Müslüman Biblicalistler



Başlığa şaşırabilirsiniz. Bu da yeni bir mezhep mi, cemaat mi, tarikat mı diye sorabilirsiniz. Haklısınız. Belki de hepsi.. Tabii ki bu başlığın benzetme sanatı kullanılarak atılmış olduğunu söylemeye hâcet yok.

Önce şu ‘Biblicalist’ ne demek ona bir bakalım. Bu kavramlar daha çok Hristiyanlık tarihi ile alakalı olup batı dillerinde kullanılan kavramlardır. Malum olduğu üzere Bible; ‘İncil’ demek. Biblicalist ise ‘İncilci’ diye tercüme edebileceğimiz Hristiyanlık içerisinden çıkıp herşeyin İncil’in metninde olduğunu ileri süren ve o metni gramer kurallarının ne kadar tercüme imkânı sunuyorsa o kadar anlayabileceğimizi ileri süren bir akım. Bu tercümeyle elde edilen mananın daha başka anlam katmanları da yaratabileceği görüşünü ise kabul etmezler. Herşey ve hepsi bu okuduğun düzeyden ibarettir. ‘Literalist’, ‘Bookist’, ‘Fundemantalist’ v. b. gibi isimler de verilen bu akım bugün daha çok Evanjelist akım içerisinde varlıklarını sürdürmektedirler. Hatta sanki Hz. İsa kitap satıcıları gibi elinde kitap çantası ile dolaşmışçasına bunlar da sokakta ellerinde İncil tercümeleri ile kapı kapı dolaşıp tebliğ yaparlar. Güya insanları İncil’e davet ederler. Fakat ekser-i ulema diye tabir edebileceğimiz Hristiyan din alimlerinin çoğu bunların iddialarını doğru bulmazlar. “Christianity is Biblical but Biblicalism is not Christianity.” derler. Yani “Hristiyanlık İncilî’dir ama İncilcilik Hristiyanlık değildir.” derler.

Peki bundan bize ne hocam diyebilirsiniz. Aslında ârif olanlar benim ne kastettiğimi çoktan anladılar bile. Fakat tabii ki konuyu açalım ki herkes anlasın.

Son zamanlarda ülkemizde yeni bir akım yavaş yavaş alternatif olarak mevzileniyor. En önemli tezleri şu: Tek doğru, tek kutsal, kitaptır. O da Kur’ân’dır. Bir şey Kur’ân’da varsa vardır yoksa yoktur.

.....

Ben onların yaptığı ilim ve bilim dışı yönteme başvurmayacağım. Yani onların yaptığı gibi meselâ “Taocular zâhid adamlar, sufiler de zâhidler, demek ki tasavvuf Taoculuktan alınmadır.” gibi fâsid kıyaslarla gülünç duruma düşmeyeceğim. İlim ahlâkına riayet edeceğim....

Oysa ne güzel bir komplo teorisi veyahut senaryosu çıkarılabilirdi bu mevzudan. Mesela Biblicalistler Evanjelisttirler. Evanjelistler de Trump ile beraber ABD’nin iç ve dış politikasını belirleyen en önemli akım oldular. Yüzyılın başında Ortadoğu’yu ve Müslüman ülkeleri nasıl Lawrence’in elinden tutup kaldırdığı Vahhabi ideolojisini kullanarak parçaladılarsa şimdi de bu Mushafçılığı kullanarak yeni fitne tohumları ekmektedirler. Bunun için de ülkemizi pilot bölge olarak seçmişlerdir. Belirli medya guruplarının kendilerine alan açtığı ve mevcut iktidarın saflığından istifade ile pazarlanıp yüksek mevkilere getirilen bazı ilahiyatçılardan müteşekkil bu cemaat örgütlüdür. Başları vardır, toplanırlar. Dış güçler ne kadar Geleneksiz ve de Gelenek karşıtı akım varsa onları öne çıkarmayı hedeflerler. Bu yüzden tıpkı Gülen olayında olduğu gibi bütün bu yeni icat akımlar CIA bağlantılıdırlar.

Hedefleri bin yıldır İslâm medeniyetinin manevi damarlarını besleyen Gelenek’e ve onun büyük ustalarına çamur atarak halkı maneviyattan soğutmak ve sonunda mantıksal süreçlere indirgenmiş kuru bir din haline indirgedikleri İslâm dinini insan hayatının her alanını kuşatamaz kılmaktır. Doğal olarak oluşacak boşluktan istifade ile de başta Yahudi-Hristiyan kaynaklı olmak üzere bütün İslâm dışı maneviyat akımlarının insanımıza kurtarıcı gibi geleceği bir zemin hazırlamak gizli hedefleridir…

Bu kurgu ne kadar kurgudur ne kadar gerçektir bilemem. Bendeniz pek fantastik edebiyat meraklısı değilimdir. Çok fazla polisiye roman da okumadım. O açıdan bu konuları meraklısına bırakıp ilmi yoldan ayrılmamayı düşünüyorum.

Mamafih ilmi yol, düşünürler arasında organik bir bağ olmasa da fikirler arasında benzerlikler olabilir der. Bu muhakkak birbirlerinden doğrudan tesir almalarını gerektirmez. Yani bizim Mushafçılar için her ne kadar yukarıdaki komplo teorisini şimdilik bir kenara koydumsa da Biblicalistler’le benzer mantıkları olduğunu da söyleyebilirim.

İlginçtir ki şimdilerde bu gerici akım yeniden kıpırdanıyor. Gerici diyorum çünkü sırf gramatik metni alıp ona dayalı başka bir açılımı kabul etmezseniz o metni de dondurur ve öldürürsünüz. Baştanbaşa bir İslâm entelektüel üretimini yok saymak anlamına gelir bu. Çünkü bu mantıkla bakıldığında hiçbir düşünce akımı çıkamaz.

Ne Hz. İsa ve ne Hz. Peygamber elinde sayfalarla, yapraklarla, fasiküllerle dolaşan bir peygamberdir. Malum olduğu üzere Hz. Peygamber’den açığa çıkan vahyin fiziksel manada kitaplaşması hayattayken değil çok sonraları olacaktı.

Oysa Hz. Peygamber de vahyin bir parçasıydı. Vahy-i gayr-ı metluvderlerdi ona. “Yürüyen Kur’ân” derlerdi ona. Yani o da bir kitaptı… Onun için Hz. Ali de yaprakçılara karşı “Ene’l-Kur’ân” demişti. Tabi ki anlayana… “Şüphesiz bu Kitap gizli bir kitabın içindedir.” (Vakıa 78) âyetine nasıl anlam verir bu sözde Kitapçılar bilmiyorum ama bizimkiler (Allah onlardan razı olsun.) “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştirler.” peygamber sözüyle bunu açıkladıklarında bende mesele öyle oturmuştu ki Kur’ân Araştırmaları Merkezi’ndeki evrak memurlarına sorma ihtiyacı hiç hissetmedim. Yani Kitab’ın anahtarı İnsan’dır. Sen seni bil…

Bu akımın derin bir fikri ve tezi yok. Kendilerinden bir şey ortaya koymak yerine var olanları eleştirerek kendine bir yer edinmeye çabalıyorlar. İddialarını ileri sürerken de hep olumsuz örneklemeler vererek kendi doğrularını ispatlamaya çalışıyorlar. Yani Mütenebbiler (yalancı peygamberler) üzerinden Hz. Muhammed’i okumaya çalışmak gibi saçma bir durum, yaptıkları. Evet Mütenebbiler vardılar ve olacaklardır. Ama biz Hak ve hakikat elçisi ile mi hemhal olacağız bu mütenebbilerle mi? O üçkağıtçılar hiçbir varlık gösteremeden silinip gittiler. Bugün dünyada kaç kişi Müseyleme diye birini tanır?.. Evet sahte peygamberdi. Kimse tanımaz. Ama Hak Peygamber Hz. Muhammed’i cümle kâinat tanımaktadır.

Neymiş efendim, adamın biri kendini mehdi ilan etmiş, kutup ilan etmiş, rüya görüyormuş, v. s. Bütün malzemeleri bu. Buradan vardıkları sonuç da ilginç: “Bütün rüya görenler mehdidirler.” Ne kadar saçma bir mantık. Böylesi Müseyleme tipleri de vardılar ve hep var olacaklar. Ama isimlerini bunlardan başka valla kimse bilmez. Sadece onlar bilirler zira bunları gösterip sizin cebinizden paranızı çalan hırsızlar gibidirler. Ama bir İbn Arabi’yi, bir Mevlânâ’yı, bir Hoca Ahmed Yesevi’yi cümle âlem tanır. Bu bir iki yeni yetme tanımaz o ayrı mesele. Müseylemeleri gösterip Hz. Muhammed’e dil uzatanlara ne kadar benziyorlar.

Sırf meal okudukları için anlayışları da o kadar sığ ki Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki beyitlerin hangi Kur’ân âyetlerinin manen tefsiri olduğuna dair yerli yabancı pekçok bilimsel çalışma yapılmışken bunlar “Bu Mesnevi dinin asıllarının asıllarının asıllarıdır.” sözünden, “Bak Kur’ân’dan daha büyük olduğu iddiasında bulunuyor.” gibi zırvalar çıkarırlar, tevilin hasını yaparlar. Küçük beyinlerine uymayan her şeyi Kur’ân’a uymuyor diye reddederler. Üstelik çoğu Arapça da bilmez. Mealden, yani bir beşerin yaptığı tercümelerden yola çıkarak ahkam keserler. Bu yüzden… “Kitab’ı da bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir.” (Bakara 78). Çünkü bunlar Lafzi rivayeti bile yapamazlarken Mânâ rivayetinden ne anlasınlar? Oysa ‘Dört kitabın mânâsın’ bilmek isteseydiler Yunus’a yetişemediler belki ama Kitapçı Muzaffer’e sorabilirdiler.

Fakat bir insani otorite de kabul etmedikleri için doğal olarak Kur’ân kaynaklı bir fikrî açılımları da olamıyor. Bu yüzden mesela Kur’ân’ın bâkî olmadığını söylediği dünya için gerçek diyebilirler. Yani Allah’ın yanında bir başka hakikat kategorisi daha kabul ederek şirke düşerler. Bugün Kuantum fiziği bile bu ehl-i Kur’ân âriflerin buluşlarıyla paralel bulgular elde ederlerken bunlar hâlâ kumda oynamaya devam ederler. Bir kimyagerin bir elementi rüyasında bulduğuna inanırlar da İbn Arabi’nin rüyasıyla alay ederler. Hz. Peygamber’in vahye muhatap olduğunda yaşadığı halleri, “Bir sara hastası halleri.” olarak gören oryantalistler ile ehl-i vücud olmuş bir kâmilin hallerine, “Bir şizofren halleri.” diyen bunlar arasında mantık açısından hiç fark yoktur.

Bu mealcilere tavsiyem kendi açılımlarını getirmeleri. Bir görelim. Kafalarına göre tasavvuf okumaları yaparak kendilerini meşrulaştırmaya çalışmasınlar. Düşsünler tasavvufun yakasından. Hiç tasavvuf demeden kendi tezlerini getirsinler bakalım. Bir kere daha kafalarına şunu çakmak istiyorum: Tasavvuf bir Kur’ân’ı anlamlandırma modelidir, yani Kur’ânî’dir. Bin yıldır denenmektedir. Bir ontolojisi vardır, bir epistemolojisi vardır. İnsan görüşü vardır, ahlâk görüşü vardır, toplum görüşü vardır. Cüneyd’i vardır, Gazzali’si vardır, İbn Arabi’si vardır, Mevlânâ’sı vardır, Yesevî’si vardır, Yunus’u vardır v. s. Sizinkileri de bir duysak diyorum?

Tanpınar’ın tabiriyle Anadolu “İstatistiğe karşı vitalitenin (hayatiyet) harbini” yapan bir yer olduğu için oturun oturduğunuz yerde, üç kişilik ekibinizle Anadolu’muzun hayat damarlarıyla daha fazla oynamayın. Oynatmazlar…

Netice: İslâm Kur’ânî’dir ama Kur’âncılık akımı İslâmî değildir.

Mahmut Erol Kılıç

Yeni Şafak
Devamını Oku »

Kudüs Nasıl Kurtulur?






 Kural 1

Bir mücadele, hasım güçlü olduğu için değil, sen zayıf olduğun için kaybedilir. Güçlü bir devlet, güçlü bir millet, güçlü bir birey olmak zorundasın.

Kural 2

Güçlü olmak için;

Devlet aklını

Sivil toplum enerjisini

Bireyler iman gücünü kullanır.

Bunları birbirine karıştırma.

Hepsi bir araya gelir birlik olur, dirlik olur, güçlü olunur.

Kural 3

Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin sözünü aklından çıkarma:

“Dostlarıyla uğraşanlar, düşmanlarını yenemez.”

Dostlarınla, yol arkadaşlarınla, Müslüman kardeşinle uğraşma, gıybet yapma, onları dışlama, zayıf düşürme.

Safları bozma, adam eksiltme, yapanlara izin verme.

Tek hedefin, tek hasmın Kudüs’ü işgal edenler, onları destekleyenlerdir. Buna odaklan, enerjini buraya harca.

Kural 4

Dünyada herkese örnek insan ol. Peygamberimiz gibi, önce ‘emin’ ol, sonra Müslüman. Dürüst ol, adil ol, çalışkan ol, merhametli ol. Kudüs’ü ancak her şeyi ile topluma örnek olan insanlar yönetebilir. O insanın nasıl olacağını tüm dünyaya göster.

Kural 5

Kudüs’ü sadece duygularını, inancını kullanarak kurtaramazsın. Aklını kullan, bilimi kullan, bilgiyi kullan, teknolojiyi kullan, iletişimi kullan, diplomasiyi kullan.

Üniversitelerde, araştırma merkezleri kur, bağımsız enstitüler kur, bilgi üret, veri üret, bunları dünyaya yay.

Kural 6

Kudüs sadece Müslümanların değil, insanlığın ortak sorunudur. Hristiyanları, Siyonist olmayan Yahudileri yanına çek, ortak platformlar kur, sorunu uluslararası zemine taşı. Osmanlı’nın üç din için kurduğu mükemmel sistemi iyi öğren, bugüne uyarla, bir barış projesi olarak insanlığın hizmetine sun.

Kural 7

Sesini duyurmak için sadece slogan atma. Dünyada etkili iletişim araçlarına sahip ol. Uluslararası etkiye sahip televizyonlar, gazeteler, ajanslar, sosyal medya markaları oluştur. Haklı davanı dünyaya duyur.

Kural 8

Kudüs sadece dini bir mekan değil, insanlığın ortak kültür hazinesidir ayrıca. Tarihi eserleri, yapıları, kültür mirasını iyi öğren, bunların İsrail tarafından nasıl tahrip edildiğini gör, bunu dünyaya anlat. BM’yi, UNESCO’yu harekete geçir.

Kural 9

İslam ülkelerinin yöneticilerini birleşmeye, ortak tavır almaya, birlik olmaya zorla. İktidarlara bunun için baskı yap.

İktidarlar birleşmiyorsa, Müslüman milletleri birleştirmenin yollarını ara. Tüm İslam ülkelerinin halklarını harekete geçirecek sivil toplum örgütleri kur, organizasyonlar düzenle, kampanyalar yap.

Kural 10

Bütün gücünle mücadele et, ancak şiddete meyletme, hukuku çiğneme. Bil ki şiddet seni marjinalleştirir, düşmanını meşrulaştırır.

Son kural

Çok çalış, çok çalış, çok çalış. Dünyayı kıskandıracak kadar işinin ehli ol. Sonra da Allah’a tevekkül et. Ondan daha iyi bir yardımcı bulamazsın.

Kemal Öztürk/Yenişafak

08.12.2017







Devamını Oku »

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır





Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla “bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

21’inci asrın büyük şirketlerine bakın meselâ. Logolarını, web sayfalarını, antetli kâğıtlarını birbirine uydurmak için milyonlar harcıyorlar. Grafikeri, sanat direktörü, reklâm kampanyası… Üstelik yerel kültürü, bölgesel farkları ihmal ederek yapıyorlar bunu. Sanat bile olmayan kurumsal iletişim makinaları yerel kültürün görsel vasıflarını hiçe sayıyor.

Müslüman sanatçıların eserlerindeki görsel bütünlük ise böyle tepeden inme bir dayatma değil. Bir bütünlük var ama tektipleştirme, aynılaştırma değil bu;  yaşadığı bölgedeki insanların zevklerini, ihtiyaçlarını ve imkânlarını dikkate alan, çoğulcu bir bütünlük. Yerel kültür ve halkın tercihleri eserlere yansıyor… Fakat yine de sanatçılar bütün İslâm ülkelerini gezip görmüş gibi “gizli bir ana doktrine” sadık kalmışlar. Daha da acayip olanı bu sadakatın asırlarca sürmüş olması. 8’inci asırdan kalma bir eser alın elinize, meselâ Bağdat’tan gelen bir Kur’an sayfası olsun bu. Diğer elinize 16cı asırdan kalma bir Kütahya çinisi alın. Sadece mesafelerin değil aradan geçen asırların bile bozamadığı bu görsel bütünlüğe hayret edeceksiniz.

Nedir peki bu “gizli doktrin” ? Abbasileri, Emevileri, Osmanlıları, Selçukluları, Tatarları, Boşnakları ve Berberleri birleştiren görsel kurallar ne olabilir?

Bu soruya cevap vermek için ilginç bir eserden istifade edelim: Kitabın adı “Tezyin felsefesi” (Philosophie de l’ornement).  Müellifi Christine Buci-Glucksmann estetik ve siyaset üzerine çalışmaları olan bir Fransız düşünürü. Çıkış noktası olarak istifade edeceğimiz bu kitap yer yer İslâm sanatından bahsetmekle beraber tamamen bizim sanatımıza odaklı değil aslında. Japonya’dan, Ortaçağ Avrupasından, Okyanusya’daki halkların dövmelerinden hatta mimari ve müzikteki tezyin örneklerinden de bahsediyor. Yazarın bu “evrensellik” arayışı aslında bizim için bir nimet. “Ötekilerin” tezyin örnekleriyle keşfettiğimiz ortak ögeler sayesinde İslâm sanatını düşünmek kolaylaşıyor.

Zira İslâm – Sanat ilişkisinde resimin yasaklanması, nü, vs. oryantalist klişelerin aşılması vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Bunu başarmak için kendi sanatımızı sağlıklı düşünmemize mani olan şu iki aşırılıktan kurtulmalıyız:

  • Batıya gol atma tutkusuyla yaklaşmak meseleye, “bizimkilerin” sanatı, “ötekilerin sanatı” derken Sanat’ın evrensel/fıtrî boyutunu ıskalamak,

  • İslâm sanatını batılı gözüyle okumak yani batılı sanatçıların kelimeleri, klişeleri, ekol savaşları, 19-20’nci asırlarda Avrupa’da inşa edilmiş bir sanat felsefesi ile düşünmeye çalışmak.

Konumuza dönecek olursak… Tezyin[1](“ornament”), süslemek, bezemek, dekore etmek, tezhip… Bu kelimeleri yaklaşık olarak aynı şeyi anlatmak için kullanılır çoğunlukla. Tezyin genel mânâda ele alınırsa elbette bize özgü değil. Christine Buci-Glucksmann’ın çok sayıda misal ile anlattığı gibi başka coğrafyalarda da kültürlerin odağına oturmuş. Ama İslâm medeniyetinde doruk noktaya taşınmış ve anahtar bir kavram olmuş. Peki “ötekilerin” sanata ve soyut bakışı nasıl?

Avrupanın soyut sanatı bize uyar mı?

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdırİslâm sanatını dahi batılıların yazdığı kitaplardan öğreniyoruz. Tuhaf bir asır. Kendi münevverlerimizin tembelliği bize pahalıya patlıyor. Neyse. Ağlamayı bırakalım, o tarafa hızlı bir bakış atalım:

Batıda “soyut sanat” denilince akla Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gelebilir. Bu tarz sanata aşina olmayanların ise soyut resim sergilerinden çıkarken “bu şimdi sanat mı?” ya da “hiç zevk almadım, ben herhalde sanattan hiç anlamıyorum” diye söylendiklerine tanık oluyoruz. Soyut sanat bir çokları için garip üçgenler, kareler, ucubik şekillerden ibaret.

Gerek soyut sanat gerekse ”normal” sanatın ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda Batıda yapılan tartışmalar bir kaç asırdır sürüyor. Ancak meselenin özüne inmek isterseniz bütün kavgaların iki noktada yoğunlaştığını görüyorsunuz:

  • Gösteren Sanat: Sanat görüneni taklit etmelidir, estetik prensipler şöyle şöyle olmalıdır.

  • Anlatan Sanat: Sanat bir mânâ anlatmalıdır. Renk, şekil, ses, ritm vs amaç değil ancak araç olabilir.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırKandinsky’nin, Klee’nin yazdığı kitaplar, makaleler, Van Gogh’un mektupları, Cezanne ile yapılan mülakatları okuduğumuzda hep bu ikilik ile karşılaşıyoruz. Ressamların en büyük kaygısı NE? / NASIL? ekseninde yoğunlaşmış. “Ne anlatıyorum? Nasıl anlatıyorum?”Hegel, Kant, Hume, Bergson ve daha nice filozof estetik üzerine ilginç teoriler sunmuşlar. O dönemin sanat dergileri, ekollerin manifestoları da birer altın madeni adeta. Peki ne öğreniyoruz bütün bunlardan?

Modernite ile birlikte Avrupa’nın geri kalan kısmı gibi sanatçıları da mânâ ile ilgilenmeyi terk etmişler. Modernite diyoruz zira sanat siyasetten, endüstri ve ekonomiden ayrı düşünülemez. Bu kopmayı tarihte konumlandırmak için Fransız ihtilâli olmazsa Endüstri devrimi milat alınabilir. Fabrikalar, trenler, endüstrileşen savaşlar, aristokrasinin yerine geçen burjuva, çöken imparatorluklar ve yükselen ulus-devletler… Avrupalının Sanat’a bakışı bu fırtınalardan elbette etkilenecekti, öyle de oldu. Peki ne oldu?

Sekülerleşti Sanat. Yani meselenin NE?kısmı unutuldu, NASIL? kısmı ise öne çıktı. Sanat meta haline gelince, eşyalaşıp müzeleşti. Alınıp satılan ya da komünizm gibi, ulus-devlet inşası gibi politik propagandaya alet olan bir boya derekesine düştü. Kapitalizmin elinde pop-art ile dibi buldu. Daha da aşağısına zaten “porno” diyoruz.) Bu bağlamda ekol kavgaları elbette sanat için değil, para için, şöhret için, bakanların nefsini tahrik için. Bir insana üstün ırktan olduğunu söyleyip tahrik etmek, Ermeni düşmanı yapmak ya da erkekliğini kışkırtıp otomobil satmak arasında ne fark var? Evet, sekülerleşen yaşam tarzları, sekülerleşen siyaset ile birlikte sekülerleşen bir sanat var. Anlatılan mesajdan, mânâdan koparak boya tekniklerine, biçimlere, stile, geometriye odaklanan, vülgerleşen, adileşen bir sanat” var. Sürrealistler, fovistler, dadaistler… Farklı stiller üzerine çok yazılmış, çizilmiş ama kanaatimizce insanların sanatı mânâdan uzaklaşmış.

İslâm sanatı neden taklit sevmez?

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırGelin işin kolay tarafından tutalım, bir çocuk gözüyle, safça bakalım: Ne görüyorsunuz İslâmî sanat eserlerine baktığınızda? Su dalgaları ya da kumaş kıvrımlarını andıran biçimler, idealize edilmiş çiçekler; karanfillikten çıkmış karanfiller meselâ. Bazen tabiatta görülmeyecek düzgünlükte geometrik şekiller, birbirinin içinden geçen şeritler… Bitkilerin toprak ile bağları kesilmiş, bazı yaprakların balık mı yoksa yaprak mı olduğunu bilemiyorsunuz. Özetle tasvir eden şekil ile referansı yani tasvir ettiği şey arasındaki bağı zayıflamış, hatta kopmuş. Zaten sanatçı da bunu istemiş: Biçim ile mânâ arasında bir hürriyet köprüsü kurmuş. Mânâ tasvir edilen cisimde ya da onun resminde değil, mânâ bakanın gözünde (=Aklında). Oleg Grabbar’ın tabiriyle “ifade edilebilecek olan ifade edil-ME-yen ile anlatılıyor”. [2]

Yani Müslüman sanatçı için sanat taklit değil. Mimetik, tasvir, temsil… Neresinden tutarsak tutalım bir şeyi göründüğü gibi çizmek sanat bile değil. Gerçekten de yazıyla anlaşma imkânı olmayan durumlarda görsel ögeleri kullanmıyor muyuz? Trafik tabelası, reklâm panosu, kadın/erkek tuvaleti… Görünen ile anlaşılan herkes için aynı, objektif. Kimse çıkıp da “park yapılmaz” panosunu kendi iç dünyasına göre veya cinsel, etnik, dinsel, yöresel farklara göre özgün biçimde yorumlayamaz. Size ceza kesen polise “ben bu tabelayı farklı yorumluyorum” diyemezsiniz. Kısaca eşya tasviri gerekli olabilir ama sanat olamaz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırBakın meselâ M.Ö. -400′lerde yaşamış Yunanlı ressam Zeuxis yaptığı üzüm tasvirlerini gerçek sanarak yemeğe gelen kuşlarla övünürmüş. Tabiatın güzelliklerine benzer resim çizmenin sanatını yücelttiğini iddia edermiş. Hemen kendimize soralım: Hayvanları aldatabilmeyi Sanat’a amaç edinmek Sanat’ı yüceltir mi yoksa tam tersine boyacılık derekesine mi indirir? Hegel Estetik Derslerine Giriş‘i yazarken bizim gibi düşünmüş olmalı ki:

“Tabiat aynı anda beş duyuya hitap eder. Oysa taklitçi sanat ancak bir duyuyu aldatabilir. Bu sebeple kendini taklit rolüne hapseden bir sanat sürünerek bir fili taklid etmeye çalışan solucana benzer. Taklitçi sanat gerçek canlılığın yerine ancak Hayat’ın bir karikatürü olabilir!”

Müslümanca sanat olur mu?

Sanat eğer evrensel ve/veya fıtrî bir olgu ise yani her insanda bir güzellik hissi var ise Hristiyan sanatı ya da İslâm sanatı diye bir şeyin olması mümkün mü? Zannediyorum “bizimkiler-ötekiler” ayrımı yok. Olsa olsa folklorik/yerel bir takım farklardan söz edilebilir. Ama “ben sanatçı olarak ne anlatmalıyım?” sorusuna verilen cevap Müslüman olan ve olmayan için aynı değil. Daha net bir dille söylersek: Müslümanın sanat ile kuracağı münasebet de Müslümanca olacaktır; bu münasebet seküler olamaz.

Bu “münasebeti” sanat dışı bir örnekle açmak için… Meselâ Para’yı düşünelim. Para iyi ya da kötü olamaz. İslâm’a uygun ya da aykırı olan münasebettir: Müsriflik, cimrilik, sehavet, cömertlik, sadaka, zekât, rüşvet, haram, helâl kazanç vs. Bizim para ile olan münasebetimiz Müslümanca ya da “kafirce” olabilir.  Sanat’a geri dönersek… Müslüman sanatçının kendisine ve Kâinat’a bakışı elbette sanatına yansıyacaktır. Yaptığı eserlere nüfuz edecek olan mânâ hazcı olamaz. Neden?

Haz odaklı bir hayat görüşü ortaya koymuş olan Epikür “Ölümden korkmuyorum, ben varken o yok, o geldiğinde ben olmayacağım” diyordu. Vücut ile, cismanî varoluş ile benlik eşitleniyor bu sözde. Eğer onunla karşılaşma imkânı olsaydı İbn Sina şöyle cevap verebilirdi: “Bir vücudum var ama ben o vücuttan ibaret değilim ki! Zayıflarım, şişmanlarım, hatta kolum bacağım dahi kesilebilir, ama değişmeden kalan bir “ben” var benim içimde” (Bkz. İbn  Sina’nın Kitabü’ş-Şifa adlı eseri, “İlâhiyat” bahsi) İşte bu iki farklı görüşe sahip olarak resim yapan insanların aynı tür sanat eserleri ortaya koyması imkânsız. Hatta Sanat’ın ne olduğu, amacı, yöntemi konusunda dahi anlaşmaları imkânsız.

Peki nedir Müslümanca sanat? Nasıl olmalıdır? Sanat tarihçisi ve İslâm sanatı uzmanı Oleg Grabbar’ın [2] güzel bir saptaması var:

“İslâm’da sanatçının maksadı etki etmektir, eşyayı göstermek değildir”

Yani bizim sanatımız bakılan değil “okunan” bir sanat. Ve bunun böyle olması bir rastlantı değil, Kur’an okuyan her insanın kendi başına dahi keşfedebileceği  kadar aşikar bir gerçek. Meselâ şu ayetlerde görme – anlama – idrak etme – iman etme ilişkisine bakın:

  • “Görmediler mi ki, biz yağmuru kupkuru yere gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yiyeceği ekinler çıkarırız. Hâlâ görmeyecekler mi?” (Secde, 27)

  • “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ, 30)

  • “Gökyüzünün genişliğinde Allah’ın emrine râm olarak uçan kuşları görmezler mi? Bunları orada Allah’tan başkası tutmuyor.Elbette bunda iman edecek kimseler için çok deliller, çok işaretler vardır.” (Nahl, 79)

Bu sözlere muhatab olan bir kâfir şöyle diyebilir: “Evet, yağmuru gördüm, kuşları vs gördüm ama ne bir yaratıcı gördüm ne de iman ettim”. Böylesi ampirik ve pozitivist bir itiraza ne cevap verilebilir? Müslüman sanatçı belki şunu söyleyebilir:

“Sen Van Gogh’un ayçiçeklerine baktığında tohumundan yağ çıkartılan bir bitki  mi görüyorsun yoksa Van Gogh’u mu? Baktığı eşyada sadece eşya görmek bir maharet değil. Bunu hayvan da yapıyor. Bu et-göz ile yapılan bir görmedir. Mühim olan Sanat’a bakarak Sanatçı’yı görmek değil midir? İşte bu İnsan’a ait göz ile görülebilir. Hayvan ve bitkiler bu gözden mahrumdur.” (Bkz. Derin Göz kitabı)

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırGerçekten de kiliselerin aksine bizim camilerimizde Kur’an’daki olayları anlatan resimler yoktur. Elbette Efendimiz’i (sav) resmetmek yasaklanmıştır. Ama savaşları, Hicret’i, Mekke ve Medine’yi, Cennet’i, Cehennem’i anlatan resimler konabilirdi. Konabilirdi de… dine uysa bile Sanat’a uymazdı böyle bir yaklaşım. Neden?

Eğer böyle yapılsaydı o resimlere bakanlar sadece ressamın maksadı olan imajları görürdü. Yani siyasî propaganda veya ticarî reklâm panosu gibi olurdu cami duvarları. “İnanın yoksa aha bu Cehennem’e gidersiniz, işte şu ateşlerde  yanarsınız” mealinde görsel bir mesaj vermek sanat değil beyin yıkama olurdu. Taklit sanat(?) bakanı özgür bırakmadığı için kâmil bir sanat değildir. Belki acemilerin eğitimi ya da çocukları eğlendirmek için kullanılabilir.

Sonuç

Müslümanca sanat görünene bakarak görünmezi “görmek” demek. Sınırlı, adedi belli şeylere, eşyaya bakarak Sonsuz’u, mânâyı görmek demek. Kesret’de Vahdet’i ve Vahdet’de de Kesret’i gösterebilmektirMüslümanca sanat özünde bir Kainat okuma klavuzu. Kur’an’da defalarca karşımıza çıkan “görmez misiniz? İman etmez misiniz?” şeklindeki tecahülü ârif sanatına bir cevap. “Lebbeyk” gibi. “Gördük, elbette gördük ve iman ettik” demenin en güzel yollarından biri. Ama Müslüman sanatçı bencil değil. Kendisini kurtardığı gibi diğer insanlara da hizmet etmek istiyor. Sanatının sadakasını veriyor. Bu açıdan bakıldığında İslâm sanatı bir göz terbiyesi aynı zamanda. Henüz tefekkür etmemiş, kâmil imana kavuşmamış olanlara yol gösteriyor. Zira Müslüman sanatçı sadece bireysel olarak O’na yönelmiyor, hidayete vesile olacak renkleri, şekilleri kulların nazarlarına veriyor. Kâh bir Kur’an sayfasının köşesinde, kâh bir cami duvarında. Hat, Ebru… Bütün İslâm sanatları gözlerimizi terbiye eden birer mürebbi gibi.

Müslümanca sanatın ne olmadığını sanırım bu ilk bölümde anlatabildik. Gelecek bölümlerde soyutlama teknikleri üzerinde derinleştirmeye gayret edeceğiz. Şimdi tenzih metodunu terk edelim ve olması gerekeni bir bilenden dinleyerek bu bölümü sırlayalım:

“ALLAH güzeldir, güzeli sever” ibaresi üzerine bir sanat felsefesi bina etmiştir sufiler. Tabi ki buradaki güzel Freudyen manada bir güzel değildir. Yapılması gereken güzellikleri ortaya çıkarmaktır. […] Sanat sufi açıdan “Hakiki Varlık” ile bağlantılı bir şey olmaktadır. Arızî değildir. Herden güzel olanla irtibatlı olduğunda gerçek sanatçı olunur. Başka bir ifade ile sanatkârlık “EL CEMÎL” isminin hakikatine ermektir. Tasavvufta realizasyon fikirler teâtisi neticesi bir bilginin sende oturması vardır. Bu diyalektik değildir. İşte sanat bu irtibatın ardından bir tahakkuk eylemidir. Tasavvufun şiir, musiki, mimari gibi islâm sanatlarının doğuşuna kaynak olduğunu görürüz. Sanat ancak yontulup işlenip bir hâle sokulan, bir makama konulan insan tarafından icra edilebilir. Alt kademeler kesiftir, yoğundur. Kişi manen yükselmeyle beraber latif duygulara sahip olur ve o incelikler eserlerde tezahür eder. (Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş)

Dipnotlar

Tezhip Sanatı sitesinden genel bir açıklama: “… Tezyinat kelimesi bir çok dekoratif sanat ve zanaatları içinde barındıran bir terimdir. Tezyin, Arapça ziynet kelimesinde türemiş olup, süs manasına gelir. Tezyin etmek, süslemek, tezyinat ise bunun çoğulu, yani süslemeler demektir. Bu sebeple tezyini sanatlara günümüzde, süsleme veya mana bakımından daha yakışan bir isimle bezeme sanatları da denir. Avrupa dillerindeki ismi, dekoratif sanatlardır. Kitap kabı, tezhip, hüsn-i hat, ebru, katıa gibi kitap sanatları, taş ve ahşap üstü bezemeler, metal işleri, kalem işi, revzen, tekstil, dokuma ve işlemeler, tezyini sanatların şemsiyesi altında toplanmıştır. Görüldüğü gibi tezyinatın geniş uygulama alanı vardır. Bunlardan hüsn-i hat, ebru, kilim dokuma ve bazı işlemeler dışında hepsinin ortak özelliği, motif ve desen bilgisinin aynı olmasıdır. Sadece kullanılan malzeme ve uygulanan teknikler farklıdır. Tezyinî sanatlardaki bu farklılık, motiflerin ve dolayısıyla desenlerin, büyüklüğünü,çizgi yoğunluğunu ve renklerini etkilerse de esası değişmez. 

 “İslâm Sanatını Düşünmek – Bir Tezyin Estetiği” adlı kitap, sayfa 186-187. Fransızca adı “Penser à l’art islamique”, Yayınevi : Albin Michel, 1996 baskısı




Kaynak: derindusunce.org

Kastamonur.com
Devamını Oku »

Kadına Şiddet Konusu



Benim kızdığım konu şudur. Hep kadına şiddeti cezalandırmaya yönelik bir yaklaşımımız var. Yani hep ceza vermeye endeksli bir düşünce sistemimiz var. Fakat biz o insanları anlamaya empati kurmaya ve sorunlarını çözmeye odaklı düşünmüyoruz. Siz sorunu çözmediğiniz sürece vereceğiniz cezalar hem şiddeti artıracak ve hem de ailenin dağılmasına neden olacaktır. Tıpkı Osmanlı'nın duraklama dönemindeki Anadolu isyanlarını asıp kesmeyle çözeceğini düşünmesi ve sonuçta bu çözüm yolunun sonunu hazırlaması gibi.

Önce insanı ıslah edeceğiz. Islah etmeden verilecek ceza zulümdür. Erkek de kadın da toplumun sorunudur. Sorunları kadın ve erkek bireyselliğine yansıtmamız toplumu ayrıştırma ve hep karşısındakini suçlayıp kendini masum görme yoludur. Sonuçta müslüman müslümanın aynasıdır. Toplumun kadını da erkeği de nasıl ıslah eder, kazanırız diye düşünmemiz gerekir.

Nihayetinde herkes en güçlü olduğu silahla mücadele eder. Kadın diliyle erkeği ezip yok ederken, erkek de güçle buna karşı mücadele etmektedir. Toplumun ve kadınların erkeğe yaptığı bu baskı neden görülmez. Ya da kadın neden erkeği mücadele edecek bir düşman olarak görmek yerine bir dost ve müttefik olarak görmez.
Bütün bunlar, batının toplumu ayrıştırmak için içimize soktuğu düşüncelerdir. Bugün en mütedeyyin ailelerde bile bu konular konuşuluyorsa artık toplum çözülmüştür.

Bunun bir sonraki adımı erkeğin kadını kontrol etmediği ve kadının artık tamamen serbest olduğu (olumsuz onlamda, yani cinsel anlamda) bir yapıya doğru evrilir. Erkeğin kontrolu biterse kadın sokağın olur.

İSLAMCI KADINLAR KADIN SORUNUNA İSLAMCA ÇÖZÜM VE KAVRAMLAR ÜRETMELİ, BATILI KAVRAMLARLA KARŞIMIZA GELMEMELİ

Kadına şiddet varsa bunun nedeni sadece erkek midir? Yoksa kocasını sakinleştiremeyen, sekinete yol açmayan kadının da bir payı yok mudur?

Kocasını ihmal eden, sağda solda dolaşan, sosyal medyadan çıkmayan ve buradaki erkeklerle en mahrem sırlarını paylaşan, arkadaş olan veya serbest arkadaşlıklar kuran (başka erkekler de olabilir) kadının bir payı yok mudur?

Kadınlarımız çok mu masum?

Erkeğini ihmal eden, düşünmeyen, bencil, çıkarcı ve sadece kendisini düşünen bir kadın modelimiz oluşmadı mı?

Çalıştığını söyleyip dışardaki erkeklere süslendiği kadar kocasına süslenmeyen,
İş arkadaşım, sosyal arkadaşım diyerek başka erkeklerle sürekli iletişimde olan,
Para kazanmak için gecesini gündüzüne katan ve kazandığı bu paranın çoğunu yola, makyaja ve kıyafete harcayıp evin ortak masrafını ise kocasına yükleyen kadın mollerimiz oluşmadı mı?

Kocasının en ufak başarsızlığında tepesine çöken, onu ezen, başkasıyla kıyaslayan ve tepki gördüğünde ise mazlum kadın psiklojisine bürünen hastalıklı bir kadın tipimiz oluşmadı mı?

Toplumun erkeği hasta peki kadını sağlam mı?

Kadın hasta olan erkeği tedavi etmek yerine yasalara dayanarak onu te'dip etmenin yoluna mı başvuruyor?

Hep şiddeti erkek yapar, peki kadın erkeğe hangi şiddeti uygular bu hiç araştırılıyor mu?

Hep kadın dernekleri var (hatta islam adına bile islami kadın dernekleri var) kadınlar arası bir dayanışma var ve erkeğin KAVVAMUN sıfatına karşı mücadele eden bir kadın modeli var.

Peki neden bu enerjilerini aileyi güçlendirme, erkeği de kadını da ıslah etme üzerine harcamıyorlar?

Devlet neden erkeklere savaş açıyor da erkeklerin nasıl bir baskı altında olduğunu araştırmıyor?

Kadınlar kocalarının denetiminden (yanlış anlamayın kadınlar da kocalarını denetlesinler) kurtulduklarında nereye veya kime gidecekler?

Dışarda onları kim bekliyor?

Gece yarılarına kadar sokaklarda, arkadaşlarıyla gezen ve bunun hesabını vermeyen bir kadın modelimiz oluşmadı mı?

Kocaları insanlara birşeyler anlatırken evde karısı ve kızı her türlü haltı karıştıran bir modelimiz artık oluşmadı mı?

Bugün feminist islamcı dernekleri seminer ve konferans bahanesiyle kocalarından ayrı olarak başka şehirlere gidip günlerce kalmaktadırlar. Peki bu neden görülmüyor?

Karısına şiddet uygulayan erkeğe devlet yüklü para cezası verirken, bu paranın kadının boğazından da kesildiğini görmüyor mu? ve parasızlığın şiddeti daha da körükleyeceğinin farkında değil mi?

Bekarlığın uzun yıllara yayılması evlilğin sağlıklı olmaması kadına dönük cinsel saltırı, taciz, istismar ve tecavüzün asıl nedeni değil mi? Bu sorunu çözmek için devletin cezadan başka bir seçeneği yok mu?

Karısı tarafından şikayet edilmiş bir erkek artık o kadına döner mi?

Devletin bu sorunu bir tarafa para cezası keserek (aslında durumdan yararlanıp para kazanıyor devlet, üçkağıtçı bir devlet) onların arasında Kur'an'ın da buyurduğu gibi hakem olma ve ıslah etme rolüne neden girmiyor?

Islamcı kadınlarımız, batının ürettiği ve dayattığı kavramlar yerine neden kendi dinimiz/kültürümüz ve geleneklerimizden modeller, kavramlar üretip bunu tartışmıyor?
Aile bakanlığı aileyi yok mu ediyor?

KADIN VE ERKEK BIRBIRINI TAMAMLAR

Bu yazıları yazmamın amacı olaya farklı bir bakış katmak ve sizin gibi değerli insanların da katkıda bulunacağı bir fikir platformu oluşturmaktır. Belki bu tartışmadan çok faydalı bir fikir çıkar ve bu fikri hayata geçirmek için çaba sarf ederiz. Ben, sorunun tek boyutlu olmadığın toplumsal olayların, sebebinin tek bir olaya indirgenemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.

Gelin sorunun asıl kaynaklarını bulup, aileleri, gençleri kurtaracak projeler geliştirelim. Ben ıslah, tedavi ve eğitim metodunu savunuyorum. Hatta kadın ve erkeğin birbirlerinin dilini anlamaları için iletişim derslerinin konulmasını savunuyorum. Hatta lise sonlarda bu konularda bir dersin verilmesini savunuyorum.

Sorun hepimizin sorunu.

Ben erkek cephesi siz kadın cephesi değilsiniz. Bütün cepheler bizim. Yeri geldiğinde kadın, yeri geldiğinde erkek cephesinde bulunur sorunu çözmeye çalışırız. ama haksızlık varsa bizim için mazlumun yanında olmak gerekir. Mazlum kimse bizim cephemiz odur.

Ben lise sonlara kadın ve erkeğin birbirlerinin dillerini anlamaları için özellikle iki unsur arasındaki iletişim dilinin eğitiminin verilmesi gerektiğini, evlilik derslerinin (cinsel anlamda değil) verilmesi gerektiğini savundum ve hala savunuyorum. Çünkü aslında biz birbirimizi anlamıyoruz. Kadın ve erkek olaylara farklı anlamlar verdiğinden ve farklı yaklaştıklarından birbirlerini yanlış anlamakta ve bu da kavgaları artırmaktadır.

Belki de toplumun hasta unsuru erkeklerdir, kadınlar değil. Kadınlar naif olduğundan bunu daha çabuk gösterebilirler. Çünkü kadınlar toplumun hassas terazileridir. Toplumdaki en ufak bir aksama kadın üzerinden yansıyabilir.

Bu nedenle kadın konusu konuşulurken bunu sadece kadınların çözeceği bir mesele olarak düşünüp erkekleri dışlamak sorunu çözemediği gibi ayrıştırmayı da getirir. Çünkü erkeğin tedavi edilmesi ile belki sorun çözülecektir. Erkek, modern hayatın kendisine tanığı serbest yaşamdan yararlanıp fıtrattan uzaklaşıyorsa onun da tedavi edilmesi gerekir. Bunun yolu da ıslah, eğitim ve iletişimdir.

Şiddete tabi ki karşıyız. Böyle erkeklere zaten hep nasihat ediyoruz. Biz çözümün yanliş oıdugunu çözümün ceza değil (tabi ki suç işleyenleri cezalandıracagız) ıslah oldugunu söyluyoruz. Ama şiddetin her turlusune karşıyız.

Kadına şiddet uygulandığını iddia eden kadınların çoğu aslında tuzu kuru kadınlardır ve bunların çoğu aslında kocalarına şiddet uygulamaktadırlar. Günümüz kadınları, kendilerini bulunmaz hint kumaşı gibi görmekte ve erkeğin tek görevinin kendilerinin arzu ve isteklerini yerine getiren bir makina olduğunu düşünmektedir. Tüm arzularını yerine getiren erkeklerine karşı da müşfik ve anlayışlı olmamakta, dertleriyle dertlenmemekte ve gücünün üstünde talepte bulunmaktadır.

Sabır karşılıklıydı. Hatta ayet, eşlerinizin beğenmediğiniz bir özelliğinden dolayı sabretmemizi tavsiye ediyor. Bir çok erkek, karısına sabır gösterdiği gibi, toplumuzdaki dindar erkek birden fazla evlenmediği gibi, başka kadına da gayrı meşru yaklaşmamaktadır. Ama yine de sorunlar varsa buna islamca çözümler üretilmeli...
günümüzde bunun nedenlerini sosyologlar, pskilologlar, pedagoglar ve jinekologlar araştırmalı. Çünkü bu sorun çoğalmışsa toplumsal bir histeri var demektir. Ayrıca bazı kavramlar bulaşıdır ve toplumu çözer.

Tarihçi-Ilahiyatçı Yazar Ibrahim Halil Er
Devamını Oku »

İslâm Mimarîsi Üzerine Düşünceler



Tevhid İlkesi

“Allah’ın mescidlerini, yalnızca Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayanlar imar edebilirler. İşte, hidayete erenlerden oldukları umulanlar bunlardır.” (Tevbe 9/18)

Bu âyet-i kerîme genel anlamıyla mescidi inşa etmelerine izin verilen insanları, yani müminleri tarif etmektedir.Müslümanların tutumları İslâm’da Şeriat ve Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs ve Sünnetten istinbat edilen akaidle tarif edilmiş durumdadır.İslâmiyet’in temel prensibi olan Tevhid (Birlik) İslâm mimarîsine de yansımış olup bütün varlık düzeylerine ait problemlerin bütünlüğünü kapsar ve cevaplandırır.

Bütün varlık düzeylerine ait problemleri kapsamayan yaklaşımlar İslâmî olmaktan çok fetişistiktir.

“Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.” (İsrâ’17/22)

İslâm mimarîsi, maddî, biyo-sosyal, psikolojik ve ruhî-aklî varlık düzeylerinin problemleriyle ilgili spesifik tutumlar ve uygun değerlendirme sistemlerine sahiptir. İslâm tarihi boyunca, İslâm âleminin değişik bölgelerinde çeşitli nesiller, çevrelerini temel İslâmî ilkelere göre biçimlendirmeye çalıştı ve çok sayıda mimarî eser vücuda getirildi.

Sonuç olarak, İslâm’ın kültürel ve sanatsal başarılarına İslâm kozmolojisinin ve inanç sisteminin dışında kaynaklar icat etmeye çalışan her türlü tarihselcilik, tek taraflı kalmaya mahkûmdur ve sanat formlarının ilişkileri ile onların genetik temellerini anlayıp tanımlamak yeteneğinden yoksundur.

İman ve amel (inanç ile uygulama) arasındaki, İslâm akidesi ile İslâm mimarîsi arasındaki, zorunlu ilişkinin yansımasını kurabilmek için meseleyi daha kapsamlı bir biçimde, bütünlüğü içerisinde incelemek büyük önem taşımaktadır.

Kutsal Sanat

İslâm mimarîsi Kutsal Sanat’ın bir disiplinidir.(6)Kutsal Sanat terimi, salt dinî nesnelere yahut yapılara, camilere ve mescidlere yahut da dinî merasimlerde kullanılan sanat ürünlerine tahsis edilmiş sanat eserleriyle sınırlı değildir. Aslına bakılırsa, İslâm’daki Tevhid kavramı kutsal ile seküler arasında böyle bir ayrıma gidilmesine izin vermez, çünkü yeryüzündeki her nokta ve varlığın her ânı Kutsal Varlığın bir tecellisidir.

“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz Allah kuşatandır, bilendir.” (Bakara 2/115)

Bu sebeple Müslüman’a ait bir mimarî ancak Tevhid kavramı üzerinde geliştirilmelidirBelirli veya özel türden elverişsiz bir değere yahut güce atıfta bulunulması İslâm’da yasaklanmıştır.

İslâm mimarîsi, ancak, şahsî ihtiraslardan, gururdan, her türlü açık yahut gizli fetişistik yabancılaşmalardan (şirk) arındırılması gereken tasarım metodolojisine yansımış İslâmî bir tavırla başarılabilir.

“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ’ 17/37)

Her şey, mimarî eserin her unsuru bu bağlam içinde değerlendirilmeli, eserin bütünlüğü içindeki doğru konumuna oturtulmalı, böylece her tür fetişizmden kaçınılmalıdır.

“Allah’tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne de faydası olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır.” (Hac 22/12)

Insan, sadece Allahu Teâlâ’nın emirlerine riayet etmelidir. İslâm, Allahu Teâlâ’nın iradesine sorgusuz sualsiz tâbi olmak, teslim olmak anlamına geldiğinden, mimarın aldığı her karar, sadece "ilmî tevhid” ve “amelî tevhid” ile ulaşılabilen aynı teslimiyeti ifade etmek durumumdadır.(7)

İslâm mimarîsi, kontrolden çıkmış “ratio”nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve tevhid anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür.Tevhid, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılmış âlemi “olduğu gibi” anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için ayetler vardır.” (Âl-i ‘İmrân 3/190)

Dolayısıyla, Kutsal Varlık ancak kutsal sanatta yansıyabilir.

...

İslâm Evine Dair

İslâm mimarîsi; malzeme ve teknolojilerin kullanılması ile ilgili olarak bu özel düşüncelerin yanı sıra modern konfor anlayışına benzer yanı olmayan ve amaçları hazcı (hedonistik) kavramlardan tamamen farklı olan biyo-sosyal taleplerin İslâmî bir değerlendirmesinin ve hususî sosyal ihtiyaçların da ürünüdürMimarî, İslâm mimarîsi, İslâm’da insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını oluşturur. Allah’ın iradesine teslim olmak insanın iki cihandaki saadetine giden tek yoldur.

Bu tutum, onun, tabandan tavana kâinata bakmasını mümkün kılar. İnsanın şuuru, çevresine olan ilgisi İslâm’da temel olduğu için, mesken mimarîsi hayatın bütün yönlerini kapsayacak tarzda geliştirilmiştir.

Ev, harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelir ve genellikle bir avlu etrafında teşekkül etmiştir. Bir İslâm şehrinde sokakta oturmaya izin verilmez. Oturulacak ve toplanılacak yerler mescitler ve evlerdir. Sokak, evlerle tarif edilmiştir. Avlu, evi dış dünyadan muhafaza eder.

En nefis bir şekilde süslenmiş (dekore edilmiş) ev bile -ki çok mütevazı olanları da vardır- gelecek nesillerin değişen ihtiyaçlarına ve arzularına hizmet edilmesini mümkün kılacak esneklikte tasarlanmıştır.

Evler tahta yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanılabilen malzemelerden inşa edilirdi.Böylece şehirdeki değişim ihtiyacı da kolaylaştırılmış olurdu. Odaların çok amaçlı kullanımı da genel bir tavrı belirler. Planimetrik şemalar kapalı olmaktan ziyade açıktır. Sonuçta, inşa sistemleri benzer karakteristiklere sahip olup değişime açık bir yapıdadır.

Yeryüzünde hayatın fani özelliğini yansıtan şehir dokusunun bu esnekliğinin yanında, binaların,tabiata saygıyı gösteren topografya ile ahenkli ilişkisine özel bir önem atfedilmiştir. Bu anlayış temelde insanlar arasındaki saygın ilişkide görülür ki, aynı zamanda evlerin birbirine uygun biçimde,uyumlu olarak yerleştirilmesine de yansımıştır.

...

İnsan ve İslâm Mimarîsi

Islâm mimarîsi, İslâmî tutum, duygu ve ifadelerin yansımasıdır. İnsanın, tıpkı diğer hayvanlar gibi psişik bir hayatı vardır. Bu hayat, sevgi, korku, sempati vs. gibi duygulardan mürekkeptir.

Insanın psikolojik hayatını, objektif dünyayla duygusal ilişkisi bakımından açıklamayı amaçlayan modern psikolojinin yaklaşımı sınırlı ve elverişsizdir.(10) Batılı deneycilik (ampiricism) ve uzmanlaşma temelinde geliştirilmiş olan bu yaklaşım, varlığı birlik halinde kavrayamaz.Öte yandan, insanın psikolojik hayatı, Müslüman’ın duygu ve tutumlarında yansımasını bulan kozmolojik idrak ve dinî inançlarla kontrol altına alınır.

İslâm’da bu psikolojik durumlar ve duygular “biçim ifadeleri”nde incelenmiş, tanımlanmış, belirlenmiş ve değerlendirilmiş, kontrol edilmiş ve yansımış; sonuçta İslâm mimarîsinin doğmasına imkân vermiştir.Rahman ve Rahim ve Kadir-i Mutlak olan Allah’a inanmak emniyet duygusunun kökenini oluşturur ve sanat formlarına çok-renklilik ve aydınlık, formların berraklığı, hareketlerin sükûnu olarak yansır.

Islâm’ın düzenleyip tanımladığı tutumlar (örneğin, Allah’tan başkasından korkmamak), tasarım sürecinde baskın olan psikolojik unsurlardır. Etkileri, aynı zamanda tevazu, saygı ve sevgi, hayat tarzının sadeliği, topluma ve geleceğe karşı sorumluluk şuuru gibi duygularla ilişki kurarak insan ölçeğinde abidevîlik (monumentality) olarak tezahür eder.

Psikolojik estetik alanında İslâm mimarîsinin başarıları ve sınırsız çeşitlilik ve zenginliği, henüz, bütün tarihi nazar-ı itibara alınarak incelenmiş değildir. Daha önce de bahsedildiği üzere, İslâm’ın psikolojik duygular ve tutumlar üzerindeki etkileri, biyososyal varlık düzeyinin ihtiyaçları üzerinde kurduğu özel kontrol mekanizmasını teşekkül ettirir.

Şurası da aşikârdır ki, İslâm’ın faydalandığı maddî ve teknik tercihlerin başlıca özellikleri benzer genetik kaynaklara sahiptir. Kullanıcının tutumu ile gerçekleşen biçim ifadelerinin ilişkisi, psikolojik varlık düzeyinde bir biçim ifadesi olarak mimarînin bir diğer önemli konusudur.

Bu bakımdan iki ilke İslâmî tutumun temelini oluşturmaktadır.Birinci ilke, “Mescidleri yalnızca Müslümanların imar edebileceğini” ifade eden âyet-i kerîmede, ikinci ilke ise, Müslümanların din-dışı faktörlerce yöneldikleri vecd halinin yıkıcı etkilerinden bahseden hadîs-i şerîfte ifadesini bulmuştur.Daha önce iktibas ettiğim âyet-i kerime, açıkça, bu üç alanda ahenkli ve bütünleyici bir uyumun mutlak lüzumunu, binanın İslâmî biçim ifadelerini ve tasarımcı ile Müslüman kullanıcının İslâmi tutumlarının ilişkisine dair gerçekliği dile getirmektedir.

Yukarıda geçen hadis ise, Müslümanları bir vecd ve istiğrak haline, İslâm bir bilinç dinî olduğu halde, bir bilinçdışı ve tatmin durumuna girmeye zorlayacak yıkıcı etkileri ifade etmektedir.Varlığının ve çevresinin bilincinde olma, bu bilinçten ve insanın ilk gelişme düzeyi olan davranışların tutarlılığından doğan sorumluluk duygusudur, “vecd” (ecstasy) insanoğlunun tahribi veinkârıdır.(11)Her İslâmî uygulama biçiminde temsil edilen insanın bilincine yönelik İslâmî gerçeklik ve tutum,Ortaçağlardan bugüne kadarki Batılı kültürlerin tavırlarıyla taban tabana zıttır.

Gotik, Barok ve Rokoko sürekli olarak, temelde hareketi, sınırlı insan yapısı ürünlerin aydınlatılmış etkilerini ve teknik başarılarını empoze etmek suretiyle egemen olan “biçim ifadeleri”yle insanı etkilemeyi amaçlamaktadır. 19. yüzyılın eklektisizmi ve 20. yüzyılın teknolojik fetişizmi bu bakımdan Batılı Hıristiyan insan anlayışının doğrudan bir devamıdır. Bu yaklaşım, baştan ayağa günahkâr olduğu için ruhban sınıfının, iktisadî yahut idarî güçlerin yönlendirmesine muhtaç bir insan anlayışını sunmaktadır.

Sükûnet İçinde Hareket

Öte yandan İslâm mimarîsi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiîdir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyînîliğe yöneliktir.Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun,tevazu, mükemmeliyet ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakikî bir biçim ifadesi elde etmek için İslâm mimarîsinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır.

Bu İslâmî yaklaşım, varlığın bilinçli bir yaratıcısı ve onun tarihî sekansları ile kendi sorumluluklarının bilincinde olarak insana, dünyaya bilinçli ve özgür olarak yönelme ve bakma hakkını, imkânını verir. İnsan üzerindeki bütün yapay, gayrimeşru ve gayriahlâkî etkileri kökten ortadan kaldıran İslâm, saygıdeğer bir Müslüman birey ve cemaatin arayışı içindedir.

İslâm kozmolojisi, yani Müslüman’ın Allahu Teâlâ’ya, yaratılışa, insanın var oluş içindeki yerine,yeni varlık güçlerinin hiyerarşisine inanması İslâm mimarîsinin genetik kaynaklarını oluşturur.

Varlık, inançlar, bilgi ve idrakin aklî, ruhî ve dinî düzeyi, bütün sanat formlarına yansır. Bu yüzden,İslâm sanatları ve mimarîsi nihaî karakteristiklerine binaen İslâm kozmolojisinin projeksiyonlarıdır.

İnsanın psikolojik hallerinin formda yansıtılmasıyla ortaya çıkan problemler psikolojik estetik alanında bir konu olarak tartışılmıştır. Buna mukabil, Worringer’in Gotik sanata özgü değerler sistemini analiz etme çabası, sadece Gotik sanattaki Hıristiyan kültür değerlerinin yansıması olan mekanizmaları açıklamakla sınırlı kalmıştır.(12)

Buna karşılık, Worringer’in İslâmî psişik hallerin İslâm mimarîsine yansıma mekanizmalarını tespit etme çabasına paralellik içinde hiçbir araştırma yapılmamıştır.

Bu alanda karşı karşıya kalınan güçlükler gayet iyi bilinmektedir. “Biçim ifadeleri” ve “insan davranışları ve psişik halleri” alanlarında psikolojik varlık düzeyinin sınırlarını tanımlarken ortaya çıkan İslâm inancının ve davranış formlarının, Müslüman’ın psişik hallerini belirlediği olgusu,Inançlarla psikolojik tavır alışlar arasındaki farklılaşmayı güçleştirmektedir.

Bu yazının sınırlı bağlamında meseleye açıklık kazandırmak ve daha kolay anlaşılmasını sağlamak için zorunlu basitleştirmelere başvurmak zorundayız.

Bu sebeple sadece İslâm sanatının biçimini etkileyen bu islâmî tavır alışları ve “makamları” zikretmeye çalıştık.İslâm sanatları ve mimarîsinin tarihî ve coğrafî boyutlarıyla İslâmî tavır alışlar ve bilgiyle uygunluk içerisinde gelişmesinin karşılıklı bağımlılığını kurmak için konuyu çok daha ayrıntılı bir şekilde incelemeye ihtiyaç vardır.

Mutluluk, keder, neşe, sevgi, ümit, yeis, sükûnet, sıkıntı, şevk, ihtişam gibi basit psişik hallerin etkilerinin yanı sıra takva, saygı, rıza, vecd, şükran, tevekkül ve dürüstlük gibi İslâmî tavır alışlar ve“makamlar” İslâm mimarîsi temelinde analiz edilmelidir.

Turgut Cansever - Islamda Şehir ve Mimari



6-Titus Burckhardt, “Principle’s et Méthodes de l’art Sacre”. Ayrıca bkz. Ananda K. Coomaraswamy, “Christian and Oriental
Philosophy of Art”, Dover Publications, New York.

7- Hasan Basri Çantay, “Kur’ân-ı Hakîm Meâl-i Kerîm”, İhlâs Suresinin tefsirine bakınız.

10-Titus Burckhardt, “Introduction aux Doctrines Esotherique de Islam”

11 Muhammed İkbal, “The Reconstruction of Religious Thought in Islam”

12 Worringer, “L’Art Gothique”, Gallimard, Paris, 1966.

Devamını Oku »

Kudüs’e Acizler Ağlasın!



ABD ve İsrail’in ne yapmak istediği belli. Peki, İslam dünyası Kudüs için ne yapıyor? İsrail işgalinden beri İslam...

Amerikan Başkanı Trump’ın Kudüs ile ilgili talihsiz kararı dikkatleri uzun bir aradan sonra yeniden Kudüs’e çevirdi. Uzun bir aradan sonra diyorum, zira Suriye, Yemen, Irak ve Libya iç savaşları Orta Doğu’da dikkatleri bu ülkelere yöneltmişti. İslam dünyası bu yüzden Kudüs ve Filistin’i unutmuştu.

İsrail de bu “unutulmuşluğu” fırsata çevirmek istiyor. Müslümanların dikkati başka yönlere çevrilmişken, İslam ülkeleri İslam topraklarında birbirleriyle kıyasıya savaşırken, uzun zaman önce işgal ve ilhak ettiği Kudüs’teki işgaline meşruiyet kazandırmak istiyor. ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımasının bu meşruiyet için önemli bir adım olduğunu düşünüyor.

İç siyasette iyice köşeye sıkışmış olan Trump için ise, bu zor durumdan kurtulmak için her türlü destek ve dikkatleri dış politikaya yöneltecek gelişme önemliydi. Kuzey Kore sorunu çerçevesinde yaşanan krizin Trump’ın üzerindeki baskıyı hafifletmediği görülüyor. Ülke içerisinde etkili kesimlerin desteğini alabileceği bir dış politika adımına ihtiyacı vardı. İran ve Filistin konusunda atacağı adımların ABD’deki çok güçlü İsrail lobisinin desteğini sağlama konusunda işe yarayacağını biliyordu. Bu adımlar baştan beri İslam dünyası ve Müslümanlara karşı söylemiyle de uyum gösterecekti zaten.

ABD ve İsrail’in ne yapmak istediği belli. Peki, İslam dünyası Kudüs için ne yapıyor?

İsrail işgalinden beri İslam dünyasının Kudüs için ne yaptığına bakarsak, şimdi de pek fazla bir şey yapamayacağını görürüz. Bunun iki önemli nedeni var.

Birincisi, İslam dünyasında askerî ve ekonomik açıdan ABD-İsrail ekseni ile mücadele edebilecek bir ülke yok. Ancak birlikte hareket etmeleri durumunda İslam ülkeleri ABD ve İsrail’in fütursuz güç politikası ile Kudüs ve Filistin’in diğer bölgelerindeki oldubittilerine karşı koyabilirler. Orta Doğu’nun bugünkü hâli ise Müslüman ülkelerin birlikten ne kadar uzak olduklarının açık göstergesi.

İkincisi ise, İslam dünyasında Kudüs için mücadele etmek isteyenlerin sayısı her geçen gün azalıyor. Müslümanların üzerine serpilmiş ölü toprağı Suriye, Yemen, Irak ve Libya iç savaşlar yüzünden artık iyice ağırlaştı. Bu savaşlarda yaşananlar ve DEAŞ, El Kaide ve FETÖ örgütlerinin İslam’ı kirli hesaplarına alet etmeleri nedeniyle İslam’ın özünü oluşturan cihat ve tebliğ gibi kavramlar kirletildi.

Cihat algısı bozulan Müslümanlar ise artık ilk kıblesi Kudüs için mücahede etmesi gerektiğini kavrayamaz hâle geldiler. Kudüs’ün Müslümanlara değil, aslında Müslümanların Kudüs’e muhtaç olduğunu görmekten aciz olan insanların, İslam’ın üç kutsal şehrinden biri ellerinden çalınırken gereken tepkiyi göstermesi de beklenemezdi zaten.

“Kudüs için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Amerika ve İsrail’in gücü karşısında ne yapabiliriz ki?” diyenleri bir kenara bırakalım.

Aslında Kudüs için yapabilecek çok şeyimiz var.

Her şeyden önce Kudüs’ün onuru için işgale direnen Filistinli kardeşlerimize güçlü bir şekilde destek vermekle başlayabiliriz. Bu destek sadece dua ile değil, aynı zamanda Filistinlilere yardım götüren yardım kuruluşlarına bağışlarla olmalı.

Bunların yanında ABD’nin bu kararını, İsrail’in işgalini ve ilhakını tanımadığımızı en yüksek sesle haykırmamız da çok önemli. Bu, Müslümanların Filistin toprakları üzerindeki hak iddiasını diri tutacaktır ve gün gelip de güç dengeleri değiştiğinde bu toprakları devralmalarının meşruiyetini sağlayacaktır. Unutmayalım, 12. Yüzyılda Kudüs’ü ele geçiren Haçlıların kurduğu krallığın hâkim olduğu 90 yıla yakın süre boyunca Müslümanlar Kudüs’ü hiç unutmadılar ve en sonunda içlerinden çıkardıkları Selahaddin Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü fethedip tekrar Müslüman şehri yaptı.

Kudüs, Filistinlileri diri tuttuğu gibi bütün Müslümanları diriltmeli.

Müslümanların mezhepsel, etnik ve sınıfsal kavgalarını bir kenara bırakıp birlik olmaları için Kudüs yeniden altın bir fırsat sunuyor. Müslümanlar, Kudüs için bir araya gelmeyi başarabilirlerse, Yemen’de, Suriye’de, Libya’da birbirlerini katletmeyi sona erdirmek için bir şans yakalayabilirler.

Kudüs’ün maruz kaldığı saldırı bile Müslümanları bir araya getiremiyorsa, Kudüs’ün ardından Bağdat, Tahran, İstanbul, Kahire, Şam ve Mekke’yi de kaybetmeye hazır olmalılar.

[Türkiye, 9 Aralık 2017]

Kemal İnat

SETAV
Devamını Oku »

Bir ilmin nefsi müdâfaâsı









Malumunuzdur geçtiğimiz haftalarda dini anlama çabalarından bir tanesi olan ve bin yılı aşan bir İslam ilimler tarihi içerisinde mümtaz yeri bütün ulema tarafından kabul edilen tasavvuf ilmine karşı üç beş yeni nesil akademisyenin “yok sayıcı”, “dışlayıcı”, “tahkir edici” medyatik açıklamalarına karşı bu ilim dalından 40 sene ekmek yemiş bir akademisyen olarak bazı cevaplar vermiştim. Ve demiştim ki onların polemik uslubu bizim tarzımız olmadığından bu müdafaayı sürdürme niyetinde değilim. Tam biz böyle düşünüyor iken, bu sefer İstanbul’a yeni gelmiş bir tefsir hocası, ona ne oluyorsa, Karargazetesindeki köşesinde bize “Diskur” çekmeye kalktı. Bu tabiri kendi başlığından aldım ve aşağıda göstereceğim gibi aynen kendisine iade edeceğim. Zira bu gibiler bize “Lâ Havle…” çektirmekten öyle manasını bilmediğimiz şeyleri çekmeye vaktimiz kalmıyor. Peşinen hem onlara hem de onlara cevap vermemi “faydasız” gören dostlara söyleyeyim bu cemaatten daha sırada bekleyen varsa bilsin ki bu kendilerine vereceğim son cevaptır. Aralarında fotokopiyle çoğaltsınlar, tek tek uğraşmaya vaktimiz yok.

Öncelikle şu bilinmelidir ki burada ve öncesinde yazdıklarımız bir Müdâfânâme’dir. Yani yapılan saldırılara karşı bir nefsi müdâfâdır. Yoksa saldırı bizden başlamamıştır. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali kendileri öyle bir diskur çekiyorlar ki verilen cevapları hazmedemiyorlar.

Mezkur hoca kendi tabiriyle “diskuruna” sağolsun önce bize tasavvuf tarifi yaparak başlıyor. Hem de Oryantalistlerin tasnifiyle. Neymiş ilk dönem zühd dönemi tasavvufu imiş, sonraki dönemler ise felsefi tasavvuf dönemi imiş. Hoca bizim sahada bu laflara gülerler. Bunlar tarihsel ve yatay dönemler değil dikey mertebelerdir. Sen o gavurlara inanma. Yani her bir halin her dönemde yaşayanı vardır. Güya bunu yaparak bizim kendi tariflediği o sufilere uymadığımızı ima etmeye çalışıyor. Yani onun oryantalistlerden kopya çektiği bu çizime göre Hüseyin kuzu kuzu gitti Yezid’e biat etti, Hallac “Özür dilerim sayın fakihler bir dahaki sefere Ene’l-Batıl diyeceğim” dedi, Necmeddin-i Kübra şehid edildiğinde bir elinde kılıç bir elinde kâfirin perçemi değil de “bir demet yasemen” vardı.

Aynı hoca bir yazısında ecdadın îlây-ı kelimetullah için Viyana’ya sefere çıkmasını “savaş” değil de Fetih diye kavramlaştırıp kutsallık kazandırmasını tenkid etmişti. Nedense Kutsal olanla bir türlü anlaşamıyorlar bunlar. İnanmaz ama kendisine bir hatıramı nakledeyim. 28 Şubat sürecinde mazlum olarak Viyana’ya okumaya giden yüzlerce öğrencimiz Wonder’in yurtlarında kalırlardı. O öğrencilerimizi yalnız bırakmamak için kaç yaz üst üste gidip onlara ders veren hocalardan bir tanesi de bendim. Yurtta kalan bazı öğrencilerin bana rüyalarında bazı şehidlerimizi gördüklerini anlatmışlardı. Çünkü yurdun olduğu yer tam da kuşatma esnasında Osmanlı askerlerinin kamp kurduğu yer civarında idi. Üçlüye bu malzeme de benden olsun, haftaya çıkacakları TV kanalında benim bu naklime bol bol gülebilirler. Erenlerimizle alay ettikleri gibi bir de Alplerimizle alay ederler. Bir evlâd-ı Fâtihân torunu olarak kendisini ve şürekasını Viyana kapılarında şehid olan binlerce Alp-Erenimiz için Fatiha okumaya davet ediyorum.

Siz kamu imkanlarıyla bir Kuran araştırma merkezi kuracaksınız, orada mukaddes kitabımız üzerinde ilmî verilere dayalı (?) akademik araştırmalar yapılmasını sağlamak için Kur’ân ve Mushaf Tarihi, Dil, Tarih, Dinler Tarihi, Hadis, Sîret, Akaid, Meal (?), Tefsir, Fıkıh, Kelâm, İslâm Felsefesi, Ahlak gibi alanlarda çalışmalar yapılacak diyeceksiniz, neredeyse bütün ilim dallarına yer açacaksınız fakat Ca’fer-i Sadık’tan, Tüsteri’den, Sülemi’den, Kuşeyri’den ta Âlûsi’ye, Elmalı’ya gelinceye kadar içerisinde yüzlerce Kur’an tefsiri yazılmış olan bir Tasavvuf branşını bu sahalar içerisinde saymayacaksınız. Ve böylece ilmi olacaksınız, objektif olacaksınız !. Hadi yok saydınız peki o zaman böyle bir ilmin yöntemi üzerine niye sempozyum yapıyorsunuz.?

İbn Arabi’nin sadece Fütühat-ı Mekkiyye kitabı 37 cilt ve 11 bin sayfa tutuyor. Kehf suresine kadar getirebildiği Kur’an Tefsiri ise 64 cilt tutuyor ama kayıp. Yani yaklaşık 200 eseri toplamda 50 bin sayfayı aşıyor. Devesa bir entelektüel üretim. Müstakil tefsirinin yanısıra hemen hemen bütün eserlerinde Kur’an ayetlerine getirdiği yorumlar var. Mesela yukarıda bahsettiğimiz dev eseri Futuhat’ta o kadar çok Kur’an yorumu bulunmaktadır ki M. Gurab adındaki Suriyeli bir zat sadece bu ayet yorumlarını oradan çıkarmak suretiyle 4 cilt İbn Arabi Tefsiri hazırladı (Yakında İnsan Yayınlarından çıkacak). Ayrıca Fatiha ve Bakara surelerinin tefsiri olan Îcâzu’l-beyân fî’t-tercemeti ani’l-Kur’an adlı müstakil eseri de var ve tercümesi aynı yayınevinden çıktı. Sorarım size bu mirası yok saymak hangi dini, ilmi, vicdani, ahlaki kıstasa uyar. Bu düpedüz mezhepçiliktir, cemaatçılıktır.

Kendi gibi düşünmeyeni yok saymaktır. Her şeyden evvel özü sözü bir olmak lazım. TV ekranlarında iken “Geleneğimiz çok seslilik üzerine oturur. Yunuslar Mevlanalar bizim kıymetlerimizdir. Birbirimizi hep dışlıyoruz. Kim kimi nereden atıyor?” diyeceksiniz ama siz size kaldığınızda bu zatlar hakkında neler dediğinizi Allah’tan saklayabilecek misiniz? İslam Ansiklopedisi’nde “İbn Arabi” maddesini bu fakir yazdı. Yazım sürecinde yaşadıklarımı ve duyduklarımı yazsam kitap olur.

Mesela Pakistan’da, Hindistan’da, Mısır’da da bu akımın bazı takipçileri var. Sadece Kur’an üzerine çalışmalar yaparlar. Bizdekiler ise öyle değil. İşleri güçleri Tasavvuf. İlahiyat’ta bu cemaatten bir Kelam hocası vardı. Öğrenciler derlerdi ki şimdiye kadar bize ne Kelam tarihi anlattı, ne Kelam ilminin kuruluşundan bahsetti ve ne de Kelam’ın ne olduğundan. Sadece Tasavvuf’ta Gayb Telakkisi, Tasavvuf’ta Kutub telakkisi, Vahdet-i Vücud v.b. gibi konularda konuşup durdu.

Oysa dünyada Kur’an üzerine güzel çalışmalar yapılıyor. Mesela ABD’de The Study Quran adıyla bir 2000 sayfalık bir meal çıktı. Akademik çevrelerde hakkında pek çok yazı yazıldı. Bunu yapanlar Prof. Nasr başkanlığında 5 kişilik bir akademisyen heyeti. Hepsini şahsen tanıyorum, hepsi sufi. Buyrun size sufilerden bir meal çalışması.. Tercüme ediniz..

Otuz yıllık emeği geçen hafta Meşhed’de 35 cilt halinde basıldığı gün 94 yaşında vefat eden Vâizzâde Horasânî’nin Kur’an’ın Lugatının ve Belagatının Sırlarının Anlaşılması Ansiklopedisi (el-Mu’cemu fî fıkhı’l-lugâti’l-Kur’an ve sırr-i belâgatihi) isimli eseri kendiniz hazırlayamıyorsunuz bari tercüme edin. “Bilginiz olmayan konularda tartışıp duracağınıza” (Al-i İmran, 66) bu işleri yapın da hepimiz sizi tebrik edelim.

O araştırma merkezinin yönetiminde kendilerini 40 yıldır tanıdığım insanlar var. Bazı görüşlerine katılmasam da ağızlarından bir kere benim yakın durduğum sahanın büyükleri için böyle hakaretler duymadım. Bütün mesailerini Kur’an’daki bazı kelimelerin iştikakı, farklı lügatlerdeki manaları üzerinde fikir üretmeye ayırırlardı. Bunlar kıymetli fikirlerdi. Tefhimu’l-Kur’an tercüme edilirken bu tartışmalardan ziyadesiyle faydalanılmıştı. Kimse kimsenin şeyhine sövmezdi. Onların şeyhi İbn Teymiyye idi bizim şeyhimiz İbn Arabi. Karşılıklı bir hürmet vardı.

Fakat bu yeni nesil cemaat üyeleri seviyeyi çok düşürdüler. Pagan dininin mensupları, Şirk mensupları, Moğol ajanları, Hadd-i kazif gerektiren homoluk suçlamaları gırla gidiyor. Şunu iyi bilsinler ki aziz İslam bilgelerine yönelik bu hasmane tavırları sürdüğü sürece hiçbir ciddi tasavvuf akademisyeni onların toplantılarına katılmayacaktır. Kendileri çalıp kendileri oynarlar.

Sanki şu an dünyadaki Müslümanların rezil halinden tasavvuf mesulmüş gibi bir saptırma içerisindeler. Yaklaşık 10 yıldır diplomatik bir görev gereği yaşadığım bir İslam ülkesinde yönetimde olanlar sufiler falan değil. Üstelik her türlü sufi faaliyet yasak. Bununla beraber Fakihler yönetim dahil her yerde. Eğer bazı suiistimallerden bahsediliyorsa, bazı rüşvet iddiaları varsa bu ithamların muhatapları da bazı fakihler. Halk fakihlerin İslam’ını sorguluyor… Yine geçen senelerde vefat eden Suudi Arabistan müftüsü dünya düzdür, kim böyle inanmazsa canı, malı helaldir diye fetva vermişti. Şimdi onun yerine geçen müftü ise Siyonizmle savaşmak caiz değil diye fetva verdi. Bunların hiçbiri sufi değil. Yıllarca fıkıh tahsil etmiş hukukçular.. O zaman niye Fıkhın Yol açtığı Problemler veyahut Kelam İlminin İnsanlığa Çözüm Teklifleri gibi sempozyumlar yapmazsınız?

Hallac’ı dâra çekenler, Aynül-Kudât’ın, Nesimi’nin canlı canlı derisini soymaya fetva verenler hukukçulardı. Aynü’l-Kudât demek “Kadıların Gözbebeği” demek. Hemedan Şafi kadısı kendisi. Hakikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı bir küçük risale bahane edilerek bu şekilde öldürdüler kendisini. Derisini soyduktan sonra ders verdiği medresenin kapısına mübarek cesedini astılar boynuna fetvası iliştirilerek. İşid’in eline düşen Ürdünlü pilotu bir kafesin içinde canlı canlı ateşte yakarak öldürenler önce başında fetvametnini okudular. Kandırmayın kimseyi, Mesnevi okumadılar başında. “En güzel takva adaletli olmaktır” (Maide, 8).

Mahmut Erol Kılıç

07.01.2018

Devamını Oku »

Biz Aylardır Bir Şey Görmüyoruz



Tımarhaneye yeni düşen bir deli, binayı dolaşırken bodrumda bir koridor keşfetmiş. Bakmış ki on beş yirmi deli bir kapının önünde kuyruk olmuşlar, kapıdaki bir delikten içeriye bakıyorlar. bu da kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü uydurup bakmış ama bir şey görememiş. Daha da bakacakmış ama arkadakiler acele etmesini söylemişler. Böylece yerinden ayrılıp tekrar kuyruğa girmiş. Ve bu böylece akşama kadar devam etmiş. Velakin her defasında bir şey görememiş.

Ertesi gün ve ertesi gün yine aynı şey sürüp gitmiş. Delilerin her biri deliğin önünde sadece bir kaç saniye kalabiliyor, hiç biri yeteri kadar bakamıyormuş. Zira bodrumdaki koridoru ve “deliğe bakma” olayını keşfedenlerin sayısı artıyor ve kuyruk büyük bir izdihama dönüşüyormuş. Bizimki bir ay kadar sonra yine kuyrukta sırasını beklerken önündeki deliye demiş ki:

-Yahu, tam bir aydır burada kuyruğa giriyorum. Her gün beş altı kere de sıra gelmesine rağmen hiç bir şey göremedim.

-Ho hooo, demiş beriki, biz bir yıldır bakıyoruz da bir şey göremedik.

Alman şairi Rilke, Malte Lavrids Brigge’nin Notları isimli eserinde “Burası yaşanacak yer değil, ölüncek yer” diye nitelediği Paris’te hastaneler semtinde uzun uzun dolaşır ve düşünür. tefekküre imkan verecek materyaller bol bol elinin altındadır.

Yan yana iki binadan biri yeni bir inşaat için yıktırılmıştır. İki binadan ayakta kalanın duvarında eski binanın, hatta eski binada oturanların izleri kalmıştır: Şurada bir dolap varmış. İzi olduğu gibi duruyor. Ya şu, bir karyolanın izleri olmalı. Duvarda, hep başını oraya dayayarak kitap okumuş, bunu yıllarca sürdürmüş birinin saçlarının yağlı izi var. Şu izler ise bir elbise askısının olmalı. Ve giderek, bütün bu izlere bakarak, orada yaşamış olan ailenin bütün hayatını düşünmek, tahmin etmek ve bir çok sevinci, kederi, dramı okumak mümkün. Böyle “bakarak” yürür Malte ve “görür”. Görmeyi öğreniyorum der.

Olayların ve eşyanın bir arkası var. Bütün mana hemen elimizin altında, ama az ileride. Küçük bir gayretle bakmaya ve görmeye başlamak ve devam etmekle, insanın yüksek değerlere olan tabii eğilimini harekete geçirmek mümkün.

Mü’mini anlatan ayetlerden biri şöyle:

“Onlar yerlere ve göklere bakarak nice hikmetleri düşünürler.”

Yerler ve gökler bütün insanların gözlerinin önünde. Ama onlardaki hikmetleri düşünmek, görmek, mü’minlere has bir olgu.

Çok eski çağlarda insanlar ve bunların içinde “görmesini” bilenler, buna yeteneği olanlar, tabiat kuvvetlerine bakarak yüksek değerlere yükselmeye çalıştılar. Ama kendilerine, doğru bakmayı öğreten Peygamberlere nasipleri olmadığı için, gördükleri kuvvetleri kendilerinden ibaret sandılar ve ateşi, güneşi, şimşeği tanrı bellediler.

Görmek, bir yol göstericinin izinde mutlak değerleri yakınlık kasbetmek demek. Hayal gücü ve kalb gözüyle bu değerlere yaklaşılabilir. Bizim çıplak bir bakışla elimizi, önümüzdeki eşyayı gördüğümüz gibi, o mutlak değerleri net şekilde görür Peygamberler, büyük veliler. Mü’min de onların eşiğinden ayrılmayarak, yanlış yola saptıkça, gördüklerini hatalı şekilde idrak ettikçe doğru yola yönelir, doğruyu görür.

Kalb gözü parıldayan bir insanın bir şeye bakıp da içinde hikmet görrmemesi mümkün değil. Anlatılan deliler ise, gözlerinin kalkan perdeleriyle şiddetlenen görmelerini,karanlıktan başka bir şey göstermeyen bir deliğin önünde sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyorlar…

Cahit Zarifoğlu-Bir Değirmendir Bu Dünya,syf.176-178
Devamını Oku »