İsrânın Mâhiyeti,Mi'râc'ın Ruhla mı, Bedenle mi Olduğu?

İsrânın Mâhiyeti,Mi'râc'ın Ruhla mı, Bedenle mi Olduğu?

Sahabe ve tabiîn ile diğer İslâm âlimleri, İsrâ olayının sadece rûh ile mi, yoksa hem ruh hem beden ile mi meydana geldiği konusunda ihtilâf etmiş ve bu hususta üç farklı görüş ortaya koymuşlardır.

Mi'râc Uykuda mı Oldu?

Birinci Görüş: Bazıları; peygamberlerin rüyâsının bir gerçek ve bir vahiy olduğunu kabul etmekle beraber, Mi’râc’ın sadece rûh ile yani uy­kuda meydana geldiğini söylemiştir. Sahabeden Muâviye bin Ebî Süfyân bu görüştedir.

Hasan-ı Basrînin de bu görüşte olduğuna dâir bir rivâyet varsa da, si­yer ve megâzi âlimi Muhammed ibni İshâk'ın (v.151/768) belirttiğine göre, Hasan-ı Basrî bunun tam aksini söylemiştir.

Mi’râc’ın rüyâda olduğunu söyleyenler şu âyet-i kerîmeye dayanmak­tadır:

“Mi’râc’ta sana gösterdiğimiz o görüntüleri insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60)
Şerh:''Mirâc hadisesinin müminlerin imanını,kâfirlerin de inkârını artırması, Müslüman olduğunu ileri sürenlerden bazılarının dinden dönmesi bu olayın tam bir fitne (deneme vesilesi) olduğunu göstermektedir. Bazı âlimler Mirâc’ın iki defa meydana geldiğini, birincisinin, Resûlullah Efendimiz’i bedeniyle yaptığı asıl Mi’râca hazırlamak için rüyâda olduğunu söylemişlerdir.''

Mi’râc’ın rüyâda olduğunu söyleyenlerin bir diğer delili, Hz. Âişe radıyallahu anhânın: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bedeni­nin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” dediğine dâir rivâyetidir.(İbni İshâk, es-Sîre, s. 274, nr. 462)

Onların bir başka delili de, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin Mi’râc’ı anlatmaya “Ben uykudayken.” diye başlamasıdır.

Bir diğer delilleri de, Enes ibni Mâlik’in Mi’râc’ı anlatırken “Resûlullah Mescid-i Haram’da uyurken” diye söze başlaması, Efendimiz’in de sözü­nü: “Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.” diye bitirmesi­dir.(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517)
Şerh:''Bu rivâyette, Resûlullah “daha peygamber olmadan önce” kendisine üç meleğin üç ayrı günde geldiği, Cebrâil  aleyhisselâmın onun kalbini yarıp temizlediği, sonra da Mirâc a çıkardığı anlatılmaktadır.''

Mi'râc Uyanıkken mi Oldu?

İkinci Görüş: Ashâb ve tâbiînin büyük çoğunluğu, Miracın uyanık­ken ve bedenle meydana geldiğini kabul etmiştir. Doğru obrt da budur. Bu görüşü ashâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbâs, Câbir ibni Abdillah, Enes ibni Mâlik, Huzeyfe İbnü’l Yemân, Hz, Ömer, Ebû Hüreyre, Mâlik ibni Sa'sa'a, Ebû Habbe el-Bedrî, Abdullah ibni Mes’ud benimsemiştir.

Tabiîn âlimlerinden de Dahhâk ibni Müzâhim, Saki ibni Cübeyr, Katâde bin Diâme es-Sedûsî, Saîd ibni Müseyyeb, İbni Şihâb ez-Zühıl Abdurrahmân ibni Zeyd ibni Eşlem, Hasan-ı Basıl, İbrâhim en-Mehal. Mesrûk ibni Ecdâ , Mücâhid ibni Cebr, İkrime el-Berbetl ve ibni Cüreyc bu görüştedir. Bu, aynı zamanda Hz. Âişe’nin görüşünün de delilidir.
Şerh:''Bir sonraki bahiste görüleceği üzere Kâdi İyâz» Hz, Âişe’nin görüşünü şöyle ifâde etmiştir: “Hz. Âişenin, Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrılmadığını söy­lemesine gelince; o bizzat yaşadığı bir olaydan söz et­memiştir. Çünkü Hz. Âişe, Mi’râc olayı meydana gel­diğinde henüz Resûl-i Ekrem ile evlenmemişti; üstelik o sıralarda, henüz duyduğunu aklında tutacak yaşta da değildi. Mi’râc olayının meydana geldiği zaman konusundaki farklı görüşleri dikkate alırsak, belki de o sırada henüz doğmamıştı. Çünkü Mi’râc, İbni Şihâb ez-Zührî ve onun görüşüne taraftar olanlara göre, pey­gamberlikten bir buçuk yıl sonra (milâdî 611 yılın­da) Mekke’de meydana gelmiştir. Hz. Âişe ise (milâdî ) 614’te doğduğuna göre) hicret sırasında sekiz yaşlarındaydı.”

Hz. Âişenin, “Mi’râc olayı uykuda meydana gelmiştir” dediğini kabul eden âlimlere göre, Kadı İyâz’ın yukarı­da geçen: “Bu aynı zamanda Hz. Âişe’nin görüşünün de delilidir” cümlesinde bir düşüklük olduğunu söylemiş­ler ve bu cümlenin “Ve hüve delîlün alâ ademi sıhhati kavli Âişe: Bu âlimlerin kanaati, Hz. Âişe’nin görüşünün sahîh olmadığını gösterir.” şeklinde olması gerektiğini belirtmişlerdir.''

Bu görüş, aynı zamanda İbni Cerîr et-Taberî, Ahmed ibni Hanbel ve Müslümanlardan büyük bir grup ile daha sonra gelen fıkıh, hadis, kelâm ve tefsir âlimlerinden büyük bir çoğunluğun da görüşüdür.
İsrâ Uyanıkken, Mi'râc Uykuda mı Oldu?

Üçüncü Görüş: Daha başkaları da Mi’râc’ın, Kabe’den Beytü’l-Makdise kadar olan kısmının bedenle ve uyanıkken meydana geldiğini; Beytü'l-Makdis’ten semâya olan kısmının ise rûh ile yapıldığını söylemiş­tir. Bu görüşte olanların delili şu âyettir: “Bir gece kulu Muhammed’i, Mescid-i Harâm’dan alıp Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü kusur­dan ve ortaktan münezzehtir.”(İsra,1) Onlara göre âyetteki “Mescid-i Aksâ’ya kadar” ifâdesi, hem Allah’ın yüce kudretine hayranlık duyulan gece yolcu­luğunun (Isrâ’nın) en son sınırının Mescid-i Aksâ olduğunu göstermekte, hem İsrâ olayı ile kendisine büyük şeref bağışlanan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem övülmekte, hem de bu olay vesilesiyle onun üstün değeri dile getirilmektedir.

Bu üçüncü görüşü paylaşanlar şunu da söylemiştir: Eğer Mescid-i Aksâ’dan sonra devam eden Mi’râc hâdisesi Resûlullah’ın bedeniyle vuku bulsaydı, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bunu da zikrederdi; o zaman Allah’ın Elçisi daha çok övülmüş olurdu.

Mi’râc’ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini söyleyenlerle, Beytü’l-Makdis’e kadar bedenle olduğunu söyleyenler Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Beytü’l-Makdis’te namaz kıldırıp kıldırmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Enes ibni Mâlik ve başka sahâbîlerin rivâyet ettiği hadislerde Peygam­ber aleyhisselâmın Mescid-i Aksâ’da namaz kıldırdığı belirtilmiştir.

Huzeyfe İbnü’l-Yemân (ö. 36/656) ise böyle bir şey olmadığını belirte­rek şöyle demiştir:

“Allah’a yemin ederim ki, Resûl-i Ekrem ile Cebrâil, yeryüzüne dö- nünceye kadar Burak’ın sırtından hiç inmemişlerdir.”(Tirmizî, Tefsir 17/17)
Mi'râc, Ruh ve Bedenle Oldu

Bu görüşlerden doğru ve sahîh olanı, en doğrusunu yine Allah bilir. Mi râc’ın baştan sona kadar, Resûlullah uyanıkken, onun bedeni ve rühu ile yapıldığıdır. Âyet-i kerîme, sahîh hadisler ve bunların blrbiriyle mukayesesi de bunu gösterir. Delilleri birbiriyle bağdaştırma imkânı bu­lundukça, metinden anlaşılan mâna bırakılıp mecâza ve tevile gidilmez. Mirâcın, Peygamber Efendimizin bedeni ve rûhu ile uyanıkken olması, aklen ve dinen muhal değildir. Şayet Mi’râc uyanıkken değil de uykuda olsaydı, Cenâb-ı Hak: “Bir gece kulunu Mescid-i Harâmdan alıp Mescidi Aksâ’ya götürdü’ demek yerine, “Bir gece kulunun rûhunu götürdü” der­di. Ama öyle dememiş, “kulunu götürdü” demiştir.

“Göz ne şaştı, ne de haddinden aştı.”(Necm,17) âyet-i kerîmesi de Mi’râc in rûh ile değil, beden ile olduğunu gösterir.

Eğer Mi’râc uykuda meydana gelseydi, bu, Resûlullahın peygamberliğine bir delil ve mûcize olmazdı. Üstelik kâfirler de uykuda meydana gelen böyle bir olayı yadırgamaz, Resûlullah Efendimiz’i yalanlamazlardi; îmân henüz gönüllerine yerleşmeyen yeni Müslümanlar da Mi’râci du­yunca dinden dönmez, kendilerini azaba sürükleyecek büyük bir günahı işlemezlerdi. Çünkü bu tür rüyâlar hiçbir zaman yadırganmaz.

Mekkeliler Mi’râc olayını duydukları zaman, Resûlullah Efendimiz’in bedeniyle ve uyanıkken meydana gelen bir olaydan bahsettiğini anladı­lar. Enes ibni Mâlik’in rivâyet ettiği hadiste geçtiği üzere, Peygamber aleyhisselâmın Beytü’l-Makdis’te, diğer rivâyetlerde ise semâda peygam­berlere namaz kıldırması, Cebrâil aleyhisselâmın ona Burak’ı alıp getir­mesi, göklere yükselip semâ kapılannın açtırılması istendiği zaman, me­leklerin Cebrâil’e “Yanındaki kim?” diye sorması, onun “Muhammed” diye cevap vermesi, Peygamber Efendimiz’in diğer peygamberlerle karşı­laşıp konuşması, peygamberlerin ona hoş geldin demesi, beş vakit nama­zın farz kılınması meselesinde Hz. Mûsâ ile konuşması, işte bütün bunlar Mi’râc’ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini göstermesi sebebiyle bu olayı duyanlar büyük bir imtihân geçirmişlerdir.

Mi’râc’ın anlatıldığı bir hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz’in: “Cebrâil elimi tuttu ve beni semâya çıkardı.” diye söze başlayıp “Cebrâil beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki, orada kazâ ve kaderi yazan kalemin cızırtı­larını duymaya başladım.”(Buhârî, Salât 1, nr. 349) buyurması, onun Sidretül-müntehâ’ya varıp Cennete girmesi ve haber verdiği şeyleri orada görmesi de Mi’râc’ın hem ruh hem de bedenle olduğunu gösterir.

Abdullah ibni Abbâs şöyle demiştir:

“Mi’râc, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin rüyâda gördüğü bir şey değil, mübarek gözleriyle gördüğü bir olaydır.”(Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 42, nr. 3888)
Mi'râc'ın Uyanıkken Olduğunun Diğer Delilleri

Tabiîn âlimlerinden Hasan-ı Basri’nin rivâyet ettiği Mi’râc hadisinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ben Hicr’de uyuyordum. Cebrâil yanıma gelip topuğuyla bana do­kundu. Doğrulup oturdum, fakat bir şey görmedim, tekrar uykuya dal­dım.” Peygamber aleyhisselâm bunun üç defa olduğunu belirttikten sonra sözüne şöyle devam etti: “Üçüncüsünde Cebrâil kolumdan tuttu ve beni Mescid-i Harâm’ın kapısına götürdü. Bir de baktım ki, orada bir hayvan duruyor.” Daha sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Burak ile olan yolculuklarını anlattı. (İbni Hişâm, es-Sîretun-nebeviyye (Sekkâ), II, 38.)

Peygamber Efendimiz’in amcasının kızı Ümmü Hânî de Mi’râc ola­yını şöyle anlatmıştır:

“Mi’râc gecesi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem benim evimdeydi. O gece yatsı namazını kılıp bizde uyudu. Sabah namazından biraz önce bizi uyandırdı. O da, biz de namazlarımızı kıldıktan sonra şöyle buyurdu:

‘Ümmü Hânî! Bildiğin gibi yatsı namazını sizinle beraber Mekke’de kıldım. Sonra Beytu 1-Makdis’e gittim ve orada namaz kıldım. Ardından da gördüğün gibi sabah namazını sizinle beraber kıldım.”(İbni Hişâm, es-Sîretü‘n-nebeviyye (Sekkâ), I, 43)

Bu rivayet de Isrâ’nın rûh ile değil bedenle olduğunu göstermektedir.

Ashâb-ı kiramdan Şeddâd ibni Evs’in (v. 58/678) Hz. Ebû Bekir’den rivayet ettiğine göre, Ebû Bekir Mi’râc gecesi Resûl-i Ekrem’e: “Yâ Resûlallah! Dün gece seni aradım, fakat her zamanki yerinde bulamadım” deyince, Allah’ın Elçisi ona, Cebrail aleyhisselâmın kendisini Mescid-i Aksa’ya götürdüğünü söylemiştir.(Bezzâr, Müsned (Mahfûzurrahmân), VIII, 410)

Hz. Ömer radıyallahu anhın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mi’râc’a çıktığım gece Mescid-i Aksâ’nın ön tarafında namaz kıldım. Sonra oradaki kayanın altında bulu­nan mescide girdim. Bir de baktım ki, elinde üç bardak bulunan bir melek orada duruyor.
Şerh:''Meleğin elindeki bardaklar süt, şarap ve bal bardakla­rıydı. Benzeri bir rivâyet, Mi’râc olayının anlatıldığı ilk bahiste şöyle geçmişti: “Mescid-i Aksâ’ya girip iki rekat namaz kıldıktan sonra dışarı çıktım. O sırada Cebrâil bana, birinde şarap, diğerinde süt bulunan iki bardak getirdi. Ben içinde süt olan bardağı aldım. Bunun üzerine Cebrâil bana: ‘Fıtrata uygun olanı seçtin.’ dedi.”

Bu açıklamalar, Mi’râc’ın rüya hâlinde değil uyanıkken meydana gel­diğini açıkça göstermekte olup aklen ve şer’an muhal değildir. Bu sebeple de tevile gidilmeden zâhirine göre yorumlanır.

Ebû Zer el-Gıfârî radıyallahu anhın rivâyetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben Mekke’de iken evimin tavanı yarılıverdi. Cebrâil aleyhisselâm indi. Göğsümü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı.” diye Mi’râc kıssasını anlatmaya başlamış, daha sonra da “Cebren elimden tutup beni semâya çıkardı.” diye sözüne devam etmiştir. (Buhârî, Salât 1, nr. 349, Hacc 76, nr. 1636, Enbiyâ 5, nr. 3342)

Enes ibni Mâlik’in rivâyetinde de Peygamber Efendimiz:  “Beni alıp Zemzem suyuna getirdiler; göğsü­mü yardılar, diye bu olayı anlatmıştır.(Müslim, îmân 260, nr. 162.)
Beytü'l-Makdîs Gözlerinin Önünde

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyetine göre de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Mi’râc dönüşü kendimi Kâbe’de Hicr mevkiinde buldum. Mekkeliler bana İsrâ seyahatinde gördüklerimi soruyorlardı; hâfizamda iyice tutama­dığım şeyleri anlatmamı istiyorlardı. Hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir tedirginlik ve üzüntü yaşadım. Derken Allah Teâlâ aradaki engelleri kaldırıp Beytü’l-Makdis’i gözümün önüne getirdi; ben de ona bakarak Kureyşlilerin sorduğu sorulara cevap verdim.”(Buhârî, Menâkıbu l-ensâr 41, nr. 3886; Tefsir 17/3, nr. 4710)

Mi’râc dönüşünde, Resûlullah’ın gözünün önüne Beytü’l-Makdis’in getirildiğine ve ona bakarak Mekkelilerin sorularına cevap verdiğine dâir Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhümâdan da böyle bir hadis rivâyet edil­miştir.(Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 41, nr. 3886; Tefsir 17/3, nr. 4710;)

Hz. Ömer radıyallahu anhın, Resûl-i Ekrem’den Mi’râc’a dâir rivâyet ettiği hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Mi’râc’tan döndükten sonra Hatice’nin ya­nına gittim; o, yanından ayrıldığım vaziyette uyuyordu, daha bir yanından diğer yanına dönmemişti.” (Müttakl el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (Sekkâ), XII, 412, nr. 35447.)


Mi'râc Uykuda Oldu Diyenlerin Tenkidi

Mirac'ın uyku hâlinde olduğunu ileri sürenler şu âyete dayanırlar: "Mi'râc‘da sana gösterdiğimiz o görüntüleri (rüyayı) insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) Ve Allah Teâlâ’nın bu olaydan “rüya” diye gözettiğini belirtirler.
Şerh:''Miracın rüyada olduğunu iddia edenler, bu sözle şunu anlatmak isterler: “Görme” işi uykuda olmuşsa, bunun mastarı “rüya’dır; uyanıkken olmuşsa, bunun mastarı da “rü’yet”tir. Âyette rüyâ dendiğine göre, Mi’râc rüyâda ol­muştur. Bunun hep böyle olmadığını Süheylî er-Ravzul- ünüf 'te (III, 415-416) ispat etmiştir.(Ayrıca bk. Hafâcî, Nesîmü'r-riyâz [Atâ], II, 112.)


"Esra" ve "Fitne" Kelimeleri Ne İfâde Eder?

Biz de şöyle diyoruz: Ayet-i kerîmedeki “Bir gece kulunu götüren Allah” ifâdesi(İsra,1) bu iddiayı reddeder; çünkü uykuda yapılan bir yolculuk için “esrâ: götürdü" kelimesi kullanılmaz.

Bir de, onların delil olarak kullandıkları âyet-i kerîmedeki “insanları sadece sınamak için”(İsra,60) ifâdesi, Mi’râc’ın uyanıkken gözle görülen bir olay, bedenle yapılan bir seyahat olduğunu gösterir. Ayrıca rüyâda görülen bir şey “deneme vesilesi” yapılamaz; rüyâda olup bitenleri de kimse yalan­lamaz. Çünkü herkes rüyâsmda, belli bir zaman diliminde uzak diyarlara seyahat ettiğini görür.

Bununla beraber müfessirler “Mi’râc’da sana gösterdiğimiz o gö­rüntüleri (rüyâyı) insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) âyetinin tefsirinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bu âyetin Hudeybi- ye Antlaşmasfnın Müslümanların aleyhinde gibi görünen bazı maddeler ihtiva etmesi ve o yıl Mekke’ye girememenin sahâbîleri üzmesi dolayısıyla indiğini ifâde etmiş, bir kısmı da Peygamber aleyhisselâmın Bedir Gazve­si öncesi gördüğü rüyâ üzerine indiğini söylemiştir.
Şerh:O vakıt ki Allah sana onları ru'yanda az gösteriyordu, eğer sana onları çok gösterse idi korkacaktınız ve kumandada nizâa düşecektiniz ve lâkin Allah selâmete bağladı, çünkü o bütün sinelerin künhünü bilir.(Enfal-43)


Ben Uykudayken" İfâdesinin Birinci Anlamı

Mirac’ın rüyâda olduğunu söyleyenlerin ileri sürdüğü delillerden biri de, Resul i Ekrem’in muhtelif hadislerde bu olaydan bahsederken uyku­dan söz ederek “ben uykudayken” demesi, “uyku ile uyanıklık arasında olduğunu” söylemesi(Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, nr. 3207) ve “sonra uyandım”(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517;) ifâdesini kullanmasıdır.

Bunların hiçbiri Mi’râc’ın rüyâda meydana geldiğini göstermez. Ama yanına Cebrâil aleyhisselâmın ilk geldiğinde veya Burak’a ilk bindiğinde ve İsrâ’nın başlangıcında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin uykuda olması mümkündür. Fakat hiçbir hadiste, Mi’râc olayının başından sonu­na kadar Resûlullahın uyuduğuna dâir bir işaret bulunmamaktadır.

Mi’râc’ın uykuda olduğu iddiası, Peygamber Efendimiz’in “Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.”(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517;)  demesinden çıkarılmaktadır. İnsan çoğu zaman sabahleyin uyandığı için, bu ifâdedeki “uyandım (is- teykaztü)” sözü, “Sabahleyin baktım ki, Mescid-i Haram’dayım.” anla­mında kullanılmış olabilir. Veya Mi’râc’dan evine döndükten sonra tekrar uyuyup uyandığını ifâde etmiş olabilir. Çünkü Mi’râc bütün gece devam etmemiş, gecenin bir bölümünde olmuştur.

Mekkeliler onları şehre sokmadığı için Hudeybiye mevkiinde konaklamış ve orada Mek- kelilerle bir sulh antlaşması yapmışlardı. Hudeybiye Antlaşması’nın İslâmiyet’in lehine olan bazı maddelerini Müslümanların aleyhinde zanneden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler buna çok üzülmüş, Hz. Ömer bu maddeleri kabul etmemesi için Resûl-i Ekrem’e defa­larca başvurmuştu.


"Ben Uykudayken" İfâdesinin İkinci Anlamı

‘ Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım” sözünü şöyle anlamak uygun olabilir: Göklerin ve yerin mülk ve saltanaüna dâir gör­düğü harikulade olaylar kendisini sanp kuşattığı, Cenâb-ı Hakk’a yakın olan melekleri müşâhede etmenin ve Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmenin manevî zevki onun gönül dünyasına hâkim olduğu için, ancak Mescid-i Haram'a döndükten sonra kendine gelebilmiştir.
"Ben Uykudayken" İfâdesinin Üçüncü Anlamı

Bu konudaki çeşitli rivayetlerin arasını bulmanın ve Mi’râc sadece rûh ile olmuştur diyenleri reddetmenin üçüncü bir izahı şudur:

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in: “Ben Mescid-i Haram’da uyuyordum.” ve "Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.” hadislerinde ifâde buyurulan uyuma ve uyanma mecazî bir anlatım değil, gerçek mânada uyuma ve uyanma olsa bile, bu, kalbi uyanıkken bedeniyle yaptığı bir gece yolculuğu olup uyanıkken yapılmış bir yolculuktan farksızdır; çünkü peygamberlerin rüyası haktır; onların gözleri uyuşa bile kalpleri uyanıktır.

Sûfiyye şeyhlerinden biri, buna benzer bir görüşe sahip olmuş ve: “Maddî şeylerin onu meşgul etmemesi için Mi’râc sırasında Resûlullah’ın gözleri kapalıydı” demiştir. Fakat peygamberlere namaz kıldırırken Resûl-i Ekrem’in gözlerinin kapalı olması doğru değildir. Anlaşılan Mi’râc sırasın­da Peygamber aleyhisselâm çeşitli hâller ve tecelliler yaşamıştır.


"Ben Uykudayken" İfâdesinin Dördüncü Anlamı

Mi’râc’ın uyanıkken olduğunu gösteren dördüncü bir izah tarzı şöy- ledir: Hadisteki “uyuyordum” ifâdesi, yatağıma uzanmıştım anlamında kullanılmış olabilir. Nitekim hadis hâfızı Abd ibni Humeyd’in (v. 249/863) hadis hafızı Hemmâm ibni Yahyâ el-Avzî’den (v. 163/780) olan rivâyetinin bir kısmında, ‘ben uyurken”, bir kısmında “ben uzanmışken” ifâdesinin kullanılması da bunu gösterir.

Hadis hâfızı Hüdbe ibni Hâlid el-Kaysî’nin (v. 235/849) yine Hemmâm ibni Yahya el-Avzî’den olan rivayeti de böyledir. Bu rivayetin bir kısmın­da: “ben Hatîm’de uyurken”, bir kısmında ise: “ben Hicr’de uzanmış­ken” ifâdesi geçmektedir.

Bir diğer rivâyetteki: “Uyku ile uyanıklık arasındaydım”(Buhârî, Bed'ü’l-vahy 6; Müslim, îmân 264.)demesi de onun uyumayıp, uzanmış durumda olduğunu gösterir; çünkü uyuyan kim­se genellikle uzanmış durumda olur.


Uykudan Söz Eden Hadis Hakkında

Bazı âlimler, Peygamber Efendimiz’in uyku hâli, göğsünün yanlma- sı, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşması gibi sağlam hadislerde bulunmayan birta­kım fazlalıkların, Medineli tâbiîn âlimi Şerik ibni Ebî Nemir’in (v. 140/757) Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiği hadiste yer aldığını, bu hadisin de sika râviler tarafından rivâyet edilen hadislere muhâlif (münker) olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü Resûl-i Ekrem’in göğsünün yanlmasından bahseden sahîh hadisler, bu ameliyatın Peygamber aleyhisselâmın küçüklüğünde ve peygamberlikten önce meydana geldiğini ifâde etmektedir. Zâten, Şerik’in Enes’ten rivâyet ettiği bu hadiste de, ’’peygamberlikten önce” ifâdesi bulunmaktadır. Mi’râc’ın peygamberlikten sonra olduğu konusun­da âlimlerin ittifakı vardır.

Bütün bunlar, Şerik tarafından Enes ibni Mâlik’ten rivâyet edilen ve içinde birtakım fazlalıklar bulunan hadisin zayıf olduğunu göstermektedir. Esâsen Enes de, birçok tarikten gelen rivâyetlerinde, Mi’râc hadislerini bizzat Resûl-i Ekrem’den duymadığını söylemiş, hattâ bir defasında Mâlik ibni Sa’sa’a’dan duyduğunu belirtmiş, Sahîh-i Müslim’deki rivâyette: ''herhalde Mâlik ibni Sa’sa’a’dan” diye şüpheli bir ifâde kullanmış, bir defasında da Ebû Zer el-Gıfârî’den rivâyet ettiğini söylemiştir.
Hz. Âişe'nin Rivâyetî Hakkında

Hz. Âişe’nin, Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrılmadığını söyle­mesine gelince; o bizzat yaşadığı bir olaydan söz etmemiştir. Çünkü Hz. Âişe, Mi’râc olayı meydana geldiğinde henüz Resûl-i Ekrem ile evlenme­mişti; üstelik o sıralarda, henüz duyduğunu aklında tutacak yaşta da de­ğildi. Mi’râc olayının meydana geldiği zaman konusundaki farklı görüşleri dikkate alırsak, belki de o sırada henüz doğmamıştı. Çünkü Mi’râc, İbni Şihâb ez-Zührî ve onun görüşüne taraftar olanlara göre, peygamberlikten bir buçuk yıl sonra Mekke’de meydana gelmiştir. Hz. Âişe ise hicret sıra­sında sekiz yaşlarındaydı.

Mi’râc’ın hicretten beş yıl önce meydana geldiğini söyleyenler olduğu gibi, hicretten bir yıl önce meydana geldiğini söyleyenler de bulunmakta­dır. Fakat en doğrusu hicretten beş yıl önce olduğudur.

Bunun delillerini sıralamak sözü uzatır. Zâten konumuz da bu değil­dir. Hz. Âişe Mi’râc hâdisesinde Resûl-i Ekremin yanında bulunmadığına göre, “ Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” sö­zünü, bir başka sahâbîden duyduğu rivâyete dayandırdığı ortadadır. Bu durumda, Hz. Âişe’nin rivâyeti, bir başkasının rivâyetine tercih edilemez. Ümmü Hânî ve başkalarının rivâyetlerinde açıkça görüldüğü üzere, baş­kası da Hz. Âişe’nin söylediğinin aksini söylemektedir.

Hz. Âişe’nin: “ Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hisset­medim.” sözü, muhaddislere göre, senedinin zayıf olması yüzünden, sahîh değildir; başkalarının Mi’râc konusundaki rivâyeti, Hz. Âişe’nin rivâyetinden daha sahihtir. “Başkalarının rivâyeti” derken, Ümmü Hânı ve Hz. Hatice’nin rivâyetlerini(Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl [Sekkâ], XII, 412, nr. 35417) değil, daha başka sahâbîlerin rivâyetlerini kastediyoruz. Çünkü Ümmü Hânî ve Hz. Hatice’nin rivayetleri sahîh hadis kitaplarında geçmemektedir. Hz. Âişe’nin: “Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” rivâyetini de kastetmiyoruz; zira Mime meydana geldiğinde Peygamber Efendimiz onunla evlenmemişti- onların evlenmesi Medine’de oldu.

Yukarıdan beri zikredilen bütün bu rivayetler Hz. Aişe’den nakledi­len: "Bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” şeklindeki rivayetin zayıf olduğunu gösterir. Esasen yine Hz. Aişe’den rivâyet edilen bir başka sahîh hadis de, bu hadisin zayıf olduğunu ortaya koyar. O hadiste Hz. Âişe, Miracın bedenle olduğunu söylemiş, fakat Resûlullah’ın, Rabbini baş gözüyle değil, kalp gözüyle gördüğünü ifâde etmiştir. Eğer Hz. Âişe, Mi’râc’ın bedenle değil de rüyada olduğunu kabul etseydi, Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı baş gözüyle gördüğünü reddetmezdi; çünkü Cenâb-ı Hakk’ı rüyada baş gözüyle görmekte hiçbir sakınca yoktur ve buna kimse itiraz etmez.

Şayet: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) âyetine bakarak, “Cenâb-ı Hakk’m görülmesinin gözle değil kalple olduğu anlaşılıyor, bu da Mi’râc’ın uyanıkken değil, uykuda olduğunu gösterir.” denirse, buna cevabımız şöyledir: Allah Teâlâ: “Göz ne şaştı, ne haddinden aştı.”(Necm,17) âyetinde görme işinin gözle olduğunu belirtmektedir.

Müfessirler: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) âyetini açıklar­ken şöyle demişlerdir: Kalp, gözün görmediğini ileri sürmemekte, tam aksine ayan beyan gördüğünü dile getirmektedir.

Bunu şöyle de ifâde edenler olmuştur: Resûlullah’ın gördüğü şeyi kal­bi inkâr etmemiş, bilakis gördüğünü söylemiştir.
Resûl-î Ekrem'in Rabbini Görmesi

Peygamber Efendimiz’in, Mi’râc’da, Azîz ve Celîl olan Rabbini gör­mesi konusunda sahâbe ve tâbiîn âlimleri ihtilâf etmiş, Âişe radıyallahu anhâ da böyle bir şeyin olmadığını söylemiştir.

Hz. Âişe'ye Göre Gözüyle Görmedi

Tabiîn âlimlerinden Mesrûk ibni Ecda (63/683) şöyle demiştir: Hz.Aişeye:

"Ey mü’minlerin annesi! Muhammed aleyhisselâm Mi’râc’da Rabbini gördü mü?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

“Söylediğin sözden dolayı tüylerim ürperdi. Sana üç şeyi kim söylerse, hatâ etmiş olur. Sana “Elbette Muhammed Rabbini görmüştür.” diyen kimse, kesinlikle hatâ etmiş olur.” Bu sözün ardından şu âyeti okudu:
“Gözler Onu göremez; ama O gözleri görür. Yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olan O’dur.”(Buhârî, Bed u’l-halk 7, nr. 7234, Tevhîd 4, nr. 7380)
Mesrûk, Hz. Aişe’nin sözünün tamamını söylemiştir.
Şerh:''Sahîh-i Müslim'deki bu rivâyet(Müslim, îmân 287) daha kapsamlı olup şöyledir:Hz.Aişe'nin yanında bir yere yaslanarak oturuyordum.Bana;

Ebu Aişe!Şu üç şeyden birini kim söylerse,Allah'a büyük iftira etmiş olur.’ dedi. Ben:

“Onlar nedir?” diye sorduğumda şu cevabı verdi:

“Muhammed Rabbini görmüştür, diyen kimse Allah’a  büyük iftirâ etmiş olur.” Mesrûk sözüne devamla şöyle  dedi: Ben duvara yaslanıyordum; hemen doğruldum ve:

“Ey Mü’minlerin annesi! dedim. Yavaş yavaş söyle, acele etme! Allah Teâlâ: “And olsun ki, Peygamber, o elçiyi apaçık ufukta gördü”(Tekvir,23) buyurmuyor mu? Bir başka âyette: “And olsun ki, onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,13)  buyurmuyor mu? Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi:

“Bu ümmetten, bu konuyu Resûlullah sallallahu aley­hi ve selleme ilk soran benim. O bana şöyle buyurdu: ‘Âyet-i kerîmede (“onu gördü” şeklinde) sözü edilen Cebrâil’dir. Ben onu, âyetlerde zikredilen bu iki yerin dışında, asıl şekliyle görmedim. Semâdan inerken, mu­azzam vücûduyla onun, gökten yere varıncaya kadar her yeri kapladığını gördüm.’ Ve Hz. Âişe sözüne şöyle de­vam etti:

“Sonra sen Allah Teâlanın ‘Gözler O’nu göremez; ama O gözleri görür. Yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olan O’dur.’(Enam,103) buyurduğunu duymadın mı? Yine Allah Teâlâ’nın ‘Allah’ın bir beşerle konuşması ancak vahiyle veya perde gerisinden olur; yahut ona bir elçi gönderir de, O’nun izniyle, O’nun dilediği şeyi elçi ona vahyeder. Şüphesiz ki O, pek yücedir ve sonsuz hikmet sahibidir.’(Şura,51) buyurduğunu duymadın mı?

Hz. Âişe sözüne şöyle devam etti:

‘Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Allah’ın kitabın­dan bir şeyi insanlara duyurmayıp gizlediğini ileri sü­ren kimse, Allah’a büyük iftirâ etmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan, elçilik görevini yerine getirmemiş olursun.”(Maide,67)

Hz. Âişe daha sonra da şunu söyledi:

“Resûl-i Ekrem’in ileride olacak bir şeyi haber verdiği­ni ileri süren kimse de Allah’a büyük iftirâ etmiş olur. Hâlbuki Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

De ki: Allah’tan başka, ne göklerde ne de yerde hiç kim-se gaybı bilmez”(Neml,65;Hadis için aynca bk. Buhârî, Tefsir 53/1, nr. 4855.)

Allah Teâlâ’nın görülmesi konusunda, muhaddis ve âlimlerin bir kısmI Âişe radjyallahu anhânm bu görüşünü benimsemiş olup, Abdullah ibni Mes’ûd’un da bu kanaatte olduğu bilinmektedir.(Buhârî, Tefsir 53/2, nr. 4856)

Bu görüşün bir benzeri, Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edil­miş ve o Resûl-i Ekrem’in Cebrâil’i gördüğünü söylemiştir.(Müslim, îmân 283, nr. 175.)

Gerçi Ebû Hüreyre’nin, bu görüşün aksini benimsediği de rivâyet edilmiştir.

Muhaddis, fakih ve kelâm âlimlerinden bir kısmı, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’yı gördüğü iddiasına karşı çıkmış ve O’nun dünyada görülme­sinin mümkün olmayacağını söylemiştir.
İbni Abbâs'a Göre Gözüyle Gördü

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâdan rivâyet edildiğine göre o, Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğünü söyle­miştir.(Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 42, nr. 3888, Tefsir 17/9, nr. 4716, Kader 10, nr. 6613)
Şerh:“Mi’râc’da sana gösterdiğimiz o görüntüleri... insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) âyetini tefsir ederken Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle de­miştir: “Bu âyette sözü edilen, Mescid-i Harama gittiği İsrâ gecesinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme uykuda değil, uyanıkken gösterilen şeydir.”

Tâbiîn âlimlerinden Atâ bin Ebî Rebâh’ın (114/732) Abdullah ibni Abbâs’tan rivâyet ettiğine göre ise, İbni Abbâs, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’y gözleriyle değil, kalbiyle gördüğünü söylemiştir.(Müslim, îmân 284, nr. 176)

Yine tabiîn neslinden tefsir, hadis ve kıraat âlimi Ebü’l-Âliye er Riyâhî’nin (v. 90/709) rivâyet ettiğine göre Abdullah ibni Abbâs, Resûli Ekrem’in Allah Teâlâ’yı iki defa kalbiyle gördüğünü söylemiştir.
Şerh:''Abdullah ibni Abbâs “Gözün gördüğünü kalp yalan­lamadı.”(Necm,11) ve “And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,13) âyetlerini okuduktan sonra “O nu kalbiyle iki defa gördü.” demiştir.(Müslim, îmân 285, nr. 176.)

Siyer ve megâzî âlimi İbni İshâk’ın (v. 151/768) haber verdiğine göre Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâya bir adam göndererek: “Muhammed Rabbini gördü mü?” diye sordu. O da “Evet” diye cevap verdi.

Abdullah ibni Abbâs’tan gelen meşhûr görüş, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğü yönündedir. Bu görüş ondan çeşitli senedlerle gelmiş ve buna ilâveten şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ, peygamberler arasından Mûsâ’ya Kendisiyle doğrudan konuşma,(Nisa,164) İbrâhim’e onu Kendine dost edinme,(Nisa,125) Muhammed’e ise Ken­disini görme özelliğini bağışlamıştır.”

İbni Abbâs’ın bu konudaki delili şu âyetlerdir: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı. Onun gördüğü şey hakkında şimdi siz onunla tartışacak mısınız? And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü. ”(İbni Ebî Âsim, es-Sünne (Elbânî), I, 189-190, 192-193, nr. 436, 442)

Şâfiî fakihi Mâverdî (v. 450/1058) şöyle demiştir:

“Söylendiğine göre Allah Teâlâ, Kendisiyle konuşma ve cemâlini görme imkânını Hz. Mûsâ ile Resûl-i Ekrem Efendimiz arasında taksim etmiştir. Muhammed aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ı iki defa görmüş, Hz. Mûsâ’da O’nunla iki defa konuşmuştur.”
Şerh:Aliyü’l-Kâî’nin söylediğine göre bu konuşmanın bi­rincisi, Hz. Mûsâ’nın, Firavunun yanına gönderildiği zaman, diğeri de Firavunun denizde boğulmasının ardından Tura çıktığı zaman olmuştur.(Şerhu’ş-Şifâ, I, 419.)

Fakih, muhaddis ve müfessir Ebül Feth er-Râzî* (v. 447/1055) ile tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî , Maverdî’nin bu cümlesini, Kâ’bül Ahbâr’ın (v. 32/652) sözü olarak nakletmişlerdlr.

Tabiîn âlimlerinden Abdullah ibni Hârisin (100/71 Helvan) şöyle demiştir: “Abdullah ibni Abbâs ile tabiîn âlimlerinden Kâ’bül Ahbâr bir araya gel­diklerinde Abdullah ibni Abbâs ‘Biz Hâşimoğulları, Muhammed’in Rabbini iki defa gördüğünü söyleriz.’ deyince, Kâ’bül Ahbâr öyle bir tekbir getirdi ki, sesi dağlarda yankılandı; sonra da şunları söyledi:

Allah Teâlâ, cemâlinin görülmesini ve konuşmasını ResûFi Ekrem ile Hz. Mûsâ arasında taksim etmiştir. Mûsâ O’nunla konuşmuş, Muhammed aleyhisselâm da O’nu kalbiyle görmüştür.”
Şerh:''Bu rivâyet Sünerı-i Tirmizıde şöyledir: ‘Abdullah ibni  Abbâs, Arafat’ta Kâ’bü’l-Ahbâr ile karşılaştı ve ona bir şey sordu. Bunun üzerine Kâ’bü’l-Ahbâr öyle bir tekbir getirdi ki dağlar yankılandı. îbni Abbâs: ‘Biz Hâşimoğulları değil miyiz?’ dedi. Bunun üzerine Ka’b şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ, cemâlinin görülmesini ve Kendisiyle konuşul­masını Muhammed ile Mûsâ arasında taksim etmiştir.Mûsâ O’nunla iki defa konuşmuştur.”(Tirmizî, Tefsîr 53/2, nr. 3278.)

Bu rivâyetin devamında bu konunun baş tarafında zikredilen Hz. Âişe hadisinin benzeri bir rivayet bulunmaktadır.


"Gördü Diyenler

Tâbiin âlimlerinden Şerik ibni Ebi Nemir in’ rivâyetine göre, ashâb- kiramdan Ebu Zer el-Gıfâri radıyallahu aııh, “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı." ayetini tefsir ederken “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini gördü. ” demiştir. (bk.îbni Huzeyme, et-Teuhîd (Şehvân), I, 308, nr. 310).



Tefsir ve fıkıh âlimi Ebü'l-Leys es-Semerkandî (v. 373/973) her ikisi de tabiîn âlimlerinden olan Muhammed ibni Ka’b el-Kurazî (v. ıos/726) ve Rebf ibni Enes in (v. 139/756) şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Ashâb-ı kirâm, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme: “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, o da: “O nu kalbimle gördüm: gözlerimle görmedim.” ce­vabını vermiştir.

Tabiîn âlimlerinden Mâlik ibni Yühâmir'in (v. 70/689 civan), arkadaşı Muâz ibni Cebel den, onun da Peygamberler sallallahu aleyhi ve sellerin­den rivâyetine göre Allah'ın Elçisi: “Rabbimi gördüm.” buyurmuş, ardın­dan çok büyük bir söz söylemiş ve Allah Teâlâ’nın: “Ey Muhammed! Cenâb-ı Hakk a yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor.” buyur­duğunu belirterek aralarında geçeni anlatmıştır.
Şerh:''Muâz ibni Cebel radıyallahu anhın rivâyet ettiği bu ha­disin tamamı şöyledir: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir sabah vakti, her zamankinden oldukça geç bir saatte yanımıza geldi; neredeyse güneş doğacaktı.

Sabah namazını her zaman yaptığının aksine kısa sû-reler okuyarak kıldırdı. Selâm verince, bize yüksek »esle; "Olduğunuz yerde kalın.” buyurdu. Sonra yüzünü bize döndü ve şöyle buyurdu:

‘Şimdi size, sabah namazını kıldırmak için yanınıza neden geç geldiğimi anlatacağını. Geceleyin namaz kılmak için kalktım, abdest aldım. Allah Teâlâ’nın takdir buyurduğu kadar namaz kıldım. Namazda uyuklamaya başladım, derken uykum ağırlaştı. Bir de baktım ki Yü­celer Yücesi Rabbim en güzel hâliyle karşımda duruyor. Bana:

“Muhammed!” diye hitap etti.

“Buyur, Rabbim!” dedim.

“Cenâb-ı Hakka yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor?” buyurdu.

“Bilmiyorum, Rabbim.” dedim. Bu soruyu üç defa sor­du. Birden avucunu iki omuzumun arasına koydu; par­maklarının serinliğini göğsümde hissettim. O anda her şey gözümün önünde belirdi ve her şeyi bildim. Allah Teâlâ tekrar:

“Muhammed!” diye seslendi.

“Emret, Rabbim.” dedim.

“Cenâb-ı Hakka yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor?” buyurdu. Ben de:

“Onlar günahları örtüp kapatan şeyler (kefaretler) hak­kında konuşuyorlar.” dedim.

“Onlar nedir?” buyurdu. Ben de:

“Günahları örtüp kapatan şeyler; iyilik yapmak üzere bir yerlere yürüyüp gitmek, (Abdullah ibni Abbâs’ın rivâyetinde “Cemaatlere yaya olarak gitmek.” şeklinde­dir) namaz kıldıktan sonra mescitlerde oturmak, soğuk havaya rağmen güzelce abdest almaktır.” dedim.

“Başka ne hakkında konuşuyorlar?” diye sordu. Ben de:

“Yemek yedirmek, tatlı söz söylemek, insanlar uykudayken gece kalkıp namaz kılmak hakkında konuşuyorlar.” dedim. Bana:

“Benden ne dilersen dile!” buyurdu. Ben de dedim ki:

“Allahım! Senden hayırlar yapmayı, kötü şeyleri terk et­meyi, fakirleri sevmeyi, beni bağışlayıp bana merhamet etmeni, içinde yaşadığım toplumun fitneye düşmesini istediğin zaman, fitneye düşmeden canımı almanı, Seni sevmeyi (veya Senin beni sevmeni), Seni seveni sevme­yi, beni Sana yaklaştıracak amelleri sevmeyi nasip etmeni niyâz ederim.” Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu rüyâ hak ve gerçektir. Size ) söylediğim bu sözleri aynen öğrenip ezberleyin.”(Tirmizî, Tefsîr 38/4, nr. 3235;)

Yemenli muhaddis Abdürrezzâk ibni Hemmâm es-San’ânî (211/826), Hasan-ı Basrî’nin (v. 110/728): “Elbette Muhammed aleyhisselâm Rabbini görmüştür.” diye yemin ettiğini rivâyet etmiştir.

Hadis hâfızı Ebû Ömer et-Talemenkî (v. 429/1038), müfessir tâbiî İk­lime el-Berberî’nin de (105/723) “Muhammed aleyhisselâm Rabbini gör­müştür.” diye yemin ettiğini söylemiştir.

Bazı kelâm âlimleri, Abdullah ibni Mes’ûd’un da, Muhammed aleyhisselâmın Rabbini gözleriyle gördüğü kanaatinde olduğunu söylemişlerdir.

Siyer ve megâzî âlimi Muhammed ibni İshâk’ın (v. 151/768) haber ver­diğine göre, Emevî Halifesi Mervân (v. 65/684) Ebû Hüreyre radıyallahu anha Muhammed aleyhisselâm Rabbini gördü mü?” diye sormuş, o da;“Evet'' demiştir.


"O'nu Gördü, O'nu Gördü, O'nu Gördü..''

Kıraat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş’ın (v. 35i/%2) rivayet ettiğine göre Ahmed ibni Hanbel şöyle demiştir: “Ben Abdullah ibni Abbâs’ın rivayet ettiği hadiste anlatılanı aynen kabul ediyorum. Resûl-i Ekrem Allah Teâlâ’yı gözüyle gördü; O’nu gördü; O’nu gördü; Ahmed ibni Hanbel, nefesi tükeninceye kadar bu sözü tekrarlayıp durmuştur.
Şerh:''Bazı âlimler, Ahmed ibni Hanbel’in, “Peygamber aley­hisselâm Rabbini gördü.” derken, Mi’râc’da gördüğünü değil, Abdullah ibni Abbâs’ın rivâyet ettiği hadiste oldu­ğu gibi “Rüyâsında gördü.” dediğini ifâde etmişlerdir.''(Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, I, 422.)

Hadis hafızı ve kıraat âlimi Ebû Ömer et-Talemenkî ise, Ahmed ibni Hanbel in, “Resûl-i Ekrem Cenâb-ı Hakk’ı kalp gözüyle gördü.” dediğini, dünyada Onu gözleriyle gördü demekten çekinip korktuğunu söylemiş­tir.
Şerh:''Bazı âlimler, Ahmed ibni Hanbel’in, “Cenâb-ı Hakk’ı gözle görmenin aklen mümkün olduğu” kanaatini taşıdığını söylemişlerdir. İbni Hanbel’in “Resûl-i Ekrem,Allah Teâlâyı dünyada gözleriyle gördü demekten korktuğunu” söylemesi, o âlimleri bu sonuca götürmüştür. Onlara göre gerçek olan da budur.” (Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz (Atâ), III, 129.)

Ahmed ibni Hanbel’in, “Resûl-i Ekrem, Allah Teâlâyı gözüyle gördü.” demekten teeddüben çekindiği söylenmektedir. Esâsen Ahmed ibni Hanbel, içinde yaşadığı toplumun şartları dolayısıyla bu görüşünü açıkça söylemekten çekinmiş de olabilir.''

Tâbiîn âlimlerinden Saîd ibni Cübeyr (v. 95/714) şöyle demiştir: “Ben, Resûl-i Ekrem Allah Teâlâyı ne gördü, ne de görmedi derim.”

Abdullah ibni Abbâs, İkrime el-Berberî, Hasan-ı Basrî ve Abdull  ibni Mes’ûd’un “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) veya “And olsu ki onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,17) âyetlerinin te’vilindeki görüşlerin de ihtilâf edilmiş, Abdullah ibni Abbâs ile İkrime el-Berberî’nin “Resûli Ekrem Cenâb-ı Hakk’ı kalp gözüyle gördü.” dedikleri, Hasan-ı Basrî ile Abdullah ibni Mes’ûd’un ise “Resûl-i Ekrem Cebrâil’i gördü.” dedikleri söylenmiştir.

Ahmed ibni Hanbel’in oğlu Abdullah (v. 290/903), babasının “Resûl-i Ekrem Allah Teâlâ’yı gördü.” dediğini nakletmiştir.

Sûfî muhaddis ve müfessir İbni Atâ (v. 309/922) “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”(İnşirah,1) âyetini tefsir ederken şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’in göğsünü Kendisini görebilmesi, Hz. Mûsâ’nın göğsünü de Kendisiyle konuşabilmesi için açıp genişletmiştir.”

Ebü’l-Hasen el-Eş’arî (v. 324/935) ve onun mezhebinde olan âlimlerden bir grup şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Cenâb-ı Hakk’ı gözleriyle, evet, başındaki iki gözüyle görmüştür.” “Peygamberle­re verilen mûcizelerin bir eşi de bizim Peygamberimize verilmiştir. Aynca kendisine Allah’ı görme üstünlüğü bağışlanmıştır.”

Allah’ı görme konusunda hocalarımızdan biri şöyle demiştir: “Bu ko­nuda açık bir delil yoktur; fakat aklen câizdir. ”
O'nu Görmek Mümkündür

Ben şöyle derim: Şu kesin bir gerçektir ki, Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesi aklen câizdir; akıl bunu imkânsız görmez. Dünyada Cenâb-ı Hakkı görmenin aklen caiz olmasının delili, Hz. Musa’nın: “Rabbim, Kendini bana göster de Sana bakayım!”(Araf,143) demesidir. Bir peygamberin,

Allah hakkında caiz olanla olmayanı bilmemesi imkânsızdır. Mûsâ aleyhisselâm da Allah'tan imkânsız olanı değil, mümkün olanı istemiştir, peygamber Efendimizin Allah Teâlâ’yı görüp cemâline bakabilmesi ise, ancak Cenâb-ı Hakkin öğrettiği kimsenin bileceği akıl ve duyular ötesi bir konudur. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'ya: “Sen Beni aslâ göremezsin.” yani ‘Buna dayanamazsın, beni görmeye güç yetiremezsin.” buyurmuş, bunu da Hz. Mûsâ'nın bünyesinden daha güçlü, daha sağlam olan dağ misâli ile kendisine anlatmıştır.
Şerh:“Sen Beni aslâ göremezsin; ama şu dağa bak; eğer o dağ yerinde durabilirse sen de Beni görürsün!” buyur­du. Rabbi Kendini dağa gösterince onu paramparça etti. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince ‘Rabbim!’ dedi. ‘Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim ve Seni görmeden iman edenlerin ilki de benim.” İbni Abbâs’ın yorumuna göre Hz. Mûsâ: “İsrâiloğulları’ndan sana iman edenlerin ilki benim.” demek istemiştir.(Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), II, 630, nr. 4102,Zehebi sahih demiştir.)

Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesini imkânsız kılma­yan, tam aksine genel olarak O’nu görmenin mümkün olduğunu göste­ren şeylerdir. Kur’an’da ve Sünnet'te, Cenâb-ı Hakk ın kesinlikle görüle­meyeceğini, O'nu görmenin aslâ mümkün olmadığını ortaya koyan kesin bir delil yoktur. Var olan her şeyin görülmesi de mümkün olup, imkânsız değildir.
"Gözler O'nu Göremez" Ne Demek?

“Gözler O’nu göremez”(Enam,103) âyetine dayanarak Cenâb-ı Hakk’ı görmenin mümkün olamayacağını ileri sürenlere bu âyet delil teş-kil etmez; çünkü bu âyetin yorumunda çok farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. “Gözler Onu göremez.” âyetini, “Gözler Onu dünyada göremez.” diye yorumlayanların bu izahı, Cenâb-ı Hakk’ı görmenin imkânsız oldu­ğunu ortaya koymaz. Hattâ bazı âlimler, sırf bu âyete dayanarak Allah’ı görmenin câiz olduğunu, O’nu görmenin genel olarak imkânsız sayılama­yacağını söylemişlerdir.

Bazıları, “Gözler O’nu göremez.” âyetini, kâfirlerin gözü O’nu gö­remez diye açıklamış; bazıları ise “Gözler O’nu göremez.” ifâdesinin, “Gözler onu kuşatıp ihatâ edemez.” anlamına geldiğini söylemiştir. Bu, Abdullah ibni Abbâs’ın yorumudur.

Bazıları da şöyle demiştir: “Gözler O’nu göremez.” demek, onu gö­zün kendisi göremez, yoksa bakanlar O’nu görür, demektir.

Bütün bu yorumlar, Allah Teâlâ’nın görülemeyeceği, ru’yetullah’ın imkânsız olduğu anlamına gelmez.
"Sen Beni Göremezsin" İfâdesinin Anlamı

Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya  “Sen Beni aslâ göremezsin.”

buyurması, onun da:“Rabbim! Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim.”(Araf,143) demesi, daha önce de söyle­diğimiz gibi, “Allah görülemez.” diyenler için bir delil olamaz. Mûsâ Peygamber’e Cenâb-ı Hakk’ı göremeyeceğini söylemek, sadece ona mahsus bir şeydir; yoksa bu, “Cenâb-ı Hakk’ı hiçbir zaman, hiçbir kimse göremez.” anlamında bir genelleme değildir.

Bazılarının “Sen Beni göremezsin.” âyetini, “Sen, Beni dünyada gö­remezsin.” diye açıklaması bir te’vilden ibârettir. “Sen, Beni göremez­sin.” âyetinden, Allah Teâlâ’yı görmenin imkânsız olduğu mânası çıkarılamaz. Çünkü bu âyet, Hz. Mûsâ hakkında inmiştir. Burada olduğu gibi, çeşitli te’vil ve ihtimâllerin bulunduğu bir yerde, Allah Teâlâ görülemez diye kesin bir şekilde konuşmak da mümkün değildir.

Hz. Mûsâ’nın “Rabbim! Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim.” demesi, “Olmayacak bir şeyi istediğime pişmanım.”demek değildir.Bu ayetin anlamı,''Şu anda bana vermeyi takdir buyurmadığı bir seyi,Senden istediğime pişmânım, bunun için Sana tövbe ,ediyorum, demektir.

Ebu Bekir el Hüzeli (v, 167/783) “Beni göremezsin.” âyetini açıklarken şöyle diyor: “Bu âyetin anlamı: Dünyada Bana bakmaya hiçbir insanın gücü yetmez, Bana bakan derhal ölür.” demektir.
"O Görülemez" Diyenlerin Yorumu

Sahâbe ve tâbiîn (selef) ile daha sonraki âlimlerden bazılarının şöyle dediğini duydum: Dünyada yaşayanların bünyeleri ve beden güçleri zayıf ve yetersizdir; vücutları ise hastalıkların hedef tahtası hâline gelmeye ve sonunda yok olup gitmeye mahkûmdur. İşte bu sebeple onların dünyada Allah Teâlâ’yı görmesi mümkün değildir.(Nisa,28) Âhiret hayatı başlayıp da vü­cutları bir başka birleşime sahip olduğu, değişmez ve ebedî güçler kazan­dığı, gözlerinin ve kalplerinin nuru tamamlandığı zaman Allah Teâlâ’yı görme gücüne sahip olacaklardır.

Bu sözün bir benzerini, Allah rahmet eylesin, İmâm Mâlik ibni Enes’in (v. 179/795) söylediğini gördüm. Şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hak dünyada görülemez; çünkü O bâkidir; bâki olan fâni duyularla görülemez. Ahiret ha­yatı başlayıp da insanlar bâki olan gözlere sahip olduklarında, Bâkl olan, bâki olan gözlerle görülecektir. ”

Bu, güzel ve hoş bir sözdür, ama Allah Teâlâ’nın görülemeyeceğine delil teşkil etmez; sadece yeterli gücü ve kuvveti olmadığı için gözün O’nu göremeyeceğini belirtir. Şâyet Allah Teâlâ, dilediği kulunu güçlendirir ve Cenâb-ı Hakk’ı görmenin dayanılmaz ağrlığını taşıyabilecek kuvveti ona verirse, onun Allah Teâlâ’yı görmesi mümkün olur, demektir.

Hz. Mûsâ ve Peygamber aleyhisselâmın görüş güçlerinden daha önce söz edilmiş, bir şeyi derinlemesine anlamaları, baktıklarını görmeleri için kendilerine İlâhî bir kabiliyet ve kavrayış verildiğine temas edilmişti.(bk. I, 181-184.)


Dağ da O'nu Gördü, Mûsa da

Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), Allah Teâlâ’nın görülemeyece­ğini ifâde eden "Gözler O’nu göremez.” ve “Sen Beni aslâ göremezsin.” âyetlerinin ne anlama geldiği kendisine sorulunca şöyle demiştir:

"Rabbinin dağa tecelli etmesi üzerine Mûsâ aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ı gördü, bu sebeple bayılıp düştü. Aynı şekilde dağ da, Allah Teâlâ’nın onda yarattığı bir idrâk ile Rabbinin cemâlini gördü ve bu niyete dayanamayıp paramparça oldu.”

Allah daha iyi bilir ya, Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî, hem Hz. Mûsâ’nın hem de dağın Allah Teâlâ’yı gördüğünü “Ama şu dağa bak! Eğer o dağ yerinde durursa sen de Beni görürsün.” âyetinden çıkarmış, sonra da âyetin devamını okumuştur:

Bâkıllânî’nin dediğine göre “Rabbi Kendini dağa gösterince onu pa­ramparça etti. Mûsâ da bayılıp düştü.” âyetindeki ‘Cenâb-ı Hakk’ın dağa tecellisi’ ifâdesi, “dağın, Kendine bakması için Allah’ın ona görünmesi” anlamındadır.

Ca’fer-i Sâdık diye bilinen Ca’fer ibni Muhammed (v. 148/765), Allah Tealâ’nın doğrudan Hz. Mûsâ’ya değil de dağ aracılığı ile görünmesini şöyle açıklamıştır:

“Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’ya görünürken onu dağ ile meşgul etti. Eğer öyle yapmayıp da doğrudan ona görünseydi, Mûsâ aleyhisselâm bir daha ayılmamak üzere ölür giderdi.”

Ca’fer-i Sâdık’ın bu sözü, Hz. Mûsâ’nın Cenâb-ı Hakk’ı gördüğünü ifâde eder.

Bazı müfessirler, dağın Allah Teâlâ’yı gördüğünü söylemiş, Resûl-i Ekrem’in Cenâb-ı Hakk’ı gördüğünü kabul edenler de, bunu, Allah Te- âlâ’nın da görülebileceğine delil olarak göstermişlerdir.

Allah Teâlânın görülebileceğinde şüphe yoktur; çünkü O’nun görü­lemeyeceğine dâir bir âyet bulunmamaktadır.
Resûl-i Ekrem O'nu Gördü mü?

Peygamber Efendimiz’in Mi’râc’da Cenâb-ı Hakk’ı gözleriyle görme­si konusuna gelince; bu hususta Kitap ve Sünnet’te açık bir delil yoktur. O nu gördüğünü kabul edenlerin dayanağı Necm sûresindeki “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.” ve “And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü.” âyetleridir. Resûl-i Ekrem’in gördüğünün Cebrâil aleyhisselâm olduğu veya olmadığı konusundaki farklı görüşler Tefsir ve Siyer kitaplarında bulunmaktadır. Şu hâlde Resûlullah’ın Rabbini hem gördüğüne hem de görmediğine dâir aklî ve naklî ihtimaller mevcuttur. Ne var ki, bu konuda Peygamber Efendimiz’den gelen kesin ve mütevâtir bir hadis de yoktur.

Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğüne dâir Abdullah ibni Abbâs’tan nakledilen söz,onun Resûl-i Ekrem’den duy­duğu bir hadis olmayıp şahsî kanaatidir. Bu sebeple sırf İbni Abbâs’ın sözüne dayanarak Resûlullah Efendimiz’in Rabbini gördüğüne inanmak dinî bir mecburiyet değildir.
Ebû Zerr'in Farklı Rivâyetleri

Ebû Zer el-Gıfârî’nin, “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”âyetini tefsir ederken “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.” demesi de böyledir.

Yine Muâz ibni Cebel’in rivâyet ettiği, “Yüce melekler topluluğu bir­birine ne sorup duruyor.” hadisinde, “Yüceler Yücesi Rabbim en güzel hâliyle karşımda duruyordu.” ifâdesi te’vil edilebilecek bir söz olup senedi ve metni zayıftır.

Kâdi İyâz, bu hadisin sened ve metninin “muztarib” olduğunu söylemektedir. “Muztarib hadis: Birçok rivâyeti bulunmakla beraber, bu rivâyetler biribirine denk olduğu için aralarında tercih yapılamayan, bir râvinin iki veya daha çok defa rivâyet ettiği hadis demektir” Şâyet rivâyetlerden biri diğerine tercih edilirse, hadis muzta­rib olmaktan kurtulur.

Ebû Zer el-Gıfârînin bir diğer rivayetinin ise lafızları birbirinden fark­lıdır: gözle veya kalple görme şeklinde anlamaya elverişlidir ve bu farklı rivayetleri birleştirmek de zordur. Şöyle ki, bu rivâyeti kimileri: “O bir nurdur, nasıl göreyim?”(Müslim, îmân 292, nr. 178.)

(Nûrun ennâ erâhü) şeklinde okuyup anladığı gibi, hocalarımızdan birinin söylediğine göre: “Nurdan oluşan bir şey gö­rüyorum.” (Nûrâniyyün erâhü) şeklinde de okuyup anlayanlar olmuştur.

Ebû Zerr in bir başka rivâyeti de şöyledir: “Resûl-i Ekrem’e sordum, o da Bir nûr gördüm’ dedi.”(Müslim, îmân 292, nr. 178.)

Bu rivâyet şöyledir: Tabiînden Abdullah ibni Şakîk dedi ki: Ebû Zerre:

“Eğer Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi görseydim, elbette ona sorardım.” dedim.

“Ona neyi sorardın?” dedi. Ben de:

“Rabbini gördün mü?” diye sorardım, dedim. Ebû Zer şunu söyledi:

“Ben sordum; o da: ‘Bir nûr gördüm’ dedi”

Ebû Zer radıyallahu anhdan gelen bu rivâyetlerin hiçbirini Resûl-i Ekrem’in Rabbini ne gördüğüne ne de görmediğine delil olarak kullan­mak mümkün değildir. Eğer onun ‘Bir nûr gördüm’ rivâyeti sahîh ise, Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ’yı değil, Allah Teâlâ’nın cemâlini gör­mesini engelleyen bir nûr görmüş demektir.

O takdirde “O bir nûrdur, nasıl göreyim?” ifâdesi, ‘O’nun önünde, görmeyi engelleyen bir nûr perdesi varken ben O’nu nasıl görürüm?’demek olur.Bu da tıpkı diğer hadiste olduğu gibi Onu görmeyi engelleyen bir nur perdesi vardır.''anlamındadır.
Şerh:Bu hadis-i şerif şöyledir:Ebu Musa el-Eşari diyork ki;Resuli Ekrem Aleyhiselatu vesselam ayağa kalkarak bize

şu beş şeyi söyledi: "Allah uyumaz, uyumasıda dü­şünülemez. İnsanların amellerini ve erzaklarını ölçtü­ğü teraziyi yükseltir, alçaltır. Kullarının gündüz yaptığı amellerden ünce gece yaptıkları, gece yaptıklarından önce de gündüz yaptıkları Ona arzedilir. Onun görül­mesini engelleyen bir mır vardır, Şâyet o perdeyi açsay­dı, azâmet ve çekili, gördüğü bütün varlıkları yakıp kül ederdi.”(Müslim, îmân 293, nr. 179;)

Müfessir Ibni Cerîr et-Taberî’nin rivâyet ettiği bir başka hadiste. Resûl-i Ekrem’in:

“Ben Cenâb-ı Hakkı gözümle değil, kalbimle iki defa gördüm.“ bu­yurduğu rivâyet edilmekte, bu hadisi rivâyet eden râvinin. rivâyetirrin ar­dından: “Sonra indi, yaklaştı. İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.“(Necm,8-9) âyetini okuduğu belirtilmektedir.

Elbette Allah Teâlâ, gözün görme kabiliyetini kalbde de yaratmaya, yani insanın gözüyle gördüğünü kalbiyle görmesini sağlamaya veya bunu dilediği bir başka şekilde de yaratmaya kadirdir. Ondan başka ilâh yoktur.

Peygamber Efendimiz’in Allah Teâlâ’yı gördüğüne dâir, te vile gerek duyulmayacak kadar açık ve kesin bir delil bulunsaydı, buna inanılırdı ve bunu böyle kabul etmek gerekirdi; çünkü Cenâb-ı Hakkın görülmesi imkânsız bir şey değildir; bunun mümkün olmadığına dâir akü ve naklî bir engel de yoktur.

İnsanı doğruya ileten Allah’tır.


Miraçta Resûl-i Ekrem'in Rabbiyle Konuşması

Mi'râc kıssasında Resûl-i Ekrem’in Rabbiyle gizlice ve açıkça konuştuğunu“O,kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti.(Necm,10)

âvet-i kerimesinden ve bu konudaki hadîs-i şeriflerden bilmekteyiz.

Müfessirlerin çoğuna göre, bu âyette, Allah Teâlâ’nın Resûlüne söy­leyeceklerini Cebrail'e vahyettiği, onun da bunları Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme ilettiği anlatılmaktadır. Ancak bazı müfessirler bu âyeti farklı şekilde yorumlamıştır:

Ca'fer-i Sâdık diye bilinen Ca’fer ibni Muhammed’den (v. 148/765) nak­ledildiğine göre âyetin anlamı “Allah Teâlâ Resûlüne arada melek olmak­sızın vahyetti." yani konuştu demektir.

Sûfi âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî’den de (v. 312/924) buna benzer bir görüş nakledilmiş, bazı kelâm âlimleri de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Mi'râc'da Rabbiyle konuştuğunu söylemiştir.

Eş'ariyye mezhebinin kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin de (v. 324/935) görüşü budur. Abdullah ibni Mes’ûd ve Abdullah ibni Abbâs’ın da bu görüşte oldukları söylenmiştir. Resûl-i Ekrem’in Rabbiyle aracısız konuş­tuğunu bazdan kabul etmemiştir.

Kırâat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş’ın (v. 351/962) İbni Abbâs'tan naklettiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Mirâc olayından bahseden “Sonra indi, yaklaştı.”(Necm,8) âyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

“Cebrail benden ayrıldi; o anda bütün sesler kesildi: Rabbimin bana şöyle buyurduğunu duydum: 'Korku ve endişen yatışsın. Yaklaş, yaklaş!’”

Enes ibni Mâlik in Mi’râc hadisine dâir rivâyeti de bu mânaya yakın­dır.
Allahu Teala İnsan ile Nasıl Konuşur ?

Cenab-ı Hakk'ın Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aracısız konuştuğuna dair şu ayeti delil gösterdiler:''Allah'ın bir beşerle konuşması ancak vahiyle veya perde arkasından olur yahut ona bir elçi gönderir de, Allah’ın izniyle, O’nun dilediği şeyi elçi ona vahyedir.“(Şura,51) Bu âyeti kerîmede Allah Teâlâ’nın insanla üç şekilde konuştuğundan feriz edilmektedir:

Birincisi, perde arkasından konuşmadır, Allah Teâlâ’nın Hz, Musa ile konuşması böyledir.

İkincisi, melek aracılığı ile konuşmadır. Bütün peygamberler  çoğu zaman da bizim peygamberimiz böyle vahiy almıştır.

Bu konuşma şekillerinin dışında, geriye sadece yüzyüze görüşerek konuşma kalmaktadır.

Bazıları, âyet-i kerîmede geçen “vahiy ile konuşma” ifâdesini, Pey­gamber aleyhisselâmın kalbine, arada melek olmadan buyruğunu ilhâm etmektir diye açıklamışlardır.

Hadis alimi Ebubekir el Bezzar'ın Mirac hakkında Hz.Ali’den rivayet ettiği ezanın öğretilmesine dâir hadis, Resûl-i Ekrem’in ortaya koymaktadır. Hz. Ali’nin rivayet ettiğine göre melek:

“Allâhü ekber, Allâhü ekber.” dedi. Perdenin gerisinden bana:

“Kulum doğru söyledi. En büyük Benim, en büyük Benim.” diye ce­vap verildi.

Ezanın diğer sözlerinde Allah Teâlâ meleğe buna benzer cevaplar vermiştir. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 328-329.)

Yukarıda geçen ve Abdullah ibni Abbâs ile Hz. Ali tarafından rivayet edilen hadislerdeki müşkil durum, bundan sonraki bahsin baş tarafında benzeri rivayetlerdeki müşkiller ile birlikte ele alınacaktır.

Allah Teâlâ’nın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile peygam­berlerinden seçtiği kimselerle konuşması caizdir; akıl bunu imkânsız gör­mez; dinde de bunun olmayacağına dâir kesin bir delil yoktur. Eğer Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’dan başka biriyle de doğrudan doğruya konuştuğuna dâir sahîh bir rivâyet bulunursa, onun doğruluğu da kabul edilir.
O, Konuştuğu Kimseyi Yüceltir

Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile konuşması bir gerçektir ve bunda şüp­he yoktur. Bunun delili: “Allah, Mûsâ ile de bizzat kelâmıyla konuştu.”(Nisa,164) âyet-i kerîmesidir. Bu konuşmanın bir gerçek olduğu âyet-i kerîmede “teklîmen” mastarıyla pekiştirilmiştir.

Allah Teâlâ Mûsâ aleyhisselâm ile konuştuğu için, Mi’râc hadisinde geçtiği üzere, onun makamını yedinci kat semâya yükseltmiştir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin makamını ise hepsinin üzerine çıkarmış, “kaderi yazan kalemin cızırtılarını duyacak” seviyeye yüceltmiştir.(Buhârî, Salât 1, nr. 349, Hacc 76, nr. 1636, Enbiyâ 5, nr. 3342;)  Böyle bir zâtın Cenâb-ı Hak ile konuşması nasıl imkânsız olabilir veya uzak bir ihtimâl sayılabilir.

Dilediği peygamberlere dilediği özellikleri lütfeden ve bir kısmına di­ğerlerinden üstün dereceler veren Allah yüceler yücesidir.
Mi'râc'da Resûl-i Ekrem'in Rabbine Yakınlaşması

Mi’râc hadisi ile “Sonra indi, yaklaştı. İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.”(Necm,8-9) âyetinde geçen “inme ve iyice yaklaşma” konusuna gelince; müfessirlerin çoğuna göre bu yaklaşma, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Cebrâil aleyhisselâmın karşılıklı olarak biribirine yaklaştığını veya birinin diğerine yaklaştığını yahut da onlardan birinin Sidretülmüntehâ’ya yaklaştığını ifâde etmektedir.

Muhaddis ve müfessir Ebü’l-Feth er-Râzî’nin4 (v. 447/1055) naklettiğine göre Abdullah ibni Abbâs, âyetteki 'yaklaşan'ın Muhammed aleyhiselam olduğunu,onun Rabbine iyice yaklaşıp  sokulduğum söylemiştir.

Şöyle diyenler de olmuştur: Ayetteki “dena’ fiili yaklaşmak demektir:'tedella' iyice yaklaştı demektir. Bazıları, bu iki fiilin aynı mânaya geldiğini ve yaklaştı demek olduğunu söylemiştir.

Kırâat âlimi Mekki bin Ebî Tâlib (v. 437/1045) ile fıkıh âlimi Ebu Hasen al Mâverdi (v. 450/1058), Abdullah ibni Abbâs’ın şöyle dediğini rivâyet et­mişlerdir:

“Allah Teâlâ, Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yaklaşma özelliği ile tecelli etti, uçsuz bucaksız mülkünü ona gösterdi, emir ve hükmü onun gönlüne indi.”

Kıraat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş (v. 35i/%2) Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah Teâlâ, kulu Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yaklaşma özelliği ile tecellî etti, iyice yakınlaş­tı, ona kudret ve azametinden seyrettirmek istediklerini gösterdi.

Yine Ebû Bekir en-Nakkâş’ın nakline göre İbni Abbâs şöyle demiştir.

“Denâ” ve “tedellâ” fiilleri arasında takdim ve te’hir bulunmakta, bu durumda âyetin tefsîri şöyle olmaktadır: “Mi’râc gecesi, Refref Muham­med sallallahu aleyhi ve sellemin yanına geldi, o da onun üzerine otur­du, sonra da Refref, Cenâb-ı Mevlâ’ya yükseltildi, böylece Peygamber aleyhisselâm da Rabbine iyice yaklaştı.”
Şerh:''Refref, Mi’râc gecesinde Peygamber Efendimiz’i taşıyan “Burak” gibi bir binektir; ancak hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Refref kelimesi Kuran-ı Kerimde Cennetliklerin hâlini tasvir eden: “Yeşil yastıklara, güzel döşeklere kurulmuşlardır.”(Rahman,76) âyet-i kerîmesinde “yastık” anlamındadır. Refref’in, üzerine bineni rahat bir şekilde seyahat ettiren yastıklı bir yaygı olduğu anlaşıl­maktadır.''

Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

'‘Cebrail benden ayrıldı; o anda bütün sesler kesildi: Rabbimin şöyle buyurduğunu duydum: ‘Korku ve endişen yatışsın. Yaklaş, yaklaş»''

Sahih bir hadise göre, Enes ibni Mâlik Resûlullah sallallahu aleyhi sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Cebrail benimle birlike Sidretülmüntehâ'ya kadar çıktı. İrâdesini her durumda yürüten, yaratılmışların hâlini iyileştiren yücelik sahibi Allah ona iyice yaklaşıp yakınlaştı, İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın oldu. Ona dilediği emir ve nehiyleri vahyetti; elli vakit namazı farz buyurdu." Enes ibni Mâlik, bundan sonra Mi'râc hadisinin geri kalan kısmını rivayet etti.(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517.)

Tâbiîn muhaddis ve müfessirlerinden Muhammed ibni Ka’b el-Kuraâ (v. 108/726) şöyle demiştir:

“Ayette yaklaştığından söz edilen kişi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olup; o, Rabbine iki yay kadar yaklaşmıştır.'’

Ca fer ibni Muhammed es-Sâdık (v. 148/765) şöyle demiştir:

“Rabbi, Muhammed aleyhisselâma yaklaştı; bu yakınlık iki yay kadar oldu.”

Şu söz de ona âittir:

“Allah Teâlâ’ya yakınlığın sının yoktur. Kulların birbirine olan yakın­lığı ise sınırlıdır."

Yine Ca fer-i Sâdık şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ’nın kullanna yakınlığı mânevi olduğu için bu yakınlığın belli bir şekli yoktur. Bak, Cebrail'in Kendine yaklaşmasına nasıl engel oldu! Öte yandan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kalbine îmân ve ma'rifet konuldu; o da huzûr ve sükûna ermiş olan kalbiyle Cenâb-ı Hakk’a yakınlaştı; kalbindeki şüphe ve tereddütler yok olup gitti."


Yakınlaşma Ne Demektir?

Ey okuyucu! Şunu bil ki, burada söz konusu edilen Peygamber aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı, mekân ve mesâfe itibâriyle yakinlik değildir. Bu yakınlık, Ca’fer-i Sâdık’tan yukarıda naklettiğimiz gibi, belli bir yere, bir sınıra yakınlık da değildir. Bu, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemln Rabbine olan mânevi yakınlığını, O’nun katındaki mertebesinin yüceliğini, Allah'ı daha iyi tanımaya başladığını, Cenâb-ı Hakk’ın gayb ve kudretinin sırlarını müşâhede ettiğini gösteren bir hâldir. Cenâb-ı Mevla’nın Peygamber aleyhisselâma yakınlaşması ise, ona lütuf ve ihsanda bulunması, Cebrail’den ayrılıp yalnız kaldığında ona yakınlık gösterip yalnızlığını gidermesi, onunla konuşarak gönlünü ferahlatması ve ikrâmda bulunmasıdır.

“Rabbimiz her gece dünya semâsına iner.”(Müslim, Müsâfirin 168-172, nr. 758) hadisi nasıl te’vîl ediliyor­sa, Allah Teâlâ’nın Mi’râc’da Resûlullah’a olan yakınlığı da te’vil edilir. Bu tevillerden birine göre, Cenâb-ı Hakk’m “dünya semâsına inmesi” demek; O’nun lütfunun, nimetlerinin, cömertliğinin inmesi demektir.
Şerh:''Hadisin tamamı şöyledir: “Her gün, gecenin son üçte birinde yüce Rabbimiz dünya semâsına inerek şöyle bu­yurur: Bana duâ eden yok mu, onun duâsmı kabul ede­yim. Benden bir dilekte bulunan yok mu, onun dileğini yerine getireyim. Benden bağışlanma dileyen yok mu, onu affedeyim.”

Hadîs-i nüzûl diye anılan bu hadîs-i şerifi yirmi kadar sahâbî rivâyet etmiştir.

Ferganalı sûfî âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî (312/924) şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hakk’ın Resûl-i Ekrem’e lütfü keremiyle değil de hakiki mânada yaklaştığını zanneden kimse, arada maddî bir mesâfe bulunduğunu kabul etmiş olur. Allah Teâlâ’ya kendi gayretiyle yaklaştığını düşünen kimse ise, O’ndan büsbütün uzaklaşmış ve meselenin esasını kavramamış olur. Allah Teâlâ’ya maddî olarak yaklaşmak veya uzaklaşmak söz konusu değildir.


İki Yay Kadar Yakınlık

“İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.”(Necm,9) âyetindeki “yakınlık” şekilde düşünülebilir:

Birincisi, Resûl-i Ekrem'in Cebrâil aleyhisselâma değil de, Cenâb-ı Hakk'a yakınlığı. O takdirde bu yakınlık, gözle görülemeyen mânevi bir yakınlık anlamındadır. Allah Teâlânın Resûl-i Ekrem’inin mânevi derece­sini yükseltmesi, onu İlâhî sırlara vâkıf kılması demektir.

İkincisi, bu yakınlık Cenâb-ı Hakk'm, Resûlullah Efendimiz’in istek­lerini yerine getirmesi, dileklerini karşılaması, ona bol bol ihsânda bulun­ması ve mertebesini yüceltmesi demektir.

Ayette sözü edilen bu yakınlık, şu hadiste anlatılan yakınlık gibi yo­rumlanır:

Kim Bana bir karış yaklaşırsa,ben ona bir arşın yaklaşırım.Kim bana bir arşın yak­laşırsa,ben ona bir kulaç yaklaşırım.Kim Bana yürüyerek gelirse,ben ona koşarak varırım”
Şerh:Sahîh-i Buharı ve Sahîh-i Müslim'de bulunan bu hadi­sin Sahîh-i Müslim'deki rivâyetinin tamamı şöyledir:

“Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli vardır. Ya da tamamen affederim. Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım; kim Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım. Kim Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, Ben kendisini o kadar mağfiretle karşı-larım:”(Buhârî, Tevhîd 15, nr. 7405)

Bu yakınlık; Allah Teâlâ’nın, Kendisine ibâdet, tâat ve teslimiyetle yaklaşmaya çalışanların duâlarını yüce dergâhında kabul buyurması ve onların isteklerini süratle yerine getirmesi anlamındadır.



Bu yazı,Kadı İyaz Şifa-i Şerif Şerhi 1.cild'den alıntılanmıştır.

Şerh:M.Yaşar Kandemir







Devamını Oku »

Ebubekir Sifil Hoca'dan Abdülaziz Bayındır'a... "Mâide Sûresi/117 veNüzûl-i İsa(a.s.) Üzerine"

https://www.facebook.com/ModernizmMealcilikTarihselcilik/posts/820215148104536:0

(Uzun ama önemli bir makaledir, okuduğunuza değecektir inşaAllah.)

İnternette tesadüf ettiğim bir videoda Abdülaziz Bayındır Nüzûl-i İsa(a.s.) meselesi hakkında konuşuyor. Sadece belli bir kesitinin verildiği anlaşılan konuşmasına Bayındır, "İsa aleyhisselam tekrar inecek diye bir inanç vardır biliyorsunuz" diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:
"(...) Ebubekir Sifil bir yazı yazmış, nüzul-i İsa diye. Bunu bir söyleşi şeklinde dergilerinde neşretmişler. Ali Rıza Demircan bunlara (üsluba bakın!!) diyor ki: "Siz neden Maide suresinin 117. ayetini yazmamışsınız?" Çünkü Maide suresinin 117. ayetini yazarsanız tüm sistem çöküyor. Çok ısrar ettiği halde hâlâ yazmış değiller...."

Daha sonra "teveffî" kelimesini ela alıyor ve bu kelimenin manasını tayin için 11/Hûd suresinin ilk ayetine başvuruyor. Buradan hareketle Kur'an'da iki farklı manayı (uyku ve ölüm) anlatmak üzere geçen "teveffî/vefat" kelimesinin yine Kur'an tarafından açıklanmış olması gerektiğini, bu açıklamanın da Mâide suresinin 117. ayeti tarafından yapıldığını söylüyor.

Arkasından bu ayeti okuyarak meallendiriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: "(...) Bak mahşer günü ne diyor İsa aleyhisselam: "Sen beni vefat ettirdiğin zaman..." O zaman buradaki (3/Âl-i İmrân, 55 ayetindeki) vefat kelimesi hangi anlama geliyormuş? Ölüm anlamına geliyormuş. Artık "uyku"ya (uyku anlamına gelmesine) bir ihtimal var mı? İsa aleyhisselamın vefattan sonra dünyaya gelmesine ihtimal var mı?"

Ve final: "Ama bu ayetleri yazdığınız zaman İsa aleyhisselam tekrar gelecek diyemiyorsunuz. Bunu demek için bunları yazmamanız gerekiyor; gizlemeniz gerekiyor. (...) Ali Rıza hoca ısrarla söylediği halde, internete de baktım, yazılmamış. Şimdi tekrar ayetimize dönüyorum..."

Bayındır burada, belli ki daha önce üzerinde durduğu 2/el-Bakara, 159. ayetine getiriyor. "İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap'ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder" mealindeki bu ayet, benim "nüzul-i İsa (a.s)" konusundaki tutumumla birleşince ortaya benim, Allah Teala'nın Kitap'ta açıkladığı delilleri/ayetleri gizleyen, dolayısıyla Allah Teala'nın ve lanet edicilerin lanetini hak etmiş bir kimse olduğum şeklinde bir netice çıkıyor!!

Elbette bu tüyler ürpertici iddiayı cevapsız bırakacak değilim. İnşaallah bir sonraki yazıda konuyu genişçe ele alacağım. Ama burada bir şey söylemem lazım: Bir tarafta bu Ümmetin -yazdıklarının ve söylediklerinden haberdar olabildiğimiz ve görüşlerine ulaşabildiğimiz- uleması, öbür tarafta Bayındır ve onunla aynı çizgide saf tutan şirzime. Bayındır, hitap ettiği kitlenin gözünün içine baka baka, "nüzul-i İsa (a.s)" meselesinde kendisi gibi düşünmeyen bütün bir ümmeti Allah'ın ayetlerini gizlemekle, dolayısıyla lanete uğramış olmakla itham ediyor! Gerçekten "ürperti verici" bir savruluş...

el-Mâide, 117. ayeti Hz. İsa (a.s)'ın göğe çekildiği ve kıyamete yakın yeryüzüne tekrar ineceği inancını (Abdülaziz Bayındır'ın tabiriyle "sistemini") "çökertecek" bir muhtevaya sahip midir?

Bunu söyleyebilmek için bu ayette geçen "teveffî"nin "mevt" anlamına geldiğinin "kesin biçimde" ortaya konulması gerekir. Bayındır'ın kurgusu şöyle: Madem ki Allah Teâlâ’nın hitabı ve Hz. İsa (a.s)'ın cevabı bu ayete göre mahşer günü vuku bulacaktır. O halde Hz. İsa (a.s)'ın buradaki "felemmâ teveffeytenî: Sen beni vefat ettirdiğin zaman" ifadesi, "Sen beni öldürdüğün zaman" anlamına gelmektedir.

Hadise nedir? Alla Teâlâ Hz. İsa (a.s)'a, "İnsanlara beni ve annemi Allah'ın yanında iki ilah edinin diye sen mi söyledin?" diye sorduğunda Hz. İsa (a.s), "Sen bana neyi emir buyurduysan ben onlara ancak onu söyledim: "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" dedim. Ben içlerinde bulunduğum sürece onlara şahit olmuştum. Beni vefat ettirdiğin zaman üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun" diye cevap veriyor. Buradaki "Beni vefat ettirdiğin zaman" ifadesini niçin "Beni öldürdüğün zaman" diye anlamak zorundayız?

Bayındır'ın cevabı: Çünkü "vefat/teveffî" kelimesinin hangi anlamlara gelebileceği, Kur'an'da 39/ez-Zümer, 42. ayeti tarafından açıklanmış. Bunlar ya "ölüm" veya "uyku"dur. 5/el-Mâide, 117'de "uyku" kastedilmiş olamayacağına göre, Hz. İsa (a.s) "beni vefat ettirdiğin zaman" demekle, "beni öldürdüğün zaman" demiş olmalıdır.

O halde soralım:

1. "Vefat/teveffî" kelimesinin Kur'an'da biri "ölüm" ve diğeri "uyku" anlamında olmak üzere münhasıran iki anlamda kullanıldığını söylemek ne kadar doğrudur? Kelimenin anlamlarını tayin çalışmasında niçin 39/ez-Zümer, 42. ayetiyle sınırlı hareket etmek zorundayız? Yahudilerin "İsa'yı öldürdük" tarzındaki iddiasına cevap sadedindeki, "Onu ne öldürdüler, ne de astılar. Bilakis Allah onu kendisine yükseltti" diyen ayetlerde[1] geçtiği şekliyle "ruhu ve bedeni birlikte almak/yükseltmek" anlamını, işin içine "yorum" katmadan nasıl devre dışı tutabiliriz? Demek ki Kur'an'da "vefat/teveffî" kelimesi iki değil, üç anlamda geçiyor: Ölüm, uyku ve ruhla bedenin birlikte alınması.

2. Hal böyle olunca 5/el-Mâide, 117'de geçen "felemmâ teveffeytenî" ifadesinin, "Sen beni öldürdüğün zaman" anlamında değil, "Sen beni ruhumla bedenimle yeryüzünden aldığın zaman" anlamında olduğunun söylenmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?

3. Abdülaziz Bayındır, bir önceki yazıda aktardığım ifadelerinde 3/Âl-i İmrân, 55. ayetini okuyor, ama ayette geçen "ref’", "tathîr" gibi kelimeler üzerinde hiç durmuyor. Başka herhangi bir peygamber hakkında varit olmadığı halde Allah Teala sadece Hz. İsa (a.s)'a hitaben "Seni vefat ettireceğim, kendi (nezdi)me yükselteceğim ve kâfirler(in hile ve sinsi emellerin)den temizleyeceğim" buyuruyor. Ayetin bu hususiyetleri ve Hz. İsa (a.s) ile ilgili diğer ayetler bir bütün olarak ele alındığında gerçekten de Hz. İsa (a.s)'ın durumunun diğer insanların ve hatta diğer peygamberlerin durumundan farklılık arz ettiği hemen dikkat çekiyor. Bayındır bu ayetin bu hususiyetleri ve ilgili diğer ayetler üzerinde niçin hiç durmuyor?

4. Diyelim ki Kur'an'ın herhangi bir ayetinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ihtilafa düştük. Mü'min olma sorumluluğunu hakkıyla üzerinde taşıyan kişinin, meseleyi Hz. Peygamber (s.a.v)'e götürmek gibi bir mükellefiyeti yok mudur? Abdülaziz Bayındır, Hz. İsa (a.s)'ın öldüğünü ve artık yeryüzüne gelmeyeceğini açık ve kesin bir dille ifade eden bir hadis ve/veya Sahabe'den ve Selef'ten bir tek kişi gösterebilir mi? Bu ümmet 1400 yıl boyunca meseleyi sürekli olarak Hristiyanlarla münakaşa mevzuu ettiği halde, onların "İsa ölmedi" iddiasına mukabil niçin "Hayır, o öldü" dememiştir? Selefiyle, sonra gelen nesilleriyle bütün bir ümmet Mâide, 117'yi gizleyerek "İsa gelecek" derken Allah'ın ve lanet edicilerin lanetine müstehak oldu da bir tek Bayındır mı kurtuldu? Bu "cinnet" ve "hızlân" değilse nedir?..

Demek ki ortada Mâide, 117'nin çökerttiği bir sistem falan yok, Abdülaziz Bayındır'ın kurgusu tamamen indî/sübjektif yorumu var!

***

Abdülaziz Bayındır nüzul-i İsa (a.s) meselesi üzerinde dururken önce 11/Hûd suresinin başında yer alan ayetlere dayanarak şu tarz bir kurgu yapıyor: Eğer bir Kur'an ayetinde birden fazla anlama gelen bir kelime yer almışsa, hangi anlamın kastedildiği, mutlaka bir başka ayette açıklanmıştır.

3/Âl-i İmrân suresinin 55. ayetinde geçen "teveffî"nin ya "ölüm" veya "uyku" anlamında olabileceğini, hangi anlamın kastedildiğininse 11/Hûd suresinin başındaki ayete göre yine Kur'an'da belirtilmiş olması gerektiğini söyleyen Bayındır, sözü 5/el-Mâide, 117. ayetine getiriyor ve bir kısmını bir önceki yazıda aktardığım çıkarsamaya gidiyor.

Bu "kurgu" birçok bakımdan problemli.

1. Bayındır 11/Hûd suresinin ilk ayetinde geçen "uhkimet" ve "fussılet" kelimelerinin anlamlarını daraltıcı bir yoruma tabi tutarak, adeta kısırlaştırarak indî kurgusuna uygun hale getiriyor. Yer darlığı sebebiyle bu kelimelerin hangi anlamlara gelebileceği konusuna burada giremiyorum. Tefsirlerden bakılarak tahkik edilebilir.

2. Kur'an'da geçen müşterek kelimelerin geçtikleri yerlerde anlamlarından hangisinin kastedildiğinin münhasıran Kur'an'da aranması gerektiği şeklindeki bu kurgunun hiçbir ilmî değeri ve tutarlılığı yoktur. Ben burada Abdülaziz Bayındır'ın işlediği cürmü işleyip kendisini, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat ve ittibaı emreden, O'nun emrine muhalefet etmekten sakındıran, ihtilaflı işlerde O'nun hakemliğine başvurup verdiği hükme tam anlamıyla teslim olmadıkça iman iddiasının geçersiz olduğunu ilan eden... ayetleri gizlemek[2] suretiyle Allah'ın ve lanet edicilerin lanetine uğramakla itham etmeyeceğim. Ama bu tutumunun kendisine "acemi hırsız" mahcubiyeti yaşatmaktan öte bir neticesi olmayacağını söylemeliyim.

Abdülaziz Bayındır'ın bu "kurgu"su, küçük bir denemeyle gayri ciddiliği ortaya çıkarılabilecek kadar nahif ve sanaldır: Mesela Bayındır bize boşanmış kadınların bekleyeceği iddetin süresi bağlamında 2/el-Bakara suresinin 228. ayetinde geçen "kurû’" kelimesinin yahut 80/Abese, 31. ayetinde geçen "ebben" kelimesinin ya da 108/el-Kevser suresinde geçen "kevser" kelimesinin hangi anlamlarda olduğunu (örnekler çoğaltılabilir) sadece Kur'an'a dayanarak söyleyebilecek midir?

3. Bu kurgu, Abdülaziz Bayındır'da somut örneğini gördüğümüz üzere insanları kendi heva ve heveslerini Kur'an'a söyletme noktasına kadar götürebilecek kadar tehlikelidir.

Hz. İsa (a.s)'ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği inancı, ilgili Kur'an ayetlerinin delaleti yanında Efendimiz (s.a.v)'den tevatüren gelen rivayetlere dayanır ve Sünnîsiyle bid'isiyle bu ümmetin hemen tamamı bu inançtadır. 72'si merfu, 47'si gayri merfu olmak üzere toplam 119 rivayet bize "İsa gelecek" derken ve bu güne kadar "İsa gelmeyecek" diyen bir tek rivayet gösterilebilmiş değilken Abdülaziz Bayındır ve onunla aynı çizgiyi paylaşanlar bunun aksini söylüyorsa, durum tam da Abdülaziz Bayındır'ın söylediği gibidir:

"Açıklamayı Allah yapmaz da insanlar yaparsa, kim olursa olsun, karşı taraf bunu Allah'ın açıklaması zanneder; Allah'a itaat ettiği düşüncesiyle bir insana itaat eder. O insan kendisini Allah'ın yerine koymuş olur…"

Abdülaziz Bayındır, bu bayat numarayı daha ne kadar sürdürür bilemem; ama bildiğim bir şey var:

"Hz. İsa (a.s) kıyamete yakın yeryüzüne inecek" diyen hiç kimse, Kur'an'ın ilgili ayetleri hakkında kendi kafasından açıklama yapmıyor; tam aksine onlar Kur'an hakkında konuşma konusundaki en yetkili isme, Hz. Peygamber (s.a.v)'in açıklamalarına, mütevatir hadislere dayanıyor. "Açıklamayı yapan kim olursa olsun…" diyerek örtülü biçimde Sünnet-i seniyye'yi hedef tahtasına oturtmaya yeltenen, insanları –"Allah'a itaat" görüntüsü altında– kendi indî görüşlerine itaate çağıran ve Sünnet'i ve hadisleri bu ümmetin hayatından çıkarmaya çırpınan çağdaş bid'at ehli kendi seleflerinin yolunda yürüsün, Sünnet ve Cemaat ehli de kendi seleflerinin…

***

Abdülaziz Bayındır'ın, benim nüzul-i İsa (a.s) meselesi bağlamında 5/el-Mâide, 117. ayetini "gizlediğim" şeklindeki iddiası üzerinde durarak bu seriye son vereceğim.

Önce bir nokta üzerinde duralım: 2/el-Bakara, 159. ayeti, Kitap'ta indirilen "beyyinât" ve "hüdâ"yı insanlardan gizleyenlerin laneti hak ettiklerini haber vermektedir. Peki ben "beyyinât" ve "hüdâ"yı nasıl gizlemişim? Abdülaziz Bayındır'ın iddiasına göre, Hz. İsa (a.s)'ın nüzulü meselesi üzerinde dururken 5/el-Mâide, 117. ayetini gündeme getirmemiş olmak, onu gizlemek oluyor! Allah Teâlâ’nın indirdiği beyyinât ve hüdâ'yı gizleyenler laneti hak ettiğine, bu ayet de beyyinât ve hüdâ cümlesinden olduğuna göre nüzul-i İsa (a.s) bağlamında onu zikretmemek Allah Teala'nın ve lanet edicilerin lanetine uğramak için yeterli!

İmdi;

1. "Beyyinât" ve "hüdâ", eşyanın tabiatı gereği açıklık, kesinlik ve delalette "tartışma dışı" olmalıdır. Oysa 5/el-Mâide, 117. ayetinin "İsa (a.s) ölmüştür, tekrar gelmeyecektir" tarzındaki nev-zuhur iddiaya delaleti hakkında böyle bir durum söz konusu değildir. Bu serinin ilk yazısında da değindiğim gibi, mezkûr ayetin yer aldığı bağlamda Hz. İsa (a.s) hakkında "vefat-/teveffî" kelimesi geçiyor. Yani Hz. İsa (a.s), "Sen beni öldürdüğün zaman" demiyor; "Sen beni vefat ettirdiğin zaman" diyor. Dolayısıyla Hz. İsa (a.s)'ın kavmi üzerine şahitliğinin ölmek suretiyle değil, göğe çekilmek suretiyle son bulduğunu söylemenin hiçbir engeli yok. Hz. İsa (a.s)'ın göğe çekildikten sonra kavminin ne yapıp ne ettiğinden haberdar olmamasından daha tabii ne olabilir?

el-Hasenu'l-Basrî, "vefat" kelimesinin Kur'an'da "uyku", "ölüm" ve "göğe kaldırılmak" şeklinde üç anlamda geçtiğini söylerken Abdülaziz Bayındır önce meseleyi keyfemâyeşâ "uyku" ve "ölüm"le sınırlıyor, sonra da bu kurguya uymayan bir şey gördüğünde ilkel Haricî mantığıyla sağa sola lanet yağdırıyor!

2. İslam tarihi boyunca Hz. İsa (as.)'ın göğe çekildiğini ve kıyamete yakın tekrar yeryüzüne ineceğini söyleyip de 5/el-Mâide, 117. ayetine değinmeyen selef, halef, kelamcı, müfessir, şarih… kim varsa, Abdülaziz Bayındır'a göre Allah Teala'nın ve lanet edicilerin lanetine uğramıştır! Dolayısıyla mesele Ebubekir Sifil'le sınırlı bir mesele değil…

3. Ali Rıza Demircan hoca birkaç kere Daru'l-Hikme'ye geldi; muhtelif meseleler hakkında konuştuk, fikir alış verişinde bulunduk. Ama onun bize nüzul-i İsa (a.s) meselesi bağlamında 5/el-Mâide suresinin ilgili ayetlerini zikretmemiz konusunda –Abdülaziz Bayındır'ın tabiriyle– "ısrar ettiği" vaki değildir. Olsa olsa bu tarz bir konuşma bir kere cereyan etmiş ve orada kalmıştır. Abdülaziz Bayındır'ın hadiseyi, Demircan hoca bize bu mesele dolayısıyla birkaç kere gitmiş gelmiş ve ısrarla bu meseleyi gündeme getirmiş gibi takdim etmesi tam bir "saptırma"dır. Demircan hocanın durumu kamuoyuna açıklaması hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

4. Nüzul-i İsa (a.s) meselesini sık denilebilecek aralıklarla yazmış/konuşmuş birisi olarak benim 5/el-Mâide suresinin ilgili ayetlerini gündeme getirmekten ısrarla kaçındığım şeklindeki iddiasında Abdülaziz Bayındır "müfteri"dir ve itiraf edeyim bu sıfat kendisine hayli yakışmıştır!

Benim bu mesele hakkında bir şey söyleyip söylemediğimi tahkik etmek maksadıyla araştırma yaptığını söylerken de doğruyu söylemiyor Abdülaziz Bayındır. Zira gerçekten öyle bir araştırma yapmış olsaydı,ebubekirsifil.com veya milligazete.com.tr adreslerinden birinde mutlaka hakikatle yüzyüze gelirdi.

Ar damarı çatlamamışsa eğer aşağıda zikredeceğim yerlere baksın, sonra da o talihsiz konuşmayı yaptığı kitlenin önüne bir daha çıkarak, benden değil –çünkü benim nezdimde Abdülaziz Bayındır'ın özrüyle kabahati arasında bir fark yok– ama yanılttığı kitleden özür dilesin!

Ebubekir Sifil Hocaefendi

Dipnotlar;

[1] 4/en-Nisâ, 157-8.

[2] Ayetleri "gizlemek" sadece "gözden kaçırmak" şeklinde olmaz; yorum cambazlıklarıyla anlam çarpıtmalarına gitmek de bir tür "gizleme"dir.

kaynak:https://www.facebook.com/ModernizmMealcilikTarihselcilik/posts/820215148104536:0
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız ? 2.Bölüm



Kuran-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız ? 2.Bölüm

Kur'an'ı Kerim'i anlamada bir problem olarak "modern zihniyet"

Buraya kadar önce Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yolu yordamı konusunda bir ufuk olarak Ashab’a işaret ettik ve Ashab’ın Kur’ân-ı Kerim′i, Peygamber’e ittiba ile Peygamber’i takiple anladığını, yani hoca talebe ilişkisinde olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'i Peygamber’in dizinin dibine oturup ondan aldıkları çok yönlü eğitimle anladıklarını konuştuk. Daha sonra Kuran-ı Kerim'i anlamanın değişik imkânlarını ve yollarını konuştuk.

Son olarak şunu konuşabiliriz: Kur’ân-ı Kerim′i anlamamızı güç kılan, buna engel teşkil eden hususlardan görebildiğim önemli bir husus var ‘’zihniyet meselesi’’. İçinde bulunduğumuz toplumda çocukluktan itibaren örfler, adetler, aile içi kültür, sokak kültürü, eğitim, çevreden bilinçaltınıza sızan şeyler var. Sokak, iş hayatı, oralardaki ortamlar, yaygın kabuller ve toplumda adeta teneffüs ettiğimiz hava gibi ruhumuzun gözeneklerinden içeri devamlı sızan, çevreden bize sirayet eden bir bilinçten söz etmek gerekiyor.

Bunlar bizde zaman zaman refleksler ve ani tepkiler olarak ortaya çıkıyor, ama biz bu bilincin farkında olmuyoruz. Ne zaman ki bu bilinci tahrik eden bir söz duyuyor veya bir davranışla karşılaşıyoruz anında bizde bir tepkisellik oluşuyor ve bunun üzerine demek ki bizim o sözün içeriğine aykırı, onunla taban tabana zıt bir bilincimiz varmış o zaman anlıyoruz. İşte bizim "modern bilinç" diyebileceğimiz bu bilinç Kur’ân-ı Kerim′i anlamada görebildiğim çok önemli bir engel.

Kur’ân-ı Kerim âyeti bile olsa okunan şey bizde hemen reflektif olarak bir tepkiye yol açabiliyor. Bunu Kur’an ayet-i olduğu için cesaretle dile getiremiyoruz bazen hayâ ediyoruz veyahut cesaret edemiyor kendi kendimizi sorguluyoruz, üstünü örtüyor bastırıyoruz ve geçiyoruz. Ama kesinlikle o içimizde bir tepkiye neden oluyor. Bir oluyor, iki oluyor, üç oluyor ve belki bir yerde sorgulama süreci başlıyor ve bir gün bir yazarı alıyor okuyorsunuz, o yazar bakıyorsunuz çok modern yorumlar yapıyor, ayetlere çok farklı açılımlar getiriyor ve siz “aha benim problemimi bu adam çözdü” diyorsunuz, rahatlıyorsunuz. Kendinizce ayetin doğru açıklamasını görerek gereksiz bir iman krizinden kurtulmuş oluyorsunuz. Ve ondan sonra işin arkası geliyor; bugüne kadar biz Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlamışız, bugüne kadar hocalar bize Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlatmış edebiyatına başlamış oluyorsunuz.

Konuya dönecek olursak şu halde Kur’ân-ı Kerim′i saf haliyle nazil olduğu dönemde Allah Resulü'nün dilinden kelimeler dökülürken Ashab onu nasıl anladı ise o şekilde anlayıp hazm etmemize engel olan bizde böyle bir bilinç ya da bilinçaltı var dedik. Bu bilinçaltı âyetleri olduğu gibi özümseme konusunda mani teşkil ediyor ve bizi tepkiselliğe itiyor. Bu böyle olamaz diyor ve zorlanıyoruz. Bir izah istiyor, tevil getiriyor, şöyle olmalı, böyle olmalı diyor ve âyet-i kerimeyi rahatlayabileceğimiz, tatmin olabileceğimiz bir anlama çekiyor ve rahatlıyoruz.

Bunu bir örnek üzerinden anlatalım:

فَإِنْخِفْتُمْأَلَّايُقِيمَاحُدُودَاللَّهِفَلَاجُنَاحَعَلَيْهِمَافِيمَاافْتَدَتْبِهِتِلْكَحُدُودُاللَّهِفَلَاتَعْتَدُوها Bu âyet-i kerime şunu anlatıyor: Eğer siz de onların/karı-kocanın hudud-u İlâhîyyeyiikâme edemeyeceklerinden korkarsanız (huzursuzluk o raddeye varmış ki artık bundan sonra bunlar Allah’ın hududunu çiğner, bundan sonra bu evlilik hayır getirmez derseniz) o takdirde kadının kocasına fidye vermesinde bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur. Bunlara tecavüz etmeyiniz. (Bakara, 229)

Bu âyet-i kerimeyi duyduğunda modern insan şaşırıyor. “Allah Allah! Ortada bir huzursuzluk var ve bunun bedelini kadın ödüyor, ne alaka” diyor. Bugün diyorlar ya! Kur’ân-ı Kerim′in dilinde de ataerkillik var, erkek egemen kültürün izleri var. Belki burada bir şeyleri tahrik etmiş olacağım ama bir soruna da işaret etmiş olacağıma inanıyorum. Cevabını soru cevap faslında daha sonra konuşuruz. Şimdi bu âyet-i kerime bugün bizim gerek mevcut hukuki yapı gerekse modern bilincimiz itibariyle anlamakta güçlük çektiğimiz bir âyet-i kerimedir. Bizde eşlerden birinin boşama hakkı diye bir şey yoktur. Boşama hakkı devletindir. Yani evlenmek bizim irademizledir, ama boşamak bizim irademizle değildir.

Boşanmak istiyorsanız bunu devlete, yargıya gider sunarsınız. Yargı uygun görürse o zaman boşar ya da sizin boşanma yönündeki iradenizi onaylar. Bu erkek olabilir kadın olabilir fark etmez. Bu konuda erkeğin kadına imtiyazı olmadığı gibi kadının da erkeğe imtiyazı yoktur. Bugün mer’î hukuk böyle. Ama fıkhımızda böyle değildir. Fıkıhta boşama hakkı erkeğindir. Erkek baktı olmuyor eşini boşayabilir.

Kadının istisnai haller dışında boşama hakkı yoktur. Bu âyet-i kerime diyor ki, aradaki huzursuzluk Allah’ın hududunu çiğnemeye itecekse (mesela boşama hakkı erkekte olduğu için erkek boşamaya yanaşmıyor. Kadının da tek taraflı boşama hakkı olmadığı için kadın da ayrılmak istiyor, ama ayrılamıyor) Bu âyet-i kerime hul' yapsın (kadın kocasından almış olduğu veya alacağı mihrinden vazgeçsin fidye versin; “tamam bey ben senden mihir almıştım, şu kadar, buyur mihir senin olsun”. Veya alacağı mihir vardır “ondan ben vazgeçtim beni boşa” desin ve o şartla boşansınlar) diyor. Yani eğer ortada erkeğin haksız tutum ya da davranışı sözkonusu değilse kadının tek taraflı boşanma hakkı ancak bir bedel ödemek suretiyle vardır.

Şimdi biz böyle bir hukuki düzenin içerisinde olmadığımız ve dolayısıyla bizdeki bilinç böyle olmadığı için bu âyet-i kerimeyi anlamakta güçlük çekiyoruz. Hatta bir adım daha öteye gidip de bu âyet-i kerimenin üzerinden bir takım sloganlar söylemler üretenler de var. Bu ayrı bir tartışma konusu, buraya girmeyeceğiz. Yani neden talak hakkı erkeğin elindedir de kadının elinde değildir? Nitekim bunun izahı da vardır buraya girmeyeceğiz. Ama şu an bizim için konunun örneğe taşındığı yönü önemli. Bizim şu anki modern durumumuz bu âyet-i kerimenin içeriğindeki espriyi anlamamızı engelliyor. Dolayısıyla âyet-i kerimenin mealini duyduğumuzda bir irkilme yaşayabiliyoruz.

Şu halde Kuran-ı Kerim'i anlamak için gerekli bilgi donanımına sahip olsanız bile bu Kur'an-ı Kerim'i doğru anlamanızı garanti etmeye yetmez. Bunun yanında zihniyet olarak da Kur'an-ı Kerim'i anlamaya yatkın olmanız gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in önünde diz çöktüğümüzde onunla çelişen değerler üzerine kurulu modern bilincimizden arınmamız icabediyor. Artık Kur’ân-ı Kerim′in karşısında rezervlerimizin olmaması gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in muhtevasını sorgulayacağımız kafamızda önceden oluşmuş bir takım sabit kıstaslar olmaması gerekiyor. "Kur’ân böyle diyor; ama’’ diyerek ikinci bir kıstası, ikinci bir bilgi değerini, hüküm/yargı değerini ortaya koyamamamız gerekiyor.

Vahiy mi ictihad mı?

Buna Sahabe’den çok açık bir örnek vereyim, Sahabe zaman zaman kendi insanî ya da toplumsal tecrübesine, hayat kıstaslarına aykırı bulduğu, hatta yanlış gördüğü bir şeyi Allah Resulü'ne açarken kullandığı ifadelerle bize çok önemli bir ders veriyor. Bedir’i hatırlayın. Bedir'de henüz müşrikler mevzilenmeden önce Allah Resulü müminlere hitaben diyor ki: "Buraya mevzilenelim.’’ Savaş tecrübesi fazla olan bir sahabî de diyor ki: "Ya Resulellah bunu vahiyden mi söylüyorsun yoksa kendi re'yinden mi söylüyorsun?’’ Allah resulü ’’kendi re’yimden söylüyorum’’ deyince "öyleyse buraya değil, şuraya mevzilenelim’’ diyor.

Biz hep bu misali şöyle düşünüyoruz “görüyorsun bak, sahabe Allah resulünden bile bir şey duyduğu zaman ona fikir tavsiye edebiliyor, Peygamber’le istişare edebiliyor, Peygamber de görüyorsunuz ümmetten bir ferdin görüşünü alıyor, yanlıştan rucu edebiliyor. Bu bir erdemdir ve bu İslam'da fikir ve ifade özgürlüğünün ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösterir.’’ Bu hadiseden böyle bir çıkarım yapıyoruz ama şurayı es geçiyoruz; sahabe doğrudan kalkıp da “bu doğru değil ya Resulellah” demiyor. Kendi doğrusu var, o hayat tecrübesi, onun doğru olduğuna adı gibi emin. Ama dikkat edin, Allah Resulü’nün talimatı karşısında fikrinden emin olduğu halde yine de bir ihtiyat payı bırakıyor. Önce vahiy mi değil mi onu soruyor. Doğrudan kendi fikrini ortaya atmıyor.

Burada edep ve üsluptan öte sahabenin taşıdığı imanî bir hassasiyet var. Diyor ki bu vahiy midir yoksa re'y midir? Allah Resulü vahiydir dese, o sahabînin yapacağı şey, peki o zaman, başüstüne demek olacak. Vahiy midir yoksa re'yin midir sorusundan anlıyoruz ki o sahabî “vahiydir” cevabını aldığında susacak. İşte bizim bugün yitirdiğimiz iman meziyetidir bu. Vahyin karşısındaki konumumuz, duruşumuz! İşte Ashab’ın vahiy karşısındaki pazarlıksız, rezervsiz duruşu da bu! Bir mukayese edelim.

Şimdi ayet okunduğu zaman bizde ne var? Bir takım refleksler var, bu ayet ve benzer birçok ayet. Vakit kısıtlı olduğu için izaha girmem mümkün olmuyor. Bu bakımdan izahını yapamam da kafaları karıştırmış olurum diye korkuyorum. Ama şunun bir ilke olarak benimsenmesi gerekli; âyet-i kerime okunduğu zaman ya da sahih bir hadisi duyduğumuz zaman bizde de o sahabîdeki hassasiyetin olması lazım; bu vahiy midir, yoksa içtihat mıdır? İçtihat ise ve o konuda ihtisasımız varsa o zaman benim de bir görüşüm var, yok vahiy ise şu halde ben vahyi sorgulamam, kendi bildiğimi sorgularım diyebilme hassasiyeti.

İşte bu âyet-i kerime ve daha birçok âyet-i kerimede karşılaşabileceğimiz bir durumdur bu. Şu halde demek ki bu son anlattıklarımla ifade etmek istediğim şu; Kur’ân-ı Kerim′i doğru ve eksiksiz anlamanın birinci şartı Kur'ân-ı Kerim'in önüne pazarlıksız oturmak. Kur'ân-ı Kerim'le bir ansiklopedi için olduğu gibi bilgi alışı ve takibi suretinde bir ilişkimiz olamaz. Kur'ân-ı Kerim bizim için beynimizi, ruhumuzu, gönlümüzü yıkayan, arındıran, gerekirse yıkıp sıfırdan inşa eden bir kitaptır; dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim karşısında biz, yeniden inşa olmaya gelmiş bulunan, ondan önceki inşasını yok sayan, kendisini adeta her türlü şekle, kıvama sokulmaya hazır gören ve bu teslimiyet duygusuyla bir hamur gibi şartsız ve rezervsiz insanlar olmalıyız.

Böyle yaptığımız takdirde Kur'ân-ı Kerim bizim için hidayet kaynağı olmuş olur. Okuduğumuz ayet modern değerlerle örtüşmediğinde hemen bir refleksle karşı koyarak "bu ayetin manası, muradı bu olamaz; mutlaka başka bir şey olmalı ama o anlam ne? Bunu mutlaka bulmam lazım" deyip de ayete hemen bir takım modern çözümler, teviller aramanın takıntı olduğunu ve yanlış olduğunu ifade etmek istiyorum.

Sonuç

Hasıl-ı kelam Kur'ân-ı Kerim’i nasıl anlamalıyız, sorusuna kendimce önemli bulduğum üç husus üzerinden değinmek istedim. Özetleyecek olursak birincisi, Kur’ân-ı Kerim′i en doğru biçimde anlamanın yolu sahabeyi anlamaktan geçer dedik. Ve sahabenin Kur’ân-ı Kerim’i anlama konusunda Peygamber’le kurmuş olduğu o ilişkiye dikkat çektik. Ve dedik ki bu ilişki münhasıran Peygamber’in önüne diz çöküp de "ya Resulallah şu ayet ne manaya gelir? Anlat bana" şeklinde bir ilişki değildi. Sahabe Peygamber’i takip ediyor, Peygamber’den ne gördüyse alıyor, onu içselleştiriyor, böylece dolaylı olarak Peygamber’den Kur'ân′ın anlamını da almış oluyordu.

İkincisi Kur'ân-ı Kerim’i anlamanın yegâne yolu kelime ve cümleler üzerinden teknik anlamıyla tefsir, tercüme ve meal dediğimiz yöntemleri takip etmek değildir. Kur'ân-ı Kerim’i anlamanın çok daha geniş ufuklu bir yolu vardır o da Kur’an üzerine inşa edilen anlam zemini üzerine tesis edilen İslamî ilimleri; fıkhı, tasavvufu, akideyi ve kelamı anlamak. Bunlar üzerinden de biz Kur'ân-ı Kerim’i anlayabilir onu detaylı biçimde hayatımıza uygulayabiliriz. Kur'ân-ı Kerim’le bir ülke, Kur'ân-ı Kerim’le bir medeniyet inşa edebiliriz. Aksi takdirde İslamî ilimlerle Kur'ân-ı Kerim’i birbirinden ayırırsanız elinize sadece ve sadece mealler ve duvarlara tabela yapıp asabileceğiniz, sloganlaştırılmış ayetler kalır.

Ve üçüncü olarak dedik ki, Kur'ân-ı Kerim’i en orijinal haliyle, indirgemesiz, sıhhatli ve en samimi biçimde anlamanın bir şartı vardır. Kur'ân-ı Kerim’e modern bilincimizden, çocukluktan itibaren almış olduğumuz, ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın, zihnimizin gözeneklerinden içeriye sızan bilinçten kendimizi soyutlayıp arınarak, en azından o bilincin tepkiselliğine kendimizi kaptırmadan ayetleri okuyup Kur'ân-ı Kerim’i sağlıklı bir biçimde anlamanın birinci ve en önemli şartı olduğunu söyledik. Ve bunu bir örnek üzerinden ele aldık… Allahua'lem…

Soru: Hocam, Kur’ân-ı Kerim’i anladığı tescillenmiş kişilerden bahsetmiştiniz. Yani kişi beynindekiyle hareket eder. Hareketlerine göre tanırsınız o kişiyi. Bir kişinin Kur’ân-ı Kerim’i anladığına kim karar verir?

Talha Hakan Alp Hoca: Kur’ân-ı Kerim’i en doğru anlamıyla anladığı tescillenmiş kişi ya da topluluk deyince tek bir topluluk akla gelir; o da Ashab’dır. Kur’an-ı Kerim ve tarih tarafından tescillenmiştir bu. Onun dışında siz belki “falan şahıs Kur'ân-ı Kerim’i en doğru biçimde anlamıştır” diyebilirsiniz; ama “bu bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından tescil edilmiştir” diyemezsiniz. Bu mümkün değildir. Şu da var; sen “falan kimse Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyor” dersin; ama böyle demekle aslında zımnen şunu da demiş oluyorsun: “Ben Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyorum ve onun da doğru anladığına hükmediyorum.”

Peki, senin doğru anladığının garantisi nedir? Bu, işin içine öznelliğin karışmasına yol açar. Bu durumda herkes kendine göre konuşur, kendi inançları, eğilimleri doğrultusunda hükmeder. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’i en doğru kim anlar, Kur’an-ı Kerim’in en doğru anlamı nedir gibi sorulara kişilerin ve muhtelif eğilimlerin etki alanına girmeden mutlak bir cevap verebilme imkânı da olmalıdır. Yoksa Kur’an-ı Kerim’in belli ve sabit bir anlamı yok demektir. Bu ise tam bir düşünce kaosu, zihniyet krizidir. Oysa Kur’an-ı Kerim hidayet kitabıdır. Doğruya, hakikate yönelten, irşad eden, kafa karışıklığını gideren bir rehberdir.

O zaman mesele şu; Kardeşimizin de dediği gibi buna kim hükmedecek, hükmetme yetkisi kime aittir? Bu yetki eğer sana, bana, ötekine verilirse o zaman herkes birilerinin Kur’ân-ı Kerim′i doğru anladığına hükmedecektir. Çünkü herkesin bir şekilde onaylayacak ya cemaatinden ya çevresinden bir rehberi var demektir. Şu halde bu sadece Allah’ın onayladığı kimseler olmalı, senin benim değil. Bu da Kur'ân-ı Kerim’de tescil edilmiş رضياللهعنهمورضواعنه ve benzeri birçok âyet-i kerimeyle bu sadece ve sadece Ashab’a ait görülmüştür. Ashab’ın, Allah’ın kendilerinden razı olduğu bir nesil olmayı başarmaları, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’i doğru ve tam anlamış olmalarının gereğidir. Ayrıca Allah Rasûlü’nünörnekleştirmiş olduğu bir nesil olması itibariyle de Ashab, sadece Kur’an-ı Kerim’i doğru anlayıp hidayeti bulmuş bir nesil değil, bunun yanında Kur’an-ı Kerim’i anlama ve hidayeti bulma konusunda önder bir nesildir.

Her şey bir tarafa, eğer Allah Rasûlü’nden sonra Kur'ân-ı Kerim lafız ve anlam olarak bize orijinal haliyle intikal etti diyorsak, dinin tahrif edilmediğinden emin olabiliyorsak Ashab’ın Kur’an-ı Kerim’e verdiği anlamın, tefsirin doğru olduğuna da iman ediyoruz, etmeliyiz demektir. O zaman bugün Kur’an-ı Kerim’i en doğru biçimde anlayan, tefsir eden kimselerden değil de, bu konuda bazı kriterlerden söz etmek daha doğru olur. Nedir bu kriter? En temelde kriter şu; Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber Efendimiz’in sünneti ve Ashab’ın söz ve sireti çizgisinde anlamak, gerek tefsir alanında gerekse dini ilimlerin diğer alanlarında onlardan sahih yolla nakledilen müktesebatla çelişecek bir anlayış tarz ve üslubundan uzak durmak.

Soru: Normalde önce Kur'ân-ı Kerim yani tefsir ve vahiyle muhatap olup bilgilenip kaynaştıktan sonra ilme yönelmek sanki daha doğru… Veya böyle bir kültürden geldiğimiz için herhangi bir şahsın düşüncelerini ya da farklı fikirleri edindikten sonra pek verim alamayacağımızı düşünüyorum. Yani kişi Kur’an`la muhatap olmayınca kişilerin fikirleri ile ne derece isabetli olacak?

Talha Hakan Alp Hoca : İnsan bir şeyi anlarken ne kadar “ben nesnel düşünüyorum” derse desin, onu şu veya bu ölçüde öznelleştirmiş olur. Bu her anlama faaliyetinde böyledir. Yani insanın kendi anlayışından bir iz bırakmaması mümkün değildir. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken belli kriterlere bağlı kalmak gerekliliği de bunun önüne geçmek içindir. Biz Sahabe’nin anlayışını da bir insan tarafından değil, Allah tarafından tescil edildikleri için esas kabul ediyoruz. Demek ki insanın anlama faaliyeti sırasında felsefi olarak öznellik riski bulunması Kur'ân-ı Kerim’in sıhhatli biçimde anlaşılamayacağı anlamına gelmiyor. Kriterlere yani kadim ifadesiyle “tefsir usulü”ne bağlı kalındığı sürece Kur'ân-ı Kerim tabiî ki sıhhatli biçimde anlaşılır, anlaşılmalıdır. Başka türlü siz Kur’an-ı Kerim’in ya evrenselliği ilkesine ya da ilahî kelam olması gerçeğine olan imanınızdan vazgeçmelisiniz.

Eğer bugün Kur’an-ı Kerim’i sıhhatli biçimde anlamak mümkün değilse o bugüne hitap etmiyor demektir. Dolayısıyla evrensel bir hitap değildir. Yok eğer Kur’an-ı Kerim evrenseldir; ama her zaman ve zeminde insanlar ona kendi tarihsel zeminlerine göre farklı farklı anlamlar yüklerler deniyor ve böylece onun sabit ve mutlak anlamı olmadığı söyleniyorsa bu hem Kur’an-ı Kerim’in evrenselliği hem de ilahîliğine gölge düşürür. Evrenselliğine gölge düşürür; çünkü Kur’an-ı Kerim sadece lafzıyla bir kitap değildir. O hem lafzıyla hem de anlamıyla kitaptır. Lafzı değişmez ama anlamı değişebilir diyorsanız bu, anlamı açısından da olsa bir yönüyle değişebileceği, dolayısıyla evrensel olmadığı sonucunu doğurur. Ayrıca insanlar farklı tarihselliklerde Kur’an-ı Kerim’e farklı anlamlar yükleyebilecek olursa burada anlamı insan belirlemiş, yani anlamın öznesi insan olmuş demektir.

Dediğimiz gibi söz sadece lafzıyla söz değildir, hem lafız hem de anlamıyla sözdür. Eğer lafzı Allah’a ait, anlamı insana ait olursa bu kelamın Allah’a ait olduğunu yani Kur’an-ı Kerim’in bugün Allah kelamı olduğunu ileri süremezsiniz. Daha doğrusu ortada bir kelam mı kalır ki onun Allah’a ait olduğunu konuşabilelim.

Şu halde biz Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken Ashab’dan tevarüs ettiğimiz birikimi esas almakla Kur’an-ı Kerim’le aramıza yabancı bir kültür ve düşünce engeli sokmuş olmuyoruz; aksine –başta kendi kültür ve düşüncemiz olmak üzere- yabancı kültür ve düşüncelerden kurtulmuş, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaşmış oluyoruz. İslamî ilimler de bize Ashab’dan tevarüs edilen bu birikimi sunuyor. Sistemleşmesi itibarıyla bu ilimler sonraki dönemlere tekabül etse de öz itibarıyla Ashab’a dayanırlar.

Sözün başında şunu söylediniz: “tamamen arıtılmış, boş bir zihinle, kalple Kur'ân-ı Kerim′e yaklaşmak, önünde diz çökmek bu nasıl mümkün olur?” Gene bir takım bilgileri aldıktan sonra biz Kur'ân-ı Kerim′e ancak gidebiliyoruz. İşte medrese eğitimine bakın tefsir dersleri ne zaman başlıyor? İlk dönemde başlamıyor, önce bir temel veriliyor talebeye daha sonra başlanıyor. İlk dönemde temel dini bilgiler, ilmihal, sonra basit fıkıh kitapları, akait kitabı okuyorsunuz. Yani önce Kur’ân-ı Kerim′in anlam örgüsünün farklı hayat pratiklerini görüyor ve böylece kendi hayat pratiklerinin etkisinden kurtuluyorsun.

Kur’an-ı Kerim’in yine anlam örgüsünden çıkan temel inanç ve düşünce ilkelerini (usulüddin, kelam) görüyor böylece modern düşüncenin etkisinden kurtuluyorsun. Böylece hem bir alt yapı çalışması yapmış oluyorsun hem de Kur’an-ı Kerim iklimine, onun kavram dünyasına girmiş oluyorsun. Şimdi siz bunun yanlış olup olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in öz anlamına varma konusunda bir engel teşkil edip etmeyeceğini mi soruyorsunuz, bunu tam olarak anlamadım.

Aynı dinleyici sorusunu açıklıyor: Yani İslamî kimliğe sahip olmayan bir kimseye tebliğ yaparken Kur’ân-ı Kerim′i mi önereceğim yoksa ilmihal kitabını mı önereceğim?

Talha Hakan Alp Hoca: İlmihal tavsiye edeceksiniz. Ve tavsiyem -aynı zamanda benim düşüncemdir- insanlara meal tavsiye etmeyin; otursunlar Kur'ân-ı Kerim okusunlar. İnsanlara tefsir dersi yapmayı iki ciltlik, üç ciltlik tefsir okumayı da önerebilirsiniz. Yanlış anlaşılacak yerlerde kayıt getiren, açıklama getiren ve böylece okuyucuyu uyaracak, ona istikamet telkin edecek tefsirler tavsiye edebilirsiniz. Ama açık konuşmak gerekirse bu da çok sağlıklı bir yöntem değil. En sağlıklı yöntem insanları liyakatli hocalara çağırın. Yetkin hocalara, mürşitlere ve muallimlere çağırın. İnsanlara dini onlar anlatsınlar, bizzat problemlerine tanıklık etsin, problemlerini bizzat onlar çözmeye kalksınlar. Biz maalesef kitap kültürünü yaygınlaştırmak suretiyle ilimle âlim arasındaki bağı kopardık. İlmi cansız kitaplardan aldık, âlimlerden uzaklaştık.

Bakın bir hassasiyettir bu, geçmişte şunu savunan insanlar vardı: Ölmüş bir insanı taklit etmek caiz değildir. Ve bir grup âlim ölmüş bir âlimin taklit edilemeyeceğini ileri sürdü. Çünkü ölmüş bir âlimle aranda canlı bir bağ yoktur. Bir meselede kafan karıştı. Allah Allah! Falanca âlimi taklit ediyorsun; ama kendisi hayatta değil. Nasıl yanına gidip kendisine soru soracaksın? Arada canlı bir bağ olması lazım. Buradan mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi taklit eden Hanefîleri ya da diğer mezhep imamlarını taklit eden diğer mezhep müntesiplerini tenkit malzemesi çıkarılmasın. Çünkü bu mezheplerin halen yaşayan âlimleri var. Kendilerini bu mezheplerin ictihadları üzerinde yetiştirmiş, mezhebi iyi bilen fakihler var. Ve bugün söz konusu mezheplere müntesip kimseler bir sorunla karşılaştıklarında gidip ilgili kimselere danışıyor, soruyor ve meselesini çözüme kavuşturabiliyor. Arada sadece cansız kitap yok, yaşayan mezhep müntesibi âlimler de var.

Dediğim gibi kitap, ilmin kaynağı ile aramızdaki bu canlı bağı kopardı. Hani “yazar öldü[1]” diyorlar ya onun gibi bir şey. Okuyucu var, okuyucu istediği gibi anlıyor. Aradaki boşlukları kendince dolduruyor, çıkaracağı mesajı kendisi çıkarıyor. Metne kendisi anlam yüklüyor. Yazarın kastıyla okuyucunun anladığı örtüşmeyebiliyor. Yazılı iletişimle sözlü iletişim arasındaki ifade farkını bir tarafa koysak bile biz yine dini bilenlerinden öğrenmeliyiz. فَاسْأَلُواأَهْلَالذِّكْرِ “Bilmiyorsanız Kur’an erbabına gidin sorun, bilenlere gidin sorun.” Bu sadece soru sormak demek değildir, “onlardan isteyin, tahsil edin” de demektir. Nitekim Ashab’ın bu yolu takip ettiğini daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla insanlara “buyur meal oku” denmesinin doğru bir yol olmadığını; bilakis onlara anlayabilecekleri dilde, belki ilmihal genişliğinde olmayabilir ama mesela temel dini bilgiler düzeyinde kitaplar tavsiye etmek gerektiğini düşünüyorum.

Onlara itikadını anlatacak, anlaşılabilir bir dille fıkhını ve ahlakını anlatacak, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in ve Ashab’ın hayatını anlatacak kitaplar tavsiye etmeliyiz. Fakat bu kesinlikle insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmak değildir. Sakın böyle bir yanılgıya düşmeyin. Bu kitapları okumak insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmıyor. Aksine bu, Kur’ân-ı Kerim′i yaşanabilir, uygulanabilir pratikler halinde, mufassal biçimde ve bir program olarak insanların önüne koymaktır. Bu kitapların muhtevası için harcanan bütün işçilik bunu sağlar; yoksa bu muhteva bizi Kur’an-ı Kerim’in dediğinden uzaklaştıracak bir açılım ya da yönelime sevkedecek keyfi ve indi yorumlar değildir.

Önce de ifade ettim, ilmihalde onlarca sayfa süren namaz bölümünü okuyun. Bunlar أقيمواالصلاةâyet-i kerimesinin açılımıdır. Ancak yine de insanların ayetlerle bunun ötesinde bir bağı olmalı tabii ki. Belki de bunu geleneksel toplumda vaizler yapıyordu. Vaizler ayetler üzerinden konular seçiyorlardı. İnsanlara hemen de ahkâm ayetlerini okumanın bir anlamı yoktu. İşte sabırla ilgili ayetler, işte tevekkülle, Allah korkusuyla, geçmiş ümmetlerin kıssaları vs. ile ilgili ayetler üzerinden o yılın vaaz programına göre insanlara vaaz ediyorlardı.
Bu vesileyle bol bol ayet okuyorlar, ayetlerin mana ve tefsirini insanlara vermiş oluyorlardı. Varsa ayetin sebeb-i nüzulü anlatılıyor, varsa diğer nüktelere temas ediliyordu.

Düzeyli ve nitelikli bir vaazdan bahsediyorum. Konuları her seferinde değişen, yenilenen bir vaazla irtibat bu şekilde kurulabiliyordu. Ve tabii ki bunun yanında bir de bizzat Kur’an okumak vardı. Her gün vird edinip mesela bir cüz okumak vardı. Yine Ramazanlarda çok daha fazlasını okumak vardı. Bir örneğini vereyim. Pakistan’da hadis tahsil ettiğim dönemde şahit olduğum yaşayan bir gelenektir bu. Ramazan’dan az önce orada tefsir dersleri başlar. Hemen her mahallede bir medrese vardır. Medresenin bir şeyhu’l-hadisi olur. Buhâri,Tirmizî vs. büyük kitapları okutan güçlü bir âlimdir bu zat. Bu âlim kendi muhitinde her sene mutlaka tefsir dersleri düzenler.

Ramazan’a yaklaşıldığında Fatiha’dan başlar Kadir gecesine gelindiğinde Nas suresine kadar bütün Kur'ân-ı Kerim’i baştan aşağı tefsir eder. Ve bu programlara erkekler kadar kadınlar da katılır. Zaten mahallenin ya da semtin en merkezi camisi aynı zamanda o semtin külliyesidir. Etrafı da medresedir. Cami bin kişi, yerine göre iki üç bin kişi alır. Alt katta erkekler, üst katta kadınlar bütün bir Ramazan cami dolar. Kuşluk vakti bir başlarlar öğle ve öğle sonrasına kadar sürer bu tefsir dersleri. Pakistan örneğinde olduğu gibi geleneksel İslamî cemiyetlerde Kur’an’la aramızdaki bağ hep var olmuştur. Pakistan toplumu son derece “gelenekçi” bir topluluktur.

İlmihaline, fıkhına ve İslamî ilimlerine sahip çıkan bir topluluktur ve bu onların Kur’an-ı Kerim’le irtibatını kesmesi anlamına gelmiyor işte. Demek ki ilmihal okuyun demek kesinlikle Kur’an’la bağı kesmek değildir; ama meal okuyun demek, Kur’ân-ı Kerim′i hayatımıza sağlıklı, bilinçli ve dengeli biçimde ve gerek hayata yansımaları ve gerekse toplumsal tezahürleri bakımından güvenilebilir nitelikte bir okuma faaliyetine yönlendirmek değildir. Bilakis farkına varalım ya da varmayalım, vahyi hayata uygulayabilme imkânından koparıp al sana Kur’an’dan bol bol slogan üret demek olmuş oluyor. En azından böyle bir potansiyel tetiklenmiş oluyor. Ben bu insanların samimiyetinden şüphe etmiyorum. Adam âyet-i kerimeyi okuyor, tesirleniyor, arkadaşına mesajla, maille ulaştırıyor. Ayetin tesiriyle, vermiş olduğu o anki ruh haliyle bir şeyler anlatıyor, coşuyor, coşturuyor.

Bu sadece bir etkinlik olarak ve kişisel planda güzel bir şey; fakat bir okuma-anlama biçimi ve yöntemi olarak üstelik belli bir ekol kabul edilerek düşünüldüğünde doğru değildir ve bundan bir hayır çıkmayacağı açıktır. Bu size bir coşku verir, bir anlık ruh kıvamı verir; ama devamı gelmez ve bu insan namaz kılıyor camiye gidiyorsa zaten bununla yetinmiyor demektir. Camide namaz kılarken sadece “salatı ikame edin” ayetiyle hareket etmiyor ya. Bu ayeti zorunlu olarak mezhep imamlarının tefsir ve istinbatları doğrultusunda hayata yansıtıyor.

Şu halde biz zaten Kur’an-ı Kerim’i yerleşik İslamî ilimlerin verileri doğrultusunda anlıyor, hayata uyguluyoruz. Bunu hem yapıp hem inkâr etmeyelim. Demek ki yalın Kur’an’a göre müslümanlık, sadece vahye bağlanma, mezheplerden ve tevarüs edilen İslamî birikimden bağımsız bir müslümanlık modeli oluşturma meyanındaki iddialar boş ve gülünçtür . Bu iddiada olan kimseler başkalarını değil, kendilerini kandırmış oluyorlar. Ez cümle İslamî ilimler Kur′ân-ı Kerim’le aramızda bir köprüdür, bir bağdır. Bunları Kur’an-ı Kerim’le aramızda bir engel olarak görmek meseleye tersinden bakmaktır, çarpıtmaktır.

Kur'ân-ı Kerim′e girerken bir altyapı, temel bilgi gerektiği aşikârdır. Bizler Kur’ân-ı Kerim′in orijinal diline bile vakıf değiliz. Bu eğitimi almadan önce sıradan bir Arapça eğitimi aldığınızda bile siz Kur’ân-ı Kerim′in dilini anlayamazsınız. Hem eski dile vukuf gerekir hem de Kur’an-ı Kerim’in kendine has üslubu var, ifade özellikleri var. Usul-i fıkıh ilminin lafız ve delalet bahisleri bunu işler. Yalın Arapçayla da halledilebilecek bir iş değildir bu.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim′deki hitabın bir arka planı var. Siyer dediğimiz bir şey var, orada bir ortam, bir bağlam, sebebi nüzuller var. Kur’ân-ı Kerim içindeki hükümlerin, o hükümler içerisinde geçen bir takım atıf/gönderme yapılan olaylar, uygulamalar, Arab′ın örfü, âdeti vs. var. Bilgi kapasitesi olarak bu konuda da tahsil gerekiyor. Evet, şu sorulabilir; bu dediğin eğitim bugün mevcut İslamî eğitim kurumlarında ne kadar veriliyor? Maalesef İslamî eğitim kurumlarımızda da çok büyük eksiklikler var, program sorunları var. Müfredat sorunları var. Talebeye verilen hedeflerde de sorunlar yaşanıyor. Bu ayrı bir müzakere konusu.

Konumuza dönersek şunu teori açısından söyleyebilirim: Kur’ân-ı Kerim′i sağlıklı anlamak demek hemen açıp Kur'ân-ı Kerim okuyup onu anlamaya çalışmak demek değil. Önce bir alt yapı çalışması gerekir, bu alt yapı çalışması bizi Kur'ân-ı Kerim′i anlamaya götüren, Kur’an’a varan bir yoldur, onunla aramızda bir bağdır, bir köprüdür. Ama kesinlikle yine biz bunun teyidini Kur'ân-ı Kerim’den alacağız. Tefsir derslerimizin sonunda ve neticesinde vardığımız nokta, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaştık mı yoksa ondan uzaklaştık mı bize gösterecektir. Yakın mıyız uzak mıyız, neye bakarak bunu anlayabiliriz? Tabi ki önder nesil olan Ashab’a bakarak anlayabiliriz. Düşünce ve bakışımız eğer onlarınkinden uzaklaştıysa okumalarımızda bir sorun var demektir, tekrar başa dönüp nerede hata yaptığımıza bakmalıyız.

Soru: Hocamız mealden bir şey anlayamazsınız dedi. Sonra şuraya değindi; “ölmüş kişinin kitabını anlayamazsınız. Başka bir ifadeyle, canlı değilse onun canlılığını kavrayamazsınız”. Peki, insan hissetmiyorsa yaşayabilir mi? Hissetmeden fikredebilir mi? Olayı kavramadan hüküm çıkarabilir mi? Okuyan bir kişi okuyup da hissediyorsa bunun neticesini anlayabilir mi? Küçük kardeşimizin sorduğu soruda bir gerçek var; kim karar verecek? Bildiğim kadarıyla dinimizde Allah kişinin aklına göre hitap eder. Peki o meali okuyan insanın aklı ve hissetmesi derinlemesine algılama özelliği varsa bu gene buna engel midir?

Talha Hakan AlpHoca: Söze önce sorunun birinci kısmıyla başlayalım. Hissetmek, anlamak ve uygulamak. Herhalde böyle bir süreçlendirme yapabiliriz. Kesinlikle hissetmenin önemini hafife alan bir şey söylemiyorum. Bunu kabul etmem, bu doğru değil. Hissetmeli ve bu coşkuyu yaşamalıyız. Meal okuması bize bu coşkuyu verir; ama ardından da birçok kafa karışıklığını tetikler. Özellikle bu hangi ayetlerdedir? Ahkâm ayetlerini alın okuyun. Kur’ân-ı Kerim′in ifade özelliği vardır. Bakın, Kur'ân-ı Kerim’de mücmel ve mutlak lafızlar vardır. Bir yerde bir kelime mutlak/ kayıtsız geçer.

Bir başka yerde bakarsınız aynı konuda bir kayıt vardır. Hatta Kur′ân’da kayıt yoktur, hadiste kayıt vardır. Hatta hadiste de yoktur icmâda, Sahabe’ninfehminde/tefsirinde bir kayıt vardır, yani bir kayıt olmasının gerektiğini ifade eden delil vardır. Bütün bunlar o kelimeyi her ne kadar ayette mutlak olarak zikredilmiş de olsa senin mukayyet/kayıtlı anlaman gerektiğini gösterir; ama mealde o kaydı göremezsin. Dolayısıyla meal okurken hissedersin, ama tam ve sahih bir anlam çıkaramazsın.

Bazı ayetlerin mealini okurken yüreğinizde harekete geçen duygular çok samimidir. Bunu yadırgamadığımı söylemiştim. Söylediğim şu; İslamî bilgi ve düşünüşümüzü meal okumalarına dayandırmak yanlıştır. Konumuz Kur’ân-ı Kerim′i anlamaksa eğer hislenmekten daha çok biz Kur’an-ı Kerim’i hem sağlıklı hem de eksiksiz anlamanın şartlarını ve imkânlarını konuşmalıyız. Meal okumak benim gördüğüm kadarıyla bu imkânları -eğer meal okumayı tek okuma yöntemi olarak kabul ediyorsak- belli bir daireye haps etmektir. Sorunuzun diğer kısmına, yani “hissetmeden fıkıh mümkün mü?” diye özetleyebileceğim kısmına gelince evet, hissetmeden fıkhetmek mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in anlamını, gayesini, esrarını hissetmeyen, mesajını kuşanmayan insan Kur’an-ı Kerim’i hakiki anlamda fıkhetmiş olamaz.

İmam Gazzâlî bunun mücadelesini vermiştir. İhya’yı bunun için telif etmiştir. İhya’daGazzâlî de fakihleri tenkit eder ve şöyle der; ′′günümüzün fakihleriyle selefin fakihleri arasında fark var. Günümüzün fakihleri problem çözüyor. Ama problem çözmenin kendisine vermesi gereken ruhî neşveden, coşkudan ve hassasiyetten mahrumlar” diyor. Fıkhın teknik boyutuyla adeta bir teknisyen gibi fazla haşır neşir olmaktan kaynaklanan, biraz da dünyevi ikballere tutulmaktan kaynaklanan bir şeydir bu. Kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i hem anlamalı hem hissetmeli hem de uygulamalıdır. Bunların üçü de olmalı, üçü de dengelenmeli. Ancak bunların üçünün değerini kesinlikle bir tanesine hasr etmek, diğerlerini önemsizleştirmek yanlıştır. Meal okumak bize bu hissi veriyor. Güzel, ama meal okumak bize dört başı mamur bir Kur’an’ı anlama imkânı sunamıyor, sunamaz da.

Soru: Hocam, Hac suresi 46. âyet-i kerimede şöyle bir şey var: Mevlamız buyuruyor ki; “zira hakikat budur ki gözler körelmez ve lâkin sînelerdeki kalbler körelir.” Diyeceğim şu ki Kur’ân-ı Kerim′i kalple okumak, fıkhetmek ve onu algıladıktan sonra da sorunlara çözüm bulmak gerekiyor. Yaşadığımız toplumda bizim gibi insanlar Arapça bilmiyor, bilmiyoruz. Ama en azından peygamber ve Ashab’ının yaşantısını canlandırmaya çalışıyoruz, onu anlamaya çalışıyoruz. Oku derken mesela yeşil ağaçtan ateşi çıkaran kim?.. Bu bir hissetmedir, algılamadır. Tasavvufun içerisinde ufuk açar bu. Ama ben bu âyet-i kerimeyi okumadığım zaman ya da sadece meali okuduğum zaman ben bunu anlayamam. Ama âyet-i kerimenin kendisini okuduğum zaman bu bana bir ufuk veriyor. Allah’ın sözleri.

Talha Hakan AlpHoca: Burada sorun yok. Asıl sorun şurada başlıyor: Siz meal okumayı eğer yegâneleştirirseniz, birinci Kur’an’ı anlama yöntemi budur, derseniz ve işiniz gece gündüz meal okumak olursa işte sorun budur. Bunu özellikle bu şekilde tasvir ettim. Dedim ki, cep boy bir meal alırsın, sabah akşam nerede fırsat bulursan açar okursan, bütün ömrünü meal okumakla geçirirsen eğer sen öbür tarafta nasıl namaz kılıyorsun, ticaretinde haram-helal hassasiyetini neye göre belirliyorsun? Bunları mealden anlaman, çıkarman mümkün değil. Kur’an-ı Kerim’de bu meseleler herkesin anlayabileceği açıklıkta ve sadelikte dile getirilmemiş.

Kur’an-ı Kerim’de hiç temas edilmeyip tayin ve vaz’ı bizzat Allah Resulü’ne bırakılmış meseleler var. Hangi hayvanların eti yenir, hangilerinin eti yenmez meselesi gibi, fıtır sadakası gibi, vitir namazı gibi. Ya da Kur’an-ı Kerim’de kapalı bırakılıp da beyanı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Muamelatla ilgili meselelerin bir kısmı böyledir. Veya Kur’an-ı Kerim’de öz halinde zikredilip de tafsilatı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Namaz, zekât ve hacla ilgili meseleler gibi. Allah Resulü’ne gelince onun ifadelerinde bu meseleler daha bir açıklık kazanmış, yer yer detaylandırılmış. Ama Allah Resulü’nün sözlerinde de bazen açık ve net cevap bulamadığımız meseleler var.

Bu gibi meselelerde bakıyorsunuz, cevap Ashab’dan geliyor. Cevabını aradığın her meselenin bizzat Allah Resulü’nün hadislerinde işlenmesi gerekmiyor. Ashab’ın sözü veya fetvası olarak da karşımıza çıkabiliyor. Şu halde meal okuyan kimse Allah Resulü ve Ashab’dan tevarüs edilen bu bilgi kaynağından mahrum kalıyor. Bu mahrumiyet içinde gerçekleşen anlama faaliyetine ne kadar güvenebilirsiniz? Şu halde benim demek istediğim şu; meal okumayı mutlaklaştırmak yanlıştır. Meal okuduğunuz kadar hatta ondan daha fazla ilmihal okumalısınız. Yaptığınız ticaretin haramını helalini bilmek durumundasınız.

Kur’an’ın hayata tatbiki budur. Yoksa Kur’an’ın hayata tatbiki demek; hani eskiden Kur'ân-ı Kerim’e ta’zim takdis adına Kur’an-ı Kerim’i kılıflayıp duvara asmak şeklinde karikatürize edilen bir anlayış var ya sık sık bu anlayışı tenkit ederiz. Kur’an-ı Kerim’i yücelten ama diğer yandan da hayatın dışına iten çelişkili bir tutum olarak görürüz bunu. Hazin ki bu anlayışı tenkitten doğan ve gücünü, enerjisini bu tenkitten alan mealciliğin geldiği nokta çok farklı değil. Mealcilik, Kur’an’ı hayata tatbik etme ülküsünü bir kısım sloganlara indirgemekten başka ne yapmıştır?

Soruyorum, meal okuyarak ticaretin helal ve haram sınırlarını kim tespit edebilir? Bu mümkün mü? Meal okuyarak ticarî hayatta haram olduğunu tespit edebileceğiniz iki şey var. İnsanların mallarını haksız yere, batıl yollarla, onların rızası olmadan yemeyin. Bu çok temel bir ilkedir. Haliyle son derece soyuttur. Ticarî hayata yön veren bir ahlak ilkesidir. Hukukî açılımını meal size veremez. Veremediği için de piyasada pratiğini bulamazsınız. Bir de mealden ticaretin diğer bir hükmü olarak bulacağınız şey faizin haram olması hükmüdür. Peki faiz nedir?

Faiz sadece borçlanmalarda mı olur? Faizin başka türleri yok mudur, İslam dininde? Mesela kuyumcuya gidiyorsunuz. Elinizde bilezik var, verip yerine çeyrek veya yarım alacaksınız. Kuyumcuya verdin bileziği tarttı “şu kadar” dedi. Bunun karşılığı olan çeyreği veya yarımı hesapladı; “ama şu an elimde yok, yarın gel vereyim” dedi. Sorsan bu akitte bir problem var mı? Mealden hareketle kimse bunun haram olduğuna hükmedemez. Oysa bu haramdır, faizdir. Bunu ben demiyorum, bizzat Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) söylüyor: Ezzehebubizzehebive’l-fiddatübi’l-fiddati… diye başlayan hadîs-i şerif Buharî ve diğer hadis mecmualarında yer alıyor. Faizin diğer türlerini (ribe’l-fadl ve ribe’n-nesîe) konu edinen ve fıkhî açılımı çok geniş olan bir hadis-i şeriftir bu.

Fakihlerin bu ve benzer hadisler üzerinde gerçekleştirdikleri istinbat ve ictihad faaliyetleriyle ticaret fıkhının önemli bir kısmını tesis ettikleri kaynak hadislerdendir. İçerik olarak başlıca altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz gibi bazı maddelerin alım-satımında belli ölçüler getirir. “Bu maddeler hemcinsleriyle mübadele edildiklerinde iki şeye dikkat edin” diyor Efendimiz: “Birincisi peşin olsun, ikincisi denk olsun.” Altını altınla değişiyorsun, kuyumcuya elindeki altını verdin o da karşılığında vermesi gereken altını “sana yarın vereyim” diyor sen de tamam diyorsun. İşte bu ribe’l-fadl denen bir çeşit faizdir. Meal okuyarak bunu mümkün değil insan bilemez.

Soru: Hocam, en etkili söz hiç şüphesiz Allah’ın kelamıdır. Dediniz ki “insanları meal okumaya teşvik etmektense ilmihal okumaya teşvik edin.” Fakat insanların İslam’la şereflenmesi çoğunlukla meal üzerinden oluyor özellikle bu dönemde. Ve devamla, “ilmihal okumak meal okumaya engel değildir” dediniz. Tarih bunu doğrulamıyor bence. Altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğu döneminde halkın geneline bakın hep ilmihal okudular. Ama Kur'ân-ı Kerim’i raflarda güzel kaplar içerisine koydular ve çeşitli zamanlarda açıp sadece Arapçasını okudular hiçbir zaman bundan geçip de “Kur'ân-ı Kerim bize ne diyor, ne ifade ediyor?” diye düşünmediler. Ta ki ilk meali 1923 veya 1925’te Elmalılı Hamdi Yazır yazdı, çok enteresandır!

Talha Hakan Alp Hoca: Niçin yazdı? Kim yazdırdı?
- O bir direktif üzerine yazdı. Ama bu çok enteresandır ve zaten anlayamadığım da burasıdır.

Çünkü doğru bir şey değildir. Zaten Elmalılı da böyle bir şeyi doğru bulmamıştır, bunun içindir ki bir meal yazmamış, tefsir yazmıştır. Sonradan birileri tefsirinden mealini ayırıp çıkarmıştır. Bugün piyasada dolaşan Elmalılı ya da Ömer Nasûhî Bilmen mealleri onların işi değildir. Onların mealleri tefsirin içindedir, ayrı ve müstakil değildir.

Soru: Ama hocam şöyle bir şey de tartışılıyor: Acaba İslam’ı fazla korumacılık, hâşâ âlimlerin Allah’tan daha çok Allah’ı, İslam’ı benimsemeleri, koruma altına alma refleksi var. Maalesef diyorum, yani Kur'ân-ı Kerim’i başka dillere çevirmenin tartışması yapılmış İslam dünyasında. Bu da enteresan bir şey. Yani insanlar Kur'ân-ı Kerim meali okumalarından sonra illaki ilmihal okuyacaklardır ve fıkhî meselelerini ilmihalde çözeceklerdir şüphesiz. Ama hiçbir zaman ilmihal okuyan bir insan meale pek geçemiyor. Tarihteki örnekleri hep böyle.

Talha Hakan Alp Hoca: Anladım burada problem nedir biliyor musunuz? Nitekim siz bunu satır arasında itiraf ettiniz. Hatta açıkça da ifade ettiniz. “Osmanlı altı yüz yıl ilmihal okudu, Kur'ân-ı Kerim okumadı. Anlamını bilmeden Arapçasını okudu, beze sardı rafa koydu. Ama Kur’ân-ı Kerim′i bilmiyordu, Kur’an’dan ayrıldı, Kur’an’la bütünleşemedi” demiş oluyorsunuz. Peki, neye dayanarak diyorsunuz? Altı yüzyıllık Osmanlı insanının Kur’ân’dan uzaklaştığını Kur'ân'a rağmen Kur'ân'a aykırı bir hayat yaşadığını söylerken vesikanız nedir?

Bakın şimdi problem bu.

Dinleyici: Geçmişe nazaran bugün kime sorarsanız sorun Kur’an’dan zihninde bir ayet vardır muhakkak.

Talha Hakan Alp: Eski insanda olmadığını nerden biliyorsunuz?

Dinleyici: Çünkü onlarda meal yok.

Talha Hakan Alp: Ayet bilgisi için illa meal mi okumak gerekiyor? Burada bilgi eksikliği var, Osmanlı insanını tanımamak söz konusu. Size bir örnek vereyim; Osmanlı insanının elinden düşürmediği, sürekli okuduğu bir eser var: Tarikat-ı Muhammediyye. İçinde kaç tane ayet var biliyor musunuz? Tarikat-ı Muhammediyye’yi hayatında on defa okuyan adam yüzlerce âyet-i kerimeyi ezberlemiş olur. Ama nasıl ezberler biliyor musunuz? Ayetleri anlamlarıyla, yorumlarıyla, hükümleriyle, üzerinden bir ahlak nizamı çıkarılmış haliyle ezberler.

Ayetleri kavramsal bir yapı içinde görmüş olur. Eksiksiz ve sıhhatli bir anlama imkânı bulmuş olur. Öbür adam meal üzerinden mesela “Maide suresi 44, Bakara suresi 77” diyen adam bağlamından kopartılmış, anlamı, ahkamı derinliği olmayan mealleri ezberler, yorumunu da kendisi yapar. Ayet üzerinden yeni bir kavramsallaştırma faaliyeti içine girer. Kuran-ı Kerim’de yer alan şûrâ ile ilgili ayetlerden demokrasiyi çıkaran insanın yaptığı bu değil midir? Peki, şunu soruyorum ben size; çok somut örnek vererek diyorum. Yıllardır duvarlara astığımız وَمَنْلَمْيَحْكُمْبِمَاأَنْزَلَاللَّهُفَأُولَئِكَهُمُالْكَافِرُونَ “Kim Allahın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”

Maide süresindeki bu âyet-i kerimeyi bilirsiniz. Bunlarla yıllarca insanları tekfir etmedik mi? Bu ayetleri biz doğru anlamış mıydık? Doğru anladığımız söylenebilir mi? Mealciliğin hastalığı değil midir bu? Bu yapıldı mı yapılmadı mı? İnsanlar bu âyet-i kerimeyi okudu dedi ki; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirdir.” Döndü baktı ki kardeşi hâkim, “kâfirsin” dedi. Kapıya çıktı, “sen ne yapıyorsun? Şöyle diyorsun! O zaman sen de kâfirsin”. Beri ki “sen de kafirsin” demedi mi? Ama hiçbir zaman Tarikat-ı Muhammediye üzerinden Kur’an âyeti okuyan kimse ya da fıkıh ve ilmihal kitaplarından Kur’an âyeti okuyan kimse böyle bir taşkınlığa kapılmadı.

Dinleyici: Başka şeyler oldu ama Osmanlı zamanında

Talha Hakan Alp: Ne oldu mesela?

Dinleyici: Çok farklı

Talha Hakan Alp: Yani?.. Böyle bir yargı var bizde. Şöyle düşünüyoruz: -ve bu da tarihe olumsuz bakışın eseridir- Bunca zaman Kur’an anlaşılmadı veya anlaşılamadı. Kur’an’ı biz bugün anlayacağız. Zaten sözün başında bunu ifade etmiştim. “Kur’an yüzyıllardır eksik anlaşıldı, Kur’an’la aramıza biz mezhepleri, içtihatları koyduk, ilmihali koyduk, bilmem şunu koyduk bunu koyduk” dedik. Biz tarihe hep böyle kötü gözle baktık. “Kur'ân-ı Kerim anlaşılmadı, insanlar Kur’an’dan koptular” vs. dedik. Peki, neye dayanarak söyledik bunları? O insanları mesela bir tane Osmanlı insanı görmüş değiliz.

Bugün gördüğünüz yaşlı başlı insanlar Osmanlı insanı değiller, cumhuriyet neslinin çocuklarıdır. Maalesef Osmanlı eğitim ve kültür hayatından mahrum yetişmiş kayıp neslin çocuklarıdır. O halde neye dayanarak Osmanlı insanının Kur’an ayetlerini bilmediğini söylüyorsunuz. Örnek verdim. Dedim ki; Tarikat-ı Muhammediye’yi getirin, sayalım onlarca belki yüzlerce ayet var. Meal okuyan insandan çok daha fazla ayet bilgisi vardı Osmanlı insanının.

Dinleyici: O insanlara sorsanız âyet mi hadis mi olduğunu bile bilmiyorlardı, ayıramazlar.

Talha Hakan Alp: Hayır, orada bizzat “Allah buyurur ki” deniliyor, âyet’in bizzat orijinal metni geçiyor. Karıştırmak mevzubahis değil.

Dinleyici: Hocam ben Allah’la konuşmak istiyorum, nasıl konuşacağım?

Talha Hakan Alp: Kur’an okuyacaksınız. Meal mi okuyacaksınız? Meal okumakla Allah’la konuşmuş olmazsınız. Meal Allah’ın sözü değil ki.

Dinleyici: Ben tanışmak istiyorum Allah’la. Nasıl tanışacağım.

Talha Hakan Alp: Bakın problem şu: Niçin bu ikisi arasında bir çatışma görüyor ve neden bu ikisini uzlaştıramıyorsunuz? İlmihalle meali, ilmihalle tefsiri neden barıştıramıyorsunuz? Ben bunu konuşuyorum. Bu toplumda ilmihal itildi, meal öne çıkartıldı. Mealci bir Müslümanlık geliştirildi. Ve şimdi gerekçeli meal diye yeni bir versiyonu pazarlanıyor ki bu versiyonda insan yorumu çok daha fazla… Ama ilmihal hala yok! Bunu konuşuyor ve örnek veriyorum: Allah Resulü namazda bazı durumlarda sehiv secdesi yapılmasını emretmiştir ve kendisi de yapmıştır. Ama bakıyorsunuz adam konuşma esnasında takır takır falan sure falan ayet, filan sure filan ayet diye size mealleri peşi sıra sıralıyor.

Namaz kılarken sehiv secdesini gerektirecek bir hata yapıyor da sehiv secdesi yapılması gerektiğini bilmiyor! Yahut ticaretinde haram olan bir şeyi bilmiyor! Ama Osmanlı Müslümanı bunları biliyordu. Neden? Çünkü Namaz hocası kültürü diye bir şey vardı. Biz bu namaz hocası kültürünü bazı yayınevlerinin ticari metaı haline geldiği için dışladık. Ne gerek vardı ki! Kültürümüzle niçin savaşıyoruz? Neden biz istirmacıların ya da cahillerin bir hakikatin etrafına ördüğ
Devamını Oku »