Şefaat hakkında İslamoğlu ve Okuyan'a reddiye



Hüseyin Avni Hoca



Besmele, hamd, salat ve selamdan sonra…

Selam hidayete tabi olanlara olsun…

Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan!. Size bu mektubumda muhterem kardeşlerim şeklinde hitap edip Rabbim size rahmet etsin ve sizi her türlü musibet ve afetten korusun diye de dua etmek çok isterdim.. Bu hitap ve duama belki sizler muhtaç değilsinizdir; ama insan ve mümin olmanın hazzını yaşamak ve tatmak isteyen biri olarak ben muhtacım.. Ancak ne yazık ki birçok meşru ve makul sebeple bunu yapamadım.. Çünkü sizler ki, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e -Allah’ın O’na salat ve selam edin (Ahzab:56) emrine rağmen- salat ve selam getirip dua etmeyi bile yalakalık sayabildiğinize göre, isimlerinizin başına herhangi bir hürmet ifadesi kullanmaktan ve sizin için dua etmekten, inanın size yalakalık etmekte olduğumu zan ve iddia edebileceğinizden korktum.. İşte o yüzden bundan böyle size sırf isimlerinizle hitap etmekte beni lütfen okuyanlar da mazur görsünler, siz de mazur görün.. Bu hitap tarzım, bedeviliğime ve kaba sabalığıma değil de korku ve endişeme bağlansın..

Mustafa, Mehmet!.. Bir takım genç Mü’minlerden duyduğuma ve yazıya döküp bana getirdikleri konuşma metninizden okuduğuma göre şefaatin -sergilediğiniz mantık olarak- hepsini zımnen, günahların affedilmesi için olan çeşidini ise açıkça inkâr ediyormuşsunuz.. Kitap, Sünnet ve Ümmet’in icmaı ile kesin ve sabit olan bu mana ve muhtevasını doğru anlayamadığınız şefaati kabul eden Mü’minlere de olmadık hakaretler yağdırıyormuşsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Bilenler iyi bilirler ki, geçmişte Mutezile mezhebi imamları, aklı, -çoğu zaman- yerinde ve kaldırabileceği kadar değil de, sahasının kısmen veya tamamen dışında ve lüzumundan fazla kullandılar. Bu yüzden de -ne yazık ki- akılcı akılsızlar sürüsü haline geldiler.. Bunların bozuk anlayışları ve şeytani vesveseleri geçmişte Ehl-i Sünnet uleması tarafında tamamen çöplüğe fırlatılıp atıldı.. Sizler ise şimdilerde o çöplükleri eşeleyip bu vesveseleri çıkarıyor ve kendinize ait düşüncelermiş gibi yaymaya çalışıyorsunuz.. İlmî ve aklî kifayetiniz ile doğru anlama rüştünüzün bulunmaması yüzünden de çürüyüp fosil haline gelen bu bozuk anlayış ve inanışları çok kere yanlış anlamaktasınız.. Bunlar yetmiyormuş gibi ayrıca onlara birçok saçmalıkları ilave etmekle de işi iyice çığırından çıkarmaktasınız.. Ehl-i Sünnet uleması tarafından onlara verilen mufassal ve okkalı cevapları ya okuyamamış veya nadiren okusanız bile yanlış okuyarak hatalı anlayıp anlatmaktasınız..

Veyahut da basbayağı bir ilim hıyaneti içindesiniz.. Kesinlikle biliyorum ki, sizin kendinize ait tek bir fikriniz yoktur.. Çünkü gördüğüm kadar kabiliyet ve gayretiniz fikir imaline hiç de elverişli değildir.. Kullandığınız ifadelerden anlayabildiğime göre dağarcığınız ya müsteşriklerin/oryantalistlerin veyaMutezile’nin paket proğramlarından yer gösterilmeden alınan bilgi ifrazatı/atıkları ile doludur.. Sizin kendinize has olan işiniz ise sadece şu sözü geçen iki zümreyi kör bir şekilde ve cahilce taklit etmekten ibarettir.. Hak yolun imamlarının izinden gitmeyi zül ve ar sayar, reddedersiniz ama azat kabul etmez köleler gibi yoldan çıkmışların peşine takılırsınız.. Çizgilerinden ve gölgelerinden kıl kadar dahi ayrılmazsınız.. Onların düşüncelerini asla münakaşa etmez ve ettirmezsiniz..

Diğer yandan da herkesin sizin önünüzde el pençe divan durmasını, ardınızdan asla ayrılmamasını vücudunuzun bütün zerrelerinizin dilleriyle istersiniz.. Siz peygamber sallallahua leyhi ve sellem bile olsa herkesi münakaşa edebilir bir yana fırlatabilirsiniz ama kendinizi katiyen zerre miktarı tartıştırmaz, burnunuzdan asla kıl aldırmazsınız.. Kendi ithalpaket proğramlarınızı set haline getirip ambalajlayarak cümle aleme cebren ve hile ileyutturmaya çalışırsınız.. Sözün kısası, siz işte bu kadar çaplı ve dürüst kimselersiniz..

Mustafa, Mehmet!.. Mu’tezile’den söz etmişken, onların günahların affedilmesi için yapılacak şefaatleri inkâr ederken delil diye ileri sürdükleri şüphe ve saçmaların birkaç tanesini buraya alalım.. Sonra da Ehl-i Sünnet ulemasının onlara verdiği cevaplardan bir kısmını hulasa edelim..

Birinci şüpheleri: Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayeti.. Oysa fasık, razı olunan bir kimse değildir..

İkinci şüpheleri: Çünkü şefaatte, Allah’tan, düşmanını dost, cehennemliği de cennetlik yapmasını istemek manası vardır ki bu güzel görülecek bir şey değildir..

Üçüncü Şüpheleri: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır ki bu caiz değildir..

Dördüncü Şüpheleri: Hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi (zarar ve azabı)savamayacağı ve ondan hiçbir şefaatin kabul edilmeyeceği günden sakının(Bakara:48)mealindeki ayet..

Birinci şüphelerinin cevabı.. Kur’an’da geçen mutlak zalim kâfir demektir.. Yani şöyle zalim böyle zalim gibi vasıflarla zikredilmeyip sadece zalim lafzı kullanılmış ise bunun kafir olduğu anlaşılır.. Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayetindeki razı olunan kimse de her bir mümindir; çünkü onun imanı ve taatıi vardır. Yine ayetten anlatılmak istenen sadece(Allah’ın) kendisine şefaat edilmesine razı olduğu kimseye şefaat edeceklerdir demektir.. O halde neden ayetin anlaşılmasında zıt görüş bulunmasına rağmen Allah büyük günah sahibinden razı olmaz dediniz?..

İkinci Şüphelerinin Cevabı: Düşmanını dost, yapmasını istemektir sözleri doğru değildir.. Bu dediğinizi mümin büyük günah işlemekle imandan çıkar ve Allah’ın düşmanı haline gelirşeklindeki bozuk temel inancınızın üzerinde kurdunuz.. Bizim temel inancımıza göre ise mümin büyük günahları işlemekle Allah’ın düşmanı haline gelmez.. Ebû Hanîfe rahimehullah el-Âlim ve’l-Muteallim isimli kitabında bu görüş üzerindedir.. Yine mümin büyük günahları işlemekle mutlak olarak cehennemlik olmaz.. Aksine bunda, Allah’ın, kuluna fazlı ve keremi ile muamele etmesinin istenmesi vardır..

Üçüncü Şüphelerinin Cevabı: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır demelerine gelince.. Hayır, öyle değil.. Çünkü biz şefaatin vacipolduğuna hükmetmiyoruz ki kul azaptan emin olsun, şefaate güvenip dayansın ve günahları işlemeye cüret ve cesaret göstersin.. Aksine biz büyük günah işleyen her bir fert için bunun caizolacağına ve tasavvur edileceğine hükmetmekteyiz.. Şefaate nail olmayı umması, af ve mağfiretten de ümit kesmemesi için.. Sizin şefaatin olmaması, affın imkânsızlığı ve büyük günah işleyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacaklarına dair dediğiniz sözlerde, insanları ümit kesmeye ve Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmaya atmak vardır.. Bu ise küfürdür.. Allah Teala,Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser (Yusuf:87) buyurmuştur.. (İbnu Kutlubuğa: Haşiyetü’l-Müsayere:217-218)

Dördüncü Şüphelerinin Cevabı: Ehl-i Sünnet alimlerinin Mu’tezile Mezhebinin bu ayetigünahların affı için şefaatin olmayacağı iddialarına delil getirmeleri karşısında verdikleri uzun ve güzel cevaplar vardır..

Birincisi:

-Bu ayetteki hüküm her bir ferdi ve bütün halleri kapsamaz.. (Îcî, Devvânî ve başkaları..)

-Bu sözün zahiri/açığı, hükmün, iki şeyi yani hem fertlerin tamamını hem de hallerin tamamını kapsamayacağıdır. Fertleri kapsamaması, umum sığalarından olan nefiyden sonra nekre ismin bulunması ile düşmüştür.. Yani bu, umum bildirdiğinden fertlerin tamamını kapsar.. Öyleyse doğrusu, şahıslar ve vakitlere nispetle umum bildirmez demektir.. Çünkü lâ teczî/defedemeyecektir, savamayacaktır sözünde devamlılık manasını gösterir bir şey yoktur.. Bu umum ifade etme/fertlerin hepsini kapsaması kabul edilecek olsa bile, (şefaat vardır veşefaat yoktur şeklindeki) delillerin mümkün mertebe tenakuzdan kurtarılması için (bu ifade umum bildirse de) umum kast edilmemiştir, kâfirlerle sınırlıdır denilir .. Onun için buna umum bildirdiğini kabul ettikten sonra bunun kâfirlerle sınırlandırılmasının manası yoktur şeklinde bir itiraz yapılamaz. Aksine biz, delilin delaletsiz olmaya tahsisinin bir manası yoktur deriz.. (Gelenbevî Ale’l-Celal, 2/271)

Mustafa, Mehmet!.. Fahruddin er-Râzî’nin, hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi(zarar ve azabı) savamayacağı günden sakının (Bakara:48) ayetini tefsir ederken şefaat hakkında getirdiği delilleri ve Mu’tezile’ye verdiği o güzel ve susturucu cevaplarını hiç mi okumadınız, hiç mi görmediniz, gördüysen hiç mi anlamadınız?..

Mustafa, Mehmet!.. Sözlerinizden okuduğuma ve gördüğüme göre sövdüğünüz ve savaştığınız Mü’minlerin, söz ve yazılarında kullandıkları kelime ve ıstılahlara/terimlere ne mana yüklediklerini, bu meseleye girmeden evvel bizzat onlara soracak yerde bu lafızlara sadece kendi saplantılarınız ve yakıştırmalarınızla mana veriyor ve onlara yakası açılmamış nice hakaretler ediyorsunuz.. Durmadan havayı yumrukluyorsunuz.. Hatta belli ki küfürlerinizin ve hakaretlerinizin mesnedi kalmayabilir endişesiyle ve korkusuyla bunu onlara sormaktan kasıtlı olarak çekiniyorsunuz.. Hep hakaret edebileceğiniz ve kendi o pek sevdiğiniz tabirinizle onları iyice ötekileştirebileceğiniz manalarda çakılıp kalıyorsunuz.. Hasım saydıklarınıza yani bütün bir Ümmet’e ve alimlerine her dem kendi yakıştırma, vehim, yalan ve iftiralarınız üzerinden atış yapıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, sizin bu yaptığınız, cahillikten de öte büyük bir ciddiyetsizliktir.. Birazcık aklı ve ilmi olan ciddi bir kimse, hiç değilse tezyif edeceği ve karalayacağı inanç, söz ve düşüncelerin önce ne olduğunun sınırlarını açık bir şekilde çizer, ne diyecekse ve ne yapacaksa ondan sonra der ve yapar.. Muhataplarının hiçbir şekilde söylemediklerinden hareketle asla gevezelik yapmaz.. Kur’ân ve Sünnet istikametinde şefaate imanı olan Mü’minlere çamur atarken yakışıksız ve saçma tasvirleri ve yakıştırmaları bir yana koyarak siz şu kitabınızdaki yahut konuşmanızdaki veya makalenizdeki şu sözünüzle veya başkalarına ait olup kabullendiğiniz sözlerde ŞEFAAT’a şu manayı yüklüyorsunuz; oysa bu yaptığınız, şu nakli veya akli delile göre yanlıştır, doğrusu ise budur gibi ilmi ifadelerle karşı çıkacak yerde abur cuburlarınızla şamata etmeyi marifet sayıyorsunuz..

Ciddi ilmî bir tenkıdde hasım bilinen kişilerin kelam veya kalem sürçmelerine yahut köşede bucakta kalmış ve taraftarlarınca bile kabul görmeyen şaz ifadelerine sarılmaya bile tenezzül edilmez; aksine daha çok ve asıl asla ve gövdeye bakılır.. Oysa siz böyle bile yapmıyorsunuz.. Sürçme mahsulü ifadelerine de dayanmıyorsunuz.. Daha da ileri giderek onlara sırf iftira ve yakıştırmalarınız üzerinden çamur atıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. İslam’ı bilmemenizin yanında aklın ve mantığın kanunlarından da haberiniz olmadığından hatta bu halinizi dahi göremediğinizden gelişi güzel ve saçma sapan konuşmaktasınız.. Büyümekle büyütülmenin farkını bilmediğiniz yahut bilmez gibi yaptığınız için hep zırvalıyorsunuz..

Mehmet, Mustafa!.. Biz size Mü’minlerin kabul ettikleri ve inandıkları şefaatin evvela Kur’ân’dan bazı delillerini getirip sonra da ne olduğunu gösterelim ve çerçevesini çizelim:

Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ }

“O’nun yanında kimdir şu şefaat edecek olan?!. Ancak, O’nun izni ile (şefaat edecek olan)başka..” (Bekara:255)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى }

“Ancak Allah’ın razı olduğu kimseler için şefaat edecekler..”(Enbiya:28

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا }

“Şefaate malik olamayacaklardır; ancak, Rahman’ın katında ahd edinenler başka.”(Meryem:87)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا }

“O günde şefaat fayda vermeyecektir.. Ancak Rahmanın kendisine izin verdiği ve onun için söz söylemeye razı olduğu kimse başka..”(Taha:109)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ }

“Onun yanında şefaat fayda vermeyecektir. Ancak, kendisi izin verdiği kimse için olan başka..” (Sebe:23)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ }

“Ondan başkasına ibadet edenler şefaate malik olmayacaklardır.. Ancak Hakka bilerek şahitlik edenler başka..” (Zuhruf:86)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }

“Günahın için ve Mü’min erkeklerle Mü’min kadınlar için mağfiret iste” (Muhammed:19)

Aşağıda da anlatılacağı üzere başkasının günahı için af istemek, aslıda şefaat talep etmek demektir. Buna göre Allah celle celalühu, Resulünden Mü’minlere şefaat etmesini emretmektedir..

Mehmet!.. Sen, bunları ve benzeri nasları sadece sevabın ikiye katlanması için saymakla ayeti hem tahrif etmekte hem de -aşağıda da görüleceği üzere- kendi mantığınızla tezada düşmektesin..

Sonra..

Şefaat ne demektir?

Seyyid Şerif Cürcânî, şefâati şöyle tarif ediyor:

“Şefaat, kendisine karşı suç işlenen kimseden suçu affetmeyi istemektir.” (Tarifat)

Buna göre şefaat, Allah’tan, O’na karşı günah işleyen bir Mü’mini affetmesini istemektir.. Yani onu bağışlaması için Allah’a dua etmektir..

Ancak, Cürcânî’nin bu tarifi, şefaat’in sadece en büyük ve en mühim kısmını teşkil eden günahlar ve azaplar için yapılacak olan şefaat’i içine almakta, sevap artırması ve mükâfat verilmesine dair olacak olan şefaati dışarıda bırakmaktadır.

Şeyhu’l-İslam İbrahîm el-Beycûrî, şöyle diyor:

“Şefaat, lügatte, vesile ve istemek, ıstılahta ise, başkasından bir başkası için hayır istemekdemektir.” (Tühfetü’l-Mürid Şerhu Cevhereti’t-Tevhîd:131, M. Behiyye,1303)

Buna göre şefaat, Allah’tan, bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için gerek sevabının ve ecrinin artırılması ve ona mükâfat verilmesi, gerekse azabının giderilmesi şeklinde olan bir hayrı istemekdemektir.

Yani şefaat, Allah’a bir çeşit dua etmektir..

Görüldüğü gibi Beycûrî’nin bu tarifi, kısa, özlü ve çok dikkatli bir tarif..

Tânevî de bu manadaki şefaati daha açık olarak şöyle tarif etmiştir:

Bir başkasından yine bir başkası için bir hayrın yapılmasını yahut zararın/cezanın terkedilmesini yalvararak istemektir.. (Keşşafu Istılahati’l-Fünûn)

Mustafa, Mehmet!.. Sizin anlayacağınız, Allah’tan istenilen şeyler -bir taksime göre- ikiye ayrılıyor: Kişinin Allah’tan kendisi ve başkaları için istediği şeyler..

Buna göre şefaat, Allah’tan (kendisine değil de) başkasına bir mükâfat vermesi ve günahını affetmesini yalvararak istemek demektir.. Yani Allah’ım!. Şu kuluna şu hayrı ver, veya şu kulunun şu günahını affet diye yalvarması; bunun için yana yakıla Allah’a dua etmesi.. Bu dua dünyada, herkes tarafından, her Mü’min için yapılabilir.. Ancak ahirette yapacak ve yapılacak olan şefaat Allah’ın izniyle olur.. Onun için, şefaat, ahirette bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için bir hayrın temini veya bir şerrin def edilmesi için Allah’a yapılacak olan belli bir duadır..

Mustafa, Mehmet!.. Yani, bir defa daha kısaca tekrar edecek olursak, Allah’a başkası için yapılan duaya şefaat de deniliyor..

Mehmet!.. Konuşmanda bunların anlattığı Âhiret'te ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun sizi gelip biri kurtarıyor demekle Mü’minlere iftira ve çamur atıyorsun.. Bunun yanında aslında -belki de farkına varmadan- aklının ve anlayışının kıt olduğunu da ilan etmiş oluyorsun..

Mehmet!.. Nasıl Allah’tan korkmadan ve kullardan utanmadan bunların anlattığı, -ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun- Ahiret'te sizi gelip biri kurtarıyor diyebiliyor ve hem yalan söylüyor hem de Kur’ân’da onca ayette imanlı olma ve ilahi izin şartına bağlı olarak vuku bulacağı haber verilen şefaati kabul edemiyorsun?!..

Mehmet!.. Kim demiş ne yaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak diye?.. Hiçbir kimse.. Çamur atıp karalamaya çalıştığın Mü’minlere göre dinden dönen ve küfre giren ile Allah’ınşefaat için izin vermeyeceğini kimse kurtaramayacak.. Keza kul haklarında da muhtemel çok hususi olan şartlar dışında iş yine böyle olacaktır.. Buna rağmen böyle diyenler için ‘neyaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak’ diyorlar iddiasında bulunmak yalancılık ve sahtekarlık değil de nedir?.. Evet, yapılan, hem yalancılık hem de sahtekarlıktır..

Mehmet!.. Siz, Allah’ın tanıdığı rahmete mani olmaya yahut sınır koymaya çalışan ve onca bol ve geniş olan ilahi rahmetin taksim amirliğine soyunanlardansınız..

Biliyor musun, Rabbimizin,{ أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ } /Onlar mıdır Rabbinin rahmetini taksim etmekte olanlar? buyurarak kınadığı müşrikler de sizin gibi yapıyorlardı..

Mehmet!.. Senin Din gününün sahibi sadece Allah’dır. Ve o gün Rabbinizin hiçbir danışmanı yoktur. Dolayısıyla buradan hiçbir kimse Allah'a orada kiminle ne karar vereceğinin dersini veremez şeklindeki bu sözlerin cidden edepsizce ve terbiyesizce sarf edilen açık inkar sözleridir.. Azıcık bir delikanlılığın ve cesaretin varsa, bu onca ayeti inkar manası taşıyan zırvalarını kalabalık bir topluluk karşısında bize söylesen ya!.. Ama sende o yürek ve cesaret ne gezer.. Sen ve senin gibilerin yaptığı, yiğitçe değil hep kaçamak güreşmektir.. Din gününün sahibi olan Allah’ın, nice hikmetlerle münasip gördüğü kimselere şefaat izni vermesini, onu müşavir/danışman mevkııne koyması yahut Allah’ın ahirette -haşa- kiminle ne karar vereceğiolarak anlayabilmek için en azından geri zekalı olmak gerekmez mi?!..

Mehmet!.. Bu sözündeki mantıkla sarf ettiğin şu endazesiz sözler, sevapların katlanmasıiçin de bahis mevzu olmaz mı?. Elbette ki olur.. Öyle ya, şefaati kökünden inkâr eden bir kimse sana, senin kabul ettiğin bu ‘sevapların katlanması’ için yapılacak şefaat da kendi şu mantık ve anlayışına göre bir danışmanlık işi olur; zira günahların affı için olan şefaat ile bunun ne farkı var? dese ona ne dersin?.. Mugalata ve kandırmaca gibi bir maksadın yoksa hiçbir şey diyemezsin.. Çünkü birisi bir şeyin olmasını diğeri de olmamasını sadece Allah’tan istemekdemektir.. İkisi de bir kimse tarafından bizzat hak edilmeyen bir şeyin ona meccanen, karşılıksız, bedelsiz lütfen verilmesini Allah’tan talep etmektir..

Mehmet!.. Bu senin ifadelerinden de açıkça görülmektedir ki, aslında ortadaki sıkıntı sadece cahillik ve imansızlık yahut iman kıtlığı değil, bütün bunlardan daha önce edepsizlik, akılsızlık, idraksizlik ve haddini bilmeme sıkıntısıdır..

Mehmet!.. O, biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız. Ama O’nun bağışlayıcılığı üzerinden Allah nasıl olsa Affeder deyip geçerseniz başka bir ayetle yüz yüze gelirsiniz o ayette der ki; Allahu Teala Ey insanlar! Sakın ola şeytan sizi Allah ile aldatmasın sözünle yine halt ettin yani karıştırdın.. Karıştırdın ama bu sefer hakla batılı birbirine karıştırdın.. Biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız derken de doğru deyip demediğini bilmiyorum ama sözünün kalan kısmında doğruyu söylüyor lakin doğru demiyorsun.. Doğru demiyorsun, çünkü bu doğruyu batılına mesnet yapacak şekilde sarf ediyorsun..

Mehmet!.. Günümüzde Sünnet taraftarı olan yegane Mü’minlerden kim Allah nasıl olsa Affeder diyor?.. Hiçbir kimse demiyor.. Böyle diyen biri asla yok.. Ben duymadım.. İnanıyorum ki sen de duymamışsındır.. Kimse duymamıştır.. Bu sözü söyleyen varsa ve hangi zındıksa, Allah ona iman versin, değilse canı cehenneme.. Burada böyle bir bahaneyle şefaati inkâr ediyorsun.. Değilse, boş gürültülerle insanları oyalıyorsun.. Üstelik bu görüşlerin sahibi olan sen, Çok aldatıcı olan, sakın ha sizi Allah ile aldatmasın.. ayetinde ikaz edilmene rağmen tezgaha gelenlerdensin.. Ğarûr seni çok feci aldatmış..

Mehmet!.. Hele bir takıma girerseniz, hele bir okulun veya ekolün mensubu olursanız, hele birileriyle anılıyor olursanız zaten isteseniz de cehenneme gidemiyorsunuz.. sözünün buraya kadar olan kısmında kimilerine ve bilhassa kendine göre diyorsan doğru söylemiş olabilirsin.. Dolayısıyla bunları önce kendi mahallende ara.. Hele sakın yanılıp da Ehl-i Sünnet diyarında ve arasında aramaya kalkma.. Bulamazsın.. Boşuna yorulma..

Mehmet!.. Ancak yani biri kurtarıyor; bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz.. derken açık bir yalan söyleyip -çok aldatanların insan cinsinden olan bir ferdi olarak- Mü’minleri Allah(ın ayetleri) ile çok kötü kandırıyor ve aldatıyorsun.. Evet, onca şefaat ayetinden anlaşıldığına göre Allah’ımızın şefaat için izin verip bu hususta konuşmasına razı olacağı nebiler ve sâlihler, günahkarları, -sebep olma manasında- kurtaracaklardır.. Evet, kafirler istemeseler de bunu yapacaklardır.. İkinci şahısları, onlar için yapacakları dualarıyla kurtaracaklardır.. Ancak, kendileri için şefaat izni hiçbir zaman verilmeyecek olan kâfirler ile bazen kendileri için birilerine Mevla tarafından şefaat izni verilmeyecek günahkâr Mü’minleri kimse kurtaramayacaktır..

Mehmet!.. Ortaya attığın bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz zırvası, sadece Allah’ı, Resulünü ve Kur’ân’ı yalanlama denemeleri, yonttuğunuz ve etrafında pervane olup tapındığınız bir puttur.. Nitekim aşağıda delilleri gelecektir..

Mehmet!. Sana sorulan bu şefaat işi palavra mı? şeklindeki çanak sual karşısında serf ettiğinişte bakın! Dinin, İslam kültürünün çığırından çıkarılmış en önemli kavramlarından üzgünüm biri de budur. Şimdi biz şefaatle ilgili bir şeyler anlatıyoruz diyoruz ki: Şefaatle ilgili konuşacak mısın? Kur’ân’da şefaatle alakalı otuz iki tane ayet var. Otuz ikisini de bilerek konuşacaksın. İkisini bilmekle olmaz bu iş şeklindeki sözlerin aslı ve cevheri bakımından doğru sözler.. Doğruyu söylemişsin; ancak yine doğru söylememişsin.. Çünkü maksadın ve usulün doğru değil.. Yalnız şu kadar var ki, şefaat, asla dinin kültürü, İslam kültürü değildir.. Kültür’ün ne olduğunu bilmediğin için bu ifadeyi kullanmışsın.. Ansiklopedilere bakarsan ve merhum Cemil Meriç’in kültür ile alakalı makalelerini iyi okursan dediğimi anlarsın..

Mehmet!.. Biliyor musunuz piyasada şu an şefaatle alakalı dolaşan kanaatlerin hiçbirinin Kur'an'dan referansı yok derken, şayet kendi piyasalarınızı kastediyorsan yine doğruyu söylüyorsun. Sözüne bir itiraf olmak haysiyetiyle itiraz edilemez. Hatta en büyük delil olarak da kabul edilir.. Ancak bu sözünle Ehl-i Sünnet dairesindeki Mü’minleri ve delillerini murad ediyorsan, bu, mesnedi olmayan süfli bir ithamdır. Böyle bir iddia vehme ve zanna değil, inkar edilemez delile muhtaçtır.. Gördüğümüz kadarıyla elinde çürük zanlarından, vehimlerinden ve asılsız kuruntularından başka bir şey bulunmadığına göre açıkça yalan söylüyorsun.. Nitekim yukarıda ayet delilleri geçti.. Sahih Sünnet delilleri ise hayli çoktur.. Şu kadar var ki onlar sünnetsizleri bağlamayacaklarından sana bu delilleri getirmekte fayda görmedik..

Mehmet!.. Kur'an'ın söylediği şefaatle alakalı beş argüman var. Bu beş tanesi otuz iki ayeti de içeren argümanlardır. Şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler derken hüccet ve delil kelimelerinin gavurcası olan argüman kelimesini kullanmakla şahsiyetinin silikliğini ortaya koyarken şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler demekle de Mü’minlere iftira atıyorsun.. Onlar şefaatin manasını asla değiştirmediler.. Aksine ya sen şefaatin ne olduğunu bilmiyorsun, hatta bilmediğini de bilmemekle mürekkep cehlinin içinde debelenip duruyorsun veya bilerek yalan konuşup onlara iftira atıyorsun ..

Mehmet!.. “Bunlara şefaat sizin anladığınız gibi değil dediğinizde bak, bak, şefaati inkâr ediyor deniliyor” demekle de açık bir mugalata yapıyorsun. Senin için haklı olarak bak, bak, şefaati inkâr ediyor diyenlere şefaat sizin dediğiniz gibi değildir demekle de yalan veya yanlış söylüyorsun.. Birilerini kandırıyorsun.. Zira şefaatin en mühim kısmını kökünden yalanlayan, sevap ve derece ziyadesi çeşidini de budanmış bir şekilde kabul eden, kendisi açıkça yalanlamasa hatta kabul ediyor gibi gözükse de meseleye bakış mantığı yalanlayan bir kimseyeşefaati inkâr ediyorsun pek ala denilebilir.. Şefaatin en büyük ve en mühim çeşidi olan cezaların hafifletilmesi yahut tamamen affedilmesi için olacak olanı inkar edene bak, bak, şefaati inkâr ediyor demişlerse ne olmuş?.. Sonra, doğru bulmadığınız şefaati inkâr etmenizin temelinde yatan mantığınız ile tezat teşkil eden şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır şeklindeki -ayıptır söylemesi- kıvırtmanız ne işinize yarar?..

Mehmet!.. Sen bir yanda, yav, şefaati ben nasıl inkâr ederim?!. Otuz iki tane ayet varderken, öte yanda da en mühim çeşidini inkâr ediyorsun. Kalanının da içini kısmen boşaltmakla kalmıyorsun.. Bir de başka şeylerle dolduruyorsun.. Hasılı yalan söylüyorsun.. Öyleyse sana, itibari bir kayıtla ve bir bakış zaviyesiyle şefaati inkâr ediyorsun neden denilemesin?!.. Pek ala denilebilir..

Mehmet!.. Ama senin beklediğin ve içini boşalttığın türde bir şefaat yok. İşin dürüstü şudur: Şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır. Ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişileri bildirmesi kurumudur derken de belli ki ne dediğini bilmiyorsun.. Mü’minler şefaatin içini boşaltmıyorlar.. Onlar senin dediğinin aslını inkâr etmiyorlar.. Bununla beraber ziyadeleri bile var. Türkçede buna içini boşaltmak denmez.. Aksine şefaatin içini en büyük ve en mühim çeşidini inkâr etmekle sen boşaltıyorsun, siz boşaltıyorsunuz..

Eğer Mü’minler günahın affı için olan şefaati kabul ederlerken farz-ı muhal hata etmiş olsalardı buna içini boşaltmak değil, muhtevasını tahrif etmek, içini değiştirmekderlerdi.. Belli ki yaptığın işin bir iç boşaltma olduğunu sen de bildiğin ve şuur altına itmiş olduğun ve bunun ayıbından sıyrılmak istediğin için kendi sıfatını başkalarına yamamaya çabalıyorsun.. Ama nafile.. Her akıllı bilir ki, sıkıntıdan kurtulma işi, fayda elde etmek işinden daha önce ve daha mühimdir..

Dolayısıyla asıl iç boşaltma mükâfatın katlanması şeklindeki birşefaati kabul edip sıkıntıların kaldırılması için yapılacak şefaati inkâr etmek ile olur.. Üstelik senin işinde ilave olarak tahrif ve değiştirme de vardır.. Çünkü şefaatin, bu ilavenin melekler vasıtasıyla bildirilmesi şeklinde anlaşılıp anlatılması, Ehl-i Kitabınkine benzer açık bir yakıştırma ve tahriftir.. Kur’ân’da böyle bir ayet yoktur.. Varsa hangisidir?!.. Bunu başta Kur’ân’ı getiren ve beyan/açıklama vazifesi yüklenen peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sonra onun ilk ve en güzel tatbikçileri olan Sahabe radıyallahu anhum, sonra Ümmetin imamları, sonra da bütün bir Ümmet anlayamadı yahut yanlış anladı ama Küfür sisteminin yetiştirmeleri ve beslemeleri doğru anladı öyle mi?!.. Yazıklar olsun..

Mehmet!.. İstidatsızlar, kabiliyetsizler ve gayretsizler için bir daha tekrar edelim: Şefaatin içini, Rabbimizin izin vereceği her nevi şefaati kabul eden Mü’minler değil, batıl tevil ve yakıştırmalarla başka manalara çevirerek bunların hepsini veya en büyük ve mühim olan kısmını reddedenler boşaltmaktadırlar.. Kusura bakılmasın ama akıl almaz sahtekarlıklarla saptırmaca yapılmaya çalışılıyor.. Mü’minler, şefaatin günahların affedilmelerinde de cennette mükâfatların artırılmasında yahut akla ve hayale gelmedik sevapların verilmesinde de olacağını kabul ederlerken Mutezile sapıkları ve bu hususta onların paket programlarını mal bulmuş mağrîbî gibi kapıp alan ve kör taklitçileri olan bu vatandaşlarımızdan hiç değilse birisi sadece cennetteki mükâfatların artırılmasına dair olacak olan şefaati lütfen kabul etmektedirler.. Hangisi şefaatin içini boşaltmaktadır?.. Mü’minler mi, bunlar mı?.. İnsaflı olanlar Allah için söylesinler, hangileri?..

Mehmet!.. Allah aşkına söyler misiniz, ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişilere bildirmesi kurumudur şeklindeki kelime yığınlarının manası nedir?.. Laf ola, torba dola..İlgili kişiler kimler? Şefaat edenler mi, edilenler mi?.. Üçüncü şahıslar mı, kimler?.. Mükâfatı katlamasını yahut katladığını o katlanan kişiye mi bildirecek?.. Bu gibi saçmalamalar için irtikap edilen şu canhıraş feryatlar ve yırtınmalar niye?.. Bunlara ne lüzum var?.. Bu, dinde şüpheler uyandırmak ve gedik açmak için midir?.. Bu saçmanıza haşa mesned olabilecek ayet deliliniz nedir?. Tabii ki yok..

Mehmet!.. Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken ne demek istiyorsun?. Senin bu ifadelerin açık Sünnet inkârcısı zındıkların ve kâfirlerin sözlerine benzemektedir.. Ne yani, Kur’ân’da açıkça yoksa ama bunu peygamber söylüyorsa ve sabitse kabul etmeyecek misin?.. Kur’ân’da olmamasına rağmen ayetleri açıklamak adına dilinize aldığınız onca abur cubur sözler varken bunu sadece peygambere mi layık göremiyorsunuz?. Bu nasıl bir aymazlık, söyler misiniz bay Mehmet?!. Kaldı ki Kur’ân’da var ama bunu ancak gören gözü olanlar görebilir.. Körler de görecek diye bir şey mi vardı?..

Mehmet!.. Rabbimiz, Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmeyecektir; bundan aşağı olan(günah)ları da dileyeceğine affeder buyururken ‘Allah nasıl affeder? Allah affedemez..’ diye birileri kuduruyor.. Ya Hû!. Kime ne?. Bize mi yahut size mi, onlara mı kalmış?.. Yoksa kendinizi Allah’ın amiri olarak mı görüyorsunuz?.. İster, tevbe ile affeder, ister tevbe etmeden affeder.. İsterse şefaat etmesine izin vereceği kimselerin şefaati ile affeder.. İster şefaatsiz affeder.. İster cehenneme atmadan affeder, isterse attıktan sonra affeder.. Size ne?!.. Elinizde bunlara mani bir ayet veya hadis mi var?.. Hatta en küçük bir akli delil mi var?.. Kâfirlerin cehenneme girdikten sonra çıkmayacaklarına dair inen ayetleri tahrif edip bu zırvanıza delil yapmaya kalkmayın, Allaha iftira etmeyin.. Bu inkârınıza mesned olarak görebileceğiniz ve ileri sürebileceğiniz -putlaştırdığınız nefsani arzu ve taleplerinizden başka- hangi burhanınız yahut zayıf deliliniz var?.. Yoookkk.. Üstelik olacağına dair kesin deliller var..

Mehmet!.. Anlayışı kıt olanlara bir tekrar daha yapalım: Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken hiç utanmıyor musun?.. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin Şirkin aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlayacağını haber verirken bunun zamanını ve mekanını sınırladığına ve tayin ettiğine dair bir ayet mi var?. Yoksa bunu sana mı soracak?.. Cehenneme atılacak kâfirler için olan oradan bir daha çıkmamaya dair gelen ayetleri, Ehl-i Kitap gibi yerlerinden oynatarak Mü’minlere de şamil görüp göstermenin sizi kurtaracağını mı zannediyorsun.. Rahman ve rahim olan Allah’ımız isterse dünyadayken, isterse kabirdeyken, isterse mahşer meydanındayken, isterse en büyük panik anında, isterse tam cehenneme atılacağı zaman, isterse cehenneme atıldıktan sonra bağışlar.. Yoksa bunun sınırlandırılmasının yetkisi sana ve senin gibilere mi verildi?.. Ğaffar olan Mevlamız dileyeceği zamanda ve zeminde Mü’minleri affeder, bize mi yahut size mi kalmış?.. Bu sınırlandırmayı buna delaleti kat’i ve tartışmasız olan hangi ayetle yapacaksın?.. Yok böyle bir şey.. Siz bir Mü’min hassasiyetiyle sadece Allah’a yalan iftira etme ihtimalinden değil, açık bir şekilde iftira atmaktan korkmayan, kullardan da utanmayan kimselersiniz!.

Mehmet!.. Evet, evet,{ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ }/“Onlar cehennemden çıkmayacaklardır”(Bakara:167) gibi ayetler sizin deliliniz olamaz.. Çünkü mesela bu ayetin hemen önceki “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’tan başkalarını (Allah’a) denkler edinirler…”(Bakara:165) mealindeki ayette bunların müşrikler olduğu bildirilmektedir..

Mehmet!.. Keza, { فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ }/“Artık onlara şefaatçilerin şefaati de fayda vermeyecektir” (müddesir: 489 ayeti de senin delilin olmaz.. Aksine Mü’minlerin şefaat delili olur.. Çünkü ondan evvelki, ayetlerde Mevla teala{وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ} / “Yakîn(ölüm) bize gelene kadar din gününü (Ahiret gününü) yalanlıyorduk” buyurmakla bu şefaat vermemenin kâfirlerle alakalı olduğunu anlatıyor. Yoksa sırf kafirleri zikretmesinin bir manası olmazdı.. Mehmet!. O halde bu açık hakikati sen de anlamalısın..

Sonra, Kur’ân’da böyle bir ayet yok derken ne demek istiyorsun?!.. Hadis seni kesmiyor mu?. Kesmiyorsa, neden?..          Alimlerin, sahihliği üzerinde söz birliği ettiği hadisleri seçemiyorsan neden?.. Aşağıda gelecek ilimle uzaktan yakından alakası bulunmayan süfli gerekçelerle mi?

Mehmet! Hem, sen Sünneti inkâr etmediğini, fakat doğru olanları seçtiğini iddia ederken bu hususta onca sahih hatta meşhur, hatta birçoklarına göre tevatür mertebesine ulaşmış hadisleri inkâr ederken hangi tartışılmaz esasa ve inkar edilemez kat’î hüccet ve burhana dayanmaktasın?.. Vallahi, şeytan ve şeytanlaşmış insan kılıklıların vahiy ve vesveselerinden başka hiçbir şeye dayanmamaktasın..

Mehmet!.. Rabbimiz, birilerine şefaat izni vereceğini kendisi haber verdiğine ve bununsevap katlamak ile sınırlı olduğuna dair bir ayet bulamadığına hatta bu şefaatin cezaların affını da içine alacağını bildiren sahih hadislerin beyanları bulunduğuna göre bu şefaatin her zaman ve zeminde olmasına geriye hangi mani kalır?.. İnkarcılıktan veya kör inattan başka..

Mehmet!.. Sonra, ne demek bu? Nasıl bir algı? Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü? moloz yığını şeklindeki suallerini ve bilhassa sonra ne demek bu? sualini şayet iyi niyetli olarak ve adam gibi soruyorsan, güzel dinle:

Şefaatçi olmak demek, Ey Ğaffar, Rahman, Rahîm ve hakîm olan Rabbimiz!.. Sen sonsuz rahmetin ve hikmetinle sevdiklerin ve dostların olan Nebilere, âlimlere, şehidlere ve hafızlara, bazı kulların için suçların affı veya sevap için şefaat izni vereceğini vadettin.. Ben de şimdi sana geldim.. Senin yanında bir hatırım varsa senden, bu kulunun şu günahını affetmeni yahut ona şu mükâfati vermeni istiyorum..Zaten kullarının affedilmesi için dua etmemizi onca ayetle bize söyleyen sensin gibi Allaha yalvarmak demektir. Allah dilerse bunu kabul eder dilerse etmez..

Vasıtasız da affedecek olan Rabbimiz, şefaat vesilesiyle affetmesi yahut mükâfatlandırması, belki de kendilerine şefaat izni verilecek olan kimselere Mü’min kullarca muhtaç olunacak zaman ve zeminlerin ileride mutlaka geleceğinin unutulmaması, iyi düşünülmesi ve ona göre ayakların denk alınması ve hareket edilmesi veya şefaatçilerden olma gayretinin güdülmesi ve çabasının hasıl olması yahut onların hukukunun iyi gözetilmesi ve başka bir takım illet veya sebep yahut hikmetleriyledir..

Mehmet!.. “Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü?” derken çocukların bile yapmayacağı kıyaslarla, ar damarı çatlamayanları utandıracak, kargaları bile güldürecek birçok cahillik ve anlayış kıtlığı sergiliyorsun..

Sadece birkaçı:

Birincisi: Bir kere Allah, kullarına kıyas edilmez.. Allah kanunu koyan, kulu olan hakim ise bu kanuna göre hüküm veren.. Allah’ın affetme hakkı var ama kulu olan hakimin kendine ait olmayıp başka kulların ve Allah’ın hakkını affetme hakkı yok.. Ortak bir yan olmamasına hatta fârık’a yani ayrı kılan temel vasfa rağmen yapılan cahilce bir kıyas yapıyorsun.. Senin bu anlayış seviyendeki kimseler mi vahyi doğru anlayacaklar?.. Vah başımıza gelenlere!..

İkincisi: Rabbimizin lütuf ve ihsanıyla vadettiği şefaate inanan Mü’minler, bunu Allah’ın verdiği cezayı, O’na rağmen birilerinin gelip affedebileceğini iddia etmiyorlar ki şefaatçinin ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım demek istediğini söylesinler.. Ne alakası var?.. Bu nasıl bir şeytani kıyas?.. Bu kadar bir saptırma, inanın akıl kıtlığı ile de izah edilemez.. Bunun için inanılmaz bir kast-ı mahsusaya da ihtiyaç vardır.. Bir yanda bu iş için Allahtan müsaade ve izin istenecek, O da dilerse ve izin verirse bağışlayacak.. Diğerinde ise Allah’ın verdiği cezayı zorbalıkla iptal edecek bir kimse var.. Bunlar birbirine benziyorlar, öyle mi?.. Böyle bir kıyas ve muhakeme, sığırlara yakıştırılsa ve de onlar bundan haberdar olsalar, öyle zannederim ki, buna çok üzülürler ve çok içerlerler..

Üçüncüsü: İzin Allah’tan, dileme O’ndan, affetme O’ndan; ama sadece izin dairesinde af talebi yani bir başkası için dua, şefaatçiden, dilediği takdirde bu talebi reddetme yine Allah’tan; fakat buna rağmen bu durumda şefaatçi O’ndan daha güçlü olmuş oluyor, öyle mi?.. Rabbim aklımızı zayi etmesin.. Akıl ne güzel nimet!.. Bu denli süfli bir demagoji olabilir mi?.. Asla..

Mehmet!.. Birilerinin belki kıramayacağı bir ricada bulunacak sözüne karşı Bakın bu son derece sıkıntılı bir benzetme. Şimdi buradan Ankara'ya gitseniz filanca bir bakan ile bir işiniz olsa o bakanla görüşmek için onun tanıdığı birini aracı koyarsanız daha iyi olmaz mı? Kardeşim sen yalanını dinleştirme. O bakan veya kim olursa olsun senin tanımadığı için araya birini koyuyorsun peki orada araya koyduğun varlık seni Allah'tan daha iyi mi tanıyor?

Sen kimi Allah'a kimin aracılığıyla tanıtacaksın? diyebiliyorsun.. Artık Şirretlikte sınır tanımaz bir noktaya gelmişsin.. Bu saçma kıyas, Allah’ın lütfettiği ama senin kabul edemeyip reddetmekte olduğun şefaata inanan iman sahiplerine ait olamaz.. Olsa, olsa ancak yalanlarını din haline getiren, Allah’ın hükmüne razı olamayan, kafasına göre bir şeyler uyduran ve onlara tapınan müşrik kafalı kimselere ait olabilir. Mü’minler böylesi şeytani bir kıyastan şark ile garp kadar uzaktırlar..

Mehmet!.. Din ile alakası olmadığını kendi itiraf eden birinin peki diyelim ki ben cehenneme gittim Hz. Muhammed'in de Allah katındaki yeri belli, en sevdiği peygamberi sözüne karşı, o cümle yanlış, en sevdiği peygamber yok, hepsini seviyor nasıl diyebilirsin?!. Akıllı bir kimse böyle diyebilir mi?!.. Şu mantık zırvasına bakmaz mısınız?.. Ali velinin en sevdiği kimsedirdiyene O söz yanlış, Veli, Ali’den başkalarını da seviyor demek kadar insicamsız, düşüncesizce ve mantıksızca söylenen bir söz olabilir mi?.. Bilemem.. Olsa bile ihtimal ki az olur.. Ya Hû!.

Önümüzde on tane âlim bulunsa, birisi için bunların en alimi şu kimsedir diyene öyle deme, onların hepsi alim demek, ne manaya gelir?.. Bu ne demektir? Diğerlerinin âlimliğini inkâr eden mi var?.. Ortada tıbbi bir rahatsızlık mevcut veya karşımızda üç yaşında çocuk aklı taşıyan bir kimse var demek, değil midir? Dil bilen çocuklar bile bilirler ki, en kelimesi belli bir vasıfta ortak olan birden fazla fertlerden birindeki diğerlerine olan o vasıftaki fazlalık içindir.. Demek ki, bizim birinci derdimiz ve ihtiyacımız önce kendi dilimizle beraber Kur’ân’ın dilini, ondan sonra da mantık fennini öğrenmek.. Diğerleri daha sonra.. Dediğinin ve duyduğunun ne demek olduğunu bilemeyecek bir seviyede olan biriyle neyi, nasıl konuşabileceğiz?.. Bu, aslında totem haline getirilen ahmak ve cahillerin uydurdukları peygamberler arasında her hangi bir tafdîl yoktur saçmasına dayandırılan bir neticedir.. Oysa Rabbimiz, { تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ}/ “Bunlar resûllerdir; kimisini kimisinden üstün kıldık..” (Bakara:253) ve كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ }{/“Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz.”(Âli İmran:110) buyurmaktadır..

Şu halde, Kur’ân’ı gönderen Rabbimiz Resullerden kimisini kimisinden üstün kılmış Ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i de en hayırlı Ümmet yaptığını haber verdiğine göre Mü’minler, en hayırlı ümmetin Resulünün üstün kılınanların en üstünü olduğunu anlamakta zorlanmazlar..

Mehmet!.. Bunun yanında Mü’minlere göre bu mevzuda Sünnet’in verdiği haber de son derece mühimdir.. Onların elenmesini ve kabul görmemesini gerektirecek olan delil nedir?.. Biliyorum, aslında böylesine bir aklî dibe vuruş ve iflastan sonra konuşmanın bir manası kalmamıştır; lakin biz başkalarını düşünerek yine de devam edeceğiz.. Bu itirazlar Ehl-i Kitab gavurları karşısındaki aşağılık kompleksi, onları razı etme düşüncesi ve çorba bedeli ile şahsiyet heyelanı esasına dayandığında artık kimsenin şek ve şüphesinin bulunmaması gerekir..

Mehmet!.. Bazı ulemanın tafdîle bir cihetle yaptıkları itirazlarının altında yatan sebep ve inceliklerin tahlil ve tafsilinin yeri ise burası değildir. Ancak biz şu kadarını söyleyelim:

Onlar, tafdıl yoktur değil, tafdıl yapmamız lazım dediler.. Zira tafdîl yoktur demek ayrı,tafdıl yapmamız doğru olmaz demek ayrı şeylerdir.. Tafdîl mutlaka vardır ve onu Allah yapmıştır; bu, ayetle sabit olup inkâr edilmesi ayeti reddetmek olacağından küfürdür.. Ancak kullar tarafından yapılacak olan muayyen bir nebinin diğerlerinden üstün gösterilmesi bazı alimler tarafından münasip görülmemiştir.. Bunun sebebi ise şimdiki şahsiyet müflislerinin yaptıkları gibi Yahudilere, Hıristiyanlara, müsteşriklere yahut bunların uşakları olan yeni lüterlere ve calvinlere şirin görünmek ve yalakalık etmek değildir.. Aksine kulların -ayet ve hadis olmadan- şu nebi, bu nebiden üstündür demeleri, Allah bunların birini diğerine üstün tuttu demek olabilir korkusudur..

Bu da Allah’a bilmeden yanlış bir şey yakıştırmaya sebep olabilir endişesidir.. Böyle bir düşüncede Beni diğer nebilere üstün tutmayın ve benzeri hadislerden kalkılmıştır. Oysa bu, diğer yanda ben adem oğlunun efendisiyim rivayeti de gelmiştir ve aralarında bir tezat ve tenakuz da yoktur.. Zira biraz ince düşünüldüğü takdirde kolayca anlaşılabileceği gibi Beni şuna üstün tutma sözü Ben ondan üstün değilim manasına gelmeyebilir.. Öyle ki: Bir kimse, birini diğerinden üstün tutarken -ikisi de büyük olduğu halde- birini küçük görebilir..

Bu bilhassa avamı izdiraya yani küçümsemeye götürebilir.. Bir büyüğün diğer büyükten daha büyük olması ile birinin mutlak küçük olması arasındaki farkı bilhassa günümüzün bücür nesli nereden bilsin?!.. Selefimiz demek ki bu günün seviyesizliğini ta o zamanlardan görebilmiş.. Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız ayetini tahrif etmeye yeltenen zavallı cahiller, burada ne bakımdan ayırmayız denildiğini nereden ve nasıl bilsinler?.. Her bakımdan mı, her hususta ona tabi olup olmamak bakımından mı, birini diğerinden üstün görme ve gösterme bakımından mı, yoksa iman edip etmeme bakımından mı?.. Bunların tamamı -harici akli ve nakli deliller hesaba katılmazsa- elbette ki farklı derece ve mertebelerde muhtemeldir.. Lakin şöyle bir düşünelim..

-Her bakımdan olamaz.. Çünkü.. Kimisi bir kavme kimisi ise bütün kullara, kimisi sadece insanlara, kimisi de hem insanlara hem cinlere gönderilen.. Kimisi kendinden sonra peygamber bekleyen kimisi de kendinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olan ahır zaman peygamberi.. Kimisi, kitabında ve şeriatındaki ameli hükümlerin bir kısmı gelecek peygamberlerin kitabında ve şeriatında değiştirilecek olan, kimisi ise hükümlerinin hepsi kıyamete kadar devam edecek olan..

-Her hususta ona tabi olmakta da olmaz.. Çünkü kitapların ve bazı hükümlerin Allah teala tarafından değiştirildiğini inkâr etmek Kuranı ve diğer kitapları inkâr etmek olur.. Dolayısıyla geçmiş peygamberlere sonradan değiştirilen hükümlerinde uyulmaz ama herkes kendi nebisine her hükmünde uymaya mecburdur..

-Birini diğerinden üstün görme bakımından dahi olamaz.. Zira yukarıdaki ayette(Bakara:253) de görüldüğü gibi bazılarının diğerlerinden daha üstün olduğunu bizzat Allah buyuruyor..

-Şu halde iman etmek hususunda peygamberlerden hiçbirisinin arasını ayırmayız; hepsine birer nebi olarak iman ederiz.. Nitekim bu Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız sözü aynı ayette (Resul ve müminlerden) her biri……. (Allah’ın) resullerine de iman ederler kelamının hemen ardında gelmiştir..

Mehmet!.. Bir yanda peygamberlerin arasını kimisini diğerlerinden üstün görme işinde ayrılmayacağını iddia ederken, diğer yanda iman etme hususunda ayırıp Ehl-i Kitab’ın Âhir zaman Nebisine inanmasa da cennete gidebileceğini iddia edenlerin ayeti inkar eden kafirler olduğunu açıkça söyleyemiyorlar.. Hatta bazıları cennete gidebileceklerini iddia edebiliyorlar.. Nitekim sana bunu sorduğumda kafir olur diyememiş idin.. Hani sana Mümin olup cennete gidebilmek için son peygambere ve kitabına iman etme şartı var mıdır yok mudur diye sorduğumda Müslümanlar için şarttır demiştin.. Şimdiki Ehl-i Kitab’ın İslam’a girmese bile cennete girebileceğini söyleyenleri savunmuştun.. İman etme mezuunda peygamberlerin arasını ayıran kimseleri müdafaa edebilirken ayetlerle ve hadislerle sabit olan tafdıli inkar etmek ne ile izah edilebilir?.. Bu bir çifte terazili olmak değil de nedir?!..

Mehmet!. Sana Hepsini seviyor ama Hz. Muhammed biraz daha yakın diye biliniyor. Bütün Âlemi onun için yarattığı söylenmiyor mu? diyen bir vatandaşa o da korkunç bir hata dedikten sonra, Peki Hz Muhammed gitse Allah'a bunu cehenneme attın bir sürü günahı da var doğru ama bu özünde iyi bir adam sende biliyorsun gel şunu affedelim dese olmaz mı? demesi üzerine,Bak…! Böyle bir şey olmaz. Allah'ın kızdığını peygamberimiz savunamaz.. Allah'ın gazap ettiğine peygamberimiz avukatlık yapamaz.. Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz.

Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? Rahman ve Rahîm olan Allah'dır. Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez. Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın 4. ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken aklını azıcık da olsa kullanmak hiç mi o aklına gelmiyor?.. Yoksa, ne var ki, neyi kullanayım mı diyorsun?.. İşte orasını bilemem, belki de haklısındır..

Burada da akıl (İlim demiyoruz; çünkü bu meselede akıldan ilme sıra gelmemiş bir hal var) sıkıntısıyla başı dertte olan malum karakterli birilerinin seviyesiz ve dibe vurmuş laf ebelikleri var..

Mehmet!.. Sana soruyoruz: Allah’ın, kızdığı bir Mü’min’i bazen affettiği ve bağışladığı olur mu, olmaz mı?..

-Şayet, olmaz, diyorsan, Allah’ı yalanlayan bir kafir haline gelirsin, seninle bu noktada konuşacak bir şey kalmaz.. Çünkü bu takdirde sen, “Şüpheniz olmasın ki: Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlar” ayeti gibi nice ayetleri inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bazan günah işleyen bir kulunu bağışladığı olur diyorsan,

Sana soruyorum:

-Bu bağışlamayı, hiçbir talep olmadan kendi affı ile bağışladığı olduğu gibi, bu bağışlama günahkarın kendisinden veya bir başkasından gelecek bir istiğfarla yani af talebiyle de olur mu, olmaz mı?..

-Eğer, “Olmaz” diyorsan, sana bu noktada ve bu hususta iman et demekten başka diyecek bir şey kalmamıştır; zira artık sen, Allah’ı ve aşağıdaki ayetlerini açıkça inkâr eden bir kimsesin..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا }/“Ey Rabbimiz!..Bizi ve imanla bizden önce geçen kardeşlerimizi bağışla”(Haşr:10)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا}/“Senin için Rabbimden bağış isteyeceğim, dedi.”(Meryem:47)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }/“Kendi günahın için de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınlar(ın günahları) için de istiğfar et (Allahdan bağışlamasını iste..)”(Muhammed:10),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ }/“Resûl de onlar için af isterse”(Nisa:64)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ }/“(Biat etmek için sana gelen) kadınlar için Allah’tan mağfiret bağış iste” Mumtehine:12)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ}

“Ve onlar için istiğfar et (Allah’tan onları affetmesini iste”(Ali İmran:159),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالُوا يَاأَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي}/“(Yusuf aleyhisselam’ın kardeşleri babaları Yakub aleyhisselam’a) Dediler ki: Ey babamız!. Bizim için (Rabbimiz’den)günahlarımızı bağışlamasını iste; çünkü hiç şüphesiz ki biz günah işleyenler olduk.. O, sizin için Rabbimden af isteyeceğim, dedi.”(Yusuf:97-98),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ}/“Ey bizim Rabbimiz!. Hisabın olacağı günde, beni, anamı, babamı ve bütün Mü’minleri bağışla” (İbrahim:41)gibi nice ayeti inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bu ayetlere iman eder ve olur; Mü’min, Allah’tan kendinin veya başka bir Mü’minin günahını affetmesini isteyebilir diyorsan, sana soruyorum:

-Bu ayetlerdeki Peygamberlerin veya peygamber olmayanların Allah’tan kendilerinin veya Mü’min başkalarının günahlarını af etmesini istemeleri, Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları manasına gelir mi, gelmez mi?..

Şayet:

-Evet, ‘Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları’ manasına gelir dersen, yine soruyorum:

-(Bu dediğiniz, edepsizlikve terbiyesizlik olmakla beraber tenakuz dahi bulundurmakta ise de biz yine sualimizi tamamlayalım:) O halde ne yapacaksınız, yanlışınızı kabul edip tevbe edebilecek misiniz, etmeyecek misiniz?..

Edecekseniz, güzel.. Etmeyecekseniz, neden?

Şayet:

-“Bu manaya gelmez; çünkü avukat, hâkime, hatırlayamadığı bazı kanunları ve gözden kaçırdığı hususları hatırlatmak yahut hedef saptırtmak ve ne şekilde olursa olsun müdafaa yaptığı kişiyi kurtarmak için bir savunma yapar; bunlar ise bir Mü’mine göre Allah için düşünülemez” dersen..

Bu da güzel..

Mehmet!.. Sana son bir sual daha:Peki, kıyamet gününde Allah’ın müsaadesi ve izniyle, Ey Rabbim!.. Sana yalvarıyorum.. Senden lütfedip şu kulunu yahut şu günahını bağışlamanı istiyorum demiş olmaktan ve bir başkası için yapılan bir çeşit dua olmaktan başka hiçbir manası bulunmayan şefaati avukatlığa ve Allah’ın gazap ettiği kimseyi kurtarma işine benzetmeyi nasıl becerebildin?..

Mehmet!.. Senin anlayacağın, elinde günahların affı için Şefaat etme işini inkâr edebilmekte mesnet olabilecek Kur’ân’dan ve Sünnet’ten tek bir delil bulunmadığı gibi, en zayıf bir akli burhan dahi mevcut değildir. Senin şu itirazların aslında sadece Allah’a ve Resulüne olduğu gibi, savaşın da en önce onlarladır; sonra da Mü’minlerle..

Mehmet!.. Günahların affı veya azabın kaldırılması için yapılacak olan şefaati inkâr ederken ve Mü’minlere vesvese vermeye çalışırken Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? şeklinde de bir sual soran sen, yukarıdaki ilahi fermanlar gereği Allah’ım! Şu kulunun günahını affet, bağışla diye dua eden bir peygamberin veya başka bir Mü’min kimsenin Allah’tan daha merhametli olduğuna, onu Allah’ın elinden kurtardığına mı inanmaktasın?

Değilse:

-Sen, Allah’ın izni ile Kıyamet gününde günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir duaolan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?.. Sen Kur’ân bilgisi iddiasından evvel bir doktora görünüp muayene olsan, vallahi hem senin hayrına hem de vesveselerinle şaşırttığın sazanların hayrına olacak..

Mehmet!.. Sen, Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz. Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? demekle kendini ve yoldaşlarını kast ediyorsan bir şey diyemem.. Sen bilirsin.. Değilse kendinin veya başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaranbir Mü’minin, Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak mı tanıtıyor, onun kendini veya birilerini Allah'ın elinden alacağına mı inanıyorsun? Aksi takdirde Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir çeşit dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?..

Bu nasıl bir akıl?..

Mehmet!.. Şefaati inkâr edebilmek için Rahman ve Rahîm olan Allah'dır; Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez diyebilecek kadar aklını kullanamayan bu vatandaşımız olarak sen, kendinin veya bir başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaran bir Mü’minin, Allah’ın Rahman ve Rahim olduğuna inanmadığını ve Allah'ın merhametini kendinin veya başkasının merhametiyle boy ölçüştürdüğünü mü düşünüyorsun?.. Değilse bir kimse tarafından Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait bir günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyorsun?.. Aklın bu kadar mı dibe vurdu, yoksa inadına bir iş mi yapıyorsun, birilerine bir iş mi görüyorsun?..

Mehmet!.. Sen Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. derken, doğruyu söylüyorsun ancak asla doğru söylemiyorsun.. Belli ki akletmeyi hepten unutmuşsun.. Zira Allah’ın nice gazap ettiği ve hiç sevmediği Allah düşmanları vardır ki, kendileri gibi diğer Allah ve din düşmanları onları çok severler.. Allah’ın hiç mi hiç sevmediği İslam düşmanı müsteşrikleri vardır ki, Müslüman ve din alimi gibi zannedilen nice zındıklar onları çok severler ve hep onların gübreliğinde eşelenirler.. Evet, şayet sevmemeli demek istiyorsan, bak, işte bu doğru.. Lakin bunu şefaat için söylüyorsan bu söz maksadını aşan cehalet ve düşünememekten doğan süfli bir söz..

Mehmet!.. Sen, Rahman ve Ğaffar olan Rabbimiz tarafından günahların affı için izin verilenşefaati inkâr edebilmek için çırpınan ve yırtınan bir vatandaşımız olarak, Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın dördüncü ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken Din gününün sahibi benim diyen Allahuteala’nın Dilediğime ve razı olacak olduğum kimselere dilediğim kimseler için şefaat izni veririm; kime ne? dahi buyurabilecek olduğunu Kur’ân’daki onca ayetten okumadın mı, Allah’ın sana verdiği hiç değilse kendini mükellef kılacak kadar akılla akledemedin mi, anlayamadın mı?

Mehmet!.. Bu senin yaptığın, Allah’ın ayetleriyle oynamak, onları nefsani arzularını ve batıl düşüncelerini desteklemek için kullanıp Allah’a söylemediğini yakıştırmak ve iftira etmek.. Başka değil..

Mustafa!. Hadisleri inkâr ettiğimi söyleyenlere kapak olsun diye bir şey okuyayım mı burada? Peygamberimizin tam vefat günü vefatına 1, 2 saat var. Artık vefat edeceğini de anlamış ve başucuna sevdiklerini topluyor. Teker teker onlara şöyle hitap ediyor kızına olan hitabını vereyim: Kızım Fâtıma Allah'ın elinden kendi eylemlerinle kendini satın al; vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam kapak olsun hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! Böyle diyen bir Allah Rasul'ü var orda.Peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi: ‘Tenbelliğin adını da mehdi koyduk’ ve yatıyoruz; kitle olarak bekliyoruz. Sen gel de torpilsiz bir toplum kur. Torpili dinine ithal etmişsin. Sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? derken birçok noktada çok kötü tökezlemişsin..

Kapakçı Mustafa!.. Görüyorum ki kapak olmak yahut kapak yapmak gibi yenilerde birilerinin kullandığı artistik lafları kendine mal etmekten, pek de maharet gösteriyor ve sonsuz zevk alıyorsun.. Olanca cahilliğine rağmen şüpheniz olmasın ki, insan, kendini istiğna eder (ben bana yeterim başkalarına muhtaç değilim der) halde görüyor diye elbette azıp durmaktadır (Alak:7) ayetinde de ifade edildiği gibi işine yarayacak müspet mezhep ittibasından veya taklitçiliğinden müstağni olmasına rağmen menfi taklitçiliklerden son derecede haz duymaktasın..

Bay Kapakçı Mustafa!.. Sen hadis ilimlerinden hiç anlamadığın için sahih rivayetleri bırakıpBezzar’ın ve Beyhakı’nin zayıf olan bir isnadla rivayet ettikleri metni bir yerlerden alıp laubali bir tercümesiyle tahrif etmişsin..

Kalkmışsın {يا فاطمة بنت رسول الله اشتري نفسك من الله إني لا أملك لك من الله شيئا} şeklindeki bir metni, belki de çok daha inandırıcı olması için yeminler de ilave ederek göreceğiz ne hale sokmuşsun..

Oysa bu rivayetin doğru tercümesi:

“Ey Resulüllahın kızı Fatıma!.. Kendini Allahtan satın al.. Şüphesiz ki ben, senin için Allah’tan (O’ndan sana gelebilecek azabı savma babından) hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Metinle karşılaştıranlar görecektir ki, neler ilave edilmiş neler çıkarmış.. Belli ki bu tahrifi ve iftirayı hakikaten kapak olsun diye yapmışsın.. Görüldüğü gibi, rivayete, Allah'ın elinden kendi eylemlerinle.. ve Vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam sözlerini kendi kesenden ilave etmiş. Kendini satın al ifadelerine neleri eklemiş!.. Adeta roman veya tiyatro yazmış.. Ancak Allah’ın ve Resulünün kullanabileceği Allah'ın eli gibi müteşabihattan olan bir tabiri nasıl da rahatça kullanabilmişsin; değil mi?..

Mustafa!.. Oya bu rivayetin, Müslim, Tirmiz, Nesai ve başkaları tarafından rivayet edilen sağlam şekli ise şöyle:

أَنْقِذِى نَفْسَكِ مِنَ النَّارِ فَإِنِّى لاَ أَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا }[بنت محمد ]{يَا فَاطِمَةُ

“Ey [Muhammed’in kızı] Fâtıma!.. Kendini ateşten kurtar; şüphesiz ki ben, senin için Allah(teala tarafından sana gelebilecek zararı ve azabı savma babın)dan hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Mustafa!.. Alay eder bir üslupla,hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! demekle -ayıptır söylemesi- kıvırtıyorsun.. Evet, sen başka konuşmalarında ve videolarında Kur’ân ve Sünnetdiyen kimselere sokak ağzıyla yüklenerek saldırıyorsun.. Kur’ân’ın yanında Sünnet’in yer almasına karşı çıkıyorsun..

Mustafa!.. Kur’ân’ı uydurma olarak kabul eden Müşrikler ve Ehl-i Kitap bile işlerine geldiği yerlerde Kur’ân’dan deliller getiriyorlar.. Nitekim Siz Kıtab’ın bir kısmına inanır bir kısmını inkâr mı edersiniz?!(Bakara:85) ayeti bu hakikati haber vermektedir.. O yüzden Kapakçıların işine gelen zayıf rivayetler işlerine gelmediğini zannettikleri sağlam rivayetlerden önce gelir ve alınıp kullanılabilirler.. Müsteşrikler de öyle yaparlar; İslam’ı tahrif edip Müslümanların içindeki beslemelerinin ellerine tutuşturdukları kitaplara bir göz atın, dediğimizin misallerini bol miktarda göreceksiniz.. Mesela azılı İslam düşmanı Yehudi Müsteşrik Yusuf Şaht’ın Usul-i Fıkhına bakarsanız Kur’ân’ı çürütmek için Kur’ân’dan nasıl deliller bulup getirdiğine şahit olacaksınız.. Bildiğinizi zannetmem ama bu, -şayet kandırmak için değil de dürüst olarak yapılırsa- mantıktaki delil çeşitlerinden biri olan ilzami delildir.. Yani kaba ifadesiyle bir kimsenin -kendi kabul etmese bile- hasmını kendi kabul ettiği şeylerden hareketle vurması nevinden bir delildir..

Mustafa!.. Kısacası, burada yapılmakta olan, delikanlıca olmayan kaypak ifadelerle bir yerlere yani şefaat inkârına varma gayreti..

Mustafa!.. Sen, peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk derken hem yalan söylüyor, hem de Allah’a reddiye yapıyorsun.. Tam manasıyla bir mugalata yapıyorsun. Kur’ân’ı itham edip Mü’minleri kandırmaya çalışıyorsun.. Çünkü torpil hak edilmeyen bir şeyi elde etmek için, para, mal, siyaset veya nüfüz gücünü kullanarak yapılan haksız bir kayırma demek.. Böyle bir benzetme, bizzat Allah’ın tanıdığı hakkı, yani izin verdiği ve vadettiği bir kimse namına kimi Mü’minler tarafından Allah’a yalvarma ve dua etme demek olan şefaat işini bu torpile benzetmek, çöreği tezeğe benzetip atmak akılsızlığından daha akılsızca veya tezeği çöreğe benzetip yemek iğrençliğinden daha iğrenç bir iş.. Allah’tan, dilediğini cezalandırma, dilediğini de dilediği yollarla affetme hakkını gasbetme zalimliği.. Doğrusu, Mustafa, Şefaatin adını torpilkoymuş ve edep sınırını taşmış..

Mustafa!.. Sen hakikaten dediğin gibi yaptıysan ve torpilin adını şefaat koydu isen, bu, Kur’ân’ın diliyle kötü bir şefaat olmuştur. Rabbimiz,}{وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً/“Kim de kötü bir şefaat yaparsa, onun için ondan bir pay olur.”(Nisa:85) buyuruyor. Ancak, Mü’min’ler, Allah’ın, dileyeceği kimselerin affı için bir çeşit dua etme izni vereceği kimselerin O’ndan o günah işlemiş kimsenin suçunu bağışlamasını istemesini, böyle bir torpil düşüklüğüne benzetmeye asla cesaret edemezler.

Mustafa!.. Sonra, şefaat senin bu mantığına göre hakikaten bir torpil ise, mükâfatların cennette katlanacak olması da torpil olmuş olmaz mı? Aralarındaki mantık farkı nedir?. Yok, yok.. Siz Kur’ân’ı Kur’ân’ı açıkça inkar ediyorsunuz..

Mustafa!.. Şayet birileri, bu senin dediğin gibi, hakikaten Tenbelliğin adını mehdi koydu ve yatıyorlar; kitle olarak bekliyorlar ise ve sen yalan değil de doğru söylüyorsan, sözünü ettiğin kimseler bu düşüklükten derhal vaz geçmelidirler.. Yine, birileri, Mehdinin adını tenbellik koyma sapıklığını ve şerefsizliğini işlemişlerse, onlar da bundan hemen tevbe etsinler.. ÇünküTenbelliğin adını mehdi koymak ne kadar alçaklık ise, geleceği manen mütevatir Sünnetle sabit olan Mehdinin adını tenbellik koymak da en az o kadar şerefsizlik ve alçaklıktır..

Mustafa!.. Sen… Torpili dinine ithal etmişsin; sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin; sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? deyip Allah’ı ve peygamberini yalanlayan, kendi sapık ve düşük düşüncelerini dine ithal etmeye çalışan Lüter veya Calvin ikizi Mustafa!.. Biz bir dua edelim de beraberce âmin diyelim; olmaz mı?:

Kim Torpili dinine ithal etmiş; torpili din edinmiş ve ona îman etmiş ise, Allah onu tövbekâr etsin, ona iman versin; bu mukadder değilse belasını versin, başına lanet yağsın.. Kim de Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği şefaate bu damgaları vuruyorsa, onu tövbekâr etsin; bu mukadder değilse belasını versin.. Âmîn…

Mehmet!.. Diyorsun ki:

Üstelik Bakara 254. Ayette rağmen:

{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ}/Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın.

Ve Zumer 44. Ayet : {قُل لِّلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا }/“Şefaatin tamamı Allaha aittir.”

Şefaat, biri iki yapmak demektir vetr bir, şef iki demektir. Bu da cennetteki ödülün ikiye katlanması demektir. Diğer âlemde peygamberlerle, sıddıklar ile şehitler ile salihler ile bir üst derecede ağırlanma kurumunun adını, cehennemden adamı kurtarıp cennete postalama kurumuna dönüştürdüler.

Mehmet!.. Kafadan atıyorsun.. Şu halde, şefaat demek sevabın ikiye katlanması sebebiylebiri iki yapmak imiş, o yüzden ona bu isim verilmiş imiş.. Mehmet, saçma sapan bir yakıştırma yapıyorsun.. Belki de Allah’a iftira ediyorsun.. Ne biliyorsun, belki iki değil, yirmi iki, hatta iki milyon, yahut iki yüz milyar kat yapacak.

Oysa Kur’ân’da şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ }

“Mallarını Allah yolunda harcamakta olanların misali yedi başak bitiren bir dane misali gibidir. Her bir başakta yüz dane vardır. Allah dileyeceği kimseye katlar”(Bakara:261)

Kur’ân’da yine şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةٌ }

“Kimdir o Allaha güzel bir borç verecek olan ve Allah’ın kendisine onu çok fazla kat be kat olarak katlayacak olduğu kimse?!..”(Bakara:245)

Mehmet!.. Evet, şefaat lügatte kelime manası olarak biri, ikilemek, iki yapmak demektir.. Ancak, sevabı ikiye katlamak manasında biri iki yapmak değil.. Çünkü yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere Allah isterse sevabı dileyeceği kadar fazla katlar.. Aksine, sevabı veya günahı sebebiyle sanki tek kalan bir kimsenin yanına bir başka kimsenin (onun için bağışlanma talebiyle)gidip durmasıyla onu iki yapması yüzünden bu işe şefaat ismi verilmiştir.. Nitekim en-Nibras sahibi böyle demiştir..

Şu ayet üzerinde iyi düşünelim:

{ مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا }

“Kim güzel bir şefaat ederse, onun için ondan bir nasip olur.. Kim de kötü bir şefaat ederse, onun için de ondan bir pay olur.” (Nisa:86)

Buna göre, kim bir kimseye iyiliği ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona iyilik yapmasını istemekle onu tek iken yanında yer durarak iki yaparsa mı?

Yine, kim bir kimseye kötülüğü ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona kötülük yapmasını istemekle onu bir iken yanında durarak iki kişi yaparsa mı?

Mehmet!.. Diyelim ki sen ve senin gibiler, şefaat ayetlerini -inadına değil de- samimi bir şekilde dediğin gibi anladınız.. Mü’min’ler de benim dediğim gibi anladı.. Demek ki, aranızda bir niza yani çekişme var.. Bu halde Kur’ân’ın { فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ }/“Eğer her hangi bir şeyde çekişirseniz onu Allaha ve Resule çevirip götürün” emrine uyarak, bir de Resulüllah sallallahu teala aleyhi ve sellem Efendimiz’e götürseniz ve O’na sorsanız olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz?. Bu ayetlerin manasını belirleyen onca sahih rivayete teslim olmayıp illa da senin gibi bir zavallının yontup put haline getirdiği düşüncelere tapınmak, onlarda ısrar etmek en azından yobazlık olmaz mı?..

Mehmet!.. Yukarıdaki iki ayet üzerinde iyi düşünecek olan bir Mü’min kolayca anlar ki: Kıyamet gününde hiçbir satma (ve satın alma) yoktur. Çünkü satma işinin olmadığı yerde tabiatıyla satın alma da olmaz. Peki, dostluk ve şefaat da yok mudur? Evet, bu ayete göre o günde Hiçbir dostluk ve şefaat da yoktur.. Ancak makbul bir imanı, biraz bilgisi ve azıcık aklı olan bir kimse, bu ayetlerin yanında o günde, muttakılerin (Mü’min’lerin) dışındaki dostların kimisi kimisine düşman(olacaklar)dır”(Zuhruf:67) ve de ki: Şefaatin tamamı Allah’a aittir”(Zümer:44) ayetlerini de göz önünde bulundurarak ve tefsirlerdeki manalarına bakarak anlar ki:

Mehmet!.. Şefaat, hem (kafirler için ve izin çıkmayanlar için) yoktur, hem de (kâfir olmayanlar için) vardır ve tamamı Allah’a aittir.. Çünkü şefaat olmasaydı, şefaatin tamamının Allah’a ait olmasının ve yapılan istisnaların hiçbir manası olmazdı.. Mü’min’e göre Allah’ın kelamında tezat bulunmayacağına göre bunun izahı, Kur’ân’a, onu getiren Resul sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Ashab’ı radıyallahu anhum’a ve bir de imanın nuruyla ve ilimle önünü görebilen selim akla sorulur:

Mehmet!.. Demek ki, kâfirlere hiçbir şekilde şefaat edilmez. Onlar için hiçbir şefaat yoktur.. Ancak, günahkâr olsun olmasın Mü’min’lerden Allah’ın, razı olacağı ve izin vereceği kimselerin, yine O’nun dileyeceği kimselere şefaat etmesi haktır. Bu, kimi     -apaçık sapmışların iddia ettikleri gibi- bir torpil yani hakkedilmeyen bir kayırma da demek değil; aksine bir çeşit dua ile Allah’ın affedip bağışlaması veya ecir, sevap ve mükâfat vermesidir.. Bana dua edin/benden isteyin, bende icabet edeyim (Ğâfir:60) buyuran Rabbimizin af ve mağfiretine hangi zalim ve hangi fasık ambargo koyabilir?!. Hiçbir kimse..

Mustafa, Mehmet!.. Sizinle sırf ayetlerle konuştum.. Şefaat için sadece ayetlerden delil getirdim.. Aradığınıza ve hevanıza uymadıkça da sizi bağlamayacağı için hadis delillerine temas etmedim.. Sakın yanlış anlamayın, bu hususta ayet bulunmasaydı ve şefaat sadece hadislerle sabit Sünnet bulunsaydı biz Mü’minlere o da yeterdi.. Çünkü ben iman ediyorum ki, Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allah’ın kitabını benden çok daha iyi anlar.. Hatta bu ibare darlığıyla malul ifadelerim bile kısmi bir edepsizliği ifade eder..

Zira Onun yanında benim anlayışım bir hiçtir.. Yine Allah’a nihayetsiz hamdolsun sözleriyle açıkça veya iş ve tavırlarıyla da zımnen Kur’ân’ı ben peygamberden iyi anlarım iddiasında olan terbiyesiz ve edepsizlerden değilim.. Bir ayeti, kitap suretindeki paçavralarında onlarca sayfada sözüm ona anlatıp daha anlaşılır kılmaya çalıştığı halde bu işi Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e çok gören terbiyesiz zındıklardan olmadığıma sonsuz şükürler olsun.. Rabbim bu nimetini elimden almasın, daimi kılsın..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, ben o terbiyesizlerden nasıl olurum, buna nasıl cesaret edebilirim?!.

Hele, Rabbimiz, Kitab’ında Musa aleyhisselam’dan haber vererek bana şöyle buyuruyorken:

{ وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَنِي وَقَدْ تَعْلَمُونَ أَنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ فَلَمَّا زَاغُوا أَزَاغَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ }

“Hani Mûsâ, kavmine, Ey benim kavmim!. Bana neden eziyet ediyor, beni incitiyorsunuz.. Halbuki biliyorsunuz ki, ben Allah’ın size gönderilen bir elçisiyim dedi.. İşte ne zaman ki bu (eziyetleri) yüz(ün)den kayıp yoldan çıktılar, Allah da kalplerini (düşünce ve inanışlarını) kaydırdı..” (Saff:5)

Bir peygambere açıkça veya hal diliyle Allah’ın kitabını anlamakta ve anlatmakta senin yetkin yoktur ama benim vardır veya bu hususta ben senden üstünüm yahut Allah’ın dininde senin söz hakkın yok ama benim var demek ona eziyet değil de nedir?.. O halde böyle bir densizlik Allah tarafından düşünce ve inanç heyelanlarıyla, kaymalarıyla cezalandırılma neticesini getirecektir.. Nitekim karşımızdaki manzaranız da bundan ibarettir.. Sünnet karşısındaki laubalilikler, şirretlikler ve yer yer inkarcılıklar peygamberi incitecek, inanç ve düşünce sapmalarına sebep olacaktır.. Açık olan Kur’ân’dan ben böyle anladım.. Ne o, itirazı olan mı vardı?!..

Mustafa, Mehmet!.. Beyninde ve yüreğinde böyle kaymalar meydana gelenler Allah’ın ayetlerini nasıl doğru anlayabilir.. İslami olmayan bir zeminin yaralı bereli mahsulleri olan bizler, Kur’ân’ı bu kafalar ve yüreklerle nasıl aslına uygun anlayabiliriz!.. Kur’ân’ın akletseniz ya fermanıyla amel etmeye çalışsak ve işi bizim belamızdan ve musibetimizden selamette olan eslafımıza yani gerçek erbabına havale etsek ya!..

Mustafa, Mehmet!.. Dipsiz bir kuyu misali köküne varılamayan ve ulaşılamayan bir cehaletinizin yanında şeytanda bile bulunmayan bir kibrin sahipleri Kur’ân’ı nasıl doğru anlayabilirler?!.. Asla...

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ }

“Yer yüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim….”(A’raf:146)

Hangi ayetlerden?!.. Her çeşidinden… Kâinat ayetlerinden, mucizelerden ve Kur’ân ayetlerinden… Ayetlerin nesinden?!.. Onlara iman etmekten yahut anlamaktan veya yaşamaktan veya öğrenmekten yahut hepsinden.. Unutmayalım ki, Kur’ân’ı anlama şansımız Allah’ın ve kullarının karşısında nefislerimizi sıfırlayabildiğimiz nispette olacaktır.. O’nun rızasında fani olduğumuz ölçüde tahakkuk edecektir..

Mustafa, Mehmet!.. Binaen aleyh yaptığınız yanlışlıklar ve işlediğiniz günahlar size ne yazık ki, pek de süslü gösterilmiş ve siz onları artık güzel görmektesiniz.. İşte bu çok kötü..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ }

“Onlara kötü işleri pek de süslü gösterildi..”(Tevbe:37)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece müsriflere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(Yunus:12)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece kâfirlere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(En’am:112)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ }

“Rabbinden bir beyyine uzere olan kimse hiç kötü ameli kendine pek süslü gösterilen ve nefislerinin şiddetli arzularına uyanlar gibi olur mu?!..” (Muhammed:14)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ فَرَآهُ حَسَنًا فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ }

“Kötü işi kendine pek süslü gösterilen ve bu yüzden onu güzel gören yok mu?!.. Çunkü şüphesiz ki Allah dileyeceğini şaşırtır dileyeceğine de hidayet eder..” (Fâtır:8)

Mustafa, Mehmet!.. Evet, -bizim yerli ve öz tabirimizle- sahasında erbab-ı salahiyet, -sizin kültürlülük damlayan ‘söylem’inizle de- otorite olan ulemayı, ikinci derecede numunelerimiz olan Ashab radıyallahu anhum’u ve hatta birinci derece ve en güzel numunemiz olan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi devre dışı bırakmak gibi kötü işleriniz size pek de süslü püslü gösterilmiş.. Ve işin daha da kötüsü bunu harbiden bir de güzel görmeye başlamışınız...

Mustafa, Mehmet!.. Bu süslü ve güzel göstermeyi bazen -sebep olma yoluyla- şeytanların insan cinsinden olanlar ve Allah’a koşulan ortaklar yapar.. Allah’ın ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’i dinleyecek yerde Goldziher gibi İslam düşmanı müsteşrikleri veya onların gübreliklerinde yetiştirilen beslemeleri dinlediniz... Kur’ân’ı onlardan öğrenmeye kalktınız.. Onlar da yaptıklarınızı size son derece süslü göstermiş ve ne yazık ki artık siz onları güzel görmeye başladınız..

NitekimRabbimiz şöyle buyuruyor:

{ وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ }

“İşte böylece müşriklerden bir çoğuna (Allah’a koştukları) ortakları, çocuklarını öldürmeyi, onları (helake) yuvarlamaları ve dinlerini onlara karmakarışık hale sokmak için son derece güzel gösterdi...”(Enam:137)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“Şeytan onlara yapmakta olduklarını pek de süslü gösterdi...”(Enam:43)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ }

“Hani şeytan onlara amellerini pek süslü gösterdi…”(Enfal:48)

Mustafa, Mehmet!.. Bu süsleme işini yaratma ve icat etme yönüyle tabii ki Rabbimiz yapar..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ }

“İşte böylece biz her bir topluluğa amelini son derece süslü gösterdik”(Enam:108)

Mustafa, Mehmet!.. Hasılı, ayetlerdeki bu hakikat ve vakıalar sebebiyle sizler Kur’ân’ı ve İslam’ı asla doğru anlayamazsınız; buna gücünüz yetmez.. O yüzden de Kur’ân üzerindeki konuşmalarınız tahriften başka bir mana ifade etmez ve bu gidişle de asla etmeyecektir.. Lütfen, artık akıllı olun, Allah’ın diniyle ve Kitabıyla oynamayın!.. Din düşmanlarına bilerek veya bilmeyerek yardımcı olmayın!..

Selam hidayete tabi olanlara olsun.

Son sözümüz salat ve selam, son duamız da Alemlerin Rabbine hamddir.

https://darusselam.com/reddiyeler/sefaat-meselesi-hakkinda-islamoglu-mustafa-ile-okuyan-mehmete-mektub-1.html?print=print
Devamını Oku »

Kınalızade Ahmed Efendi:Ahlak-ı Ala-i



Bir Osmanlı düşünürünün olaylara yaklaşım tarzını anlamak ve düşünce sitematiğini görmek açısından Kınalızade ve eseri olan Ahlâk-i Alai seçilmiştir. Kınalızade Ali Efendi (1510-1572), Ahlâk-i Alai kitabında, birey, aile ve devleti ahlâktan hareketle açıklamıştır. Adı geçen kitap, insanın bu dünyada nasıl yaşa­ması gerektiğini, nelerden kaçınması ve nelerin yapılmasının gerekli olduğunu ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Ele aldığı sorunları, ahlâkın temel kav­ramları olan iyi ve kötü bağlamında açıklarken, ahlâk, din ve toplumsal düzenin dayandığı ilkeleri esas almıştır. Ayrıca, sorunları kâinatın bütününde insanın na­sıl bir konuma sahip olduğu ve ne türden özellikleriyle diğer varolanlardan ayrıl­dığı, insan olmayı ne türden nitelikleriyle kazandığını bütünlüklü bir şekilde or­taya koymuştur. Şerif Mardin’e göre Kınalızade, adı geçen kitapta, hilafet maka­mıyla, Platon’un filozof kral tipini birleştirmeyi denemiştir (Mardin 1998, 224). Sözkonusu sorunları incelerken, büyük ölçüde Nasreddin Tusi ve Devvani’nin (Oktay 2005, 446; Mardin 1998, 224) ahlâk anlayışlarını takip etmiştir.

3.3.3. l. Ahlâkın Tanımı

Ahlâk-i Alai, ameli hikmet (pratik ahlâk) hakkındadır (Kınalızade 1, 27); Ahlâk ilmi, tıbbî ruhanîdir (Kınalızade 1, 36); şeklinde tanımlar veren Kınalıza- de’nin kaygısı, kişinin eylemlerinin hangi temeller üzerine oturduğu ve eylemle­rin hangilerinin kötü ve hangilerinin iyi olduğunu belirlemektir. Bu ilmin sözkonusu ettiği amel, her şahsın kendi dairesindeki halleridir. Ev halkından ya­hut memleket halkından olan kişilerle meydana gelen ilişki ve karışmalarını “il- m-i tedbiri’l menzil” ve “ilm-i siyaset-i Medine” adlı iki ilim anlatır. Ahlâk ilmi tekil, diğer iki ilimse bileşik sorunlar üzerinde yoğunlaşır (Kınalızade 1,91). Kınalızade, ahlâkın hem birey hem de toplum için nasıl bir görev üstlendiğini orta­ya koyarak, devletin hangi temeller üzerinde oturduğunu ya da oturması gerekti­ğini ele almaktadır.

Kınalızade’nin bildirdiğine göre Nasırî Tusî ahlâk ilmini şöyle açıklamıştır- “Bu ilim, insan ruhu nasıl bir huy edinsin ki, ondan meydana gelecek davranış­lar güzel ve övülmüş olsun, bunu öğretir. O halde bu ilmin konusu isteğe bağlı olarak iyi ya da kötü işlerin meydana gelmesi bakımından insan ruhudur. Buna göre evvela “İnsan ruhu nedir? Olgunluğa kavuşması neyle mümkündür? Kuv­vetleri nelerdir?” bilmek gerekir ki, insanlar bunları tam bir hayır istikametinde kullanarak isteğine kavuşur. Olgunluk derecelerine ve saadet mertebelerine ka­vuşmaya engel olacak şeyleri de bilmek gerekir ki, bu da fazilete kavuşmak için lüzumludur. Bunu bilmek, çirkin ahlâkı ve pis işleri, davranışları ruhtan temizle­mek içindir. Bir temizlemedir. Boşaltmadır. Birincisi ise süslemedir. Yani güzel ahlâk ve işlerle ruhu süslemektir” (akt. Kınalızade 1, 45). Bu tanımda ortaya çı­kan değerler, ahlâkın nasıl bir içeriğe sahip olduğu, ne türden amaçlara yöneldi­ği ve ahlâk araştırmasında nasıl bir yol izleyeceğini göstermektedir.

Ahlâkı, hikmetin bir bölümü olarak tanımlayın Kınalızade, öncelikle hikme­tin tanımları üzerinde durmuştur. Hikmetin genel kabul görmüş olduğunu belirt­tiği tanım şöyledir: Hikmet, haricî varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Kınalızade’ye göre bu tanım, doğruya yakın ve makbul olmakla birlik­te, amelin kendine şamil değildir. Bazı filozoflar şöyle tarif etmişlerdir: “Hikmet, insan nefsinde ilim ve amelin meydana gelmesi ve insan nefsinin bu iki yönden kemal mertebesine ulaşmasıdır” (Kınalızade 1, 28). Hoca Nasirî’ye göre hikmet, eşyayı layık ne ise öyle bilmektir; ef’âli ne ise öyle kılmaktır (Kınalızade 1, 28). Kabul edilen bu tanımların farklılıkları nedeniyle Kınalızade kendi hikmet anla­yışını ortaya koymuştur.

Kınalızade’ye göre nazarî hikmet üç kısımdır:

1- Hariç­te ve zihinde cismanî bir maddeden uzak olan varlıklardır. Cenabı Hak, mücerret akıl ve ruh gibi, cisimden (heyuladan) ve maddeyle birleşmekten uzak olanlar. Bunlardan bahseden ilme, ilahi ilim (ilm-i a’lâ) denir. Zira cismin maddesi sefil ve noksan olduğundan, en yüce konulan içine alan ilme en yüce (ilahi) demek uygundur.

2- Zihinde maddeden uzak, fakat hariçte maddeye muhtaç olan varlık­lardır. Küre, üçgen ve dörtgen gibi. Bunların hariçte muayyen maddesi vardır. Bunlarla ilm-i riyazi ya da ilm-i evsat uğraşır. Riyaziye ilmi dört kısımdır: Heyet (yıldızlarla ilgili hesap), hendese (geometri), hesap (cebir) ve Musiki.

3- Zihinde ve hariçte maddeye muhtaç olanlar. Bundan bahseden ilme ilm-i tabii ya da ilm-i esfel denir. Zira tabiat, hareket ve sükûnun başlangıcıdır. İşte bu ilim bundan bah­seder. “İm-i efsel” denmesinin sebebi, hariçte ve zihinde eksik olan maddeye muhtaç olmasıdır (Kınalızade 1, 31-32).

Kınalızade’ye göre, hikmetin konulan arasında olan haricî varlıklar iki kısımdır:

1- Varlığında, insanın güç ve iradesi­nin etkisi olmayanlar. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi.

2- Varlığı, insanın güç ve iradesine bağlı olanlar. İnsanın ortaya koyduğu fiiller, hareketler ve amel­ler gibi (Kınalızade 1, 29).

Harici varlıkların ikiye ayrılması gibi, hikmet de iki' ye ayrılır:

1- İnsanın güç ve iradesinden bağımsız varlıklardan bahseder. Buna na­zarî hikmet denir. Zira bunu elde etmenin yolu, tetkik ve incelemeye bağlıdır.

2- İnsanın güç ve irademizin de tesiri muhakkak olan ve onlarsız meydana gelmeyen haricî varlıklardan bahseder ki, buna da ameli hikmet denir. Amelin nasıl lığından bahsettiği için, amele nispet ederler (Kınalızade 1, 29). Ameli hikmet, fertlerin fi­il ve amellerinden insan nefsinden bahseden ilimdir (Kınalızade 1, 29).

Kınalızade, genel olarak hikmeti ve özel olarak da ameli hikmeti tanımlamış olur.

Hikmetin özellikle de ameli hikmetin amacı, insanın saadetidir. Kınalızade’ye göre amel salih ve makbul olduğunda, insan nefsini hakiki saadete ulaştırır. Fasid ve çirkin olan ameller, insanı ahirette zarara götürür (Kınalızade 1, 29). Ameli hik­metin faydası salt mücerret ilim sevgisi olmayıp, asıl kaygı, ameli mükemmelleş­tirmek ve davranışları güzelleştirmektir. “İlim ağacı, amel meyvesini vermezse, iti­bar dairesinin dışında kalır” (Kınalızade 1, 30). Esas kaygı saadet (mutluluk) oldu­ğundan, ahlâk ilminin amacı da insanının saadetinin gerçekleşme yollarını göster­mektir.

Kınalızade, nazarî hikmetin de aynı amaç doğrultusunda çalıştığını belirt­miştir. Ona göre nazarî hikmetin faydası, varlıkları ve hakikatleri tanımak, eşyanın mahiyetini ilimle bilmektir. Böylelikle şahıs, dünyada kemal, ahirette hakiki saade­te ulaşır. Zira insan zekâsı, bütün haricî varlıkları ve eşyanın mahiyetini doğru yol­la ve açık delillerle bilmektedir. İdrak safhasında kesin bir tasdik hasıl olduğunda, Tanrı’nın sıfatları, doğru hükümler, mücerret akıllar, temiz ruhlar, gezegenler, bü­tün felekler, yürüyen ve sabit kalan yıldızlar, basit unsurlar; maden, nebat ve hay­van sınıflarım içine alan üç terkip, ruh ve cesetten meydana gelen insan hakkında düzenli bir fikre, yakın bir inanca sahip olarak, dünyada olgunlukların zirvesine, ahirette ise doğru inancın temin ettiği hakiki saadete ulaşır (Kınalızade 1, 30).

Ahlâk ilminin amacı olan saadet iki temel üzerine oturtulmuştur:

1 - Sahih bir itika­da sahip olmak için Hak ilminin tahsili. Bu, nazarî hikmet vasıtasıyla kazanılır.

2- Güzel ahlâk ve salih ameli elde edip, çirkin huylan atmak suretiyle elde edilendir. Bunu elde etmek de ameli hikmeti tahsil edip, sonra da ilmiyle amel etmek suretiy­le mümkün olur (Kınalızade 1, 34-35).

Teorik ahlâkla meydana gelen doğru inanış­tan mahrum olanlar, ebedî hüsrandadırlar. Cehalet ve sapıklık karanlığına dalmış­tır. Kötülük ve küfürde sürekli olarak duracakların arasına katılmış olur (Kınalıza- de 1,35). Hak itikada sahip olup da adi isteklerin peşinde şeriata aykırı yollarda git­miş ve çirkin alışkanlıklar kazanmışsa, saadet binasının tamamen yıkılmayacağı kabul edilmiştir (Kınalızade 1, 35). Sahih, itikada sahip olup davranış ve amel ba­kımından dünya ve ahirette sürekli olarak saadette kalacak olanlardır. “Alim ve il­miyle amil olanlar (bildiğini tatbik edenler), hiçbir üzüntü ve keder çekmeyip cen­net bahçelerine girerler. Bu ne büyük kazançtır” (Kınalızade 1, 35). Görüldüğü gi­bi, genel olarak hikmetin amacı, evrenin tümü hakkındaki bilgilerden hareketle in­sanı her iki dünyada da saadete eriştirmektir.

Ahlâkın, sadece kişisel bir durum olmayıp, toplumu da yakından ilgilendirdi­ğini kabul eden Kınalızade, konuyu üç aşamalı olarak incelemiştir:

İnsanın gücü ve iradenin müdahalesiyle meydana gelen üç şey vardır:

1- Bir başka şahıs müla­haza olunmadığı apaçık olup, tek şahıs olarak bir kişiden meydana gelen fiil Ve amellerdir. Bunlardan bahseden ameli hikmete “ilm-i ahlâk” denir. Zira bu ilimde her şahsın huyundan bahsolunur. Nasıl olmak gerek ki, iyi ve övünülecek bir hu­ya sahip olunup, çirkin ve yerilen bir huydan kaçınılsın? Kişi tenhada ve yalnız bile olsa, kendine hakim, cömert, namuslu olup, hiddetli cimri, namussuz olma­malı. Bu ilim buna benzer huy ve davranışlardan bahseder.

2- Ev halkı ile olan fi­il ve amellerden bahseden ilimdir. Buna ilm-i tedbiri’l menzil (aile ahlâkı) denir. Kişilerin ev halkı, ailesi, çocukları, hizmetçileri ve çalıştırdıklarıyla ilişkilerini ve bu ilişkilerden doğan intizamların yarattığı olumlu sonuçlan konu edinir.

3- Bü­tün şehir halkı ve bütün diyarın karışması itibariyle meydana gelen tavır, davranış ve fiillerdir ki, bundan bahseden ilme “ilm-i tedbiri’l- Medine ’ (devlet ahlâkı) de­nir (Kınalızade 1, 32-33).

Buraya kadar söylenenlerin, ulema tarafından genellik­le kabul edildiğini belirten Kınalızade, kendisi de bu görüşleri paylaşmaktadır.

Kınalızade’ye göre insan nevinden sadır olan salih ameller, bir temel nokta­dan ve bunu gerektiren bir sebepten doğduklarından, ya tabii ya da vaz’idir. Her­hangi bir kişinin bir işi kendiliğinden yapması durumunda, anlayış ve tecrübe sa­hipleri, feraset ve akıl sahiplerinin bu husustaki tutumlarını örnek almalıdır. Vaz’i durum, bir topluluğun ittifakı olur ki, ona âdet-resum (Örf- töre) derler. Bu ya ne­bi gibi ilahi inayetle kuvvet bulmuş bir şahsın ortaya koymasıyla, ya da veli ve imamlar vasıtasıyla olur. Bu kısma “Nevmis-i İlahi” derler (Kınalızade 1, 33).

Kınalızade Nasirî’nin bu görüşlerini üç kısımda ele almıştır:

1 - Her şahsı ayrı ay­rı ilgilendiren konuya ahkâm-ı ibadat (ibadetle ilgili hükümler) denir.

2- Ev sa­hiplerini ilgilendiren konular. Ortaklıkları ve ilişkileri cihetinden dolayı buna “münekehat ve muamelat” derler.

3- Memleketler, beldeler ve kulların çoğunun ortak davranışları ile ilişkileri itibariyle meydana çıkan konular. Buna da “hudu­du siyaset” derler. Bu ilimlere şeriat ehli “ilm-i fıkıh” demişlerdir. Çünkü bu tarz amellerin temelini bir vaz’i (ortaya koyan) vazetmiştir (Kınalızade 1, 33-34).

Böylelikle Kınalızade, hem ahlâk ilminin temellerine, hem de ahlâkın toplum içinde hangi aşamalarda gerçekleştiğine işaret etmiştir.

Kınalızade, evren tasavvurunda temel değerlerden hareketle hikmet ve onun bölümlerinden biri olan ahlâkı ele almaktadır. İslam’ın temel değerleri, insanın ölüm sonrasında, eylemleri nedeniyle yargılanacağını belirtmektedir. Sözkonusu yargı sonucu, ceza ya da ödülün gerçekleşeceğine inanç, insanın bu dünyadaki eylemlerini iyileştirmenin yollarının aranmasına neden olmuştur. Bu inanç, tüm zihinsel faaliyetlerin yani ilimlerin amaçlarını da belirlediği gibi, ilimlerin yapı ve yöntemlerini belirlemiştir. Dolayısıyla, ahlâk ilimi de bu amaç çerçevesinde değerlendirilmiştir. Görülen o ki, ahlâk, dinin bir bölümü olarak ele alınmakta­dır. Salt iyi olmak ve eylemi başka bir şey için değil de kendisi için yapmak an­layışının, İslam düşüncesinde görülmediği söylenebilir.

3.3.3 2. İnsanın Varlık Alemindeki Konumu

Kınalızade ahlâkı temellendirmek için insanın temel dayanaklarından biri olan varlık dünyasını da ele almıştır. İnsanı, âlemdeki varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi olarak kabul eden (Kınalızade 1, 64) Kınalızade, varlık tabakala­rının yapılarını ve insanın bu tabakalarla ilişkisini belirlemeyi öncelikli konular arasında görmüştür. Kınalızade’ye göre tabii cisimler, hem cisim olmak nokta­sında hem de mertebeleri açılarından eşittirler. Yani, rütbe ve fazilette, bir cismin diğer bir cisme üstünlüğü yoktur. Cisimleri meydana getiren dört unsurun arasın­da bir değer farkı yoktur. Ancak onların bileşimlerinden oluşan unsurlar da, nor­male yakın olanlar diğerlerinden üstün kabul edilirler. Bileşiklerde tam olgunluk mümkün değilse de olgunluğa ne kadar yakın olurlarsa, o kadar yüksek ve şe­refli olurlar. Olgunluğa yakın olanlar, bu nedenden kendilerinden daha aşağı olanlardan üstün sayılırlar (Kınalızade 1, 65).

Bileşik cisimler arasında bir hiye­rarşinin olduğu görülmektedir. Unsur sayılan cisimler, basit ve bileşik olmak üzere iki kısımdır. Basitler dört tanedir: Ateş, hava, su, toprak. Bileşik olanlar iki kısma ayrılırlar. Bileşenlerini uzun süre koruyanlar ve koruyamayanlar olarak ayrılırlar. Kar, bulut gibi unsurlar, bileşenlerin birarada uzun süre tutamazlar. Bi­leşenlerin uzun süre tutan ya da “tam olan mürekkepler” üç kısımdır. Maden, ne­bat, hayvan (Kınalızade 1, 65-66). Tam olanlar arasında da bir hiyerarşi vardır. Kınalızade, en alttan başlayarak maden, nebat, hayvan, insan olarak cisimlerin fazilet mertebelerine göre dizmiştir. Bunlardan her cinsin kendi nevilerinde dahi aralarında farklı üstünlükler vardır.

Her cinsin üstün olan nevileri, üst cinsin alt nevilerine yakın olurlar. Örneğin, maden kabul edilen mercan, büyüyüp gelişme nitelikleri gösterdiğinden, bitkiler alemine yakındır. Hurma ağacı, cins ayrımı ne­deniyle hayvanlar alemine yakındır. Nebat aleminin nihayeti, hayvan aleminin başıdır. Hayvanların en aşağı derecesi olan isfencat (deniz anası). Bunun üstün­de olanlar doğuranlardır. Bit ve pire gibi hayvanlar süratle hareket ederler. Bun­ların nebatlardan üstünlüğü, his ve hareket sahibi olmaları ve gıdalarını aramala­rıdır. Bunların üstündeki hayvanların, zarardan sakınmak için gazap kuvvetleri vardır. Her bir hayvanın kendini korumak için silahlan vardır. Arının peteğini al­tıgen yapması önemli örneklerden biridir. Bu yeteneklerin her biri Allah tarafın­dan verilmiştir (Kınalızade 1, 66-69).

Hayvanların en mükemmeli ve yükseği, insanlar alemine en yakını at, fil, maymun ve papağandır. Fil ve maymunun zekâsı bellidir. İnsan nevinin en alt katmanını, kutuplarda ve bazı ormanlarda yaşayanlar oluştururlar. Bunların geri kalış nedenleri yaşadıkları coğrafyadır. Bu mertebeden sonraki farklılıklar, kemal ve fazilet elde etmek için çalışılıp kazanıldıktan sonra ortaya çıkarlar (Kınalızade 1, 69-70). Varlık tabakalarının hiyerarşik yapısı, insanın evrendeki konumunu ortaya koymaktadır.

Aşağıda görüleceği gibi, insanın meleklerden üstün olup ol­madığını da tartışarak, insanın evrendeki konumunu netleştirmeye çalışmıştır. İn­sanın varlık dünyasıyla ilişkisi ruh aracılığıyla devam etmiştir. Özellikle canlılar aleminin ortak özelliklerinin neler olduğu ve insanın diğer canlı tabakalardan na­sıl ayrıldığını, ruh bağlamında ele almıştır.

3.3.3.3. Ahlâkın İnsan Yetenekleriyle İlişkisi

Kınalızade’ye göre ahlâk, ruhun özellikleri çerçevesinde gerçekleşmektedir. Ruhu tanımak ve onun açık ve gizli kuvvetlerinin neler olduğunu belirlemek ge­rektiğinden hareketle, kemal ve noksan, saadet ve şevket gibi terimlere bağlı ola­rak sorunu üç makam çerçevesinde incelemiştir: İlk makam, nefsi natıka olarak bilinen insan nefsidir. Filozofların nefs-i natıka dediklerine, din lisanında “ruh” derler. “Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsra/85). Haki­ki mutasavvıflar ve değerli imamlar, ruhun hakikati hakkında konuşmaktan çe­kinmişlerdir (Kınalızade 1, 45-46).

Öğrenciler için ruh şöyle tarif edilmiştir: İn­san ruhu, cisimden gayri ve cismanîlik dışında bir cevheri basittir. Bizzat mahkulatı idrak ve bedeni mahsusta âletler ve kuvvetler sebebiyle tedbir ve tasarruf eder (Kınalızade 1, 46).

Bu tarif altı açıdan açıklanmıştır:

1- Ruhun varlığının is­patı.

2- Ruhun cevher olmasının beyanı.

3- Basit nefs olduğunu açıklamak.

4- Ruhun cisim ve cismanî olmadığını beyan.

5- Ruhun bizzat idrak edici âletlerle tasarruf ettiğini belirtmek.

6- Ruhun duyularla hissedilemeyeceğini aydınlatmak (Kınalızade 1, 46- 50).

İkinci makam, ruhun bedene göre durumudur. Bedenin bölümleri, birbirine zıt unsurlardan oluşturulmuştur. Tanrı, muhtelif şeyleri top­layarak, zıt şeyleri düzenleyerek, bedeni farklı unsurlardan oluşturmuştur. Ona (insana) hayvan nefsi verdi ve onu huya bağlı hararetle şereflendirdi. Ruhun ke­mali elde etmesi için düzenli âletler verdi ve saadet yollarını kat etmesi için on­ları birleştirmiştir. Birleşiklerden oluşan bedenin ebedî ve sürekli yaşaması müm­kün değildir. Bedenin ölüp çürümesinden ruha zarar gelmez (Kınalızade 1,51- 52). Ruh mücerrettir. Mücerrete bekâ kubbesinden başka elbise olmaz. (Kınalı- zade 1, 52). Üçüncü makam, insan ruhunun kuvvetlerini beyan ve sair hayvanla­rın kuvvetlerinden ayırt etmeyi açıklamak hakkındadır (Kınalızade 1, 52).

Yunan düşüncesinden gelen görüşe bağlı olarak filozoflar ruhu:

1- Nebatî ruh.

2- Hay­vani ruh.

3- İnsanî ruh (Kınalızade 1, 52) şeklinde bölümlemişlerdir.

Nebatî ruh, çoğalma ve büyüme kabiliyeti olan her şeyde vardır. Beslenme, büyüme ve ge­lişme özelliklerine sahiptir (Kınalızade 1, 53-54). Hayvanî ruh, her hayvanda nâtık ve gayr, natık vardır (Kınaızade 1, 54). insan turunç mahsus olan ruh ni­san. diğer hayvan türlerinden ayırır. Hayvan ve nebatlarda bulunmayan, akl sa­hibi olmak, konuşmak ve gülmek gibi özellikler, insan ruhuna mahsustur (Kınalızade 1, 54). Kınalızade, ilkin ruhu tanımlamış, sonra bedenin özelliklerini be­lirtmiş ve son olarak da ruhun canlılar tabakası arasında ne türden özellikler gös­terdiğine işaret etmiştir.

Kınalızade, ahlâkî eylemlerin insan ruhunun hangi kuvvetlerine bağlı olarak gerçekleştiğini anlatmak için, her ruh türünün kendine özel kuvvetlerini tanımla­mıştır:

Nebatî ruhların dört kuvveti şunlardır:

1- Beslenme kuvveti.

2- Büyüme kuvveti.

3- Üreme kuvveti.

4- Şekil veren kuvvet. Bunlardan ilk ikisi, şahsın bekâsı için lazımdır. Üçüncü ve dördüncü kuvvetler şahsın bekâsı için lazım de­ğildir. Bu kuvvetlere, hizmet edilen kuvvetler denir. Bunlardan her birine, çeki­ci, tutucu, hazmettirici ve atıcı olmak üzere dört kuvvet daha hizmet eder (Kına- lızade 1, 54-55).

Hayvanî ruhların kuvvetleri ikidir:

1- Kuvvetî müdrike (kavra­yan kuvvet).

2- Kuvveti muharrike (hareket ettiren kuvvet) (Kınalızade 1, 58).

Kuvvet-i müdrike iki kısımdır:

1- Zahirî hisler (dış duyular)

2- Bâtîni hisler (iç duyular). Böylelikle müdrike iki sınıftan oluşur. Birinci sınıf, beş duyumdan olu­şan dış duyumlardır (Kınalızade 1, 58-59).

İkinci sınıf olan bâtınî hisler de beş adettir:

1 - Hiss-i müşterek (müşterek duygu): Dimağın başlangıcına konulmuş bir kuvvettir. Zahirî beş duyu ile idrak olunan güzel suretler onda toplanır. Ruh bu nedenle idrak eder. Hekimler bunu, beş ırmağın döküldüğü havuza benzetirler.

2- Hayal: Müşterek histe toplanıp idrak olunan suretler, idrak olunan diğer şeyler duyulardan kaybolduktan sonra bu kuvveti hıfzeder. Hatırlamayla ilgilidir.

3- Kuvvet-i vahime: Hissedilen şeylerden olmayan lâkin hissedilen şeylerden alın­mış ve hissedilen şeylere müteallik olan cüzi manaları idrak eder. Örneğin düş­manlık ve dostluk gibi.

4- Kuvvet-i hafıza: Kuvveti vehimenin idrak ettiği şeyle­ri koruyan kuvvettir. Nitekim, hayal kuvveti de hissi müşterekin idrak ettiği şey­leri muhafaza eder.

5- Kuvvet-i mutesarrife: Hissedilen suretler ve cuz’i manalar arasında tasarruf ve tedbir edip terkip ve tahlil eder. Yani bir sureti diğerine bitiş­tirir, birini diğerinden ayırır. Yakuttan bir dağ örneğinde olduğu gibi. (Kınalıza- de 1, 59-60).

Kuvveti muharrike de iki türlüdür:

1- Şehvet kuvveti: Bu kuvvet se­bebiyle ruh kendine uygun gelen istekleri çeker ve elde eder. O halde ruhun bir şeyi çekme hareketine başlangıç bu kuvvettir. Bunun için hareket ettirici kuvvet derler.

2- Gazap kuvveti: Bu kuvvet sebebiyle insan kendine uygun düşmeyen, çirkin ve menfur şeyleri defeder, uzaklaştırır. (Kınalızade 1, 61). Muharrike kuv­veti, müdrike kuvvetine muhtaçtır (Kınalızade 1,61).

İnsan ruhuna, mahsus iki kuvvet vardır ve bu iki kuvvet nedeniyle insan hay­vanlardan ayrılır:

1- Kuvvet-i âlime (bilme ve öğrenme kuvveti).

2-Kuvvet-i amile (yapma-icra kuvveti).

Kuvvet-i âlime iki kısımdır,

a- Teorik yönün den alim olan kuvvet,

b- Pratik ahlâk yönünden âlim olan kuvvet.

Nazarî ahlâk yönünden âlim olan kuvvetin eseri ve yaptığı iş, akılla bilinen şeylerin varlık ve bölümlerini idrak etmektir. Pratik ahlâk yönünden âlim olan kuvvetin eseri ve yaptığı iş ise, güzel ahlâkı kötü işlerden ayırt edip hangi işleri yapmanın olgun­luk ve saadet sebebi, hangi işleri yapmanın da noksanlık ve isyan sebebi olduğu­nu idrak etmektir.

Birincisine, “akl-i ilmi”,

İkincisine ise “aklî ameli derler.

Yapma ve Hareket Kuvveti (Kuvveti amile): Beden, aza ve organlarının harekete geçmesine ve bir şeyin iş halinde dışarıya çıkmasına sebep olur, işini yaparken ilk kuvvete (bilme öğrenme) ihtiyaç duyar. Bu kuvvete mecazî anlamda akıl de­nebilir. Söylenilen kuvvetlerin içinde bazıları, eserleri onlardan şuur, fikir yürüt­mek, seçmek ve istemekle meydana gelir. İnsanın olgunluğa ulaşması ve saade­te ermesi bunlarla gerçekleşir (Kınalızade 1, 62- 63). Seçmek, dilemek ve fikir yürütmekle eserleri meydana gelen kuvvetler dörttür. İkisi hayvani kuvvetten, müdrike ve muharrikten kaynaklanır. İkisi de İnsanî kuvvetten, âlime ve amile kuvvetlerden kaynaklanırlar (Kınalızade 1, 64).

Böylelikle, insan eylemlerinde hem hayvanî özellikler hem de İnsanî özelliklerin etkili olduğu gösterilmiş olur. İnsan hayvanî özelliklere sahip olmakla birlikte, Tanrı’ya en yakın noktalara ula­şabilme yeteneklerine de sahiptir.

İnsanlar arasındaki farklılıkların ve üstünlüklerin, anlayış gücü, yetenekler ve selim akıldan kaynaklandığını belirten Kınalızade’ye göre, selim akılla yapılan ameller, ilmin inceliklerine, fennin hakikatine nüfus etmeyi sağlar Dahası bu akıl­la gidilen süreç, velilik mertebesine kadar ulaşarak, Tanrı’ya yakın bir noktaya va­rılabilir. Sözkonusu süreci gerçekleştirmek için, öncelikle dünyevî arzulan terbi­ye etmeleri gerekir (Kınalızade 1, 70). İnsanın Tanrı’ya en yakın olma imkanına sahip olduğunu düşünen şeyhler ve ariflere göre, insaniyet makamı, melekler ma­kamından daha yücedir. İlahiyatçı, felsefeci ve kelâmcılara göre insanlık mertebe­si, melekler mertebesinin altında yer alır. İnsanların en üstün mertebeye ulaşanlar, melekler mertebesinin en altında yer alırlar (Kınalızade 1, 71). Bu belirlenimlere göre, insanın kâinattaki mertebeler arasında yeri ortadır (Kınalızade 1, 73).

Ruh ve bedenden oluşan insan, hem meleklere hem de insana ilişkin yetenekler taşı­maktadır. İnsan, melek yönü geliştirilip, hayvaniyetten üstün hale getirildiğinde, melekten ve salt mücerretten daha üstün olur. Hayvan yanını geliştiren insanlar, hayvanlardan daha aşağı bir hale gelirler (Kınalızade 1, 73). İnsanın meleklerden üstünlüğü Adem’in ilmine bağlanmış, şehvanî yanı hayvanlarla ortak görülmüştür (Kınalızade 1, 77). İnsanın durumu kendi yeteneklerini nasıl kullandığıyla yakın­dan ilgilidir. Hayvanlar kendi doğal ortamlarında ihtiyaçlarını doğal unsurlarla gi­derirken, insan, bütün ihtiyaçlarını, düşünerek, üretmek zorundadır (Kınalızade 1, 73-74).

Hayvanların tersine insan, olgunluk ve şerefi, hayır ve saadeti, düşünce ve çalışma yoluyla kazanmak durumundadır. Aklını iyi yolda kullanır, saadet yolunu tercih eder, doğru yola (sırat-ı müstakim) girerse, marifet ve fazilet cihetine koşar­sa, güzel ahlâkı elde edip, iyi hareketin zirvesine tırmanırsa olgunluk düşüncesi gerçekleşir ve Tanrı’ya yakın olan yüksek zümre arasına katılır. Eğer huyunun dizginini heva ve hevese verirse, ilk mertebedeki hayvaniyette kalır. Günden gü­ne alçalarak en aşağıya yuvarlanır (Kınalızade 1, 74).

İnsan, birtakım vasıflarda ve işlerde hayvanlarla hatta bitkilerle ve cansız varlıklarla ortaktır. İnsanda kendine mahsus bir özellik vardır ki, o özellikte hay­vanlardan bir fert, bitki ve cansız varlıklardan bir şey ona ortak değildir. İnsanı bütün diğerlerinden ayıran şey nutuktur (Kınalızade 1, 75-76). Nutuktan kasıt, akılla bilinen şeyleri anlamak, kuvvete ve fikir yürütüp tedbir düşünmeye iktida­rı olmak, güzel ahlâk ve işleri, kötü ve çirkin olanlardan ayırt etmeye güç sahibi olmaktır. Bu özellik insanda, Tanrı’yı tanıyıp, kemal sıfatlarını kavramaya, var­lık silsilesinde olan mücerret akılları, temiz ruhları, gezegenleri, yıldızlan, tek ve birleşik unsurları, ufuklar ve ruhlarda derç edilmiş apaçık ayetleri ve parlak de­lilleri bilmeye vesile olur. Nazarî kuvvetle bu kısımları tahsil eder. Ameli kuvvet cihetinden razı olunmuş ahlâk ve övülmüş işleri, çirkin ahlâk ve pis işlerden fark edip, saadeti kazanmak ve fazileti elde etmek için Allah’ın verdiği “nutk” hassa­sını kullanır (Kınalızade 1, 76). Kınalızade, insanın varlık dünyasındaki yerini ve canlılar özellikle de hayvanlarla ortaklıklarını ve farklılıklarını belirttikten sonra, ahlâkın nasıl mümkün olduğunu ele almıştır.

3.3.3.4. Ahlakî ve Ahlakî Olmayan Eylemler

Ahlâkın insanın doğasında olan özelliklerle ilişkili olduğuna işaret eden Kı- nalızade, huy teriminden hareketle insanın ne türden özelliklere sahip olduğunu açıklamıştır. Temel kaygı, insanın ahlâklı olabilmesi için, insan doğasında engel­leyici ve destekleyici unsurları sergilemektir. İslam düşüncesinin temel sorunla­rından biri olan kader sorununu huy terimi çerçevesinde ele alıp inceleyerek, hu­yun özellikleriyle eylemler arasındaki bağlantıyı çeşitli açılardan tartışmıştır. Te­mel sorun huyun değişip değişmemesidir. Çünkü huy değişirse ahlâk öğretilebilir olmaktadır.

Kınalızade’ye göre, ahlâk ilmi çeşitli konulardan oluşmuştur:

Sözkonusu ilmin en önemli uğraşı alanı huyun (hulk) nasıl bir yapıya sahip oldu­ğunun açıklanmasıdır. Huyun kısımları, fazilet ve rezilliklerin cinslerinin ne ol­duklarını ortaya koyar. Hulk* (huy), bir melekedir ki, onun sebebiyle nefisten fi­iller kolaylıkla meydana gelirler ve fiillerin oluşmasında fikir ve düşünceye ihti­yaç duyulmaz (Kınalızade 1,91). İnsanın olumsuz özelliklerinin temel dayanağı olan bu fiilleri tanımak için fiillerle huy arasındaki ilişkinin açıklanması gerekir.

Öncelikli sorun huyun değişip değinmemesidir.

Kınalızade'nin belirttiğine göre, bu konuda esas olarak iki görüş vardır:

1- Değişmez diyenler.

2- Huyu iki kısma ayırıp bir yanın değişebilir diğer yanın değişmez olduğunu ileri sürenler.

Kınalızade, huyun değiştiğini kabul ettiğinden, ahlâkın değişmesini kabul etmek­tedir. Bilginler ve filozofların çoğuna göre huy, tabii değil, haricî sebeplerden ha­sıl olduğunu kabul ettiklerinden, huyun değişkenliği ve ona bağlı olarak da ahla­kın değişmesi yargısı doğrudur. Ayrıca Peygamberlerin insanları din üzerine da­vetleri ve tarikat şeyhleri ile bilginlerin terbiye çalışmaları da değişkenliği esas al­maktadır (Kınalızade 1, 36-37).

Öne çıkardığı argüman oldukça önemlidir. Çün­kü, huyun değişmemesi kabul olduğunda, dinin temel değerleri zarar görecektir ve iyi ya da kötü insanın bütün eylemleri meşru hale gelecektir. Huyun değişme sorunu, en önemli problemlerden biri olan insanın doğuştan iyi olup olmadığı so­rusunu öne çıkarmaktadır.

Bu konuda üç görüş ortaya çıkmıştır.

1-Yaratılıştan iyi olduğunu kabul edenler,

2-Yaratılıştan iyi fakat şer unsurları da içinde barındırdı­ğı görüşünü savunanlar,

3-Filozofların çoğunluğunun görüşü ise, ne iyi ne kötü ol­duğudur (Kınalızade 1, 37-38).

Kınalızade’ye göre, eski İslam ahlâkçılarının ço­ğu, araştırmacılarının hepsi, “her huyun değişmesi mümkündür” görüşündedirler. Kınalızade de bu görüşü paylaşır. Temel argümanı, peygamberin huyları değiştir­meyi esas alan görevleridir ve peygamberler ilk terbiye edicilerdir. İkinci terbiye­ciler, selim akıl sahibi olanlardır (Kınalızade 1, 41-42). İnsanın temel niteliklerin­den biri kabul edilen huy ve insan eylemleriyle doğrudan ilişkili olan ahlâk ara­sındaki bağlantı, ahlâkın nasıl bir temele oturtulmak istendiğini göstermektedir.

Huyu, nefsin sabit bir melekesi kabul eden Kınalızade’ye göre, nefsin key­fiyeti iki kısımdır:

1 - Utanmak ve gülmek gibi geçici sürelerde beliren durumlar için kullanılan hal.

2-Kişiliğe yerleşmiş, yavaş kaybolan cesaret ve cömertlik gi­bi özellikler anlamında meleke. (Kınalızade 1,91 -92).

Melekenin gelip geçici ol­mayan ve kişinin temel nitelikleri arasında sayılan unsurlar için kullanılması, ahlâkî eylemler açısından önemlidir. Çünkü melekedeki süreklilik gibi ahlâkî ey­lemlerin tanımlarında da süreklilik esastır (Kınalızade 1, 92).

Ahlâk ile huy ara­sındaki köklü bağlar nedeniyle Kınalızade, huyun neden olduğu eylem türlerini şöyle sıralamıştır:

1- Cömertlik, cesurluk ve yumuşaklık (hilm) gibi, fazilet ve iyi huy olarak kabul edilen unsurlar.

2- Korkaklık, hafiflik gibi eylemlere neden olan şekli, rezillik ve çirkinlik olarak adlandırılır.

3- Fazilet ve rezillik olarak nitelen­meyecek unsurlar (Kınalızade 1, 92-93). îlk iki eylem türünün adlandırılmaları ve içerikleri, ahlâki eylemleri belirlemektedirler.

İnsan ruhunda bulunan müdrike ile muharrike kuvvetleri, fazileti tanımla­mak için kullanılmışlardır. Müdrike, aklî idrakleri meydana getirmekte ve naza­rî ve amali olmak üzere iki alt dala bölünmektedir. Muharrike, beden hareketle­rinin oluşmasını sağlar ve istekleri harekete geçiren kuvvet ile “kuvvet-i muhar- rike-i seb’i belirleyici unsurlardır (Kınalızade 1, 93). Kınalızade’ye göre, bu dört kuvvet aracılığıyla meydana gelen eylemler, sahih, akla uygun ve güzel bir vecih üzere bir itidal sınırında oluşmuşsa, fazilettir. İtidalden çıkarak ifrat ve tefrite yö­nelen eylemler rezillik olarak tanımlanmışlardır (Kınalızade 1, 94).

Fazilet, dört huy tipinde kendini gösterir:

1- Hikmet, nazari kuvvet güzel huyla bezenmiş ve iti­dal üzere işler meydana getirmektir.

2- Adalet, amali kuvvetin itidalli eylemde bu­lunmasıdır.

3- İffet.

4- Şecaat, istekleri harekete geçiren kuvvet, güzel ahlâk ile süs­lenip terbiye edilmesi ve mutedil işlerin gerçekleştirilmesidir (Kınalızade 1, 94).

Bu dört faziletin ifrat ve tefriti de rezillik olarak tanımlanırlar. Kınalızade, ahlâksızlığın kaynağı olan rezillikleri, faziletlerin zıttı olarak tanımlayıp sınıflan­dırmıştır. Hikmetin zıddı, cahilliktir; şecaatin zıddı, korkaklıktır; iffetin zıttı, iffet­sizliktir; adaletin zıddı, zulümdür (Kınalızade 1, 123). Ona göre faziletlerde itida­li kaybedip ifrat ve tefrite gidildiğinde kötülükler ortaya çıkmaktadır. Rezilliklerin (kötülüklerin) çokluğunu doğru çizgi tanımından hareket ederek açıklamıştır. Bu­na göre, nasıl iki nokta arasındaki en kısa çizgi doğru olarak kabul edildiği gibi, hak yol hak din birdir ve doğru olan odur. Delalet çeşitleri, iki nokta arasındaki sa­yısız yollar gibi sayısızdır (Kınalızade 1, 123-124).

Adaletin zıddı olan zulüm, bir kimsenin hakkına tecavüz etmek, ırzına, mal ve nefsine zarar vermektir. Tefriti ınzılam, bir kimsenin kendisi hakkında vaki olan her çeşit zulme boyun eğip onu ka­bul etmesi suretiyle nefsine reziletin bulaşması, himmet ve gayretinin azalması, se­falete razı olmasıdır. Ahlâk üzerine düşünen ulema, adaletin ifrat ve tefritini “cevr” (eziyet) olarak tanımlamışlar ve boyun eğenlerin de eziyet (cevr) altında oldukla­rını kabul etmişlerdir. Allah’ın emirlerine uymayarak her şeyi yapanlar, hem ken­di nefislerine hem de başkalarına zulmetmiş sayılırlar (Kınalızade 1,. 126).

Kınalızade, fazilet ve rezillikleri tanımlama yanında, fazilete benzeyen rezil­likleri de açıklamıştır (Kınalızade 1,129). Hikmet faziletine benzeyen rezillik ör­neği olarak, tam yetkili ve yeterince bilgi sahibi olmadan, bazı kişileri yücelten­leri vermiştir. Olumsuz izlenim yaratıp yayanlar, cahil ve rezillik hastasıdırlar (Kınalızade 1, 130). İffet faziletinin benzeri olarak, ihlas sahiplerinin kıyafetine bürünüp çirkin amellerle zahitlerin mertebelerinde görünmek isteyenler verilmiş­tir. Sahip olmadıkları şeye, sahipmiş gibi gözükenler bu öbeği oluştururlar (Kınalızade 1,131). Sefa faziletinin benzeri, zenginmiş gibi görünüp mirasları tüke­tenler ve kötü yerlerde sefil işlerle meşgul olanlardır (Kınalızade 1, 131).

Şecaat faziletinin benzeri, mal biriktirmek, zengin olmak ve makam sahibi olmak için çalışanlardır (Kınalızade 1,132). Kınalı zade’nin yaptığı bu ayrım, her faziletli görünen kişinin, gerçekte öyle olmadıklarına dikkat çekmektedir.

Kınalızade, if­fetin nevilerinden olan hürriyeti şöyle açıklamıştır:

Hürriyet, nefsin güzel bir yoldan kazanılmış olan mal ve mülkü iyi yollarda sarfetmeye kadir olup, pis yol­lardan kazanıp kötü yallarda harcamaktan kaçınmaktır. Buna güç yetiren insan hürriyete sahiptir. Bunun aksi olan, yani nefsini heva ve hevesinin peşine takıp, bunları gerçek hayra kullanmaya kadir olamadığı için gerçek hürriyetine de sa­hip olamaz (Kınalızade 1, 108).

Kınalızade’ye göre adalet, en şerefli fazilet ve en büyük haslettir. Zira ada­let, eşitlikten ibarettir. Eşitlik de beraberliktir (Kınalızade 1, 135). Bununla bir­likte insanlar, ilahi takdirin eseri olarak zenginlik ve fakirlikte eşit değillerdir. Şayet bütün insanlar zengin ya da fakir olsalardı, birbirlerine yardım etmezlerdi (Kınalızade 2, 131). Ayrıca toplum, beden organlarındaki hiyerarşi gibi, idare edenler ve edilenler olarak ikiye ayrılır (Kınalızade 2, 136). Bununla birlikte, ahirette hükümdar ile uşak arasında fark yoktur (Kınalızade 2, 215). Bir bakıma Kınalızade, toplumsal yapıda içkin olan eşitsizliği adaletle gidermek kaygısı güt­mektedir. Hakikatte bir şeyin diğer bir şeyle sayı ve özellikte yahut da bir başka sıfatla birlikte olmasıdır. O halde eşitliğin temeli birliktir. Birlik ise sıfatların en şereflisi, hallerin en mükemmelidir. Zira birlik, birliğin aslına dönüp Allah’a bağ­lanmak ve yakınlıktır.

Alemdeki çokluk arasında hasıl olan her birlik, hakiki bir­liğin bir nur ve gölgesidir. Nispetler içinde bile müsavat nispetinden daha şeref­lisi yoktur. Bunun için de adalet faziletinden daha üstün bir haslet yoktur (Kınalızade 1, 135). Herhangi bir konuda adalet, ifrat ve tefrite kaçmadan, orta yolu iz­lemektir.

Kınalızade, adaletin öncelikli olduğu üç alanı şöyle sıralamıştır:

1- Malların taksimi. Hakların korunması için mal taksiminin eşit yapılması.

2- Muamelatda adalet. Alışveriş, icare ve rehin gibi konular.

3- Tedibata müteallik hu­suslarda adalet. Hadler, siyasetler, kısaslar. Bunların her birinde tenasübe riayet olunca, adalet hasıl olur. Bir kimsenin hakkını çiğneyerek zulüm yapana misliy­le muamele gerekir. Adalette vasat derecesi fazilet olup, icrasında hiçbir tarafa meyletmeden vasatı korumak gerekir. Buna Allah’ın terazisi derler. Her işte akıl yoluyla bir mertebeye ulaşmak mümkün olmadığından, Allah kullarına bir mizan inzal buyurdu. Bu ilahi yoldur. Bu mizan en mükemmel ölçüdür. Bundan sonra ikinci mizan sözü geçerli olan hakimdir (Kınalızade 1, 136).

Adaletin korunması için toplumda bulunması gereken üç şey:

1- Namus-u Rabbani

2- Hâkim-i İnsani.

3-Dinar-i Nizami.

Bu üç maddeye Yunan filozofları namus (nomos) demişlerdir. Filozoflara göre namus, ilk ve en yüce olarak şer’i ilahidir. İkincisi, otoriter hükümdar ve adaletli hakimin fermanıdır. Üçüncü na­mus, paradır. Para ikinci namusun yani adaletli hakimin fermanıdır. İkinci namu­sun hidayete ermesi için birinciye uyması gerekir. Bu konuyla ilgili ayet: “İnsan­ların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de Kitab’ı ve mizanı indir- dik”(Hadid /25). Bu ayet adaleti tahakkuk ettirecek otoriter devlet başkanına işa­ret eder. Namus-u evvele yani şer’i ilahiye uymayanlar, kâfir ve münafıktır. Na­mus-u saniye yani adaletli devlet başkanı ile hakime itaatkâr olmayanlar isyan kardır. Namus-u salise itaatkar olmayanlar hain ve hırsızdır (Kınalızade 1, 138).

Adalet, evvela şahsın zatına, sıfatına, kuvvet ve uzuvlarına taalluk eder. İkinci olarak ehline (çoluk çocuk, aile) kendi mahiyetinde bulunanlara, ortaklarına, ak­rabalarına, gözetimi altında bulunanlara taalluk eder (Kınalızade1, 139).

Kınalızade’ye göre, insanın fazilet ve saadeti kazanması için takip edilmesi ge­reken yol doğadır. Ona göre insanı kemale ulaştıran iki yol, doğa ve sanattır. (Kınalızade 1, 150). Doğada her şey, kendi içkin nedenleri çerçevesinde gerçekleşir ve çocuğun olması örneğinde olduğu gibi, onlarda sanatın etkisi olmaz. Ancak ağaç­tan sandalye yapmak sanat işidir. Sandalyenin gerçekleşmesi zanaatkâr vasıtasıyla olur. Dolayısıyla doğa sanattan öncedir ve sanat doğaya bağlı işler (Kınalızade 1, 151). Sanat tabiat ilişkisi ahlâk alanında da geçerlidir.

Kınalızade’ye göre ahlâkı güzelleştirmek ve fazilet kazanmak sanat işi olmakla birlikte üstat ve muallim olan tabiata da uymak gerekir (Kınalızade 1, 151). Bu ilişki, bebeğin beslenerek aşama­lı büyümesi ve her aşamada yeni değerleri öğrenerek onlara göre davranmasıyla açıklanmıştır.Bedenin büyümesi doğanın bir yapısı olarak görülürken, kazandığı değerler sanat ile açıklanmıştır. İnsanda bulunan doğal kuvvetlerle kültürel değer­ler arasında sürekli bir ilişki vardır. Düşünce açısından önemli aşamalardan biri, hayvan ve bitkiler ile insanın farklı olduğunun bilincine varılmasıdır. İlk akıl etme seviyesi budur. Bundan öncekiler akıl etmek değil ihsasdır.

Bireyin en son kazan­dığı akıl etme yeteneğiyle, insana tabiattan sadır olan kemale ermeyle son bulur. Bundan sonra sıra tedbir ve sanat sebebiyle olan kemale ulaşmaya gelmiştir. Fazi­let isteyen kimsenin, sanatla yöneldiği kemale ulaşmak hususunda tabiata uyması lazımdır (Kınalızade 1, 151-153). Hiçbir insan iyiyi, doğruyu ve ahlâk güzelliğini elde etmek için çalışmanın dışında kalamaz. İnsanlar farklı yeteneklere sahip ol­dukları için, herkesin kendi kabiliyetine göre ahlâk yönünde çalışması gerekir az ya da çok zaman içinde hedeflerine ulaşırlar (Kınalızade 1, 154).

Ahlâkı güzelleştirmede en önemli vasıta ahlâk ilmidir. Bu ilme tıbb-i ruhanî de denir. Ahlâk ilmi, insan ruhundaki mevcut faziletleri bâki kılmak, elde edil­memiş faziletleri kazanmak için çalışır (Kınalızade 1, 154-156).

Ruhunda sıhhat isteyen kişi, ruhun şu üç kuvvetine bakmalıdır:

1 - Şehvet kuvvetinin fazileti olan iffetin,

2- Gazap kuvvetinin fazileti olan şecaatin,

3- Temyiz ve idrak kuvvetinin fazileti olan hikmetin ne durumda olduklarını görmelidir. Bunlara sahipse şükretmeli sürekli sahip olmanın yollarını aramalıdır. Eğer bunlar eksikse bunları ka­zanmak için çalışır (Kınalızade 1, 154-155).

Şehvet sorunlarını itidalli ve ölçülü hayatla giderir. Gazapla ilgili olarak korkaklığı yenip bundaki orta yola ulaşmak amaçlanır. İffet ve şecaat faziletlerini kazandıktan sonra hikmete yönelir ve cer­beze ve beladetten uzaklaşır. Bunun için de kâinata bakışın ölçülerini kazandıran ilme koşar. Düşünme ve isabeti sağlamlaştıran mantık ilmini elde eder. Sonra meselelerin sebep ve sonuçlarını, delilleriyle yakînen ispatlayan riyaziye (mate­matik) ilimlerini kazanır. Bu insana her meselede zan ve ihtimale razı olmayıp katiyet ve yakın mertebesine alışmayı sağlar. Böylece bundan sonra eşyanın ha­kikatlerinin, dış varlıkların hallerinin keşfi ile varlığını süsler. Bu sahada cehil ve noksandan kaçar. Tabiat ve ilahiyat ilimlerini tahsil eyleyerek meseleleri yeterin­ce idrak kabiliyetine ulaşır. Bu noktaya Allah’ın yardımıyla ulaşılır.

Bu üç fazile­tin (şecaat, iffet ve hikmet) sonucu, en büyük fazilet olan adalet ortaya çıkar. Böy­lece faziletleri kazandıktan sonra yaşayışını, şahsî ve toplumsal vazifelerini ada­let üzere yapan kişi, hakiki olgunluğa ebedî saadete ulaşır. “İşiyle beliren kâmil insan”, “sağlam hakim”, “kâmil filozof’ gibi isimler verilir. Bu mertebeye çıkan kişiler, bundan sonra isterlerse bu temel faziletlerin süsü olabilecek diğer fazilet­leri de kazanabilirler.

Diğer faziletler iki kısımdır:

1 - Bedeni faziletler. Hastalığı gidermek, sıhhati korumak.

2- Medenî faziletler. Din ve devlet nizamıyla ilgilen­mek (Kınalızade 1, 155-156).

Medenî faziletler, din ve devlet ahvalinin nizama konması, mülk ve millet işlerinin sevk ve idaresini belirleyen ilimlerdir. Dinî, ede­bî ve riyazî ilimler, toplumun yönetilmesine yönelik kullanılırlar (Kınalızade 1, 156). Faziletlerin sürekliliği, ruhun sıhhatini korumasıyla ilgilidir. Ruhun bir me­leke olarak kazandığı faziletleri korumak için çalışmak, en önemli vazife oldu­ğundan, her an saadet veren faziletler için çalışılmalıdır. Ruhun sağlığım koru­mak, bedenin sıhhatini korumaktan daha önemlidir (Kınalızade 1, 157). Faziletli bir kişi, kendi gibi kişilerle ilişki içinde faziletlerini koruyabilir. Rezil kişilerle ilişkiler fazileti öldürdüğünden, rezil kişilerin eylem ve düşüncelerine katılmama­lı, onlardan uzak durulmalıdır. Başkaları hakkında dedikodu yapan kişiler, başka­larının utanç verici eylemlerini anlatanlar, kötü kişilerdir (Kınalızade 1, 157).

3.3.3.5. Ahlâkî Hastalıkların İlaçları

Kınalızade, faziletlere sahip olmama durumunu ve olumsuz davranışları hastalık olarak görmüş ve hastalıkların nasıl tedavi edilmesi gerektiği üzerinde de uzun boylu durmuştur. Diğer yandan, faziletlerden yoksun olan insanın hay­van aşamasında yer aldığı anlayışı gözönünde bulundurulduğunda, eksiklik soru­nu ortaya çıkmaktadır. Bu eksiklik, bir tür sahip olunan faziletlerin kaybı ya da onlardan sapmadır.

Kınalızade’ye göre, aslında hastalık, mizacın sapmış olmasından doğar. Mi­zacı saptığı noktadan itidale döndürmek onun ilacıdır.

İtidale dönüş kendiliğin­den olmadığından, nefsin şu üç kuvvetini kullanmak gerekir:

1 - Temyiz kuvveti, bununla düşünür ve bakışını belirler.

2- Şehvanî kuvvet, faydayı elde etmek için kullanılır.

3- Gazap kuvveti, zarar verici şeyleri giderir (Kınalızade 1, 167). Has­talık olarak tanımlanan olumsuz düşünce ve eylem türlerinin tedavisinin müm­kün olduğu ve tedavide kullanılacak güçlerin insanlarda içkin olduğu görüşü ha­kimdir.

Mizaç iki türlü sapar:

1 - Kemiyet cihetinden sapma.

2- Keyfiyet cihetin­den sapma. Keyfiyette bir sapma gerçekleşirken, kemiyet, fazlalığı ve noksanlı­ğına bağlı olarak iki sapmayı barındırır. (Kınalızade 1, 168).

Kınalızade, temyiz kuvvetinden kaynaklanan ifrat ve tefritin özelliklerini çeşitli yönleriyle açıkla­mıştır (Kınalızade 1, 169).

Temyiz kuvvetiyle ilgili hastalıklar çok olmakla bir­likte üç tanesi çok tehlikelidir:

1- Hayret (kararsızlık).

2- Cehl-i basit (bilir gö­rünmek).

3- Cehl-i mürekkep (bilmediğini bilmemek).

Hayret, bir konuda birbi­rine yakın anlamlar taşıyan iki yargıdan hangisini hakikate daha yakın olduğunu bilememek ve şüpheye düşmektir. Bunun için aklın en basit olandan başlayarak süreci iyi düşünüp kurması gerekir. Cehl-i basit hastalığından kurtulmak için bil­gi sahibi olunmalıdır. Bu öbekte yer alanların hayvanlarla karşılaştırarak onlar­dan da aşağı olduklarını belirtmiştir (Kınalızade 1, 174-175).

Cehl-i mürekkep, bilmediğini bilmemektir. Bunlar sürekli cahil kalmaya mahkumdur. Bu hastalı­ğın tedavisinde ruh doktorları acze düşmüşlerdir. Çünkü nefis, kendi cahilliğine ihtimal vermeyip, âlim olduğuna inanırsa, ilim öğrenmesi ve cehaletten uzaklaş­ması mümkün müdür? Bu tür insanların matematik gibi kesin ilimlerle uğraşma­ları onların tedavisi için gereklidir. Matematiğin kesinliğine alışınca kendi zanlarını yeniden gözden geçirme imkanı bulur ve doğru tavra yaklaşır (Kınalızade 1, 176-177).

Kınalızade gazap kuvvetinden kaynaklanan hastalıkların çok olduğu­nu ve bunların üçünün, gazap, korkaklık ve korkunun çok tehlikeli olduğunu be­lirtmiştir. İlki, gazap kuvvetinin ifratıdır, yani kemiyet çokluğudur. İkincisi, tef­riti yani kemiyet noksanlığıdır. Üçüncüsü, keyfiyet yönünden kötülüktür (Kınalızade 1, 177-178).

Kendini beğenme, övünmek, kavgacılık, mizah, büyüklenme, alay etmek, eza ve cefa etmek, çaresizlere eziyet etmek, egoistlik, gazabın neden­leri olarak sıralanmıştır. Ayrıca bunların ilaçlarının neler olduğu üzerinde de dur­muştur (Kınalızade 1, 181-197).

Korkaklık ve ilacı; ölüm korkusu ve ilacı (Kınalızade 1, 201- 204) ele alınan diğer konular arasındadır.

İnsanın temel kuvvetle­rinden biri olan şehvet kuvvetinden kaynaklanan hastalıkların çok olduğu, ancak dört tanesinin çok zararlı olduğu belirtilmiştir:

1- Şehvetin ifratı.

2- Betalet (??tembellik?? ).

3- Hüzün.

4- Haset. En zararlı olan bu dört tane üzerinde dur­muş ve her birini ilaçlarıyla birlikte açıklamıştır (Kınalızade 1, 211-244).

Kınalızade, dilden kaynaklanan afetlerin olduğunu ve bu afetlerin diğerle­rinden daha çok zarar verdiğini belirtmiştir (Kınalızade 1, 244).

Dilden kaynak­lanan hastalıklar şunlardır:

1- Malayani. Yani din ile dünya için faydası olmayan sözü söylemektir. Bunlar, yalan, gıybet ve fuhuş gibi haram şeylerdir.

2- Lüzum­suz söz. Bir konuyu anlatırken lafı uzatmak ya da tekrar etmek.

3- Bâtıla dalmak.

4- Mira ve cidal, şer’an yasaklanmış ve hikmet açısından da çirkindir.

Mira ve ci­dal, başkasının sözüne müdahale ve itiraz ile “öyle değildir diyerek reddetmek­tir. Mira, kişiler arasında nefreti doğurur. Bunun da sebebi büyüklenmedir; üstün­lüğünü açığa vurarak başkasını cebretmektir. Olması gereken şudur. Bir insan bir söz söylese, hak ise tasdik ve kabul edilmeli. Söz bâtıl ve dünyayı ilgilendiren ko­nularda ise, sükût edilmelidir. Dinî konularda ise yumuşaklıkla nasihat verilmeli, mücadele ve ihtilafa düşülmemelidir. Bilginler demişlerdi ki: Bir kimse bir toplu­lukta hatalı bir söz söylese, ya lafız ya da mana cihetinden o toplantıda onun ha­tasını yakalayıp açıklamak suretiyle doğrusunu söyleme. Çünkü senden minnetsiz öğrenir, hem de sana düşman olur. Bu afetin sebebi, büyüklenmek ve yüksek gö­rünmektir.

5- Husumet. 6- Süslü anlatım. Söz sanatlı anlatım. 7- Kötü söz söyle­mek, argo kullanmak. 8- İnsana, hayvana ve cansız varlıklara lanet etmek. 9- Şar­kı ve şiir söylemek. 10- Mizah. 11- Tasahhur ve istihsa, başkalarının söz ve fiille­rini taklit etmek. 12- Başkalarının sırrını yaymak. 13- Sözünde durmamak. 14- Yalan söylemek. 15- Gıybet. 16- Kovuculuk. 17- İki yüzlü, iki dilli olmak. 18- Övgü. 19- Sözde meydana gelen ince hata ve kusurlar. 20- Avamın, İlmî incelik­leri, Kur’an’daki müteşabihleri, kader ve kazanın sırrını, şeriat ve hikmetin sırla­rının müşküllerini sorması (Kınalızade 1, 248-296).

Bütün bu unsurlar bireyin davranış şeklini belirleme ve ahlaklı birey olmasını sağlamak için sıralanmıştır.

Kınalızade’ye göre ruhsal hastalıklara uygulanacak tedavi yöntemleri dört çeşittir.

1- Güzel amel ve faydalı davranışlarla ruhu kuvvetlendirmek. Çirkin davranışlardan uzak durmak.

2- Kötü huy ve çirkin ahlâk sebebiyle ruha gelen hastalığın ıstırabını şuurlu bir şekilde düşünüp kendisini azarlamak, pişman ol­mak.

3- Ruha köklü bir şekilde yerleşmiş adi huyları gidermek için, onun zıddını yapmak. Cimrilik hastalığını tedavi için israf yolu benimsenmelidir. Zamanla orta yola ulaşılır.

4- Çirkin huy, ruh ülkesinde uzun zaman kalmış ve yıkılmaz bir kale gibi olup, diğer üç tedavi şekliyle sonuç alınamamışsa, nefse zor ibadetler ve güç ameller yüklenmelidir. Altından kalkamayacağı adaklar ve bozamayaca­ğı akitler yapmalıdır (Kınalızade 1, 172-173). Tedavi ahlâkî terbiyedir.

3.3.3.6. Aile Ahlâkı

Kınalızade, ahlâkın temel sorunlarını ele aldıktan sonra, toplumun temel bi­rimlerinden biri olan ailenin ahlâk yapısını incelemeye geçmiştir. İnsanın toplum­sal varlık olarak tanımlanması ve ihtiyaçlarının toplum içinde gerçekleştirilebilir olması, toplumla birey arasındaki ilişkinin temel boyutudur. İnsanın temel ihtiyaç­ları olan beslenme, barınma, giyinme, üreme ve güvenlik toplum içinde sağlan­maktadır (Kınalızade 2, 13-14).

Kınalızade’ye göre aile; baba, anne, çocuklar, hiz­metçiler ve beslenmeyi temin eden yiyeceklerden (gıda) oluşur (Kınalızade 2,15). Her çokluğun bir birliği vardır. Ailede de çokluğun birliği nizam kurmakla ger­çekleşir. Nizamın kurulması idareyi, idare de idareciyi gerektirir. Ailenin idareci­si babadır. Baba, ev halkının kötü şeylerden uzak durmasını sağladığı gibi, ev hal­kı da faziletlerini babanın sağladığı nizam içinde kazanır (Kınalızade 2, 15). Baba çoban gibidir. Sürüsünü iyi besler ve onun başına gelebilecek zararlardan ko­rur. Bunun yanında ev halkının her birinin ihtiyaç duyduğu olgunluğa ulaştırması gerekir. Ayrıca baba, doktor gibidir. Ev halkından hasta olanları tedavi etmeli ve tedavi için acı reçetelerden kaçınmamalıdır (Kınalızade 2, 17-18).

Kınalızade’ye göre para, ihtiyaçları karşılamak için en gerekli şeylerden biridir. Buna küçük namus da denir. Adaleti koruyan paradır ve lazımdır. Kolay elde edilemez ve onun az olması değerlilik nedenidir (Kınalızade 2, 23).

İhtiyaç duyulan mallar üç açıdan incelenirler:

1- Kazanılması ve elde edilmesi.

2- Ko­runması.

3- Harcanması.

Malların kazanılması üç şekilde olur:

1- Ticaret.

2- Za­naat.

3- Ziraat.

Malların kazanma yollarından hangisinin daha üstün olduğu ihti­laflıdır. İmam Şafi, ticaretin üstün olduğunu söylerken, sonraki âlimler, akitler- deki hileler nedeniyle ziraatı üstün görmüşlerdir. Mal kazanmada adil yol tercih edilmeli ve hileler ve zulümden kaçınılmalıdır (Kınalızade 2, 24-25). Mal, artı­rarak korunmalıdır. Çünkü mal artmazsa, aile düzeni bozulur, anlaşmazlıklar or­taya çıkar.

Malın artması için üç şartı gözetmek lazımdır:

1 - Aile halkını sıkıntı­ya düşürecek şekilde kısmamalıdır.

2- Din ve diyanete zarar vermeyip şer’an farz olan zekâtı ve sadakayı terk ve ihmal etmemek.

3- İnsanlar arasındaki ırza ve in­sanlığa zarar vermemek, hasislik ve cimrilik yapmamak (Kınalızade 2, 27-28).

Malın korunmasında da üç şart vardır:

1- Harcama kazançtan çok olmamalıdır. Kazanç, masraflardan fazla olmalıdır.

2- Korumak ve biriktirmek istenen malı kazanacak güçte olmak ve biriktirmeye çalışmak.

3- Her zaman değerli ve her zaman aranan şeye rağbet göstermek (Kınalızade 2, 28-31).

Malın harcanmasın­da dikkat edilecek hususlar:

1- Cimrilikle biriktirme, aileye zarar verir.

2- İsraf­tan kaçınmak, özellikle de haram şeyler için harcamaktan kaçınmak gerekir.

3- Hayır için harcanmalıdır.

4- Malı harcadığı için hiçbir minnet ve sitemde bulun­mamak (Kınalızade 2, 31-34).

Mallar üç şekilde harcanmalıdır:

1 - Allah rızası is­temek ve dinin icrasının tahakkuk etmesidir.

2- Cömertlik. Hayır için yapılanlar.

3-Kendi zaruri işleri ve yaşama imkanları için harcamak (Kınalızade 2, 34-35).

Neslin devamı için evlilik şarttır. Evlenmek için iyi huylu bir kadın bulma­lıdır. Kadınla erkek arasındaki ilişkiler, erkeğin üstünlüğü çerçevesinde ve kadı­nın eksiklikleri bağlamında incelenmiştir (Kınalızade 2, 39-59). Doğan çocukla­rın rızklarının Tanrı tarafından verileceği, doğan çocuklarla ilgili olarak isteksiz­lik gösterilmemesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Çocuğun ismi, doğum zama­nın isimlerine uygun olmalıdır. Uygun olmayan isimlerin, hayat boyu insanı ra­hatsız edeceği belirtilmiştir (Kınalızade 2, 61).

Çocukların zihinleri taze ve temiz olduklarından her tarafa meyil ederler. Kötü şeyler gösterilir ve bunlardan men edilmezse çocuk kötüye yönelir. Kötü şeylerden men etmek, çocuk eğitiminin te­melleri arasındadır. Terbiyede esas unsur çocuğun ar sahibi olmasıdır. Bu terbi­ye şekli çocuğun huyunun iyi olmasını sağlar. Terbiyenin esasını din oluşturur (Kınalızade 2, 63-64). Azla yetinmeyi öğrenmeleri gerekir (Kınalızade 2,65). Öğretmen, iyi ve dindar, akıllı ve ahlâklı olmalıdır. Büyüklerin yanında edep ve terbi­yeli olmalı ve çok yumuşak olmamalıdır. Yumuşak olursa terbiyede zayıf kalır; çok öfkeli ve kızgın da olmamalıdır. Öğretmenin tutumu, çocuğun öğrenme karşısın­daki tutumunu belirler, öğretmen az dövmelidir. Çocuk cömert yetiştirilmeli, arka­daşlarına yardım etmeyi öğrenmelidir. Kibirlenmek, böbürlenmek ve alaycılıktan tamamen men edilmelidir (Kınalızade 2, 66-67).

Çocuğa, mal ve dünyanın değer­siz olduğu, altın ve gümüş biriktirmenin iyi olmadığı öğretilmelidir. Her gün tem­bellik ve oyuna müsaade edilmelidir. Büyüklerine saygılı yetiştirilmelidir. Aşın sevgi çocuğu öğrenmekten alıkoyar (Kınalızade 2, 67-68). İlim tahsilinde, anne ve babadan taklit yoluyla öğrendikleri delil ve akıl yoluyla verilmelidir. Çocuklar, hangi ilim ve fenne istidatlıysa ona yönlendirilmelidir (Kınaİızade 2, 68). Çocuk­lar uğraştıkları işten para ve mal kazanırlarsa, o işi şevkle yaparlar (Kınalızade 2, 71).

Çocuklara öğretilmesi gereken adaplar: Konuşma adabı (Kınalızade 2, 75), oturma ve yürüme adabı (Kınalızade 2, 81), yeme içme adabı (Kınalızade 2, 85), ana-babaya karşı vazifeler (Kınalızade 2, 89) gibi şeylerin ahlâk ilkeleri çerçeve­sinde öğretilmesi, çocuğu faziletli olmaya götürür.

Ailenin üyelerinden sayılan uşak ve hizmetçilerin terbiyesi (Kınalızade 2, 95) ile köle ve cariyelerin (Kınalızade 2, 101) terbiyesi de önemli konular arasında sayılmıştır. Çünkü baba onlardan da sorumlu olduğundan ailenin sağlıklı olması, aile üyelerinin tümünün terbiyesi­nin tam olmasına bağlıdır. Ayrıca köle, cariye, hizmetçiler ve hizmetliler, insanın eli, ayağı, gözü ve kulağı gibi kabul edildiklerinden (Kınaİızade 2, 95), onların ter­biyesi önemsenmiştir. Hizmet elemanları farklı milletlerden olduklarından, onları eğitirken kavmî olarak ne türden özelliklere sahip olduklarının bilinmesi gerekir. Bu gerekliliği ortaya çıkaran şey, her milletin farklı özelliklere sahip olmalarıdır (Kınalızade 2, 107). Bu kaygılar doğrultusunda Kınalızade, Arap, Acem, Rum, Türk, Moğol, Kürt, Arnavut, Rus, Çerkez, Gürcü, Abaza, Hint, Zenci ve Avrupalı­lar hakkında kısa bilgiler vermiştir (Kınalızade 2, 108-117).

* Ahlâk, ‘seciye’, tabiat’, ‘huy’ anlamına gelen hulk veya huluk teriminin çoğuludur, insanın fizik ya­pısı için halk, manevî yapısı için hulk terimleri kullanılmıştır (Çağrıcı 1989, 1).

Ayhan Bçıak-Türk Düşüncesi,syf:367-384

Devamını Oku »

Tehâfüt Tartışmaları Bir Gelenek Sayılabilir mi?



İslâm düşüncesi tarihinde Gazzâlî öncesi dönem (mütekaddimûn) ile Gazzâlî sonrası dönem (müteahhirûn) arasında çeşitli açılardan esaslı farklılıklar vardır. Kelâm-felsefe ilişkileri bakımından iki dönem arasındaki fark, mütekaddimûn döneminde kelâmcıların ana hasımlarının İslâm dışı dinî zümreler ile Müslüman fırkalar olmasıdır. Kelâmcılar kendi inanç ve teorilerini asıl itibariyle bu Müslüman veya gayr-ı müslim inanç fırkalarına karşı savunmuşlardır. Bu dönemde kelâmcıların yaptıkları tartışmalar yani cedeller, iki grupta değerlendirilebilir. Birincisi, İslâm dışı fırkalara karşı yapılan tartışmalardır. İkincisi ise İslâm’a mensup olmakla birlikte fırka-i dâlle kabul edilen gruplara karşı yapılan tartışmalardır. Bu iki cedel ve tartışma türü arasında esaslı bir fark vardır: İslâm dışı fırkalarla yapılan cedeller, kelâm mezhepleri için genellikle yaratıcı olmaktan uzak, fikir alışverişine kapalı tartışmalardır.

Bu nedenle her ne kadar çeşitli fırkalar birbirlerini İslâm dışı fırkalardan fikir almakla suçlasalar da hangi mezhepten olursa olsun kelâmcılar kendilerini ve hasım kelâmcıları daima gayr-i müslim cereyanlardan ayırt etmişler ve onların görüşlerini kendi teorilerinin bir parçası hâline getirme çabasına girmemişlerdir. Müslüman fırkalara karşı yapılan tartışmalar ise tam tersine fikir intikaline ve yeni yorumlara açık, yaratıcı tartışmalardır. Bu dönemde özellikle Mutezile ve Ehl-i sünnet fırkalarının kendi içindeki tartışmalar yaratıcı olmuştur. Zira hasım mezhepler zaman içinde karşı görüşleri kendi mezheplerinin bir parçası hâline getirme imkânına sahip olmuşlardır. Mutezile’nin şer‘î isimlerle ilgili görüşlerinin, yine Mutezile’den Ebû Hâşim el- Cübbâî’nin ahvâl teorisinin zamanla Eşarî kelâmcıları tarafından benimsenerek Eşarîliğin genel ilkeleri doğrultusunda yeniden yorumlanması cedelin bu tarzının yaratıcılığının dikkate değer örnekleridir.

Gazzâlî öncesinde filozoflar da kelâmcıların genel olarak İslâm dışı fırkalar kapsamında değerlendirdikleri ve onlar yanında çok cüzî bir yer verdikleri grubu oluştururlar. Mesela Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd, Cüveynî’nin orta hacimli eseri el-İrşâd, Bâkıllânî’nin et-Temhîd ve el-İnsâf adlı eserinde filozoflar gayr-ı müslim fırkalar yanında sadece birkaç sayfa mekân işgal edebilmiştir. Hattâ Cüveynî’nin hacimli eseri eş-Şâmil fî Usûli’d-Dîn’in günümüze ulaşan kısımlarında filozoflar bir fırka olarak neredeyse hiç dikkate alınmaz. Bu durum, mütekaddimûn döneminde kelâmcıların genel olarak filozofların görüşlerinden haberdar olmadıkları anlamına gelmemektedir. Aksine bu durum, kelâmcıların filozofların görüşlerinin sebep ve sonuçlarını ayrıntılı bir tahlile tâbi tutmadıklarını ifade eder. Her ne kadar Ebü’l-Hüseyin el- Basrî’nin Aristo’nun mantık eserlerine şerh ve Metafizik’ine reddiye yazdığı söylense1 de bu, kelâmcılar arasında yaygın bir tavır değildir. Filozoflar ilk kez Gazzâlî’yle birlikte kelâmcıların doğrudan hasımları olmuşlardır.

Mekâsıdü’l-Felâsife’de mantıktan metafiziğe değin filozofların görüşlerini kapsamlı olarak ortaya koyan, Tehâfütü’l-Felâsife’de ise filozofları eleştirip tekfir eden Gazzâlî, son dönem eserlerinden İhyâ’da ironik bir şekilde felsefenin mantık ve metafizik kısmının kelâma dahil olduğunu ve filozofların kelâmcılar ile aynı meseleleri inceleyen ama Mutezile gibi sapkın fikirleri bulunan bir zümre olduğunu iddia etmiştir.2 Her ne kadar Gazzâlî yazdığı kelâm eserlerine filozofların görüşlerini taşıyarak bu görüşünü uygulamaya aktarmamışsa da bu uygulamanın yolunu açmıştır. Böylece Gazzâlî felsefe- kelâm ilişkisinde çok önemli iki şeyi gerçekleştirmiştir. Birincisi, filozofları kelâmcıların doğrudan ve birincil hasımları hâline getirmektir. İkincisi ise mantık ve metafiziği – buna teorik fizik de dâhildir – kelâm ilminin bir parçası hâline getirmektir.

Özellikle bu ikincisi, Gazzâlî’nin Tehâfüt’teki tekfir tavrını önemli ölçüde yumuşatması hattâ terk etmesi anlamına gelir. Gazzâlî’den sonraki dönemde felsefe-kelâm ilişkilerinin seyri de tam olarak onun İhyâ’da dile getirdiği görüşün muhtemelen onun beklentilerinin de ötesine geçerek bir tatbiki olarak devam etmiştir. Bu seyri yönlendiren ise Fahreddîn er-Râzî olmuştur. Fahreddîn er-Râzî, Gazzâlî’nin İhyâ’daki tavrını izleyerek filozof ve kelâmcıları ortak meseleleri farklı duyarlılıklar ve teorilerle inceleyen iki ayrı zümre olarak değerlendirmiştir. Kelâm-felsefe ilişkisini konu, mesele ve yöntem birliği bakımından tesis etmesi nedeniyle Fahreddîn er-Râzî’nin İslâm düşüncesinin genel sürecine derin bir tesiri vardır ve bu tesir dikkate alınmadan kelâm ve felsefenin müteahhirûn dönemindeki tarihini anlamak mümkün değildir.

Râzî, önceki kelâm eserlerindeki bilgi, yöntem, cevherler ve arazlar, ilâhiyyât, nübüvvet, mead, şer‘î isimler ve imamet şeklindeki konu sıralamasını koruyarak bu başlıkların altını yeniden düzenlemiştir. O, el-Muhassal ve el- Mebâhisü’l-Meşrikiyye adlı eserlerinde yaptığı bu düzenlemede kelâm ekollerinin farklı zümrelerinin yanı sıra filozofların görüşlerine de yer vermiştir. Fakat filozofların görüşleri şer‘î isimler ve imamet gibi önemli ölçüde kelâm ilmine özgü tartışmaların dışında bütün başlıklarda ve bütün delilleriyle birlikte ele alınmıştır. Böylece kelâm tarihinde ilk kez, Mutezile ve muhalif kelâm fırkalarının görüşlerinden daha kapsamlı bir şekilde filozofların görüşleri kelâm eserlerine girmiştir.

Filozoflar arasında da farklı akımlar bulunmasına rağmen Râzî, filozofların ittifak ettiği noktalar ile herhangi bir zümre veya filozofun diğerlerinden ayrıldığı noktaları belirginleştirmiştir. Hattâ İbn Sînâ’nın eserlerinde dağınık olarak ifade edilen pek çok meseleyi el-Muhassal ve el- Mebâhisü’l-Meşrikiyye’de sistematik hâle getirmiştir. Böylece filozoflar, görüşleri belirgin bir zümre olarak kelâm kitaplarında yerini almıştır. Bu düzenleme, sonraki kelâmın tertibini tamamıyla belirlemiştir. Böylece Râzî, kelâm ile felsefenin meselelerini aynı eserde bütün ayrıntılarıyla tartışarak yeni bir eser sistematiği ortaya koymuştur. Bu anlayışın zirvesini hiç kuşkusuz, onun el- Metâlibü’l-Âliye adlı eseri oluşturur. Diğer yandan Râzî, İbn Sînâ’nın Uyûnü’l- Hikme ve İşârât’ına yazdığı şerhle sonraki dönemin felsefe çalışmalarını derinden etkilemiştir. Zira Râzî, İbn Sînâ’nın eserlerinde ifadesini bulan felsefî düşüncenin hem kendi içindeki çelişkileri ortaya koymuş hem de kelâmcıların görüşlerini felsefî literatüre taşıyarak bir kelâmcı duyarlılığıyla felsefe eleştirisi yapmıştır. Bu bağlamda İslâm düşüncesi tarihinde kaleme alınmış en yetkin felsefe eleştirisi hiç kuşkusuz Râzî’nin Şerhu’l-İşârât’ıdır.

Râzî’nin kelâm ve felsefeye ilişkin eserleri, kelâm ve felsefe ekollerine mensup düşünürlerin yaklaşımını etkilemiştir. Bu durum ise Eşarî kelâmcıların birincil rakiplerinin değişmesine yol açmıştır. Zira Cüveynî dönemine kadar Eşarî kelâmcıların öncelikli hasımları, yerel dinler ve diğer kelâm mezhepleri iken Gazzâlî ile birlikte bunların yerini İbn Sînâ’nın kitaplarında ifadesini bulan Meşşâî felsefe almıştır. Böylece Eşarî kelâmı yeni bir diyalojik sürece girmiştir. Bu süreçte mantığın kabulüyle birlikte, kelâmcılar İbn Sînâcı mahiyet kavramını kelâma mal ederek yaratmayı açıklamanın vazgeçilmez unsuru hâline getirmişlerdir. Mahiyet kavramı, Gazzâlî sonrası kelâmcılara bir yandan Tanrı- âlem arasındaki ilişkiyi, hâdis-kadîm karşıtlığının yanı sıra, zorunlu-mümkin karşıtlığıyla açıklama imkânı verirken diğer yandan Meşşâî felsefeden aktarılan tanım teorisi ve tümeller düşüncesinin kelâm ilmiyle uyumlu hâle getirilmesini temin etmiştir.

Bu durumun en önemli yöntemsel sonucu, anlamlarda illiyetin reddiyle yöntem teorisinde ortaya çıkan boşluğun mahiyet kavramı aracılığıyla doldurulması ve böylece mantık ile kelâm arasındaki irtibatın kurulmasıdır. Bu nedenle İbn Sînâ metafiziğinde varlık, mahiyet, imkân ve zorunluluk kavramlarının ilişkili olduğu bütün meseleler kelâma taşınmış ve önceki kelâmcıların görüşleri bu kavramlarla yeniden ifade edilmiştir.3 Felsefeyle ilişki sürecinin en önemli sonucu kelâmın bilimsel kimliğinin belirginleşmesidir. Zira Fahreddîn er-Râzî, Cüveynî ve Gazzâlî’nin kelâm ilminin yöntem ve meseleleriyle ilgili eleştirilerini tam olarak kelâma tatbik etmiş ve kelâmın bütün alt başlıklarında Meşşâî filozofların görüşlerini tartışarak kelâm ilmini Meşşâî metafiziğin mukabilinde – kelâmın felsefîleşme görüntüsünün aksine – tümel bir dinî disiplin olarak vazetmiştir.

Râzî’nin İbn Sînâ’dan hareketle felsefenin ve Cüveynî ile Gazzâlî’den hareketle kelâmın yöntemine yönelttiği eleştirilerle de bütünleşen ve kelâmın mantık ve metafiziği gerçek anlamda kendisinin bir parçası hâline getirmesiyle sonuçlanan bu sürecin bir başka önemli sonucu, mütekaddimûn dönemindeki zümre ayrışmalarının bozulmasıdır. Râzî’den sonra ne filozoflar kelâma ne de kelâmcılar felsefeye bigâne kalabilmiştir. Hattâ Âmidî, Îcî, Teftâzânî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi kelâmcılar, birer İbn Sînâ şarihi hâline gelmişlerdir. Aynı şekilde Esîruddîn el-Ebherî, Kâtibî el-Kazvînî, Nasîruddîn et-Tûsî ve Kutbeddîn er-Râzî gibi filozoflar da aynı zamanda birer kelâmcı olarak temayüz etmişlerdir.

Böylece Gazzâlî’nin Tehâfüt’ünde gördüğümüz, mütekaddimûn dönemi çizgisindeki yıkıcı cedel tarzı müteahhirûn dönemi kelâm ve felsefe eserlerinde yerini üretken cedel anlayışına bırakmıştır ve kelâm-felsefe diyaloğunun niteliği değişmiştir. Bundan böyle bir düşünürün kelâmcı mı yoksa filozof mu olduğunu anlamak için hangi ilim halkasında yetiştiği, kimlerden ders aldığı, hangi alanda eserler kaleme aldığı gibi mütekaddimûn döneminin belli başlı kriterleri yeterli olmayacaktır. Zira nazarî ilimler aynı ilim geleneklerinde tedris edilmeye ve hoca-talebe silsileleri aynı isimlerde buluşmaya başladığı gibi felsefe ve kelâm eserlerinde meseleler, aynı literatürde tartışılmaya başlanmıştır.

Farklı ekolleriyle kelâm ve felsefenin meselelerinin aynı literatürde tartışılması, formel kurallar bakımından cedelin işleyişinde herhangi bir değişiklik olmamakla birlikte bir meselenin kabulü veya reddi noktasında cedeli önemsiz hâle getirmiş ve “tahkîk” kavramının öne çıkmasına sebep olmuştur. Tahkîk, bir düşünceye ulaşılan yöntemi takip ederek o düşüncenin doğruluk veya yanlışlığını delilleriyle birlikte ortaya koymak demektir. Râzî sonrası kelâmcı ve filozoflar, kendilerini kelâm ve metafiziğin meselelerini tahkîk eden düşünürler olarak görürler ve herhangi bir düşünür veya eserin önemini tahkîk işlemindeki başarısına göre belirlerler. Bu nedenle de Gazzâlî’nin Tehâfüt’ü ile İbn Rüşd’ün Tehâfütü’t-Tehâfüt’ünde görüldüğü şekliyle bir cedel, zeminini yitirmiştir.

İşte Fatih döneminde canlandırılmaya çalışılan “Tehâfüt tartışmaları” aslında İslâm’daki nazarî geleneklerin Râzî sonrasında değişen yönünü gözden kaçırmaktan kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Fatih, metafizik, kelâm ve tasavvuf tarihiyle ilgili iki önemli projeyi hayata geçirmiştir. Bunlardan birisi, Molla Abdurrahman Câmî’ye yazdırdığı ve mütekaddimûn dönemi mütekellim, filozof ve sûfîlerinin varlık düşüncesini inceleyen ed-Dürretü’l-Fâhira kitabıdır. İkincisi ise Hocazâde ve Alâeddîn et-Tûsî’ye yazdırdığı Tehâfüt’lerdir. Aslında her ikisi de incelikle düşünülmüş projelerdir. Birinci proje, gerçekte kelâm ve felsefeyi ortak bir zeminde bir araya getiren Fahreddîn er-Râzî’yi tasavvufî birikimi de ekleyip geliştirerek yeniden üretmeyi amaçlamaktadır. Zira Râzî sonrasında bu zemini, İbnü’l-Arabî ve Sadreddîn el-Konevî tarafından tümel bir disipline dönüştürülen tasavvufu da içerecek şekilde genişleten bir düşünür yetişmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki Fatih, metafizik geleneklerin tamamını ortak bir zeminde buluşturmayı amaçlamıştır.

Fakat ne yazık ki, bu proje Molla Câmî’nin ed-Dürretü’l-Fâhira’sının kelâm ve felsefe meselelerinde Râzî’nin Muhassal ve Mebâhis gibi kitaplarına kıyasla son derece yetersiz ve tasavvuf meselelerinde ise tamamıyla Konevî’ye bağımlı oluşu nedeniyle başarısız olmuştur. İkinci proje ise İhyâ öncesi Gazzâlî’yi yeniden üretmeyi amaçlamaktadır. İlkindeki eserlerin aksine bu proje kapsamında Hocazâde ve Tûsî’nin kaleme aldığı eserler, teorik olarak güçlü eserlerdir. Fakat bu proje, Râzî sonrası kelâm ve felsefe geleneklerinin seyrini gözden kaçırdığından uzun soluklu ve verimli tartışma geleneğine dönüşememiştir. Gerek proje kapsamında kitap yazan Hocazâde ve Tûsî gerekse Kemalpaşazâde gibi daha sonra bu eserlere şerh ve haşiye yazanların tamamı da gerçekte kelâmcıdır. Hattâ bu yazarların herhangi birinin İbn Rüşd’ün Tehâfütü’t-Tehâfüt’ünden haberdar olduğuna dair elimizde herhangi bir veri yoktur. Dolayısıyla Gazzâlî ile İbn Rüşd arasındaki mevhum diyaloğun bile Doğu İslâm dünyasında bir karşılığı bulunmamaktadır. Hocazâde, Tûsî ve sonraki yazarların tamamı, gerçekte Râzî sonrası oluşan düşünce geleneklerinde yetişmişlerdir ve bunların yazdığı eserlerdeki tartışma tarzı, söz gelişi Şerhu’l-Mevâkıf veya Şerhu’l- Mekâsıd’dan farklı değildir. Bu nedenle bu eserlerdeki tartışma tarzı, Gazzâlî ve İbn Rüşd arasındaki mevhum diyaloğu canlı bir tartışmaya dönüştürmeye elverişli değildir. Buna ne tartışmanın tarafları ne de biçimi elverişlidir.

Tehâfüt tartışmalarını felsefe-kelâm çatışması bağlamında değerlendiren ve Gazzâlî-İbn Rüşd karşıtlığının diğer yazarlarda da devam ettiğini varsayan çağdaş çalışmalar, bu literatürde Tanrı’nın varlığı, sıfatları, âlemle ilişkisi ve nedensellik gibi metafizik ve teorik fiziğin birtakım temel sorunları hakkındaki çözümleri aynı zamanda felsefe-kelâm çatışmasının tarafları olarak görürler. Bu nedenle de Tehâfüt literatürü kelâm ve felsefe geleneklerine mensup düşünürlerin katılımıyla belli başlı sorunlar ekseninde oluşan bir tartışma geleneği olarak kabul edilir. Hâlbuki İbn Rüşd hariç Tehâfüt tartışmasına katılan düşünürlerin tamamı kelâm geleneğine mensuptur ve Tehâfüt’lerinde kelâmî düşüncenin tanımlayıcı ilkesi olan “kâdir-i muhtâr Tanrı anlayışı”ndan ödün vermezler.

Sonuç olarak Fatih döneminde başlayan ve çeşitli yazarların katkılarıyla zenginleşen Tehâfüt tartışmaları, kendi içinde sürekliliği olan bir literatür anlamında gelenek sayılabilirse de tarafları belirgin, tartışma anlayışı taraflarına göre şekillenmiş bir düşünce geleneğine dönüşmemiştir. Bu literatür, gerçekte Gazzâlî’nin Tehâfüt’ünün Râzî’nin Şerhu’l-İşârât’ına veya el-Mebâhisü’l- Meşrikiyye’sine dönüştürülmesi faaliyetidir. Bu bağlamda başarılı olduğu ölçüde de ilgiyi hak etmektedir.
Devamını Oku »

Şeytan Nasıl Vesvese Verir?



Birinci Soru: Şeytanın, insanın uzuvlarının içine girip, ona vesveseler atabilmesi nasıl düşünülebilir? Bu makul müdür?

Cevap: Alimlerin melekler ve şeytanlar hakkında iki görüşü bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Allah'ın dışında bulunan varlıklar, aklî taksimata göre üç kısımdırlar:

1) Mütehayyiz (mekân tutmuş),

2) Mütehayyiz varlığa hulul etmiş,

3) Ne mütehayyiz ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan.

Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu kabule dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habis, serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da şeytanlardır.

Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o, fiilferi habis ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi bir şeyin, herhangi birisinin, insani nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir. Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha zikretmiştir ki, bu da şudur; Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu, güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar. Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer grubu ise, hiddet, kuvve-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirler.

İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur. Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki) alimler bu semavî ruha, et-tabilu'ttâm !(eksiksiz-kusursuz tabiat) adını veriyorlardı. Şüphesiz, asııl ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve sayısız şubeleri bulunuyor.

Bunların tamamı da, bu insanın ruhu cinsindendir. Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da, kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller konusunda birbirlerine yardım etmektedirler. Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler, melektirler ki, bunların yardımına "ilham" adı verilir; eğer kötü, habîs ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve yardımlarına "vesvese" adı verilir.

Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha zikretmiştir: Buna göre, beşerî nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin terkettiği bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka bir nefis meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan nefsin bedeni olan o şey arasında bulunan benzerlikten dolayı, ayrılmış olan o nefis ile bu bu beden arasında bir tür münasebet ve alâka meydana gelir.

Böylece de, ayrılmış olan o nefsin bu bedenle sıkı bir münasebeti olmuş olur. Bundan dolayı da, daha önceki ayrılmış olan nefis, bu bedene tutunmuş olan nefse benzerlikten dolayı, fiil ve hallerinde yardımcı ve destekçi olmuş olur. Sonra bu, hayır ve bereket konularında olursa, bir ilham; şer konularında olursa, bir vesvese olmuş olur.

Binâenaleyh bütün bunlar maddeden ve mekân tutmaktan uzak, kudsî, ruhanî birtakım varlıkların, cevherlerin varlığının kabul edilmesi görüşüne dayanan, muhtemel birtakım izahlardır. Temiz ve pis ruhların varlığıyla ilgili hüküm, kadîm felsefecilerin üstadları nezdinde de muteber ve yaygın bir görüştür. Binâenaleyh onların, bu tür şeyleri, bizim şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed nezdinde de kabul olunmasını yadırgamamaları gerekir.

Şeytanları Cisim Olarak Düşünenler

İkinci Görüş: Bu "Şeytanların, mutlaka cisim olmaları gerekir" şeklindeki görüştür. Biz diyoruz ki: Böyle olması halinde onların, kesif (katı) maddeler olduğunun söylenmesi imkânsız olur. Aksine onların, latîf birtakım cisimler olduğunu söylemek gerekir ki, Allah Teâlâ onları çok özel bir biçimde halketmiştir. Bu da, onların latîf olmalarının yanı sıra, dağılmayı, parçalanmayı, bozulmayı ve yok olmayı kabul etmemeleridir. Latîf olan kütlelerin, kesif olan maddelerin içine girmesi uzak ihtimal sayılmaz. Baksana, insan ruhu, latîf bir cisimdir. Ama o, buna rağmen, insanın batınının derinliklerine nüfuz edebilmiştir.

Binâenaleyh, insan bunları düşündüğünde, pekçok çeşit latîf cisimlerin, insanın içine girebilmesini nasıl imkânsız görebilir? Ateşin kütlesi, kömürün kütlesine; gül suyu, gül yaprağına; susam yağı, susamın maddesine sirayet etmemiş midir? İşte olay, burada da böyledir. Bütün bu anlattıklarımızla, cinlerin ve şeytanların varlığını kabul etmenin, akılların imkânsız göremiyeceği ve delillerin iptal edemiyeceği bir hakikât olduğu; inkârda ısrar etmenin de, ancak bir cehaletin ve akıl noksanlığının neticesi olduğu ortaya çıkmış olur.

Şeytanların varlığına dair, hüküm genel olarak sabit olunca, biz deriz ki, daha uygun ve () gerçek olan şöyle denilmesidir: Bu görüşe göre melekler, nurdan; şeytanlar ise dumandan ve alevden yaratılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, İblisi de, daha önce çok zehirleyici olan ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bu söz, felsefecilerin otoriteleri nezdinde de meşhur olan görüştür. Binâenaleyh onu, şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed bildirdiğinde, akıldan uzak sayıp kabul etmemek nasıl uygun düşebilir?

İkinci Soru: Niçin şeytan, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir? Halbuki şeytanın kendisi de, o batıl vesveseye yönelmesinden dolayı kınanmıştır.

Cevap: Şeytan bu ifadesiyle, "yaptıklarınızdan dolayı beni kınamayın. Kendinizi kınayın, zira sizler, sizin için Alla ´ın hidâyetini sağlayan şeyden yüz çevirdiniz" manasını kastetmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şeytanın "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz" dediğini nakletmiştir

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 541-542
Devamını Oku »

Peygamberlerin Masumiyeti






Peki, Peygamberler hakkındaki zorunlu masumiyet ne za­man başlar? İşte, bu hususta da ihtilafa düşmüşlerdir. Bazı­ları; doğumla başlar ve ömrünün sonuna kadar devam eder, der. Çoğunluk ise; bu masumiyet peygamberlik zamanına öz­gürdür, peygamberlik süresinden önceki dönem için zo­runlu değildir, der. Bu, Allah cümlesine rahmet eylesin, çoğu arkadaşlarımızın görüşüdür.

Bizim görüşümüz şudur: Peygamberler (s.a.v.) Peygam­berlik dönemlerinde büyük küçük hiçbir günaha kasıtlı ola­rak düşmezler, bundan masumdurlar. Ancak dalgınlık sonu­cu düşmeleri mümkündür. Masumiyetlerinin vücubunu gös­teren onbeş delili aşağıya alıyoruz:

Birinci delil: Şayet günaha düşmüş olsalardı, bu, ümmetin günahkarlarından daha farklı bir durumun ortaya çıkma­sını zorunlu kılardı. Yani, diğer günahkarlardan daha sert bir şekilde peşin kınanmayı ve gelecekte de azabı hakketmiş olurlardı. Böyle bir sonuç mümkün olmadığına göre günah işlemeleri de imkansızdır.

Bu hususu şöyle açabiliriz: Al­lah'ın kullar üzerindeki nimetlerinin en büyüğü hiç şüphe­siz peygamberliktir. Böyle bir nimete mazhar olmuş kişinin günah işlemesi ise çirkinin çirkini bir durumu sergiler. Ak­lın gösterdiği yol bu. Naklin de üç açıdan bunu vurguladı­ğını görüyoruz.

Birincisi şu ayetler:

"Ey peygamberin hanımları, sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz."[8]

"Ey peygamberin hanımları, sizlerden biri açık bir ha­yasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur..."[9]

İkincisi; zina olayında evli recmedilirken bekar olan sa­dece sopa cezasına çarptırılır.

Üçüncüsü; köleye verilen şer'i ceza hür şahsa verilenin yarısı kadar olur. Bütün bu kaydettiklerimizden çıkan kesin sonuç şudur ki, peygamberler şayet günah işlemiş olasalar-dı, ümmetin diğer günahkarlarına oranla durumları çok çok farklı olurdu. Hepsinin üstünde peşin bir kınanmayı ve gel­mesi kesin bir azabı hakketmiş olurlardı. Oysa bu icma ile imkansız görülen bir durumdur. Hem, hiç kimse çıkıp da; peygamber hal bakımından Allah yanında en güzel olandır, ama mertebece herkesten daha aşağı durumdadır, diyemez. Bu da gösteriyor ki, peygamberler asla günah işlemezler.

İkinci delil: Peygamberler (salat ve selam olsun onlara) günah işlemiş olsalardı şehadetleri asla kabul edilmezdi. İşte, ayet-i kerime:

"Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirir­se onun içyüzünü araştırın..."[10]

Ayet'in getirdiği emir açık: Fasık kişinin şehadetini ka­bul hususunda durup bir iyice emin olmak gerekiyor. Böy­le bir durumun peygamberler hakkında düşünülmesi ise imkansızdır. Şu sebeple ki, bu dünya hakkındaki şahitliği ka­bul edilmeyen bir kişinin kıyamete kadar gelmiş geçmiş dinler hakkındaki şahitliği hiç mi hiç kabul edilmez. Bura­da, ayrıca yüce Allah'ın Rasulullah (s.a.v.) hakkındaki şe­hadetini görelim, şöyle buyuruyor:

"Böylece sizi insanlara şahit olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık; Peygamber de size şahit­tir..." [11]Tüm peygamberlere kıyamet gününde şahitlik eden bir ki­şinin Cennette şehadetinin kabul edilmesi diye birşey düşü­nülebilir mi?

Üçüncü delil: Onlar şayet günah işlemiş olsalardı bu ha­reketlerine engel olmak gerekirdi. Çünkü, mevcut deliller iyi­liği emretmenin ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmanın farz olduğunu göstermektedir. Peygamberlere engel olmak ise caiz değildir. İşte ayet-i kerime:

"Allah'ı ve peygamberini incitenlere, Allah, dünyada da ahirette de lanet eder..."[12]

Bu demektir ki, onların günah işlemesi imkansızdır.

Dördüncü delil: Rasulullah'ı (s.a.v.) düşünelim. Şayet günah işlemiş olsaydı, bu durumda, ya ona uymamız gere­kirdi ki, bu caiz olmazdı, ya da uymakla yükümlü olmazdık ve yine bu da caiz değildir. İşte, Allah'ın kesin buyruğu:

"De ki; Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin..."[13]

Cenab-ı Hak: "O'na uyunuz..." buyuruyor. Madem ki, O'nun günah işlemesi olayı bu iki batıl sonucu doğuruyor, o halde O'ndan böyle bir günah olayının beklenmesi müm­kün değildir.

Beşinci delil: Şayet peygamberler (salat ve selam olsun onlara) günah işlemiş olsalardı, bu durumda cehennem aza­bı ile korkutulmaları gerekirdi. Çünkü, bu konudaki ayet hükmü açık:

"Kim Allah'a Ve peygamberine başkaldırir ve yasa­larını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Ve onun için alçaltıcı bir azab vardır."[14]

Öte yandan:

"Allah'ın laneti haksızlık yapanlaradır."[15] hükmü gereğince ilahi laneti de hakketmiş olurlardı. Bu ise ümmetin icmaı ile batıldır. O halde günah işlemeleri de mümkün değildir.

Altıncı delil: Onlar ki, Allah'a ibadeti ve günahlardan uzak durmayı emrederler. Şayet ibadeti bırakıp günaha sap­mış olsalardı yüce Allah'ın:

"Ey inananlar, yapmadığınız bir şeyi niçin söylüyor­sunuz. Yapmadığınız bir şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur."[16] hitabı ile "İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musu­nuz!"[17] şeklindeki sert ikazına muhatap olurlardı. Bu ise anlaşıl­dığı üzere son derecede çirkin bir şeydir. Yine yüce Allah peygamberi Şuayb'ın böyle bir durumdan kendisini uzak tut­tuğunu belirten sözünü haber verir:

"...Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek is­temem..."[18]

Yüce Allah, İbrahim (a.s.), îshak (a.s.) ve Yakub (a.s.) gi­bi peygamberlerin sıfatlarını beyan buyururken:

"Şüphesiz onlar iyi işlerde yarışıyorlardı..."[19] buyurmuştur. Ayeti-i kerimede yer alan "el-Hayraf'le-limesi çoğul olup gereksiz olan herşeyden uzak durma an­lamını ifade eder. Bu da gösteriyor ki, onlar bütün ibadetleri eksiksiz yerine getiriyor ve buna karşılık bütün günah­lardan uzak duruyorlardı.

Sekizinci delil:"Doğrusu onlar katımızda seçkin, hayırlı kimselerden­dirler."[20] ayet-i kerimesi. Bu ayeti-i kerimede yer alan "el-Musta-feyn" ve "el-Ahyar" kelimeleri tüm fiil ve terkleri kapsamak­tadır. Öte yandan burada caiz olduğu halde herhangi bir şekilde istisnaya yer verilmemiştir. Sözgelimi; filanca şu hu­susun dışında seçkin, iyi bir kişidir, denir. Bir istisna da ol­madığı takdirde sözün içeriğinde bulunabilecek bir şeyi o sö­zün kapsamı dışında tutar. Ancak bu ayette böyle bir istis­na sözkonusu olmamıştır. Böylece, bu ayet, onların günah işleme ihtimalini ortadan kaldırıyor. Ve benzeri şu ayet-i ke­rimeler:

"Allah, meleklerden ve insanlardan peygamberler seçer..."[21]

"Şüphesiz Allah; Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemlere tercih etti." [22]

İbrahim (a.s.) hakkında da:

"Andolsun ki, dünyada onu seçtik, şüphesiz o ahi-rette de iyilerdendir."[23] buyurur. Musa (a.s.) hakkında ise: "Şüphesiz ben mesajlarımla ve konuşmamla insanlar arasından seni seçtim."[24]

Yine buyurmuştur:

"Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İslı ak ve Yakub'u da an. Biz onları ahiret yurdunu düşünen, iç­ten bağlı kimseler kıldık."[25] "Sonra bu Kitab'ı kullarımızdan seçtiğimiz kimsele­re miras birakmışızdır. Onlardan kimi kendine yazık ed­er, kimi orta davranır, kimi de Allah'ın izniyle iyilikler­de öne geçer...'?[26] ayet-i kerimesiyle "seçilmişler" zalim, mu'tedil ve iyi­liklerde öne geçen şeklinde bölümlere ayrılıyor, o nedenle de seçilmiş olmak günah işlemeye engel değildir, dene­mez. Çünkü, ayette geçen "onlardan" zamiri "seçtiğimiz kimselere" cümlesine değil "kullarımızdan" lafzına aittir. Buna gerekçemiz, zamirin anılanlardan en yakın olana ait ol­ma zorunluluğudur.

Dokuzuncu delil: Şeytandan bahsederken yüce Allah onun:

"Senin kudretine andolsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım."[27]

sözünü nakleder. Böylece içtenlikli, ihlaslı kişiler şeyta­nın azdırmasından, saptırmasından istisna edilmiştir.

"Biz onları içten bağlı kimseler kıldık."[28]buyuran yüce Allah, İbrahim (a.s.), İshak (a.s.) ve Yakub (a.s.) gibi peygamberlerin içten bağlı, ihlasii kimseler olduk­larına şahitlik etmektedir. Yusuf (a.s.) hakkında da:

"Şüphesiz o bizim içten bağlı kullarımızdandır."[29]buyurmaktadır. Madem ki şeytan içtenlikli, ihlaslı kim­seleri saptıramayacağını ikrar etmekte ve Cenab-ı Hak da bunların içtenlikli, ihlaslı kişiler olduğuna şehadet etmek­te, o halde, şeytanın saptırma ve vesvese girişimleri onlara ulaşamamıştır. Bu da gösteriyor ki, onlar asla günah işleme­mişlerdir.

Onuncu delil: Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Andolsun ki, İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğ­ru çıkartmış, inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardır."[30]

Burada İblis'e uymadıkları kesin bir üslûpla ifade edilen kimseler ya doğrudan peygamberlerdir, ya da onlardan baş­kaları. Şayet başkaları ise bu duruma göre peygamberlerden üstün olmaları gerekir. Çünkü, Kur'an-ı kerimde:

"Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır."[31]buyurulmakta. Ancak, şu var ki, peygamber olmayanın peygamber'den üstün görülmesi icma ile batıldır. Buna gö­re ortaya çıkan kesin sonuç şu: İblis'e uymayan bu kişiler peygamberlerdir. Günah işleyen bir kişi İblis'e uymuş sayı­lacağına göre bu demektir ki, peygamberler (salat ve selam olsun onlara) hiçbir suretle ve hiçbir zaman günah işleme­mişlerdir.

Onbirinci delil: Cenabı Hak kullukla mükellef kişileri iki bölüme ayırmıştır: Şeytanın grubu. Haklarındaki ayet hükmünü görelim:

"İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, şey­tanın taraftarları elbette zarardadırlar."[32]

Ve Allah'ın grubu. Onlar hakkındaki hüküm de şöyle: "İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, kurtulacak olanlar Allah'tan yana olanlardır."[33]

Hiç şüphesiz şeytandan yana olanlar onun emir ve istek­lerini yerine getirenlerdir. Şayet peygamberler günah işle­miş olsalardı, onları, şeytanın grubundan, taraftarlarından ka­bul etmek gerekirdi. Ayrıca; "...İyi bilin ki, şeytanın taraf­tarları elbette zarardadırlar." ayeti onları muhatap almış olurdu. Öte yandan; "İyi bilin ki, kurtulacak olanlar Al­lah'tan yana olanlardır" ayeti de ümmetin ender derece­deki takva sahibi kişilerim muhatap almış olurdu ki, bu du­rumda da böylesi kişilerin peygamberlerden çok daha üstün olmaları gerekirdi. Oysa böyle bir değerlendirmenin yapı­lamayacağı açıktır.

Onikinci delil: Allah cümlesine rahmet eylesin dostla­rımız, alimler, peygamberlerin meleklerden daha üstün olduklarını beyan etmişlerdir. Meleklerin herhangi bir şekil­de günaha yonelmeyecekleri gerçeği ise delillerle sabittir. Hakikat bu olunca şayet peygamberler günah işlemiş olsa­lardı fazilet itibariyle meleklerden daha üstün olamazlardı. Çünkü, ayet hükmü açık:

"Yoksa inanıp yararlı işler yapanları yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmek­ten sakınanları yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?"[34] buyurmuştur.

Onüçüncü delil: Cenab-ı Hak Hazreti İbrahim hakkında: «Seni insanlara önder kılacağım.''(Bakara,124) buyurmuştur. Önder (imam) kendisine uyulan kişidir. Bu durumda Hazreti İbrahim günah işlemiş olsaydı işlediği bu günahda da kendisine uyulması gerekirdi, ki, bu ise bâtıldır.

Ondördüncü delil:"Zalimler ahdime erişemezler."[35] ayeti:"Onlardan kimi kendine yazık eder."[36]Ayeti kerimesi hükmünce günah işleyen bir kimse ken­dine zulmetmiş demektir.

Bu husus yeterince anlaşıldı sanıyoruz. Ve hemen diyo­ruz ki: Yüce Allah'ın zalimlere ulaşamayacağına hükmet­tiği işbu ahd, ya peygamberlik ahdidir, ya da imamlık, ya­ni önderlik ahdi. Eğer sozkonusu olan birinci şık ise bunun­la kasdedilen bellidir, şayet ikinci şık ise kasdedilen anlam daha da açıktır. Çünkü, imamlık (önderlik) ahdî peygamber­lik ahdinden derece bakımından daha aşağıdır.

Varılan so­nuç şu: İmamlık (önderlik) ahdi günahkara ulaşamadığına göre peygamberlik ahdi ona hiç mi hiç ulaşamaz.

Onbeşinci delil: Huzeyme b. Sabit el-Ensari (Allah ondan razı olsun)'nin şahitlik olayı. Huzeyme bilmediği bir olay hakkındaki Allah Rasulunun iddiasının doğruluğuna şe-hadet eder ve der ki:

"Biz senin göklere dair verdiğin haberlerin doğruluğunu kabul ediyor ve inanıyoruz. Böyle bir kader konusunda mı inanmayacağız sana?" Duruma vakıf olan Allah'ın Rasulu onu bu şehadetinde doğruladı ve ona iki şehadet sahibi la­kabını verdi.(37) Şayet peygamberlerin günah işlemeleri müm­kün olsaydı Huzeyme'nin şehadeti de caiz görülmezdi.

Buraya kadar peygamberlerin masumiyetini ispat eden delilleri serdik ortaya. Şimdi de meleklerin masumiyetini gösteren delilleri zikredeceğiz...

Dipnotlar:

[8] Ahzab: 33/32

[9] Ahzab: 33/30

[10] Hucurat: 49/6

[11] Bakara: 2/143

[12] Ahzab: 33/57

[13] Al-i İmran: 3/31

[14] Nisa: 4/14

[15] Hud: 11/18

[16] Saff: 2-3

[17] Bakara: 2/44

[18] Hud: 11/88

[19] Enbiya: 6/90

[20] Sad: 37/47

[21] Hacc: 22/75

[22] Al-i İmran: 3/33

[23] Bakara: 2/130

[24] A'raf: 7/144

[25] Sad: 37/45-46

[26] Fatır: 35/32

[27] Sa'd: 37/82-83

[28] Sad: 37/46

[29] Yusuf: 12/24

[30] Sebe: 34/20

[31] Hucurat: 41/13

[32] Mücadele: 58/19

[33] Mücadele: 58/22

[34] Mücadele: 58/22

[35] Bakara: 2/124

[36] Fatır: 35/32

[37] Kuzeyme b. Sâbit; Ensâr'ın Evs kabilesine mensuptur ve ilklerdendir. Oğlu Amâra anlatıyor; Peygamberimiz Efendimiz Sevâ’ b. Kays el-Muharibî'den at satın aldı.Sevâ' bu satın alma işini inkar etti. Bunun üzerine Huzeyme Allâh’ın Resulünün lehine şehadet edince Allah'ın Resûlû : «Yanımızda olmadığın halde neden bu şehadette bulundun.» diye sordu kendisine. O da: «Getirdiğin (din) e inaındım,doğruladım ve biliyorum ki sen ancak hakkı söylensin.» dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü buyurdu : «Huzeyme bir kişinin lehine de şehadet etse aleyhine de şehadet etse bu ona yeter. Bu Hadisi, Ebu Davud ve başkaları rivayet etmiştir. Buhâri'nin rivayetine göre; Onun şehadetini iki şehadet saymıştır.








Kaynak:Fahreddin Razi, Rasullerin Masumiyeti, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996




Devamını Oku »