Mükaşefe ve Müşahede

Mükaşefe ve Müşahede

Allahu Teâlâ’nın fiillerinden, akla üstün gelen, şekli ve kalıbı kıran bazı keşifler evliyâya vâki olur. Bu da iki türlü gerçekleşir: 1-Celâlî müşâhede. 2-Cemâlî müşâhede.

Celâl ve azamet müşâhedesi kalbe havf/korku, endişe, ürperti, darlık ve büyük bir sıkıntı bırakır. Bunların uzuvlarda da belirtileri görülür. Hz. Peygamberin namaz esnâsmda sadr-ı şeriflerinden (şerefli göğüslerinden) havfin şiddetinden dolayı, kaynayan tencerenin çıkardığı sese benzer bir ses duyulur ve kendilerine Allâhu Teâlâ’nın azametinden ve celâlinden keşifler vâki olurdu. Buna benzer şeyler İbrâhîm Halîlu’r-Rahmân (a.s.)’dan ve Emîrü’l-Mü’minîn Ömerül-Fârûk (r.a.)’tan da nakledilir.

Cemâl müşâhede ise, insanların kendi durumlarına uygun olarak, kalplerine vâki olan nûrlar, sevinçler, lütûflar, hoş kelâmlar, tatlı sözler, mevhibe müjdeleri, yüce menziller ve Allâhu Teâlâ’ya kurbiyet gibi şeylerdir.

İnsanların kısmetleri husûsunda, Cenâb-ı Hakk’tan bir fazilet ve rahmet olarak, kalem kaldırılmış ve dünyâ hayâtı boyunca, mukadder olan ölüm zamanı gelinceye kadar insanlarla ilgili şeyler O’nun tarafından takdir edilmiştir. Bu, insanların Cenâb«ı Hakk’a olan şevklerinin şiddeti sebebiyle muhabbette ifrâta düşmemeleri içindir. Böyle olacak olsaydı onlar kuraklıktan çatlayan topraklara dönerler, helâk olurlar ve kendilerine yakîn, yâni ölüm gelinceye kadar yerine getirmeleri gereken kulluk vazifelerinde zayıf düşerlerdi.

O, insanlara lütfundan ve hilminden dolayı, kalplerini terbiye etmek için ve onlara şefkat olsun diye böyle davranmaktadır. Zîrâ O insanlara karşı Hakîm’dir, Alîm’dir, Latiftir ve Raûftur. Bundan dolayıdır İri, Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl’e şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir.

“Kalk, ey Bilâl! Bizi rahatlat!”

Yâni, bizi namaza kaldır ki, bu cemâl müşahedenden anlattığımız şeyleri görelim, demektir. İşte bu sebepledir ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Benim göz aydınlığım namaz içindedir.”

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Ezelî irâde, Muhammedi gayreti bazı seferlere çıkma husûsunda harekete geçirdi. Hz. Peygamber o eşsiz,inciyi de bu yolculuğunda kendisine hemdem yapmıştı. Hizmetini görmesi, sabah akşam çadırını kurması için kölesi Misteh’ı onun (Hz. Âişe) emrine vermişti.

Kâfile dinlenmek için bir yerde konakladı. Uyku onların rahatsızlıklarını dindirdi. “Kul”u (Mistah) geceleyin uyku bastı ve uyuyakaldı.

Ehadiyet irâdesi, Âişe safiyye ve stddîkasım ihtiyâcını gidermek için yuvasından dışarı çıkmak üzere harekete geçirdi. O, bunun için mahfilinden dışarı çıktı.

Kudret eli, gerdanlığının düğümünü çözdü. Cevherler boynundan yere dağıldı. Onları tekrar boynuna dizmek için uğraştı durdu.

Kader şöyle nidâ etti:

“Ey Cebrâîl! O gerdanlığının birkaç tânesini kaybetti. Sen onların yerine yenilerini koy!”
Mistah uyandı. Develerini yürüttü. Olup bitenden haberi yoktu.(İfk Hadisesi) Medine’ye ulaştığında onu (Hz. Aişe) göremeyince aramaya koyuldu. Bu sırada kader, sırların definesini kazıyor ve şerlilerin ifk/iftirâ kıvılcımları da çakmaya başlıyordu.

Bu durum vahiy memesinin çocuğu, ezel sırrının hâmili, gayb emânetlerinin muhâfızı ve hamd sancağının sancaktarına ulaşınca, onların iftirâ gözlerindeki remzi anladı. Ona onların müşrikliklerinin işâretleri göründü. Kalbi elem duydu. Keder okunun delmesiyle gönlü yaralandı. Sır kristali kırıldı. İşleri dağıldı. Hz. Peygamber, sevgisinin remizlerini gizli bir tarzda göstererek ve şefkatinin lütfü ile Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Babanın evine dön! Bana senin hakkında haber gelecektir!”

Bunun üzerine o, inci gibi gözyaşları döktü. Hıçkırıklara boğuldu. Düğün günü yasa döndü. Gecesi hüzünlerle zifiri karanlık oldu. Isttrâbının nefesleri göklere yükseldi. Sabır onun yanından kayboldu. Dedi ki:

“Suçsuz olduğum ve haksızlık etmediğim halde neden dolayı oraya I buraya sürülüyorum, uzaklaştırılıyorum! Yoksa bu, hicranlı sevgilinin iç ] âleminin şikâyeti yüzünden midir?!”

Ona şöyle seslenildi:

“Ey sıddîka ve hakîkaten seyyide/hanımefendi! Belâ, velâyet kadar olur. Zafer sabra bağlıdır.”

Ne var ki, kıssa/olay duyulup gussa/sıkıntı ortaya çıkınca, onun sabır ayı helâk oldu. Yükselen nefeslerinden dolayı his yıldızları batıp kayboldu. Yüreğinin yangınından dolayı inci gibi gözyaşları döktü. Dümdüz olan elifinin beli gönül kırıklığı yüzünden bükülüverdi.

Mahbûbundan ayrılığının müddeti uzadı. Matlûbundan aldığı hayat enerjisi yok oldu. Dedi ki:

“Yâ İlâhîl Zeliller Senden yardım diler. Mazlumlar Senin iletine sığınır. Mahzunların hüznünü Senden başka kim nefeslendirir?! Mustariplerin duâsına Senden başka kim icâbet eder?! Benim suçsuzluğumdan en haberdar olan ve benim durumumu en iyi bilen Şensin!”

Ya‘kûbiyye evine çekildi. Firkati Hz. Yûsuf un hâlinin bir benzeri oldu. Odasının karanlığı hüzün Yûsuf unun hapsine döndü.

Habîbin cânibinden gelen “keyfe tiküm (nasılsınız/hastanız nasıl)?’’ nesîminin esintisi ona uğradı da bunun üzerine şöyle dedi:

“Ben ki, fasâhat evinde büyümüşüm, zıtlarla fasîh konuşanın en yakın arkadaşıyım: (Tîkünfdeki) “te” (tâ harfi) yakındaki muhâtap içindir, “ke” (kâf harfi) uzaktaki gâip içindir. “Enti”nin (bayan için ‘sen’ zamiri) te’sinin bu kelimenin kâfındaki yeri nerede? “Hâzihî”nin (bayanlar için ‘bu* zamîri) he’sinin (hâ harfi) “tîküm”daki yeri neresi? Çoğul mîmi (mîm harfi) zikredilen kişilerden birisi için tahsis de gerektirmez. Uzun zaman
oldu ki, ben hicran çekenin gözüyüm; gâibin/uzaktakinin kalbinin siyah noktasıyım; sevgilisinin cemâlinden uzak kalmış kimsenin ünsiyetinin reyhanıyım. Fakat zamanın değişen halleri ve (insanın üzerine) saldıran anları var. Yâ Rab! Üzüntüden boğuldum. Hüznümün harâreti beni yakıp kül etti. Bu dert benim belimi büktü. Fikrimin karışıklığı beni darmadağın etti!..”

En yüce âlemin melekleri daha fazla dayanamayıp feryâd ü figân ettiler. kudsiyet yurdunun sâkinleri çeşit çeşit teşbihlerde bulundular. Nûrânî savmaaların ruhbanları sızlandılar. Nûrânî cisimler ve rûhânî ruhlar dediler ki:

“Ey İlâhımız! Nübüvvetin tertemiz örtüsünün kalbinin safâsına keder çöktü. Şeref denizinin bir incisinin gönül cevheri parça parça oldu. Risâlet bahçesinin reyhanı fâsıkların iftirâsıyla solup kurudu. Vahiy memesinin çocuğu münâfıkların yalanı yüzünden sütten kesildi.”

İlâhî memleketin postacısına ve melekler ordusunun kumandanına dendi ki:

“Yâ Cibrîl! Ezel gaybının levhalarından, aybı gayb lisânıyla temizleyen on yedi âyet al. Ben o âyetleri ezelde ve kaderden önce söylemiştim. Onları kıyâmete kadar Âişe’nin elbisesinin yeni için bir süs yaptım.”

Ezel postacısı “fazilet efendisi”ne Nûr Sûresi’ndeki sürûr/sevinç âyetlerini indirdi.

Sıddîka, âyetlerin haykırışını duyup müjde işâretlerini görünce dedi ki:

“Zayıfa güç veren, hakîre izzet bahşeden, mazlûma acıyan ve kederi gideren (Allâhu Teâlâ) sübhândır. Vallâhi, Rabbimin benim hakkımda Kur’ân/âyet indireceğini ve vahyinde Nebisine (s.a.v.) benden bahsedeceğini zannetmiyordum. Fakat O’nun Rasûlullâh’a benim suçsuzluğumu ve masumluğumu rüyâsında göstermesini umuyordum.”

O halde mazlûm, İlâhî yardımdan hiçbir zaman ümit kesmesin. Ezilen- lerin feryadına ancak sabırdan sonra yetişilir.
Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Sünnetin Kuran'ı Beyanı


....Beyan yetkisi,Kuran ve Sünnet­ bütünlüğünü sağlamak için son derece önemli bir konudur. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Kur’ân karşısındaki görevlerini dörde ayırmak mümkündür. Bunlar içinde be­yan görevi, ayrı bir önemi haizdir. Şimdi bu görevleri ve bunlar içinde beyan görevini görelim:


1-Tebliğ:

Tebliğ, Hz. Peygamber’in birinci görevidir. Allâh’tan aldıklarını olduğu gibi insanlara aktarmak durumundadır. İlgili âyet­ler şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allâh, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allâh, kâfirler topluluğu­nu hidâyete erdirmeyecektir. ” (Mâide, 67)

“Peygamberin üzerine düşen, ancak tebliğdir. Allâh, sizin açıkladı­ğınızı da, gizlediğinizi de bilir” (Mâide, 99)

Burada tebliğ edilmesi gerekenler, başta Kur’ân olmak üzere Hz, Peygamber’e vahiy (dîn) olarak indirilen her şeydir.


2-Beyan:

Bu görevi beş açıdan ele almak mümkündür:



a-Mücmel (kısa kısa olan) âyetleri açıklamak:

Namaz, oruç, zekâtla  ilgili âyetlerin geniş bir şekilde açıklanması gibi. Mesele anlaşılıyor diye üzerinde fazla dumak istemiyoruz. Yoksa bu husus, Allâh Resûlü’nün en önemli beyan görevidir. Bu açıklamalar olmasa Kur’ân’ın bize emrettiklerini nasıl yerine getireceğimiz meçhul  kalırdı. Bir örnek vermek gerekirse Allâh, “'zekât veriniz” buyuruyor. Konuyla alakalı başka bir nas da yoktur. Allâh, abesle iştigal etmez. Bu emrin muhakkak yerine getirilmesi gerekir. Aksi takdirde zekât veriniz, emri havada kalır. Peki, nasıl zekât ve­receğiz; ne kadar vereceğiz? Şayet sünneti kabul etmezsek buna aklımızla karar vereceğimiz açıktır. Akıl da değişken olduğuna göre, bir sürü görüş ortaya çıkacaktır. En basiti, günümüzde ar­tık “zekât malın kırkta biri değil, kırkta otuz dokuzudur” diyen­ler de türemiştir. İşte bunun için sünnete şiddetle ihtiyaç vardır. İhtilafları sona erdiren bir özelliği de söz konusudur. Aynı şeyi namaz veya diğer ibadetler için de düşünebiliriz.

b-Müşkil (anlamı kapalı) âyetleri açıklamak:

Bakara Sûresi, 238:

“Orta namaz”ı, Hz. Peygamber -farklı rivâyetler olmakla birlikte ağırlıklı olarak- “ikindi namazı” olarak açıklamıştır.

Bakara, 187:

Burada beyaz iplikle siyah iplikten kastedilenin, gecenin siyahlığı ile gündüzün aydınlığı olduğu Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.

Hûd, 114 ve İsrâ, 78:

“(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze ya­kın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”

“Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kaçlar namaz kıl. Fec­rin Kurân’ını (fecir vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çün­kü fecrin Kurân’ı şâhidlidir.”

Bu âyetlerde namaz vakitleriyle ilgili buyruklar vardır. Ancak bir kapalılık da söz konusudur. “Âyetler, namazı uç vakitle sınırlıyor” di­yenler vardır. Âyet ve hadîsleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlar ortaya çıkar:



a-Âyetler hem üç vakte hem de beş vakte muhtemel gözüküyor.

Bu âyetlerde sadece üç vakit namaz geçiyor demek mümkün de­ğildir. Onun kadar kuvvetli bir şekilde beş vakit sabittir diyen­ler de vardır. “Güneşin zevâli” gibi bazı kelimeler buna imkân veriyor. Ama dediğimiz gibi farklı da yorumlanabiliyor. Dola­yısıyla sırf bu âyetlerden yola çıkarak üç vakti, beş vakte tercih ettirecek sarîh bir durum söz konusu değildir,

b-Bir âyet yoruma açıksa ve kelimeleri bir kaç manaya muhte­melse, galiba en güzel yol, Kur’ân’ın ilk müfessirinin beyan ve uygulamalarına müracaat etmektir. Mezkur ayetlerde İfa­de edilen durumları Allah Resûlü, günün beş vakti olarak be­lirlemiştir.

c-Umûmîlik ifade eden âyetleri tahsîs etmek:

En’âm, 82:

Bu âyet inince ashâb kaygılanmış ve Resûlullâh’a giderek “hangi birimiz nefsine zulum (haksızlık) bulaştırmaz ki!” diye sormuştur. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber âyetteki zulmün Lokman (a.s.)’ın oğluna söylediği gibi şirk olduğunu açıklamıştır.(Buhari,Müslim ve Tirmizi)

Mâide, 3:

“Meyte”, umumî bir hükümdür. Hz. Peygamber, “Denizin suyu  temiz, kendiliğinden ölmüş hayvanının eti helâldir”(Ebu Davud,Tirmizi ve Nesai,Hadis sahihtir) buyurarak âyetin  hükmünü tahsîs etmiştir. Bu tahsisi “Hem size hem de yolculara faydaolmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” âyeti de destekler. Zira “deniz avı” umumî bir ifadedir. “Meyte”yi de içine alır. Ancak kara hayvanları denize düşüp ölse “deniz hayvanları” içinde yer almazlar. Deniz hayvanları sadece denizde yaşayanlardır.

Mâide, 6:

“Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınıza da mesh edin ve topuklarınıza | kadar ayaklarınızı da (yıkayın).”



Âyette geçen “namaza kalktığınız zaman” ifadesi, abdestli olunsun veya olunmasın her namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber’in bu noktadaki uygulamaları görülmeden başka türlü de anlaşılmaz. Bu noktada, Hz. Peygamber’in beyanlarının öne­mi ortaya çıkar. Hz. Peygamber, abdestsiz olanın abdest alması gerek­tiğini ortaya koymuştur. Abdestli olanın abdest alması ise başka bir gü­zelliktir, ama vâcib değildir. Yani bir abdestle birkaç vakit namaz kıl­mak caizdir.(Buhari,Vudu,57;Tirmizi,Taharet,60) Hadîslere karşı çekinceli davranan bazıları bile Hz. Pey­gamberin bu yöndeki uygulamalarım esas almıştır. Zira belki de bu, insanlara her namaz için abdest almak zor gelecektir!

Bu âyette Resûlullâhin bir başka beyanı daha vardır. Aslında “müşkil ifadeleri açıklama” kısmında zikretmek daha isabetli olurdu. Yinede ifade edelim ki, âyette ayaklan yıkamakla ilgili bir kapalılık vardır Şî‘a, ayakları mesh etmeyi esas almıştır. Âyette bu kesin değildir. Bir o kadar, ayaklan yıkamak da vardır. Bu noktada, Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarına bakmaktan başka çare yoktur. Tevâtüre ulaşan na­killerden anlıyoruz ki, ayakları yıkamak esastır.

d-Mutlak ifadeleri takyîd etmek, sınırlamak:

Nisâ’, 11:

“...Bütün bu paylar, ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonra­dır."

Âyette vasiyet, mutlak olarak zikredilmiştir. Buna göre kişi diledi­ği kadar vasiyet edebilir. Ancak Hz. Peygamber vasiyeti malın üçte bi­riyle sınırlamıştır.(Buhari,Vasaya,2,3;Müslim,Vasiyet,5,6,7,8)

e-Âyetlerdeki hükmü te’yid etmek. Burada Resûlullâh’ın görevi, âyetlerde söz konusu olan hükümleri vurgulamak, pekiştirmek­tir. Bu tip hadîsler de oldukça fazladır. Burada ayet ile hadisler bir bütünlük içindedir.


3-Tezkiye:



Tezkiye, Allâh Resûlü’nun mü’minleri ahlâken yücelt­me, kemâle erdirme ve nefs terbiyesine yönlendirmeyle alakalı görev ve rehberliğidir. İlgili âyetler şöyledir:

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara kitâbt ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a, 2)

“And olsun, Allâh, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitâb ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)


4-Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak:

Daha önce ilgili âyetleri vermiştik. Burada acaba Hz. Peygamber “müstakil olarak mı hü­küm, yoksa belirli bir âyete bağlı olarak mı hüküm koyar?” şeklinde bir küçük tartışma vardır. Cumhûr ulemâ müstakil; Şâtıbî ise bağımsız de­ğil, belirli bir âyetin tahtında hüküm koyacağını kabul etmiştir. Esasen, Kur’ân’ın Resûlullâh’a itâat edilmesi gerektiği konusundaki vurgusu, onun bağımsız hüküm koyucu olmasını gerekli kılmaktadır. Tabii burada bağımsız oluş, Allâh’tan bağımsız veya Kur’ân’la alakasız oluş değildir. Elbette Kur’ân merkezli bir bağımsızlıktır. Zira Kur’ân’ı vahyeden Allâh, Kur’ân dışında da vahyetmektedir. Ancak Şâtıbî büyük ihtimalle hadîsin subûtu konusundaki zannî durumları dikkate alarak, Hz.  Peygamber’in hüküm koyuculuğunu Kur’ân’a bağlamak istemiştir. Bu  da belki Kur’ân’a aykırı olabilecek birtakım haber-i vâhid durumlarına  karşı Kur’ân’ın hükmünü garantiye almak içindir. Aslında buna gerek  yoktur. Zaten Kur’ân’a aykırılık varsa bu hadîsle amel edilmez. Onun  için böyle bir teoriye de gerek yoktur. Bize göre, tartışma sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Tartışma, kısaca lafzîdir; zira Hz. Peygamber ister bağımsız hüküm koysun ister belli bir âyetin açılım ve beyanı şeklinde hüküm koysun herkes Allâh Resûlü’nün verdiği hükümleri kabul etmektedir. Bu hükümlerin teorik olarak nasıl değerlendirileceği o kadar da önemli değildir.

Şunu da ifade edelim ki, Allâh Resûlü’nün verdiği her bir hüküm, neredeyse Kur’ân’daki ilgili âyetin açılımı şeklindedir. Bazı evlilikleri mi yasaklıyor; zaten nikâhı harâm olanlar Kur’ân’da sayılmıştır. Bazı  hayvanların etinin yenilmesini mi yasaklıyor; konuyla alakalı zaten âyet  vardır. Namazla ilgili, hac, zekâtla ilgili hükümler mi koyuyor; bunların esası zaten Kur’ân’da vardır.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekirse, Allâh Resûlü’nün yasakladıklarını ikiye ayırabiliriz: Tahrîm maksadıyla yasakladıkları ve te’dîb (daha iyiye yönlendirme) maksadıyla yasakladıkları. İlkine harâm; ikin cisine mekrûh demek mümkündür. Şüphesiz, âhiretteki sonuçları itibariyle aralarında fark olsa bile mü’mine yakışan her iki tür yasaktan da uzaklaşabilmektir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in bu yönüne dair bazı örnekler verelim:

Bir erkeğin, bir kadını halası veya teyzesiyle aynı nikâhta birleştirmesinin yasaklanması. (Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesinin harâmlığı. (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî)

Eşek etinin tahrîmi. (Buhârî, Müslim)

Fıtır sadakasının vâcib olması. (îbn Mâce)

Nineye mirastan pay verilmesi. (İmâm Mâlik, Ebû Dâvûd, Tir- mizî)

Kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması, son­radan sadece orucu kaza etmesi. (Buhârî, Müslim)

Mut’a nikâhının haramlığı. (Müslim)

Dövme yaptırmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınlarla tokalaşmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim)

Kadınlarla halvet halinde olmanın yasaklanması. (Buhârî, Müs­lim, Tirmizî)

Erkeklere ipek giymenin harâmlığı. (Nesâî, Ahmed b. Hanbel)

Kadınların koku sürünerek erkeklerin yanına gitmesi. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Kadınların kaşlarını inceltmesi. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapması. (Müslim)

Kadınların dar ve şeffaf giyinmeleri (erkeklerin de). (Müslim)

Sol elle yemenin yasaklanması, (mekrûh). (Müslim)

Bir şâhid ve yeminle hükmetmek. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce)



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler (insan yay.)

Devamını Oku »

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlar'a Cevaplar

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlara Cevaplar




"Bu itirazları dört noktada toplamak mümkündür:


a-Şöyle denilmektedir: “Dîn kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allâh “Bu kitapta asla şüphe yoktur.” buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”

Öyle anlaşılıyor ki, burada epey bir mesele, iç içe sokulmuştur. Belli  ki kat’îlikten tevatür kastedilmektedir. Buna göre,Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhad haberdir ve sübûtu zannîdir. Bura­ya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet, zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında ya- i saklar. İşte bu noktada, “her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu” tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan, hakîkat, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Böyle bir zan, hakîkat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıy­la îmân ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.

Diğer taraftan, Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylene­bilirse de delâlet bakımından her zaman kat’î değildir. Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması, muhtemel birkaç anlamı­nın bulunduğu manasına gelir. Bu itibarla, onun muhtemel manaların­dan birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, do­layısıyla bâtıl olduğuna hemen karar verilemez. O halde, delâleti zan­nî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlama­da gayret sarfetmeli, yani ictihâd etmeli, ardından oluşan gâlib zanna göre amel etmeliyiz.



Bu noktada özetlemek gerekirse, zannîlik-kat’îlik açısından metin­ler dört türlüdür:

1-Delâleti ve şubûtu kat’î metinler

2-Subûtu kat’î ama delâleti zannî metinler

3-Subûtu ve delâleti zannî metinler

4-Subûtu zannî ama delâleti kat’î metinler



Birinci şık, mütevâtir nasslarla ilgilidir. Burada zannîlik söz konusu değildir. İkincisi, gelişi itibariyle mütevâtir ama mana açısından zannî­lik ifade eden nasslardır. Bunlar da aynı şekilde âyet veya hadîs olabi­lir. Burada zandan maksad, nassın birkaç manaya gelişidir. Müctehid ictihâd ederek bir mana tespit etmeye çalışır ve onunla amel eder. Üçün- cüsü, haber-i vâhid olan nasslarla ilgilidir. Bunlar, her yönüyle zannî­lik ifade eder. Ancak bu zannîlik onlarla amel etmeye engel teşkil et­mez. Biraz daha ihtiyatlı olmakla birlikte müctehid ictihâd eder, gâlip zan oluştuğunda onunla amel eder. Dördüncüsü de haber-i vâhidlerle ilgilidir. Burada mana itibariyle kat’îlik söz konusudur. Bu tür kat’iyet arz eden manada az hadîs bulunmakla birlikte, mesele yine ictihâd ko­nusudur. Müctehid, önce gelen haberin subûtu konusunda bir kanaa­te ulaşır; ardından manasıyla amel eder. Dolayısıyla zan, hiçbir zaman nassla amel etmeye engel değildir. Zandan kastımız da gâlip zandır.

İmâm Şâfi’î’in bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delîlle harâm olan şey zan­nî bir delîlle mübâh olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid, birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek, kat’î delîllerle harâmdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliği kabul edip harâm olan bir şe­yi mübâha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allâh emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de lsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uyomakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allâh emretmektedir.
b-En’âm Sûresi 38. âyetinde Allâh “Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur.

Bu âyeti okuyanlar, Hz. Peygamber’e itâatle ve ona beyan yetkisi­nin verilmesiyle ilgili âyetleri de okumalıdır. Bu âyetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk âyete dayanarak Hz. Peygamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde,

En’âm Sûresi’nin âyeti doğru anlaşıl­malıdır. Bir kere âyet, sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu âyeti mutlak olarak alırsak, iki şeyle çelişir: Biri, akılla. Akıl, her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi, Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” âyeti geçmektedir. Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde, burada maksat -bazı cüz’î meseleler ol­sa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen genel ilkelerin ve temel pren­siplerin bulunduğudur. Diğer taraftan, “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken kastedilen; îmân, tevhîd, âhiret ve nübüvvet konularıdır. Son olarak, kitapta hiçbir şey eksik değilse kitaptan Levh-i Mahfûz’u anla­mak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun âyet kesinlikle sünnete uymamakla ilgili değildir.
c-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir. Allâh vahyedecek- se onu Kur’ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”

Bu anlayış, Allâh’ın, elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerekti­ğinden yola çıkmaktadır. Bir anlamda Allâh’ı tek bir şekilde konuşma­ya, iletişim kurmaya icbar etmektedir. Allâh’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde Allâh, insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Allah’ın Kur’ân dışında da vahiy gönderebileceğinin üzerinde biraz da­ha duralım.

Kur’ân dışında Allâh vahyetmiştir. Bunun delili de yine Kur’ân’dır.

Örnekler:



1-Kıble olayı: Meşhur kıble meselesinde Allâh, şöyle buyurur:

“Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu gö­rüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Her nerede bulu­nursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allâh, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144) Hz. Peygamber, önceleri Mescid-i Aksâ’ya doğ­ru namaz kılıyordu. Peki, Mescid-i Aksâ’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde, Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihâdla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şa­yet ictihâdla oraya dönmüşse ictihâdla Mescid-i Harâm’a da dö­nebilirdi. Oysa, “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır’’Yani Mescid-i Harâm’a dönmeyi istemekte, ama dönememekte­dir. O halde, Mescid-i Aksâ’ya dönüşü de kendiliğinden olma­mıştır. Sadece bu örnek bile Allâh’ın Kur’ân dışında kalbe ilka etmek süreliyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koy- maktadır.



2-Tahrîm Sûresi nde geçtiğine göre (3. âyet) Hz. Peygamber, eşle­rinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allâh ise bu durumu Peygamberine haber verir. İşte âyet: “Hani Peygamber, eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü (başkasına) haber verip Allâh da bunu peygambere bil­dirince, Peygamber bunun bir kısmım bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona (sim açıklayan eşine) ha­ber verince o,‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bu­nu bana, hakkıyla bilen ve hakkıyla haberdar olan Allâh haber verdi dedi. Konumuzu ilgilendiren nokta ise şu: Bu sırrı ha­ber verme olayı Kur’ân’da yoktur.



3-Bakara Sûresi, 239. âyette geçtiğine göre Allâh "... Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allâhı (namazınızda) anın! buyu­ruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allâh’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vahyettiğini göste­riyor. Bununla birlikte bu vahiy, Kur’ân vahyi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

Öyle anlaşılıyor ki, vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira va­hiy, bir tür iletişimdir. Allâh, çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allâh’ın izniyle Cebrâîl tarafından yazılması istenilen vahiy­dir Kur’ân vahyi... Vahiy kâtiblerine yazdırılmayan vahiy, demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve va­hiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse şu söylenebilir: Al­lâh anlara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim ku­rar. Bunlar, Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilham olsa da “vahiy” kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, manaları farklı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullan­mak mümkündür. Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelimesi­ni Allah’ın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur’ân’da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani, “Sadece Allah’ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışında­ki iletişimler için vahiy kelimesi kullanılmaz.” diye Kur’ân’dan bir âyet bulmak söz konusu değildir. Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gi­bi, Kur’ân vahyi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen va­hiydir. Allâh’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurma­sı mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabileceğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûrâ Sûresi 51. âyette Allâh şöyle buyurur:

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konu­şur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüp­hesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”

Bu âyetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur’ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nâzil olmuştur. Hatta bu­rada Allâh’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulemâ, vahyi ikiye ayırıp Kur’ân’a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâîl, Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allâh, Cebrâîl vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allâh, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyâmet alametleriyle il­gili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir-iki ta­ne de değildir. Pek çoktur. Bunların hepsi uydurma olmadığı­na ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber, Kur’ân dışında bilgiler almış demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. Peygam­ber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulamalar, Al­lâh tarafından tenkîd edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allâh’ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu se­beple dahi mezkûr uygulamalar, bizim için örnektir. Çünkü, şa­yet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkîd edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından dolayı Hz. Peygamber’in Allâh tarafından uyarıldığını biliyoruz.
d-Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, on­lar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber, Kur’ân’dan başka şeyle­rin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân oldu­ğunu gösterir.”

İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delîl getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana, Hz. Peygamber’in ken­disinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifade­ler doğrudur. Ancak İlmî dürüstlük adına bunun yanında Hz. Peygam­ber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allâh Resûlü’nün buna izin verdi­ği vâkıası da dikkate alınmalıdır. Konuyla ilgili pek çok delîl olup on­ları burada zikretmeye gerek yoktur. Bir delîli alıp diğerlerini görmez­likten gelmek, İlmî bir tutum olamaz. Mesele, bu iki grup delilden bi­rini tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler, oldukça fazla ve çeşitli­dir. Oysa yasak hadisi, bir sahabîden nakledilmiştir. Hal böyle olsa da İlmî olan tavır, her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır.

Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine gö­re mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çe­şitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini nesh etmiş­tir. Bu durumda Allâh Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasak­ladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilen­lere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı yazanlar olmuş­tur. İzin neden bir kişiye has olsun ki?! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ih­timam gösteriliyor, her türlü tedbir alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar, yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allâh Resûlü, buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.

Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delîl olması, yazık olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler, delîl olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı, yazı olamaz. Zira sözü yazan âdil biri değilse, o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan, mesela, namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullâh’m bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi, namaz kılmayacak mıyız? Allâh Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz, nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de bi­rinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân, sırf ya­zıldığı için mİ bizler için delîl oluyor, yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşündüğü­müzde gerçekten zorlukları var; onun için, gelişmiş ve (nokta ve hare­ke açısından) nispeten değişmiştir. Elbette yazı, çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden, ezberdir.

Yavuz Köktaş - Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü

Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü


İnsanlar içerisinde Allah’tan en çok korkanlar, O’na karşı en fazla saygı gösterenler ve O’nun koyduğu sınırları en iyi bilenler âlimlerdir.

  • Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmuştur: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler.Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak  sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’

  • Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’a karşı ancak; kul­ları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar .”

  • Yine Allah Teâlâ bir başka âyetinde şöyle buyurmuştur: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahiplen öğüt alırlar”

  • Bir başka âyette de şöyle buyurmuştur: “Rabbinden sana indi­rilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar.”

  • Allah Teâlâ şu âyette, ''iman edenlerin kıymetini ve derecesini yükseltti'', bir başka âyette ise ''onların şanını yüceltti.

  • Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin” Öyleyse bu vasıfta olanlara saygı göstermek de zorunludur. Onları şereflendirmek arzu edilen bir şeydir. Onlara dua etmek sadık ve sağlam kimselerin huyudur. Onların bağışlanmasını istemek muttakilerin yoludur.

  • Allah bize zor gelenleri onlara sormamızı emretti ve dedi ki: “Eğer bilmiyor­sanız ilim sahiplerine sorun.”

  • Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hal­buki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabi­lecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi.''



Âyet-i kerîmede geçen “ulu’l-emr” lafzı ile burada birinci de­recede ilim ehli olanlar kastedilmiştir. Ulu’l-emr lafzının kastettiği bir diğer anlam ise yöneticilerdir. Bazılarına göre de ulu’l-emr sözü hem âlimleri hem de yöneticileri kapsamaktadır. Ülul-emr sözü ile ilgili yapılan açıklamalar, her halükârda âlimlere yönelmeyi ve onlara daha fazla değer vermeyi gerekli kılmaktadır. Bir kimsenin âlimlere karşı hürmeti arttıkça, bu durum onun bilgisine, güzel ahlâkına ve derin kavrayışına olumlu katkıda bulunur.



Hz. Peygamber’in amca oğlu İbn Abbâs'ı görmüyor musun? Kendisi derin bir bilgi sahibi olmasına rağmen zaman zaman evine kadar giderek sahâbenin âlimlerinden ve büyüklerinden olan Zeyd b. Sâbit’in ilminden istifade ediyor; özellikle dc miras huku­ku (ferâiz) ile ilgili meselelerde ondan bilgi alıyordu. Bir defasında Zeyd b. Sabit hayvanına bineceği esnada, rahat binmesi için üzen­gisini tutmuştu. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit kendisine şöyle de­miştir: “Ey Peygamberin amcasının sevgili oğlu! Senden bunu yap­mamanı istirham ediyorum.” Zeyd b. Sâbit’in bu sözlerine karşılık Abdullah b. Abbâs da şu cevabı vermiştir: “Hayır, asla bırakamam! Çünkü biz âlimlerimize ve içerimizdeki büyük ve saygın kimselere böyle hürmet ederiz.

Bunlar sevgi gösterisinin uç noktalarıdır. Geçmiş dönem âlimlerine karşı duyulan saygı göstergelerinden sadece bir damla­dır. (Cenâb-ı Hak onların her birisine rahmeti ile muamele etsin). Ancak şu kadarım ifade edelim ki, biz saygı konusunda her türlü aşırılığı kabul etmediğimiz gibi, onların delillere muhalif gözüken görüşleri kabul etmiyoruz. Aksine biz bu hususta onlardan imkânlar ölçüsünde Kur’ân ve sünnetten deliller getirmelerini arzu ediyoruz. Kaldı ki fazilet sahibi bir âlim ve büyük bir üstad için bunlar gizli saklı şeyler de değildir. Onlar zaten bu kaynaklardan uzak dura­mazlar ve kolaylıkla bu kaynaklardan delil getirebilirler.

Zira Yüce Mevlâ her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Âlim bir zata düşen ise, bu kay­naklarda mevcut olan gizli ya da açık birtakım delillerden hareketle delil getirmektir... Bütün bu imkânları kullanmasına rağmen doğru bir neticeye ulaşamaması halinde ise artık kendisi hatası sebebiyle mazur olur. Delillerin dikkatli bir şekilde araştırılmasından sonra meydana gelebilecek hatalar artık onların fazilet denizinde kaybo­lur gider. Bu nedenle bir müçtehid hata da yapsa o aşamaya gelin­ceye değin sergilediği gayreti sebebiyle Allah katında bir sevap elde 'eder. Doğruya isabet etmesi halinde ise iki sevaba kavuşur.

Müçtehid olmayan kimseler gelince, onlara Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinden herhangi birisi açık seçik beyan edildikten sonra bu hadîsin gereğini bir kenara bırakarak, insanlardan herhangi birisinin sözüne tabi olması caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ bizlere, herhangi bir çekişme ya da niza durumunda Kitâb’a ve Hz. peygamberin (s.a.v.) sözlerine müracaatla meseleyi çözmemizi emretmiştir.

‘’... Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve âhirete gerçekten- inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.”

‘’O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”

Hz. Peygamberim (s.a.v.) dostu olma şerefine erişmiş sahabelere gelince, onlar insanların en hayırlı olanlarıdır. Âlimlerin en önde gelenleridir. Kuran onların döneminde Rasûlullah’a (s,a.v.) vahyedildi, ama onların olduğu topluluklarda okundu. Hz. Peygam­ber onların içerisinde olduğu için, “Kur’ânin kendilerine kapalı gelen anlamlarını açıklıyordu. Bütün bu imkânlara rağmen sahâbe efendilerimizden pek çoğu, açık bir delilin kendilerine ulaşmadığı hallerde, kendilerine arz edilen meselelerde doğru bir karara varabilmek için fetvalar vermişlerdir. Bazı durumlarda ise manası ya da delâleti hususunda ortak noktada buluşamadıkları bir nassın anla­mının anlaşılması için içtihada başvurmuşlar veya farklı yönlerde istidlallerde bulunmuşlardır... Ancak bu büyük zatlardan hatalı bir görüş ortaya çıkması halinde, Allah’ın izniyle bütün bunlar onların içerisinde yüzdüğü fazilet denizlerinde yok olup gider.

Bu konuyla ilgili olarak aşağıda bazı örnekler verilmiştir:

  • -Ümmetin önde gelen fakihi ve Peygamber Efendimizin (sav,) amcasının oğlu Abdullah b. Abbâs’tan (r.a.) bazı zamanlar­da(Buhari,Nikah,32) muta nikâhı yoluyla evlenmenin mubah olduğuna dair bir fetvâ varid olmuştur. Oysaki mut’a nikâhının ebedî olarak haram kılındığı bilinmektedir.

  • -Büyük sahâbî Ebû Talha (r.a.) “dolunun (bir şekilde yutulmasının) oruçlunun orucunu bozmayacağını” öngörüyordu. Zira ona göre, dolunun kendisinde yiyecek ya da içecek olma özelliği yokuı!”,(Hanbel,Müsned,3,279)

  • -İbn Ömer’den (r.a.) “erkeğin kendi eşiyle ters ilişkiye girmesi­nin câiz olduğu” şeklinde bir rivâyet gelmiştir. Hâlbuki bu husus­ta son derece katı bir yasağın olduğu, herkesçe malumdur.

  • -Râşid halife Hz. Ömer (r.a.) ve onun akabinde halife olan Hz. Osman (r.a.) insanları temettü haccından men ediyorlardı!Oysaki İmran b. Husayn ve Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), onların bu uygulamalarına itiraz ediyorlardı. Zira bu hac türü Allah’ın Kitâbı’nda yer almış, Rasûlullah da (s.a.v.) sahâbesine temettü hac­et yapmalarım emretmişti.

  • -Allah Teâlâ abdest ile ilgili âyette ‘’dirseklere kadar ellerinizi yıkayın’buyurmasına rağmen Ebû Hureyre (r.a), abdest suyunu koltuk altına ulaştıracak şekilde abdest alırdı.

  • -Abdullah b. Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nasıl namaz kıldığını görme hususunda, Onun yanında en çok bulunan ve bu konuyu en yakından gören kimselerden birisiydi. (Yani Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rükûda iken ellerini diz kapaklarının üstüne değil de, bacaklarının arasına koyma ile ilgili hususta onun yanında en çok bulunan insanlardan birisiydi). Böyle olmasına rağmen Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ın (r.a.): “Allah, Ebû Abdurrahman’a rahmet etsin!Biz (başta) böyle yapıyorduk (yani ellerimizi bacakların arasında koyuyorduk). Ancak böyle yapmamız daha sonra bize yasaklan­dı.” şeklindeki uyarısı kendisine ulaşıncaya kadar İbn Mes‘ûd (r.a.) böyle yapmaya (yani ellerini bacaklarının arasına koymaya) devam etti.

  • -Hz. Ömer de (r.a.), “eve girmeden önce üç kez izin isten­mesiyle” ilgili Hz. Peygamber’den (s.a.v.) aktardığı rivâyete ilişkin olarak Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den (r.a.) bu haberin sıhhati ile alakalı olarak delil getirmesini istemiştir.

  • -Aynı şekilde mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.), teyemmümle ilgili husustan da habersiz kalmış ve Ammâr b. Yâsir’in (r.a.) kendi­sine ilgili rivâyeti hatırlatmasına rağmen, yine de bu hususla alakalı hükmü hatırlayamamıştı.

  • -Hz. Aişe de (r.anha), “büyüklerin emzirilmesinin ve (bu yolla süt evlat edinilmesinin) haram olacağını” düşünüyordu. Hz. Âişe (r.anha), Allah Teâlâ’nın: “Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocukların iki tam yıl emzirirler,”, buyurmasına rağmen, hükmün bu yönde olduğunu zannediyordu .

  • -Ebû Zerr de (r.a) “ihtiyaç fazlası altının (paranın), elden çıka­rılması gerektiği” görüşündeydi.



Buraya kadar zikredilmiş olan değişik sahibe rivâyetlerin yanında, burada aktarılma imkânı olmayan benzer nitelikteki daha başka durumlar da vardır. Ayrıca tâbiûn ve onlardan sonra gelen etbâu’t- tâbiûndan ve bizim muasırlarımız olan âlimlerden de hükümle alakalı nasları duymadığı veya yanlış hatırladığı için, genel hükme aykırı görüş beyan edenlerin varlığı da bir gerçektir. Buna rağmen  söz konusu kimselerin durumlarına dikkat edildiğinde, ortaya koymuş oldukları farklı görüşler sebebiyle hiçbirisinin -Allah’ın izniy­le- bundan dolayı herhangi bir zarar görmediği aşikârdır.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ashabın­dan da "sahih olan görüşe muhalif gibi gözüken rivâyetlerin akta­rıldığı” hususu ortadadır. Bu nedenle daha sonra gelen âlimlerden de sahih olan görüşe muhalif ya da ondan farklı fetvâların sadır olma ihtimali" oldukça güçlüdür. İşte bundan dolayı hiç kimsenin, bir âlimin peşine takılıp onun ortaya koyduğu görüşlerin hepsinin en doğru olduğu zehabına kapılıp, peşine takıldığı kişi dışındaki­lerin söylediklerini de bırakma gibi bir yanlışa düşmemesi gerekir. Bu tavır doğru yola tabi olmuş geçmişlerin (selef-i sâlihin) tavrı değildir. Nitekim İbn Abbâs (r.a.) Hz. Ömer (r.a.), Hz. İbn Mes‘ûd (r.a.), Hz. Âişe (r.anha), Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz.Ebu Hureyre (r.a.)... gibi pek çok sahabeden rivayetlerde bulun­muştur.

Tâbiûn âlimlerinde olan Sa'îd b. Museyyeb de (r.a) Hz. Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. İbn Abbâs... vb. pek çok sahâbeden rivâyette bulunmuştur.

Yine sonraki kuşak âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel de ken­disinden önce yaşamış olan İmâm Şâfi‘î, İshâk ve Süfyân es-Sevrî... gibi farklı âlimlerden rivâyetlerde bulunmuştur.

Zikri geçen geçmiş dönem âlimlerden hiçbirisi kendisini ilim elde etme ve sahih bilgiye ulaşma yolunda tek bir âlimin görüşü ile sınırlandırmamıştır. Tam aksine, imkânlar ölçüsünde ulaşabildik­leri ilim kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmişlerdir. Bütün tatlı su kaynaklarından kana kana içmişlerdir.

Geçmiş dönemde yaşayan büyük âlimler, ilim elde etme kaynakları hususunda ayırımcılık yoluna gitmemiş; diğerlerinin ilmini bırakarak tek bir âlime çağırıp sadece ondan nakilde bulunma yo­lunu tercih etmemişlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.)

Şimdi siz ey dinde derinlik sahibi olmayı murad edenler! Ufkunuzu genişletin, ilim kaynaklarınızı daraltmayın!

Ve sakın muasır tek bir âlimin (Allah onları muhafaza eylesin) görüşlerine dayanarak, hak ve bâtılı tespit ilkelerini onun görüşle­rine dayandırıp, temel metinleri ve onların açıklamalarını sırf ken­disine itimat ettiğiniz söz konusu âlimin görüşleriyle uyuşsun diye, asıl mecrasından kaydırmak sûretiyle eğip bükmeyin!

Ve siz; doğruyu tutturmuş olana: “Evet sen haklısın!” deyin. Hata yapan kimseye de “Allah sana iyilik versin. Doğru olan bu değildir!” deyin. Sözünüzü edeb ve vakarla taçlandırın. Umulur ki Allah sizi en doğru olan neticeye ulaştırır.

-------

Kuran ve Sünneti Anlamanın Temel İlkeleri - Mustafa el Adevi
Devamını Oku »

İnsan




Âdemoğlunun yaratılışı ne acâiptir! Yaratıcı onda ne enteresan defineler saklamıştır. Hevâsına tâbi olmazsa, bir melektir. Kesâfet onu kaplamazsa latîf bir mânâdır. Gaybın ilginç sırlarını saklayan ve bütün ilimleri kendinde toplayan bir hazînedir. Nûr ve zulmet dolu bir kaptır. İçinde, ruh gelininin ağyârın gözlerinden sûret örtüleri ile gizlendiği bir kalıptır. Kader, onun güzelliğini “Biz onları üstün kıldık”meclisinde, “Biz Âdemoğlunu şereflendirdik" elbiseleri içinde meleklere gösterir. Ondaki akıl, onun yaratılışının Şehâdet âleminden olduğuna bir işârettir. Sûret sedefleri, vücûd/varlık denizinde, ilim gemileriyle yakın nûrunun kemâle ermesi için ruh incileri taşır. Böylece o, rûh rüzgârı sâyesinde müşâhede “Cezâyiri”ne/adasına ulaşır.

Onun içindeki akıl sultânı ile hevâ sultânı, birbiriyle savaşmak ve dövüşmek için göğüs fezâsı meydanında karşı karşıya gelir. Nefis, hevâ sultânının en has askerlerinden iken, rûh, akıl sultânının en şerefli asker- lerindendir. İşte o esnâda hüküm müezzini onlar arasında şöyle nida eder:

“Ey Allâhu Teâlâ’nın süvârîleri! Atlarınıza binin! Ey Allâh’m askerleri! Hazır olun!”
“Ve siz, ey hevânm askerleri! Öne çıkın!”

Onlardan her biri kendi tarafının zafer kazanmasını arzu eder. Hasırlına gâlip gelmek için var gücüyle savaşır.

Tevfîk gayb lisânıyla şöyle der:

“Gâlibiyet benim yardım ettiğim tarafın sancağına bağlı olacaktır. Benim yardım ettiğim kimse dünyâda da âhirette de saîd/mutlu olacaktır. Ben kiminle berâber olursam, onu “Sadâkat makâmına/Sâdıklar meclisine” ulaştırıncaya kadar ondan ayrılmam.”

Tevfîk, Hakk’m velîsine koruyup gözetme gözüyle baktığı bir hüsn-i nazarıdır.

Ey oğul! Akla tâbi ol; o seni en büyük saâdet yolundan götürür. Nefsinden ve hevândan ayrıl. O zaman “aceb”i (Hakk’ın muhteşem işlerini) görürsün.

Ruh gaybî ve semâvîdir. Nefis yeryüzü toprağına âittir.

Latîf kuş, kesâfet yuvasından inâyet kanatlarıyla yücelik ağacına uçar. Kurbiyet dalında yuva yapar. Şevk dilinin nağmeleriyle şakımaya başlar. Ünsiyet nedîmi/arkadaşı ona kur yapar. Hakikat mücevherlerini marifetin kucakları arasından toplar. Kesîf kuş, vücûdunun karanlık kafesinde mahsur kalır. Kalıplar fenâya erince, geriye kalplerdeki sırlar kalır.

Cenâb-ı Hak eğer senin kalbine bir kere nazar edecek olsa, orayı kendi makâm-ı arşı derecesine yükseltir. Oraya ilmin hakikatlerini hediye eder. Orayı ma‘rifet sırlarının hazînesi yapar. İşte o zaman akıl gözüne ezelî cemâl görünür. Hudûs (sonradan olma) özelliği taşıyan her şeyden yüz çevirirsin. Sır gözün, kalp aynanda melekût âlemlerinin adamlarıyla karşılaşır. Ayetlerin hakikatlerini keşfetme/öğrenme meclisinde, fetih gelinleri sır/ gönül gözüne tecellî eder. İşte o zaman himmet levhanda mevcûdat yansımalarının izleri yok olur gider.

Ey insanoğlu! Aydınlık akıl, üstadların her türlü karanlıkta kullandığı bir fenerdir. Sâf/tertemiz fikirler ma'rifet erbâbının delilidir. Zanlar birbirine karıştığı zaman kadîm inâyet, yakîn yüzünün üzerindeki şüphe perdesini aralar. Deliller yetersiz kaldığında yetişen irâde, bâtıl fikirleri ortadan kaldırır.



Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Peygamberler Şüphe Duyar mı ?

Peygamberler Şüphe Duyar mı ?


Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz şüphe duymaya İbrâhîm’den daha hak sahibiyiz. O, ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilt­tiğini bana göster’ demişti. Allâh ‘Bana inanmıyor musun’ buyurunca İbrahim ‘kalbim mutmain olsun diye ‘ şeklinde cevap verdi”.(Buhari,Enbiya,hd.no:3272)



Hadîs Hz. Peygamber’e şüphe izafe etmektedir. Şüphe küfür olup peygamberlerden sadır olmaz. O halde bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Bu noktada iki metot takip edilmiştir:

a-Hadîsin te’vîli:



1-Cumhûr hadîsi şöyle anlamıştır: “Şüphe Hz. İbrâhîm için mu­haldir. Ölüleri diriltme konusunda peygamberler şüphe içinde olsa ben İbrahim’den bu şüpheye daha yakınım. Benim şüp­he etmediğimi biliyorsunuz. Biliniz ki İbrâhîm de şüphe et­memiştir”.



2-Hadîs Hz. İbrahim’in şüphe içinde olduğunu kabul eden bir topluluğu reddetmek için vârid olmuştur. Mezkûr âyet inincebazı insanlar “İbrâhîm şüphe etti” demişlerdir. Hz. Peygam­ber; onları reddetmek, tevazuunu ve İbrâhîm’e takdirini gös­termek için öyle buyurmuştur.



3-“Biz” derken kendini değil, şüphelenmesi câiz olan ümmetini kastetmiştir,



4-Hz. İbrâhîm, ilm el-yakîn derecesinden bizzat müşahede etmek süreriyle ‘ayn el-yakîn mertebesine yükselmeyi murad etmiş­tir. Bunun için Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi is­temiştir. Hz. Peygamber de bu manayı kastederek, “Biz buna ondan daha layığız” buyurmuştur. Yoksa ne kendisi ne de Hz. ibrâhîm, şüphe etmemiştir.



5-Aslında bu ifadesiyle Hz. İbrâhîm kendi ümmeti için, onların kalplerindeki şüphe izale olsun diye Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi istemiştir.



6-Hz. İbrahim’den Allâh’ın diriltmesi konusunda değil, ölüleri nasıl dirilttiğinin keyfiyeti konusunda bir şüphe vâki olmuştur.



7-Bu şüphe, nübüvvetinden önceydi.



b-Hadîsin zahirini ve Hz. İbrâhîm için şüphenin vâki olduğunu kabul.

Bu görüşte olanlar, bazı insanlar için söz konusu olabilecek şüp­henin bir beşer olan Hz. İbrâhîm için de vâki olabileceğini söylemiştir.

“b” şıkkının kabulü mümkün değildir. Peygamberlerden -beşerî du­rumları olsa bile- îmâni konularda şüphe sadır olmaz. En doğrusu, cumhûrun yaptığı te’vîldir. Esasen, Hz. Peygamber, şüpheyi nefyetmektedir.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler(insan yay.)

Devamını Oku »

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?




İbn Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben, in­sanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allâh’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye ka­dar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allâh’a kalmıştır”. (Buhârî, îmân 17; Müslim, imân 36.)



Bu hadîsi bir grup âlim, savaşın illetinin küfür olduğuna gerekçe saymıştır.(1) Şüphesiz bu durum, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara,256) gibi âyet­lerle ve benzeri birçok ilkeyle(2) tezat arz etmektedir. Bu durumda yu­karıdaki hadîsin başka bir çerçevede söylenmiş olması gerekmektedir.

Ibn Hacer, Hadîs, tevhidi ikrar etmeyen kimselerle savaşmayı gerektirmektedir; bu durumda cizye verenlerin ve antlaşmak olanların hali ne olacaktır?” şeklindeki bir soruya çeşitli cevaplar verir. Bu cevaplardan biri de hadîste geçen “insanlar” ile Ehl-i Kitâbın dışındaki müşriklerin kastedilmiş olabileceğidir.(3)

Ahmet Özelin yorumu da, aynı bağlamı ortaya koyar niteliktedir, Şöyle der: “Cihâdın sebebinin küfür olduğunu savunanların delîl gösterdikleri hadîse gelince; bu hadîste sözü geçen ‘insanlar’dan murad, hassaten Arap müşrikleridir. Zira Arap olmayan müşriklerin ve Ehl-i  Kitâbın tâbi olduğu hükümler, bu hadîsin hükmüne muhaliftir. Bunlarla yapılan savaş, cizye ödemeleriyle sona erer. Arap müşrikleriyle yapılan savaşın sebebi de onların baştan beri İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri ve ısrarla sürdürdükleri düşmanlık ve tecavüzdür”.(4)

Şüphesiz hadîsi başka türlü yorumlamak da mümkündür. Mesela, Reşid Rıza, mezkûr hadîse şöyle bir yorum getirir: “Bu hadîs, savaşın teşriî kılınış sebebini bildirmiyor. Savaşma izni ve gerekçesi Hacc Sûresi 39-40 ve Bakara Sûresi 190. âyetlerde açıklanmıştır. Hadîste ise başlamış bir savaşın sona erdirilmesinin gerekçelerinden biri verilmektedir. Yani savaş esnasında karşı tarafın ‘lâilâhe illellâh’ demesi, savaşın bitmesine yeterli sebeptir. Bu şehâdet kelimesini söyleyen, kalben inanmamış, yani müşrik olsa bile böyledir”.(5) Dolayısıyla hadîs, savaşın sona ermesinin gerekçelerinden birini beyan etmesidir. İrtidat olayında Hz. Ömer’in Hz. Ebû Bekir’e karşı bu hadîsi I delîl göstermesi “lâ ilâhe illallâh diyenlerle savaşılmayacağım” ortaya koymaktadır.(Müslim,31)

Sonuç olarak, hadîsi iki şekilde anlamak mümkündür:

1-Hadîste geçen insanlardan maksat, müşriklerdir. Yani Müslümanlara işkence yapan, onlara saldıran, mallarını gasb eden ve savaş hazırlakları yapan müşriklerdir. Bunlarla savaşa zaten Kur’ân da izin vermektedir.

2. Daha genel olarak anlaşılırsa hadîs, savaşın gerekçesini değil, so­nucunu açıklamaktadır. Başlanmış bir savaş, karşı tarafın tevhi­di ikrar etmesiyle son bulur.

Hadîs böyle anlaşıldığında İslâm’ın temel ilkeleriyle olan tezadı da ortadan kalkmış olur.

Yavuz Köktaş-Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler





(1)-Bk.Ahmed Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,İstanbul,1998,syf;76.

(2)-Savaşın illetinin küfür olmadığına dair deliller için bknz;Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,1984,syf;54-56;Ahmet Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,syf;71-74

(3)-İbn Hacer,Fethu-l Bari,1,109.Aynı yorumu Hattabi de yapmaktadır.Bknz;Nevevi,el-Minhac,1,156

(4)-Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,syf;58.Ayrıca bknz.Ahmet Yaman,age,s;78

(5)-Bk.’’el-Cevab an mes’eleti hürriyyeti’d-din ve katli’l-mirted’’,Mecelletül Menar,(1922) 23,s:188)

Devamını Oku »

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?


Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olmadığına yönelik bir anlayış, bazı kesimlerce dile getirilmektedir. Bu kesimler, Hz. Peygamber’in aşırı övüldüğünü, buna gerek olmadığını, onun da diğer peygamberler gibi olduğunu ifade etmektedir. Oysa övgüye değer olanı övmek, bir vecibedir. Allâh’ın övdüğünü övmek, bir gerekliliktir. Hz. Peygamber övülmeyecek de başka kim övülecektir?  Diğer taraftan, üstünlük, akılla bilinebilecek bir şey değildir. Allâh ve Resûlü bir şeyi efdal kılarsa, üstün kabul ederse bizde onu öylece kabul ederiz. Hiçbir kişinin, hiçbir mekânın, hiçbir zamanın kendinden menkul bir üstünlüğü olamaz. Falan kişi, filan mekân, zaman daha fa­ziletlidir diyebilmek için nas ile tayine ihtiyaç vardır.

Bu çerçeve içerisinde meseleye baktığımızda, önce Allâh’ın bazı peygamberleri diğerlerine üstün kıldığını görürüz:
“O Peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Allâh on­lardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiş­tir. Meryem oğlu Isâ’ya açık mucizeler verdik ve Rûhu'l-Kuds ile onu güçlendirdik”. (Bakara, 253)

“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık Dâvûd'a da Zebûr’u verdik”. (İsrâ, 55)

Burada âyeti “Biz kimi peygamberlere farklı özellikler verdik” şek­linde anlayıp peygamberlerin birbirinden üstün olmadığını, her bir pey­gamberin çeşitli yönlerden bir diğerinden sadece farklı özelliğe sahip olduğunu dile getirenlerin bulunduğu hatırlatılmalıdır. Doğrusu bu da mümkün bir yorumdur. Ancak kural gereği lafzın zahirinde bir prob­lem yoksa tevîle başvurulmamalıdır. Dolayısıyla âyette geçen tafdil, üstün ktlmak anlamına gelir. Zaten üstünlük, ayırıcı ve farklı bir özel­liğe sahip olmayı gerektirir.

Yine akla “Biz Allâh’tn peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayır­mayız” (Bakara, 285) âyeti gelebilir. Buna göre, peygamberler arasında bir ayırım söz konusu değildir. Oysa bundan maksad şudur: Peygam­berlerin bir kısmını tasdîk, diğerlerini tekzîb ederek aralarını tefrik et­meyiz. Biz, hepsini peygamber olarak kabul ederiz. Yukarıdaki âyetler ise risâlet yönünden değil, onlara verilen ayırıcı özellikler ve hususi fa- ziletler yönünden bir üstünlüğü ortaya koymaktadır.

Bir diğer husus da aklen “Peygamberleri niçin yarıştırıyoruz?” şeklin­deki bir itirazın yapılabilmesidir. Oysa biz yarıştırmıyoruz, Allâh dedi­ğini kabul ediyoruz, o kadar. Allâh da yarıştırtmıyor. Zira Allâh, sadece o peygamberlerin kıymetini tescil etmektedir. Şöyle düşünelim: Günlerden cuma; aylardan ramazan, gecelerden kadir gecesi faziletli bir gece olsun; ki öyledir. Bizler bu gün ve geceleri yarıştırtmış mı oluyoruz? Şayet cuma değil de perşembe olsun dersek, yarıştırma yaparız. Çünkü bunu aklımız­la ileri sürmüş oluruz. Tabii niye cuma olmasın da perşembe; Ramazan olmasın da Şevval olsun deme hakkımız yoktur; aynen peygamberlerde olduğu gibi. Biz onları yarıştırtmayız. Allâh ve Resûlü ne kadar demişse o kadarını deriz. Tafdil de aklın yeri yoktur. Bu gecelerin, günlerin fa­ziletini tayin eden Allâh ve Resûlü’dür. Allâh ve Resûlü’nün tayin ettiği fazilette bize düşen teslimiyet ve kadir kıymet bilmektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, hasâis dediğimiz sadece Hz. Peygamber’e has özellikler mevcuttur. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

O,bir insan olmanın yanında aynı zamanda son peygamberdir, (Ahzâb, 40); risâleti evrenseldir, (A’râf, 158; Enbiyâ, 107) (Ahkâf, 29; Cin, 1-13); hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzâb, 6); geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 1-2); kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştır,(Ali İmran,81);kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir, (Kevser, 1); ganimetler helâl kılınmıştır, (Enfâl, 1); âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, (Enbiyâ, 107); onun özellikleri Ehl-i Kitâb tarafından bilinmektedir, (Bakara, 89,146); getirdiği dînin korunması teminatı verilmiştir, (Tevbe, 33); İsrâ ve Mi’râc Ona hastır, (İsrâ, 1; Necm, 1-18); çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir, (Âl-i İmrân, 13, 122-123); kendisine itâat, aynı za­manda Allâh’a itâat anlamına gelmektedir, (Nisâ, 80); âhirette şehâdet ve şefâat-ı uzmâ hakkı verilmiştir, (Bakara, 143); Makâm-ı Mahmûd’la taçlanmıştır, (İsrâ, 79); ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılın­mıştır, (Âl-i İmrân, 110) -bu nokta önemlidir, ümmeti en hayırlı olan bir peygamberin, kendisi de herhalde en hayırlı olmalıdır; hayatına ve beldesine yemin edilmiştir, (Hicr, 72; Beled, 1-2); kendisine ve ümme­tine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir. (Kadr, 1-5)

Ayrıca, Allâh’ın diğer peygamberlerden, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanıp ona yardım edeceklerine dair söz alması (Âl-i İmrân, 81); Resûl-i  Ekrem (a.s.) ile konuşanların seslerini yükseltmelerinin yasaklanması (Hucurât, 2); öteki peygamberlere hem Allâh Teâlâ hem de ümmetleri kendi isimleriyle hitap ettikleri halde (Bakara, 35; Mâide, 110; Hûd, 32; Meryem, 12), Allâh’ın Hz. Muhammed (a.s.)’e ismiyle değil “Ey  Nebi” (Enfâl, 64; Ahzâb, 1), “Ey Resûl” (Mâide, 67; Talâk, 1) gibi sıfatlarla hitap etmesi; sahâbîlerin birbirlerine seslendikleri gibi, Resûlullâh (a.s.)’a seslenmelerinin men edilmesi (Nûr, 63); Kur’ân’da sadece Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına yemin edilmesi (Hicr, 72), onun  faziletleri olarak kabul edilmiştir.

Hadîslere baktığımızda Hz. Peygamber’in tüm insanların en faziletlisi  olarak Allâh tarafından tayin edildiği anlaşılır. Onlardan bir kaçı şöyledir:
Enes (r.a) anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İnsanlar (Kıyâmet günü) diriltilecekleri zaman, kabrinden ilk çıkacak olan benim. Onlar Rabb’lerinin huzuruna geldiklerinde onlar adına konuşacak be­nim. Kurtulmaktan ümidlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti) on­lara ben müjdeleyeceğim. O gün, Livâul-hamd (şükür sancağı) benim elimde olacak. Rabb’imin katında Âdemoğlunun en değerlisi ben ola­cağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. ”

-

Ebû Sa îd el-Hudrî anlatıyor: "Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: Kıyamet gününde, ben, Âdemoğlunun efendisi olacağım. Elimde Li­vau-l hamd bulunacak; bunu öğünmek için söylemiyorum. O gün Âdem ile diğer peygamberler sancağımız altında olacak. Kabri ilk açılacak kimse de ben olacağım. Bunu da öğünmek için söylemiyorum”.(Tirmizi,Menakıb,1;İbn Mace,Zühd,37)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet gününde Âdemoğlunun efendisi ben olacağım. Kabri ilk açılacak kim­se ben olacağım. İlk şefâat isteyen, şefâat etmesine izin verilip şefâati ilk kabul edilen de ben olacağım”. (Müslim, Fezâil, 3; İbn Mâce, Zühd, 37.)

-

Übeyy b. Kâ’b anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet günü geldi mi ben peygamberlerin imâmı, hâtibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.”(Tirmizi,Menakıb,3)

-

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Ba­na beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiç­birine verilmemiştir.

Her peygamber, sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara Acemlere ve siyahlara (Araplara) da gönderildim.

Bana ganimetler helâl kılındı. Halbuki benden öncekilerden kim­seye helâl değildi.

Yer bana pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.

Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum.

Bana şefâat (etme yetkisi) verildi.”(Buhari,Teyemmüm,3,Salat,56,Humus 8)

-

Huzeyfe b. el-Yemân anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İn­sanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık:

Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı.

Arzın tamamı bize mescid kılındı.

Toprak bize, su bulamadığımız zaman, tahûr (temiz ve temizle­yici) kılındı.”(Müslim,Mescid 4)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Her pey­gambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allâh vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyâmet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.”(Buhari,Fezailu’l Kur’an,1,İ’tisam 1;Müslim,İman 239.)


Bunlar açıkça Hz. Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamberin, kendisinin diğer peygamberlerden üstün tutulmasını yasaklayan hadîsleri de vardır. Mesela;


İbn Abbâsin nakline göre, Hz. Peygamber, Yûnus Peygamberi kastederek şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kulun ‘Ben Yûnus b. Metta’dan hayırlıyım’ demesi uygun değildir”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 166)



Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre bir Yahudi, “Mûsâ’yı bütün insanlardan üstün kılan Allah’a yemin ederim ki” deyince, bunu duyan Ensâr’dan biri “Resûlullâh aramızda yaşarken sen bu sözü nasıl söylersin?” diyerek ona bir tokat attı. Bu olay Resûlullâh’a anlatılınca “Peygamberlerin birini diğerinden üstün tutmayınız” buyurdu. ”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 159)

Kadî Iyâz’a göre, bu hadîslerin yorumu hakkında bazı görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki;

Resûlullâh’ın kendisini diğer peygamberlerden üstün tutmayı yasaklaması, Âdemoğlunun efendisi olduğunu

a-Allâh’ın kendisine bildirmesinden önceydi. İşte bunun için ashâbına “Benim  diğer peygamberlerden üstün olduğumu söylemeyiniz” buyurdu. Çünkü peygamberlerin birbirinden üstün olduğunu söylemek İlâhî bir bilgiyi gerektirirdi.

b-Tevazu sebebiyle böyle söylemiştir. Büyüklenmeyi ve kendini beğenmeyi yasaklamak istemiştir. Bu görüş itiraza müsait bir görüştür. (Kadî Iyâz, burada, itiraz noktasını açıklamamıştır. Bize göre, bir sebebin de tevazu olması mümkündür. Bu şekilde üm­metine -kendisi böyle bir nimete sahip olduğu halde övünmemesiyle- tevazuyu öğretmek istemiştir)

c-Peygamberimiz, bazı peygamberleri küçümsemeye meydan ver­memek için onların bir kısmını diğerlerine üstün kılmayı yasakla­mıştır. Özellikle Yûnus (a.s.)’ın bazı tavırları hakkında Kur’ân’da açıklamalar yapıldığı için onun yüksek mertebesini bilmeyenlerin kendisini küçümseyebileceği düşüncesiyle bu yola başvurmuştur.

d-Peygamberimiz, peygamberler arasında nübüvvet ve risâlet bakı­mından bir üstünlük bulunduğunu söylemeyi yasaklamıştır. Çün­kü bütün peygamberler, peygamber olmak bakımından birbiri­ne eşittir. Üstünlük, ahlâk ve amelleri güzelleştirmede, Allah yo­lunda gösterilen gayretlerin mertebelerinde, insanlarla güzel ge­çinmede söz konusudur. Peygamberlik görevi bakımından değil, peygamberlerin şahısları arasında üstünlükten söz edilebilir.(Şifa-i Şerif Şerhi,Y.Kandemir,1,475-476)

Hz. Mûsâ olayıyla ilgili şu da söylenebilir: Hz. Peygamber, ashâbının bu tür tartışmalar içinde olmasını arzu etmemiş, “peygamberleri birbirinden üstün tutmayın” buyurarak olayların büyümesini engelle­mek istemiştir. Bu yorum, son maddeyle uyum içindedir. Allâh Resûlu hem nübüvvet bakımından herkesin Allah’ın peygamberi olduğu­nu vurgulamış hem de olayların daha da büyümesine mani olmuştur.

Son olarak Kadî Iyâz’ın temas etmediği bazı yorumlara yer verelim.

Âyetler, peygamberler arasında üstünlüğün olduğunu ortaya ko­yuyor. Hadîsler ise kişinin hevasına ve kendi aklına dayanarak peygamberler arasında üstünlük görmeyi yasaklıyor. Dolayısıy­la, delîle dayalı olarak üstün görmekten nehiy yoktur.

Bu konudaki âyetler, Allâh’ın bazı peygamberlerini bazısına üs­tün kıldığını haber vermek içindir. Hadîslerdeki nehiy ise in­sanların peygamberler arasında üstünlük görmelerine yönelik­tir. Dolayısıyla nehiy, hususi olarak insanlar içindir. Hiç kim­se peygamberler arasında üstünlük göremez. Sadece Allâh mahlûkâd arasında dilediğini diğerine üstün kılar.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?


Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz ümmî bir topluluğuz.Yazı yazmaz, hesap bilmeyiz”.(Buhari,Savm,13)

Bu hadîs âyetlerle uyum içindedir. Bunun yanında aşağıda değerlendireceğimiz, Hz. Peygam­berin son günlerinde nadir de olsa (kesin olmamakla birlikte) bir şey­ler yazabileceğini gösteren rivâyetler vardır. Bu durum, hem yukarıda­ki hadîse hem de Hz. Peygamberin ümmî olduğunu ifade eden âyet­lere aykırıdır.

İbn Hacer ve Aynî’ye göre yukarıdaki hadîste şu ihtimaller vardır:

a-Murâd, bu söz söylendiği esnada huzurunda bulunan Müslümanlardır. Müslümanların hepsini kastetmemiştir.

b-Hz. Peygamber “biz” ile kendisini kastetmiştir.

c-Hz. Peygamber Arapları kastetmiştir. Arapların içinde az da olsa hesap-kitap bilenlerin varlığı onların ümmî olmasına mani de­ğildir.(1)

Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in “ümmî” oluşu İslâm geleneğinde onun vahiy alışının bir delili olarak kabul edilmiştir. Ancak günümüzde oryantalistlerin de kışkırtmalarıyla Hz. Peygamber’in aslında ümmî  olmadığı iddia edilmiştir. Bunun için de bazı deliller çarpıtılmaya çalışılmıştır. Ümmî kelimesine “Mekkeli” anlamı bile verenler vardır. Oysa  Kur’ân’a baktığımızda meselenin gayet açık olduğu görülür. Kur’ân’da ümmî kelimesi, hem Hz. Peygamber’i hem de bir milleti yani Arapları  nitelemek için kullanılmıştır. “Sen bundan evvel hiçbir kitap okur değildin, elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı, hakkı inkâr edenler elbette şüpheye düşerlerdi” (Ankebût, 48) âyeti gereği, Hz. Peygamber’in  okuryazar olmayan anlamında ümmî olduğu açıktır. “O ümmîler arasından...”(Cuma,2)) ve “Kitap ehli olmayan ümmîlere...”(Ali İmran,20) gibi âyetleri şöyle anlamak mümkündür:

Burada, ümmî kelimesiyle, Arap ümmeti kastedilmektedir. Zira bu millet, büyük ekseriyeti itibariyle okuma yazma bilmemektedir. Nitekim Lisânu’l-Arab’da “yazma alışkanlığı Araplar arasında pek nadir,  adeta yok olduğundan onlar hakkında bu sıfat kullanılmıştır” diyerek bu manayı vermektedir.(2)

Bununla birlikte ümmî kelimesinin dışında, tarihî olarak Hz. Peygamber’in okuma yazma bildiğini gösteren rivayetlere de rastlanmaktadır. Özellikle son demlerindeki hastalığı sırasında ashâbı için bir şeyler yazmayı istemesi buna örnektir. Bu durum “yazdırma” anlamına  da gelebilirse de zahirinden onun yazmak istediği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in civar ülke krallarına mektup yazdığı veya yazmak istediğine dair bir bilgi, rivâyetlerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini gösteren delillerle, bildiğini gösteren delilleri bir arada değerlendiren Ahmet Önkal’ın şu görüşüne katıldığımızı belirtmek isteriz:

“Tereddüt etmeden katiyetle kabul etmek gerekir ki Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hak tarafından İlâhî vahyi tebliğle görevlendirilmeden önce okuma yazma bilmiyordu. Zira ilim ve irfanın bulunmadığı bir vasatta yetişmiş, okuma yazma bilenlerin parmakla sayılabileceği bir çevrede büyümüştü... Hem Resûlullâh’m peygamberlikten önce yazıya da ihtiyacı olmamış, yaşadığı çevre icabı okuryazarlarla sık irtibatı bulunmamıştı. Ama nübüvvetten sonra durum değişti. 23 seneye yaklaşık bir süre durmadan nâzil olan âyetleri tespit için va­hiy kâtibleri Resûlullâh’ın huzurunda, bizzat onun gözleri önünde ya­zı malzemelerini kullandılar. Özellikle Medine’ye hicretinden sonra Resûlullâh’m çok değişik çevrelerle muhtelif münasebetleri oldu. Bu münasebetler sebebiyle huzurunda andlaşmalar kaleme alındı, mek­tuplar yazıldı, emirnameler çıkarıldı... Yani peygamberliğinden son­ra özellikle Medine döneminde onun okuma yazma ile çok sık bir ir­tibatı ve ilgisi oldu. Böyle bir durumda hayatının sonlarına doğru iyi­ce öğrenmek ve bellemek şeklindeki bir teşebbüsün sonucu olmak­sızın sadece gözleri önünde belki de her gün cereyan eden yazışma­lar sebebiyle yazıların ve harflerin şekillerinin peygamberliğin vasıf­larından birisi olarak ‘fetânet’ sıfatına sahip Hz. Peygamber’in dik­katini çekmiş olması ve bunların onun zihninde yer etmiş bulunma­sı gayet normaldir”.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »