Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim



Aristoteles'e göre "episteme"nin yani nazarî bilginin (ilm) üretimi için “boş vakit” ve "merak" vazgeçilmez asgarî iki şarttır. Boş vakit ile merak, kısaca dendikte, maddî ve manevî ihtiyaçların azamî düzeyde karşılandığı bir ortamda ortaya çıkar. Böyle bir ortamın adı şehirdir. Şehir maddî ve manevî emniyetin bulunduğu mekandır. Şehir, içerisinde yaşayan insanlar arasında ortak bir vicdanın, ortak bir aklın, kısaca hem yatay hem de dikey boyutta işleyen ortak bir dilin üretildiği yerdir. Emniyetin maddî boyutu kişinin aslî yaşam ihtiyaçlarını karşılaması; manevî boyutu ise kişinin "yaşam korkusu'ndan uzak olmasıdır. Ortak bir dilin olmadığı yerde yaşayan insanlar arasında korku ve kaygı bulunur; bu da bir güvensizlik doğurur. Maddî ve manevî emniyetin bulunmadığı yerde ise tecessüs yani merak boy göstermez.

Nasıl ki bir medeniyetin meydana gelmesi için coğrafi, ahlakî, iktisadi ve siyasî şartların elverişli olması elzem ise bu şartları haiz bir medeniyette nazarî bilgi üretimi de ancak ve ancak tenkit ve teklifin yapılabildiği bir müzakere ortamının bulunmasıyla, öte bir deyişle tehdit ve tahribin bulunduğu murakebe ortamının giderilmesiyle mümkündür. Kısaca içerisinde sükûnetin hakim olduğu, yukarıda işaret edilen özellikleri taşıyan bir şehrin bulunması gerekir; çünkü iskan olunan şehir sükûnetin merkezidir; nazarî bilgi de o şehirde sakin olan insanların üretebileceği bir şeydir. Sürekliliği mümkün kılmayan, hatta yok eden bir hareketlilik şehri, dolayısıyla maddî ve manevî güven ortamını ortadan kaldıracağından, böyle bir ortamda bilgi üretimi de mümkün olmaz.

Anadolu'da hayat bulan Selçuklu dönemine yukarıda özellenen çerçevede bakıldığında felsefe-bilim hareketlerinin tezahür edebileceği sükûnet ortamlarının ya da belirli bir sükûnet ortamını takip eden dönemlerin dikkate alınması gerekir. Bu açıdan 1071 Malazgirt meydan muharebesiyle başlayıp 1075'te Iznik'in başkent yapılmasıyla Kutalmışoğlu Süleymanşah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemini Sultan I Alâeddin Key-kubâd (1220-1237) zamanında yaşadı; 1243 Kösedağ savaşı çöküşün başlangıcı oldu; Muinüddin Pertfâne'nin çabalarıyla 1261'den itibaren nisbî bir sükûnet tekrar sağlandı; 1277'de Mısır Memluk Sultanı Baybars'ın Anadoludan ayrılmasını müteakip hâkimiyet tamamen Moğollar'ın eline geçti; 1308'de Devlet ortadan kalktı. Siyasi gelişme çizgisine biraz daha odaklaşıldığında, Anadolu Selçukluları'nın her şeyden önce bir var-olma mücadelesi içerisinde bulundukları görülür. Bu mücadele özünde bir yandan "yabancı bir toprak"la ilişkiye ginneyi ve kaynaşmayı [yurtlaştırma], dolayısıyla yeni bir millet olma kavgasını içerir; öte yandan kendini oluştururken dışarıdan gelen tehditleri bertaraf etmeyi... Nitekim Selçuklular Anadolu'da siyas!, iktisadi ve sosyal kurullarını kurmak ve yerli halkla uyumlu yeni bir yaşama tarzını hayata geçirmekle, inşa etmekle uğraşırken Haçlı savaşlarının başladığı bu dönemde bu savaşların hem maddî hem de manevi bütün yükünü sırtladılar. Öte yandan Büyük Selçuklu Devleti'ne tâbi civar devletlerle süren harici savaşlar yanında sultan adayı şehzadeler ile beyler arasındaki dahili kavgalar da belirli bir sükûnet ortamının yaratılmasını engelledi. Ancak Sultan Mes'ud devrinde (1116-1155) başlayan, oğlu II. Kılıç Arslan (1155-1192) döneminde devam eden sükûnet devri, daha sonra, yukarıda da işaret edildiği üzere, hail<: tara-frndan "Uluğ Keykubad” lakabıyla anılan Sultan Alâeddin Keykubâd'la (12201237) doruğa ulaştı. 1237'de yani Sultan Alâeddin Keykubâd'ın ölümüyle başlayan siyas! istikrarsızlığa rağmen daha önceki mirasa istinad eden ilmi verimlilik hızla gelişti ve Moğolların baskısıyla Anadolu'ya sığınan ya da İslam dünyasının muhtelif coğrafyalarından Anadolu'ya gelen bilginlerin de katkılarıyla ilmi hayat en verimli zamanlarını yaşadı. Anadolu Selçuklu ilmî hayatı, Moğol istilasının olumsuz etkilerini azaltarak yeni bir hamleyi başlatan Mu-inüddin Per^ane'yle yeni bir canlılık kazandı. Öyle ki bu canlılık Devlet'in resmi olarak tarihten silindiği 1308'den sonra bile bir müddet sürdü ve bırakılan miras başta Osmanlılar olmak üzere Anadolu Beyliklerine intikal etti.

Klasik dönemde bilgi insanın Varlık'la girdiği ilişki/ilişkiler neticesinde ürettiği bir “dil"dir. Bu açıdan bilginin tarihi araştırılırken üzerinde durulması gereken bugün için kabul gören belirli, tanımlanmış bir bilgi türünün ve üretim tarzının geçmişte bulunup bulunmaması değil, tersine bizzat o bilgiyi üreten insanın tarzının ve ürettiği bilginin türünün ne olduğunun tespit edilmesidir. Tarihe bu şekilde bakıldığında bir matematikçi ile bir şairin Varlık'a ilişkin ürettiği bilgilerin hem iddia hem de amaç açısından aynı kategoride değerlendirilmesi mümkündür. Bu çerçevede Anadolu Selçuklu dönemi, daha önceki İslam Medeniyetinde hayat bulan, aynı iddia ve amacı taşıyan pek çok farklı bütüncül “dünya görüş" ve “dünya tasavvuru’nun, çeşitli bilgi türlerinin ve üretim tarzlarının, kısaca Varlık'a ilişkin muhtelif dillerin merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde yeniden düzenlendiği bir dönemdir. Varlık ile Hakikat'in birliği kabulüne dayanan bu yaklaşımda; hakikate giden yolların farklı olabileceği, başka bir deyişle Varlık'la farklı dillerle konuşulabileceği anlayışı esastır. Ancak konuşulan her dil bize Varlık'ın bir tarafım verecek, hakikate ilişkin bir fikir edinmemizi sağlayacaktır. Önemli olan her bir dilin başladığı alt-eşik ile ulaşabileceği üst-eşiğin iyice tayin edilmesi, bir dille elde edilen sonucun başka bir dille karıştırılmamasıdır. Ancak neticede her bir yaklaşımın bir üst dilde bir araya getirilmesi, toparlanması entelektüel birliğin sağlanması açısından bir ihtiyaçtır. Anadolu Selçuklu ilim hayatı işte öncelikle bu ortak-dil, diğer bir ifadeyle bir üst dilin inşası ve Varlık'a yani Hakikat'e yönelen dillerin bu ortak dille yeniden ifadesi çerçevesinde İslam düşünce mirasında önceyi derleyip toparlayan, sonrayı da belirleyen ve yönlendiren bir noktada durmuş ve iş görmüştür.

Anadolu Selçukluları'nın kullandığı bu ortak-dil [üst-dil], Gazali'nin süzgecinden geçen İbn Sinacı mantık, genel bir deyişle tefekkür anlayışı, Fah-reddin Razi'nin tenkitlerini de dikkate alarak, Büyük Selçuklu düşünürlerinden Necmeddin Kazvini ile Konya kadısı Sıraceddin Urmevî tarafından telif edildi. Kazvini'nin el-Şemsiyye fî el-mantık ile Urmevî'nin Metâli’ el-envâr ff el-hikme ve el-mantık adlı çalışmalarında formüle ettikleri bu dil her iki esere birer Şerh yazan, Kayseri, Konya, Sivas ve Malatya gibi şehirlerde hocalık yapan Kutbuddin Şirazî'nin öğrencisi Şeyhu'l-mantıkiyyîn Kutbuddin Razî tarafından “tehzîb" edildi; daha sonra da pek çok filozof-mantıkçı tarafından kaleme alınan eserlerle ayrıntılarda geliştirildi. Bu dil, özne ile nesnenin "karşılıklı konumlandırılışı” esasına dayanır. Varlık'ın büyüden ve ara-var-lıklardan (ilahlar) arındırılması şeklinde özetlenebilecek bir kelamî metafi

zik ilke üzerinde kurulan bu dil, her şeyden önce nesnenin önermede tezahür edişi ile önermeler arası işlemleri inceler; böylece bir taraftan nesnenin ontolojik yapısını ortaya koyar bir taraftan da nesneye ilişkin bilginin elde edilmesi yollarını araştmr. Büyük oranda Büyük Selçuklu Devleti'nde mer-kez-çevre ilişkilerini tayin eden siyasî anlayışın bilgi sahasına uygulanışı olarak ortaya çıkan ortak-dil çalışması, hem aklın birliğini hem de bilginin kesinliğini emniyete alma kaygısını güder.

Yukarıda çizilen çerçevede önemli bir dönüşümün yaşandığı diğer bir alan tasavvuftur. Büyük oranda kelamı epistomolojinin burhanî-aklî bilgi üretme kaygısıyla nesne ile özne arasında yaptığı keskin ayrımı reddeden, bu meyanda Varlık'ı dolayısıyla Hakikat'i cevher-araz, mahiyet-vücud gibi şekillerde parçalayan yaklaşımlara karşı Varlık'a dolayımsız ve bir bütün olarak yaklaşan Vahdet-i Vücud anlayışı, Anadolu Selçukluları'nın başkenti Konya'da yepyeni bir çehre kazanır. Ibnul-Arabî'nin kendisinden önceki hemen hemen bütün irfanî bilgi birikimini dikkate alarak keşf ve ilham yoluyla kurduğu tasavvufi bilgi manzumesi, Konya'da annesiyle evlendiği ve bizzat terbiye ettiği manevî evladı Sadreddin Konevî'yle yeni bir yön alır. Bu yön, keşf ve ilhama dayanan tasavvufi bilgi manzumesinin Anadolu entelektüel hayatında hâkim olan ortak-dile dönüştürülmesi, kısaca nazarî bir yapıya büründürül-mesidir. Bu yolla hem iki yaklaşım arasında bir dil birliği sağlanmış hem de tasavvufî-irfanî bilgi nazarî bir karakter kazanmıştır. Konevî'nin bu teşebbüsü, hem Urmevî'nin hem de Tokat-Niksar'daki Nizameddin Yağıbasan Medre-sesi'nde uzun yıllar matematik, astronomi dersleri veren ibn Sertak'ın öğrencisi Davud-i Kayserinin eliyle son şeklini almıştır. Nitekim Kayserî, Vahdet-i Vücud irfanı manzumesinin en zor ve en temel eseri Fusûs el-hikeme yazdığı şerhin birinci bölümünde amacının bu bilgi sistemi için bir "usul" koymak olduğunu belirtir1. Şerhin ilk kısmının adının el-Mukaddemât olması da böyle bir kaygının mahiyetine işaret eder. Konevî ile Kayserî, her şeyden önce Varlık'a dolayımsız bir yaklaşımı, yani önceden belirlenmemiş bir yaklaşımı kabul etseler de dolayımsız yaklaşımdan elde edilen bilginin insanlar arasındaki paylaşımının bir dile ihtiyaç gösterdiğini düşünmüş, bu dilin de entelektüel bilginin taşıyıcısı olan ve medreselerde kullanılan "mantık dili” olduğunu görmüşlerdir. Bundan dolayıdır ki Konevî-Kayserî tasavvufi-irfanı bilgiyi nazarî hale getirmeyi başarmıştır. Onların bu yaklaşımı daha sonra bizzat Kayserî tarafından Osmanlı medreselerine aktarılacak, başta Molla Fenarî olmak üzere hem Osmanlı hem de Iran-Orta Asya ve Hint Altkıtası'nda Molla Câmî, Nabulsî, Molla Sadra vb. düşünürler tarafından takip edilecektir. Bugün bile nazarî tasavvuf ya da irfan-i nazarî bu çizgiyi takip etmektedir.

İrfanı bilginin Varlık'la dolayımsız yani önceden tayin edilmeyen bir dille ilişki kurması gerektiğini benimseyen ancak sunumunda nazarî bir dil kullanan irfan-i nazarı okulunun tersine hem Varlık'la alakalı bilginin elde ediminde hem de sunumunda nazarî yöntemi reddeden tasavvufi yaklaşımlar, Yunan düşünce hayatındaki şair ile filozof kavgasını hatırlatırcasına, şiir dilini benimsediler. Çünkü onlara göre burlıanî bilgide "matlub" (yani kıyasın sonucu) hedef iken irfanî bilgide "mahbûb" (yani arzu edilen ya da Tanrı) hedeftir. Bu kabul açısından burhanî bilgide matlub "tahsil" edilir; irfanî bilgide ise mahbûba "vüsul" esastır. Visalde ise ana tavır, ön-deyisiz yani herhangi kategorik bir dili benimsememek, başka bir deyişle çıkış noktası olarak almamaktır. Özellikle Mevlana Celâleddin'de, daha sonra Yunus Emre'de göreceğimiz bu tavır özünde Varlık'ın yani Hakikat'in sımnı (cevherini) "bilmeyi" esas alan bütüncül bir dünya görüşü ve dünya tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus irfan-i nazarînin kurucu isimlerinden Konevî'nin babası Şeyh Mecdüddin İshak'ın, İzzeddin Keykavııs (1211-1220) devrinde irfanî bilgiyi şiir diliyle terennüm etmesidir. Bu nokta irfanî bilginin ifadesindeki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu topraklarında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu'da Varlık'la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişkindi. Nitekim, II. Rükneddin Süleymanşah'ın kardeşi Muhyiddin Mes'ud döneminde Ankaralı Bedî', Muhyevî, Mahmud ve Ebu Hanife Abdulkerim gibi pek çok şair faaliyet halindeydi.

Anadolu Selçuklu döneminde, yukarıda işaret edildiği üzere, merkez-çevre anlayışı çerçevesinde tayin edilen yerinde meşşâî yaklaşım yani tabîiy-yûn İbn Sinacı çizgide daima göz önünde bulunduruldu. Bu geleneğe ait eserler, başta el-İşârât ve el-tenbîhât olmak üzere, okutuldu; yine bu geleneğe ait pek çok eser üzerine şerhler, haşiyeler yazıldı. Bu çalışmalarda meşşâî varlık ve bilgi tasavvuru çerçevesinde evren-doğa-insan dünyalarına ait düşünceler gözden geçirildi. Bir süre Anadoluda bulunan ve dersler veren Esi-rüddin Ebherı'nin bu sahadaki çalışmaları ile Urmevî'nin ve Kazvinî'nin eserleri hem ayrıntılarda pek çok konuyu ele aldı hem de meşşâî düşünceyi daha pedagojik formlara döktü. Aynca Kutbüddin Şirazî'nin eleştirel çalışmaları bir yönüyle meşşâî çizgiyi zenginleştirdi. Meşşaî düşünce bağlamında yapılan önemli ve o derecede kendisinden sonrayı belirleyici diğer bir faaliyet İbn Sinacı düşünceyi kelamî yaklaşım açısından sıkı bir eleştiriye tâbi tutan Fahreddin Razî ile bu yaklaşımları kısmen savunan Nasireddin Tu-sinin konuyla ilgili ana eserlerinin Şirazi'nin öğrencisi filozof-mantıkçı Kut-buddin Razi'nin el-Muhâkemât beyne şerhey el-işârât adlı çalışmasıyla ciddi ve sıkı bir mukayese ve tenkide tâbi tutulmasıdır. Öte yandan Amidli Sey-feddin Ali (ö. 631/1233) kendine özgü kelami yaklaşımıyla hem İbn Sinacı çizgiyi hem de Fahreddin Razi'yi eleştiren Selçuklu düşünürleri içerisinde farklı bir ses olarak karşımıza çıkmaktadır.



Anadolu Selçuklu ilim hayatında göz önünde bulundurulan ve kısmen nazari dille yeniden inşa edilen diğer bir bütüncül düşünce sistemi de İşraki-liktir. İbn Bibi'flin verdiği bilgiye göre Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev (12021211) İşrakiliğin kurucusu Şihabeddin Sühreverdî'nin düşüncelerini aklına uygun ve doğasına yakın bulmuştu; Sühreverdi de Pertevnâme adlı eserini bu Sultan'a takdim etti.2 İşrakiliğin Anadolu'da yayılmasına neden olan diğer bir isim Şihabeddin Ömer Sühreverdi'dir. Uluğ Keykubâd zamanında Anadolu'ya gelen bu ünlü düşünür, özellikle saray çevresine ciddi tesirlerde bulun-muştur.3 Ancak bu düşünce sisteminin entelektüel hayatta ciddiye alınması-m sağlayan büyük oranda Kutbüddin Şirazi'nin çalışmaları oldu. Özellikle Şihabeddin Sühreverdî'nin Hikmet el-işrâk adlı eserine yazdığı hacimli şerh, bugün bile İşraki düşüncenin klasiklerinden biri olarak kabul edilmektedir. İşraki düşüncenin en ciddi etkisi meşşai fizik teorilerini eleştirisinde görülür. Nitekim Şirazî'nin öğrencileri işrakî düşünce sisteminin başta optik olmak üzere farklı sahalardaki açılımlarım sonuna kadar takip ettiler ve Kemaled-din Farisi örneğinde olduğu gibi gökkuşağının fizik-geometrik izahına benzer pek çok konuda optik biliminde özgün çalışmalar ortaya koydular. İşraki-lik ile meşşailik düşünce sistemlerini dikkate alarak Platon'un idealar kuramı üzerinde İslam düşünce tarihindeki en özgün çalışma da Anadolu’da yine bu tarihlerde ortaya kondu. El-Musul el-akliyye el-Eflâtüniyye adlı müellifi bilinmeyen bu eserde4 genel bir Varlık teorisi ile bu şekildeki bir Varlık teorisine ait olabilecek bilgi nazariyesi inşa edilir. Bü^k oranda İşraki yöntemi göz önünde bulunduran bu çalışma daha sonra, Fatih Sultan Mehmed ile oğlu Sultan II. Bayezid tarafrndan mütalaa ed؛ldi ve başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslam dünyasının pek çok bölgesini etkiledi.

Anadolu Selçuklu döneminde bugün "fen bilimleri" denilen ancak o dönemde farklı bütüncül dünya görüşü ve dünya tasavvuru manzumelerinin birer parçası olan sahalarda da önemli gelişme ve değişmeler vuku buldu. Bu sahaların hem sosyal hayattaki tekııik uygulamaları geliştirildi hem de teorik çerçeveleri zenginleştirildi. Öte yandan mensup olunan dünya görüşü ve dünya tasavvurunun kozmoloji anlayışı bağlamında bu bilim dallarının batını muhtevaları araştırıldı. Örnek olarak, bugün tarihî bağlamından ko-partıldığı için hâlâ yanlış anlaşılan ve yorumlanan astroloji, biraz da pratik kaygılarla, göz önünde bulundurulan ilk disiplin olarak göze çarpar. Esasen astroloji bir askerî, daha dakik ifadeyle bir istihbarat bilimi olarak incelen-melidir. Çünkü astroloji her ne kadar astronomi ile matematik bilimlerin kombinasyonuna dayansa da zemininde bulunan kozmolojik ilkelere bağlı olarak geleceğe ilişkin mümkün ve muhtemel olayların tespiti konusunda insan zihnini diri tutar; ayrıca alternatifleri daima hesaba katmayı gerektirir. Bu açıdan savaşçı sultanların sık sık kendisine başvurduğu bir bilimdir astroloji. Dönemin bilgi paradigması içerisinde düşünüldüğünde ortak “bir dil” olarak astroloji hem doğayı hem de insanı beraberce dikkate almayı gerektirir. Bütün bunların ötesinde astroloji kendisi için üretildiği Sultana ya da komutana bir misyon biçme açısından da son derece önemlidir. Çünkü astroloji belirli bir projeyi yürüten kişiye, genelde Varlık’ın özelde Koz-mos'un, daha özelde de, o dönemdeki kozmolojinin kabulüne göre "ruh ve akıl" sahibi ay-üstü âlemin kendi projesine katıldığını ve hatta desteklediğini gösterir. Bu moral destek ve eylemin ontik karşılığı projeyi yürüten kişiye büyük bir güç verir. Bu açıdan astroloji tarih boyunca askerî ve siyasî bir disiplin olarak sultanların, özellikle proje sahibi ve kendisine bir misyon biçen komutanların dikkate aldığı bir alandır. Nitekim Anadolu Selçuklu Devle-ti'nin kurucusu I. Rükneddin Süleymanşah'ın (1075-1086) babası Kutalmış astronomi ve "ulum el-evâil”Ie (ulûm el-kavın) meşgul oluyordu. Tarihçi Ibn el-Esir, onun, Türk olmasına rağmen nücum (astroloji) ve öteki ilimleri iyi bildiğini, onun soyundan gelen hükümdarların da önceki milletlerin bu ilimlerini öğrendiklerini ve bu ilimlerle meşgul olanları koruduklarını özellikle vurgular.5 Bu malumatlar tıp gibi astrolojinin de nasıl bir kaygıyla daima göz önünde bulundurulduğu konusunda bir fikir verir. Nitekim Ermeni vakayinamecisi Sempad, Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın nücum ilmine meraklı bir hükümdar olduğunu kaydeder. Bu alaka dolayısıyladır ki Sultan, Celâleddin Harezmşah'a gönderdiği elçi vasıtasıyla Ahlat'ta Harezmşah'ın yanında bulunan Müneccime Bibi'nin şöhretini öğrenmiş, onu Şam'da buldurup Konya’ya getirtmiş ve bu aileyi hizmetine almıştır. ilginçtir ki Ibn Bibi'nin ilk kehaneti de bir zafer muştusudur.6 Astrolojinin askerî stratejik bir bilim olması dolayısıyla işrakî filozof Kutbuddin Şirazî bile konuyla ilgili İhtiyarât-i muzafferi adlı astronomi-astroloji sahasında önemli bir eseri kaleme alıp Kastamonu'daki Çobanoğlu Beyliği hükümdarı Muzafferüddîn Yavlak Arslan'a ithaf etmiştir.7 Kaynaklar, Selçuklu saraylarında, yukarıdaki nedenlerden dolayı pek çok müneccimin istihdam edildiğini kaydeder. Bunlar arasında, Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Hubeyş el-Tiflisî, Sultan I. Alâeddin Keykubâd devrinde Müneccime Bibi, Kerimüddin el-Aksarayî tarafından Musâmeret el-Ahbâr'da ve Ibn Bibi'de zikredilen Esirüddin Müneccim8 ve Ahmed el-Eflakî'nin Menâkib el-ârifininde geçen Bahaüddin Şang-i Müneccim anılabilir. Bunun yanında Konyalı Zeynülmüneccim b. Süleyman, 773 tarihinde Sivas'ta kadim Türk astrolojisini konu edinen Ahkâm-ı sâl-i Türkan isimli bir eser telif etmiştir.

Anadolu Selçuklularının üzerinde durdukları diğer bir alan kadîm bilgi mirasının önemli uğraşılarından birisi olan ve bağlı bulunduğu dünya görüşü ve dünya tasavvuru içerisinde kalarak kozmosun hendesî-adedî tasarımıyla ilgilenen astronomidir. Nitekim Akâ’id ehl el-sunne adlı eserin müellifi Ömer b. Muhammed b. Ali, Anadolu'da astronomiye olan ilgiye özellikle işaret eder. 9 Dinî, iktisadi, hatta siyasî pek çok medenî kurumu ilgilendiren astronominin pratik yönüyle ilgili birçok çalışma yanında, teorik astronomi konusunda da eserler kaleme alındı. Bu eserlerden .bazıları astronomi biliminin tarihi içerisinde teknik düzeyde ilerleme kaydeden bilgileri içerir. Büyük oranda fizik (tabî'î) ve matematik (riyâzî) yaklaşımları terkip etmiş olan Ibn Heysemci anlayışta seyreden Merâğa matematik-astronomi okulunun çizgisini izleyen bu çalışmalar içerisinde Kutbüddin Şirazî'nin (ö. 710/1311) özel bir yeri vardır. Çünkü Şirazî, optik sahasında benimsediği işrakî tenkitleri de dikkate alarak, astronomi biliminde önemli eserler kaleme aldı. Şirazî'nin Anadoludaki hareket sahasına bakıldığında Konya, Malatya (681-684 yılları arasında) ve Sivas şehirlerinde kadılık yaptığı; ayrıca Mu'inuddîn Per-vane'nin Kayseri'de yaptırdığı medresede; özellikle Sivas'taki Gök Medre-se'de müderrisliklerde bulunduğu görülür. Esasen Şirazî Anadolu'da hem ders almış hem de ders vermiştir. Onun 673/1274'te Konya'da Sadreddin Konevî'den icazet aldığı bilinmektedir.10 Nitekim Şirazî Anadolu'da bulunduğu süre içerisinde astronomi sahasında öğrencilerine okuttuğu Nihâyet el-idrâk fi dirâyet el-efiâk (telif tarihi: 681/1282) adlı önemli eseıini, Sivas Gök Medrese'deki müderrisliği esnasında kaleme aldı. Ayrıca aynı yerde yine önemli bir astronomi eseri olan el-Tuhfet el-şâhiyye fi ilm el-heye (telif tarihi: 684/1285) isimli eserini yazdı. Şirazî'nin eğitim ve öğretim faaliyetleri ile kaleme aldığı eserler, onun 7/13. yüzyıl sonlarında Anadolu'daki ilmi hayata olan etkisini göstermesi bakımından dikkate şayandırlar. Merâğa matema-tik-astronomi okulunda okutulan ve bu okul üyelerince telif edilen eserlerin Anadolu’ya aktarılmasında da etkili bir rol oynayan Şirazî'nin, İbn Sina’nın el-Kftnûn fi el-tıb adlı eserine hacimli ve önemli şerh yazacak kadar iyi bir tabib olması dolayısıyla, Anadolu’da görev yaptığı yerlerdeki şifahanelerde çalıştığı ve tabib yetiştirdiği de düşünülebilir.11 Şirazi, bu faaliyetlerinin yanında İlhanlı hükümdarı Argun Han’ın yakındoğu haritasının çizilmesi işiyle kendisini görevlendirmesi üzerine, Anadolu kıyılarını, Cenevizli Buscarel-lo di Ghizalfi'yle birlikte bizzat dolaşarak araştırmalarda bulundu.12 Şira-zî'den önce ve sonra da önemine binaen astronomi sahasında pek çok eser kaleme alınmıştır. Örnek olarak Anadolu Selçuklu Devletinde Kâmil el-tabir adlı eseriyle13 astronomi dalında eser veren bilim adamlarının en eskisi Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Azerbaycan'dan getirtilen, aklî ve nakli ilimlerin çeşitli sahalarında eser kaleme alan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (ö. 629/1232) verilebilir. Eserleri günümüze gelen diğer iki astronomdan birisi Keşf el-aka-be adındaki astronomi eserinin müellifi İbn el-Kemal diye tanınan Kayseri nazın İlyas b. Ahmed 14, diğeri de Zubdet el-hey’e adlı çalışmanın sahibi Muvaffak Kayserî’dir.!5 Bu dönemde telif edilmiş diğer önemli astronomi eserlerinden birisi de Ebû Ali b. Ebi’l- Hasan el-Sûft'nin Kara Arslan'a sunduğu Urcûze fî suver-kevâkib el-sâbite’dir.

Astronomi sahasında eser veren diğer önemli bir isim, aynı zamanda mantık, felsefe, matematik gibi alanlarda pek çok eser kaleme alan Esirüddin Ebherî’dir (ö. 663/1265). Ömrünün bir kısmını Anadolu'da geçiren Ebheri, İbn Sinacı çizgide yürüyen bir filozof olarak Euclides'in Usul el-hendese ve el-hisâb adlı eseri üzerine Islâh kitab el-ustukussât fî el-hendese li-İklidîs adlı bir şerh yazdı ve bu şerh de özellikle paralellik ile bir üçgenin iç açıları toplamı konularını içeren ünlü beşinci postula sorunu üzerinde durdu. Astronomi sahasında ise Batlamyus’un kitabını ele aldı ve fizikçi yaklaşıma uygun olarak Mulahhas fi snâ’at el-macistî adlı bir özetini çıkardı.16 Torunu Sivaslı Emi-nüddin Abdurrahman b. Ömer (ö. 733/1332) de matematik ve astronomi sahalarında zamanının en yetkili kişilerindendi. Astronomi ve matematik sahasında yazdığı iki eseri zamanımıza gelen Eminüddin usturlap, rub el-mucey-yeb gibi pek çok astronomi aletinin imalinde de başarılı bir isimdi.

Astronomi sahasında tabi ya da riyâzî okul ile İbn Heysemci yaklaşımın arasında muhtelif tartışmalar olmuş, dönemin astronomisinin bazı teknik sorunları çerçevesinde Anadolu'da yetişen bilginlerle Anadolu dışında yaşayan bilginler arasında çeşitli ilmi ilişkiler ve tartışmalar vukû bulmuştur. Merâğa matematik-astronomi okulunun kurucusu Nasirüddin Tûsî'nin Batlamyus'un Mathematical Syntaxis adlı ünlü astronomi eserinin Arapça tercümesine yaptığı Tahrîr el-Macestî adlı düzenlemeyi "Tartışmacıların Kılıcı =Seyf el-munâ-zirîn' dediği Sivaslı Husâmüddin Hasan b. Muhammed’in tavsiyesi üzerine telif etmesi 17; Kutbüddin Şirazî'nin Tahrir el-Macesti üzerinde Sivaslı Müderris Muhammed b. Muhammed Haccî adlı bir bilginle tartışması!8 bu ilişki ve tartışmalar ile bunların seviyesine örnek olarak zikredilebilir. Bunun yanında dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Klasik İslam ilmî birikimini Anadolu'ya yoğun olarak aktaran Azerbaycan-Merâğa matematik okulu (kuruluşu: 657/1257-1258) mensuplarıdır. Ancak bu okulda göreve davet edilen Fah-reddin Ahlatî gibi bazı astronomlar bizzat Anadoluda yetişmiş; matematikçi-astronom Muhyiddin Mağribî ile Fahreddîn Halebi gibi bazıları ise Mısır-Su-riye yoluyla Anadolu'ya gelmiş, muhtemelen daha sonra Merâğa matematik-astronomi okulunun kadrosuna katılmıştır.



Anadolu Selçukluları döneminde “matematik=riyazîye" sahası hendesi ve adedî yönelimler açısından ilginç çeşitlilikler sunar. Her şeyden önce matematik günlük hayatın yanında devlet malî teşkilatının belkemiği olan muhasebe sınıfı için önemlidir. Özellikle bu sahada ondalık konumsal sayı sistemine dayalı hisab-i hindinin kullanıldığı söylenebilir. Hesap alanında pratik algoritmanın alabildiğine geliştiği bu dönemde Anadolu Selçuklu Türkle-ri, İslam Medeniyeti'nde o zamana kadar ilk ve tek olmak üzere ondalık kesirleri günlük hayatta kullandılar. Öte yandan Astronomi ve trigonometri için gerekli olan hisab-i sittini de öğrenilmeye devam etti. Cebir biliminde ise, özellikle Kerecî çizgisinde cebri aritmetikleştiren, soyut cebir anlayışına yaklaşan ve aynı zamanda bir tabib olan Mağribli Samav'el'in (ö. Merağa 570/1174) Anadolu ve Azerbaycan'da, özellikle Diyarbakır'da yaşaması ve eser vermesi dikkate değer bir hadisedir. Çünkü Türk bölgelerinde bulunması hasebiyle Samav'el ondalık kesir fikrini öğrenmiş ve bu fikri yaklaşık kök hesaplamalarında kullanmaya çalışmıştır.

Anadolu Selçukluları döneminde matematik sahasındaki dikkate değer bir gelişme, fakihlerin matematiği ele almasıdır. Fakihler sayı mistisizmini dışarıda tutan, özellikle Pitagorasçı sayı ilahiyatını tasfiye eden bir anlayışa sahiptirler. Bu tavır bir taraftan matematiğin "teorik” karakterini nispeten ihmal etmeye neden olmuş; ancak diğer taraftan tereke hesaplamalarının

çağrıştırdığı düşünceyle matematik ifadelerin dış dünyaya tatbiki sürecinin önünü açmıştır. Böylece daha önce Aristotelesçi yaklaşımın tasfiye ettiği ma-tematik-doğa ilişkisini ele almada yeni imkânlar ve açılımlar sunmuştur. Öte yandan Fakihler, belki de tarihte ilk olarak, Ibn Fellüs örneğinde olduğu gibi Pitagorasçı sayı mistisizmine düşmeden saf sayılar teorisi yapılabileceğini göstermişlerdir. Özellikle adı geçen Ibn Fellüs lakaplı Hanefi fakihi Mardinli İsmail'in (ö. 637/1239-1240)20, elementer sayılar teorisini konu alan Kitâb idâd el-isrâr fi esrâr el-adâd isimli eserinde2l, Nicomachos'un el-Medhal ilâ ilm el-aritmâtiki (Introductio Arithmaticae) adlı çalışmasını örnek almasına rağmen "Theologoumenates aritmetikes" anlamında bir sayı mistisizmine yanaşmaz; bu açıdan eseri saf bir matematik metni olarak görülebilir.

Fakihler ayrıca hesap ve cebir bilimini de tereke hesaplarına uygulayarak hesap ve cebire yeni "uygulama" alanları açtılar. Bu bir taraftan cebire pratik bir yön verdi, diğer taraftan da matematiğin harici dünyaya uygulanı-mı konusundaki düşünceleri besledi. Bu konuda yine İbn Fellüs'un çalışmaları dikkat çekmektedir. Onun İrşâd el-hussâb ff el-meftûh min ilm el-hisâb23 adlı hesap eseri ile Nisâb el-habr fi hisâb el-cebr24 isimli cebir eseri İslam matematik tarihinde hesap ve cebir ilmine tamamen amelî-fıkhî bir görünüm kazandıran ilk çalışmalardan kabul edilir. İbn Fellüs'un bu tavrı matematik tarihi açısından son derece mühimdir. Çünkü onu çalışmaları mantıkçıların ontolojik içeriği olmayan mantık araştı^alarına paralel şekilde Hanefi fakihlerinin çok erken bir tarihte üretmeye başladıkları içeriksiz, saf, dolayısıyla ameli matematik külliyatı içerisinde görülebilir. Hanefilerin bu yönelimi, daha sonra Mısır Şâfi'î okulunda, özellikle İbn Hâim, Türk asıllı matematikçi-astronom Tayboğaoğlu İbn el-Mecdi ve yine Türk asıllı Mardinli Sibt el-Mârdinî elinde en olgun seviyeye ulaşacaktır.

İster hendesi ister adedi olsun bu dönemde mevcut matematik bilginin tatbikatına en iyi örnek mekanik biliminin ortaya koyduğu başarılarda müşahade edilebilir. Anadolu Selçukluları, Musaoğullarının eserlerinde temsil edilen klasik İslam mekanik bilimini geliştirdiler ve bu sahada en önemli klasik kitabı kaleme aldılar. Mühendis Ebü'l-İzz Cezeri'nin (602/1205-1206'da sağ) 602/1205-1206'da telif edip Harput Artukluları hükümdarı Mahmud b. Muhammed b. Kara Arslan'a (597-619) sunduğu el-Câmi’ beyne el-ilm ve el-amel, İslam dünyasında mekanik konusunda meydana getirilmiş en geniş eserdir. Cezeri'nin kitabının adı bile bilgi-uygulama [ilim-amel] konusundaki zihniyetin tezahürü olarak görülebilir. Eserin muhtevası yalnızca

matematiğin uygulanmasını değil aynı zamanda kozmoloji ve insan anlayışının mekanik bilimi açısından ne kadar dikkate alındığını da gösterir. Ceze-rî'nin bu eseri, makineler, pompalar, fıskiyeler, su terazileri ve musikî aletleri hakkında nazarî ve tatbikî bilgiler verir; çizilen resimlerde bunların yapılışı ve işlemesi gösterilir. Bu illetlerin birçok yönünün keşfinin kendisine ait olduğunu belirten yazar Artuklular'a ait saray, bahçe ve diğer su tesislerinde önemli hizmetler görmüştür. Eser, mevcut nüshalarının çokluğunun delalet ettiği gibi yaygın olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de Ali Kuşçu ve Takiyüddin Râsıd'ın mekanik çalışmalarına etkide bulunmuş; ayrıca Sultan

III. Murad döneminde Türkçeye tercüme edilmiştir. Gerçekten de Selçuklu Anadolusu'nda imar ve inşa faaliyetlerinin gelişmesi, mühendis ve mimarların çok olmasına delalet eder. Artuk ve Sökmen illerinde bu meslek mensuplarına hisâbî (mühendis manasında aritmetikçi) unvanın verilmesi matema-tik-mimari ilişkisi açısından oldukça ilginçtir. Bunlar arasında Karakuş el-Hisâbî ve Yakut el-Hisâbî gibi bazı Türk mühendislerinin adlarım ve inşa ettikleri eserleri biliyoruz. Özellikle Selçuklu, Mengücüklü ve Saltuklu şehirlerinde 6/12. yüzyılda inşa olunmuş birçok abidevî binanın Ahlatlı mimarların eseri olması, bu şehirdeki matematik eğitiminin güçlü olduğunu gösterir. Nitekim I. Sultan Mesud zamanında Konya Alâeddin Camii'ni inşa eden Hacı el-Ahlatî, Tercan'da Mama Hatun türbe ve kervansarayını inşa eden Mu-faddal el-Ahlatî ve 13. yüzyılda Divriği Dârüşşifasını inşa eden Hurremşah el-Ahlatî gibi mimarlar bu gerçeğe işaret eder.

Astroloji gibi hem askerî hem de toplumsal karşılığı bulunan diğer bir disiplin de kimya ile onun batınî tarafı olan simyadır. Kimya ile simya bir taraftan ucuz metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesiyle Sultanlara, yürüttükleri projenin maddi masrafım finanse etme imkânı veriyor diğer taraftan ayna, kâğıt, boya vb. mamullerin elde edilmesi için kurulan küçük ölçekli işletmelerde teknik üretimi mümkün kılıyordu. Nitekim, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Cabir b. Hayyan-Ebu Bekir Zekeriyâ Razî çizgisindeki eski kim-ya-simya kitapları kullanıldı; aynı zamanda bu sahada birçok yeni eser telif edildi. Anadolu'daki pek çok şehirden kimya bilginleri çıktı. Örnek olarak Ahlat'ta yetişen İbrahim b. Abdullah adlı bir kimyagerin şöhretini duyan Memlûk hükümdarı kendisini sarayına davet etti; bu bilgin de kimya sahasındaki başarısıyla hükümdarın ve devlet erkanının nezdinde çok yüksek bir itibar kazandı. Öte yandan Hüseyin Hilatî adlı başka bir bilgin kimyagerlikteki mahareti dolayısıyla akranları arasında "Laciverdi” lakabıyla tanınıyordu.

Ayrı bir araştırma isteyen Anadolu Selçuklu dönemi tıp tarihi genel tıp tarihi içerisinde önemli bir yer işgal eder. Çünkü bu dönemde bir taraftan tıp kurumlannın yaygınlaştınlmasıyla tıbbın topluma maledilmesi sağlandı, diğer taraftan Ebû Bekir Zekeriya Razî'nin klinik tıp yöntemi ile İbn Sina'nın teorik tıp anlayışı terkip edilerek kullanıldı. Her açıdan geliştirilen hastaha-nelerde klinik tıbbın bütün gerekleri yerine getirilirken, hekim yetiştirilmesine özel bir ilgi gösterildi. Öte yandan pek çok tıp eseri kaleme alındı. Bu eserler içerisinde özellike İbn Sina'nın Kanunu üzerine yapılan çalışmalar geniş bir yer tutar. Nitekim İbn Bibi, aynı zamanda matematikçi olan Sadeddin Ebu Bekr Erdebilî'yi Kanununu Anadolu'da "tanıtan” kişi olarak takdim eder. İbn Bibi'nin eserinde Kanun üzerinde çalışan tabiplere sık sık atıfta bulunması bu eserin Anadolu'daki tabipler nezdinde ne denli önemli olduğunu gösterir. Muhammed Cacermî ve Bedreddin İbn Harirî gibi tabipler yanında Kutbüddin Şirazî'nin uzun yıllar yürüttüğü araştırma neticesinde kaleme aldığı Kanun Şerhi yalnızca Anadolu'da değil bütün bir İslam tıp tarihi için özel bir önemi hâizdir. Anadolu Selçuklu sultanlannın maiyetlerinde bulundurdukları ileri gelen tabipler yanında bütün ülke sathında yaygınlaştınlan hastahanelerde görev yapan pek çok tabip aynı zamanda tıbbın muhtelif branşlannda birçok eser kaleme almışlardır. Örnek olarak, Sultan II. Kılıç Arslan'a özel hekimlik yapan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (ö. 629/1232) aynı zamanda bu sultan adına pek çok eser yazmıştır. Bazı Selçuklu hekimleri tıp sahasında edindikleri şöhret dolayısıyla civar İslam devletlerinin hükümdar-lan tarafından özel davet almışlardır. Örnek olarak mantık alanında da güçlü bir bilgin olan Koçhisarlı İmadüddin Muhammed (ö. 686/1287) el-Makalat el-murşide fi dere el-edviye fi diryak el-faruki adlı, eczacılığa ve tıbba dair eserinin yanında Kahire'de daha sonra da Dimeşk'te, Atabeg Nurüddin'in Büyük Bimaristan'ında görev yapmıştır. Anadolu yalnızca dışanya tabip göndermemiş, aynı zamanda Anadolu'daki ilmî ortamı tercih eden pek çok ünlü hekimi de ağırlamıştır. Bu hekimlerden özellikle Erzincan'a gelen ve burada uzun yıllar kalıp pek çok felsefi ve tıbbî eser kaleme alan ünlü filozof-tabip Abdul-latif Bağdâdî (ö. 629/1231) sayılabilir.25 Erzincan yanında Erzurum, Kemah, Malatya, Divriği ve Besni'de de bulunan Bağdâdî'nin matematik sahasında kaleme aldığı el-Kitah el-celi fi el-hisfıb el-hindi adlı çalışma da hesap tarihi açısından dikkate değer bir eserdir.

Genel özelliklerine kısaca temas edilen Anadolu Selçuklu tıbbının Türk tarihi açısından en önemli yönlerinden birisi belki de en önemlisi tıp dilininTürkçeleştirilmeye başlanması ve İslam tıp paradigması içerisinde ilk Türkçe tıp eserlerinin kaleme alınmasıdır. Bu yönelim 620/1223 yılı civarında Harezm'den Anadolu'ya gelen Hekim Bereke'nin Tuhfe-i Mübarizî adlı tercümesiyle başlamış; daha sonra Osmanlı döneminde, fetih öncesinde Aydınlı Hacı Paşa'yla Anadolu tıp tarihinin en önemli özelliklerinden birisi haline gelmiştir.

Anadolu Selçuklu bilginleri ferdin kendini idaresi (ahlak), ailenin idaresi (tedbir el-menzil) ve toplumun idaresi (ilm-i siyaset) konuları üzerinde klasik düşüncenin imkânları içerisinde durmuştur. Hanefi fakihi Abdülınecîd Herevî'nin (ö. Kayseri: 537/1143) el-lşrâf alâ gavâmiz el-hukumât21 adlı eseri bu açıdan dikkate değer. Malatyalı Muhammed b. Gâzi adlı bir bilgin Sultan II. Rükneddin Süleymanşah (593-600) için 597/1201'de Farsça Ravzat el-‘ukül adlı terbiyevî bir eser yazmıştır. Eser bu yüzyılın başında H. Masse tarafından tercümesiyle birlikte neşredilmiştir28 Aynı bilgin daha sonra Key-kavus b. Keyhusrev için benzer konuda Barid el-saada adlı yeni bir kitap kaleme almıştır. Ancak Selçuklu sultanları içerisinde tarih ve siyâset felsefesine en çok ilgi duyan Sultan I. Alâeddin Keykubâd'dır. Okuduğu kitaplar arasında Nizamü'l-mülk'ün Siyâsetnâme'si, Gazzalî'nin Kimya-i saadeti ve Ka-busndme'nin adları kaynaklarca sık sık vurgulanır. Uluğ Keykubâd yalnızca bu sahalardaki eserleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda Ahmed Usmâ-ni'nin 625/1227 tarihinde Alanya'da kendisine sunduğu Kitâb el-letâif el-'alâ-iyye fi el-fedâil el-seniyye adlı eser örneğinde olduğu gibi bilginleri bu konularda kitap yazmaya teşvik etmiştir.

Anadolu Selçukluları Türk-İran Devlet geleneği çerçevesinde kurulan Büyük Selçuklu Devleti çizgisinde merkezi bir devlet olmanın gereği, kurumsallaşmaya son derece önem vermiş; Anadolu'nun birçok şehrinde medreseler, hastahaneler ve kütüphaneler gibi birçoğu vakıf olan müesseseler kurarak ilim hayatını desteklemişlerdir. Bu müesseselerin yanında hem aklî hem de nakil ilimler, ilim adamlarının evlerinde, hastahanelerde, tekke ve konaklar gibi mekânlarda da tedris edilmiştir. Anadolu Selçukluları bir yandan devletin resmî çizgisinde eğitim yapan medreseler ile dârüşşifalar kurarak mensup oldukları İslam medeniyetindeki bilgi birikiminin nesillerarası aktarımını; öte yandan bilginin kontrollü bir şekilde yayılımını sağlamıştır. Kurulan medreseler ile dârüşşifaların çokluğu ve yaygınlığı bu konudaki siyasetin bilinç seviyesini göstermesi açısından dikkate değerdir. Öte yandan inşa edilen medreseler, dârüşşifalar, camiler, imaretler gibi kurumlar kısaca Anadolu Selçuklularının ,mimarî eserleri sahip oldukları estetik düşüncenin, zihniyetin cisimleşmiş halleri olarak kabul edilebilir.

Sonuç olarak ,Selçuklular yeni bir kazanım olan Anadolu topraklarını yurtlaştırma sürecinde mensup oldukları İslam medeniyeti paradigması ile Türk-İran devlet ve siyâset zihniyeti çerçevesinde, Varlık'la kurdukları ilişkinin bir sonucu olan "bilgi”yi farklı renkleriyle belirli bir sıra düzeni içerisinde (teşkîk) tasnife tâbi tutup, merkez-çevre anlayışıyla yeniden organize etmiş; ayrıntılarda geliştirmiş, yeni katkılarda bulunmuş ve bu birikimi zihniyetiyle birlikte kendilerinden sonra gelen Osmanlı ve İran-Orta Asya Türk coğrafyasına miras bırakmışlardır.

Kaynak:

Cogito – Selçuklular –  Sayı: 29 Güz, 2001 (İhsan Fazlıoğlu)
Devamını Oku »

Halksız İhtilal:Tanzimat


Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırmak için yürütülen derin iktidar mücadelesine geçmeden önce, Osmanlı’nın kuruluş felsefesine kısaca bir göz atmak gerekiyor. Zira Tanzimat sonrası başlayıp günümüze kadar süren derin iktidar mücadelesinin altında yatan sebeplerin en önemlisi, imparatorluğun kuruluşunda benim­sediği ‘teokratik’ yönetim şekliydi. Bizzat Tanzimat Fermanında yer aldığı orijinal şekliyle; “Devlet-i Aliyye, bidayeti zuhurundan beru ahkam-ı celile-i kura’niyye ve kavanin-i şer’iyye” üzerine kurulmuş bir devletti. Yani imparatorluk, kuruluşundan beri Kur an-ı Kerim’i anayasası yapmış, şer-i hukuk kurallarını benimsemiş ve idari yapı­sını Sünni İslam geleneği üzerine inşa etmişti. Beyliği oluşturan Osmanoğulları, Oğuzların Kayı boyundandı. Yani özbeöz Müslüman/ Türk sentezinin katıksız temsilcileriydi.

Türklerin sekizinci yüzyıldan itibaren kendi istek ve arzularıyla başlayan İslamiyet’le tanışma dönemi, Karahanlılar, Gazneliler, Sel­çuklular ve nihayet Osmanlı’lar ile devam etti. Türklerin Müslüman­lığı kabul etmesinde hiçbir dış etki ve zorlama olmadığı gibi, devleti yönetenler de halkına şeriat hükümlerini tepeden dikte ettirmemişlerdi. Tavanla taban arasındaki ortak payda İslamiyet idi. Yükselme döneminde tahta geçen her başarılı padişahın arkasında bir din bil­gini, manevi bir denetçi bulunuyordu. İmparatorluğu kuran Osman Gazinin arkasında kayınbabası Şeyh Edebali, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in arkasında hocası Akşemsettin, Kanuni Sul­tan Süleyman gibi çetin bir padişah karşısında bile “Padişah emriyle na-meşru olan nesne meşru olmaz”(1) diyebilecek kadar ilim haysiyeti olan bir Şeyhülislam Mehmet Ebussuud Efendi vardı.

İşte imparator­luğun ‘kuruluş felsefesi’ olan bu düstur; başta Haçlı zihniyeti olmak üzere, İslamiyet karşıtı tüm kesimleri hep rahatsız edegelmişti.

Bu yüzdendir ki, Osmanlı’nın teokratik rejimini yozlaştırarak seküler hale getirmek için yürütülen çabalar, imparatorluğun yıkılışı­na kadar devam etti. Devlet-i Aliyyenin çöküş dönemini fırsat bilen akbabalar, devletin dinini değiştirmesini açıkça söyleyebiliyordu. Rus Çarı I. Nicola, Rusya’ya elçi olarak gönderilen Damat Halil Paşa aracılığıyla İkinci Mahmut’tan ‘din değiştirmesini’ istememiş miydi? Çar şöyle diyordu: “Efendinize söyleyiniz.'' Bugünkü felaketli gün­lerden kurtulması için en kestirme çare, dedelerinin dininden vaz­geçmektir. Niçin Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığı seçmiyor? Zira tebaasının çoğunluğu Hıristiyan’dır...”(2) Osmanlı’nın Hıristiyan olma­sını yalnızca Çar I. Nicola istememişti. Aynı çağrı, Avrupalı devletler tarafından Sultan Abdülaziz’e de yapılacaktı.

1860’lı yıllardaki Avrupa kabinelerinin hemen hepsinde hakim olan düşünce şuydu: “Osmanlı İmparatorluğu, Bizans’ın din değiştir­miş şeklidir. Bu imparatorluğun 33 milyonluk nüfusundan sadece 14 milyonu Müslüman’dır. 18 milyon Hıristiyan ile bir milyon Yahudi’nin yaşadığı bir memlekette iktidar artık Hıristiyanlara geçmelidir. Os- manlı devri, Bizans’ta sadece bir hanedan değişikliğinden ibarettir. Ya bu hanedan Hıristiyanlık dinini kabul etmeli ya da bir Hıristiyan hanedan Osmanlı tahtına oturtulmalıdır”(3) Elbette Avrupa’nın istedi­ği gibi Osmanlı din değiştirmedi. Ancak 18 Temmuz 1923 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye’deki bazı düzenlemeleri yapmak için toplanan Bü­yük Millet Meclisinde, Türkiye Cumhuriyetinin dininin ‘Hıristiyan­lık’ olması için teklif verilmesi üzücü bir gerçekti.(4)

16.yüzyıl itibariyle dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda yapısal düzen sarsılıp toplumsal parçalanmalar başlayınca, ilk olarak Anadolu’daki Celali İsyanları baş göstermişti. Ancak imparatorluktaki güçlü yapı hâlâ etkin olduğu için, rejime yönelik faaliyetleri susturabiliyordu. Sonraki yıllarda devlet kadro­larına ehliyetsiz kişilerin getirilmesi, tımar sistemindeki bozulma ve Avrupa’daki teknik gelişmeler baş gösterince, toplumsal tepkiden zi­yade bir aydın örgütlenmesi başladı. Devlette görevli bazı bürokrat­lar, kendilerince bu çözülmeyi önlemek için çeşitli faaliyetlere girişti. Muhalif hareketler, kurulan gizli cemiyetlerle yürütüldü. Batı tarzı yaşam ve yönetim şeklini Osmanlıya uyarlamakla, bu çöküşün dur­durulacağına inanan bir aydın tipi oluştu.

Bu bağlamda Tanzimat, Osmanlı’daki yeni’ yaftası altında zehir­li ihtilalci akımların imparatorluğa enjekte edilme dönemiydi. Bazı aydınlar ve devlet yöneticileri; Devlet-i Aliyyenin içine düştüğü zor durumdan kurtulabilmesi için, felsefesini ve bakış açısını Batıdan alan ve Osmanlı medeniyeti ruhuna ters düşen yeni fikirleri, reform­ları çare olarak görüyordu. Bu yönelişlerden biri, Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkan ‘Yeni Osmanlılar’ muhalit hareketi; diğeri ise, Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başlayıp fiili olarak 1918 yılına kadar devam eden İttihat ve Terakki örgütlenmesiydi. Her iki cemiyet de gizli olarak kuruldu, faaliyetlerini yine gizlice sürdürdü. Cemiyet üyeleri, Batılı oryantalistlerce Osmanlıdaki kötü gidişin durdurulmasının Batı tarzı bir rejim değişikliği ile sağlanabileceğine inandırılmıştı.

18.yüzyıl Avrupa’sında etkin rol oynayan büyük devletler, Tanzimat’tan beri Osmanlı’yı parçalayacak her türlü fikri maddi ve manevi olarak destekledi. Sözde devletin kötü gidişatını durdurmak için kurulan bütün muhalif cemiyet ve gizli örgütlenmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. 1860’lı yıllarda irili ufaklı baş­layan muhalif hareketler, önce yurt içinde başlamış gibi görünse de, filizlenip büyüdüğü yerler hep Avrupa’nın önde gelen başkentleri olmuştu. Paris’te başlayan Alliance Israelite üniverselle hareketi ile, ‘Yeni Osmanlılar’ muhalif hareketinin aynı tarihlerde başlaması bir tesadüf değildi. Cemiyet, sözde birlik ve beraberliği sağlamak adına benimsediği “Osmanlıcılık” fikriyle imparatorluktaki çözülmeyi hız­landırırken; bir Yahudi örgütlenmesi olan Alliance Israelite üniver­selle de, imparatorluktaki çöküş süreci sonrasına adam yetiştirmek’ için yoğun bir eğitim faaliyeti içerisine girmişti.

Öncelikle basm yoluyla muhalefete başlayan Yeni Osmanlılar Ce­miyeti, ‘ülkeyi kurtarma’ adına Batının etki ajanlığını’ üstlenmişti. Hedef; milletin iradesiyle oluşan bir devlet yerine, azınlık iradesine dayanan bir devlet modeli oluşturmaktı. Fransız İhtilalinin getirdiği “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” üçlemesi; Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerince Osmanlıya “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak uyarlan­dı. Nihai hedef olarak ise, bu üçlemeye bir de rejimin değiştirilmesi anlamına gelen ‘Usül-i Meşveret’ kelimesi eklendi. Bunun kayna­ğını da Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onların işi, aralarında meşveretli- dir”(5) ayetine dayandırıyorlardı. Oysa dikkatten kaçan ya da Cemiyet üyelerinin bilerek çarpıttığı önemli bir nokta vardı. Şura suresi 38. ayetin başında geçen ‘beynehum’ yani onlar’ gizli öznesi vardı. ‘On­larla ifade edilen, Müslümanlardı. Fakat Cemiyet’in savunduğu par­lamenter sistem, sadece Müslümanlardan oluşmayacaktı.

Cemiyet, kelimelerin seçiminde azami dikkat sarf ediyordu. Zira Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın zorluğu ortadaydı. He­deflerin gerçekleştirilmesi için özellikle îslami terimler maske olarak kullanıldı. Geçmişin terimlerini kullandıkları zaman, onları geç­mişteki anlamlarında kullanmadıkları bir gerçekti. Mesela ‘ümmet’ kelimesi, batı anlamında ‘nation yani millet anlamındaydı. İçtihat, Cemiyet in lügatında parlamento yasası demekti. ‘Meşveret’ demokrasi anlamındaydı.6 Aynı taktiği İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de başarıyla uygulayacaktı. Mesela İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli propaganda organı olan gazetenin adı ‘Meşveret’ idi. Sul­tan II. Abdülhamid’in dindar kişiliğini iyi bilen İttihat ve Terakki Cemiyetinin beyin takımından Ahmet Rıza Bey, şeriatın ‘meşveret’ usulünü emrettiğini anlatmak için sultana az mı dil dökmüştü.

Ne var ki Sultan Abdülhamid, hiçbir zaman bu oyuna gelmeye­cekti. Yaşadığımız yüzyıl penceresinden bakıldığında; Cemiyet’in dillendirdiği “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” gibi ‘masumane istekler son derece haklı görülebilirdi. Ancak, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin yaşadıkları dönem içerisinde kendilerine sormayı unut­tukları basit bir soru vardı: Kime özgürlük? Kime eşitlik? Kiminle kardeşlik ve neden Meşveret? Bu soruların cevabını sadece Cemiyet üyeleri değil, onlar için “İyi niyetli çocuklardı” diyen resmi tarihçiler de yıllardır bilinçli olarak görmezden geldi. Zira Cemiyet’in başlattı­ğı yenilik’ hareketinin sorgulanması demek, cumhuriyet inkılapları­nın da eleştirisi anlamına gelecekti.

Her şeyden önce, Osmanlı’da bir sınıfsal ayrım yoktu. Hakim bir sınıf vardı. Bu hakim sınıf, Müslüman Türkler ve diğer Müslümanlardı. Dolayısıyla kendi kanunları ve hakları çerçevesinde özgürdü­ler. Öyleyse Cemiyet üyelerinin istediği özgürlük, Müslümanlar ve Müslüman Türkler için olamazdı. Kuruluş felsefesi gereği Müslüman Osmanlı tebaası, gayrimüslimlerle vergilerde eşit değildi. Bu, yürür­lükteki kanunların sistemin kurucu unsurlarına sağladığı doğal bir haktı. Devletin kurucu unsuru olan Müslüman Türklerle, asli tebaa sayılan diğer Müslümanlar arasında hiç bir ayrım yoktu. Öyleyse, eşitlik de Müslüman ve Müslüman Türkler için değildi.

Kardeşliğe gelince; Osmanlı’da bir ecnebinin horlanması, ezilme­si görülmüş vaka mıydı? İmparatorluk kanunlarının kurucu unsur­lara tanıdığı haklar, kanun önünde ecnebilerin eşitsizliği’ anlamına gelmiyordu. Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin durumları­nı anlayabilmek için, öncelikle Devlet-i Aliyye’nin onlara uyguladığı politika ve Müslüman halkın gayrimüslimlere bakışını iyi tahlil et­mek gerekiyor. Osmanlı yönetim anlayışı içinde bu unsurların her birine ‘millet’ dendiği gibi, oluşturulan sisteme de ‘millet sistemi’ adı verilmişti. Osmanlı millet sisteminin en temel özelliği; farklı inanç­lara sahip milletlere, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının ge­rektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı.(7) Dolayısıyla Osmanlı idaresi altındaki her millet, başlarındaki patrik, hahambaşı ve met­ropolitleri ile kendi dini ve sosyal işlerinde hür ve özerk bir şekilde yaşayabiliyordu.

Bu milletler, kendilerine tanınan bütün hâk ve hürriyetlere, ay­rıca savaş durumunda düşmanlara karşı korunmalarına karşılık, Osmanlıya sadece cizye(8) vermiş, böylece hem insanlık onurları hem de can ve malları emniyete alınmış olarak asırlarca huzur içinde ya­şamışlardı. Oysa aynı dönemde Rusya ve İngiltere sömürgesinde ya­şayan milyonlarca Müslüman olmasına rağmen, siyasal yönetimde hiç bir Müslüman temsilci yoktu.

Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda 1839 Tanzimat Fermanıyla başlatılan, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi ile devam ettirilen entegrasyon politikası başlatılmış, bütün Osmanlı tebaası “Osmanlı Vatandaşlığı” bağıyla hem fiilen, hem de hukuken birleştirilmek istenmişti. Askerlik, vergi, eğitim ve idare kadrolarına gayrimüslimler de kabul edilerek, sözde Türklerin yükü hafifletilmek istenmiş, Hıristiyanlarda ise, sadakat duygusu oluşturmaya çalışıl­mıştı. Ne var ki, bütün bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda alınan bu tedbirler, daha eğitimli olan Flıristiyanların işine yarayacaktı. Mese­lenin başka bir ilginç yönü ise, Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasına mani olma adına atılan bütün bu adımlar, hem Avrupa’yı hem de gayrimüslimleri memnun etmediği gibi, Müslü­manların devlet tarafından bir kenara itildikleri duygusuna kapılma­larına ve ciddi tepkiler ortaya koymalarına sebep olmuştu.

Sonuçta; sözde devleti kurtarmak için ilan edilen Tanzimat ve Islahat Fermanları, imparatorlukta asli unsur olan Müslüman te­baayı ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmüştü. Gelin o günleri imparatorluk terbiyesi almış, yeniliklere açık ama kendi vatandaş ve kültürünü küçümsemeyen, gerçek bir Osmanlı aydını olan Ahmet Cevdet Paşa’dan dinleyelim:

“Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime  kâffe-i hukukda (her türlü hak ve hukukta) müsâvî olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyâde dokundu. Mukaddemâ musâlahaya esas ittihaz edilmiş (barışa esas kabul edilmiş) olan mevadd-ı erba'adan (dört maddeden) birisi Hıristiyanların imtiyâzâtı mes'elesi olup ancak istiklâl-i hükûmete dokunulmamak şartı ile mukayyed idi. Şimdi ise imtiyaz bahsi geride kaldı, bi'l-cümle hukuk-ı hükûmette teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm ile müsâvî addolunuverdi. Ehl-i islâmdan birçoğu Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyyemizi bugün ga'ib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür deyu söylenmeğe başladılar.

Teb'a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden (vergi veren tebaa, azınlık olmaktan) çıkıp millet-i hâkime ile tesâvî (eşitlik, denklik) kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi. Lâkin patriklerin ve sâir rüesâ-yı rûhâniyyenin tavzifleri (ruhanî liderlerin görevlendirilmeleri, tayinleri)  Ferman'da münderic olduğundan anlar dahi hoşnud olamadılar ve bir de öteden beri Devlet-i Aliyye'de ehl-i islâmdan sonra rumlar ve ba'dehû ermeniler ve ba'dehû yahudiler derece derece mu'teber oldukları halde bu kerre cümlesi bir raddede tutulacaklarından rumların bazıları Devlet bizi yahudilerle beraber etti. Biz İslâm'ın tefevvukuna (üstün tutuluşuna) râzı idik  deyu i'tiraz eylediler.

Binâenaleyh ol gün hava nasıl puslu ise arz odasında Ferman okunurken hazır olanlardan ekseri abûsü'l-vech (asık suratlı, somurtmuş) idi. Ancak bizim ziyy-i islâmda (müslüman kılığında) bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşâşet (güler yüz, neşe) görülüyordu ve bu makulelerden (bu cinsten) birtakım yâdgârlar(edepsizler) dahî Teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût olıcak (mahalleler karışık hâle gelince) emlâkimizin fiatı terakkî ve medeniyyet tevessü' eder (emlâkimizin değeri artar, medeniyet yaygınlaşır) dedikleri ve bu vechile izhâr-ı memnuniyyet etdikleri (memnuniyet gösterdikleri) işidildi ve görüldü.

Elhâsıl bu Islahat Fermanı'ndan dolayı millet-i islâmiyye dil-gîr (kırgın, gücenik) olarak vükelâ-yı hâzırayı  fasl ü mezemmet eder oldular." (Devrin kabine üyelerini, yetkililerini çekiştirdiler, kınadılar)(9)

Şimdi gelin “Tanzimat batıcılığına tepki olarak ortaya çıktığı” iddia edilen Yeni Osmanlı Cemiyetinin, saraydan talep etmiş olduğu meş­veret’ sitemine yakından bakalım. Cemiyet üyeleri, doğrudan dillendi- remedikleri ‘demokrasi’ ve cumhuriyet’ kelimelerinin yerine, ‘Usul-ü meşveret’i kullanarak parlamenter bir sistem istiyorlardı. Peki meşve­ret, yani oluşturulacak bir parlamenter sistem kimin işine yarayacak­tı? Biz kime yaramayacağını ortaya koymak için, Cemiyet’in usül-i meşveret’ taleplerinin doruk noktasına vardığı bu yıllarda, Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşayan etnik kimlik istatistiklerini verelim. 18. yüzyılda Osmanlı sınırları içerisinde toplam 33 milyon kişi yaşıyordu.

Bunların 14 milyonu Müslüman, 18 milyonu Hıristiyan ve 1 milyonu da Musevi kökenliydi. Seçim sistemine dayalı bir parlamenter rejim, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin deyimi ile usul-ü meşveret’ ku­rulduğunda, oluşacak meclisteki çoğunluk kimde olacaktı? Elbette Hıristiyanlarda. Dolayısıyla parlamenter sistemi Avrupalı devletlerin desteklemesi doğaldı. İşin ilginç tarafı, Cemiyet üyelerinin parlamen­ter sistemi savundukları zaman, örnek aldıkları büyük Avrupa devlet­lerinin hemen hiç birinde parlamenter sistem yoktu. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya, Avusturya... Hepsi imparatorluktu.

Halka Rağmen Halkçılık

Fransız İhtilaliyle başlayan küresel ölçekli ulusalcı akımların, Osmanlı İmparatorluğunu derinden etkilediği bir gerçekti. İmparator­lukta yaşayan etnik kimliklerin ulusal bilinçlerindeki dalgalanmalar,devletin hakimi olan Türklerin de bir “kimlik” arayışı içerisine gir­melerine neden olmuştu. Yüzyıllardır hakimi oldukları devlet etnik parçalanmaya doğru giderken, bir “Türk” bilincinin oluşması elbette normaldi. Hiç şüphesiz Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat Terak­ki içerisinde vatanını canından çok seven, şehadet şerbetini içmek için Anadolu’da, Balkanlarda, Arap yarımadasında ölüme meydan okuyan nice yiğit vatan evlatları vardı. İmparatorluğu düştüğü kötü durumdan kurtarıp, eski günlerine döndürmek isteyen samimi Ce­miyet üyelerinin sayısı hiç de az değildi.

Ancak sorun, kuruluş felsefesi çerçevesinde milli olan bir siste­mi onarıp yeniden yükselişe geçme ideali yerine; rejimi yozlaştırma ve hatta değiştirme yoluna gidilmiş olmasıydı. İmparatorluğu içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak için ortaya çıkan Jön Türk ha­reketi, Üst Aklın devreye girmesiyle tamamen rejimi değiştirme ha­reketine dönüşmüştü. Osmanlı’da rejim karşıtı muhalefeti başlatan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile, İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlediği politikalara ve dönemin objektif verilerine bakıldığında; her iki Ce­miyetin de rejimi değiştirmek için çalıştıkları açıkça görülüyordu. Osmanlı arşivine hakim tarihçi/edebiyatçı yazar İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Tanzimat dönemi muhalif hareketin amacını şöyle açıklıyordu: “Ali Paşanın ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devlette bir idare-i ahrarane vazeylemek... Bunu için evvelâ Ali Paşayı ıskat ve saniyyen onun yerine usul-i cedideyi tervil ve hürriyyetkar idareyi temin edici bir heyet tedarük ve ikame eylemek.. .”(10)

Kendisi de Yeni Osmanlılar Cemiyetinin aktif bir üyesi olan Ebuzziya Tevfık de İbnül Emin Mahmud Kemal İnal ile aynı görüş­leri paylaşıyor: “...O günkü müzakere, idare-i mutlakanın idare-i meşrütaya tahvili için ittihaz olunacak tedabir-i evleviyyeye, yani bir cemiyyet-i inkılabiyye teşkiline teşebbüs hakkında cereyan eder...”(11) Yine Tanzimat muhaliflerinin kıdemli üyesi Namık Kemal ise, Hür­riyet gazetesinde yazmış olduğu bir makalede, ne istediklerini şöyle açıklıyordu:"... biz usül-i meşveret istiyoruz, meclis-i şura-yı ümmet talebindeyiz. Onda her mezhebden adam bulunacak, hükümete ne­zaret edecek; umum halk hürriyyet-i siyasiyyesine malik olacak...”

Her ne kadar resmi tarih tezini oluşturanlar Tanzimat aydın ha­reketini “iyi niyetle” başlatılmış bir hareket olarak gösterseler de, bu ‘iyi niyet’ tanımına katılmak pek mümkün gözükmüyor. Zira söz ko­nusu muhalif hareket, her şeyden önce milli olmadığı gibi, halk taba­nına da dayanmıyordu. Jön Türk hareketinin tüzüğü, teşkilatlanma biçimi ve mücadele sahası hep ‘dış* eksenliydi. Cemiyet kuruluş fel­sefesini İtalyan ihtilal örgütü Carbonari'den, tüzüğünü ise Lehistan Gizli Cemiyetinden almıştı. Tanzimat süreciyle saraya karşı başlayan muhalif hareket, Avrupa ülkelerinin yanı sıra, küresel Büyük Mason Localarının da tam desteğine mazhar olmuştu.12 Cemiyet üyeleri, fi­kirlerini toplumsal sorunların doğuşundan değil, Batılı oryantalist­lerin paşa konaklarında verdiği ‘ihtilal’ derslerinden alıyordu.

Öyle ki, söz konusu muhalif harekete Avrupa’da yüklenen anlam ile, Türkiye’de yüklenen anlam bile birbirinden farklıydı. Muhalefet Avrupa’da “Jön Türkler” olarak tanınırken, Osmanlı’da “İttifak-ı Ha­miyet Cemiyeti” olarak biliniyordu. Avrupalıların Osmanlı için dü­şündükleri muhalefet tarzı, farklı milletlerin yaşadığı imparatorluğa “milliyetçilik” fikirlerini aşılamak ve anayasal bir düzene geçerek re­jimi değiştirmekti. Osmanlı’daki rejimin değişmesini halk istemedi­ği için, ihtilalci yöntemlerin kullanılması kaçınılmazdı. Zira Fransız ihtilalinde değişikliği halk isterken, Osmanlı’daki yenilik ve rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalar halka rağmen yapılmıştı. 'Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve meşrutiyet süreçleri halk iradesiyle de­ğil, halk iradesini gasp eden elit bir zümre tarafından gerçekleşti­rildi. Elbette halk desteğinin olmadığı bir rejimi yerleştirmek kolay olmayacaktı. Öncelikle halife/padişahın tüm Müslümanlar adına kullandığı egemenlik hakkı, saraydan alınıp bürokrasiye verilmeliy­di. Bunu da Tanzimat süreciyle başaracaklardı.

İlk Paralel Devlet Yapılanması

Osmanlı İmparatorluğu yönetim sistemi, algı operasyonu için yazılmış tarih kitaplarında anlatıldığı gibi keyfiliğe dayanmıyordu. Osmanlı Devletinin yönetim felsefesi ve idari yapılanması, İslami devlet ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar intikal eden Türk töresi­ne göre şekillenmişti. Beylik döneminde bile dini renge bürünen ve devletleşmeyle birlikte bünyesinde kurumsal ve bürokratik düzlem­de dine büyük önem veren Osmanlı’lar, yönetimlerini en üst kade­meden en alt kademeye kadar dini alanın kapsamında görmüş ve kendinden önceki İslam devletleri gibi kurumlarını İslam esasları üzerine kurmuşlardı. Elbette padişahın kanun koyma yetkisi bulun­makla birlikte; bu kanunların şeriata aykırı olmaması esastı. Osmanlı padişahları genellikle kendilerini hukukla sınırlamışlar ve hakim hukuk olan şeriattan ayrılmamaya özen göstermişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğunda siyasal iktidarı meşrulaştıran başlıca unsur şeriattı. Şeriatın düzenleme yaptığı bir alanda, ona bağlı kal­makla yükümlü padişahın düzenleme yapma yetkisi yoktu. Padişah, atacağı önemli adımlarda, uygulayacağı kararlarda Şeyhülislamdan fetva almak mecburiyetindeydi. Ayrıca kanunlar, örf ve adetler padi­şahı da bağlamaktaydı. Daha sonra Osmanlı dönemini itibarsızlaştırmak için hazırlanan tarih kitaplarında anlatıldığı gibi, padişahın tek başına mutlak bir otoritesi söz konusu değildi. Padişahın mutlak otoritesi; öncelikle şer-i kurallar, ulemanın onayı, kurulu düzen ve gelenekler tarafından sınırlandırılmaktaydı.

Osmanlı devletinde çok açık konularda bile padişahlar yal­nız başlarına karar vermemiş, çeşitli divan ve kurullarla müşavere, birlikte karar verme yoluna gitmişti. Padişahlar, dönemin bilgin­lerinden faydalanmışlar, kararlarm şeriata uygunluğu hususunda Şeyhülislamdan onay almışlardı. Başında Şeyhülislam’ın bulunduğu ulema sınıfının en önemli görevi, siyasi otorite ve iktidarın yaptıkla­rının, uyguladığı siyasetin İslam hukukuna uyup uymadığını denet­lemekti. Yani padişahların aklına estiği gibi davranma lüksü yoktu. Padişahın örfi karar ve uygulamaların dahi İslam hukukuna uygun olması gerekiyordu. Öyle ki, Osmanlı döneminde hukukun en üstün makamı olarak tanınan Şeyhülislama, padişahı azletme yetkisi veril­mişti. Yine Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinden itibaren, devlet işlerinin yürütülmesinde birinci derece sorumlu organ Divan-ı Hü­mayun da önemli bir istişare kuruluydu.

Devletin siyasi, idari, mali, hukuki her türlü işleri burada padişah adına görüşülüp, onun adına karara bağlanırdı.

Adli ve idari uygulamalardaki gevşeklik, bürokrasideki yapının bozulması ve Avrupa’daki sanayinin gelişmesiyle gerileme dönemi­nin başlaması; imparatorluğu değişim ve dönüşüme zorlamak is­teyenlerin eline büyük bir koz vermişti. Savaşlarla bir türlü yıkılıp parçalanamayan imparatorluk, seküler hukuk sistemi ve ulusalcı akımların bünyeye enjekte edilmesiyle yozlaştırılabilirdi. Altı yüzyıl­lık bir hükümranlığa son vermenin savaş yoluyla gerçekleşmeyece­ğini bilen Haçlı/Siyonist ittifak, imparatorluğun yönetim sisteminin kendilerine benzetilmesiyle amaçlarına ulaşacaklarının farkındaydı. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise, ‘reorganizasyon adı altında impa­ratorluğun milli uygulamalarını, gelenek ve göreneklerini, hukuku­nu yeniden tanzim etmekten geçiyordu. İşte bu projenin adı; Tanzi­mat Fermanıydı.

Sözde halklar arasındaki eşitliği sağlamak amacıyla, bir Üst Akıl tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı, aslında ilk paralel devlet’ yapılanmasıydı. Bu da Osmanlı’daki siyasal rejimin değiştirilmesi için atılan ilk adım demekti. İmparatorluğun içişlerine doğrudan karışabil­mek için yenilik adı altındaki ayrıştırıcı fikirlerin Devlet-i Aliyye’ye sokulması, Tanzimat süreciyle oldu. Gerek Tanzimat Fermanı, gerek­se Islahat hareketleri, imparatorluğun gerçek sahipleri, yani ‘millet-i hakime' olarak adlandırılan Müslümanlar için değil; Hıristiyanları koruma, hatta ayrıcalıklı hale getirme çabasıydı. Karma mahkemeli rin kurulması, Hıristiyan halkın vermiş olduğu cizyenin kaldırılması Hıristiyanların da mecburi askerlik statüsüne dahil edilmesi ve misyo. nerliğin serbest bırakılması, gayrimüslim kitlenin imparatorluk içeri, sinde çok daha etkili hâle gelmesine neden olmuştu.

Ancak dönemine göre ‘radikal’ değişiklikler olarak sayılması ge­reken bu tavizler, Avrupalı devletleri yine de memnun etmemişti. Osmanlı’yı Hıristiyanlaştırmak için psikolojik savaş yürüten lngiü2 Büyükelçisi Stratford Canning, din özgürlüğünün hâlâ sağlanamadı­ğını iddia edip ‘Türklerin Müslüman kalarak’ asla Avrupalı olama­yacağını söylüyordu.(13) Elbette Stratford Canning’in ‘din özgürlüğün­den anladığı şey; Protestan misyonerlere tam bir Müslüman avlama fırsatının verilmesiydi. Fransız büyükelçisi ise; Müslüman Türklerin Avrupalılaşması için Fransız dilinin, medeni kanununun ve milli eğitim sisteminin alınmasını öneriyordu. Tanzimat, gerçekte impa­ratorluktaki azınlıklara eşit haklar vermeyi değil, azınlıkları siyasi otoriteye ortak etme projesiydi. Zira imparatorluktaki gayrimüslim­ler, din ve diğer konularda zaten fazlasıyla özgürdü. Gayrimüslimle­rin can, mal ve ırzları bütünüyle İslam hukukunun emniyeti altın­daydı. Endüstri, tarım ve ticaret alanında büyük haklara sahiptiler.

Kelime olarak ‘düzenleme’ anlamına gelen Tanzimat; kavram ola­rak siyasi, idari, iktisadi ve sosyal hayatta topyekun bir değişimi ifa­de ediyor. Karakteri itibariyle yarı anayasal bir belge olan Tanzimat Fermanı, orijinal metnindeki ifadesiyle “Devlet-i Aliyyemiz'in bidâyet-i zuhûrundan beri ahkâm-ı celîle-i Kur'âniyye ve kavânîn-i şer'iyye” ile yönetilen bir imparatorluğun, söz konusu fermanla beşeri sisteme geçişi demekti. Tanzimat süreci; sadece anayasal bir döneme geçi­şi sağlamakla kalmamış, yeni bir nesilin ve vesayetçi bir bürokratik zümrenin doğmasına da neden olmuştu. Sözkonusu fermandan bir yıl sonra yayınlanan ceza kanunnamesiyle, Osmanlı’daki tüm tebaa eşit hale gelmişti. Buradaki “eşitlik” kelimesi günümüzde kulağa hoş ve adil gelse de, Osmanlı idari sistemi için tam bir yıkımdı. Zira Av­rupalılar için Tanzimat’ın anlamı; askeri/teokratik bir temel üzerine kurulmuş Osmanlı’yı, ortaçağ devlet şeklinden, bir seküler Avrupai devlet şekline inkılap ettirme hamlesiydi. İşte bu proje de, devlet içe­risindeki yüksek bürokratlardan oluşturulan “paralel devlet” eliyk hayata geçirildi.

Her şeyden önce Tanzimat milli bir proje değildi. Fikirsel altyapısı ve uygulaması, Batılı devletlerin diretmeleriyle olmuştu. “İttihad-ı Anasır” diye projelendirilen bu düşünce, dönemin Batılı büyük dev­letlerine aitti. Fermanın Osmanlı’daki tatbikini sağlayan başta Mus­tafa Reşid Paşa olmak üzere, hemen bütün bürokrat takımı Avrupa görmüş kişilerdi. Fermanın gerek hazırlanmasında, gerekse uygu­lanmasında başrol oynayan devletler, Fransa ve İngiltere’ydi. Fransa Hariciye Nazırı Juies Favre, İstanbul’daki büyükelçisine gönderdiği talimatta; “Evvelce olduğu gibi, Bab-ı Ali’ye vermekte devam edece­ğimiz nasihatlerde, bütün tebaa için aynı ihtimam ve hukuku isteye­rek diğer herhangi bir vasıtadan daha müessir bir surette Hıristiyan­ların vaziyetini yükseltmeye yardım edebiliriz”(14) diyordu.

Nitekim Tanzimat süreciyle birlikte; Osmanlı’da gayrimüslimler etkin bir konuma geldi. Vilayet Kanunu ile idari meclislere gayrimüs­limlere de seçilme hakkı verildi. Osmanlı idari sisteminde önemli bir yere sahip olan “Şura-yı Devlet’e çok sayıda gayrimüslim dahil oldu. Devletin en kritik noktalarına Hıristiyanlar gelmişti. Öyle ki, dönemin Tanzimat yanlılarından Ziya Paşa bile bu durum karşısında çileden çıkmış, Tanzimat’ın üç silahşöründen biri olan Ali Paşaya şöyle isyan ediyordu: “Hıristiyanlardan paşalar, balalar, ulalar yaptın. Bunlardan Şura-yı Devlet, Divan-ı Ahkamı Adliye yaptın. Bunlara Hıristiyanlardan nice azalar koydun”(15) Tanzimat, Batı basınında da büyük yankı bulmuştu. Batı basını süreci manşetlere çekip alkışladı. Fransız gazetelerine göre bu vesika; “Osmanlı’nın muasır medeniyet yoluna girmesini mümkün kılacak müesseselerin temelini atmaktay­dı. Bu Batı medeniyetinin bir zaferiydi”(16)

.....

Uşakların Efendisi

Pek çok tarihçi tarafından ‘Lord Stratford Canning’ ismine sıkça rastlanmasına rağmen, her nedense bu etki’ ajanı sürekli görmez­den gelindi. Oysa Canning öldüğünde, îngilizler onun mezar taşma “İngiltere’nin Doğudaki Sesi” diye yazacaktı. Dahası, imparatorluğun başkentinde dönen bütün dolapların altında hem onun parmağı var­dı, hem de Üst Aklın Osmanlı’daki en büyük temsilcilerinden biriy­di. Mesela Tanzimat’la oluşturulan “paralel devlet” yapılanması onun eseriydi. Mustafa Reşid Paşa eliyle devletin yüksek kademelerine yerleştirdiği bürokratlar sayesinde, istediği uygulamaları kolaylıkla yaptırabiliyordu. Öyle ki dönemin Vezir-i Azamları ve Bab-ı Ali me­murları, onun karşısında el pençe divan duracak kadar korkarlardı(38) kendisinden. Stratford Canning, gerek Tanzimat öncesinde, gerekse sonrasında elde ettiği Osmanlı bürokratları sayesinde imparatorluğun siyasetini etkileyen, yönlendiren en önemli kişilerden biriydi bütün bunlara rağmen Canning’in görmezden gelinmesinin sebebi resmi tarih tezi oluşturulurken geçmişin karanlık noktalarının ör­tülmek istenmesinden kaynaklanıyordu.

Zira Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanına kadar devam eden ‘değişim ve dönüşüm’ su recinin dayandığı temel felsefe, Canning e kadar uzanıyordu. ‘Koca’ Mustafa Reşid Paşa ve ‘Hürriyet Abidesi’ Mithat Paşanın bir ‘yabancı efendisi’ olduğu bilinmemeliydi.

Mustafa Reşid Paşayı parlatıp, Osmanlı’daki bütün yüksek mev­kilere o getirmişti. Getirmekle kalmadı, yıllarca iktidarda kalmasını sağladı. Mustafa Reşid Paşa da bu hizmetlerinin karşılığında, görevde olduğu sürece onun sözünden hiç çıkmadı. İmparatorluk içerisinde ‘halka rağmen halkçılık” yapan, milli olmayan düşünceleri tepeden halka zorla benimseten, kısacası vesayetçi bir zümrenin türemesini sağlayan ondan başkası değildi. Gerçi Canning, aynı dönemin bürok­ratları, daha doğrusu Tanzimat’ın en önemli emir kulları’ Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşayı pek sevmezdi. Ama, ‘höt’ dediği zaman her iki paşanın da yürekleri oynardı. Onlar da en az Mustafa Reşid Paşa kadar Batı taklitçisi ve tepeden inmeciydi. Tek farkları, İngiltere’den daha çok Fransa aşığı olmalarıydı.(39) Asıl adı Mehmet Emin olan Ali Paşa, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde toplam sekiz yıl üç ay on dokuz gün sadrazamlık yaptı. Osmanlı’da Hıristiyanları ‘egemen güç’ haline getiren Islahat Fermanını Canning ve diğer yabancı devlet büyükelçiliklerinin emriyle’ o yayımlamıştı.

Tanzimat’ın emir kullarından, bir başka deyişle Mustafa Reşid Paşa ekibinden Keçecizade Fuat Paşa’dan da biraz bahsetmek gereki­yor. Hani şu Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon’un sonsuz istekle­rine dayanamayıp: “Haşmetmeab, siz bendenize başka bir devlet gös­terebilir misiniz ki üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin devamlı tahribine direnebilmiş. Evet, üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden bu devleti yıkamadık” diyen Hariciye Nazırı... Millet vergiler altında kan ağlarken, tıpkı diğer Tanzimat paşaları gibi ko­nak ve yalılarda lüks hayat süren Fuat Paşa... Abdülaziz saltanatında iki kez sadrazam ve toplam on yıla yakın Hariciye Nazırlığı (dışişleri bakanlığı) yapmıştı. Mustafa Reşid Paşanın teşvikiyle siyasete girdi. 1854’ten itibaren Tanzimat reformlarını planlamakla görevlendiri­len Fuat Paşa, Meclis-i Ali-i Tanzimat üyeliği ve birkaç kez de bu meclisin başkanlığında bulundu.

Bir Fransız’dan ayırt edilemeyecek kadar Fransız’dı. Keçecizade Fuat Paşayı ve kişiliğini en güzel anla­tan İbnül-Eminden dinleyelim: “Kaddü kametde (boy pos) olduğu gibi talakat-ı lisaniyede, zerafetde, şetaretde, nükteperdazlıkda, hazır cevablıkda, pervasızlıkda da babasının tam varisi idi... Hazır cevablığı, cüret ve cerbezesi, her şeyde sürat ve serbestiyi iltizam etmesi, aleyhinde söylenen sözlere kulak vermiyerek yalnız varacağı noktayı nasb-ı nazar eylemesi, muvaffakiyetini teshil etdi.(40) Başka bir yazara göre de, “Tamamıyla Avrupa tabı ve meşrebine malik, gayet latifegü (esprili) Parislilere taş çıkarırcasına zarif bir zat idi. Baston ve çaket gibi Avrupa adat ve usuline ziyade taklid buyurdu.”

Biz tekrar “uşakların efendisi” Stratford Canninge dönelim. Osmanlı başkentinde kesintili olarak görev yaptığı yirmi yıl boyunca yönetimin her kademesinin işine karışmış, Islahat Fermanı da onun baskısı sonucu kaleme alınarak yayınlanmıştı. Canning, Bab-ı Ali’de ‘sağlam’ bir ekip kurduktan sonra, hemen hemen istediği her kanu­nu çıkartmıştı. Mesela değişmesini istediği en önemli kanun, Kuran esaslarına dayanan ceza kanunu maddelerinden biriydi.

Osmanlı’da dinden dönenlere uygulanan ölüm cezasını beğenmiyordu. Ona göre bir Müslüman rahatlıkla Hıristiyan olabilmeliydi. Dolayısıyla Canning’in ilk etapta yapmak istediği şey; “gerektiğinde Kuran ya­sası da değiştirilebilirmiş” algısı oluşturmaktı. Bunu da hatıralarında şöyle özetleyecekti: “Üzücü bir olay. Osmanlı Hükümeti’nin ilkele­rinde olmasa bile, törelerinde yeni bir değişikliğe yol açtı.”(41) Stratford Canning, Osmanlı’daki şeriat kanunlarını kolayca değiştirirken, ken­di dini olan Hıristiyanlığın yayılması için de elinden gelen tüm im­kanları kullanıyordu. Onun tek amacı; Osmanlı Devleti’ndeki tüm Hıristiyanların eşit ve Müslümanlardan daha ayrıcalıklı konumda olmalarını sağlamaktı. Bu işi de büyük ölçüde başaracaktı.

Lord Stratford Canning, İngiltere Dışişleri Bakanlığında başla­mıştı bürokratlık hayatına. Daha sonra 1808 yılında İstanbul’a Bü­yükelçi olarak atanan Robert Adair’in yanında ikinci katip olarak çalıştı. Bu sırada Türkiye’yi yakından tanıma fırsatı buldu. Gözlem kabiliyeti yüksek, Osmanlı yönetim sistemini iyi bilen sadık bir İngi­liz bürokratıydı. Aynı zamanda fanatik bir Hıristiyan’dı. Bu fanatik­liğini eleştirenlere cevap için “Neden Hıristiyanım?” isimli bir kitap bile yazacaktı. İşte onun bu özellikleri, İstanbul’a büyükelçi olarak atanmasını sağladı. Robert Adair’in 1810 yılında İstanbul’dan ayrıl­masıyla birlikte, Canning büyükelçi oldu.42 Ancak Canning o dönem İstanbul’da sadece iki yıl kaldı. Londra’ya geri dönmüştü. Başta ABD, Rusya, İsviçre ve Danimarka olmak üzere, birçok farklı ülkede görev yaptıktan sonra yine Türkiye’nin yolunu tutacaktı.

Şimdi çok daha tecrübeliydi. Üstelik Osmanlı payitahtında ya­pacağı daha pek çok işi vardı. 1824 yılında İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak atandı. Gelir gelmez de Osmanlı’nın siyasi ve ida­ri yapısını değiştirecek organizasyonların içine girdi. Canning, Osmanlı geleneksel yönetim sistemini değiştirecekleri ve iktidar erki, ne ortak edecekleri sadık bir ekip arıyordu. îlk tanıştığı kişilerden biri, Mustafa Reşid Paşa olmuştu.(43) Yani Canning ile Mustafa Reşid Paşanın tanışmaları, Tanzimat sürecinin çok öncesine dayanıyordu. 1858 yılına kadar aralıklı 20 yıl sürecek olan büyükelçilik dönemin­de, hep paşa ve ekibinin arkasında durdu. Mustafa Reşid Paşa, cam sıkıldığında çoluk çocuğuyla bu İngiliz Büyükelçisinin yanında so­luğu alacak kadar ona yakındı. Stratford Canning, İngiltere hükü­metinden ‘Lord’ payesini de Osmanlı İmparatorluğundaki ‘başarılı’ çalışmalarından dolayı aldı. Mustafa Reşid Paşa ve ekibiyle genelde gizli’ görüşür, buluşurlardı.

Bu görüşmeleri Canning şöyle anlatıyor: “Baltalimanı’ndaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştır­mıştık. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk atmayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüş­melerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı. Reşid Paşanın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”(44)

Lord Stratford Canning, Tanzimat Fermanının gerçek mima­rı ve Mustafa Reşid Paşanın emir hocasıydı. Sultan II. Mahmut ve özellikle Sultan Abdülmecit dönemlerinde yapılan tüm ıslahatla­rın, batılılaşma ve yenileşme çabalarının mimarı, perde arkasındaki yönlendiricisi ve aleni teşvikçisiydi. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların eşit Hıristiyanlar olarak, Osmanlı Devletinin asli un­suru Müslüman Türklerle eşit olması için tam 50 yıl boyunca uğraş verdi. Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin okullar, hasta­neler açması ve Osmanlı Devletinin her köşesinde teşkilatlanması­nı sağlamak için bütün imkanlarını kullandı. Öyle ki, 1858 yılında İngiltere’ye dönerken ‘hizmetlerinden ötürü padişahın şahsına he­diye ettiği arazinin üzerine bir Protestan Kilisesi yaptıracak kadar da dini inançlarına bağlıydı.

Stratford Canning’in Osmanlı’daki en yakın çalışma arkadaşı, hiç şüphesiz Mustafa Reşid Paşaydı. Osmanlı’nın bütün içişlerine Mus­tafa Reşid Paşayı kullanarak müdahale ediyordu. Osmanlı’da uygu­lanan tüm yenilik faaliyetlerinin gizli mimarıydı. Kendisi de bir Jön Türk üyesi olan Ahmet Saib, Stratford Canning’i şöyle anlatıyordu: “...İngiltere’nin İstanbul sefiri Canning’in viikelay-ı Osmaniye’ye adeta efendilerinin uşaklarına ettikleri muameleden çok daha fark­lı bir muamelede bulunmadığı, o günün evrak-ı siyasasını mütalaa edenlerce malumdur, öyle ki Canning’in yazdıklarına göre, Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman memurları bir korkudur alıyordu.

Vezir-i azam bile acele toparlanıp arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’e koşuyordu.”(45)

Hiç şüphesiz Tanzimat Fermanı, resmi tarih tezine göre “çöküşün engellenmesi için yapılan iyi niyetli reformlar” ve “imparatorlukta­ki çağdaş hukukun başlangıcı” olarak görülüyor. Ne var ki bu süreç dönemin şarlarına göre değerlendirildiğinde; imparatorlukta uygu­lanan 540 yıllık bir şeriat hukukunun bilinçli şekilde değiştirildiği ve gayri milli uygulamaların topluma dayatıldığı gerçeğini değiştir­miyor. Zira o gün yapılan idari değişiklikler, bugünkü Cumhuriyet rejimini şeriat hukukuna dönüştürmek kadar radikal bir değişimdi. Lord Stratford Canning’in bizzat anılarını yazan Stanley Lane Poo- le göre, Tanzimat Fermanı Devlet-i Aliyye’nin ‘ilerlemesi’ için değil, gerçekte Türklerin Hıristiyanlaştırılmasını, en azından Türkiye’nin Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılmasını hedefliyordu.46 Çünkü Canning’e göre; Türklerin Müslüman kalarak Avrupalı olmaları mümkün değildi.(47)

Canning’in bundan tam 165 yıl önce dile getir­diği gerekçelerle, Avrupa Birliğinin (AB) yıllarca Türkiye’yi içine al­mama gerekçelerinin başında din anlayışının olması ilginç değil mi? Ya da Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, Büyük Millet Meclisinde devletin dininin ‘Hıristiyanlık’ olması için yapılan teklifler(48) bir rast­lantı olabilir miydi?

İngiliz Elçinin İlk Derin Devlet Denemesi

Üst Aklın Türkiye’deki temsilcisi Stratford Canning, dışa bağım­lı vesayetçi bir bürokratik zümre oluşturmakla yetinmedi, Musta­fa Reşid Paşa üzerindeki hakimiyetini kullanarak, Osmanlı’nın ilk Gizli Polis Teşkilatını da kurdurup dolaylı yoldan kendine bağladı. Zira başkent İstanbul’daki derin iktidar savaşının sürekliliğini sağla­yabilmenin yolu, devletin kılcal damarlarına kadar sızacak gizli bir istihbarat örgütünün kurulmasından geçiyordu. Aslında saraya bağlı yürütülen devletin geleneksel bir jurnalcilik sistemi vardı ama, bu Canning ve Mustafa Reşid Paşanın işine gelmiyordu. Çünkü saray hafıyeleri, topladıkları bilgileri genellikle doğrudan padişaha veri­yordu. Eğer profesyonel bir istihbarat teşkilatı kurulup bürokrasiye bağlanırsa, İngiliz Büyükelçi Stratford Canning, imparatorluk içeri­sinde olup bitenleri yasal kılıf’ altında takip etme imkanına da ka­vuşmuş olacaktı.

Konu hemen Mustafa Reşid Paşa ile görüşülüp karara bağlandı. Zaten Reşid Paşanın itiraz etme gibi bir şansı yoktu. Onun her dediği bir emir sayılırdı. Canningden gerekli talimatı alan Paşa, hemen pa­dişahın yanma gidip durumu arz etti. Ancak saray, Canning’in öneri­sine hiç de sıcak bakmamıştı.49 Fakat emir büyük yerdendi. Ne yapıp edip, Canning’in bu talebi yerine getirilmeliydi. Derhal geçerli bir sebep bulundu. Padişah Sultan Abdülmecid’i ikna etmek için, “Balkan­lardaki muhtemel ayaklanmaları gözlemek” bahanesi öne sürülecek­ti. Kurulacak Gizli Polis Teşkilatı, Devlet-i Aliyye’nin Balkanlardaki bekası için bilgi toplayacak, içeride de muhalefeti izleyecekti!

İşin içerisine Osmanlının kanayan yarası Balkanlar girince, pa­dişah ikna olmuştu. Yine İngiltere Büyükelçisi’ Stratford Canning’in dediği oluyor, bir ülkenin istihbarat örgütü bir yabancı büyükelçi ta­rafından kuruluyordu. Mustafa Reşid Paşa, derhal Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerine talimat vererek, Avrupa’daki istihbarat ör­gütleri hakkında rapor hazırlamalarını istedi. Kısa sürede gönderilen raporlar incelenerek gerekli altyapı hazırlandı. Artık Osmanlının ilk Gizli Polis Teşkilatı kurulmuştu. Teşkilatın başına da bir Rum olan Civinis Efendi getirildi. Yıllarca St. Petersburg’ta kalmış ve orada Çariçenin hizmetinde bulunmuş Civinis Efendi, karanlık bir kişilik­ti. Türkiye ile yollarının kesişmesi de en az teşkilatın başına getirilişi kadar ilginçti. İngiltere Büyükelçisi Canning’in Türk istihbaratının başına getirdiği Civinis Efendi, Rus Çariçesinin özel hizmetinde bu­lunduğu sırada, Rus muhafızlarından birinin elmaslarını çalmıştı.

Hırsızlık olayının Civinis Efendi tarafından yapıldığı anlaşılınca, o da imam kıyafeti giyinip soluğu Anadolu’ya kaçmakta bulmuştu. Rus ajanlarının ensesinde olduğunun farkına varan Civinis Efendi, bir süre camilerde vaazlar verdikten sonra tekrar ortadan kayboldu. Bu sefer ‘Comte Riveroso’ ismine sahte kimlik düzenletip, zengin bir Italyan turist olarak Ege adalarına yerleşmişti. Sonra her nasıl olduy­sa bir yolunu bulup, İstanbul’a geldi. İşte binbir surat tescilli hırsız, Canning’in önerisiyle albay rütbesi verilerek yeni kurulan Gizli Polis Teşkilatının başına getirildi. Böylece, Rum asıllı, Fransızca ve İtal­yanca bilen, yıllarca Rus Sarayında çalışmış biri, İngiliz elçisinin is­teği ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının ilk şefi olmuştu.

Gizli Polis Teşkilatını kuranlar arasında bir başka ilginç isim daha vardı: Ahmet Rasim Paşa... Babası da kendisi gibi Yeniçeri olan Ahmet Rasim’in, annesi de bir Rum’du. Atina’da Hıristiyan inançlarına göre yetiştirilen Ahmet Rasim, İstanbul’da ajan olarak çalışıyordu. Evlilik yoluyla akrabalık bağı kurduğu Mithat Paşa, onu ajanlıktan paşalığa kadar yükseltmeyi başarmıştı. İki gayrimüslimin başında bulunduğu bu Gizli Polis Teşkilatı, kurulduktan sonra devlet yararına hemen hiç­bir faydalı iş yapmadı. Zira Osmanlının Gizli Polis Teşkilatı, Canning ve Mustafa Reşid Paşanın şahsi hesapları için çalışan gizli bir örgüte dönüşmüştü. Dolayısıyla ne Balkanlardaki çözülme engellenebilmiş ne de İstanbul’da dönen tezgahların önüne geçilebilmişti..

Teşkilat, çalışmalarının ilk yıllarına İstanbul’un tanınmış tüccar­larının, paşaların, sarrafların ve diplomatların özel hayatlarını sıkı bir takibe almakla işe başladı. Gizli Polis Teşkilatının derin kulakla­rı, paşa konaklarından sarayın haremine kadar uzanıyordu. Devlet ve cemiyet hayatında önemli kişilerin özel hayatları izlenerek, top­lanan dedikodular rapor haline getiriliyordu. Ancak her ne hikmet­se, paşa konaklarında Avrupalı oryantalistlerin ihtilal toplantıları ve başkentte dönen dolapların hiçbiri saraya rapor edilmiyordu. Zira teşkilat, devletin bekasını ilgilendiren konuları değil, haremden so­kağa, bürokratların özel yaşamlarından paşaların yatak odalarına kadar, çeşitli verileri toplayarak Canning ve Mustafa Reşid Paşanın siyasi amaçları için kullanıyordu.(50)

Mesela genç bir Osmanlı diplomatının Paris’te Juliette adındaki bir “bulvar kadını” ile olan ilişkisi takip edilip(51) rapor haline getiri­lirken, Paris’ten Osmanlı coğrafyasına kaçan Avrupalı ihtilalcilerle ilgili tek bir rapor yazılmıyordu. Nitekim bütün bu anormallikleri fark ederek teşkilattan yeterli verimi alamadığını düşünen Sultan Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa’dan teşkilatı lağvetmesini isteye­cekti. Sonuçta derin iktidar mücadelesinin bir aracı haline gelen teş­kilat, padişahın ısrarlarıyla kapısına kilit vurmuştu.

Ne var ki yabancıların devlet içerisindeki eli ayağı olan bu teşki­lat, Tanzimat bürokrasisinin dayanılmaz baskılarıyla 1863 yılında yeniden faaliyete başlayacaktı.(52) Üstelik bu kez de, büyük bir Katolik Ermeni grubun isteği üzerine, teşkilatın başına ‘Baron C...’ adında yine bir gayrimüslim getirilerek... İhanetler zinciri bundan sonra da artarak devam edecekti. Zira Baron C... de teşkilatın başına geçer geçmez, kişisel çıkarları için çalışmaya başlamıştı. İlk icraatı, kendi hazırladığı bir uydurma anlaşma taslağının kopyasını, yabancı bir elçiye uygun bir fiyatla satmak olmuştu. Söz konusu anlaşma taslağı, belgenin satıldığı elçinin ülkesine yönelik Osmanlı Devletinin bir başka ülkeyle birlikte saldırı planlarını içeriyordu.

Yabancı elçi taslağı ele geçirir geçirmez, soluğu Sadrazam Ali Paşanın yanında almıştı. Şüphesiz Ali Paşa da hazırlıklıydı. Elçinin elindeki taslağı gördükten sonra, çekmecesinden başka bir taslak çı­karıp misafirinin önüne koydu. Viyanadaki Türk Büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göre, elçinin ülkesi Osmanlıla­ra karşı bir taksim anlaşması imzalamıştı. Taslaklar karşılaştırılınca, ikisinin de Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının başındaki Baron C...nin kaleminden çıktığı anlaşıldı. İşin ilginç yanı, bütün bu olaylara rağ­men yabancı büyükelçi Teşkilat Şefi Baronu savunuyordu. Hatta ter­fisini bile istemişti. Ancak Baron dolap çevirmeye devam ediyordu.

Bir süre sonra başka bir skandala daha imza atınca, görevinden alın­dı. Sonuçta Baron C... Osmanlı’ların sırtından kazandığı büyük bir servetle imparatorluk topraklarını terk etmişti....

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:17-27;37-44

Dipnotlar:

1- Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, Enderun Ki- tabevi, İstanbul, 1983, s. 118.
2- Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s. 82.
3- A.g.e s. 84.
4- Yeni İstanbul Gazetesi, Kazım Karabekir Paşanın Hatıraları, 13,14,15, 16 Kasım, 1970.
5- Şûra Suresi, 38. Ayet.
6- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2002, s. 351.
7- Mehmet Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessesele- rine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mec­muası, I, İstanbul, 1939, s. 283.
8- Ercan Yavuz, Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Ödedik­leri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar, Belleten, Cilt LV, Sayı 212 - 214, 1991, s. 371 - 391.
9- Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s.68-69.
10- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri I, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1. Baskı Ankara, 1999, s.946.
11- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-II, 1865 -1876, Haz: Mehmet Kaplan- İnci Enginün-Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1978, s. 609.
12- Niyazi Berkes, a.g.e, s. 279.
13- A.g.e. s. 218.
14- Documents Diplomatiques Français, seri.l, ciltl, vesika no. 8.
15- İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar I, Maarif Vekaleti, İstan­bul, 1940, s.794.
16- Sabri Esat Siyavuşgil, Tanzimat’ın Fransız Efkar-ı Umumiyesinde Uyandırdığı Akisler, MEB, 1940, s.750.

....

38- A. Henry Layard, Autobiography and Letters, Londra, 1930, c.2. s.83.
39- Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri: Tanzimat, Çev: Ali Reşat, Örgün Yayınları, İstanbul, 2010, s. 167.
40- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınlan,
3. Basım İstanbul, 1980, sf. 182.
41- Stanley Lane Poole (11. Basım), s. 86-87.
42- London Gazette: no. 17617. p. 1430. 22 July 1820.
43- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 53.
44- A.g.e, s. 120.
45- Ahmet Saib, Şark Meselesi, Haz: Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Akçağ Yayınları, Ankara, 2008, s.65.
46- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 101-102.
47- D. Mehmet Doğam, Türkiye’de Darbeler, Müdahaleler ve Siyasî Sis­tem, Rehber Yayınları, 1990, s. 11.
48- Kazım Karabekir, Yeni İstanbul Gazetesi, 1970 - Mahmud Esad Boz- kurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, s. 137.
49- Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, 1. Baskı, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996, s.44.

50- Tuncay Özkan, MİT’in Gizli Tarihi, 7. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003, s. 36.
51- Taner Timur, Osmanlı Çakışmaları: İlkel Feodalizmden Yan Sömürge Ekonomisine, imge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996, s. 289.
52- Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT, 5. Baskı, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2004, s.31.
Devamını Oku »

Üst Aklın Siyonist Şakirdleri - Alliance Israelıte Unıverselle



Kabul etmek gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğunda devlet kadro­larının teslim edilebileceği yetişmiş insan sayısı azdı. Bu nedenle dev­leti yönetenler, bu adam yokluğunda pek çok gayrimüslim ve Yahudi dönmelerini bürokrasinin önemli kademelerinde görevlendirmek zorunda kalmıştı. Elbette devlet, birçok Müslüman öğrenci ve bürok­ratı Avrupa’ya göndererek, bu yetişmiş eleman açığını kapatmak için çeşitli çalışmalar yürütüyordu. Ancak Batının teknik alanda ilerle­me nedenlerini inceleyip imparatorluğa aktarmaları için Avrupa’nın çeşitli başkentlerine gönderilen öğrenci ve bürokratlar; ya Batının yaşam tarzını alarak yada “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” gibi içi b sloganlarla saray karşıtı muhalifler olarak geri dönüyorlardı.

Özellikle Fransa’nın başkenti Paris’te yuvalanmış oryantalistler ve mason locaları, eğitim için buralara gelen Osmanlı elitleriyle bir şe­kilde ilişki kurup onlara ‘devrimci’ fikirler aşılayarak, adeta Batının birer ‘kültür ajanı’ haline gelmelerini sağlıyorlardı. Bu bağlamda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ya da yurtdışında bilinen adıyla ‘Jön Türkler’in sahneye çıkış tarihiyle, Alliance Israelite Üniverselle (Evrensel Ya­hudi Birliği) isimli Yahudi örgütünün kuruluş tarihinin aynı yıllara denk gelmesi oldukça manidardı. Zira Alliance teşkilatının her ne kadar “Dünya Yahudilerini aynı amaç etrafında toplayabilmek” için kurulduğu iddia edilse de, gerçek amaç tamamen farklıydı. Osman­lı’daki eğitimli insan açığını ve modern anlamdaki okulların olma­dığını gören Üst Akıl, hem Filistin’de Yahudi devletinin temellerini atmak, hem de Siyonist politikalara ılımlı bakacak geleceğin Müs­lüman yöneticilerini yetiştirmek için Alliance Israelite Üniverselle örgütünün temellerini atmaya karar vermişti.

Osmanlı İmparatorluğunda saraya karşı muhalif bir söylemin başlamasıyla birlikte, Paris’te de hareketli günler yaşanıyordu. Ta­rihler 17 Mayıs 1860'ı gösterirken, 17 Yahudi genç, Paris’teki Char­les Netter’in evinde toplantı halindeydi. Yahudi liberal burjuvazinin temsilcileri olan bu idealist kişiler arasında doktorlar, eğitimciler, gazeteciler, avukatlar ve işadamları vardı. Tüm dünya Yahudileri­ni aynı düşünce etrafında toplayabilmek için kapsamlı bir örgütün kurulmasına karar verilmişti.(6) Örgütün adı Alliance Israelite Üni­verselle (AIU) olarak belirlendi. Amacı ise; “Dünyanın her yanında Yahudilere karşı duyulan kin ve nefretin ortadan kaldırılması, in­san hakları ihlallerinin önlenmesi ve Yahudilerin eğitilmesi” olarak açıklanıyordu.

Örgütün kurulması için altı kişi görevlendirilmişti. Bu kişiler ara­sında, İsrail’in kuruluşunda da büyük rol oynayan ve bir hahamın oğlu olan Charles Netter, avukat Narcisse Levon, Adolphe Cremie- ux, Isidore Cahen, Fransa’da din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıl­masının ateşli savunucusu Eugene Manuel, Portekiz Yahudilerinden haham Aristide Astruc ve Jules Carvallo vardı. Genç bir avukat olan Adolphe Cremieux Nimes, 1863 yılında teşkilatın başkam seçildi. Ne var ki teşkilat kurumsallaşır kurumsallaşmaz, kendisini küresel siya­setin içinde bulacaktı. Sözde Yahudilerin yanı sıra, diğer azınlık hak­larının da savunulması için kurulan Alliance Israelite Universelle’nin yaptığı ilk iş, Arap milliyetçiliğini başlatan Lübnanlı hıristiyanlara destek vermek olmuştu.

Teşkilat ayrıca, kurumsallaşacağı ülkelerde “Yenilenme” adıyla Batılı yaşam tarzını yaymayı da kendine görev edinmişti. Dolayısıyla Alliance Israélite Universelle’de eğitim görecek olan öğrenciler, bir yandan Yahudi kültürü ve dinini öğrenirken, diğer yandan da Batı tarzı yaşamı benimseyecek ve içinde yaşadıkları toplumun değişim ve dönüşümünü sağlayacaklardı. Alliance Israélite Universelle kuru­cuları, bu şartları teşkilatın tüzüğüne de koymuştu. Buna göre teş­kilatın amacı, “Tüm dünya Yahudileri arasındaki bağı geliştirmek, dünyanın çeşitli bölgelerinde okullar açmak ve bu bölgelerde Batı kültürünü yaymak” olacaktı. Ancak teşkilatın tüzüğü, asıl üç madde üzerine kurulmuştu: “Yahudilerin özgürleşmesi ve ahlaki ilerlemesi için her yerde çalışmak, antisemitizmden musdarip Yahudiler için etkin yardım sağlamak ve bu amacı desteklemek için tüm basın ya­yın faaliyetlerini desteklemek”
Merkezi Paris’te bulunan teşkilat, genel kurul tarafından seçilen 30 üyeli bir merkezi komite tarafından yönetiliyordu.

Bu komitenin altında ise, bölgesel ve yerel komiteler vardı. Merkezi komite, yerel ve bölgesel komitelerden aldığı bilgileri derleyip analiz ettikten sonra, genel kurula raporluyordu. Kuruldan çıkan kararlar doğrultusun­da, nerede ne kadar okul açılacağı, nasıl bir politika oluşturulacağı belirleniyordu. Teşkilatın tüzüğüne göre, merkez komitesinin üçte ikisinin Paris’te ikamet etmesi zorunluydu. Örgüt, Paris dışındaki teşkilatlanmasını, bölgesel ve yerel komiteler aracılığıyla yürütecek­ti. Bu alt komiteler, bölgelerinde ve mahallelerinde Yahudilerle ilgili olan her gelişmeyi Paris’teki merkeze anında rapor etmekle görevliy­di.(7) Teşkilatın Paris dışında oluşturacağı yerel ve bölgesel komiteler; merkezin oluşturduğu fonlardan yararlanacak, ihtiyaç duydukları yerde harcama yetkisine sahip olacaklardı. Ancak taşradaki okullar­da görev yapan tüm okul müdürlerinin, Paris’teki merkezden atan­ma zorunluluğu vardı.

Yıllık altı frank aidat ödeyen herkes, örgüte üye olabiliyordu. Ku­ruluşundan bir yıl sonra 850 olan üye sayısı, 1885'e gelindiğinde 30 bine çıkmıştı.(8) Alliance Israélite Universelle teşkilatı kurulurken, fa­aliyet göstereceği alan ‘bütün dünya’ olarak ilan edilmişti. Ancak bir müddet sonra, örgütün Paris dışında kurmuş olduğu tüm eğitim ağı’ sadece Osmanlı coğrafyasını kapsayacak şekilde yapılandırıldı. Nite­kim kuruluşundan iki yıl sonra Osmanlı topraklarında faaliyet gös­termeye başlayan örgüt, kısa sürede imparatorluğun bütün önemli vilayetlerini adeta bir ahtapot gibi sarmıştı. ‘Eğitim şemsiyesi’ adı al­anda yürütülen bu değişim ve dönüşüm çalışmalarının finansörlü­ğünü ise; Üst Aklın küresel para baronlarından Maurice de Hirsch ve ünlü Rothschild ailesi üstlenecekti.(9) Mesela 1874 yılına gelindiğinde Baron Maurice de Hirsch’in bu okullara yapmış olduğu yardım miktarı 10 milyon frangı bulmuştu.(10)

Burada Baron Maurice de Hirsch ismi üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Zira Alliance okullarının finansörlerinden ünlü Yahudi ser­maye imparatoru Rothschild ailesi herkes tarafından bilinmesine rağ­men, Baron Maurice de Hirsch para imparatorluğu pek tanınmaz. Al­manya doğumlu ve katı bir siyonist olan Maurice de Hirsch, Tanzimat döneminde zengin olan Avrupalı imtiyazlılardan biriydi. Tanzimat Fermanı sonrası Osmanlı coğrafyasını parselleyen Batı kapitalizminin öncü firmaları, rüşvetle elde ettikleri bürokratlar sayesinde devletten aldıkları imtiyazlarla Osmanlı mâliyesini iflas noktasına getirmişti.

Baron Maurice de Hirsch, 1869 yılında aldığı Doğu demiryolu imtiyazının” yanı sıra, şeker ve bakır sektörlerindeki faaliyetleriyle de Osmanlı coğrafyasında iş yapan firmaların başında geliyordu. Osmanlı devletinden aldığı ihalelerde büyük bir sahtekarlık’ yapmış,(11) Türki­ye üzerinden kazanmış olduğu yüz milyon dolarla o günkü Avrupa’nın en zengin kişileri arasına girmişti. 1874 yılında demiryolu hatlarını teslim almak üzere kurulan komisyonun raporuna göre; tüneller ve köprüler inşa etmemek için yolu lüzumsuz yere kilometrelerce uzat­tığı, birbirinden çok uzak mesafelere yapılan istasyonlarda binaların komik denecek kadar küçük inşa edildiği, hat boyunca istasyonsuz şehir ve kasabalar, hatta şehirsiz ve kasabasız istasyonlar olduğu tespit edilmişti. Daha önemlisi, Baron Hirsch Osmanlı Devletini dolandıra­rak kazandığı paralarla Alliance okullarını finanse etmenin yanı sıra, 1890 yılında Yahudi Kolonizasyon Derneğini kurarak Anadolu’da Yahudiler için geniş topraklar satın almayı bile planlamıştı. Osmanlı’da iş yaptığı zaman içerisinde Ortadoğu’yu yakından tanıma fırsatı bulan Maurice de Hirsch, Rusya’dan Filistin’e yapılacak kitlesel Yahudi göçü­nü kolaylaştırmak için, yüklü bir servet harcayarak Rusya’da da büyük bir Yahudi Kolonizasyon Derneği kurmuştu.

Avrupa’nın iki siyonist bankeri tarafından finanse edilen Alliance Israelite üniverselle teşkilatı, Osmanlı coğrafyasındaki ilk okulunu 1862 yılında Fas’ta açmıştı. Daha sonra bütün Kuzey Afrika, Orta­doğu, Balkanlar, İran ve bugünkü Anadolu, Alliance Israelite Üni­verselle okulları tarafından bir ahtapot gibi kuşatılacaktı. İlginç olan, normalde sadece Yahudi çocukları için eğitim vermek üzere kurulan Alliance okulları, bu kuralını sadece Müslüman çocukları için boz­muştu. Zira bu okullarda yetişecek Müslüman öğrenciler, ülkelerin­de üst düzey görevler alacak ve ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olacaklardı. Osmanlı coğrafyasında 1862 yılından itibaren açılmaya başlayan bu Alliance okullarında bir milyondan fazla kişi eğitim görmüş ve Yahudi misyonuyla yetiştirilmişti.(12) Teşkilat okullarına devam eden öğrencilere, ana derslerin yanında Yahudi ideolojisi, Ya­hudi dil ve kültürü ve Batılı olmanın kuralları öğretiliyordu.

Alliance Israelite Universelle teşkilatı, Osmanlı coğrafyasında aç­tığı okullarda çalışan öğretmenlerin, önceleri erkek olmalarına özen gösteriyordu. Ancak 1872 yılına geldiğinde, örgüt kadınların da bu ağın içerisinde yer almasına karar vermişti. Fransız Yahudilerinden seçilen bayan öğretmenler, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun köy ve ka­sabalarında gönüllü öğretmen’ olarak hizmet vermeye başlamıştı.(13) Kadın öğretmenlerin kısa sürede göstermiş olduğu başarılar nede­niyle, Paris’teki eğitimini henüz tamamlamamış bayan öğrenciler de derhal taşraya gönderilmişlerdi.

Batılı tarzda giyinmeye büyük özen gösteren Alliance’lı bayan öğ­retmenler, aynı zamanda Batı kültürünü de eğitim verdikleri bölgelere taşımış oluyorlardı.(14) Zira teşkilatın temel görevlerinden biri, Batılı ya­şam tarzını yaygınlaştırmaktı. Böylelikle o bölgede baskın olan yerle­şik kültür yozlaştırılıyor, yerine ikame edilen yeni bir kültür kodunun oluşturulması sağlanıyordu. Burada amaç, Osmanlı coğrafyasında Batı tipi bir ‘modern aile’ yapısı oluşturmaktı.(15) Aynı zamanda Batının kültür ajanlığını yapan Alliance’ın bayan öğretmenleri, İstanbul, Edir­ne, Çanakkale, Manastır, Tangier, Alsace, Halep, Şam, Beyrut, Aden ve Selanik gibi Osmanlı’nın önemli şehirlerinde görev yapıyorlardı. Daha önce hiç görmedikleri bu coğrafyada tecrübe kazandıkça, terfi ettirile­rek merkezde daha kritik noktalara atanıyorlardı.

Alliance Israelite Universelle teşkilatında görev yapan bayan öğ­retmenler sadece ‘öğretmenlik’ yapmakla kalmıyor, bu okullardan mezun olan ve ‘şakird’ denen öğrencilerin istihdam işleriyle de uğra­şıyorlardı. Zira örgütün bir amacı da, Yahudilerin yaşamış oldukları bölgedeki yaşam koşullarını düzeltmek ve onlara iyi bir ekonomik statü kazandırmaktı. Ancak teşkilat mensubu bayan öğretmenlerin en büyük misyonu, o bölgede görev yapan Yahudilerin yerel liderle­rine de demografik bilgiler sağlamaktı.(16) Görev yapılan yerel bölge­deki Yahudi nüfus tespit ediliyor, aile bilgileri, çalışma alanları, han­gi duygu ve düşüncede oldukları tek tek raporlanıyordu. Öyle ki bu hizmet, zamanla teşkilatın temel politikası haline gelecekti. Aslında bu çalışma şekli, düpedüz bir ajanlık faaliyetiydi.

Terörist Öğretmenler

Alliance Israelite Universelle teşkilatı, Paris dışındaki ilk okullarını Osmanlı coğrafyasında açmış olmakla, aslında gerçek niyetini de ortaya koymuş oluyordu. Zira o dönem dünyanın pek çok ülkesind yaşayan ve hem sosyal açıdan, hem de eğitim bakımından durumları Osmanlı’dan çok daha kötü olan Yahudiler vardı. Buna rağmen teşkilat, eğitim’ çalışmalarını sadece Osmanlı coğrafyasında yoğunlaştırmış, özellikle Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’ya büyük önem vermişti.(17) öyle ki Alliance teşkilatı, Osmanlı vilayetlerinde bulunan her bir Yahudi cemaatine birer okul kurma emri vermişti. Çalışmala­rın sonucundan memnun olan Osmanlı Yahudileri de, bu talimatları harfiyen yerine getiriyordu. Böylece 1862 yılında Fas’ın Tetuan ken­tinde başlayan okul açma çalışmaları, daha sonra Balkanlarla devam etti. Zira Balkanların da teşkilat için ayrı bir önemi vardı.

Balkanlarda yer alan Selanik vilayeti, Yahudilerin Osmanlı top­raklarındaki en önemli merkeziydi. Nüfusunun yarıdan fazlasını Ya­hudilerin oluşturduğu bu vilayet, hem eğitim, hem de sosyal statü bakımında diğer şehirlerden oldukça ilerideydi. Alliance teşkilatı, burada okul kurabilmek için yoğun bir çaba içerisine girmişti. Zaten Alliance teşkilatıyla Osmanlı Yahudileri adına ilk iletişim kuranlar da, Selanik Yahudileri olmuştu. 1865 yılında Volos’ta kurulan Al­liance okulu, Osmanlı topraklarındaki Sefarad Yahudisi çevrenin merkezinde kurulan ilk okul olma özelliği taşıyordu. Bunu 1867’de Edirne ve 1870’de Şumla’da kurulan okullar izledi. Teşkilat, 1870 ile 1885 yılları arasında Balkanlarda tam 20 okul açtı. 1912 yılma gelin­diğinde ise, Balkanlardaki Alliance okullarının sayısı 71’i erkek, 44'u kız okulu olmak üzere, toplam 115'e ulaşmıştı.(18)

Teşkilatın Osmanlı coğrafyasında açmış olduğu en önemli okul­ların başında, şüphesiz 1870 yılında kurulan Filistin Tarım Okulu geliyordu. Zira bu okul, doğrudan Filistin topraklarında kurulmuş ve bugünkü İsrail devletinin temellerini atmıştı. Teşkilatın kurucula­rından Charles Netter, Filistin’de kuru bir toprak yolunu satın alarak, ‘Mikveh İsrail Tarım Okulunu açmıştı. Aslında Filistin’de Yahudilere toprak satmak yasaktı. Ancak teşkilat, bunun çaresini bulmakta zorlanmamıştı. Zira Islahat Fermanı, yabancılara Osmanlı toprakları üzerinde mülk edinme hakkı veriyordu.

Filisti’de kurulan ‘Mikveh İsrail Tarım Okulun kuruluş amacı ise sözde bölgede yaşayan halklar için tarımsal faaliyetleri geliştirmek ve tarımla uğraşan genç nesiller yetiştirmekti. Okul, bir tavuk kümesi, inek ahırı, üzüm bağları ve şarap üretim yeri olan küçük bir çiftlik içerisinde kurulmuştu. Etrafı da yeşil bitki örtüsüyle çevrildi. Görünüşte her şey, okulun kullanım amacına uygundu. Fakat okulun asıl amacı, Filistin’e yerleşecek Yahudi kolonilerinin altyapısını oluşturmak için toprak edin­me ve Avrupadan gelecek Yahudilere yer açmanın ilk basamağıydı.

Alliance teşkilatı, kurumun en tecrübeli ve siyonizmi benimse­yen elemanlarını, Mikveh Tarım Okulu’nda istihdam ediyordu. Bu­rada görev yapan Alliance Israelite Üniverselle mezunu siyonistler, bir anda eğitim şemsiyesini kaldırarak farklı bir kimliğe bürünmüş­lerdi. Bir yandan okul sınırları sürekli genişletiliyor, bir yandan da Filistin’e göç eden Yahudiler ‘misafir kılıfı altında bu okulda ikamet ettiriliyordu. Nüfiıs yavaş yavaş arttıkça, küçük “savunma birlikle­ri” oluşturulmaya başlandı. Nitekim ‘tarım’ amaçlı kurulan bu okul, giderek askeri savunma hizmeti veren bir üs haline gelmişti. Öyle ki Mikveh Tarım Okulunda görev yapan Yahudi öğretmen ve öğ­renciler, daha sonra Filistin’e göç eden Yahudi yerleşimcilerini koru­mak için kurulan Haganah (savunma) adındaki paramiliter örgütün omurgasını oluşturmuş ve bu örgütün ilk elemanları olmuşlardı.

İşte bölgeyi “Araplar için yeşil bir vadiye çevireceği” söylenerek kurulan bu okul, bugünkü İsrail devletinin de temellerini atmış oluyordu.

‘Eğitim’ şemsiyesi altında ‘vaat edilmiş topraklar’ın etrafını ku­şatma altına alan teşkilat, Osmanlı’nın merkezi dışında kalan Kuzey Afrika, İran ve Irak topraklarında da okul açmayı ihmal etmemişti. Teşkilatın ilk göz ağrısı Fas’ta, 1912 yılına gelindiğinde toplam 14 okul faaliyet gösteriyordu.(19) Bu dönem içerisinde söz konusu okul­larda tam 5 bin 500 öğrenci eğitim gördü. 1939 yılına gelindiğinde ise, Fas’taki okul sayısı 45, öğrenci sayısı ise 16 bine ulaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile, teşkilatın Fas’taki eğitim çalışmaları hız kesmedi. 1952’lere gelindiğinde; Fas’ın özellikle büyük kentleri Ma- rakeş, Fes, Rabat ve Kazablanka’da yapılan sistemli çalışmalarla Alli­ance okullarında eğitim gören Faslı öğrenci sayısı 28 bine ulaşmıştı.(20)

Modern derslerin yanı sıra Yahudi kültürünün de verildiği bu okullardan mezun olan Faslı öğrenciler, devlet kademelerinde önemli görevlere gelmişti. Allliance okullarının kuruluşunun 150. yıldönümü nedeniyle, İstanbul’da açılan sergiyi ziyaret eden Türkiye Yahudileri Cemaati Eski Dönem Başkanı Silvyo Ovadya, bu duru­mu şöyle ifade edecekti: “Birkaç yıl önce Fas’ı ziyaret ettim. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alliance okullarından mezun olan çok sayıda Türk (Müslüman) kişilerle karşılaştım. Bu kişiler bana bu ülkede çeşitli görevler aldıklarını belirterek, şahsımda Alliance okullarına teşekkürlerini sunuyorlardı”(21)

Bir başka Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus da teşkilatın hedefindeydi. Bölgede 1878 yılında başlayan okul kurma çalışmaları 1960'a kadar devam etmiş, bu okullardan toplam 5 bin Tunuslu öğrenci mezun olmuştu. Teşkilat, Irak bölgesine ise Bağdat’ta 1865 yılında açtığı okulla girmişti Bu sayı 1947 yılını gelindiğinde 10’nu bulmuş ve bu okullardan mezun olan öğrenci sayısı toplam 6 bini aşmıştı. Adeta Siyonizm’in ileri karakolları gibi çalışan Alliance okulları, İran’da hiçbir engelle karşılaşmadan yayılmasını sürdürdü.

İran’daki Yahudi cemaati, ilk okulunu 1898 yılında Tahran’da açtı Bu bölgedeki çalışmalarını 1960 yılına kadar sürdüren teşkilat, açtı­ğı 15 okuldan 6 bin 200 öğrenci mezun verdi. Yine Beyrut, Şam ve Halep gibi önemli yerleşim bölgelerindeki okul kurma faaliyetleri de 1960 yılma kadar devam etti. Ancak 1947-1948 İsrail-Arap savaşla­rından sonra, Arapların bu okullara bakış açısı değişti. Teşkilat da artık görevini tamamlama bilinciyle, 1960’lı yıllarda Arap ülkelerini birer birer terk etti. Irak’ta başlayan okul kapatmalarını, Suriye ve Mısır izledi. Fas ve Tunus’un bağımsızlıklarını kazanmasından son­ra, teşkilat okulları buralarda da büyük darbe yedi. Birçok Arap dev­leti bu okulları millileştirdi....(22)

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:173-180
Devamını Oku »