Rasyonel Ritüeller



Rasyonel Ritüeller: Modern Dünyadan Rasyonel Ritüel Örnekleri *

İhsan Kutlu (Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, Sosyal Hizmet Bölümü.)

Giriş

Voegelin, insanlığın temel tecrübesini “aşkın” olanın tecrübesi olarak belirlemiştir. Ve bu aşkın tecrübeye “içkin tecrübe” eşlik eder. İnsan, sözü edilen bu tecrübelerin geriliminde yaşayan varlıktır. Oysa modern politik düşünce, insanın yalnızca “içkin” tecrübeye sahip olduğunu iddia etmiştir. Bu düşüncede “aşkınlık” tecrübesi reddedilmiştir. “İçkin” olan; din dışı olana, kutsal-olmayana, dünyevi olana referansı olandır. Ve “içkinleşme” yani “dünyevileşme” modern dönemin yeni kutsallaşma biçimidir. “Çözülen kadim metafizik ve dinsel dünya görüşlerinin yerini modern dönemde yeni (sözde) dinî görüşlerin doldurması” olarak içkinleşmeden bahsedilir (Güngörmez, 2011, s. 11-14).

Voegelin dünyayı ve tarihi “düzen” ve dolayısıyla “düzensizlik” fikri temelinde kavramıştır.

Voegelin için tarihteki en önemli düzen tipleri sembolleriyle birlikte mit, felsefe, vahiy ve modern ulus-devlet düzeninin sembolü olan bilgi (gnosis)’dir. Voegelin bunlar arasında bir ilerleme değil; farklılaşma olduğunu düşünür. Modern dönemde de varlığın ve düzenin anlamı gnosis ile aranmaya başlanmıştır. Modern insan felsefesi bu yönüyle yalnızca bu dünya yönelimli “içkin” felsefeyi ve “içkin” tecrübeyi aşkın tecrübe yerine ikame etmiştir. İçerik bakımından “içkin” tecrübe “aşkın” tecrübe gibi muamele görmüş olup içkinliğe kutsiyet atfedilmiştir (Güngörmez, 2011, s. 18-25).

Modern dönemle birlikte insanın varlık düzenindeki konumu da değişmiştir. “Önceden varlık düzeninde insan bilinci, “içkin”in olduğu kadar “aşkın”ın da katılımcısıyken modern dönemde sadece “içkin”in katılımcısıdır.” Ve hatta bu içkinlik yüceltilmiştir. İçkinleşmiş uygarlığın zafer kazanmış olması da insanın kendini tanrılaştırmasının tarihidir. Aşkınlık-içkinlik dengesi bozulmuştur. Aydınlanma ile birlikte “akıl” yani içkin olan lehinde denge değişmiştir.

Modern dönemle birlikte akıl, Tanrı’nın kendisi olmuştur. Aklın katılımcı ve sezgisel boyutları, yani “toplumun ve bireyin ruh düzeninin hakiki kaynağı olan tanrısal temele katılım” boyutları kısırlaştırılmıştır. Bu durumun neticesi de dünyaya içkin bir kutsallaştırmayı gündeme getirmiştir. Akıl modern dönemde kurumlaşmış ve iktidarı ele geçirmiştir (Güngörmez, 2011, s. 25-32). Yani akıl modern dönemin “kozmokrat”ıdır (Eliade, 2009, s. 82).

Akıl yeni güç ve egemenlik kaynağı olmuştur. Orta Çağ’daki teoloji temelli anlayış yerine Aydınlanmacı saiklerle aklın ve insanın merkeze alındığı felsefe görünürlük kazanmıştır. “İnsanlık aklın yasalarına uygun olarak hareket etmekle hem bolluğa hem özgürlüğe hem de mutluluğa doğru ilerler.” Akıl, insan eylemiyle dünya düzeni arasında denklik kurucudur (Touraine, 2007, s. 13). Bu, Voegelin’in yukarıda belirtildiği üzere modern dönemde dünya düzenine insanın katılımında gnosis (bilgi)’e ait sembolleştirmenin egemenliğine denk düşmektedir. Yani insan dünya ile ilişkisini akıl üzerinden kurmaya başlamıştır. Bilim ve felsefe başta olmak üzere akıl, bütün alanların yegâne otoritesi hâline gelmiştir.

Hakikate ulaşma kaynağı değişmiştir. Hakikat; artık dinî otoritelerin belirlediği ya da aktardığı bir şey olmak yerine akla dayalı, özgür ve tarafsız araştırmayla keşfedilen bir şeydir. Buna göre filozoflar hakikat için doğaüstü ve ilahî kabul edilen alana yönelmek yerine yeryüzüne dönüp doğal varlık alanını konu edinmelidir. Açıklamaların kaynağı artık doğal nedenlerdir. Din, siyaset, etik, fiziksel-zihinsel dünyanın açıklanmasında doğaüstü değil; doğal nedenlere başvurulmaya başlanmıştır. Aklın gücüne, ilerlemeye ve ilerlemenin bir aracı olarak da bilime/bilimsel yönteme duyulan inanç modern dünyada akılcı felsefenin en belirgin özelliği olmuştur (Cevizci, 2007, s.12).

İnsan varoluşu itibarıyla aşkın ve içkin olanın gerilimindedir. Dünyaya açık bir varlık olarak da “varlık düzeninin iştirakçisi”dir. İnsanın varlık düzenine katılımı sembolleştirmelerle gerçekleşir. Varoluş geriliminin yeni durumlarıyla başa çıkılamadığında ise yeni sembolleştirmelere başvurulur. Bir “farklılaşma” ile modern toplum gnosis temelinde kendi düzenini/ düzensizliğini inşa etmiştir. Çünkü varoluş gerilimi modern toplumda ortadan kaldırılıp; aşkın ve içkin kutuplar ideolojik inşalarla yok edilmek istenmiştir. İnsandaki temel bir faaliyet olarak “temel”i, “aşkın”ı, “kutsal”ı tecrübe; modern dünyada değişime uğramıştır (Güngörmez, 2011, s. 105-136).

Voegelin’in düzen ve sembolleştirme fikrinden hareket ederek “ritüel” kavramının incelenmesine geçilebilir. Çünkü ritüeller sembolik eylemlerdir. “Ritüel” için verilen tanımlardan bazıları şöyledir: Ritüel, kişiler ve dünya arasında doğru bir dengenin yakalanabilmesi için bir duyguyu oluşturan veya yeniden-yaratan formel ve sembolik davranıştır. Kavram köken itibarıyla rhyme (kafiye), rhythm (ritim), river (ırmak) gibi kelimelerle ortak bir köke sahiptir. Bu kavramlar bir arada düşünüldüğünde ritüelin; düzenli biçimde akan, tekrarlayan, kuralları olan, anlaşma/uyum-luluk/düzen (convention) gibi vurgularının olduğu görülmektedir (Terrin, t.y., s. 3933-3936).

Ritüelin kuşatıcı bir tanımı;

(…) ‘ritüel’ genel olarak hem bilimsel hem de diğer sohbetlerde, belli bir faaliyet türü olarak algılanır; ‘ritüel’ kendini açıkça dile getirir, alışılmış, buyurgan, şakacı, basmakalıp, gizemlidir, nesneleri kullanmayı gerektirir, biçimlendirici düzenlidir; ezberden okuma, şarkı söyleme, grup törenleri, dans, kurban ve göreve başlangıç törenleri, kutsal nesneleri kendi lehine kullanma ve benzeri spesifik uygulamalar gibi önceden belirlenebilen, anlamsız, anlamlı, düzenli model nitelikli, ardışık, sembolik ve gelenekseldir. ‘Ritüel’le ilgili geçerli anlamlara ilişkin ikinci bir yan anlamlar grubu vardır, bunlar en belirgin şekilde sihir uygulamaları ve büyücülükle ilişkilidir fakat aynı zamanda olağanüstü varlık veya alanla birleşmeye (hava durumu gibi), öngörülemeyen olayları kontrol altına almaya, toplantıları açma ve kapama faaliyetlerine, yardımlarından dolayı olağanüstü varlıklara şükran sunmaya işaret eder. Bu uygulamalar katılımcılar tarafından anlaşılabilir veya anlaşılamaz.” (Collins, 2012, s. 122).

Ve bu kuşatıcı tanımına uygun olarak da ritüelin insan hayatında temas ettiği alanın kuşatıcılığı şu şekilde ifade edilebilir:

‘Ritüel’ terimi, Katolik toplu ayininden, Budist rahiplerinin Himalayalarda şarkı söylemelerine, İngiltere Avam Kamarası’nda Başbakanın soru sorması anında meydana gelen rahatsız edici kargaşadan, büyük ibikli dalgıç kuşunun çiftleşme seremonilerine kadar, olağanüstü derecede değişik davranışı tasvir etmek için çeşitli ortamlarda kullanılmıştır. Bu terim, taç giyme ve çay içme törenlerini, çocukların yetişkinlerin oluşturduğu çevreye kabul edilişlerini betimlemek için kullanılır ya da ister dinî ister seküler isterse her ikisi olarak yorumlanan fiilleri tanımlayabilir. ‘Ritüel’, örneğin, hemşireler ve sporcu baylar ve bayanlar tarafından çalışma ortamlarında icra edilen belirli faaliyetleri, okullardaki eğitim faaliyetlerini, dinî amaçlı yolculukları (hac) ve tatilleri tasvir edebilir. ‘Ritüel’ genel veya özel olabilir.” (Collins, 2012, s. 121).

Ritüeller Durkheim’ın ifadesiyle “insanların kutsal karşısındaki davranış kurallarıdır.” Kutsallık dünyadaki varoluş türlerinden biridir. Bunun karşısında ise profan (din dışı) varoluş vardır. Yani dünya bu iki varlık alanına bölünmüş durumdadır. Kutsal ve din dışı; aralarında bir ilişkinin olduğu iki farklı varlık alanıdır. Din dışı kutsala ulaşamazsa anlamını yitirir. Bu aradaki geçişlilik ritüellerle sağlanır. Ritüeller Durkheim’ın düşüncesindeki dinin amelî boyutlarıdır. Durkheim’ın din tanımı ise şöyledir: “Bir din, kutsalla yani diğerlerinden ayrılmış ve yasaklanmış şeyle ilgili inançlar ve amellerden oluşan tutarlı bir sistemdir.

Bu inançlar ve ameller, kendilerine inanan bütün insanları kilise/cemaat diye isimlendirilen tek manevi bir toplum hâlinde bir araya getirir.” Buradaki ritüellerle yani amellerle insanlar din sisteminin kutsalları etrafında birleşerek bir toplum hâline gelmektedir (Durkheim, 2005, s. 55-67). Durkheim’ın ritüel hakkında söylediklerinden hareketle “kutsal” anlaşılmadan ritüelin anlaşılması mümkün değildir. Kutsal inanan kişiyi “Tanrı’ya, ritüele, cemaate, doktrine ve ahlaka bağlayan, onun din çerçevesinde kalmasına katkıda bulunan temel tecrübe”dir (Demirci, t.y., s. 495).

Kutsalın özellikleri:

Kutsal a) Rudolf Otto’nun kullanımıyla mysterium tremendum’dur. “Korku ve saygı uyandıran bir hissin yöneldiği objedeki saklı kudrettir.”

b) Hierofani (zuhur). Bir nesne, kişi, yer tesadüfen değil; tabiatüstü ilahî bir güçle temasa geçmiş olduğu için kutsallık kazanır. Yani yüce olan gücün kendisini bir biçimde zuhur ettiği şey kutsallaşır. Hac mekânı gibi bir yerin kutsal olmasının sebebi orada Tanrı’nın, bir meleğin vs. zuhur etmesidir.

c) Tabu olması. Kutsala rastgele bir biçimde temas edilemez. Kutsal kabul edilen bir mekâna girmeden önce abdest almak kutsala temas edebilme şartıdır.

d) Kalıcı ya da geçici.

e) Sirayet edicidir. “Bazı durumlarda kutsal olan bir şey bu kutsallığı bir başka şeye nakledebilir. Buna en klasik örnek kutsal bir kişinin el temasıyla başkalarını kutsallaştırması işlemidir.” 

f) Bir topluluk için anlam haritasıdır. Bu kutsalın kamusallığıdır. Yani bir topluluğun neye karşı nasıl davranması gerektiğini topluluğa bildirerek bir anlam haritası sunmasıdır (Demirci, t.y., s. 495).

Kutsal şeyler Durkheim’ın ifadesiyle “Tanrılar ya da ruhlar diye isimlendirilen kişisel varlıklardan ibaret değildir. Bir kaya, bir ağaç, bir su kaynağı, küçük bir taş, bir ağaç parçası, bir ev hasılı her hangi bir şey kutsal olabilir.” (Durkheim, 2005, s. 56). Bu genel ifadeye nazaran daha detaylı biçimde ise kutsal; mekân, zaman, varlık ve nesnede olmak üzere dört farklı şekille ortaya çıkar:

1. Kutsal mekân. Hierofaninin gerçekleşmiş olduğu ve burayla temasın özel ritüelleri gerektirdiği yerlerdir. Bu mekânlarda bulunmanın kişiye dünyevi ve uhrevi imtiyazları olur. Hac mekânları ve tapınaklar böyle yerlere örnektir.

2. Kutsal zaman. Profan zamanlardan ayrılan özel periyotlardır. Bir yıl içerisinde bayramlar böylesi zaman dilimleridir. Bu anlarda özel ritüeller gerçekleştirilir. Yahudilik’teki Şabat kutlamaları buna örnektir.

3. Kutsal varlık. Başta Tanrı olmak üzere doğaüstü olduğuna inanılan varlık türleridir. Bazen insanlar ya da hayvanlar kutsal sayılırlar. Bu varlıklar kutsallıklarını uhreviliklerinden alırlar. Kabile şefleri, kâhinler bunlara örnektir.

4. Kutsal nesne. Taşıdığına inanılan tabiatüstü güç nedeniyle taş, kutu, asa, yüzük gibi nesnelerin kutsal sayılıyor oluşu ve bu nesnelerle temasın özel ritüelleri gerektiriyor olması söz konusudur (Demirci, t.y., s. 495). İçkinlik, ritüel ve kutsala bu şekilde ayrı ayrı değindikten sonra; Voegelin’in modern dönemde kutsalların içkinleştiği söylemine dayanarak ritüellerin de modern dönemde içkin nitelikler kazandığı söylenebilir. Modern dönemde içkinliğin temel özelliği akla uygunluktur; yani rasyonellik. Bu noktada Ritzer’in akılcılaştırmanın beş temel unsuru olarak saydığı; öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik, verimlilik, insan teknolojisinin yerine insansız teknolojinin geçmesi sayesinde denetim ve akılcılığın akıl dışılığı (Ritzer, 2011, s. 107) unsurları kutsallığın yeni formlarına işaret etmektedir. Bu yeni formlar etrafında da yeni ritüeller (rasyonel ritüeller) hayat bulmuşlardır.

Rasyonel Ritüel Örnekleri Ekonomik Faaliyetin Ritüelleri

Kutsallığın mekânla ilişkisini rasyonalite döneminde ekonomi kontekstinde Ritzer’in diliyle ‘tüketim katedralleri’nde görmek mümkündür. Tüketim katedrallerinin yarı dinsel-büyülü bir karakteri vardır. Buralara sanki tüketim dinini uygulamak için gidilmektedir. Bu mekânlar dinlerdeki hac merkezleri gibidir. Tüketim, dünyanın her yerinde insanların hayatlarında giderek büyüyen bir rol oynamaktadır. Buna paralel şekilde de tüketim mekânları hayatın her yanını kuşatmaya başlamıştır. Evler, stadyumlar, eğlence parkları ve daha birçok mekân akılcılaştırmanın etkisi altında tüketim araçları hâline gelmişlerdir. Mekânın tüketim doğrultusunda akılcılaştırılarak kutsallaştırılmış olduğu söylenebilir:

“Yeni tüketim araçları “tüketim katedralleri” olarak görülebilir -yani birçok insan için büyülü hatta bazen kutsal, dinsel bir karaktere sahiptirler. Sürekli daha fazla tüketiciyi kendilerine çekmek için bu tüketim katedrallerinin tüketim için daha da büyülü, fantastik, sihirli ortamlar sunmaları ya da en azından sunuyor görünmeleri gerekir. Bazen bu büyü kasten yaratılır, başka ortamlarda ise büyük ölçüde görülmeyen bir dizi gelişme sonucu ortaya çıkar. Moskova’daki McDonald’s restoranının açılışından bir işçi “sanki Chartes Katedrali’ydi orası… ‘kutsal bir haz’ yaşama yeri” diye söz etti. Disney dünyasını ziyaret, “orta sınıf haccı, güneşte pişen kentte zorunlu bir ziyaret” olarak betimlendi ve Disney dünyasına gidişle Lourdes gibi dinsel yerlere hacca gitmek arasında benzerlikler kuruldu. (…)

Alışveriş merkezleri, insanların “tüketim dinleri”ni yerine getirmek için gittiği yerler olarak tarif edilir. Alışveriş merkezlerinin ticari ve mali girişimlerden daha fazla bir şey olduğu; geleneksel uygarlıkların din merkezleriyle ortak çok yanları olduğu ileri sürülür. Bu tür din merkezleri gibi alışveriş merkezleri de insanların festivallere katılma ihtiyaçlarının yanı sıra birbirleriyle ve doğayla (ağaçlar, bitkiler, çiçekler) ilişki kurma ihtiyacını karşılayan yerler olarak görülür.

Alışveriş merkezleri, geleneksel olarak tapınakların sağladığı türde bir merkezlilik sağlar ve benzer bir denge, simetri ve düzene sahip olacak şekilde inşa edilirler. Atriumları genellikle su ve bitkiler aracılığıyla doğayla bağlantı sunar. İnsanlar kendilerine özel cemaat hizmetlerinin yanı sıra bir topluluğa dâhil olma duygusu da edinirler. Oyun din pratiğinin neredeyse evrensel ölçüde bir parçasıdır ve alışveriş merkezleri de insanlara eğlenmeleri için bir yer sağlar. Aynı şekilde alışveriş merkezleri insanların tören yemeklerine katılabilecekleri bir ortam da sunar. Alışveriş merkezleri, tüketim katedralleri adını hak eder.

Din katedrallerinde olduğu gibi tüketim katedralleri de yalnızca büyülü değildir, hayli akılcılaştırılmıştır da. Gitgide daha fazla tüketiciyi kendilerine çektikçe büyüleyicilikleri de taleple birlikte yeniden üretilmiş olmalı. Üstelik tüm ülkede hatta dünyada başarılı büyülü ortamların şubeleri açıldı ve sonuçta öz olarak aynı büyü çok geniş bir yelpazede yeniden üretilmiş olmalı. Bunu başarmak için büyünün sistematikleşmesi ve böylece bir zaman ya da yerden diğerine kolaylıkla yeniden yaratılabilir olması gerekir.” (Ritzer, 2011, s. 26-27).

Tüketim merkezlerinin akılcılaştırılmış yapısında akılcılaştırmanın unsurlarını görmek mümkündür. Verimlilik, bir alışveriş merkezi için “aşırı verimli ve etkili satış makinesi”; tüketici içinse “alış makinesi” olarak tanımlanmıştır. Öngörülebilirlik açısından “Akılcı bir toplumda tüketiciler tüm ortam ve zamanlarda neyle karşılaşacaklarını bilmek isterler.” Bugün yediği bir yemeğin yarın da aynı olmasını bekler ve sürprizle karşılaşmaktan hoşlanmaz. İnsansız teknoloji ile hem çalışanlar hem de müşteriler üzerinde denetim kurulmak istenir. Alışveriş merkezinin kendisi de “teknolojik olarak denetlenen bir krallık” gibidir. Mallar, ışıklandırma, sıcaklık, gösteriler üzerinde denetim uygulanır. Ritzer giriş-çıkışların denetlendiği ve daima bir gözetimin olduğu yerleri akılcılaştırmanın denetlenebilirlik unsurunun başlığı altında yorumlar (Ritzer, 2011, s. 107-124).

Tüketimin rasyonalitesinde akılcılığın akıl dışılığı da Ritzer’in üzerinde durduğu konulardan biridir. Burada da Ritzer, akılcılık sisteminin hizmet ettiği insanların temel insanlığını, insan aklını inkâr ettiğini söyler. Fast food ile insanların vücutlarına zararlı yiyeceklerin alışkanlığının kazanılması ya da sistemin denetiminin insanların elinden çıkarak sistemin insanları denetleyici hâle gelmesi örnek olarak verilir (Ritzer, 2011, s. 124-125). Bu noktada Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” (Kant, 2013) metni hatırlanırsa; “Düşünme, itaat et.” sözü bir subayın, maliyecinin, din adamının sözü olmaktan çıkıp “Yetkilerini akla devret ve bunun ardından da aklın seni yönetmeye başlasın.” şeklinde bir sürece girilmiştir. Yani egemenlik akla ait sisteme devredilmiştir. Böylelikle akla ait sisteme dâhil olunup “akıl” devre dışı kalmıştır.

Ritzer’in tüketim araçları ve tüketim merkezlerine ilişkin bu yorumlayışının bu çalışma kapsamında değerlendirilmesi özetle şöyledir: Modern dönemde tüketim merkezleri adeta tapınaklar hâline gelmiştir. Bu tüketim merkezlerine gidip orada alışveriş yapmak ritüel havasında gerçekleşmektedir. Rasyonel özelliklerle donatılmış bu merkezlerde yapılan alışverişler de “rasyonel ritüeller” olarak okunabilirler. Eliade’nin dinler tarihinden örneklerle “kutsal mekân”la ilgili verdiği bilgiler bugün tüketim merkezleri için geçerli hâle gelmiştir. Kutsal mekâna ve merkeze yakın olma isteği vardır; buna özlem duyulur (Eliade, 2009, s. 370). Tüketim merkezlerine yakınlık da günümüz için insanların tercih ettikleri bir şeydir. Bu ve buna benzer analojiler mekân bakımından kurulabilir (Tekin, 2012, s. 196).

Tüketimle ilgili olarak bir diğer kutsallık ve ona ilişkin ritüel de kutsal simgeyi taşıyabilmekte kendini gösterir. İnsanlar kutsala yakın olmak ve onu elde etmek isterler. Simgeler insanın kutsalla devamlı ilişkisini sağlar. Simgelerle tutarlı bir sistem, mantık oluşturulmuştur. Simgeler belli bir topluluğun anlayabildiği dildir. İnsanın taşıdığı simgesi onun toplum içinde ve kozmos içindeki yerine karşılık gelen bir anlama sahiptir. İnsanın toplum ve kozmosla ilişkisini düzenler. Tek amaç insanın kozmosun ve toplumun parçası olan insanın toplumla ve evrenle bütünleşmesidir. Simge bu yönüyle birleştiricidir (Eliade, 2009, s. 424-428).

Tüketim aracı olarak da akılcılaştırılmış bir toplumda elde edilmek istenen şeyler markalı/ logolu ürünlerdir. Ya bir torba ya da bir tişört, üzerinde bilindik bir markanın amblemini taşıyorsa insanlar tarafından elde edilmeye çalışılır. Rasyonalitenin tüketim kanalıyla bireyciliğe yaptığı vurgu insanlarda böylesi kamusal simgelere sahip olunması gereksinimini uyandırmıştır (Ritzer, 2011, s. 253). Yani modern dönemde kutsalın kamusal olarak oluşturduğu anlam haritası böylesi bir yapıya sahiptir.

Bilimsel Faaliyetteki Ritüeller

Rasyonalitenin, adına ‘rasyonel ritüeller’ denilebilecek organizasyonlarla kendini açığa çıkardığı bir başka faaliyet alanı bilimdir. Aydınlanmanın bilimsel faaliyete yaklaşımı; ardından pozitivist bilim görüşü; bilimin modern dünyada edinmiş olduğu yeri göstermesi bakımından önemlidir. Burada bilimsel faaliyetin organizasyonunun tümüne değinmek elbette mümkün değildir. Ancak birkaç küçük örnekle bilimsel faaliyetin de ritüel benzeri bir yapılanmaya sahip olduğu gösterilebilir.

Bilim, aklın ve akılcılığın cisimleştiği yerdir. Aydınlanmaya destek vermiş en önemli kurumlardan biridir. Bilimcilik Aydınlanmanın özelliğidir ve gerçek Aydınlanmanın bilim ile gerçekleşeceği düşünülmüştür. Bilim, pratik yönüyle insan hayatında konfor artırıcı potansiyele sahiptir. Bilim ile insan dünyadaki mutsuzluklardan kurtarılacaktır. Sadece bilime dayanan bir toplum gerçek mutluluğa erişebilecekti. Bilgi arttıkça hayat da güzelleşecekti. Bilginin Baconcı anlamda güç ve iktidar sağlaması önce doğa üzerinde sonradan da toplum üzerinde kontrol imkânı sunacaktı. Bu yeni bilgi ve bilim ile insani ve sosyal olan da doğa gibi fethedilebilecekti. Bilimden bu yönde bir beklenti vardı (Cevizci, 2003, s. 761-762).

Özellikle Aydınlanma bilimi hakkındaki bu görüşün ardından; ilkin belirtilmesi gereken şey bilimin, tarihî gelişim sürecinde dinî cemaatin ve dinî dogmalar alanının yerine geçmiş olduğudur. Fakat bu geçiş dogmalardan arındırılmış bir yere yapılmamıştır. Dinî dogmalar alanından bilimsel dogmalar alanına geçilmiştir. Dinî cemaatten bilimsel cemaate geçilmiştir. Her cemaatin de bir inançlar şebekesi vardır. Ve varlığını devam ettirebilmek için inançları işlemeli, sonraki kuşaklara aktarmalı ve bunları savunmalıdır (Arslan, 2007, s. 110).

Bilimsel eğitim süreci, zımni bilginin edinilmesi ve epistemik monopolün yapısı bilim faaliyetindeki ritüalistik yapının gözlenebilmesi açısından ipuçları vermektedir. Bilginin bilimsel bilgi olmak anlamında en önemli özelliği meşruiyet kazanabilmiş olmasıdır. Bilginin gücü de onu üreten epistemik cemaatin gücüne dayanır. “Epistemik otoritenin onayını almayan hiçbir unsur, “bilgi” ya da “bilimsel bilgi” statüsü kazanamaz. Epistemik bir cemaatin var olduğu her durumda “epistemik bir statüko” da vardır.” Bilimsel araştırma faaliyetinde bilim adamını motive eden şey de güvenilirlik kazanma tutkusudur.

Bilim adamı için önemli olan şey epistemik statüko içerisinde diğer bilim adamlarının güvenini kazanmaktır. Çünkü güvenilir ya da bilimsel bilgi ancak araştırma cemaatinin güvenilir ya da bilimsel saydığı bilgidir. Bu güvenilirliğin elde edilmesi süreci de araştırma cemaatinin kriterlerine uygun şekilde yürütülen değerlendirilme sürecidir. “Bilim adamının çalışması veya tezi cemaatin diline, dogmalarına, normlarına vb. uygun olmalıdır.” “Bilim adamı ancak güvenilirlik elde ettikten sonra cemaatinin üyesi durumundaki meslektaşları tarafından kabul görebilecektir.” Bilimsel faaliyette de güvenilirlik elde etmenin yolu bilimsel cemaat içinde başkalarının yardımına başvurmaktan geçmektedir. “Bilimsel cemaat içinde başkalarının yardımına başvurunun en açık biçimde görüldüğü yer, bilimsel cemaatin törelerinin en önemlilerinden biri durumundaki iktibas (citation: alıntı, referans, dipnot, zikretme) kurumudur.”

İktibas ile referanslar verilerek otoritelere başvuru yapılır. Yazılan metin, iktibaslarla daha inandırıcı kılınmak istenir. Çünkü güvenilirlik ve karşıdakini ikna etme bilimsel faaliyette hedeflenen temel noktalardandır. İktibas kurumunun yanında bilimsel faaliyette güvenilirlik kazanmanın bir diğer yolu doğaya başvurmaktır. Laboratuvar ortamı, deney ve gözlemlerle bilim adamının düşüncelerini kanıtlamak için ona yardım eder. Daha büyük daha gelişmiş laboratuvar imkânlarına sahip olanın inandırıcılığı da daha fazladır. Bilimsel cemaat içerisinde bilginin meşruiyet kazanabilmesi için bir üçüncü yol da bilimsel dergilerdir. Yazıya dökülmemiş hiçbir düşünce bilimsellik iddiasında bulunamaz. Yazıya geçirilerek düşünceler bilimsel cemaate açık hâle getirilir. Bilimsel dergiler bu süreçte iletişim aracı görevi görürler.

Bir bilginin cemaate ulaşmasına olanak tanırlar. Fakat bu dergilerin işleyişinde editörlük kurumunun ve editörün kilit bir pozisyonu vardır. “Bilimin eşik bekçileri” olarak da adlandırılan editörler, bilimsel ve epistemik monopolün kontrolünü gerçekleştirirler. Yaptıkları işle editörler, bir bilgi iddiasının ve o iddiada bulunan bilim adamının “bilimsellik” dolayısıyla da güvenilirlik niteliği kazanıp kazanmamasına karar verici konumdadırlar (Arslan, 2007, s. 110-143).

Kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi modern bilimsel faaliyetin işleyişinde belirli bir düzenlilik vardır. İktibas kurumu, doğaya başvurma, bilimsel dergiler ve editörlük faaliyetleri bir bilgi iddiasının ve bilim adamının, güvenilirlik ve bilimsellik niteliklerini kazanması sürecinde etkin rol oynarlar. Bilimsel faaliyetin ritüellere temas ettiği nokta da bu sürecin işleyişiyle ilgilidir. İktibas ritüellerine uymaksızın “bilimsel” bir metin meydana getirilemez. Doğaya başvurmaksızın ya da laboratuar ritüellerine uymaksızın inandırıcılık sağlanamaz. Son olarak da editörlük kurumunun onayı alınmaksızın “bilimsellik” iddiasında bulunulamaz. Yani bilimsel faaliyette bulunmak ve bilimsel epistemik cemaate katılım, ritüel nitelikleri olan bir faaliyettir.

Bilimsel bir metnin yazılması süreci, bilginin deney ve gözlemlerle doğrulanmaya çalışılması ve editör onayından geçmek modern anlamda bir ‘geçiş ritüeli’nin gereklerini yerine getirmekle eş tutulabilir. Eliade’nin özellikle çağdaş insana ilişkin düşünceleri bilimsel faaliyet özelinde -bilimsel faaliyetin bu işleyişi sebebiyle- bilimin rasyonel organizasyona sahip bir örgütlenmesinin yani rasyonel ritüellerin olduğunu tasavvur ettirmektedir (Eliade, 1991, s. 177-190).

‘Geçiş ritleri’ hakkında çalışan Van Gennep ‘geçiş ritleri’ için üçlü bir aşama öngörmüştür: önceki dünyadan ayrılmayı ifade etmek için “preliminal rites” (eşik öncesi hazırlık ritleri); geçiş aşamasında uygulananlar olarak “liminal ya da threshold rites” (eşik ritleri); yeni dünyayla bütünleşme seremonileri içinse “postliminal rites” (eşik sonrası ritler) kavramları kullanılır (van Gennep, 1977, s. 21). Bu üçlü yapı şöyle özetlenebilir:

Birinci aşama olan ayrılma, birisinin eski kimliğinin kaybolmasına yönelik referanslar ve arındırma faaliyetleriyle nitelendirilir. İkinci aşama olan dönüşüm, çoğu defa toplumun kalan kısmından ayrıştırıcı girişimleri içerir; orada bu girişimler geçici olarak eski kimlikleri ile yeni kimlikleri arasında kalır. Bu aşama çoğu defa tabular, arayışlar, denemeler ve buna benzer davranışlarla öne çıkar. (…) Üçüncü aşama olan birleşme, yeni değişim geçirmişlerin cemaate geri dönüşünü gösteren sembolik uygulamalarla öne çıkar. Cemaate girişlerin meyvesi olarak yeni sorumluluklar ve yeni bir statü ile birlikte muhtemelen yeni bir isim, yeni elbiseler ve rütbe almaları, çoğu defa ortak bir sofra veya bazı diğer ortaklaşa faaliyetler öne çıkar (Collins, 2012, s. 132).

Akademik hayat, işleyişi itibarıyla geçiş ritüellerinden müteşekkildir. Bilimsel epistemik cemaate dâhil olmak isteyen aday ilk aşama için mevcut durumdaki normal şartlarından uzaklaşır. Bir kütüphaneye veya araştırma alanı her ne ise oraya gider. Tezinin hazırlanması sürecinde ikinci aşamayı yaşar. Arayışlar ve denemelerle geçen bir dönem geçirir. Aday, normal zamanda yaşadığından daha farklı bir tecrübe içerisindedir. Gün gelip jürinin önüne çıkar ve çalışması kabul edilirse yeni bir unvan alır: doktor, doçent, profesör gibi. Üçüncü aşama da tamamlanır. Yeni unvan ve yeni sorumluluklarla aday artık toplumun -bilimsel epistemik cemaatin- üyesi olur.

Bu çalışma kapsamında da söylenmek istenen şey; akademi hayatının rasyonel bir şekilde örgütlenmiş ritüelleri bulunduğudur. Ergenlerin topluma kabul ritüelleriyle; günümüzde akademik çevreye dâhil olabilmek için gerekli görülen tez hazırlama süreci arasında böyle bir paralellik kurulabilir. Temel manada rasyonel biçimde icra edilen “bilimsel” bir geçiş ritüelinden söz edilebilir.

Siyaset Kurumunun Ritüalistik Yapısı


Siyaset kurumunda ve devlet yapılanmalarında Carl Schmitt’in yorumu rasyonalite ve sekülerleşme sürecinin dolayısıyla genel olarak modern dönemin anlaşılabilmesinde geniş bir perspektif sunmaktadır. Schmitt; Forsthoff ve Gogarten’a referansla “bir dünyevileşme kavramı olmaksızın tarihimizin son yüzyıllarının anlaşılmasının mümkün olmadığını” söyler. Rudolf Otto’nun “kutsal” için kullandığı ifade olan “ganz Andere” (tümüyle öteki) kavramı Schmitt’in dilinde birbirinden farklı iki olgunun ortak noktasında buluşurlar: siyasi liberalizm için devlet ve siyaset “tümüyle öteki” iken Protestan ilahiyatının politik olmadığını iddia ettiği teorisinde de Tanrı “tümüyle öteki” kavramıyla karşılanmıştır (Schmitt, 2005, s. 10).

“Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır. Sadece tarihsel gelişimleri dolayısıyla değil, -çünkü bu kavramlar ilahiyattan devlet kuramına aktarılmışlardır, örneğin her şeye kadir Tanrı, her şeye kadir kanun koyucuya dönüşmüştür- bu kavramların sosyolojik yönden incelenmesi için anlaşılması gereken sistematik yapıları dolayısıyla da dünyevileştirilmişlerdir. Olağanüstü hâlin hukuk için taşıdığı anlam, mucizenin ilahiyat için taşıdığı anlama benzer. Yalnızca bu benzerlik akılda tutularak devlet felsefesine ilişkin fikirlerin son yüzyıllarda kaydettiği gelişim anlaşılabilir.

Modern hukuk devleti düşüncesi, deizm (yaradancılık) ve mucizeyi dünyadan kovan ilahiyat ve metafizikle beraber galebe çalmıştır. Bu ilahiyat ve metafizik, hem doğa kanunlarının ‘doğrudan bir müdahale sonucu meydana gelen bir istisna’ tarafından ihlalini -ki bu, mucize kavramının doğasında vardır- hem de egemenin yürürlükte olan hukuk düzenine doğrudan müdahalesini reddeder. Aydınlanma rasyonalizmi, olağanüstü hâlin her şeklini reddetti. Böylelikle, karşıdevrimin tutucu yazarlarının tek tanrıcı inancı, monarkın kişisel egemenliğini, tek tanrıcı ilahiyattan devraldığı kıyaslarla ideolojik olarak desteklemeye çalışabildi” (Schmitt, 2005, s. 41-42).

Özetle Schmitt’in genel bir görüş olarak dile getirmiş olduğu bu düşünceler Aydınlanmadan itibaren modern dönemde devlet ve siyaset kurumunun yeni bir anlayışla inşa edildiğini göstermektedir. Ki burada temel nokta yeni anlayışın eski dönemden form bakımından izler taşıdığını ancak içerik olarak aşkın âleme ilişkin referansların koparılıp seküler/dünyevi saiklerle yeniden teşekkül ettiğini göstermektedir.

Modern dönemde devlet “ulus” ve “ulusçuluk” fikri etrafında örgütlenmiş bir yapıya sahiptir. Yani modern devlette ayrıcalıklı bir yere sahip olan temel nitelik “ulus”tur. Modern ulus-devlet ile dinin toplumsal bilinç üzerindeki etkisi kırılarak ulusal bir kimlik oluşturulmaya çalışılmıştır. “Ulus-devletler (…) ‘sivil ve seküler (kimi toplumlarda da ‘ulusal’) bir din’ yaratarak” yaşanan problemleri çözmeye çalışmışlardır. “Ulusal bayrak, marş, ulusal önderler, ulusal mitoloji ve tabii ki törenler, bu ‘sivil ve seküler din’in araçlarıdır.” (Özbudun, 1997, s. 129-130)

Özbudun’un çalışması esasen “ayin” ve “tören” ayrımına dayanmaktadır. Özbudun, ayini “insanın yaşam kaynakları üzerinde denetim sağlama çabası” olarak insanlığın eski bir olgusu kabul etmektedir. Ancak zamanla ayinlerin biçimsel özelliklerini sürdürmeye devam ettiğini fakat siyasal iktidarların biçimselleşip kurumsallaşmasıyla ayinlerin iktidar kurumunun meşruiyet aracına dönüştüğünü söylemiştir. Bu evreden itibaren de ayinler yerine “tören” tanımının kullanılması gerektiğini iddia eder. Modern ulus-devletler de törenlerin bu özelliklerinden çokça faydalanmışlardır. Kendilerine uygun biçimde seküler-laik-ulusal bir içerikle törenleri kullanmışlardır (Özbudun, 1997, s. 161).

Berger, insanların unutkan olduğunu ve unutkanlıkla mücadele için hatırlatıcılar gerektiğini söyler. Dinî pratikler de bu hatırlatma sürecinin önemli araçlarıdır (Berger, 2011, s. 104-105). Takvimsel ritüeller1 bu noktada önemli hatırlatıcılar olarak görev yaparlar. Her yılın belli dönemlerinde idrak edilen milli bayramlar bu yönüyle modern devlet için kutsal sayılan “ulus” fikrinin pekiştireçleridir.
1 Ritüellerin tasnifi için bk. Honko, (2006, s. 131-135).

Sekülerleşme ve Din Kurumunun Rasyonelleşen Ritüelleri

Modernleşme sürecinin aslında doğrudan etkilediği kurum dindir. Çünkü sekülerizm dinin toplumdaki etkisinin zayıflayarak bu dünyada insanın kendi kendine yetebileceğini dolayısıyla öte dünyayla bağına gerek olmadığının ifade eden süreçtir (Demir, 2002, s. 359). Bu süreçte Durkheim’ın, dini toplumsal temel üzerine inşa eden ve dine işlevleri itibarıyla yaklaşılması gerektiğini söyleyen yaklaşımının etkin bir rolü olmuştur.

Durkheim en basit toplumsal organizasyonun totem temeli etrafında birleştiğini söyleyerek en asli toplum örgütlenmesinin ve dolayısıyla da toplumun bugün bilinen anlamda nasıl anlaşılması gerektiğinin ipuçlarını bize vermiştir. Özellikle Avustralya yerlileri üzerine yaptığı incelemeler neticesinde toplumun kabileler, fratriler ve klanlar şeklinde örgütlenmiş olduğunu; en basit yapılanma olarak da klanların “totem” etrafında bir araya gelmiş topluluk olduğunu söylemektedir. Totem objesi klanlar arasında farklılıklar gösterebilirken esasen bir klan bir totem çevresinde bütünleşmiştir. Kutsal ve din dışı ayrımında; totem olarak kabul edilen nesne kutsal tarafta yer alır. Ve onun kutsallığı kendisini kutsal kabul eden klandan kaynaklanır. “Totem, kutsal şeylerin temel bir örneği” (Durkheim, 2005, s. 151) olduğu için Durkheim’ın din-toplum-kutsallık üçlemesinin temeli burada yatmaktadır.

Totem iki farklı şeyi sembolize eder: biri Durkheim’ın totem esası ya da tanrı fikri dediği şeyin dışsal ve görünür biçimidir diğeri ise klan diye isimlendirilen özel toplumun sembolüdür. Klanın bayrağıdır ve ona özgüdür. Bir klanı diğer klanlardan ayırır. Yani totem hem tanrının hem de toplumun sembolüdür. Bunun sebebi de tanrı ve toplumun aynı şey olmasıdır. Klanın tanrısı, klanın kendisinden başka bir şey değildir. Tanrı inananları için ne anlama geliyorsa; bir toplum da üyeleri için aynıdır. Tanrıya duyulan hisler ve tanrının insanlar üzerinde oluşturduğu etki bir toplumun kendi fertleri için ve onlar üzerinde oluşturduğu duygular aynıdır. Tanrının dışsal olması ve onu içimizde hissediyor oluşumuz, benzer şekilde toplum için de söylenebilecek temel özelliklerden biridir.

Yeri geldiğinde hem tanrı hem toplum için fedakârlıklar yapmak, kendimizi unutup onun köleleri gibi hissetmek, tanrıdan ve toplumdan kaynaklanan güç duygusu ve buna benzer ortak pek çok nokta tanrının aslında toplumla aynı şey olduğunu göstermektedir (Durkheim, 2005, s. 252-256).

Voegelin’in içkinleşme dediği durumun dindeki örnek teorisyeni Durkheim’dır. Durkheim’ın Dinî Hayatın İlkel Biçimleri’nden yapılan bu iktibaslarla Durkheim’ın dini aşkın âlemden koparıp içkin bir hâle getirmeye çalıştığı gösterilmek istenmiştir. Klanın yani toplumun Tanrı olarak kabul edilmesi ile içkin bir şey insan için mutlak bir noktaya yerleştirilmiş olur. Toplumun içkin bir Tanrı olarak kabul edilmiş olması da toplumun idamesi adına yapılan her faaliyetin ritüel bir nitelik kazanmasına vesile olur. Bu ritüeller de bizim çalışmamız açısından “rasyonel ritüeller” kategorisine dâhil edilirler. Dinin teorik anlamda yaşamış olduğu sekülerizm tecrübesi dinin pratiklerine de yansımıştır. Yani ibadetlerde de sekülerleşmenin ve rasyonelleşmenin etkisi görülmüştür.

İslam dini örneğinden hareketle; İslam, Müslüman’ın hayatını bir bütün olarak görmektedir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Kur’an-ı Kerim, En’am, 6/162). Bu ifade insanların sadece ibadet hayatlarının değil; günlük yaşantıların da İslam dairesinde kalması gerektiğini hatırlatmaktadır. Fakat rasyonel düşünce bu bütünlüğe aykırı olarak Müslüman’ın zihninde ayrımlar yapmıştır. Bu ayrımların neticesinde bir taraftan dinin onay vermediği eylemlere kapı aralanmışken diğer taraftan dinin emrettiği fiiller yerine getirilmektedir. “Hem camide ibadet yaparım hem de içki içerim.” şeklindeki söylem bunun bir örneğidir. İbadet camiye has kılınırken gündelik hayat kutsalın dışında serbest bölge olarak algılanmaya başlanmıştır (Tekin, 2012, s. 193-194).

Dinin rasyonel ve sekülerliğe ne kadar maruz kaldığını gösteren bir başka örnek ise yine İslam dininde hac ibadetinin yerine getirilmesiyle ilgilidir. Hac fıkhen üç farklı şekilde ifa edilir. Fakat özellikle son dönemde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ifade ettiği şekliyle yeni Hac tipleri ortaya çıkmıştır. “Haccın çeşitleri ilmihal ve fıkıh kitaplarında bellidir. Ancak modern zamanda yeni hac çeşitleri ortaya çıktı; lüks hac, VIP hac, müstakil veya otel tipi hac.” (Görmez, 2013). Esasen haccın ifa edilmesiyle ilgili olan değişik hac tipleri rasyonel ve özellikle tüketim/turizm mantığıyla ekonomik vurgunun etkisi altına girmiştir. Dinin seküler ve rasyonel hâle getirilmesine ilişkin bir başka örnek ise Ritzer’in “Mc Donaldlaşma” tezinden ilhamla yorumlanabilecek yeni bir dinî harekettir:

“Dinin Mc Donaldlaşmasının en çarpıcı örneği Alfa Kursudur; bu kursun on haftalık Hristiyanlık tanıtım paketi yurt dışına ihraç edilmekte ve pek çok özel işletmeye ilham verecek bir verimlilikte reklamı yapılmaktadır. (…) Alfa’nın yönetim merkezi olan ve faaliyetlerini sürdüren Londra’daki ünlü karizmatik Evanjelik Kilise, Holy Trinity Brompton (HTB) kursun gelişimini denetlemekte ve kitaplar, videolar, CD’ler, tişörtler ve araba çıkartmaları gibi ticari malların eşlik ettiği tam bir endüstri vasıtasıyla kursun dikkatli bir biçimde tanıtımını yapmaktadır.” (Guest, 2009/2012, s. 103).

Sonuç Yerine

Çalışmada önce Voegelin’in modern dünya hakkındaki yorumlarına başvurularak sekülerleşme sürecine değinilmeye çalışıldı. Buna göre modern dünyada yaşanan şey içkinleşmedir. İçkinleşme aşkınlığın kaybolmasıdır. Dünyanın din ya da Tanrı merkezli olmaktan çıkıp akıl ekseninde yeniden kurulmasıdır. İçkinleşmiş dünya buna göre akla uygun olmayan şeyleri reddeden dünyadır. Ritüeller de bu süreçte irrasyonel oldukları gerekçesiyle reddedilmişlerdir. Yani modernitenin ritüelsiz bir toplum talebi vardır.

Bu süreçteki en önemli şey kutsalın bizatihi kendisinin içkinleşmiş olması yani aşkın niteliklerini yitirmiş olmasıdır. Ritüeller tanımı gereği kutsalla ilişkisi içerisinde anlaşıldığı için ritüellerin de aşkınla olan bağları kaybolmuştur. Fakat ritüeller içkin kutsallar etrafında, içkin hâlde yeniden vücut bulmuşlardır. Yani modern düşüncenin akla uygun olmadığı gerekçesiyle reddettiği ritüeller ‘rasyonel’ biçimde varlığını devam ettirmektedir. Bu çalışmada modern kurum örnekleriyle gösterilmeye çalışılmış olan şey budur. Örneklerin sayısı elbette bu kadarla sınırlı değildir. Burada verilmek istenen şey yalnızca içinde bulunduğumuz dünyada yaşarken pek farkında olmadığımız bazı eylemlerimizin aslında büyük düzenler içerisinde ritüeller perspektifinden de anlaşılabileceğidir.

Sonuç olarak modern dünyanın ritüelsiz toplum talebi hem entelektüel açıdan hem de gündelik hayat açısından geçerli bir istek değildir. İnsan temelde bir ritüel varlığıdır ve ritüeller olmaksızın ritüelleri reddetmek mümkün değildir. Ritüeller rasyonel formda da olsa varlığını devam ettirmektedir.

* Bu çalışmanın hazırlanmasında “Rasyonalite ve Ritüeller” başlıklı yüksek lisans tezine ait verilerden faydalanılmıştır.

Yazıyı Aldığım Yer:http://www.kastamonur.com/modern-insanin-rasyonel-rituelleri/

Kaynakça

Arslan, H. (2007). Epistemik cemaat: Bir bilim sosyolojisi denemesi. İstanbul: Paradigma Yayıncılık. Berger, P. L. (2011). Kutsal şemsiye: Dinin sosyolojik teorisinin ana unsurları (Çev. A. Coşkun). İstanbul: Rağbet Yayınları. Cevizci, A. (2003). Aydınlanma. Felsefe ansiklopedisi içinde (C. 1. s. 756-767). İstanbul: Etik Yayınları. Cevizci, A. (2007). On yedinci yüzyıl felsefesi tarihi. Bursa: Asa Yayınları. Collins, P. (2012). Din ve ritüel: Çok yönlü bir yaklaşım (Çev. A. İ. Güngör). (Ed. P. B. Clarke), Din sosyolojisi: Çağdaş gelişmeler içinde (s. 121-147). Ankara: İmge Yayınları. Demir, Ö. & Acar, M. (2002). Sosyal bilimler sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları. Demirci, K. (t.y.). Kutsiyet. Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi içinde (C. 26. s. 495). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Durkheim, E. (2005). Dinî hayatın ilkel biçimleri (Çev. F. Aydın). İstanbul: Ataç Yayınları. Eliade, M. (1991). Kutsal ve din dışı. Ankara: Gece Yayınları. Eliade, M. (2009). Dinler tarihine giriş (Çev. L. Arslan). İstanbul: Kabalcı Kitabevi. Görmez, M. (2013). Hac ve umre hazırlık kursları eğitici semineri. 11 Haziran 2013 tarihinde http://www.diyanet.gov.tr/turkish/ dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-18967.aspx internet adresinden edinilmiştir. Guest, M. (2012). Dinin yeniden üretimi ve iletimi (Çev. İ. Şahin). P. B. Clarke (Der.), İ. Çapcıoğlu (Çev. Ed.), Din sosyolojisi: Çağdaş gelişmeler içinde (s. 91-119). Ankara: İmge Yayınları. Güngörmez, B. (2011). Eric Voegelin: İnsanlık draması din-politika ilişkileri. İstanbul: Paradigma Yayınları. Honko, L. (2006). Ritüellerin oluşum süreci (Çev. R. Ersoy). Milli Folklor, 18(69), 131-135. Kur’an-ı Kerim Meali. 11 Mart 2013 tarihinde http://www.diyanetvakfi.org.tr/meal/Enam.htm adresinden edinilmiştir. Kant, I. (2013). Aydınlanma nedir? (Çev. N. Bozkurt). 16 Mart 13 tarihinde http://www.allmendeberlin.de/Aydinlanma_Nedir_Kant.pdf internet adresinden edinilmiştir. Özbudun, S. (1997). Ayinden törene: Siyasal iktidarın kurulma ve kurumsallaşma sürecinde törenlerin işlevleri. İstanbul: Anahtar Yayınları. Ritzer, G. (2011). Büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemek: Tüketim araçlarının devrimcileştirilmesi (Çev. Ş. S. Kaya). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Schmitt, C. (2005). Siyasi ilahiyat egemenlik kuramı üzerine dört bölüm (Çev. E. Zeybekoğlu). Ankara: Dost Yayınları. Tekin M. (2012). Batı’da sekülerlik ve Türkiye Müslümanlığının seküler içerimleri. İnsan ve Toplum Dergisi, 4, 181-204. Terrin, A. N. (t.y). Rite/ritual. The Blackwell encyclopedia of sociology (Vol. 8, pp. 3933-3936). Oxford: Blackwell. Touraine, A. (2007). Modernliğin eleştirisi (Çev. H. Tufan). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Van Gennep, A. (1977). The rites of passage. London: Routledge and Kegan Paul.
Devamını Oku »

Matbaa Osmanlı’ya Ne Zaman Geldi?

...Yazımız iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Islam dünyasındaki hoca merkezli eğitim metodunun, batıdaki kitap merkezli eğitim metoduna olan üstünlüğü anlatılıyor, böylece niçin Osmanlı Devleti’nde matbaaya ihtiyaç duyulmadığı daha iyi anlaşılacaktır.

Ikinci bölümde ise birkaç alt bölüme yer verdik. Bu bölümde matbaanın ulema, yani alimlerden ötürü geciktiğine yönelik iddiaya günümüz kitaplarından, hatta 18. ve 17. yüzyıllarda yayınlanmış kitaplardan cevap veriliyor. Osmanlı aydınlarının bile matbaayı tavsiye etmediğini ve zaten halkın da basma kitaplara rağbet göstermediğini yine bu ikinci bölümde okuyacaksınız. Ayrıca kemalistlerin neden Osmanlı’yı kötüledikleri hakkında kısaca bilgi vermeyi de lüzumlu gördük.

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



Ibrahim Müteferrika’nın terekesi. (KAYNAK: Istanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivi, Kısmet-i Askeri Mahkemesi, nr. 98, vr. 39a.)

***

Evvela “ilk Türk matbaası” tabirini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Ibrahim Müteferrika matbaası, genelde ilk Türk matbaası ifadesiyle tarif edilir. Muhtemelen bu ifadenin en ayrıntılı ve doğru izahatı Hidayet Nuhoğlu tarafından verilir ki, burada onu aynen aktarıyoruz:

“Neyin ilki olduğunu doğru olarak ortaya koyarsak, ‘Türk-Osmanlı coğrafyasında, bir Müslüman devletin (Osmanlı Devleti), kendi kültürüne ait ve kendi kültürü için ihtiyaç duyulan eserleri basmak üzere, **devletin himayesinde** kurulan ilk matbaa’ tarifi daha doğru bir tarif olacaktır.”[1]

***

Islam Dünyasında Eğitim Metodu

Müslümanlar, insandan insana, ya da öğretmenden öğrenciye veya bilenden bilmeyene aktarılan sözlü bilgiye daha çok güvenirler. Bu bakımdan Müslüman topluluklarında bilgi ağız-kulak yoluyla dolaştığı için kitapların basma teknolojisi yoluyla çoğaltılmasına uzun zaman ihtiyaç duyulmamıştır. Bilgisayar kullanmayı bir kitaptan mı öğrenmek isterdiniz, yoksa birebir uzmandan mı? Elbette çoğunluk ikinci şıkkı tercih edecektir. Bir insanın bilgiyi doğrudan bilenden alması; bilenin kitabından almasından çok daha faidelidir. Insan varlığının düşüncelerinden oluşan bir metin, o varlıktan açığa çıkabilecek manaların üstünde olamaz.

Kitapta yer alan bilgileri “ölü bilgiler” olarak niteleyebiliriz, zira sizinle konuşmaz, suallerinize cevap vermez, oradaki bilgiyi alsanız dahi nerede ve nasıl kullanacağınızı size göstermez. Ağız – kulak yoluyla hocadan talebeye aktarılan bilgi otokontrol sağlıyor. Ehil olmayan bir kimsenın araya sızmasını imkansız kılıyor, böylece ilmin kalitesi ilk günkü gibi berrak kalıyor. Fakat matbaalarda ehil olmayanlar tarafından basılan ve çarşı – pazarda çorap misali satılan kitaplar ile ilim ayağa düşüyor. Özellikle 99 doğrunun yanına -kasten veya suhulen- bir yanlışın ilave edildiği kitaplar, okuyanı yanlış bilgilendirmekle kalmıyor, ilmin yok olmasına da sebep oluyor. Takdir edersiniz ki, en öldürücü yalan, doğruya en yakın olanıdır.

Dinsiz olan Karl Marx bile, Paris Komünü’ne ilişkin bir yazısında; “Şimdiye kadar, Roma Imparatorluğu zamanında Hıristiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemiş olmasına yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bugün günlük basın ve telgrafın bir günde yarattığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”[2] diyor.

Dolayısıyla ilmi birebir alimlerden almak, kafa karışıklığını da önlüyor. Her insanın seviyesi bir değildir… Alimin himayesinde ağız – kulak yöntemiyle alınan ilimde hoca talebesinin meşrebine, ruh haline, kıvamına, anlayışına, seviyesine göre bir yol haritası çizer ve ondan sonra bilgiyi aktarır. Belirli bir süreç içerisinde evvela bilinmesi gereken temel konuları, ardından derece derece mühim zevaidi aşama aşama öğretir. Ancak kitap merkezli bilgi edinme yönteminde herkes tarafından ulaşılabilen tam veya eksik bilgi ihtiva eden kitaplar faydadan çok zarar getirmektedir. Daha baştan sona Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini veya bir Ilmihal okumamış, alt yapısı zayıf kimseler kolayca ulaşabildikleri felsefi kitapları okuyorlar. Hatta birçok insanın ilk okuma tecrübesi bu kitaplarla başlıyor ama sonra başları da dönmeye başlıyor. Neticede depresyona giriyorlar, hayattan kopuyorlar vs. Bu tür felsefi kitaplardaki yanlış bilgiler konumuzun dışındadır. Ayrıca Avrupa’daki bilgiler yaz boz tahtası gibidir. Bir kitap yazılır, okuyan buna endekslenir ve tasavvuru bu kitaptakine göre olur, diğer bilim adamı ise bunu yalanlar. Dolayısıyla ilim metin bolluğu içinde kaybolmuştur veya kasten kaybettirilmiştir.

Kitap merkezli ile Hoca merkezli bilgi aktarımındaki en önemli farklardan bir tanesine daha temas etmek istiyorum. Kitaplardaki bilgi çoğu zaman ayıklanmış bilgi değildir ve takdir edersiniz ki, bilgiyi ayıklamada 30 veya 40 yılını ilme adamış alimler, 5-10 yıl araştırma yapmış olan insanlara nazaran doğal olarak daha başarılıdırlar.

Kitaplardaki bilgi nazari bilgidir, bu yüzden kitap okurken bazen yazarın kastetmediği şeyleri anlayabiliyoruz, bazı cümleler bizde farklı çağrışımlar yapabiliyor ve bu durumda satır arası boşluklar oluşabiliyor, ki satır arası boşluklar okur için aynı zamanda bir tuzaktır ve hedefe ulaşmayı engellemektedir. Alim ise pratiğini yapar, yanlış anlaşılmaları giderir.

Elbette Müslüman toplumlarda da kitaba değer verilir, fakat Islam aleminde ilmi yazmak; öğrenmek için değil, muhafaza etmek içindir. Zaten Kur’ân “ezberden okumak” anlamına geliyor, Müslümanların, Kur’ân’ı, içerdiği manayı ve kutsallığı hissetmeleri için bu metni ezberlemeleri, içselleştirmeleri ve bu şekilde okumaları gerekir. Kur’ân’ın yazılmasının tek amacı da hafızaya ve Kur’ân’ın “olması gerektiği gibi” sözlü aktarımına yardımcı olmaktır zaten.[3]

Her Ramazan’da Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin o seneye kadar inen ayetleri Cebrail (aleyhisselam) ile okuyup karşılaştırdığı biliniyor. “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz halkın huzurunda baştan sonra kadar tilavet etmek itiyadındaydı. Etrafında toplanan Ashab, beraberinde Kur’ân nüshalarını getirirler ve bunlarla O’nun okuduklarını mukabele ederler ve icabında ellerindekileri düzeltirlerdi. Hayatının son Ramazan ayı esnasında[4] bunu iki defa tekrarladı. Bu tarz “mukabeleler” ve halk huzurunda tilavet etmeler Arza (takdim) adını alır ve bunların işaret ettiğimiz en sonuncusu Arza Ahira, Kur’ân tarihinde unutulmaz olarak kalmıştır.”[5]

Bilindiği gibi, Akabe biatlarında Müslüman olan Medinelilerin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizden Kur’ân öğreticisi istemeleri üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) oraya Mus’ab b. Umeyr’i (radıyallahu anh) öğretmen olarak göndermiştir.[6] Medine’ye gelindiğinde de bir çok çevreye Kur’ân öğretmeni gönderilmişti.[7]

Alın size Kur’ân’dan metin, okuyun ve öğrenin denmemiş, aksine, bir öğretici gönderilmiştir.

Kur’ân’ın sözlü aktarımı Islamî eğitim sisteminin belkemiğidir diyebiliriz. Bu yüzden küçük yaştaki çocukların Kur’ân’ı ezberleyip hafız olmalarına çok önem verilir ve bu coşkuyla kutlanır. Kur’ân’ı, ilmi, bilgiyi korumanın yolu, ezberlemek, yani hafızaya almaktan geçer, zira Arapça’da hafız, hafıza, muhafız, muhafaza kelimelerinin hepsi aynı kökten, yani “korumak” mastarından türerler.[8]

Mesela Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra inşa edilen Mescid-i Nebevî’nin yanına yapılan Suffa, Islâm tarihinin ilk kudsî medresesidir. Suffa’da kalanlar özel bir eğitim ve öğretime tâbi tutuluyorlardı ve burası Kur’ân’ın ezberletilip, ahkâmının öğrenildiği bir medrese idi.[9] Burada Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bizzat kendisi ders veriyor, Kur’ân ayetlerini ve Islâmî hükümleri insanlara öğretiyordu.[10]

Hicri 4. yılda meydana gelen Bi’r-i Meûne vak’asında 70 kadar hafız sahabinin[11]; hicri 11. yılda gerçekleşen Yemame Savaşı’nda şehit edilen beş yüz kişi içinde pek çok hafız sahabinin bulunması hafız sahabilerin ne kadar çok olduğu ve dolayısıyla ezberlemenin önemi hakkında bize bir fikir vermektedir.[12]

Nakledildiğine göre Hz. Ömer (radıyallahu anh), hafızlığı özendirmiş ve teşvik etmiş ve çeşitli şehirlere maaşlı Kur’ân öğretmenleri tayin etmiştir. Hz. Ömer’in (radıyallahu anh), hafızlara bir süre maaş bağladığı bilinmektedir. Ebu Musa el-Eş’ari (radıyallahu anh), Halife Hz. Ömer’e (rh.a.) bir mektup yazarak Basra’da birçok kimsenin Kur’ân’ı ezberlediğini bildirince, O da cevaben, onlara maaş bağlamasını emretmişti.[13]

Ayrıca unutulmamalıdır ki, Batı’da matbaada hatalarla dolu Kur’ân-ı kerimler basılmıştı.[14] Hiç kuşkusuz bu hataları farkedenler hafızlarımızdı.

Hal böyle olunca batıdaki bilgi aktarımının aksine matbaa; Islami bilgi aktarım sisteminin özüne yönelik bir saldırı oluşturuyor. Çünkü bilgiyi güvenilir ve değerli kılan unsurları tahrip edici niteliktedir.[15] Avrupa’nın bilgi aktarımı, bilgilendirmekten ziyade bilgi kirliliğine sebep oluyor.

Müslüman toplumlarda ise kitap üretimini sözlü aktarıma uyduran bir yöntem olarak “icazet” kullanılmaktadır. Islam’ın ilk zamanlarında kitap üretiminin nasıl geliştiğini izah etmeye çalışalım. Yazar, evvela ezberinden veya kendi kopyasından eseri yazıcıya dikte ettiriyor, yazıcı ise dikte ettirilen metni yüksek sesle kamuya açık bir yerde yazara geri okuyordu. Böylece yazar bu aşamada ekleme/düzelteme yapabilme imkanına da sahip oluyordu ve bu işlem bir – iki defa tekrarlanabilirdi. En nihayetinde yazar kitabın tam olduğuna kanaat getirdiğinde yazıcıya icazet verirdi. Bu aynı zamanda bilginin onun aracılığıyla başkasına aktarılabileceğine dair bir izindir. Böylece çıkartılan diğer nüshaların geçerlilik kazanması yine aynı şekilde yazara veya yazardan icazet alana okunmasıyla mümkün olabiliyordu.[16]

Daha sonraki yüzyıllarda bir kitap medrese müfredatına girdiğinde de aynı yol takip ediliyordu; hocalar kitapları öğrencilere yazdırıyor ya da ezberlermelerine yardımcı oluyordu ve sonradan onlardan kitabı ve eğer varsa bu kitaba ait şerhlerle birlikte geri anlatmalarını bekliyorlardı. Ezbere ve hatırlamaya yardımcı olacak şekilde kafiyeli cümleler şeklinde de yazılabilen kitabı içselleştirdiğine, buradaki bilgiyi kendinin bir parçası haline getirdiğine inanılan öğrenciye icazet verilirdi.[17]

Örneğin Islam eğitim tarihinde medrese, yani şimdiki manasıyla Üniveriste denilince ilk akla gelen müessese 1067 yılında Bağdat’ta kurulan Imam Gazzali’nin de (rahmetullahi aleyh) hocalık yaptığı Nizamiyye Medresesidir.

Bu medresedeki eğitim metodu hakkında şu malumat veriliyor:

“…öğrenciler kaynak teşkil eden metinlerden oluşan birçok nüshalarının kopyalarını azar azar istinsah ediyorlardı. Metin yüksek sesle okunuyor, hoca met­nin izahlarını yapıyor ve metnin düzeltmelerini veriyordu.[18] Öğretim metodunda, hoca ve talebe işbirliği, karşılıklı olarak sorulan sorular daima mühim bir rol oynuyordu.”[19]

Görüldüğü üzere müslüman toplumlarda kitap, yalnızca sözlü birikime yardımcı bir araçtır ve bu kitaplar da yine sözlü süreçlerden geçerek yazılmıştır. Islam aleminde alimlere gösterilen saygının gerisinde de bu yatar. Alim; ilmi, bilgiyi bizzat kendinde taşıyandır, başka bir ifadeyle Alim; vücut bulmuş bilgidir.[20]

1332-1406 (Hicrî 732 / 808) yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve Islam bilgini Ibni Haldun da yazılı metinlerin fikirlere ulaşma gayretindeki talebelerin önüne fazladan engeller çıkardığını belirtmektedir. Ibni Haldun bu konuda mealen şöyle diyor:

“Dil dimağdaki fikirlerin yorumudur. (…) Kelimeler ve anlatım ise fikirler arasındaki araç ve perdedir. Fikir talebeleri bu fikirleri anlatılan kelimelerden bulup çıkarmalıdır. (…) Ancak bir talebe kitaplar ve yazılı metinler üzerinden hareket ediyor ve bilimsel soruları kitaplardaki yazılı kelimelerden anlamaya çalışıyorsa; yazıdaki kelimeleri hayalindeki sözlü kelimeden ayıran bir başka perdeyle karşılaşır.”[21]

O halde bilgiyi Alimin gözetiminde almak daha müspet bir netice verecektir.

Demek ki en iyi yöntem budur, zira yazılı metinlerin fikirleri yansıtması yetersizdir. Bilgiye ulaşmaktaki en iyi seçenek bileni bizzat dinlemektir. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin; “Ilim Çin’de de olsa, gidip alın”[22] Hadis-i şerifi de bunu teyid etmektedir.

Ibni Haldun, bu konuya muhtasar ve hususi bir fasılda yer vermiştir ki, biz onun metnini aynen nakletmeyi uygun bulduk: “Ilimleri öğrenmek için seyahat ve ileri gelen üstadlarla buluşma, öğretimde kemali artırıcı bir unsurdur.”[23]

Bilgi amaçlı olarak uzun seyahatler yapmayan hemen hiçbir büyük müslüman alim yok denebilir. Bazıları onlarca bilim merkezini dolaşmış; buralarda çok sayıda alimle tanıştıktan, mümkün olduğu kadar bilgi topladıktan, öğrenim gördükten sonra başka merkezlere gitmişler; ömürlerini bu şekilde öğrenim ve öğretim seyahatleriyle geçirmişlerdir. Ana yurdundan binlerce kilometre uzaklara giderek oralara yerleşenler olmuştur. Mesela filozof Ebû Nasr el-Fârâbî aslen Türkistanlı olup muhtemelen kırklı yaşlarında ilim seyahatine çıkmış; Irak ve Suriye bölgelerinde dolaşmıştır. 1041 (1632) yılında Mağrib’deki Tilimsân’da doğan Ahmed b. Muhammed el-Makkarî Fas, Merakeş, Tunus, Iskenderiye, Kahire, Hicaz, Kudüs, Şam ve Gazze gibi merkezlere ilmî seyahatler yapmış; bu sayede Nefhu’t-tîb isimli ansiklopedik eserinde 280’den fazla alimi tanıtmıştır.

Pek çok alimin en önemli eserleri bu tür seyahatlerin ürünüdür. Mesela Imam Gazzâlî Ihyâu ulûmi’d’dîn adlı ölümsüz eserini yaklaşık on yıllık seyahati sırasında hazırlamıştır.[24] Hakikaten, eskiden, “hangi kitapları okudun?” diye değil de, “kimden okudun?” diye sorarlarmış.

Bu yüzden geçmişte olduğu gibi bugün de zengin ve asil aileler çocukları için özel ve meşhur hocalar tutarlar. Adetullah da böyle değil midir? Allahu Teala gökten herkesin evine Kur’ân-ı Kerim yağdırmaya kadir değil midir de Peygamber göndermiştir? Oysa, “Alın size Kitap, okuyun ve uygulayın” denebilirdi. Nahl Suresi’ndeki şu ayet meali de adeta bu konuyu özetlemektedir:

“Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur’ân’ı indirdik *ki, insanlara vahyedileni açıklayasın.* Belki onlar da düşünürler.”[25]

Allahu Teala bir Melek değil de, bizim gibi etten – kemikten bir insanı Peygamber göndererek bizden, Ona bakarak, Onu dinleyerek, meselelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini öğrenmemizi istemiştir. Nitekim Ahzap Suresi’nin 21’inci ayetinde mealen şöyle buyuruluyor: “Şanım hakkı için muhakkak ki *size Resullulah’da pek güzel bir örnek vardır.* Allah’a ve son güne ümit besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için.”[26]

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz; “Yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı (alimleri) almak suretiyle kabzeder.”[27] buyurarak, ilmin en önemli vasıtasının Alimler olduğuna işaret etmiştir.

Avrupa’nın göbeğinde büyük bir Medeniyet kurmuş Endülüs Islam Devleti’nin büyük alimlerinden Imam Şâtıbî, bir fıkıh usulü şaheseri olan Muvâfakât isimli eserinin “On Ikinci Mukaddimesi”nde şu sözü naklediyor;

“Ilim, insanların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti, fakat ilmin anahtarları hep alimlerin ellerinde kaldı.”

Ve aynı eserinin “Ilim tahsilinin iki yolu vardır” faslında ise şu yorumu yapıyor: “Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elin­den tutarak onların içine sokmaları gerekmektedir. Bu husus müşâhade ile sabit bulunmaktadır.”[28]

Kemalistlerin sürekli öne sürdükleri Kur’ân-ı Kerim’deki “OKU” ayetine gelecek olursak, bu ayetten sadece yazı okumak anlaşılmamalıdır, ve zaten bu ayetle “Ümmî”[29] yani okuma – yazma bilmeyen Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimize hitap edilmiştir. Allahu Teala, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in okur – yazar olmadığını pekâlâ biliyordu, bu durumda okuma bilmeyen birisine “OKU” demek muhaldir, Allahu Teala da muhal olan bir şey yapmaktan münezzehtir. Demek ki burdaki “OKU” ; alemi, kainatı, evreni veya kendini “OKU” olarak da anlaşılabilir. Esasen bu ayetin tamamı şöyledir: “Ikra’bismi rabbikellezî halak”, yani Türkçe mealen şöyledir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Nasıl okuyacak mışız? Yaratan Rabbimizin adıyla…

M. Kemal Atatürk’ün bu ayet hakkında haşa “safsata” dediğini; “Müslümanım ama atatürkçüyüm” diyen gaflet uykusundaki kardeşlerimiz bilmiyorlar sanırım. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün el yazısından görmek isteyenler şu bağlantıya tıklayabilirler:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/04/m-kemal-ataturk-ikre-bismi-rabbi-safsatasi-hasa/

Neyse, konumuza dönelim…

Yabancı dil öğreniminde de bu böyle değil midir? Ingilizceyi kitaptan öğrenen birisi ile, çok iyi bilenlerin arasında bulunarak onlardan öğrenen birisinin ingilizcesi aynı kalitede olmadığı gibi; ilmi, kitaptan öğrenmeye çalışanlarla, ilim erbabının meclisinde bulunarak edinmek aynı kalitede olamaz.

Insanların dosdoğru yolda olmasını öğütleyen Allahu Teala’nın, “Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve *doğrularla beraber olun*.”[30] buyruğu üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.

1950’li yıllardan sonra Stanford Üniversitesi’nde çalışan, 20. ve 21. Yüzyılın önde gelen psikologlarından olan ve Amerikan Psikoloji Derneği (American Psychological Association) başkanlığına atanan birçok ödül sahibi Kanadalı Profesör Albert Bandura, çocukların, ahlakı başkalarının davranışını taklit ederek ve gözlemleyerek öğrendikleri teorisini ortaya koymuştur.[31]

Doğrularla olursanız, doğruların ahlakı ile ahlaklanırsınız, Alimlerin yanında bulunursanız, ilim sahibi olursunuz…

Sakın bu yazdıklarımızdan matbaaya karşı olduğumuz sanılmasın, matbaadan da istifade edilir, ancak ağız-kulak yoluyla bilgi aktarımın daha istifade edilebilir bir yöntem olması hasebiyle ve daha başka faktörlerden dolayı, -ülkeye girmiş olmasına rağmen- matbaanın kullanılmaması; asla gericilik değildir.

Kitaplar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, ilim öğrenmede hocanın fonksiyonu azalmayacaktır. Onlar bazen bir cümleyle koca bir kitabın ifade ettiği manayı ifade edebilecekler ve kitaptan anlaşılmayan pek çok mesele de onların izahı sayesinde anlaşılır hale gelecektir. Yani Imam Şâtıbî’nin de ifade ettiği gibi, “Yazı hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.”[32] Böylece bilginin saflığı muhafaza edilmiş ve ömür israfı olan zaman kaybı da önlenmiş olacaktır.

Son olarak Tevbe Suresi’ndeki bir ayet mealine daha yer veriyor ve bu bahsi kapatıyoruz:

“Bununla beraber müminlerin hepsinin birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın azabından sakınırlar.”[33]

***

Matbaa Osmanlıya Geç mi Geldi?

osmanliya matbaa gecikmis midir ibrahim müteferrikanin dilekcesi

Ibrahim Müteferrika’nın Dilekçesi

***

Matbaa’nın Osmanlı’ya girişinin gecikmesi kemalistlerin iddia ettikleri gibi 300 yıl da değildir. Matbaa, Gutenberg’in icadından 33 yıl sonra Osmanlı’ya girmiştir ve bu da o dönemin şartları göz önüne alındığında gayet normal sayılabilir. O dönemin şartlarını gözetmeden, üstelik abartılı rakamlarla Osmanlı’ya yüklenen kemalistlerin, “ilerici, yenilikçi” olarak niteledikleri Türkiye Cumhuriyeti’ne Televizyon ve Internet’in 20 yıl gecikmeyle girmiş olmasına hiç değinmemeleri oldukça dikkat çekicidir.

Kemalistlerin iddialarının aksine, Osmanlı’da, Padişah’tan alınan müsaade fermanı ile kitaplar 1488’de basılmaya başlanmıştır. Hatta bu basılmış eserlerin kapağında “Sultan II. Bayezid Han’ın gölgesinde basılmıştır” ibaresinin olması, bazı kaynaklardaki, matbaaya Osmanlı padişahlarının cephe aldıklarına dair ileri sürülen fikirlerini çürütmektedir.[34] Özellikle II. Bayezid’in “Kim matbaa ile uğraşırsa idam ederim” şeklindeki bir buyruğu olduğu ifade edilmektedir. Halbuki II. Bayezid zamanında 19, I. Selim zamanında ise 33 kitap basılmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in de matbaacılıkla ilgilendiği belirtilmektedir. Tarihçi Mustafa Nuri Paşa’nın (Netayicü’lvuku’at’ta) ifadelerinde de IV. Murad zamanında bir matbaa için izin istenir ve izin alınır. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap basma işine ve matbaanın kurulmasına ve gelişmesine Osmanlı Padişahlarının karşı değil bilakis yardımcı oldukları anlaşılmaktadır.[35]

Görüldüğü gibi, 1488’de Osmanlı Devleti’nde kitaplar basılmıştır. Istanbul’da ilk matbaanın açılış tarihi hakkında Adıvar 1493, Ersoy 1494, Berkes 1495 tarihlerini vermektedirler. Lewis[36] ise, “Ilk Yahudi matbaası 1493 veya 1494 sıralarında Istanbul’da açıldı” demektedir. Ardından Edirne ve Izmir gibi bazı şehirlerde birçok matbaa kurulmuş ve çeşitli kitaplar basılmıştır.[37] Matbaa’yı kuranın yahudi olması bir şey ifade etmez, önemli olan Osmanlı sınırları dahilinde matbaanın açılmış olmasıdır.

***

Halbuki o dönem Osmanlı’nın matbaaya ihtiyacı bile yoktu…

Müteferrika matbaası hakkında 2002 yılında çıkan monografinin müellifi Hüseyin Gazi Topdemir, tarih yazıcılığında kabul edilen bazı tezleri reddedip, matbaanın geç girişinin sebepleri üzerinde teferruatlı bir şekilde durur. Topdemir, dinsel tutuculuğun matbaanın gecikmesine neden olduğunu reddeder. Yazar, matbaanın Osmanlı’ya girişini bir gereksinim olarak görmez, dolayısıyla matbaanın geç mi yoksa erken mi geldiği yönündeki bir sorunun anlamsız kalacağını belirtir.[38] Kemal Beydilli’nin, “Bekleyen yolcusu olmayan durağa, otobüsün geç veya erken gelmesi ne ifade eder ki?” retorik sorusu bu görüşü güzel bir şekilde destekler.[39]

Hele kemalist kalemşörlerin matbaa konusunda hocaların bir alakası olduğu yönündeki asılsız iddialarına ne demeli?



Avrupalı tüccarların matbaada basılan kitaplarının Osmanlı Devleti sınırları dahilinde satışına izin verildiğine dair 1588 yılında Istanbul’da yazılan Sultan Üçüncü Murad’ın fermanı. Bu ferman, Osmanlı’nın matbaaya karşı olmadığını açık bir surette göstermektedir. Bu ferman Islam bilgini Nasiruddin Tusi’nin (1201–1273–74) Tahrîru Usûlü’l-Hendese isimli geometriye dair eserinin baş tarafına basılmıştır.

***

Oysa bu yeniliğe tepki haklı olarak meslek ve geçimlerini kaybetmek korkusuyla sadece hattalardan gelmiştir.[40] Araştırmacılar[41] bu tepkinin, dini taassuptan ziyade hattatların matbaa ile rekabet edemeyerek işlerini kaybetme endişesinden kaynaklandığı konusunda hemfikirdirler.

Eserinden iktibaslar yaptığımız Orlin Sabev, Osmanlı ulemasının (alimlerinin) düşünüldüğünden farklı olarak matbaa düşmanı olmadığını yazar ve nedenini de şöyle açıklar:

“Çünkü birçok ulema mensubu gerek Batıda basılan Arapça kitapları, gerek Müteferrika baskılarını evlerinde bulundurur, başta Şeyhülislam olmak üzere önde gelen alimler de gerek neşriyat projelerinde, gerek tashihlerde Müteferrika’ya yardımcı olurlardı.”[42]

Ismet Binark da birkaç makalesinde matbaanın uzun zaman kullanılmamasında dini toplumun taasubu söz konusu olamaz demektedir.[43]

Yediyıldız ise dini taassubun matbaanın geç gelişine sebep olduğuna dair hiçbir belgesel delil olmadığını vurgular.[44]

Atatürkçü Orhan Koloğlu, matbaanın Osmanlı’ya gecikme sebepleri üzerine özel bir monografi yazmıştır. Yazısında dindarlığın bu sebeplerden biri olduğunu redderken, bizim de yazımızın başında belirttiğimiz gibi Islam dünyasında yüksek seviyede gelişmiş sözlü geleneğe dikkat çeker. Koloğlu, hattatların direnişine de değinir.[45]

Orhan Koloğlu’nun bu görüşlerini kısmen Francis Robinson da paylaşır. Ona göre, Islam dünyasında sözlü gelenek yazı geleneğinden daha gelişmiştir. Müslümanlar arasında bilgi genelde yazı-göz değil, ağız-kulak yoluyla aktanlır. Kur’ân-ı Kerim okutulurken esas amaç metin olarak okunması değil, ezberden söylenmesidir. Yazılı metinler ise sırf okunmak için değil, ezberlemeyi kolaylaştırmak için kullanılır. Robinson’a göre Batı Hırıstiyanları arasında yazı, duyulan sözden daha güvenilirken, Müslümanlar yazıların yeterince doğru yazıldığından şüphe duyarak insandan insana, ya da öğretmenden öğrenciye veya bilenden bilmeyene aktarılan sözlü bilgiye daha çok güvenirler. Bu bakımdan Müslüman topluluklarında bilgi ağız-kulak yoluyla dolaştığı için kitapların basma teknolojisi yoluyla çoğaltılmasına uzun zaman ihtiyaç duyulmaz ve ancak dinini muhafaza etmek zorunda kaldıklan dönemde matbaanın gerçek gücünü keşfederler.[46]

17. ve 18. yüzyılda Istanbul’u ziyaret eden birçok Batılı gözlemci de, matbaanın kullanılmamasının esas nedeni olarak, hattat ve yazıcıların direnişiyle izah ederler. Ingiliz büyükelçisinin sekreteri olarak 1661’de Istanbul’u ziyaret eden Paul Ricaut, Osmanlı Devleti’nde matbaanın kullanılmamasının nedeni hakkında 1668 yılında basılan kitabında hattatların çıkarlarını korumak olduğunu yazar.[47]

1679-1680 yıllarında ve ikinci defa 1692’de Istanbul’da bulunan Italyan asıllı Comte de Marsigli, 1732’de basılan kitabında yasaklandığından ya da baskıya değer olmadığından değil, ancak doksan bin (abartılmış rakam) sayıda olan hattatlar geçiminden mahrum kalmamaları için Osmanlıların kitap basmadıklarını kaydeder.[48]

Mouradgea d’Ohsson da 1780’li yıllarda basılan kitabında Osmanlı matbaacılığının gecikmesini hattatlara bağlı olduğunu dile getirir.[49]

Hidayet Nuhoğlu ise Osmanlı Imparatorluğu’nda kitap ihtiyacının yeterli derecede hattat ve sahaflar tarafından karşılandığı ve bu spesifik durumdan dolayı basılı kitaplara fazla ihtiyaç duyulmadığını belirtir.[50]

El yazmalarının yeterli olmasına karşın basılı kitaplara fazla ihtiyaç duyulmadığını Prof. Dr. Ilber Ortaylı da ifade etmiştir.[51]



[51] no’lu dipnota dair… Prof. Dr. Ilber Ortaylı’nın mütaalası Milliyet Gazetesi’nde böyle yayınlanmıştı

***

Ortaylı’nın şu sözleri, kemalistlere cevap mahiyetindedir:

“Yobazlar matbaaya karşıymış. Peki ama, yeterince okuyan olsa, kitaplar Venedik’te basılır gelir (Viyana ve Venedik’te o zaman Arap harfli matbaalar var ve Türkçe kitap bası­lıyor). Nitekim Ermeni Mehitaristleri Arapça İncil basıyorlar; Türkçe İncil basıyorlar eski harflerle, getirilip buraya dağıtılıyor. O gelir de başka kitap gelmez mi? Mesele o değil. Mesele, kitap okunmuyor zaten; el yazması yetiyor, bir eserden 50 kopya olsa -en yüksek talep de odur-oradan oraya dolaşıp bir kişi okuyup, 50 kişi dinliyor ve maksat hasıl oluyor. O toplumda her eve kütüphane kurup, kitap doldurmak diye bir hastalık yok bugünkü gibi. Yahudiler, Ermeniler matbaa kurmuş da bir şey mi olmuş; parlak bir netice mi hasıl olmuş? 200-300 senede birkaç dua kitabı ve edebi kitapla yetinmişler. Bastıkları kitabın kaç kalem ve kaç adet olduğuna bakmalı… Nitekim Rusya’ya matbaa 16. asırda girdi; ama ne basıldı? Asıl kitap basıp okuma 18. yüzyılın işidir. Demek ki kitaba karşı talep yoktu.”[52]

J. S. Szyliowicz de bir makalede hattatların matbaaya karşı direndiklerini yazar.[53]

Rifaat Ali Abou-el-Haj, Osmanlı’yla Avrupa arasında yeni fikir alışverişini önleyen bir “demir perdenin” hiçbir zaman olmadığını, ancak Osmanlı’nın Avrupa’da gözlenen yenilikleri kendi ihtiyaçlarına göre benimsediğini belirtir.[54] Ekmeleddin Ihsanoğlu da, Osmanlıların Avrupa’nın yeni teknolojilerinden haberdar oldukları, ancak bunların benimsenmesinde ihtiyaçlarına göre seçici bir tavır sergilediklerini kaydeder.[55]

Yine Ekmeleddin Ihsanoğlu’nun belirttiği gibi, Osmanlı uleması (alimleri) genelde Batı Avrupa’dan gelen yeni bilgi ve fikirlere karşı olmayıp, yararlı görünenleri benimsemeye çalışır.[56]

Binaenaleyh, Orlin Sabev’in de dediği gibi: “Osmanlı uleması, (alimleri) matbaa düşmanı olarak değerlendirilemez.”[57]

Zaten Müteferrika’nın matbaası Şeyhülislam’dan alınan fetva ile kurulabilmiştir.[58]

Şeyhülislam’dan alınan fetva dışında yüksek seviyeli ulemadan 16 kişinin matbaanın kurulmasını ve topluma yararını tasdik eden takrizleri de alınır.[59]

Osmanlıca olarak yazılan Şeyhülislam’ın fetvası ve Arapça olarak yazılan bu takrizler ve Padişah fermanının metinleri Ibrahim Müteferrika’nın Vankulu Lügati’nin başında aynen yayımlanmıştır.[60]



[60] no’lu dipnotta sözü edilen Tercümetü’s-Sihâh-i Cevheri [Lugat-i Vânkûlu], vr. 1b.

***

Burada Adil Şen’in vurguladığı düşünceyi de ekleyebiliriz. Ona göre sonuçta matbaa girişimi Şeyhülislam, sabık ve dönemin Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, Istanbul ve diğer önemli semtlerin kadıları gibi üst seviyeli ulemanın da desteğini görür ve bütün bu gerçekler, matbaanın açılışı sırasında din adamları tarafından engelleme yaratıldığı doğrultusundaki bilgilerin asılsız olduğunu ortaya koyar.[61]

Şimdi bir parantez açıyoruz zira “neden Fetva?” diye soranlar olabilir… Fetva lazım, çünkü girişilen işlerin Islam’a uygun olup olmadığına bakılmalıdır. Herşeyde ölçümüz Islam olmalıdır. Kur’ân (ve Sünnet), Onunla yönetilmemiz için indirilmedi mi? Avrupalılar ve maalesef yaklaşık bir asırdır bizim başımızdakiler bir işe girişirken kendi yaptıkları beşeri kanunlara uygun mu değil mi diye bakıyorlar da, biz Allahu Teala’nın bizim için öngördüğü ve uyulmasını emrettiği kanunlara uygun mu değil mi diye neden bakmayalım?

Nisa Suresi

59 – “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer *herhangi bir şeyde* anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu *Allah ve Resulüne arz edin*. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Fetva ile ilgili yazacaklarımız bundan ibaret.

***

Osmanlı Aydınları bile gerek görmedi

Peçevi Ibrahim Efendi (1574-1649’dan önce) “Peçevi Tarihi” diye bilinen tarih eserinde Avrupa matbaacılığının doğuşu ve gelişmesi hakkında bilgi verdiği halde bu teknolojiyi Osmanlılar’a tavsiye etmez.[62]

Orhan Koloğlu’nun işaret ettiği gibi, Katip Çelebi (1607-1657) de matbaayı anlatırken, bunu Osmanlı’ya hiçbir yerde önermez.[63] Ancak aynı zamanda matbaayı da kınamazlar. Bundan da matbaanın Osmanlı ortamına tamamen faydasız olduğu ve bu yüzden kullanılmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik bu, iki Osmanlı aydınının görüşüdür, yani bunlar hoca değil; aydındır.

***

Matbaa açıldı da ne oldu?

Ibrahim Müteferrika’nın matbaası, Padişah’tan ferman ve Şeyhülislam’dan fetva almasına rağmen daha sonra kapanmıştır. Yabancı gözlemciler bunu Osmanlı toplumunun matbaadan hoşnut olmadığına bağlar. Örneğin Ingiliz Elias Abesci, Osmanlı Imparatorluğu’nun durumu hakkında 1784’te baskıdan çıkan kitabında birkaç yıl önce kurulan matbaanın, kırk bin hattatın geçimi için endişeler yarattığından dolayı kapatıldığını yazar.[64]

Abbe Vincent Mignot, 1771’de basılan “Historie de l’Empire Ottoman” (Osmanlı Imparatorluğu Tarihi) başlıklı kitabında[65] ve Francois Baron de Tott[66], 1784’te basılan Türkler’e ve Tatarlara dair hatıralarında aynı şeyi öne sürerler.[67] Franz Babinger bu görüşün doğru olduğunu az çok kabul eder.[68]

Nitekim Müteferrika matbaasının kuruluşundan sonra 1729’dan 1875 yılına kadar, yani 146 yılda basılan kitap sayısı 2900’de kalmıştır.[69] Dolayısıyla talep olmayan bir yerde matbaanın kurulmaması veya -kemalistlere göre- “geç gelmesi” ne ifade eder ki?



[69] no’lu dipnot ile ilgili… Prof. Dr. Jale Baysal “Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar” isimli eserinde 1729-1875 tarihleri arası dönemi Osmanlı matbaacı­lığında konu ve yazı türü istatistikleri bakımından gelişmeleri hakkında bir değerlendirme yapıp, bu dönemi tabloda gösterilen sekiz zaman dilimine ya da safhaya ayırarak, her zaman diliminde toplam ve ortalama olarak basılan kitapların sayısını aktarıyor.

***

Talep olmamasının nedeni ise, Müslümanların daha pahalı da olsa el yazmaları tercih etmeleridir.[70]

Bu gerçeği 1787 tarihinde Imparatorluk Türkiyesi’nin Isveç Sefiri olan Mouradgea d’Ohsson da belirtmektedir. Mouradgea d’Ohsson, yazma kitapların alım satımının sayısız denecek kadar hattat ortaya çıkardığını, bunların devamlı surette kitap istinsahı ile meşgul olduklarını, bu arada pek çok kitapçı dükkanının doğduğunu, sahhaf denilen bu dükkanların Imparatorluğun bütün şehirlerinde ticaret yaptıklarını, sahhaflardan ayrı olarak müstakil gezici esnafın, hanları, konakları, şehrin çeşitli mahallelerini durup dinlenmeden gezerek kitap sattıklarını, yazma eserlerin çokluğu ve matbaa karşısında müstensihlerin birden bire dilenecek hale gelmeleri korkusunun, Osmanlılarda matbaacılığın gecikmesine en büyük sebep olduğunu yazar.[71]



***



Böyle muhteşem el yazmaları varken, basma kitapları kim alır? O dönemin basma kitapları, bugünün “Çin malı”ydı diyebiliriz…

***

Peki daha sonra neden ihtiyaç duyuldu?

Batı’da gerçekleştirilen, örneğin Kur’ân ve Ibn Sina’nın Kanun Fi’t-Tıb’ı baskılarının imla ve gramer hatalarıyla dolu olduğunun altını çizmemiz gerekir.[72]

Ibrahim Müteferrika’nın matbaa kurmak için Sadrazam’a sunduğu Vesiletü’t-Tıbaa[73] adlı layihada (tasarıda) da görüleceği üzere, Avrupa’da Türkçe, Arapça ve Farsça kitapların -muhtemelen kasten- hatalarla dolu basılmasının, Osmanlı’da “Devletin himayesinde bir matbaa” kurulmasında etkili olduğu söylenebilir.

***
Kim Yobaz?

Fransa’da matbaacıların sayısı hızla artınca, Paris Parlamentosuna şikayet edilen matbaacılar hapse atılmış ve basılan kitapları da müsadere edilmişti.[74]

Kemalistlerin aslında Fransızlara yobaz/gerici demeleri gerekmez mi? Aksine, bizim kemalistler, matbaacıların Parlamento kararı ile hapse atıldığı Fransa’dan “Laikliği” aldılar.

Batı’da matbaa fikrine başlangıçta karşı koyulduğuna dair Svend Dahl’in 1958 yılında New York’da yayınlanan “History of the book” isimli kitabında tafsilat bulmak mumkündür.

***

Kemalistler neden Osmanlı’yı kötülüyor?

Osmanlı’ya matbaanın ulema (alimler) yüzünden geç girdiği gibi absürd uydurmaların kökeninde “Türk Tarih Tezi”nin yattığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Tarih kaynaklarına değil de, tamamen mantık ile dokulu düşünceye dayanan Türk Tarih Tezi, Türkçülüğe önem verip, bilimsel yaklaşımdan ziyade siyasi ve ideolojik unsurlara dayanır.[75]

Türk Tarih Kurumu tarafından organize edilen Birinci Türk Tarih Kongresi’nin ilan ettiği Türk Tarih Tezi hakkında Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Şefik Taylan Akman, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi’nde yayınlanan “Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî Tarih Yazımının Ideolojik ve Politik Karakteri” adlı makalesinin önsözünde şunları yazıyor:

“…Cumhuriyetin yönetici kadroları tarafından doğrudan desteklenen bu tarih yazım projesi aynı zamanda yeni ulus devlet inşasının da temel bileşenlerinden birisi haline gelmiştir. Tez aracılığıyla, bir taraftan Osmanlı ve Islam kimliğine ilişkin hatıralar ortadan kaldırılmaya çalışılırken diğer taraftan kutsallaştırılmış bir Türklük kavramıyla beslenen itaatkâr ve milliyetçi bir yurttaşlık bilincinin oluşturulması hedefleniyordu.”[76]

Zafer Çetin ise bu konuda; “Devlet destekli tarihin yeniden yazımında Türklerin devlet olmaklığına ve Türk kültürel mirasının antikitesine (antik devir) özel bir vurgu söz konusuydu. Söz konusu tarih yazımının ve dönemin Türk milliyetçiliğinin temel tartışması Osmanlı öncesi geçmişi ululamaya ve Islâm’ı geri kalmışlığa sebep olarak göstermeye dayanıyordu”[77] diyerek, Türk Tarih Kurumu ve destekçilerinin Islam’a savaş açtıklarını açık bir surette ortaya koymaktadır.

Daha başka bir şey ilave etmeme lüzum var mı bilemiyorum.

Hakikaten artık kemalistlerin uydurmalarına şaşırmıyorum…

M. Kemal Atatürk’ün icadı “Güneş Dil Teorisi”nde Güney Amerika’da bulunan “Amazon” nehrinin, adını, Türklerin “Amma Uzun” sözünden ve Kuzey Amerika’nın doğusunda bulunan “Niagara” şelalesinin de adını, Türklerin “Ne Yaygara! Ne Yaygara!” sözünden aldığı belirtiliyor.

Bu tür safsata ve uydurmalar üreten bir rejimin, gittiği yere ilim, irfan ve medeniyet götüren Osmanlı Devleti’ni kötülemesinden daha doğal ne olabilir?

Bu yüzden artık şaşırmıyorum… Fakat son olarak kemalistlere bir sual sormak istiyorum:

Şimdi Matbaa var da ne oldu? Ay’a mı çıktınız?

***

NOT:

“Güneş Dil Teorisi” ile ilgili konumuza buradan bağlanabilirsiniz, ancak gülmekten kalp krizi geçirenler olursa sorumluluk kabul etmiyoruz:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/08/30/ataturkun-gunes-dil-teorisi-kalp-krizi-gecirenler-olursa-sorumluluk-kabul-etmiyorum/

**********

KAYNAKLAR:

[1] Hidayet Nuhoğlu,”Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar”, Osmanlı (ed. G. Eren), Yeni Türkiye, Ankara 1999, cild 7, sayfa 223.

Ayrıca bakınız; Hidayet Nuhoğlu, “Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 215.

[2] L. Kugelman’a 27 Temmuz 1871 tarihli mektup. (Aktaran: Fikret Başkaya Paradigmanın Iflası, Doz Yay., Istanbul 1991, sayfa 29.)

[3] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 234.

[4] Her Ramazan’da Hz. Rasulallah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) o seneye kadar inen ayetleri Cebrail (aleyhisselam) ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır. ( ez-Zerkani, I,234, Ebu Şehbe, s.236). M. Halil Çiçek, 20. Asırda Ku’ran Ilimleri Çalışmaları, Istanbul 1996, sayfa 179-189. (http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?tur=usr&oku=12721 son erişim tarihi 30 Ağustos 2012.)

[5] Dr. Muhammed Hamidullah, Resulullah Muhammed, Kur’an Tarihi, (tercüme eden: Salih Tuğ), Istanbul 1993 (66) sayfa 197.

[6] Ibn Hişam, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru Ibn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ. El-Ebyari, A. Şebli, ts., 1/434. (Bilal Ünsal, Dünden Bugüne Hâfızlık Ve Kur’an Eğitimi, Yeni Ümit Dergisi, Nisan – Mayıs – Haziran 2009, http://www.yeniumit.com.tr son erişim tarihi 30 Ağustos 2012.)

[7] Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; Tirmizî, Sünen, Ahkâm, 3; Müsned, 230-236; Ibn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-Ilm, II, 56; Zeylaî, Nasbu’r-Raye, I, 23; Ibn Sa’d, Tabâkât, III, 164.

[8] Nadia Al-Bagdadi, “From Heaven to Dust: Metamorphosis of the Book in Premodern Arap Culture”, The Medieval History Journal, 8, 1, 2005, sayfa 104.

[9] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Istanbul, 1935, 2/940 – 941.

[10] Idris Şengül, Hz. Osman Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Istinsahı, Çoğaltılıp Neşredilmesi, Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları, Istanbul 2004, sayfa 129.

[11] Ibn Hişam, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru Ibn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ. El-Ebyari, A. Şebli, ts., sayfa 184.

[12] Halife b. Hayyat, Tarihu Halife bin Hayyat, (tercüme eden: Abdulhalik Bakır), Ankara 2001, sayfa 138.

[13] Dr. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, (tercüme eden: Salih Tuğ), İFAV Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 37 – 38.

[14] Muhsin Mahdi, From the Manuscript Age to the Age of Printed Books, The Book in the Islamic World: The Written Word and Communication in the Middle East (ed. George N. Atiyeh), Albany: State University of New York Press, 1995, sayfa 1 – 15.

[15] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 234.

[16] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 235.

[17] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 236.

[18] Yakut, Mu’cemu’l-Udebâ = Irşâd, Kahire 1323, cild 1, sayfa 255.

[19] Encyclopedie de l’Islam, Leyde-Paris 1908, cild 3, sayfa 413.

[20] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 238.

[21] Ibni Haldun’dan aktaran Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 237.

[22] Beyhaki, Şuabu’l Iman,II,254; Fethul-Kebir 1/193.

[23] Ibni Haldun, Mukaddime, Mısır, 1348,1930. 34 fasıl (Birinci kitaptan altıncı faslın kısımlarındandı.) sayfa 478. (http://www.sadabat.net/?title=makaleler&menuid=3&mk=20 Son erişim tarihi 28 Ağustos 2012.)

[24] Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Islam Kültüründe Seyahat, Din ve Hayat Dergisi: http://www.dinvehayatdergisi.com/eski/seyahatyazi1.html (son erişim tarihi 28 Ağustos 2012.)

[25] Kur’ân-ı Kerîm, Nahl Suresi 44.

[26] Kur’ân-ı Kerîm, Ahzap Suresi 21.

[27] Buhârî, Ilim 34; Müslim, Ilim 13.

[28] Tafsilat için bakınız; Ebû Ishak Eş-Şâtibî, el-Muvâfakât fî Usûl’uş-Şerîa, Türkçe’ye 4 cild halinde “Islâmî Ilimler Metodolojisi” adıyla tercüme eden Mehmet Erdoğan; esas: Abdullah Dıraz, Iz Yayıncılık, Istanbul 1990.

[29] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin “Ümmi” olduğunu bildiren birkaç Ayet için bakınız; Ankebut Suresi 48, A’raf Suresi 157, Cum’a Suresi 2.

[30] Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe Suresi 119.

[31] Albert Bandura, Social Learning Theory, (New York: General Learning Press, 1971); ve A. Bandura, D. Ross ve S. Ross, Transmission of Aggression Through Imitation of Aggression Models, Journal of Abnormal and Social Psychology 63 (1961), sayfa 375 – 382.

[32] Ebû Ishak Eş-Şâtibî, el-Muvâfakât fî Usûl’uş-Şerîa, Türkçe’ye 4 cild halinde “Islâmî Ilimler Metodolojisi” adıyla tercüme eden Mehmet Erdoğan; esas: Abdullah Dıraz, Iz Yayıncılık, Istanbul 1990, sayfa 87.

[33] Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe Suresi 122.

[34] Ahmed Rıza, Batının Doğu Politikasının Ahlaken Iflası, (tercüme eden: Ziyad Ebüzziya), Istanbul 1982, sayfa 119.

[35] Ali Berberoğlu – Ismail Kutlu, Kütüphane Bilgisi, Türk Kütüphaneciler Derneği Kütahya Şubesi, Kütahya 1977, sayfa 11 – 17.

[36] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (tercüme eden: Metin Kıratlı), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1984, sayfa 51.

[37] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara 1971, sayfa 55.

Ayrıca bakınız; Ercüment Kuran, Osmanlı Imparatorluğunda Yenileşme Hareketleri, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1976, sayfa 1003.

 Osman Ersoy, Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve Ilk Basılan Eserler, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi, Ankara 1959, sayfa 18, 19.

[38] Hüseyin Gazi Topdemir, Ibrahim Müteferrika ve Türk Matbaacılığı, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara 2002, sayfa 27 – 39.

[39] Kemal Beydilli, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, 18. Yüzyılda Istanbulda Kitabiyat, Toplumsal Tarih, sayı 128, Ağustos 2004, sayfa 51.

[40] Server Iskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Devlet Basımevi, Istanbul 1939, sayfa 7.

Ayrıca bakınız; Jale Baysal, Müteferrika’dan 1. Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, Edebiyat Fakültesi Basımevi, Istanbul 1968, sayfa 13.

[41] Yaşar Tonta, “Ahmed Rasim’in Ibrahim Müteferrika ve Matbaacılık Üzerine Yazdıklarının Incelenmesi” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, cild 3, sayı 1, 1985, sayfa 165.

[42] Orlin Sabev, Ibrahim Müteferrika ya da Ilk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726 – 1746), Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2006, sayfa 343.

[43] Ismet Binark, Türkiye’ye Mabaanın Geç Girişinin Sebepleri, Türk Kütüphaneciler Derneği, Basım ve Yayıncılığımızın 250.Yılı Bilimsel Toplantısı, 10-11 Aralık 1979, Ankara 1980.

Ayrıca bakınız; Ismet Binark, Türkiyeye Matbaanın Geç Girişinin Sosyal-Psikolojik Sebepleri, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, cild 26, sayı 1, 1977, sayfa 23 – 47.

[44] Mustafa Asım Yediyıldız, Ibrahim Müteferrika (1670-1674/1745), Vakıflar Dergisi, sayı 22, sayfa 441-447, Lale Ofset, Ankara 1991.

[45] Orhan Koloğlu, Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları, Istanbul Gazeteciler Cemiyeti, Istanbul 1987, sayfa 8 – 55.

[46] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 229 – 251.

[47] Paul Ricaut, Türklerin Siyasi Düsturları, (tercüme eden: Reşat Uzmen), Ad Yayıncılık, Istanbul 1996, sayfa 45.

[48] Signore conte di Marsigli, Stato militare dell’Impero Ottomanno incremento e decremento del medesimo/L’Etat militaire de l’Empire Ottoman, ses progres et sa decadence, Haga/Amsterdam, 1732, sayfa 40. Krş. Gyula Kaldy-Nagy, “Beginnings of the Arabic-Letter Printing”, sayfa 204, 205.

Ayrıca bakınız; Meral Alpay, Harf Devriminin Kütüphanelerde Yansıması, Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Istanbul 1976, sayfa 31.

 Ismet Binark, Türkiye’ye Matbaanın Geç Girişinin Sebepleri Üzerine, Türk Kültürü, sayı 65, 1968, sayfa 300.

 Ismet Binark, Matbaanın Türkiye’ye Geç Girişinin Sebepleri, Yeni Türkiye, sayı 12, 1996, sayfa 1610.

 Ekmeleddin Ihsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World, Proceedings of the International Symposium on “Modern Sciences and the Muslim World” Science and Technology Transfer from the West to the Muslim World from the Renaissance to the Beginning of the XIXth Century (Istanbul 2-4 September 1987) (ed. E. Ihsanoğlu), Istanbul: İRCİCA, 1992, sayfa 8 – 10.

[49] Ignace Mouradgea d’Ohsson, Tableau general de l’Empire Othoman, cild 1, Paris 1787, sayfa 298.

[50] Hidayet Nuhoğlu, “Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar”, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 211 – 225.

[51] Prof. Dr. Ilber Ortaylı’nın mütalaası için bakınız; Milliyet Gazetesi, sayı 20, 9 Ağustos 2001, sayfa 2. Ilber Ortaylı aynı görüşünü Mustafa Armağan’la bir sohbetinde de paylaşır. Bakınız; Mustafa Armağan, Prof. Dr. Ilber Ortaylı ile Konuşma: Bir Kabuk Değiştirme Dönemi, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 72.

[52] Ilber Ortaylı, Avrupa ve Biz, Türkiye Iş Bankası Kültür Yayınları, Istanbul 2007, sayfa 31, 32.

[53] J. S. Szyliowicz, “Functional Perspectives on Technolojy: The Case of the Printing Press in the Ottoman Empire”, Archivum Ottomanicum, XI, 1986 [1988], sayfa 249 – 259.

[54] Rifaat Ali Abou-el-Haj, Formation of the Modern State: The Ottoman Empire Sixteenth to Eighteenth Centuries, Albany: State University of New York Press, 1991, sayfa 68.

[55] Ekmeleddin Ihsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World, Proceedings of the International Symposium on “Modern Sciences and the Muslim World” Science and Technology Transfer from the West to the Muslim World from the Renaissance to the Beginning of the XIXth Century (Istanbul 2-4 September 1987) (ed. E. Ihsanoğlu), Istanbul: İRCİCA, 1992, sayfa 25, 29.

[56] Ekmeleddin Ihsanoğlu, Some Critical Notes on the Introduction of Modern Sciences to the Ottoman State and the Relation between Science and Religion up to the End of the Nineteenth Century, Comité International d’Études pré-ottomanes et ottomans sixth Symposium, Cambridge, 1 – 4 July 1984, Proceedings (ed. J.-L. Bacqué-Grammont, E. van Donzel), Istanbul-Paris-Leiden: Institut Francais d’études anatoliennes; Éditions Divit, 1987, sayfa 251.

[57] Orlin Sabev, Ibrahim Müteferrika ya da Ilk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726 – 1746), Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2006, sayfa 334.

[58] Fetvanın Latince transkripsiyonu için bakınız; Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 56.

[59] Bu şahısların adları için bakınız; Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 59.

[60] Tercümetü’s-Sihah-i Cevheri [Lugat-i Vankulu], Kostantiniye (Istanbul), 1141 [1729], sayfa 4-15.

[61] Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 60, dipnot 101.

[62] Peçevi Ibrahim Efendi, Peçevi Tarihi, cild 1 (ed. B. S. Baykal), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, sayfa 83.

[63] Orhan Koloğlu, Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları, Istanbul Gazeteciler Cemiyeti, Istanbul 1987, sayfa 30.

[64] Elias Abesci, État actuel de l’Empire Ottoman (tercüme eden: Fontanelle), cild 1, Paris 1792, sayfa 151, 152.

[65] Raia Zaimova, Pıtyat kım “drugata” Evropa: Iz frensko-osmanskite kulturni obştuvaniya, 16 – 18 vek (Öteki Avrupa’ya Yol. Fransız-Osmanlı Kültür Iletişiminden Kesitler, 16 – 18 yüzyıl), Sofya: Kralitsa Mab, 2004, sayfa 216’dan naklen: Abbé Vincent Mignot, Historie de l’Empire Ottoman depuis son origine jusqu’à la paix de Belgrade en 1740, cild 1-4, Paris: Le Clerc, 1771.

[66] Hakkında bakınız; Géza Dávid, Francois Baron de Tott, Islam Ansiklopedisi, cild 5, TDV, Istanbul 1992, sayfa 83, 84.

[67] Baron de Tott, Mémoires du Baron de Tott sur les Turcs et les Tartares, Nouvelle éditions revue, corrigée & augmentée, kısım 1, Maestricht 1786, sayfa 117, 118; Baron de Tott, Türkler ve Tatarlara dair Hatıralar (Mémoires sur les Turcs et les Tartares, Amsterdam 1784), s. 1. a., sayfa 76.

[68] Franz Babinger, 18. Yüzyılda Istanbul’da Kitabiyat, (çev., ed. N. Kuran-Burçoğlu), Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 2004, sayfa 32.

[69] Jale Baysal, Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, Edebiyat Fakültesi, Istanbul 1968, sayfa 29 – 45.

[70] Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, 1. Müteferrika Matbaası, MFV, Istanbul 1939, sayfa 18, 19.

Ayrıca bakınız; Alpay Kabacalı, Türk Kitap Tarihi, 1. Başlangıçtan Tanzimat’a Kadar, Cem Yayınevi, Istanbul 1989, sayfa 13.

 Ismet Binark, Türk Kitapçılık Tarihinde Hat Sanatı Ve Kütüphanecilik, Türk Kültürü, yıl 4, sayı 41, Ekim 1966, sayfa 470 – 485.

Bu konuda şu esere de müracaat edilebilir; Antoine Galland, Istanbul’a Ait Günlük Hatıralar (1672-1673) (ed. C. Schefer, terüme eden: N. S. Örik), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1949.

[71] Mouradgea d’Ohsson, 1170 yıl önce Istanbul’da Umumi Kütüphaneleri), (terc. ed. Şahap Nazmi Coşkunlar), Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, cild 6, sayı 3, 1957, sayfa 54.

[72] Muhsin Mahdi, From the Manuscript Age to the Age of Printed Books, The Book in the Islamic World: The Written Word and Communication in the Middle East (ed. George N. Atiyeh), Albany: State University of New York Press, 1995, sayfa 1 – 15.

[73] Server Iskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Maarif Vekilliği, Istanbul 1939, sayfa 5.

Ayrıca bakınız; Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, 1. Müteferrika Matbaası, MFV, Istanbul 1939, sayfa 51.

[74] Hasan Refik Ertuğ, Basın Ve Yayın Hareketleri Tarihi, cild 1, Istanbul 1970, sayfa 34.

Batı’da matbaa fikrine başlangıçta karşı koyulduğuna dair Svend Dahl’in 1958 yılında New York’da yayınlanan “History of the book” isimli kitabında tafsilat bulmak mumkündür.

[75] Tarih yazıcılığı ve okul tarih kitaplarında savunulan “Türk Tarih Tezi” hakkında geniş bilgi için bakınız; Büşra Ersanlı, Iktidar ve Tarih: Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1939), AFA, Istanbul 1992.

 Büşra Ersanlı, Turkish History Thesis and Its Aftermat A Story of Modus Operandi, Asien Afrika Latein Amerika, cild 29, 2001, sayfa 7 – 29.

 Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-Islam Sentezine (tercüme eden A. Berktay), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998.

[76] Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Ögretim Üyesi Şefik Taylan Akman, “Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî Tarih Yazımının Ideolojik ve Politik Karakteri”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, cild 1, sayı 1, 2011, sayfa 80 – 109.

[77] M. Zafer Çetin, “Tales of Past, Present, and Future: Mythma -king and Nationalist Discourse in Turkish Politics”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 24, No. 2, October 2004, sayfa 354.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
Devamını Oku »

Kapitalizme Karşı İslami Hayat



Batı medeniyeti, modernizm, Aydınlanma önemli iddialarla kendi toplumunu dönüştürdü. Bir kere modernizmi ya da Aydınlanma değerlerini devrim olarak algılamamak gerekir; başta teolojik olmak üzere din – devlet ilişkileri esasına dayalı iktidar biçimi Batı toplumlarında çıkmaza girdi. Hristiyan değerleriyle İslam toplumlarını geçmenin, aşmanın imkan dahilinde olmadığı ortaya çıktı. Üstelik Gazali sonrasında İslam aleminin en parlak döneminin kurulması, Batının, kıta Avrupası’na sıkışması, çıkmak için Haçlı Seferleri’ne sarılması, Türklerin Haçlıları geldikleri yere göndermeleri, Batılıların en başta din anlayışlarını sorgulamalarına itti.

Klasik Hristiyanlıktaki Kilise etkisi en aza indirilirken varlık felsefesi, aleme bakış, doğa ve Tanrı-insan ilişkileri yeniden tanımlandı. Batı medeniyeti kıstırıldığı Avrupa coğrafyasından çıkabilmek için “küfrü gavurluğa” kadar götürdü.

Terakki için, bilimin tüm sınırlarını aştılar, doğayı yani Tanrısal olanı hükümranlıklarına almaya yöneldiler... ve elbette emperyalizm... Batı medeniyetini İslam toplumlarının üzerine sömürgecilikleri çıkarır. Ne kadar bilimde ilerleme, teknolojik gelişim olursa olsun Batı medeniyeti kapsayıcı bir sistem kuramazdı, başta Amerika’nın keşfedilmesi, altın, gümüş akışı Avrupa insanını medeniyet seviyesini belirleyecek duruma getirdi.

İslam’ın buna cevabı sadece savunma oldu. Çünkü Modernizm bir ideoloji İslam ise bir din idi; Hristiyan yoğun Ortaçağ’da, Yeniçağ’da, İslam öndeydi. Terakki kavramı, pozitivizm, rasyonalizm İslam düşüncesini sıkıştırdı...

Müslümanlar tedafüi mantıkla, sadece kendilerini sorgulamaya hatta suçlamaya başladılar. Batı medeniyetine güç yetiremeyince, pozitivizmin, rasyonalizmin, bilim-teknolojinin karşısında kendi geleneğini, Müslümanları, tarihi birikimi suçlamaya başladı.

Öncelikle tevekkül, bidat, hurafe üzerinden İslam itikadı, çalışmama, miskinlik üzerinden tarihi birikim, tarikat-tasavvuf, klasik kurumlar, hukuk üzerinden gaza-fetih anlayışı sorgulanmaya başlandı.

Suçlu Batı medeniyeti değildi hatta onlar “aynen bir Müslüman gibi yaşıyor”du. Çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle, gayretiyle Batı insanı üste çıkmıştı. Fakat burada emperyalizm, kapitalizm dikkate alınmadı; kâr temerküzü, sömürgecilik, faiz, sanayileşme, gayrı insani çalışma koşulları... bu ortamda sorgulanmadı. Bunların İslam’a ne kadar uyabileceği tartışılmadı, toplu katliamlara varan savaşların, ölüm makinelerinin İslam, varoluş karşısındaki meşruiyeti üzerinde durulmadı.

Kalkınma, yükselme, ilerleme, sanayileşme, teknoloji üretme bugün bile hala çok canlı... Ama mesela dönemi itibariyle Osmanlı devlet adamı zor durumdayken bile bize özgü devlet anlayışını değiştirmedi.

Biz Türkler, Osmanlı eliyle kapitalizmi 400 yıl gerileten bir İslami nizam kurduk, bu nizam bilindik manada pek çok İslamcının Fransız medeniyet anlayışından devşirerek söylediği gibi medeniyet değildi...

Osmanlı sisteminde feodalizme geçit verilmedi, devlet “kul hakkı” yemekten imtina etti, kimsenin para, toprak, güç toplamasına izin vermedi. Modernitenin gelişi, Sanayi İnkılabı sonrasında da yine bu tavrını devam ettirdi, yine toprağın, sanayinin, imalathanelerin, ticaretin bir kaç kişi veya ailenin eline geçmesine, köylünün topraksız kalmasına müsaade etmedi. Dolayısıyla bir yandan düşünürlerimiz uygulamanın tam tersi fikirleri serdederken devlet adamları klasik kapitalizm dışı nizamı en azından ellerinden geldiğince sürdürdü.

İslam alemi kendini kapitalist, modernist olamamakla savunurken esasında daha derinlerde klasik düzen akmaya devam etti. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki tüm müdahalelere rağmen milletin uhdesinde Malazgirt sonrası kurduğumuz nizam ve anlayış akmaya devam etti.

Birileri milli ekonomi adı altında kapitalistleştirilirken, milli eğitim, milli savunma adı altında 1000 yıllık omurgamız çökertilirken, İslam düşüncesine, Türk düşüncesine eşlik eden fikir adamları modernitenin tezlerini medeniyet başlığı altında savunurken millet bağında bizi biz yapan değerler sürdü.

Modernizm öncelikle gündelik hayatı değiştirdi, bugün Müslümanlar 20. yüzyılın başında da canlı olageldiği gibi hayat algılarını, felsefelerini, gündelik hayatlarını dönüştürmenin eşiğinde. Neoliberalizm dünya sisteminin paylaşımına Müslümanları da katarak bu değişimi gerçekleştirme imkanı verdi.

Bugün Müslümanlar modern dünyaya cevabı gündelik hayatlarını modernize ederek veriyor! Kapitalist ilişki biçimlerinin hepsini uygulayıp, modernitenin bilhassa kültürel boyutlarına eleştiriler getirerek Müslümanca tavır alabildiklerini zannediyor.

Halbuki aslolan medeniyet kavramı etrafındaki gündelik hayat, iktisadi zihniyettir. Biz Türkler İslam, ehli sünnet, gaza etrafında kurduğumuz omurgayı bugün korumanın çabası içindeyiz, Batı medeniyetine cevap vermekten ziyade, bu omurgayı muhafaza etmekle işe başlayabiliriz. Bu omurganın inşa ettiği kapitalizm dışı, küfür dışı nizamı, gündelik hayatı yaşayarak, dünya sisteminin, küresel medeniyetin tekliflerini reddederek kendiliğimizi güncelleyebiliriz.

İslam aynı zamanda yaşanarak gösterilebilen, var kılınan bir dindir, iddiaları zaten aktüel olana içkindir. Bizim modern dünyaya teklifimiz, Kur’an ve Sünnet’te belirlenen ve Müslüman olmayı gerektiren, küçük ve büyük günahları def edebilecek hayat tarzıdır. Bu hayat tarzı sonuna kadar siyasal, sonuna kadar ideolojik, iktisadi, felsefidir.

Ercan Yıldırım

http://ercanyldrm.blogspot.com.tr/2017/08/kapitalizme-kars-islami-hayat.html?m=1
Devamını Oku »

Medyatik Oryantalizm: Kültürel sömürgecilik



Modernliğin bütün dünyaya çeki düzen vermeye başladığı üç yüzyıldan bu yana başka bir dünyanın eşiğine fırlatıldık. Bütün insanlık olarak.

Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, medeniyetlerin, dinlerin, toplumların, hatta bir toplum içindeki etnik azınlıkların birbirleriyle ilişkilerini alt üst etti. Sadece birbirleriyle değil, birbirlerinin zihinleriyle, kültürleriyle, hatta kendileriyle, kendi kültürleriyle ilişkilerini de tepe taklak etti.

Yaşayan en büyük tarihçi, William McNeill’in medeniyetlerin tarih boyunca birbirleriyle karşılaşma-buluşma biçimlerini incelerken, ilk kez Batı tecrübesiyle birlikte medeniyetler arasındaki ilişkilerin mahiyet değiştirdiğine dikkat çeker. Batı tecrübesi’nin ilk “küresel” örneği olarak Grek tecrübesini görür. Ve yaptığı tespit bu yazıda söyleyeceğimiz her şeyin şimdiden neden tartışılması gerektiğini de gösteren, gözler önüne seren bir tespittir. Şöyle der McNeill: Greklerin dünya sahnesine çıkmaları, dünyanın dengesini değiştirmiştir.

İşte her türlü oryantalizm biçimlerinin kökenleri, pagan uygarlığın biricik örneğini oluşturan Grek ve Roma tecrübelerinin başka kültürlerle, dinlerle ve medeniyetlerle kurdukları ilişki biçimlerinde bulabiliriz.

KISA BİR MEDENİYETLER TİPOLOJİSİ

Geliştirdiğim üçlü medeniyetler tipolojisinin üçüncüsünü oluşturan pagan uygarlığın tarih sahnesine çıkış biçimi ve diğer medeniyetlerle karşılaşma biçimleri, hem genelde Batı uygarlığının diğer medeniyetlerle neden yıkıcı ilişkiler kurduğu meselesinin hem de özelde oryantalizm sorununun anlaşılmasında önemli ipuçları sunabilir bize.

1-VAHİY MEDENİYETİ

Çok özlü bir şekilde özetlemek gerekirse, birinci tip medeniyetler, vahiy medeniyetleridir: Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e (sav) kadar süregelen vahiy medeniyetinin yolculuğu, iki temel sütun üzerinde/n yükselir: Birincisi asıl / yaratıcı ruh; ikincisi de usûl / kurucu iradedir.

Medeniyetimizin bu iki kurucu ilkesini hem tevhid akidemizin iki temel sütununda görebiliriz: Ulûhiyet Sütunu ve Nübüvvet Sütunu. Bu iki sütun, Fussilet Sûresinin 53. âyetinde zikredilen enfüs ve âfâk yolculuklarında nefis bir şekilde karşılığını bulur.

Asıl / yaratıcı ruh, vahiy tarafından oluşturulur ve dikey eksene denk gelir. Dikey eksen, hakikatin özünü sunar bize. Dikey eksen eşittir enfüs’tür.

Usûl / kurucu irade ise, peygamberler tarafından oluşturulur ve yatay eksene denk gelir. Yatay eksen eşittir âfâk’tır.

Ancak usûl’ün kaynağı, asıl’dır. Asıl yani vahiy, hakikatin özüne nasıl ulaşabileceğimizin ilkelerini sunarken; usûl yani bizatihî Hz. Peygamber (sav), hakikatin özünün nasıl söze ve hayata dökülebileceğinin yöntemini sunar bize.

Vahiy / asıl, hakikatin dil’ini; usûl / Hz. Peygamber de hakikatin hayat hâline gelmesini mümkün kılacak üstdili oluşturur. Dil, din’in hayat sunması; üstdil ise dinin hayat olması ve herkese hayat sunmasıdır. Başka bir ifadeyle, din’in dayandığı “dil”, hayat’ın hakikatinin ve hakikatin hayatının hayat kaynağıdır. Üstdil / Hz. Peygamber (dolayısıyla Sünnet-i Seniyye) ise, dinin hayatiyet kaynağıdır.

Özetle, Vahiy, Mekke sürecinde Müslüman “dil”i, şahsiyeti, idraki, kısaca çağrı’yı inşa eder; Medine süreci’nde yer’ini bulur, çağ’ını kurar. İkisinin toplam bize medeniyeti verir. Medeniyet, Sünnet-i Seniyye’de tezahür eder, ete kemiğe bürünür.

Hayatiyetini yani üstdilini, usûlünü, yer’ini, Medine’sini yitiren bir din, hayat’ını, dil’ini, idrakini, çağrı’sını, Mekke’sini de yitirmekten kurtulamaz.

2-KADÎM MEDENİYET/LER

İkinci tür medeniyet tipi, “hikmet” geleneklerine dayalı kadîm medeniyet tipidir: Dünyanın doğu coğrafyasında Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm ve Konfüçyanizm; Batı coğrafyasında ise kadim Afrika ve Amerika medeniyetleri bu ikinci tür medeniyetlerin başlıca örnekleridir.

Bu medeniyetler, yalnızca kozmos’u, fizikötesi dünyayı / dikey ekseni eksene alırlar ve fizik dünyayı / yatay ekseni ihmal ederler. Yani hikmet geleneklerine dayalı medeniyetler tek boyutludur.

3-PAGAN UYGARLIK/LAR

Üçüncü tip “medeniyet”ler pagan uygarlıklardır. Bunlar da, fizik dünyayı / yatay ekseni eksene alırlar ve fizikötesi dünyayı, insanın iç dünyasını, ruhunu imha ederler. Bu uygarlıklar da tek boyutludur.

Pagan tecrübeler, ifrat / abartı (bu dünyanın abartılması); hikmet tecrübeleri ise tefrit / göz ardı (bu dünyanın göz ardı edilmesi) ekseninde var olmaya çalışırlar.

Oysa vahiy medeniyetleri, hem fizik, hem de fizikötesi dünyayı mezceden, çok boyutlu medeniyetlerdir. O yüzden vahiy medeniyetleri kozmos fikrine dayanır ve denge esastır. Bu dünya ile öte dünya arasında, fizik dünya ile fizikötesi dünya arasında, ruh ile beden arasında, öz ile söz arasında, dil ile üstdil, enfüs ile âfâk arasında, dikey eksen’le yatay eksen arasında, çağrı ile çağ arasında “Mekke süreci” ile “Medine süreci” arasında dengeli ilişkiler kurulur. Biri ötekini yok etmez. Aksine, birinin varlığı ötekinin de teminatıdır. Nasıl ruh olmadan beden olmazsa, aynı şekilde fizik olmadan da metafizik olmaz, var olamaz.

ORYANTALİZMİN KÖKENLERİ…

İşte pagan uygarlıkların bu temel yapılarından ötürü, diğer medeniyetlerle kurduğu ilişkiler, aslında oryantalizmin de kaynağını oluşturmuştur.

Pagan uygarlıkların yapıları, salt epistemolojiye yani kuru bilgi’ye ve bilgilenmeye; dolayısıyla çatışmaya; hikmet geleneklerinin yapıları salt fenomenolojiye / şahsî tecrübeye; yani “hiçliğe”; vahiy medeniyetinin yapıları ise “varoluş”a (hakk-al-yakîn’e / ontolojiye) dayalıdır.

Pagan uygarlıklar, salt fizik gerçekliği eksene aldıkları için, pagan toplumların oluşum süreci oryantalizmin tarihî ve kültürel kökenlerini anlamak bakımından oldukça önemlidir.

Burada üstad Bediüzzaman’ın imajinatif terminolojisini kullanarak tartışmayı sürdürecek olursak…

Pagan toplumlar, mülk âlemi üzerinde verilen mücadelenin sonucudur. Önce ekonomik mülk ele geçirilir; sonra bu ekonomik mülk, askerî mülk’e dönüştürülür. Antik Yunan’da kolonilerin, antik Roma’da ise garnizonların kurulması bu şekilde gerçekleşmiştir. Askerî mülkü ele geçiren koloniler, diğer kolonilerle çatışırlar ve onlar üzeriden egemenlik / melik’lik kurarlar.

Girit’te Mikenler ve Minoslarla başlayan, Greklerde kıvamını bulan pagan uygarlığın diğer medeniyetlerle ilişki biçimi iki temel strateji üzerinden işleyegelmiştir: Önce asimilasyon / eritme; sonra da eğer asimilasyon başarısızlıkla sonuçlanırsa eliminasyon’a / yok etme’ye başvurma. Greklerde, Romalılarda, Avrupalılarda ve en son Amerikan tecrübesinde gördüğümüz başkalarıyla ilişki kurma biçimi sırasıyla bu iki strateji üzerinden gerçekleşegelmiştir.

ORYANTALİZMİN GÖRÜNÜMLERİ

Buradan oryantalizme giriş yapabiliriz yavaş yavaş. Oryantalizm, bir öteki icat ederek, kendi varlığını meşrûlatırma, böylelikle kendi kimliğini öteki üzerinden icat etme çabasıdır. Oryantalizmin zihninin dili, Avrupa-merkezciliktir: Her şeye, Avrupa-dışındaki bir olguya ya da dünyalara, dinlere, kültürlere ve medeniyetlere de yalnızca Avrupalı gözlüklerle, perspektiflerle bakma çabasıdır bu.

Daha masumane görünen oryantalizm tanımı şöyledir: Başka kültürleri inceleyerek, o kültürlerin bilgisine ve birikimlerine ulaşmak; o kültürleri Avrupa-merkezci zihin kalıplarıyla silbaştan kodlamak, formatlamak; böylelikle tanınamaz hâle getirmektir oryantalizm.

Başka bir deyişle, bir öteki icat etmek ve bu öteki’ni, neyse o olarak değil, Avrupalıların işine nasıl geliyorsa öyle resmetmek, tasvir ve tarif etmek, dolayısıyla büsbütün tahrif edilmiş, tamamıyla hayal mahsulü bir öteki olarak icat etmektir.

Burada oryantalizmin mantığı ikili karşıtlıklar üzerinden işler / işletilir: Merkez-çevre; uygar-barbar; Batı-diğerleri; efendi-köle; gelişmiş-gelişmemiş; ileri-gerikalmış vesaire.

Önce sözümona akademide başlayan oryantalizm, daha sonra başta resim sanatı olmak üzere bütün sanatlara ve bu arada sinema, gazete ve televizyona da aynen sirayet etmiştir.

Oryantalizm, Cemil Meriç’in deyişle, sömürgeciliğin keşif kolu değildir sadece; aynı zamanda, keşfedilmemiş kıtaların, dünyaların, hakikatlerin üzerinin de ayartıcı yöntemlerle sonsuza dek örtülmesi çabasıdır.

Batı’daki oryantalizm projesi, yalnızca diğer kültürlerin ve medeniyetlerin kontrol ve kolonize edilmesinde önemli bir öncükolu işlevi görmekle kalmamış; daha önemlisi de, bütün diğer dinlerin ve medeniyetlerin hakikatlerinin neyse o olarak görülebilme, neyse o olarak keşfedilebilme ve neyse o olarak yeni koridorlar açabilme imkânlarını da iptal etmiştir.

Bu açıdan, sömürgeciliğin keşif kolu olma çabası, aslında masumane bir çaba olarak bile görülebilir. Oryantalizm projesinin asıl tehlikeli yanını, başka kültürleri Avrupa-merkezci, dolayısıyla seküler perspektiflerle tahrif etme, tarumar etme, tanınamaz hâle getirme yanını göremiyoruz maalesef.

Oryantalist proje, başka dinlere, medeniyetlere ve kültürlere sahici, sahih şekillerde nüfûz edebilme imkânları berhava etmiş, yok etmiştir. Eğer oryantalizm iyi tanınamaz ve tuzakları iyi görülemezse, başka dinlerin ve medeniyetlerin insanlığa kendi aslî dinamikleri ve kendi özgün usûlleri açısından esaslı şeyler sunabilme imkânları hiçbir zaman mümkün olmaz, olamaz.

MEDYATİK PRYANTALİZM: YENİ-SÖMÜRGECİLİK

Oryantalizm, günümüzde klasik / akademik evresini çoktan tamamladı: Şu an medyatik oryantalizm olarak adlandırdığım, birincisinden daha tehlikeli, birincisine rahmet okutacak ürpertici bir dil kullanan yeni bir oryantalizmle karşı karşıyayız.

Klasik oryantalizm, açık sömürgecilik ve açık-emperyalizm döneminin çocuğuydu. Şu an açık-sömürgecilik de, açık-emperyalizm de fiilen bitti. Yeni-sömürgecilik ve yeni-emperyalizm olarak adlandırabileceğimiz yeni bir oryantalizm biçiminin tam ortasındayız.

Yeni-oryantalizm, kültürel sömürgecilik veya kültürel emperyalizm biçiminin motorudur. Ve başlıca araçları da gazete, televizyon ve sinema gibi kitlesel ve küresel “iletişim” araçlarıdır. Bu araçlar, gerçekte iletişim araçları değil, iletişimi imkânsızlaştıran, buharlaştıran, insanlık tarihinde en büyük iletişimsizlik sorununun yaşanmasına yol açan güç ve hâkimiyet kurma; kurulan hâkimiyeti pekiştirme ve yayma araçlarıdır.

İşte yeni-oryantalizm, bu noktada, bu araçlar / medyalar vasıtasıyla, eski sömürgeciliğin ve eski emperyalizmin gördüğü işlevleri, daha örtük, daha görünmez, daha ayartıcı ve bütün bu nedenlerden ötürü de daha tehlikeli şekillerde Batı uygarlığının, Batılı seküler duyma, düşünme, yaşama biçimlerinin kodlarını küreselleştirmekte ve derinlemesine yaymakta tam anlamıyla “gizli silahlar” olarak kullanılıyor.

Bu gerçeği cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, özlü bir dille çok güzel özetlemiştir: “Batı uygarlığı, dünya üzerinde kurduğu hâkimiyet iki şeye borçludur: Reklam / medya ve silah.”

SONUÇ: MEDYATİK ORYANTALİZMLE NASIL MÜCADELE EDİLMELİ?

Medyatik oryantalizm olarak tarif ettiğim yeni-oryantalizmle mücadele edebilmek klasik oryantalizmle mücadele etmekten daha da zorlaşmıştır. Ama yeni-oryantalizmle başa çıkabilmek için iki temel öneride bulunmak istiyorum.

Birincisi, mevcut bütün medyalarda toplumun bütün kesimlerine ve bütün dünyaya hitap edebilecek ölçekte varlık gösterebilmek.

Özellikle sinema ve televizyonda bu anlamda çok büyük boşluk var hem Türkiye’de, hem de İslâm dünyasında.

Medyada varlık gösteremediğimiz, ardından bu medyaları dönüştüremediğimiz sürece bu dünyada varlık gösteremeyeceğimizi, varlığımızı sürdürmekte bile zorlanacağımızı henüz tam anlamıyla idrak edebildiğimizi söyleyemeyiz.

İşin ilginç tarafı şu: Medyada varlık göstermek ve medyayı kendi aslî dinamiklerimiz / dilimiz ve usûllerimiz / üstdilimiz doğrultusunda dönüştürmek arızî bir çabadır. Sadece medyada yapılacak işlere bel bağlayamayız: Çünkü medyanın diline, seküler Batı uygarlığının çatışmacı, nesneleştirici, hiçleştirici, narkoz etkisi yapıcı, uyuşturucu dili hükümfermâdır.

Asıl yapılması gereken iş, ikinci “iş”tir: Dünyaya vahyin ekseninde işleyen kendi medeniyet fikrimizi sunabilmektir. Din, hayat kaynağıysa; medeniyet, dinin hayatiyet kaynağıdır. Hayatiyetini yitirmiş bir dinin, hayat’ını idame ettirebildiğinden söz edilemez.

Dolayısıyla, medya bir medeniyet meselesidir. Her medeniyet kendi medyasını kendi dünya ve hayat tasavvuru çerçevesinde geliştirir. Bizim de yeni-sömürgecilik olarak tanımladığım medyatik oryantalizmle mücadele edebilmemizin ve kendi medeniyet dünyamızın inşasına doğru sahici bir şekilde yol alabilmemizin yolu, kendi asıl’larımız doğrultusunda kendi medyalarımızı, medyalarımızın dilini kurmaktan geçer. Mevcut çatışmacı, seküler medyalarla bir yere gidemeyiz. Kendi ayağımıza kurşun sıkmış oluruz sadece.

Irfan mektebi dergisi,100.sayı

http://irfanmektebi.com/2015/03/01/medyatik-oryantalizm-kulturel-somurgecilik/
Devamını Oku »