler yazdı. Fransız romantizminin en ünlü simaları arasında kabul edil­mesine neden olan şiirlerinin pek çoğu, ölümünden sonra basıldı. Chenier, ihtilalin gerçekleşmesine hatipliği ve gazetelerde kaleme al­dığı ateşli yazıları ile önemli katkılarda bulundu. Ancak İhtilal sonra­sında yaşanan terör devresinde İdareyi ele geçiren Jakobenleri eleş­tirdiği ve onlarla ters düştüğü İçin hakkında tutuklama emri çıkarıldı. Bir süre saklandıysa da sonunda tutuklanarak Saint Lazare Hapisha-nesi’ne gönderildi. Temmuz 1789’da devrim, en ateşli çocuklarından birini daha yiyecek ve Chenier, giyotinle idam edilecektir. İdam edil­meden önce eliyle alnını göstererek söylediği sözler, genç yazarın dramını da sergiler: “Gelecek kuşaklar İçin bir şey yapamadım. Hal­buki burada bir şeyler vardı.” Kaderin garip bir cilvesidir kİ onun ida­mından sadece iki gün sonra kendisini giyotine gönderen Robespierre liderliğindeki Jakobenler de devrilecektir. Chenier öldüğünde sadece 31 yaşındaydı.

Öğrencilerin Don İzzet Paşası

İstanbul’da sadece uzun süre yaşamakla kalmayıp burada hayata gözlerini yuman Avrupalı sanatçılardan biri de Giuseppe Donizetti ya da öğrencilerinin İfadesi İle Don İzzet Paşa’dır. Müzisyen bir aileden gelen Giuseppe Donizetti, oldukça renkli bir hayat sürmüştür. Donizetti, gençlik yıllarında bando üyesi olarak Napolyon’un ordusunda yer aldı. Hatta onun Elbe adası sürgününde ve son savaşı olan Waterloo’da hazır bulundu. Sonrasında memleketine dönerek Plyemonte ordusunda alay bandosu idareciliği yaptı.

Bu sırada Osmanlı payitahtında da köklü değişimler yaşanıyor, 2. Mahmut kılık kıyafet alanından, eğitim alanına bürokrasiden sosyal yaşama kadar uzanan sahalarda köklü reformlara imza atıyordu. Bu reform sürecinden asırlık mehterhane de etkilenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra o günlerin hatırasını yaşatan Mehteran’ın da ilga edilerek yerine modern tarzda bir Mızıka-i Hümayun kurulması için teşebbüslere girişilmişti.



İşte Osmanlı bandosunda hizmet verecek yetenekli ve tecrübeli hoca arayışının devam ettiği günlerde Serasker Hüsrev Paşa, İstanbul’daki Sardunya elçisinden bu konuda yardımcı olmasını İster. Bu talep üzerine Giuseppe Donizetti İstanbul’a gönderilir. Pera semtinde Asmalımescit civarına yerleşen Donlzetti’nin, burada yaşanan yangınlardan dolayı birkaç ev değiştirdiği biliniyor. Nitekim Donizetti ailesinden kalma ve bugün de giriş kapısının üzerinde “Apartament Donizetti” ibaresinin okunabildiği yapı, Asmalımescit’ten Pera Palas’a doğru yürürken sol kolda karşınıza çıkıverir.

Donizetti, İstanbul’a geldiği ilk 4 ay İçinde “Mahmudiye” adını verdiği bir marş kaleme alarak sultanın takdirini kazanmıştır. Dahası bugün de muamma olan bir biçimde söz konusu marş, 1839’da İsveç ordusu tarafından resmi marş olarak kabul edilmiştir. Avrupa’da da çeşitli de­falar basılan marş, Sultan 6. Mehmet Vahdettln’ln saltanatı dönemin­de, resmen Osmanlı milli marşı İlan olunur. Bu beste her ne kadar Sul­tan Mahmut’un İktidarı döneminde milli marş olarak kullanılmışsa da,Donizetti’nin daha sonra tahta çıkan Sultan Abdülmecit İçin kaleme aldığı Mecidiye Marşı ortaya çıkınca İkincisi İlkinin yerini almıştı.

Yaptığı hizmetler sonrasında Donizetti'nln rütbesi 1841'de miralay (al­bay). 1851de de mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildiği gibi hayatının son yıllarında da “paşa" unvanını aldı. Donizetti Paşa, Türk müziğinin önde gelen pek çok İsmine de hocalık yapmıştı. Sultan Abdülmecit, Dürrinigâr Kalfa ve Süleyman Paşa gibi isimler onun yetiştirdiği en önemli öğrencilerdi. Donizetti İstanbul’da başarılarla dolu yaşamını, uzun süredir mücadele etmekte olduğu kalp rahatsızlığına yenik düş­mesi nedeniyle Kırım Savaşı’nın son günlerinde, 12 Şubat 1856’da ta­mamladı. İstiklal Caddesi üzerindeki Santa Marla Kilisesi’nde gerçek­leşen cenaze töreninin ardından Harbiye’deki Nötr Dame de Sion Lise- si'nin hemen bitişiğinde bulunan Saint Esprit Katedrali'ne defnedildi. Bugün de katedralin mahzeninde bulunan lahitinin hemen arkasında şu yazılar okunabilir: “Bergamotu Giuseppe Donizetti, Bonapart’ın askeri, Legion D'Honneur sahibi, Osmanlı askeri müziği eğitmeni, Abdülmecit’in paşası, İstanbul’da 1856’da öldü.” Osmanlı hizmetindeki meşhur Batılılar içerisinde anısı en uzun süre devam eden kişilerden biri olan Donizetti’nin torunları da İstanbul’da ikamet etmeyi sürdürmüşlerdir.

Mazlum ulusların şaîri:Adam MickieWicz

Bazı şairler vardır ki yaşadıkları devirlerde maruz kaldıkları zorbalık, şiirlerine güç olarak yansır. Polonya’nın milli şairi olarak kabul edilen Mickiewicz de şiirlerini böylesi bir dönemde kaleme almıştır. Mickiewicz, 1798 yılında Napolyon savaşlarının süregeldiği bir devirde doğ­muştu. Doğduğunda mensubu olduğu Polonya ulusu özgürlüğün ne ol­duğunu neredeyse unutmuştu. Bu nedenle Polonyalılar, Napolyon’un 1812’de topraklarından geçişini büyük bir coşkuyla karşıladılar. An­cak ertesi yıl Napolyon önce Leipzig’de 2 yıl sonra da Waterloo’da ye­nilince İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya'dan oluşan koalisyon güçleri Polonya’nın kaderini Viyana Kongresi’nde belirlediler. Galip devletlerin üçünün ortasında yer alan Polonya’nın akıbeti daha baş­tan belliydi. Rusya, Avusturya ve Prusya Polonya’yı kendi aralarında paylaştılar. Bu felaketler devri Mickiewicz’in düşünce yapısının oluşu­munda önemli rol oynadı.

Mickiewicz’in çağdaşları Almanya’da Goethe ve Sebiller, İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor Hugo gibi güçlü edipler idi. Bunlar, döne­min ihtilallerle geçen siyasi çalkantılarında romantik ve milliyetçi eserleri ile ihtilalin oluşumuna katkıda bulunan isimlerdi. Mickiewicz de bu ediblerden bir kısmı ile doğrudan görüşmüş ve fikirlerinden et­kilenmiştir. 1817’de daha öğrencilik yıllarında, Polonya bağımsızlık hareketi için bazı örgütlere üye olmuş, 1824te de çarlık hükümeti tarafından tutuklanarak Rusya'ya sürgün edilmişti.

Genç Polonyalı Saint Petersburg, Moskova ve Odessa gibi Rusya'nın kültürel merkezlerinde geçen bu devreyi en iyi şekilde değerlendirmiş, Puşkin başta olmak üzere dönemin pek çok aydınıyla temas kurmuştur. Sonrasında Rusya'daki dostlarının da yardımıyla 1829’da Çekoslovakya ve Almanya üzerinden İtalya’ya geçti. Almanya'da Weimar kentinde ünlü şair Goethe ile tanışma şansı buldu. Tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 ihtilallerini Mickiewicz, İtalya’da karşıladı. En kanlı çatışmalar bil hassa Polonya'da gerçekleşti ve isyancıları Rus ordusuna karşı en çok motive eden güç onun şiirleriydi. Ancak isyan Rusya tarafından şiddetle bastırıldı. Liberalizm ve işçi hareketlerinin etkisiyle patlak veren 1848 ihtilallerinde de Mickiewicz aktif rol aldı. O sıralarda İtalya’da bulunduğu için Avusturya’ya karşı mücadele eden Garibaldi’nin ordusunu destekledi. Yine burada kaleme aldığı yazılarda despotizm altında inleyen Polonyalı, Alman, Macar ve İtalyanlara birleşme çağrısı yaptı. İhtilaller Almanya ve İtalya'da görece sonuç elde ederken Doğu Avrupa halklarının kaderinde köklü bir değişime yol açmadı.



1853’te Osmanlı ile Rusya arasında çıkan savaş, bir süre sonra İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı ile ittifak kurarak Kırım’a saldırması, Mickiewicz’e yeni bir umut ışığı sundu. Eylül 1855’te büyük despotun sonunu daha yakından görmek ve mücadelede daha aktif rol almak için İstanbul'a geldi. Bilindiği üzere Kırım Savaşı’nda 1848 ihtilalleri çerçevesinde ayaklanan ancak özgürlüklerini elde edemeyen Macar ve Polonyalılar da mütte­fik ordular safında yer almışlardı. Mickiewicz’in yapmak istediklerin­den biri de mücadeleye katılan vatandaşlarına dizeleri ile destek ver­mekti. Kendisinin İstanbul’da Saint Lazare Manastırı ile Lüksemburg Oteli’nde bir müddet kaldıktan sonra bugün Kasımpaşa semti sınırla­rı içinde kalan ve 1955’te yani şairin 100. ölüm yıldönümünde müze­ye dönüştürülen üç katlı bir evde kaldığı biliniyor. Burada geçen bir kaç ayın sonunda muhtemelen savaş nedeniyle İstanbul’a yaralı müt­tefik askerler tarafından taşınan koleraya yakalanarak ansızın öldü.

Hayata gözlerini yumduğu üç katlı evin bodrumunda temsili bir meza­rı bulunmaktadır.

İstanbul sevgîsi İçin ordudan atîlan yazar:Claude Farrer

Claude Farrer, isimleri İstanbul’la özdeşleşerek şehrin caddelerine nam olmuş İki Fransız yazardan biridir. Diğeri ise Plerre Loti'dir ki elinizdeki çalışmada onun hakkında ayrı bir yazı yer aldığından kendisi bu makaleye dahil edilmemiştir. Farrer de tıpkı Loti gibi denizcidir. İstanbul’u defalarca ziyaret etmiş ve her ziyaretinde başka mekanlarda ikamet ederek şehri tanıma yoluna gitmiştir. İstanbul’a karşı o denli yoğun duygular beslemiştir ki I. Dünya Savaşı yıllarında kendisi gibi bahriye subayı olan Pierre Loti İle beraber savaş halinde oldukları Osmanlı devletini savunan, Fransa’nın Osmanlı karşısında yer almasını büyük bir tarihi hata olarak niteleyen yazılar kaleme aldığı İçin 1919’da subaylık mesleğinden erken emekliliğe sevk edilmiştir. Bu aslında Farrer’e edebiyatla daha yakından ilgilenme ve daha çok gezme imkanı vermiştir. Yeri gelmişken hemen belirtelim kİ Farrer’in emekli olmadan önce görev yaptığı gemilerden bir tanesi de Çanakkale savaşları sırasında sulara gömülerek batan meşhur Fransız zırhlısı Bouvet’dir.



Farrer’in İstanbul’a ilk gelişi 1902, son gelişiyse 1950’dir. 1903’de ise Pierre Loti’nin idaresinde olan La Vautour gemisi İle İstanbul’a gelmiştir. Farrer, bilhassa I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti lehine kaleme aldığı yazılardan ve bunun karşılığında ödediği bedel­den dolayı Türk halkının yoğun sevgisine mazhar olmuştur. Nitekim Fransız hükümeti Milli Mücadele yıllarında onun bu popülaritesinden istifade etmeye çalışmış ve kendisi İstanbul’a gönderilmiştir. Sakar­ya Savaşı’nın kazanıldığı günlerde İstanbul’a gelen yazar, buradan Adapazarı’na geçerek Mustafa Kemal Paşa İle görüşmüş, onun niyet­lerini öğrenmeye çalışmıştır. Esasen bilindiği üzere Fransa, bilhassa Ortadoğu’daki nüfuz alanlarının paylaşımı meselesinden dolayı Ingil­tere ile ters düşmüş ve kamuoyunda da I. Dünya Savaşı’nda toprak­ları Almanlar tarafından harabe haline getirilen Fransa’nın ana kara dışında macera aramaması konusunda bir dizi propaganda faaliyeti­nin sürmesi nedeniyle Anadolu’yu terke hazır bir hale gelmiştir, ilginçtir  ki İstanbul ve Türk aşığı olarak bilinen Farrer'in M. Kemal ve kafasındaki tasanlar hakkındaki düşünceleri pek müspet değildir.

Farrer modernize olmaya başlayan Türkiye'nin şarka mahsus gizemini yitireceğinden endişe eder. Buna rağmen kendisinin çeşitli defalar Ankara ve İstanbul'a gelmeye devam ettiği biliniyor. Yazar bu gezilerdeki gözlemlerini yazılarına ve romanlarına da taşımıştır. Bugün Divanyolu'nda bir cadde, 1935'te Fransız akademisine de seçilmiş olan İstanbul sevdalısı bu yazarın adını taşır.

Sovyet devrimi sürgünü bir büyükadalı:Troçki

1917’de gerçekleşen Rus devrimi tüm dünyada büyük bir heyecana yol açmıştır. İşin ilginci bu devrim Marx’ın öngördüğü gibi işçi sınıfının en kuvvetli olduğu İngiltere, Fransa ya da Almanya gibi bir sanayi ülkesinde değil de Rusya gibi despotik bir tanm ülkesinde gerçekleşmiştir. Devrim sonrasında sosyalistlerin Bolşevik kanadı, daha ılımlı olan Menşevik kanadını tasfiye etmeye kalkmış, bu da Rusya’yı bir iç savaşın içine sürüklemiştir. İç savaş döneminde bilhassa iki isim,Bolşevik hareketin lideri Lenin ile Kızılordu’nun kurucusu ve Lenin’in halefi olarak gösterilen Troçki ön plana çıkmıştır. Lenin’in ardı ardına geçirdiği felçler sonrasında ise iktidar beklenildiği gibi Troçki’nin değil, komünist parti içerisinde ciddi bir yandaş desteği toplamayı başaran Stalin’in eline geçecektir. Troçki’nin Lenin’in bazı eylemlerini tasvip etmemesi ve Stalin’le de bazı konularda çatışması ona sürgün yolunu açacaktır.



1879’da orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğan ve devrimciler safına katılan Troçki, İlk sürgününü bu nedenle 1898’de çarlık rejimince Sibirya’ya sürülerek yaşamıştı. 1928’de önce ülke içinde Alma Ata’ya sürülecek ancak eleştiri ve faaliyetlerine devam edince bir yıl sonra bu kez Sovyet hudutlarının dışında yaşamaya mahkum edilecektir. Sovyet hükümeti, sürgün konusunda Batılı bazı ülkelerle yazışmaya girişmiş lâkin hiçbir ülke bu ateşli devrimciyi kabul etmeye yanaşmamıştı. Sovyetlerin aradığı olumlu yanıt Türkiye’den gelecektir. Türk hükümeti, Troçki’nin ikameti İçin Büyükada’yı tahsis etmiş ve dilediği kadar burada ikamet edebileceğini Sovyet yetkililere bildirmiştir. Türkiye'nin Troçki'yi kabul etmesinde hiç şüphe yok ki onun “Savaş komiserliği" görevinde bulunduğu yıllarda Türk milli davasına silah temini konusunda göstermiş olduğu kolay­lıklar etkili olmuştur. Her ne kadar Bolşevikler bu yardımı, Sovyet devrim ilkelerinin Türkiye'de de tutunacağı umuduyla yapmış olsalar da o yokluk günlerinde gelen destek TBMM İçin hayat İksiri vazifesi görmüştür.

Türkiye tarafından Büyükada’nın tercih edilmesinin en temel nedeni adanın İstanbul'dan uzak olması ve küçük olduğundan dolayı kontro­lünün kolay sağlanması olsa gerek. Talihin garip bir cilvesidir ki ada, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu zamanında da sürgün yeri vazife­si görmekteydi. Troçki’nin ikametine Arap İzzet Paşa köşkü olarak da bilinen İlyasko Köşkü tahsis edilir. Köşkün önüne de bir karakol kurulur. Zira Troçki’nin Stalin ya da halihazırda Rusya’daki İç savaşı kaybettikleri için İstanbul’a kaçmak zorunda kalan Beyaz Ruslar ta­rafından bir suikaste maruz kalmasından endişelenilmektedir. Esasen bu endişe tamamen yersiz de değildir. Zira İkamet ettiği köşk 1931’de kundaklanır.

Troçki açısından ada günleri fırtınalı yaşamının en sakin safhaların­dan birisini teşkil eder. Bu devrede “Hayatım” adlı otobiyografisinin yanısıra pek çok yazı kaleme alır. Ayrıca sandalla denize açılarak ba­lık avlamak suretiyle de zihnini dinlendirir. Adada zaman zaman Geor­ge Simenon ve Emil Ludwig gibi edebiyat dünyasının ünlü isimlerince de ziyaret edilen Troçki, 15 Temmuz 1933’de adadan ayrılır. Fransa ve Norveç’in ardından bir süre de Meksika’da yaşayan Troçki, 1940’da burada hayatını kaybedecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:177-185(Küre yay.)
Devamını Oku »

Tıbbın Tanımı ve Konusu



el-Kânûn fî’t-Tıb ve Kitabü’ş-Şifa İbn Sînâ’nın en önemli eserleri olarak bilinirler. Kendi ifadesiyle, “bir doktorun bilmesi gereken asgari bilgiyi içeren” el-Kânûn fî’tTıb, hem Doğu’da hem de çeviriler yoluyla Batı’da hekimlerin el kitabı olarak yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Latinceye çevirisi Cremonalı Gerard tarafından 1473’de Milano’da basılmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda İngilizce, Almanca, Fransızca dillerinde eserin kısmi ve tam çevirileri basılmıştır. Aşağıda bu eserin girişini oluşturan ’Tıbbın Tanımı ve Konusu’ başlıklı bölümün bir kısmı sunulmaktadır.


Tıbbın Tarifi Hakkında


Tıp, insan vücudunun sağlık ve hastalık durumu ve de onu sağlıklı durumda koruma ve sağlığını kaybettiğinde tekrar nasıl kazanacağı konusunu ele alan bilimdir, diyorum.

Tıp, pratik ve teorik olmak üzere ikiye ayrılır ve siz onun tamamını teorik hale getirdiniz, denilebilir. O zaman biz onlara sanatların ve felsefenin teorik ve pratik kısmının olduğu gibi, tıbbın da pratik ve teorik kısımları olduğunu söyleyerek cevap verebiliriz.

Tıpta pratik ve teorik iki kısım vardır, denir. Her bölümde pratik ve teorik sözüyle başka bir şey kastedilir, halbuki biz burada bu konudaki farklı görüşleri açıklamak istemiyoruz.

Ancak tıbbın bir kısmı pratiktir; bir kısmı teoriktir, denirse de, onların burada demek istedikleri şey, bu konuyla ilgilenen pek çok kişinin de kabul ettiği gibi, tıbbın birbirinden ayrı iki dala bölünebileceği anlamına gelmez. Hattâ ondan başka bir şeyin kastedilmekte olduğunu bilmek gerekir. Tıbbın bir değil iki bölümü de bilimdir, ancak onlardan biri tıbbın yönteminin bilimi, diğeri ise, onun nasıl tatbik edileceğinin bilimidir. Daha sonra onlardan birincisine bilim veya teori adı verilmiştir; diğeri ise pratik adını alır. Teoriden kastettiğiniz, uygulamasına temas etmeksizin, sadece düşünceye yarar sağlayan öğreti kısmıdır. Örneğin, tıpta üç çeşit humma ve dokuz mizaç vardır, denilir.

Pratikten kastettiğimiz, ne bizzat pratik yapmak ne de vücut hareketlerinin işlevidir. [Tıbbın bu ikinci kısmı], tıbbi öğretinin teknik tatbikat kısmıdır. Örneğin, başlangıçta şiddetli iltihaplara onları serinletecek ve yoğunlaştıracak ilaçlarla muamele edilir. Sonra yumuşatıcılar kullanılmalıdır ve sonra da söktürücü maddelerle muamele edilir. Durum iyiye gitmeğe başladıktan sonra, sadece çözücü yumuşatıcıların verilmesi yeterli olacaktır. İltihap, hayati organlardan fazlalıkların çıkması sonucunda meydana gelmişse, bu belirlemelerin bir yararı olmayacaktır. İşte bu tip bilgilerdir ki tıbbi pratikte rehber olarak kabul edilen tatbikatın bilgileridir. Bu iki bölüm, yani pratik ve teorik bölümler tamamlanınca, hiç tatbikatını yapmasan bile sen tıbbın hem teorik hem de pratik bölümü hakkında bilgi sahibi olursun.

İnsan vücudunun gerçekte sağlık, hastalık ve ne sağlık ne hastalık durumları olmak üzere üç durumu olduğuna itiraz edilebilir ve sen [bütün bilgiyi] sadece iki bölümde topladın denilebilir. Ve [de] bu sözü söyleyen düşünecek olursa, bu iki durumdan [yani] ne üçe çıkarmamızın ne de ikiden aza indirmemizin şart olmadığını fark eder.

[Sonra da] burada üç dala ayırmak şartsa, şöyle denilebilir. [Biz] sağlık kaybından hastalık doğar diyoruz; onların ileri sürdüğü üçüncü halin sağlık sınırı yoktur, çünkü sağlık bir meleke veya bir haldir ki ondan sağlıklı fiiller çıkar. Ancak sağlığı kendi istedikleri gibi sınırlarlarsa ve ihtiyaçları olan şartları ileri sürerlerse, bunun sınırı yoktur. Ayrıca hekimler, doktorlar bu konuyu tartışmaktan kaçınırlar. Onlar buna benzer konularda münakaşa etmezler ve bu münakaşa onlara ve bu konuyu münakaşa edenlere tıpta bir fayda sağlamaz. Ancak bu konuda gerçeği bilmek, öğrenmek başka sanatın konusuna (usulüne) uygundur; bundan da mantık sanatının usulünü kastediyoruz. Bu konu orada aranmalıdır.

Tıbbın Konusu Hakkında


Tıbbın konusu, sağlık ve hastalık halindeki insan vücuduyla ilgilidir. Her şeyin bilgisi, onun meydana geldiği yerden elde edilen sebepleri öğrenmekle kazanılır. Böylece tıpta, sağlık ve hastalık teşhisi için sağlık ve hastalığın sebeplerinin belirlenmesi gerekir. Sağlığın ve hastalığın sebepleri, bazen çok açıktır; ancak [bu sebepler] zaman içinde gözlemlerle doğrudan belirlenemeyebilir; araz ve işaretlerinden çıkarmak zorunda kalınabilir. Böylece, hastalık ve sağlığın işaretleri ve arazları da belirlenmelidir.

Temel felsefenin bir kaidesi şudur: maddi bir objenin bilgisi, onun kaynağını belirleyerek elde edilebilir ve onun kökeninden ve sebeplerinden elde edilen sebepler orada mevcuttur, [yani gözlem yoluyla kabul edilebilir niteliktedir]. Eğer böyle değilse, bilgi işaretler ve arazlar yoluyla elde edilir. Bu sebepler dört tanedir: maddi, etkin, formel ve gai sebeplerdir. Bunlar sağlık ve hastalığa göre, aşağıdaki şekilde verilebilir:

Maddi sebepler, sağlık ve hastalığın üzerinde temellendiği özler ve [enerjilerdir]. Bunlar fail organlar ve onların hayati güçleridir ve onlardan ayrılmış, uzak olan hıltlar (kan, balgam, kara safra ve sarı safra) ve onlardan da uzak olan elementlerdir. Gerekli değişmelerle birlikte, hıltlar ve elementler [insan vücudunun] temelini teşkil eder. Böylece, sağlık ve hastalığın temelini teşkil eden bir obje o kadar iyi düzenlenmiş ve değiştirilmiştir ki belli bir farklılaşma ile özel bir yapı ve mizaca sahip kutsal bir birlik ortaya çıkmıştır. Mizaç değişmeye konu teşkil eder; morfoloji ise yapıyla ilgilidir.

Etkin sebepler, insan vücudunu dış etkilere göre değiştiren ya da o etkilerden koruyan sebeplerdir. [Bunlar] farklı hava şartları ve onlarla ilgili faktörlerdir; besinler, su ve diğer içecekler vb. şeylerdir; idrar tutulması ya da kusma, yani içeride olanın dışarıya atılmasıdır; yaşanan ve oturulan yerler ve onlarla ilgili yerler; vücudun sükûnet ve hareketi; psikolojik ve fiziki etkenler; uyku ve uyanıklık; hayatın farklı safhaları ve o safhalarda yer alan değişmeler; cinsel değişmeler; meslekler; alışkanlıklar ve nihayet zıt nesneler veya vücutla dıştan temas eden diğer şeylerdir.

Formel sebepler: Sağlık ve hastalığın formel (şekli) sebepleri üç tanedir; mizaçlar; onların oluşturduğu özellikler ve yapılardır.

Gai sebepler, işlevlerdir. Burada da açıklanacağı gibi, özelliklerin ve onlara eşlik eden hayati güçlerin bilgilerini elde etmenin, gerekli olduğu aşikârdır.

Bu söz konusu edilen sebepler, insan vücudunun sağlık ve hastalığı ile ilgili olduğundan, tıp sanatının konusudur. Tıbbın konusu sağlığı korumak ve hastalığın kökünü kurutmak olduğundan dolayı, sağlığı, korumak ve hastalığın sebeplerinden korunma vasıtaları onun konusunun bir parçasıdır. Bu vasıtalar ve sebepler, diyetin iyi ayarlanması, uygun hava şartlarını seçmek, belli bir ölçüde istirahat ve egzersiz, ilaçla tedavi; ameliyat sürecidir. Bütün bu meseleler, müteakip noktalara göre betimlenir: Sağlık, hastalık ve ara durum.

Çeşitli meseleleri müstakil olarak açıkladıktan sonra, şimdi, artık, bütün olarak tıbbın konusunun, elementler, hıltlar, mizaçlar, basit ve mürekkep organlar, hayati güçler, özellikler, yani fiziksel, vital ve sinirsel olanlar ve işlevleri, sağlıkla ve hastalıkla ilgili vücut durumları ve ara durum ve onların sebepleri, yiyecek ve içecekler, hava ve su, yaşanan ülke ve oturulan yer, boşaltım, vücutta tutma, fiziksel ve zihinsel faaliyetler, yaş, cinsiyet, vücudu etkileyen dış faktörler, sağlığın korunması, yiyecek ve içeceklerin ayarlanmasıyla çeşitli hastalıkların tedavisi, havanın seçilmesi, istirahat ve faaliyetin düzenlenmesi, ilaçların kullanımı ve ameliyat süreci ele alınabilir.

Bu konulardan bazıları vardır ki, doktor, onları var oldukları gibi, ve gerçek tabiatlarını da olduğu gibi kabul etmek zorundadır. Aynı zamanda, onun [hekimin], onları, tıbbın Fizik’ten kaynaklanmış temeli olarak kabul etmesi gerekir. Diğer taraftan, tıpta bazı konular vardır ki, onların mevcudiyeti mantık ve akıl yoluyla ispatlanabilir. Hekim, temellerini güvenilir olarak kabul etmelidir ve onların mevcudiyetinin delillerini sormaktan vazgeçmelidir. Yardımcı bilim dallarında böyle temeller daima deney ötesi olarak kabul edilir. Sadece temel bilimlerde, mantık ve akıl yoluyla onların tartışması yapılır ve bu tartışma Metafizik diye bilinen en yüksek felsefi alana girene kadar da devam eder. Eğer herhangi bir seçkin hekim, elementlerin, hıltların ve diğer Fizik’ten temelini almış olan şeylerin mevcudiyetini mantık ve akıl yoluyla ispat etmeğe çalışacak olursa, iki hata yapar: bunlardan biri, o, tıbbın içine, ona ait olmayan meseleleri sokmuş olur; ikinci olarak, o, tıbba bazı katkılar yaptığı kanaatindedir, fakat hiç de öyle değildir.

Herhangi bir delil olmaksızın esas olarak kabul edilen meseleler şunlardır: elementler ve onların sayıları, mizacın varlığı ve onun çeşitleri, hıltlar, onların sayıları ve yeri; özellikler, onların sayıları ve yerleri; hayati güçler, var olamayan ya da sebepsiz değişemeyen bir durumun ve böyle birçok durumların genel yasası.

Gözlem ve disseksiyon (inceleme) yoluyla kabul edilen konular organlar ve onların işlevleridir. Öğrenme ve de akıl yoluyla ispatlanmak zorunda olan meseleler, hastalıklar, onların özel sebepleri, arazları ve sağlığın korunması ve hastalığın kökünün kazınması yöntemleridir. Bunlardan, bazıları açık ve seçik değildir ve ancak, yere (miktara) ve zamana başvurularak tanımlanmak ve akıl yürütme yoluyla açıklanmak zorundadır.

Eğer, Galen gibi bir hekim ilk grupta yer alan konuları mantık ve akıl yoluyla açıklamağa teşebbüs etseydi, onu, bir hekim olarak yapmayacaktı; fakat filozof olmak isteyen birisi olarak bu işe teşebbüs edecekti ve böylece Fizik (tabiat) meselelerin münakaşasını yapacaktı. Bu [durum], tıpkı hakim (filozof) olmaması gereken bir kişinin, bir fikrin sonucunun değeri hakkında, yüksek bilgisinden dolayı, hüküm vermeğe çalışmasına benzeyecekti. Aslında, gerek hekim olsun gerekse kendi haklarına sahip bir hakim (filozof) olsun, böyle meseleleri mantık ve akıl yoluyla ispatlaması mümkün olmayacaktır, ve eğer bunu yapmağa teşebbüs ederse onun karşısına pekçok güçlük çıkacaktır.

Unsurlar


Bu kısım bir bölümden meydana gelmiş olup, unsurlar hakkındadır.

Unsurlar, insan ve diğer canlıların cisimlerinin ilk (temel) öğeleridir. Onlar o kadar basit cevherlerdir ki alt bölümlere ayrılmaları mümkün olmaz. Onların birleşip, şekillenmeleriyle doğadaki çeşitli cinste şekiller ortaya çıkar. Hekim, Tabiatın bu unsurlarının sadece dört tane olduğunu kabul etmek zorundadır. Bunlardan ikisi ağır ve ikisi hafiftir. Hafif olanlar hava ve ateştir; toprak ve su ağırdır.

Toprak:


Toprak, doğal yer olarak diğer elementlerin merkezinde yer alan basit bir cevherdir. Bu durumda, o, doğasının özelliğine bağlı olarak dingin olur. Ancak, onu doğal yerinden ayırdıklarında, tekrar asil yerine döner. Bundan dolayı, ona mutlak ağır derler. Doğal olarak toprak, soğuk ve kurudur, çünkü doğal durumda ve dışarıdan herhangi bir müdahale yapılmadığında, bu kaliteler kolayca idrak edilebilir. Doğada, toprak, objenin sağlam, dingin ve dayanıklı olmasını sağlar.

Su:


Su, doğal halinde, yeri çevrelemiş olan basit bir cevherdir ve sırasıyla hava ve diğer, doğal halde olan unsurlarla çevrelenmiştir. Bu onun nisbî ağırlığının açıklamasıdır. Doğal halinde, su soğuk ve nemlidir; dışarıdan herhangi bir müdahale olmadığında o, kesin bir soğukluk ve nemlilik gösterir. Suyun nemliliği, onun doğal halinde ve mizacında kolayca dağılabilen ve birçok şekilde bir araya gelip, birikebilen bir duruma sahip olduğunu, ancak bu şekilleri korumaya muktedir olmadığını ifade etmektedir. Böylece su, yaradılışta bileşiklerin şekillenmesinde ve kısımların kendi zıt karakterlerine uygun olarak kalıplanmasında ve yayılmasında gereklidir. Bunun sebebi, zorlukla yeni şekiller kabul edebilen ve aynı şekilde zorlukla, parçalarından ayrılabilen kuru bir cisimden farklı olarak, suyun kolayca farklı şekillerde parçalara ayrılabilir ve yine kolayca yenilerini kabul edebilir olmasıdır. Ancak, nemli bir şeyle birleşen bir kuru cismi insan kolayca yayabilir ve neminden dolayı, yeni şekiller verebilir, fakat nemli bir cisim, kuru bir cisimle karıştırılırsa, o kendi denge ve sürekliliğini korur. Böylece kuru bir cisim, nemli olmasından dolayı, dağılmaz ve şeklini kaybetmez ve nemli bir cisim de kuruluğundan dolayı akmaz.

Hava:


Hava, [doğal olarak] suyun üstünde ve ateşin altında yer alan bir cevherdir. Bu onun nisbî hafifliğini açıklamaktadır. Onun mizacı sıcak ve nemlidir. Yaradılışta, havanın gayesi, nüfuz edilebilirliğini, hafifliğini ve inceliğini maddeye vermek ve cisimlere yukarıya doğru yükselebilme kabiliyetini sağlamaktır.

Ateş:


Ateş, doğal yeri, bütün diğerlerinin üstünde olan bir cevherdir. Böylece o, doğada, bütün dağılımlardan serbest olan evren bölgesinde yerleşmiştir. Ateşin mizacı sıcak ve kurudur. O, şeylerin çeşitli hallerinin yaratılması için şarttır, çünkü o, olgunlaşmayı, hafifliği ve nüfuz edilebilirliği sağlar.

Dört unsurdan en ağır ikisi organların şekillenmesi ve dinginliği için gerekliyken, hafif olan diğer ikisi, hayati güçlerin hareket ve işlevleri ve de organların hareketlerine yardımcı olmak üzere gereklidir. Aslında hareket, özde şeylerin “özel” doğası tarafından belirlenmiştir.

İbn Sînâ 2009. El-Kânûn fî’t-Tıb, çev. Esin Kâhya, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Süleymaniye Kütüphanesi Turhan Sultan 265 numaralı yazma, s. 5–12.

Mizaçlar


Bu kısım mizaçlar hakkındadır.

Mizaçların Tanımı


Mizaç, unsurların zıt özelliklerinin karşılıklı etkileşmesinden ortaya çıkan bir keyfiyettir. Unsurlar, birbirleriyle sıkı temas edebilmek için çok dakik parçalara ayrılmıştır. Bu parçacıkların nitelikleri etkin olduklarında ve birbirleri üzerinde etkin olduklarında, orada, bütün unsurların parçacıklarına, aynı şekilde yayılıp, dağılmış olan yeni bir model ortaya çıkar. Mademki, unsurların ilk kaliteleri dörttür, yani, sıcak, soğuk, kuru ve nemlidir, o halde, yeni düzenlenmiş ya da parçal anmış bir cismin mizacı bu niteliklerin bir ürünüdür.

Teorik olarak, mutlak mizaç iki cinstir:

Dengeli olan mizaç: mizacın zıt nitelikleri nicelik yönünden tam olarak eşit olduğunda ve denge bu niteliklerin mutlak ortalaması ol duğunda [mizaç dengelidir].

Dengesiz mizaç: mizacın nitelikleri eşit olmadığında ve bir tarafa meylettiğinde, mizaç dengeli değildir. Eğer sıcaklık, soğulduk, kuruluk ve yaşlıktan birisi baskınsa, basit bir dengesizlik ortaya çıkar. Eğer bu dört nitelikten herhangi ikisi baskın olursa, bileşik dengesizlik ortaya çıkar. Bir mizaç asla mutlak olarak dengeli ve dengesiz olamayacağı için, böyle bir sınıflama tıpta geçerli değildir. Doktorlar, bu anlamda mutlak bir dengenin herhangi bir şeyde mevcut olmadığını, Fizik bi limler vasıtasıyla kabul etmek durumundadırlar. Burada, sadece insan vücudunu ya da onun herhangi bir organını ele alalım. Tıbbî anlamda denge veya eşitlik, niteliklerin eşit olmasına ya da eşit dağılımına bağ lı değildir, fakat onların eşit olabilmelerine bağlıdır, yani, unsurların nitelikleri ve nicelikleri öyle bir şekilde vücutta dağılmalıdır ki, sonuçta elde edilen vücut tipi ya da dengeli tip, bütün vücut ya da tek tek organlar olarak, insanda, mutedil olana en yakın olan olmadır. Ancak, insana ait mizaç, yukarıda söz konusu edilen mutlak mizaca çok yakındır.



İbn Sînâ 2009. El-Kânûn fî’t-Tıb, çev. Esin Kâhya, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Süleymaniye Kütüphanesi Turhan Sultan 265 numaralı yazma, s. 5-12.



Bize Yön Veren Metinler,cilt:2 Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Cıvıl cıvıl Kapalıçarşı



Kapalıçarşı tarih boyunca İstanbul’un sembollerinden biri olagelmiştir. Çarşının bulunduğu alan tarihsel süreç İçinde Os­manlı devletinin ekonomik, dini ve kültürel hayatı açısından önemli bir mekan olma konumunu korumuştur. Nitekim çarşının çevresinde­ki bazı yapılara şöyle bir bakmak bu durumu daha iyi anlamamızı sağ­lar. Kapaliçarşi, selatin camilerinden biri olan Beyazıt Camii’nin yakı­nında yer alır. Beyazıt Camii'nin hemen karşısında bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan alan Fatih'in İstanbul'da yaptırdığı ilk sarayın nam-ı diğer Eski Saray'ın bulunduğu yerdi. Yine bu alanda bir zamanlar İsmail Salb Sencer gibi hezarfenlerin müdür­lüğünü yaptığı Beyazıt Devlet Kütüphanesi bulunmaktadır. Kapalıçarşı’nın Beyazıt kapısından girişte Sahaflar Çarşısı ve onun da sonunda bir zamanlar ülkemizdeki en büyük süreli yayın koleksiyonlarından bi­rine sahip olan Hakkı Tank Us Kütüphanesi'nin binasını görürsünüz. Gerçi binayı biraz zor görürsünüz. Zira ne yazık ki yayınlar, ana bina­dan Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne taşınmış ve binanın giriş kapısı da önündeki küçük giyim dükkanları ile işporta tezgahlarının istilasına uğramıştır.



Üzerinde Sultan 2. Abdülhamit’in tuğrasının bulunduğu Beyazıt kapısından çarşıya girip meşhur Kalpakçılar Caddesi ya da Kapalıçarşı’nın ana caddesinden geçerek diğer kapıdan çıkacak olur­sanız karşınıza bir başka selatin camisi olan Nuru Osmaniye Camii çı­kacaktır. Bu caminin İnşasına da I. Mahmut tarafından başlanmış an­cak bitimi 2. Osman’a nasip olmuştur. Bu taraftaki çıkışta ise sizi çok hoş bir “Arma-i Osman!” uğurlayacaktır. Biz yine Beyazıt kapısı tarafına dönelim. Ancak çarşıya girmeden gözlerimizi Sahaflar Çarşısı’nın tam çıkışına denk düşen Fesçiler kapısının üzerindeki bir hatta çevirelim. Bu yazıda “el-kasibu habibullah” İbaresi okunur ki bu Kapalıçarşı’yı herhalde en güzel anlatan kudsi kelamlardan biri olsa ge­rek. Anlamı İse: “Allah ticaret yapanı sever.”





Üstü örtülü çarşı ya da kapalıçarşı geleneğinin ilk olarak Kuzey Afri­ka’da ortaya çıktığı oradan da Suriye, Irak ve el-Cezire bölgesine ya­yıldığı bilinmektedir. Bu durumun en önemli nedeni bölgenin iklimi ol­sa gerek. Zira bilhassa yaz mevsiminin çok sıcak geçtiği söz konusu diyarlarda İnsanların saatlerce ayakta durması, bunalıp sıkılmadan gezmesi İçin üzeri mutlak suretle örtülü ve güneşin etkisini azaltmak amacıyla da kurşunla kaplı alışveriş mekanlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Aynı zamanda bu kapalı mekanın giriş ve çıkış bölgelerinde bulunan kapılar da çarşının koridorlarında hava sirkülasyonu sağlamakta, böylece doğal bir vantilatör fonksiyonu elde edilmektedir. Bu tür çarşıla­rın ilk ortaya çıktığı yerleşim yerleri Tunus'taki Kayrevan, Mısır’daki İskenderiye ve Kahire, Suriye’deki Halep ve Şam, Irak’taki Musul ve Bağdat, Anadolu'daki Diyarbakır gibi şehirlerdir. Hepsinin ortak özel­liği ise önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyor olmaları.

Kapalıçarşı'nın İnşası hakkında farklı rivayetler olmakla birlikte genel kabul, çarşının geniş Fatih tarafından Ayasofya’ya gelir getirmesi amacıyla yaptırıldığı yönündedir. Bu arada çarşı derken bugünkü pek çok iş hanı ile birleşen, farklı kollardan çok büyük bir alana yayılan günümüzün dev yapı kompleksi gelmesin aklımıza. Kalpakçılar Cad­desi adı verilen çarşının ana caddesine Beyazıt kapısından girdiğimiz­de sol tarafta yer alan ve sırasıyla karşınıza çıkan Cevahir Bedesteni İle Sandal Bedesteni adını taşıyan iki yapı Kapalıçarşı’nın temelini oluşturur. Zamanla bu bedestenlerin çevresine inşa edilen dükkanlar ve iş hanlarının bazıları da üzerleri kapatılarak çarşıya eklenmiştir. Çarşının Kapalıçarşı adını 18. yüzyıldan itibaren aldığı tahmin edili­yor. Zira 1701 yılında çıkan yangın sonrasında çarşı esnafı ile istişa­re eden İstanbul kaymakamı vezir Çerkez Osman Paşa çarşının kap­ladığı alanın üst kısmının yangın tehlikesine karşı kapatılmasına ka­rar vermiş ve bunu uygulatmıştır. Çarşı 1894’de büyük zarar gördüğü deprem sonrasında Sultan 2. Abdülhamit tarafından yeniden tamir et­tirilirken büyük ölçüde nihai şeklini de almıştır.

Çarşının iki temel taşını oluşturan bedestenlerden “Bedesten-i Atik” de denilen Cevahir Bedesteni, adından da anlaşılacağı üzere eski de­virlerde daha çok mücevheratçıların yoğunlaştığı bir ticaret alanı idi. Günümüzde ise antikacılar, boncukçular, lületaşı satıcıları, kuyumcu­lar, gümüşçüler, bakırcı ve saatçileri barındırıyor. Haa bir de çarşıyı gezen turistlere hizmet veren “Bedesten Cafe”si var tabii. Eski devir­lerde bu bedesten aynı zamanda kiralık kasa işlevi de görürdü. Bura­da bulunan ve “dolap” adı verilen yerden biraz yüksekçe küçük mu­hafaza hücrelerinde sandıklar içinde bazı insanlar takı, mücevher ve altınlarını saklarlardı. Dolabına bir şey koyacak olan şahıs buranın emniyetinden sorumlu olan bölükbaşı nezaretinde dolabına gider, do­labın içindeki sandığın mührünü eli ile açar işini gördükten sonra da yine bölükbaşının nezaretinde sandığını mühürleyerek dolabına yer­leştirirdi. Bu aynı zamanda çarşıdaki emniyete duyulan güvenin de bir göstergesi idi. Yalnız bu güven, 1750 yılında çıkan Mercan yangının­da ciddi bir sarsıntıya uğrayacaktır. Yangın sırasında çarşı büyük za­rar görmüş ve fırsattan istifade eden yeniçeriler de çarşıyı yağmala­maktan geri kalmamışlardı. Günümüzde ise bu dolaplar yıkılarak kü­çük, camekânlı dükkanlar haline getirilmiştir.

Sandal Bedestenine gelince; burası adını Bursa’da üretilen ve “san­dal” adı verilen bir tür değerli kumaştan almaktaydı. Doğal olarak burada değerli kumaşların, halıların satıldığı bir ticari ortam oluşmuştu. Bedestende yer alan kumaşçı esnafı özellikle Batı’daki Sanayi Devrimi'nden son derece muzdarip olmuştur. 1838’de İngilizlerle imzalanan ve sonrasında benzer hükümleri diğer Avrupa ülkelerine de tanınan Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile Osmanlı piyasası tamamen Batılı devletlere açılmış ve sonuçta Batı’nın ucuz dokumaları ile rekabet edemeyen Osmanlı esnafı çökmüştür. 19. yüzyıla gelindiğinde dokumacılıkla uğraşan meslek erbabı, çarşıdaki eski önemini artık yitirmiştir. Bu nedenle 1915’te İstanbul şehremini olan Cemil (Topuzlu) Paşa harap bir halde bulunan Sandal Bedesteni’ni tamir ettirerek bir müzayede salonu haline dönüştürmüştür. Bedesten 1980’li yıllara kadar bu özelliğini devam ettirdi. Bedestende yoğun olarak halı müzayedeleri yapılmakla birlikte mücevher, mobilya, fotoğraf,tablo gibi antika değeri olan objelerin de satışı gerçekleştiriliyordu. Bugün ise Sandal Bedesteni’nde halı, çini gibi geleneksel hediyelik eşyaların yanı-sıra t-shirt, çanta, spor ayakkabı, deri ceket gibi ürünler de satılıyor.

Yukarıda da ifade ettiğim üzere Kapalıçarşı bir yapılar kompleksidir. Yapı topluluğunun önemli bir parçası olan hanların bir kısmı Osmanlı devletinin varlıklı idareci sınıfı tarafından inşa ettirilmişti ki bu gelenek Fatih zamanına kadar uzanır. Fatih, şehri fethedince bölgeyi şenlendirmek amacıyla önde gelen devlet adamlarına cami, mederese, imaret, ha­mam ve çarşı gibi yapılar yapmaları emrini vermiş, bu emirden İstan­bul’un ekonomisi de nasibini almıştır. Öyleki yakın zamana kadar ba­zı hanların taşıdığı isimlerde de Osmanlı idareci sınıfının çarşıya yap­tığı katkılar açık bir şekilde gözlemlenir. Mesela çarşının çevresinde­ki ve içindeki hanlardan bazıları Ali Paşa Hanı, Mercan Ağa Hanı, Kızlarağası Hanı gibi isimler taşır. Ancak han isimlerinin daha çok Os­manlı lonca teşkilatının da etkisiyle belli meslek gruplarının yoğun­laştığı mekanları dile getirir nitelikte olduğunu da hemen hatırlata­lım. Yağcı Hanı, Sepetçi Hanı, Astarcı Hanı, Baltacı Hanı, Perdahçılar Hanı, Sarraf Hanı, Kuyumcular Hanı, Tarakçılar Hanı akla gelen ilk ör­nekler. Bir de tabii ki belli özellikleri ön plana çıkarılarak isimlendiri­len hanlar var. Yarımtaş Hanı, Zincirli Han, Camili Han, Sorguçtu Han misali. Bu hanlardan Zincirli Han gibileri mimari özelliklerini büyük oranda muhafaza ederken, Çarşıkapı çıkışında yer alan Sepetçiler Ha­nı artık tanınmayacak bir halde. Zaten burada da sepetçiler değil de­riciler var. Bir de İsminin nerden geldiğini bilmediğim ancak Kapalı- çarşının Beyazıt kapısının hemen girişinde karşınıza çıkan Yolgeçen Hanı var ki adıyla tezat oluştururcasına misafiri pek olmayan bir han. Kimbilir belki de bir dönem fazlasıyla işlekti ve belki de dilimize pele­senk olan “yolgeçen hanı” tabiri buradan türemiştir.



(resim-kapalıçarşı esnafı)



Yolu İstanbul'a düşüp de kıyısından köşesinden Kapalıçarşı'ya temas etmeyen gezgin hemen hemen yok gibidir. Busbek'in hatıralarında,Miss Julia Pardoe’nun anılarında, Edmondo de Amicis'in İstanbul üzerine kaleme aldığı kitabında,Antonle Galland'ın, Joseph Pitton de Toumefort’un gözlemlerini aktardıktan çalışmalarında Kapalıçarşı’ya dair bilgilere tesadüf edebilirsiniz. Ben bu kişilerden sonuncusunun eserinden bir parça alıntı yapmakla yetineceğim. Meraklıları, hepsi Türkçeye çevrilmiş olan diğer eserleri de kurcalayabilir.1701 yılında İstanbul’da bulunan Fransız kralının saray bahçeleri danışmanı olan Joseph Pitton de Tournefort Kapalıçarşı hakkında İlgi çekici bilgiler verir. Her iki bedestenin de 1461 yılında Fatih tarafından yaptırıldığını İç (Cevahir) bedestende daha çok silahlar ve at koşum takımlarının satıldığını, asıl zenginliğin yer aldığı Sandal Bedesteni’nde ise kuyumcuların, kürkçülerin, kaftancıların,halıcıların, değerli kumaş satıcılarının ve porselencilerin bulunduğunu İfade eder. Çarşının güvenliği için her şey düşünülmüş olup burada güvenliği sağlayacak olan kişiler için lojman dahi yapılmıştır. Yine onun anlatımından yola çıkarak çarşının erken sayılabilecek bir saatte kapatıldığını da öğreniyoruz. Aslında bu durum son derece normaldir. Zira eski İstanbul’un yaşam tarzı ezan vaktine endekslidir. Bu anlamda esnaf sabah çok erken bir vakitte çarşıdaki dükkanını açar ve akşam ezanının okunması ile de dükkanların kepenkleri inerdi. Elektriğin olmadığı bir dönemde yangın tehlikesinden dolayı defalarca harap olan Kapalıçarşı’da aydınlanma problemi kubbelerin yan taraflarında açılan pencereler vasıtasıyla giderilmişti. Dolayısıyla hem dinsel nedenler hem de yangın endişesi çarşının çalışma saatlerinde uzun yıllar belirleyici olmuştu. Yeri gelmişken yakın bir zamanda çar­şının 24 saat açık olmasının gündeme getirildiğini ancak esnafın bu teklife son derece tepkili yaklaştığını da belirtelim.


Çarşı, tarih içinde pek çok ünlü misafiri de konuk etmiştir. Tespit ede­bildiğim kadarıyla çarşının ağırladığı ilk Batılı liderlerden biri Alman imparatoru Kayser Wilhelm ve eşi Augusta Victoria’dır. 1889 yılında İstanbul’a ilk seyahatlerinde imparatoriçe, eşi ile birlikte Osmanlı as­keri birliklerinin geçit resmini izlemek yerine çarşının yolunu tutmuş­tu. 1898’de çift bir kez daha İstanbul’a geldiklerinde İmparatoriçe hayran olduğu bu mekana bir kez daha gelmek istemiş ancak güven­lik endişesi nedeniyle çarşıya gidemediğinden, bu kez çarşı esnafı seçtikleri bazı değerli eşyalarla Gümüşsuyu’ndaki Alman Sefarethanesi’nde bulunan imparatoriçenin huzuruna gitmişlerdi. Sonraki yıllarda Kapalıçarşı İngiliz kralı 7. Edward ve Kraliçe Elizabet’ten İspanya kra­lı Juan Carlos’a, Arabistan kralı Faysal'dan eski Birleşmiş Milletler sekreteri Kofi Annan’a, Florance Nightingale’den Tony Curtis’e, Cameron Diaz’dan Liza Minelli’ye nice şöhretli simayı ağırlayacaktır.

Kapalıçarşı’nın esnaf profili hakkında da biraz bilgi verelim. Osmanlı İmparatorluğu’nda lonca teşkilatının etkisiyle esnaf gruplarının belli merkezlerde toplandığını ve hatta bazı hanların ya da çarşıdaki cad­de isimlerinin de bu meslek erbabının adı ile anıldığını biliyoruz. Bu tarz bir uygulama hem müşterinin aradığını kolayca bulmasını, hem de esnafın rahatça kontrol edilmesini temin ediyordu.

Evliya Çelebi 17. yüzyılda çarşıda varolan şu esnaf kollarına gönderme yapıyor: Çu-kacılar, atlas kumaş satıcıları, dibacılar, kadifeciler, yastıkçılar, ipek­çiler, peştemalcılar, bezciler, halıcılar, sofacılar, aynacılar. Bunlara ta­bii ki cevher imal eden kuyumcular ve bunları satan mücevharatçılarla, silahçıları da eklemek gerekir.



Osmanlı lonca teşkilatının çökmesi İle klasik esnaf yapısı ciddi deği­şime uğramıştır. Çarşı esnafının önemli bir kısmını oluşturan gayri­müslim esnafın da daha çok Beyoğlu, Şişli tarafına doğru yayılması ya da çarşıdan çıkarak Sultanhamam, Yeşildirek gibi bölgelere inme­si sonrasında çarşı, tarihinin en karanlık günlerini yaşamıştır. Yine de tüm bu yaşananlara rağmen 19. yüzyıl içinde Kapalıçarşı’da kabaca şu meslek gruplarına tesadüf etmek mümkündü: Kültürel faaliyet an­lamında birbirleri İle sıkı bağları olan hattatlar, sahaflar, varakçılar, müzehhipler, kalemtraşlar, süsleme ve bezeme alanında faaliyet gös­teren oymacılar, yaldızcılar, kabartmamlar, hakkaklar, kakmacılar, sırmacılar, silah pazarında faaliyet gösteren miğferciler, tüfenkçiler, kılıççılar. Şimdilerde bu meslek gruplarının çoğunun yaptığı işlerin adi kopyaları vitrinleri süslüyor. Bunların dışında kuyumcular, altıncılar, antikacılar, taklitçiler, tesbihçiler, kürkçüler, yorgancılar, şalcılar, halıcılar diğer meslek erbabından sadece bazıları idi.

Günümüzdeyse esnaf 4 ana dala ayrılmış vaziyette. Bunlar deri ve mamullerini satanlar, kuyumcular ve sarraflar, halı ve kilimciler, anti­kacılar. Lakin Kapalıçarşı’dan geçenler bilirler, son zamanlarda İstan­bul’un en önemli turistik çarşısı olmanın getirdiği bazı beklentilerden dolayı bu esnaf zümreleri İle hiç de alakaları olmayan kaset ve cd sa­tıcıları, kot ve t-shirt satıcıları, marka saat ya da çanta satıcıları gi­bi dükkanlar da var. Yine dönemin yükselen ekonomik değerinin yan­sımalarına çarşıda rastlamak mümkün. Mesela 1990’lı yılların hemen başında demirperde ülkelerinin yıkılması sonrasında İstanbul’da baş­layan bavul ticareti kapsamında Kapalıçarşı’da da bu beklentilere ce­vap verecek pek çok dükkanın açıldığını görürüz. Ancak bugün bavul ticaretinin sönükleşmesi sonrasında Kapalıçarşı’da pek çok dükkan da farklı meslek erbabının eline geçmiştir.

Çarşı yüzyıllar boyunca Osmanlı lonca sisteminin ve ticaret ahlakı dü­zeninin en canlı numunelerini vermiştir. Esnaf kendi içinde bazı ahlakkuralları belirlemiş ve bu yazısız ahlak kurallarına uyulagelmişti. Bu­nu İstanbul’u ziyaret eden Julia Pardoe, Edmondo de Amicis gibi ün­lü seyyahların seyahatnamelerinden de doğrulamak mümkündür. Pe- ki neydi bu ahlak kuralları?

Hiç şüphesiz en belli başlıları; komşu dükkanın ticaretini kıskanma­mak, müşteri memnuniyetini esas almak, kâra karşı kayıtsız ve tok gözlü olmak, tek ve doğru fiyat prensibini uygulamak (hatta seyyah­larımız bu nedenle çarşının Müslüman esnafı ile pazarlığa girişmeye kalkmanın pek ayıp olduğunu ifade ile burayı ziyaret etmeyi planlayan okurlarını uyarırlar), malını hakkından fazla övmemek, müşteriye ra­hatsızlık verecek her türlü muameleden kaçınmak, yaşlı esnafın ya­nında yüksek sesle konuşmamak ve sigara içmemek, söz verilmeden konuşmamak, konuşurken de az ve maksada yönelik konuşmak idi. Çarşıda eski dönemlerde esnafın iskemlede oturması da edepsizlik olarak kabul edilir ve bunun yerine “erkan minderi” adı verilen, ancak diz çökerek oturacak kadar bir büyüklüğe sahip olan minderler tercih edilirmiş. Bu kurala uymayan, çarşıda başı açık ya da ceketsiz dola­şan esnafa ise 3 gün dükkan kapatmadan başlayan cezalar verilir­miş. Çarşı içindeki bazı sokakların kesişme noktalarında biraz geniş­çe küçük meydanlara tesadüf olunur ki bu meydanlara “dua meyda­nı” adı verildiğini hemen belirtelim. Sebebi ise esnaf burada dükkanı­nı açmadan önce toplanır ve işlerinin bereketli geçmesi için dua eder ondan sonra da besmele ile dükkanını açarmış.

Çarşı esnafından Bedros Kato ile Kapalıçarşı dergisinin Mart 2001 sayısı için yapılan bir röportajda da bu kurallara yakın zamana kadar uyulmaya çalışıldığını ancak son zamanlarda eskilerin ölüm ya da ta­şınma nedeni ile çarşıdan el etek çekmesi ve onların yerine gelenle­rin bir kısmının da çarşı ahlakı ile yetişmemiş olmasından dolayı bir takım sıkıntıların yaşandığının altını çizer. Bu değişimi ediplerimizin dizelerinde de bulmak mümkündür. Yazımızı Şükrü Enis Regü’nün İs­tanbul adlı şiirinin dizelerine bağlayarak bitirelim:

Sen ne kadar değişmişsin İstanbul!

Denizin dalgalarını kaybetmiş,

Gemilerin yelkenlerini!

Dükkanların vitrinleri ufalmış,

Yeni insanlarla dolmuş Kapalıçarşı.

Apartmanların sanki bir söyleyeceği var Bulutlarla karşı!

Sana bir hâl olmuş İstanbul.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:89-97 (Küre yay.)
Devamını Oku »

İstanbul'da Endülüslü Musevî Alîmler

 

Osmanlı devleti, yükseliş döneminde Fatih devrinden başlayarak dünyanın en büyük gücü olma konusunda önemli adımlar atmış ve örnekleri günümüzde de gözlemlendiği üzere bu yolda Doğu’dan ve Batı’dan pek çok muteber insanı bünyesinde istihdam etme yoluna gitmiştir. Nitekim bu amaçla Fatih Sultan Mehmet Viçen-za’dan, Venedik’ten, Floransa’dan, Mısır’dan, İran’dan, Timur ülkesinden, Ege Adaları’ndan pek çok insanı ülkesine davet etmiş, bunun dışında fethettiği Bizans İmparatorluğu ve Trabzon Rum devleti gibi devletlerin önde gelen kişilerine de çevresinde yer vererek onlara iltifat etmiştir.

Bu tavrın ilerleyen yıllarda da devam ettiğine, gerek Ya­vuz Selim’in gerekse de Kanuni Süleyman’ın çıktıkları seferler sonra­sında ele geçirilen ülkelerdeki ilim adamı ve sanatkârları beraberle­rinde İstanbul’a getirdiklerine şahit oluruz. Bu çerçevede 1492’de İspanya’da yaşanan bir dramın hemen akabinde pek çok değerli fikir adamı, tüccar ve siyasetçi de Osmanlı ülkesine iltica etmiş ve yine bu kişilerden birikimleri doğrultusunda istifade edilme yoluna gidil­miştir. Bu yazıda Endülüs’ten kaçarak Osmanlı hizmetine giren birin­ci ve ikinci kuşak Yahudilere ve bunların Osmanlı ülkesinde oynadık­ları role değinilmeye çalışılacaktır.

Osmanlıların Yahudi cemaati ile ilk teması Orhan Gazi zamanına tesa­düf eder. Esasen bu hükümdar zamanında Osmanoğulları beylikten devlete geçmiş ve kurumsallaşmanın ilk temel örneklerini vermişler­dir ki, bu kurumsallaşmadan Yahudi cemaati de nasibini almıştır. 1326’da Bursa’yı ele geçiren Orhan Gazi, burada bulunan Yahudi ce­maatine dokunmamış ve hatta onlara bir havra inşaatı için izin ver­miştir. Dönemin çalkantılı siyasi gelişmeleri karşısında Yahudiler Os­manlı nezdinde bir huzur ve sükunet ortamı bulmuş, bunun sonucun­da 1376 yılında Macaristan’dan, 1394’te de Fransa’dan kovulan Ya­hudiler Osmanlı ülkesine göç etmişlerdir.


Osmanlı ülkesindeki Yahudiler geldikleri yerlere nispeten dört ana gruba ayrılmaktaydılar. Osmanlıların hizmetine giren İlk büyük Yahudi grubu “Romaniotlar’’ olarak adlandırılmakta idiler. Bunlar Anado­lu'nun batısı, İstanbul ve Balkan şehirlerinin bir bölümünde yaşamak­ta ve Yunan dilini konuşmakta İdiler. İkinci grup İse köken olarak Almanya ve Fransa'dan gelen “Eşkenaziler”dlr. Bu grup 15. yüzyıldan İtibaren büyük oranda Osmanlı ülkesine göç etmeye başlamıştır. Fa­kat Eşkenaziler, 1492 yılında Ispanya ve 1496’da Portekiz'den kovularak Osmanlı ülkesine sığınan ve yazımızın da merkezinde bulunan “Sefarad" Yahudilerinin yanında küçük bir topluluk teşkil etmekteydi­ler. Seferad İbrani dilinde Ispanyol anlamına gelmektedir. İstanbul, İzmir, Edirne, Selanik gibi büyük şehirlerin yanısıra Anadolu’daki diğer önemli ticaret merkezlerine de yerleştirilen bu grup, Anadolu’daki en kalabalık Yahudi cemaatini oluşturmakta ve ispanyolcanın bir versi­yonu olan kendi yerel dillerini kullanmaktaydılar. Osmanlı ülkesinde yaşayan son büyük Yahudi cemaati İse Osmanlıların Mısır ve el-Cezire’yi ele geçirmeleri İle Osmanlı egemenliğine giren “mustaribe”ler- dir ki bu grup Arapça konuşmakta ve bu nedenle de Araplaşmış ma­nasına gelen “mustaribe” kelimesi İle anılmaktaydılar.

Osmanlı devletinin İlk yıllarından İtibaren Yahudi toplumuyla ilişkilere rastlanmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’yı ele geçirdiği zaman burada bir Yahudi cemaati İle karşılaşmış ve bu cemaatin ibadetine tahsis edil­mek üzere bir mahalle ve sinagog İnşasına izin vermiştir. I. Murat Edirne’yi ele geçirdiğinde Edirne hahambaşısını Rumeli’deki Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştır. I. Murat bu hareketi ile ileride Osmanlı devleti bünyesinde yer alacak olan Yahudi millet sisteminin de temel­lerini atmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra kuşatma esnasında gösterdikleri taraf­sızlıktan dolayı Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanın­mış, Haham Rabbi Moşe Kapsali’ye de iltifatta bulunulmuştur. Moşe Kapsali’yi şeyhülislamla beraber biat merasimine davet eden Fatih, Yahudi cemaatinden alınacak vergileri de yine ona tevdi etmişti.

Yahudiler, bilhassa 1492 yılında İspanya’da Müslüman egemenliğinin son bulması ve Katolik engizisyonunun başlaması ile büyük baskılara maruz kalmış, bunun sonucunda da zamanın padişahı 2. Bayezid’in yardımları İle aradıkları huzurlu ortamı Osmanlı ülkesinde bulmuşlar­dır. Bu tarihten itibaren Osmanlı imparatorluğu adeta Yahudilerin dal­galı denizde sığındıkları bir liman vazifesi görmüştür. Nitekim 15. yüz- yılın İkinci yarısında Türkiye’ye yerleşmiş olan İsaak Zarfati, Macaris­tan ve Almanya’da binbir zorluğa göğüs germekte olan birçok Yahu’diyi bu nedenle Osmanlı İmparatorluğuna davet etmiştir. O, kaleme aldığı mektubunda kısaca şu satırlara yer vermişti: “Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum.

Despotik yasalar, zorla vaftiz edilmeler, sürgünler sıradan ve günlük olaylarmış. Doğuya giden bir Hıristiyan gemisinde yakalanan Yahudinin denize atılması için yasalar yapmışlar. Heyhat, Almanya'da Rabb’ın kavmine ne kötülükler reva görüyorlar. (...) Kardeşler, ben İsaak Zarfati, soyum Fransız olsa da Almanya’da doğmuş ve oradaki hocalarımdan eğitim almış olsam bile size derim ki; Türk ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz burası sizin İçin en ha­yırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizin için Türk ülkesin­den geçiyor. Hıristiyanların egemenliği altında yaşamaktansa Müslü­manların egemenliğinde yaşamak sizler için daha iyi değil mi? Burada herkes asması ve inciri altında rahatça oturabiliyor. Burada en değer­li esvapları giymenize izin var. Şimdi ey İsrail bütün bunları görüp ne­den uyuyorsun. Uyan ve bu lanetli toprakları ebediyyen terket!”

Endülüs Emevileri döneminde İspanya ilim ve kültür açısından altın çağını yaşarken bu ülke Yahudileri de söz konusu alanlarda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Siyasi alanda ilk akla gelen isim Halife 3. Abdurrahman’ın veziri Hasday b. Şaprut’tur. Aslen tıp doktoru olan bu değerli şahsiyet zaman içinde siyasi kademenin en üst noktalarına kadar yükselmiştir. Onun dışında özellikle felsefe alanında Endülüslü ünlü Müslüman düşünür İbn Hazm’ın çağdaşı olan İbn Cebirol ile 12. yüzyılda yaşayan Kurtubalı düşünür Moşe b. Meymun ilk akla gelen önemli simalardır. Özellikle Batı’da Maimunides olarak da bilinen so­nuncu düşünür aynı zamanda tıp konusunda da önemli bir bilgi biriki­mine sahipti.

Nitekim Moşe b. Meymun’un tıp şöhreti felsefe alanın­daki ününden hiç de geri kalır değildir. Selahaddin’in veziri olan Kadı el-Fadıl’ın doktorluğunu yapan Maimunides, sonradan Eyyubi haneda­nının da doktorluğunu yapmıştır. Düşünsel alanda ise Maimunides, Aristo’nun görüşlerini Tevrat’la uzlaştırmaya çalışmış ve kullandığı yöntem itibariyle de kendisinden sonra gelen Thomas Aquinas ve Spi­noza gibi Batılı düşünürler üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Her ne kadar ömrünün en verimli yıllarını Selahaddin Eyyubi idaresindeki Mı­sır’da yaşamışsa da Endülüs doğumlu bir düşünürdür.

Tüm bunların yanısıra İspanya’da ilerleyen yıllarda açılan çeviri okul­larında da Yahudi asıllı pek çok kişiye rastlamaktayız. Yahudiler bilim ve edebiyatla ilgili Arapça yazmaları Latinceye aktarmak suretiyle Avrupa’nın aydınlanmasında önemli roller oynamışlardır. Abbasiler za­manında Bağdat’ta kurulan ve 9. yüzyılda altın çağını yaşayan Beytü’l-Hikme'de, hatırlanacağı üzere Sanskritçe, Rumca, Koptça, Yunanca, Süryanice pek çok eser Arapçaya çevrilmiş ve İslam kültürü büyük ölçüde bu çeviriler üzerine bina edilerek gelişmişti.

İspanya’da bulunan Hıristiyanlar da benzer yöntemi izleyeceklerdir. Nitekim 12. yüzyılda Tuleytula başpiskoposu şehirde Arapçadan Latinceye çeviri yapan Beytü’l-HIkme benzeri bir kurum oluşturmuş ve burada Müslüman ile Hıristiyanların yanısıra önemli ölçüde Yahudi mütercim de istihdam etmişti. Bu okulların benzerleri Işbiliye ve Mürsiye’de de açılacaktır. Pek çok Yahudi araştırmacı bu dönemi bir altın çağ olarak ifade eder. 1492 yılında Gırnata’nın düşmesi bir yerde bu çağın da so­na erme tarihidir. İlerleyen yıllarda Yahudi cemaati böylesine bir par­lak gelişim çizgisini 19. yüzyılda Almanya ve Avusturya'da, 20. yüz­yılda da Amerika’da yakalayabilecektir.

İspanya topraklarındaki Hıristiyanların başlattığı Reconquista hare­keti sonrasında artan dinsel bağnazlık, bu parlak ve çok kültürlü me­deniyetin de sonunu getirecektir. 1492’de Endülüs Müslümanlarının son dayanak noktası olan Gırnata’nın düşmesi ve bunun sonrasında da gerek Müslüman ve gerek Yahudilere dinsel baskıların artması so­nucunda Endülüs kültürünü oluşturanlar sığınak arama derdine düşe­ceklerdir.

Osmanlı ülkesine Endülüs’ten gelen ilk göç dalgası sonrasında he­men gözümüze ilişen simalardan biri Hoca İlya el-Yahudi diye de bili­nen alimdir. Ancak bu zat, sonradan İslam dinine geçecek ve Abdüs-selam el-Muhtedi adı ile anılacaktır. Bu zat, İslamiyete geçen diğer bazı erbab-ı kalem muhtedi gibi eski dinine reddiye tarzında bir eser kaleme almıştır. Tevrat’a oldukça vakıf olan Abdüsselam el-Muhtedi söz konusu çalışmasında Yahudilerin Tevrat’ta yaptığı tahribat, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı gibi bölümlere yer vermiştir. Kendisi ayrıca veba hakkında bir eser kaleme aldığı gibi astronomi İle de yakından ilgilenmiştir. Bu konu hakkında bir de İbraniceden Arap­çaya çeviri yapmıştır.

Bu dönemde Osmanlı ülkesine gelen ve tıp bilgisi nedeniyle de Moşe Calinus diye adlandırılan Moşe Galino ben Yahuda, Osmanlı hekimbaşısı Ahi Çelebi olarak da bilinen ve Eminönü’nde Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasına mekan olan Ahi Çelebi Camii’ni de yaptıran Ahmet b. Kemal et-Tebrizi nin emri üzerine Türkçe bir eser de kalem almış­tır. Onun da diğer bazı Endülüs kökenli Yahudi alimler gibi tıbbın ya­nında astronomi ile de uğraştığını görmekteyiz.

Yahudilerin bu dönemde beraberlerinde getirdikleri en önemli tekno- gelişmelerin başında matbaa gelmektedir. 1494’te İstanbul’da ilk matbaa Yahudiler tarafından açıldığı gibi, yine 2. Bayezid’in salta­natı döneminde yirmi İbranice eser basmışlardır.

Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 2. Selim zamanında, Endülüs kö­kenli Yahudiler arasından devletin siyasetine etki edecek önemli si­malar çıkmıştır. Bunların en önemlileri Donna Grasia Nasi ve yeğeni Yosef Nasi’dir. Aslen Portekizli olan bu iki kişi Portekiz engizisyonun­dan kaçarak önce İngiltere ve Hollanda’ya ardından da Venedik’e sı­ğınmışlardır. Burada iken Donna Grasia Nasi’nin muhteşem servetine gizliden gizliye Yahudiliği yaşadığı gerekçesi ile el konulmuştur. Bu­nun üzerine bu güçlü kadın, Kanuni’nin hekimlerinden Moşe b. Hamun'u aracı kılarak serveti ile birlikte Osmanlı ülkesine sığınmak is­tediğini bildirmiş ve bizzat padişahın devreye girmesi sonucu serbest kalarak İstanbul’un yolunu tutmuştur.

Donna Grasia Nasi, muhteşem zenginliği ile kısa zamanda İstanbul’un en tanınan simalarından biri olarak bizzat devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından çe­şitli ihsanlara nail olmuştur. Hayatını ve servetinin azımsanamayacak bir bölümünü Avrupa’da eziyet gören Yahudileri kurtarmaya adamış ve başarılı da olmuştur. Bu uğurda yeğeni Yosef Nasi ile beraber biz­zat Kanuni’ye başvurmuşlar ve sonuç olarak İtalyan şehir devletlerin­den Ankona’ya ticari ambargo uygulanmasını sağlamışlardır. Yahudi cemaati arasında “La Sinyora” yani “Hanımefendi” olarak anılan Don­na Grasia Nasi, 1568 yılında muhteşem servetini yeğeni ve damadı Yosef Nasi’ye bırakarak vefat etmiştir.

Yosef Nasi ise Osmanlı Yahudileri içinde en meşhur olanlarındandır. Bu zat, halasından aldığı muhteşem serveti daha da büyüttüğü gibi gerek Kanuni ve gerekse de 2. Selim zamanında devlet siyasetini yönlendiren simalardan olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılın­da Fransa kralı 9. Charies’a bir mektup göndererek Yosef Nasi’nin Fransa hükümetine verdiği 150.000 düka altını acilen ödemesini İs­temiştir. Yosef Nasi'nin yıldızı 2. Selim in tahta geçişi İle daha da par­lamıştır. İslam devletlerinde özellikle klasik dönemde gayrimüslimle­re yönetici kademede görev verildiği nadir rastlanan olaylardandır. Yosef Nasi de bu istisnalardan birini teşkil eder.

Kendisine Ege deni­zindeki Naksos adasının valiliği verilmiştir. Bunun yanısıra Nasi, Kıb­rıs adasının fethedilmesi yönünde 2. Selim’e telkinlerde bulunmuş, fakat Osmanlı donanmasının Kıbrıs’ın fethinden sonra Haçlı donanmasına Inebahtıda yenilmesi üzerine gözden düşmüştür. Onu meşhur eden en önemli projesi ise Filistin’in kuzeyinde yer alan Tiberya’da bir Yahudi yerleşim merkezi kurma teşebbüsüdür. Yosef Nasi burada bir Yahudi yerleşim merkezi kurmak için hem Kanuni, hem de 2. Se­lim'den ferman almış ancak bu proje çeşitli nedenlerden dolayı haya­ta geçirilememiştir.

Nasi’nin 1579’daki ölümü üzerine ise siyaset sahnesine bir başka En­dülüs kökenli Yahudi’nin, Salamon Aben Yaeş’in çıktığını görüyoruz. Aben Yaeş Osmanlı sarayında yükselerek Midilli dükü unvanını aldığı gibi aynı zamanda 3. Murat döneminde, İngiliz kraliçesi I. Elizabet’le de kraliçenin doktoru olan akrabası vesilesi ile irtibat kurmayı başar­dı. Bunun sonrasında İspanya’ya karşı Osmanlı-İngiliz ittifakını des­tekleyen en önemli figürlerden biri oldu. Hatta kraliçe ile padişah ara­sındaki bir takım müzakerelerin takibini de Aben Yaeş üstlenmiştir.

Kanuni döneminde Endülüs kökenli Yahudiler sadece siyaset alanında değil ilim alanında da önemli simalar yetiştirdiler. Bu dönemde nüfuz kazanan önemli bir sima Moşe b. Hamun’dur. 1493 yılında Grana- da’dan göç ederek İstanbul’a gelen Josef b. Hamun’un oğlu olan bu zat, muhtemelen Osmanlı başkentine geldiğinde henüz bir çocuktu. Baba mesleğinde hızla yükselen Moşe b. Hamun, Kanuni döneminde saraya intisap etmiş ve özellikle padişahın muzdarib olduğu nikris ya da nam-ı diğer gut hastalığını iyileştirmesi ve sultanın acısını hafiflet­mesi vesilesiyle de iltifata nail olmuştur. Ancak dönemin en önemli ta­bibi Kaysunizade ile de ihtilafa düşmüştür.

Bu İhtilaf sırasında Kaysu- nizade’nin suçlamalarına maruz kalmıştır. Moşe b. Hamun diş hekim­liği konusunda uzman bir hekimdi. Nitekim diş hekimliği ile ilgili kale­me alınan Osmanlıcadaki ilk önemli eser kendisine alt olup bu eserin yazımı sırasında hiçbir şekilde Türkçe konusunda yardım alma İhtiya­cı hissetmemiştir. Moşe b. Hamun’un evladına bir takım ayrıcalıklar verilmiştir. Nitekim çocuklarından Josef de baba mesleğini devam et­tirecek ve hatta 2. Selim zamanında saray hekimliğine yükselecektir.

İbn Cani el-lsralli de Endülüs kökenli İkinci belki de üçüncü kuşak tıp alimlerinden biridir. Onun araştırmaları daha çok kendi yaşadığı devir olan 17. yüzyıl başlarında oldukça yaygınlaşan tütün kullanımının fay­da ve zararları üzerine hasredilmiştir. İbn Cani, tütün konusunda halk arasında türlü fikirlerin öne sürüldüğünü dile getirmiş ve bu konu hak­kında dişe dokunur herhangi bir çalışma olmaması nedeniyle Motaridis adında bir İspanyol tabibin bu konu hakkında kaleme aldığı bir eseri Frenkçeden Arapçaya çevirmiştir.

16.asrın İkinci yarısı İle 17. yüzyıl başlarında yaşayan Endülüs köken­li bir diğer Yahudi bllimadamı da Selanik’te yaşayan ve Koca Davud adı ile anılan ünlü astronomdur. Bilindiği üzere Selanik, Endülüs’ten gelen ve Seferadim adı ile anılan Yahudi grubunun yerleştirildiği en önemli merkezlerden biridir. Nitekim bu özelliğini 20. yüzyıl başlarına kadar da muhafaza etmiştir. İşte bu şehirde yaşayan Koca Davud la­kaplı Davud el-Riyazi ilerleyen yıllarda İstanbul’a gelmiş ve ünlü astro­nom Takıyeddin b. Muhammed b. El-Maruf’la birlikte çalışmıştır.

Bilin­diği üzere Sokollu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin Efendi’nin deste­ğini alan Takıyeddin 1575 yılında İstanbul’da Tophane sırtlarında bir rasathane kurmuş ve önemli incelemelerde bulunmuştu. Koca Davud burada çalıştığı gibi bir yandan da Hoca Sadettin Efendi’nin oğluna da hocalık yapmıştı. Ne yazık ki bu değerli alim geride bir eser bırakma­mış ya da bir eseri bu vakte kadar keşfedilmemiştir.

Görüldüğü üzere 1492 yılında İspanya’da gerçekleştirilen ve Müslü­manlarla Yahudileri hedef alan büyük göç dalgası en ziyade Osmanlı ülkesini etkilemiştir. Asırlar sonra bir benzerini 1933 yılında Darülfü­nun ilga edilerek İstanbul Üniversitesi’nin açılması sırasında Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörlerle yaşayaca­ğımız bu olay sonrasında Yahudiler Osmanlı toplumunda tıp, kültür, si­yaset, astronomi, ekonomi gibi alanlarda son derece etkin bir güce kavuşacaklardır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bu güç çeşitli neden­lerle büyük ölçüde Ermeni ve Rumların eline geçecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:61-68 (Küre yay.)
Devamını Oku »

Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »