Kuran-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız ? 2.Bölüm



Kuran-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız ? 2.Bölüm

Kur'an'ı Kerim'i anlamada bir problem olarak "modern zihniyet"

Buraya kadar önce Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yolu yordamı konusunda bir ufuk olarak Ashab’a işaret ettik ve Ashab’ın Kur’ân-ı Kerim′i, Peygamber’e ittiba ile Peygamber’i takiple anladığını, yani hoca talebe ilişkisinde olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'i Peygamber’in dizinin dibine oturup ondan aldıkları çok yönlü eğitimle anladıklarını konuştuk. Daha sonra Kuran-ı Kerim'i anlamanın değişik imkânlarını ve yollarını konuştuk.

Son olarak şunu konuşabiliriz: Kur’ân-ı Kerim′i anlamamızı güç kılan, buna engel teşkil eden hususlardan görebildiğim önemli bir husus var ‘’zihniyet meselesi’’. İçinde bulunduğumuz toplumda çocukluktan itibaren örfler, adetler, aile içi kültür, sokak kültürü, eğitim, çevreden bilinçaltınıza sızan şeyler var. Sokak, iş hayatı, oralardaki ortamlar, yaygın kabuller ve toplumda adeta teneffüs ettiğimiz hava gibi ruhumuzun gözeneklerinden içeri devamlı sızan, çevreden bize sirayet eden bir bilinçten söz etmek gerekiyor.

Bunlar bizde zaman zaman refleksler ve ani tepkiler olarak ortaya çıkıyor, ama biz bu bilincin farkında olmuyoruz. Ne zaman ki bu bilinci tahrik eden bir söz duyuyor veya bir davranışla karşılaşıyoruz anında bizde bir tepkisellik oluşuyor ve bunun üzerine demek ki bizim o sözün içeriğine aykırı, onunla taban tabana zıt bir bilincimiz varmış o zaman anlıyoruz. İşte bizim "modern bilinç" diyebileceğimiz bu bilinç Kur’ân-ı Kerim′i anlamada görebildiğim çok önemli bir engel.

Kur’ân-ı Kerim âyeti bile olsa okunan şey bizde hemen reflektif olarak bir tepkiye yol açabiliyor. Bunu Kur’an ayet-i olduğu için cesaretle dile getiremiyoruz bazen hayâ ediyoruz veyahut cesaret edemiyor kendi kendimizi sorguluyoruz, üstünü örtüyor bastırıyoruz ve geçiyoruz. Ama kesinlikle o içimizde bir tepkiye neden oluyor. Bir oluyor, iki oluyor, üç oluyor ve belki bir yerde sorgulama süreci başlıyor ve bir gün bir yazarı alıyor okuyorsunuz, o yazar bakıyorsunuz çok modern yorumlar yapıyor, ayetlere çok farklı açılımlar getiriyor ve siz “aha benim problemimi bu adam çözdü” diyorsunuz, rahatlıyorsunuz. Kendinizce ayetin doğru açıklamasını görerek gereksiz bir iman krizinden kurtulmuş oluyorsunuz. Ve ondan sonra işin arkası geliyor; bugüne kadar biz Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlamışız, bugüne kadar hocalar bize Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlatmış edebiyatına başlamış oluyorsunuz.

Konuya dönecek olursak şu halde Kur’ân-ı Kerim′i saf haliyle nazil olduğu dönemde Allah Resulü'nün dilinden kelimeler dökülürken Ashab onu nasıl anladı ise o şekilde anlayıp hazm etmemize engel olan bizde böyle bir bilinç ya da bilinçaltı var dedik. Bu bilinçaltı âyetleri olduğu gibi özümseme konusunda mani teşkil ediyor ve bizi tepkiselliğe itiyor. Bu böyle olamaz diyor ve zorlanıyoruz. Bir izah istiyor, tevil getiriyor, şöyle olmalı, böyle olmalı diyor ve âyet-i kerimeyi rahatlayabileceğimiz, tatmin olabileceğimiz bir anlama çekiyor ve rahatlıyoruz.

Bunu bir örnek üzerinden anlatalım:

فَإِنْخِفْتُمْأَلَّايُقِيمَاحُدُودَاللَّهِفَلَاجُنَاحَعَلَيْهِمَافِيمَاافْتَدَتْبِهِتِلْكَحُدُودُاللَّهِفَلَاتَعْتَدُوها Bu âyet-i kerime şunu anlatıyor: Eğer siz de onların/karı-kocanın hudud-u İlâhîyyeyiikâme edemeyeceklerinden korkarsanız (huzursuzluk o raddeye varmış ki artık bundan sonra bunlar Allah’ın hududunu çiğner, bundan sonra bu evlilik hayır getirmez derseniz) o takdirde kadının kocasına fidye vermesinde bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur. Bunlara tecavüz etmeyiniz. (Bakara, 229)

Bu âyet-i kerimeyi duyduğunda modern insan şaşırıyor. “Allah Allah! Ortada bir huzursuzluk var ve bunun bedelini kadın ödüyor, ne alaka” diyor. Bugün diyorlar ya! Kur’ân-ı Kerim′in dilinde de ataerkillik var, erkek egemen kültürün izleri var. Belki burada bir şeyleri tahrik etmiş olacağım ama bir soruna da işaret etmiş olacağıma inanıyorum. Cevabını soru cevap faslında daha sonra konuşuruz. Şimdi bu âyet-i kerime bugün bizim gerek mevcut hukuki yapı gerekse modern bilincimiz itibariyle anlamakta güçlük çektiğimiz bir âyet-i kerimedir. Bizde eşlerden birinin boşama hakkı diye bir şey yoktur. Boşama hakkı devletindir. Yani evlenmek bizim irademizledir, ama boşamak bizim irademizle değildir.

Boşanmak istiyorsanız bunu devlete, yargıya gider sunarsınız. Yargı uygun görürse o zaman boşar ya da sizin boşanma yönündeki iradenizi onaylar. Bu erkek olabilir kadın olabilir fark etmez. Bu konuda erkeğin kadına imtiyazı olmadığı gibi kadının da erkeğe imtiyazı yoktur. Bugün mer’î hukuk böyle. Ama fıkhımızda böyle değildir. Fıkıhta boşama hakkı erkeğindir. Erkek baktı olmuyor eşini boşayabilir.

Kadının istisnai haller dışında boşama hakkı yoktur. Bu âyet-i kerime diyor ki, aradaki huzursuzluk Allah’ın hududunu çiğnemeye itecekse (mesela boşama hakkı erkekte olduğu için erkek boşamaya yanaşmıyor. Kadının da tek taraflı boşama hakkı olmadığı için kadın da ayrılmak istiyor, ama ayrılamıyor) Bu âyet-i kerime hul' yapsın (kadın kocasından almış olduğu veya alacağı mihrinden vazgeçsin fidye versin; “tamam bey ben senden mihir almıştım, şu kadar, buyur mihir senin olsun”. Veya alacağı mihir vardır “ondan ben vazgeçtim beni boşa” desin ve o şartla boşansınlar) diyor. Yani eğer ortada erkeğin haksız tutum ya da davranışı sözkonusu değilse kadının tek taraflı boşanma hakkı ancak bir bedel ödemek suretiyle vardır.

Şimdi biz böyle bir hukuki düzenin içerisinde olmadığımız ve dolayısıyla bizdeki bilinç böyle olmadığı için bu âyet-i kerimeyi anlamakta güçlük çekiyoruz. Hatta bir adım daha öteye gidip de bu âyet-i kerimenin üzerinden bir takım sloganlar söylemler üretenler de var. Bu ayrı bir tartışma konusu, buraya girmeyeceğiz. Yani neden talak hakkı erkeğin elindedir de kadının elinde değildir? Nitekim bunun izahı da vardır buraya girmeyeceğiz. Ama şu an bizim için konunun örneğe taşındığı yönü önemli. Bizim şu anki modern durumumuz bu âyet-i kerimenin içeriğindeki espriyi anlamamızı engelliyor. Dolayısıyla âyet-i kerimenin mealini duyduğumuzda bir irkilme yaşayabiliyoruz.

Şu halde Kuran-ı Kerim'i anlamak için gerekli bilgi donanımına sahip olsanız bile bu Kur'an-ı Kerim'i doğru anlamanızı garanti etmeye yetmez. Bunun yanında zihniyet olarak da Kur'an-ı Kerim'i anlamaya yatkın olmanız gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in önünde diz çöktüğümüzde onunla çelişen değerler üzerine kurulu modern bilincimizden arınmamız icabediyor. Artık Kur’ân-ı Kerim′in karşısında rezervlerimizin olmaması gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in muhtevasını sorgulayacağımız kafamızda önceden oluşmuş bir takım sabit kıstaslar olmaması gerekiyor. "Kur’ân böyle diyor; ama’’ diyerek ikinci bir kıstası, ikinci bir bilgi değerini, hüküm/yargı değerini ortaya koyamamamız gerekiyor.

Vahiy mi ictihad mı?

Buna Sahabe’den çok açık bir örnek vereyim, Sahabe zaman zaman kendi insanî ya da toplumsal tecrübesine, hayat kıstaslarına aykırı bulduğu, hatta yanlış gördüğü bir şeyi Allah Resulü'ne açarken kullandığı ifadelerle bize çok önemli bir ders veriyor. Bedir’i hatırlayın. Bedir'de henüz müşrikler mevzilenmeden önce Allah Resulü müminlere hitaben diyor ki: "Buraya mevzilenelim.’’ Savaş tecrübesi fazla olan bir sahabî de diyor ki: "Ya Resulellah bunu vahiyden mi söylüyorsun yoksa kendi re'yinden mi söylüyorsun?’’ Allah resulü ’’kendi re’yimden söylüyorum’’ deyince "öyleyse buraya değil, şuraya mevzilenelim’’ diyor.

Biz hep bu misali şöyle düşünüyoruz “görüyorsun bak, sahabe Allah resulünden bile bir şey duyduğu zaman ona fikir tavsiye edebiliyor, Peygamber’le istişare edebiliyor, Peygamber de görüyorsunuz ümmetten bir ferdin görüşünü alıyor, yanlıştan rucu edebiliyor. Bu bir erdemdir ve bu İslam'da fikir ve ifade özgürlüğünün ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösterir.’’ Bu hadiseden böyle bir çıkarım yapıyoruz ama şurayı es geçiyoruz; sahabe doğrudan kalkıp da “bu doğru değil ya Resulellah” demiyor. Kendi doğrusu var, o hayat tecrübesi, onun doğru olduğuna adı gibi emin. Ama dikkat edin, Allah Resulü’nün talimatı karşısında fikrinden emin olduğu halde yine de bir ihtiyat payı bırakıyor. Önce vahiy mi değil mi onu soruyor. Doğrudan kendi fikrini ortaya atmıyor.

Burada edep ve üsluptan öte sahabenin taşıdığı imanî bir hassasiyet var. Diyor ki bu vahiy midir yoksa re'y midir? Allah Resulü vahiydir dese, o sahabînin yapacağı şey, peki o zaman, başüstüne demek olacak. Vahiy midir yoksa re'yin midir sorusundan anlıyoruz ki o sahabî “vahiydir” cevabını aldığında susacak. İşte bizim bugün yitirdiğimiz iman meziyetidir bu. Vahyin karşısındaki konumumuz, duruşumuz! İşte Ashab’ın vahiy karşısındaki pazarlıksız, rezervsiz duruşu da bu! Bir mukayese edelim.

Şimdi ayet okunduğu zaman bizde ne var? Bir takım refleksler var, bu ayet ve benzer birçok ayet. Vakit kısıtlı olduğu için izaha girmem mümkün olmuyor. Bu bakımdan izahını yapamam da kafaları karıştırmış olurum diye korkuyorum. Ama şunun bir ilke olarak benimsenmesi gerekli; âyet-i kerime okunduğu zaman ya da sahih bir hadisi duyduğumuz zaman bizde de o sahabîdeki hassasiyetin olması lazım; bu vahiy midir, yoksa içtihat mıdır? İçtihat ise ve o konuda ihtisasımız varsa o zaman benim de bir görüşüm var, yok vahiy ise şu halde ben vahyi sorgulamam, kendi bildiğimi sorgularım diyebilme hassasiyeti.

İşte bu âyet-i kerime ve daha birçok âyet-i kerimede karşılaşabileceğimiz bir durumdur bu. Şu halde demek ki bu son anlattıklarımla ifade etmek istediğim şu; Kur’ân-ı Kerim′i doğru ve eksiksiz anlamanın birinci şartı Kur'ân-ı Kerim'in önüne pazarlıksız oturmak. Kur'ân-ı Kerim'le bir ansiklopedi için olduğu gibi bilgi alışı ve takibi suretinde bir ilişkimiz olamaz. Kur'ân-ı Kerim bizim için beynimizi, ruhumuzu, gönlümüzü yıkayan, arındıran, gerekirse yıkıp sıfırdan inşa eden bir kitaptır; dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim karşısında biz, yeniden inşa olmaya gelmiş bulunan, ondan önceki inşasını yok sayan, kendisini adeta her türlü şekle, kıvama sokulmaya hazır gören ve bu teslimiyet duygusuyla bir hamur gibi şartsız ve rezervsiz insanlar olmalıyız.

Böyle yaptığımız takdirde Kur'ân-ı Kerim bizim için hidayet kaynağı olmuş olur. Okuduğumuz ayet modern değerlerle örtüşmediğinde hemen bir refleksle karşı koyarak "bu ayetin manası, muradı bu olamaz; mutlaka başka bir şey olmalı ama o anlam ne? Bunu mutlaka bulmam lazım" deyip de ayete hemen bir takım modern çözümler, teviller aramanın takıntı olduğunu ve yanlış olduğunu ifade etmek istiyorum.

Sonuç

Hasıl-ı kelam Kur'ân-ı Kerim’i nasıl anlamalıyız, sorusuna kendimce önemli bulduğum üç husus üzerinden değinmek istedim. Özetleyecek olursak birincisi, Kur’ân-ı Kerim′i en doğru biçimde anlamanın yolu sahabeyi anlamaktan geçer dedik. Ve sahabenin Kur’ân-ı Kerim’i anlama konusunda Peygamber’le kurmuş olduğu o ilişkiye dikkat çektik. Ve dedik ki bu ilişki münhasıran Peygamber’in önüne diz çöküp de "ya Resulallah şu ayet ne manaya gelir? Anlat bana" şeklinde bir ilişki değildi. Sahabe Peygamber’i takip ediyor, Peygamber’den ne gördüyse alıyor, onu içselleştiriyor, böylece dolaylı olarak Peygamber’den Kur'ân′ın anlamını da almış oluyordu.

İkincisi Kur'ân-ı Kerim’i anlamanın yegâne yolu kelime ve cümleler üzerinden teknik anlamıyla tefsir, tercüme ve meal dediğimiz yöntemleri takip etmek değildir. Kur'ân-ı Kerim’i anlamanın çok daha geniş ufuklu bir yolu vardır o da Kur’an üzerine inşa edilen anlam zemini üzerine tesis edilen İslamî ilimleri; fıkhı, tasavvufu, akideyi ve kelamı anlamak. Bunlar üzerinden de biz Kur'ân-ı Kerim’i anlayabilir onu detaylı biçimde hayatımıza uygulayabiliriz. Kur'ân-ı Kerim’le bir ülke, Kur'ân-ı Kerim’le bir medeniyet inşa edebiliriz. Aksi takdirde İslamî ilimlerle Kur'ân-ı Kerim’i birbirinden ayırırsanız elinize sadece ve sadece mealler ve duvarlara tabela yapıp asabileceğiniz, sloganlaştırılmış ayetler kalır.

Ve üçüncü olarak dedik ki, Kur'ân-ı Kerim’i en orijinal haliyle, indirgemesiz, sıhhatli ve en samimi biçimde anlamanın bir şartı vardır. Kur'ân-ı Kerim’e modern bilincimizden, çocukluktan itibaren almış olduğumuz, ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın, zihnimizin gözeneklerinden içeriye sızan bilinçten kendimizi soyutlayıp arınarak, en azından o bilincin tepkiselliğine kendimizi kaptırmadan ayetleri okuyup Kur'ân-ı Kerim’i sağlıklı bir biçimde anlamanın birinci ve en önemli şartı olduğunu söyledik. Ve bunu bir örnek üzerinden ele aldık… Allahua'lem…

Soru: Hocam, Kur’ân-ı Kerim’i anladığı tescillenmiş kişilerden bahsetmiştiniz. Yani kişi beynindekiyle hareket eder. Hareketlerine göre tanırsınız o kişiyi. Bir kişinin Kur’ân-ı Kerim’i anladığına kim karar verir?

Talha Hakan Alp Hoca: Kur’ân-ı Kerim’i en doğru anlamıyla anladığı tescillenmiş kişi ya da topluluk deyince tek bir topluluk akla gelir; o da Ashab’dır. Kur’an-ı Kerim ve tarih tarafından tescillenmiştir bu. Onun dışında siz belki “falan şahıs Kur'ân-ı Kerim’i en doğru biçimde anlamıştır” diyebilirsiniz; ama “bu bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından tescil edilmiştir” diyemezsiniz. Bu mümkün değildir. Şu da var; sen “falan kimse Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyor” dersin; ama böyle demekle aslında zımnen şunu da demiş oluyorsun: “Ben Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyorum ve onun da doğru anladığına hükmediyorum.”

Peki, senin doğru anladığının garantisi nedir? Bu, işin içine öznelliğin karışmasına yol açar. Bu durumda herkes kendine göre konuşur, kendi inançları, eğilimleri doğrultusunda hükmeder. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’i en doğru kim anlar, Kur’an-ı Kerim’in en doğru anlamı nedir gibi sorulara kişilerin ve muhtelif eğilimlerin etki alanına girmeden mutlak bir cevap verebilme imkânı da olmalıdır. Yoksa Kur’an-ı Kerim’in belli ve sabit bir anlamı yok demektir. Bu ise tam bir düşünce kaosu, zihniyet krizidir. Oysa Kur’an-ı Kerim hidayet kitabıdır. Doğruya, hakikate yönelten, irşad eden, kafa karışıklığını gideren bir rehberdir.

O zaman mesele şu; Kardeşimizin de dediği gibi buna kim hükmedecek, hükmetme yetkisi kime aittir? Bu yetki eğer sana, bana, ötekine verilirse o zaman herkes birilerinin Kur’ân-ı Kerim′i doğru anladığına hükmedecektir. Çünkü herkesin bir şekilde onaylayacak ya cemaatinden ya çevresinden bir rehberi var demektir. Şu halde bu sadece Allah’ın onayladığı kimseler olmalı, senin benim değil. Bu da Kur'ân-ı Kerim’de tescil edilmiş رضياللهعنهمورضواعنه ve benzeri birçok âyet-i kerimeyle bu sadece ve sadece Ashab’a ait görülmüştür. Ashab’ın, Allah’ın kendilerinden razı olduğu bir nesil olmayı başarmaları, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’i doğru ve tam anlamış olmalarının gereğidir. Ayrıca Allah Rasûlü’nünörnekleştirmiş olduğu bir nesil olması itibariyle de Ashab, sadece Kur’an-ı Kerim’i doğru anlayıp hidayeti bulmuş bir nesil değil, bunun yanında Kur’an-ı Kerim’i anlama ve hidayeti bulma konusunda önder bir nesildir.

Her şey bir tarafa, eğer Allah Rasûlü’nden sonra Kur'ân-ı Kerim lafız ve anlam olarak bize orijinal haliyle intikal etti diyorsak, dinin tahrif edilmediğinden emin olabiliyorsak Ashab’ın Kur’an-ı Kerim’e verdiği anlamın, tefsirin doğru olduğuna da iman ediyoruz, etmeliyiz demektir. O zaman bugün Kur’an-ı Kerim’i en doğru biçimde anlayan, tefsir eden kimselerden değil de, bu konuda bazı kriterlerden söz etmek daha doğru olur. Nedir bu kriter? En temelde kriter şu; Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber Efendimiz’in sünneti ve Ashab’ın söz ve sireti çizgisinde anlamak, gerek tefsir alanında gerekse dini ilimlerin diğer alanlarında onlardan sahih yolla nakledilen müktesebatla çelişecek bir anlayış tarz ve üslubundan uzak durmak.

Soru: Normalde önce Kur'ân-ı Kerim yani tefsir ve vahiyle muhatap olup bilgilenip kaynaştıktan sonra ilme yönelmek sanki daha doğru… Veya böyle bir kültürden geldiğimiz için herhangi bir şahsın düşüncelerini ya da farklı fikirleri edindikten sonra pek verim alamayacağımızı düşünüyorum. Yani kişi Kur’an`la muhatap olmayınca kişilerin fikirleri ile ne derece isabetli olacak?

Talha Hakan Alp Hoca : İnsan bir şeyi anlarken ne kadar “ben nesnel düşünüyorum” derse desin, onu şu veya bu ölçüde öznelleştirmiş olur. Bu her anlama faaliyetinde böyledir. Yani insanın kendi anlayışından bir iz bırakmaması mümkün değildir. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken belli kriterlere bağlı kalmak gerekliliği de bunun önüne geçmek içindir. Biz Sahabe’nin anlayışını da bir insan tarafından değil, Allah tarafından tescil edildikleri için esas kabul ediyoruz. Demek ki insanın anlama faaliyeti sırasında felsefi olarak öznellik riski bulunması Kur'ân-ı Kerim’in sıhhatli biçimde anlaşılamayacağı anlamına gelmiyor. Kriterlere yani kadim ifadesiyle “tefsir usulü”ne bağlı kalındığı sürece Kur'ân-ı Kerim tabiî ki sıhhatli biçimde anlaşılır, anlaşılmalıdır. Başka türlü siz Kur’an-ı Kerim’in ya evrenselliği ilkesine ya da ilahî kelam olması gerçeğine olan imanınızdan vazgeçmelisiniz.

Eğer bugün Kur’an-ı Kerim’i sıhhatli biçimde anlamak mümkün değilse o bugüne hitap etmiyor demektir. Dolayısıyla evrensel bir hitap değildir. Yok eğer Kur’an-ı Kerim evrenseldir; ama her zaman ve zeminde insanlar ona kendi tarihsel zeminlerine göre farklı farklı anlamlar yüklerler deniyor ve böylece onun sabit ve mutlak anlamı olmadığı söyleniyorsa bu hem Kur’an-ı Kerim’in evrenselliği hem de ilahîliğine gölge düşürür. Evrenselliğine gölge düşürür; çünkü Kur’an-ı Kerim sadece lafzıyla bir kitap değildir. O hem lafzıyla hem de anlamıyla kitaptır. Lafzı değişmez ama anlamı değişebilir diyorsanız bu, anlamı açısından da olsa bir yönüyle değişebileceği, dolayısıyla evrensel olmadığı sonucunu doğurur. Ayrıca insanlar farklı tarihselliklerde Kur’an-ı Kerim’e farklı anlamlar yükleyebilecek olursa burada anlamı insan belirlemiş, yani anlamın öznesi insan olmuş demektir.

Dediğimiz gibi söz sadece lafzıyla söz değildir, hem lafız hem de anlamıyla sözdür. Eğer lafzı Allah’a ait, anlamı insana ait olursa bu kelamın Allah’a ait olduğunu yani Kur’an-ı Kerim’in bugün Allah kelamı olduğunu ileri süremezsiniz. Daha doğrusu ortada bir kelam mı kalır ki onun Allah’a ait olduğunu konuşabilelim.

Şu halde biz Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken Ashab’dan tevarüs ettiğimiz birikimi esas almakla Kur’an-ı Kerim’le aramıza yabancı bir kültür ve düşünce engeli sokmuş olmuyoruz; aksine –başta kendi kültür ve düşüncemiz olmak üzere- yabancı kültür ve düşüncelerden kurtulmuş, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaşmış oluyoruz. İslamî ilimler de bize Ashab’dan tevarüs edilen bu birikimi sunuyor. Sistemleşmesi itibarıyla bu ilimler sonraki dönemlere tekabül etse de öz itibarıyla Ashab’a dayanırlar.

Sözün başında şunu söylediniz: “tamamen arıtılmış, boş bir zihinle, kalple Kur'ân-ı Kerim′e yaklaşmak, önünde diz çökmek bu nasıl mümkün olur?” Gene bir takım bilgileri aldıktan sonra biz Kur'ân-ı Kerim′e ancak gidebiliyoruz. İşte medrese eğitimine bakın tefsir dersleri ne zaman başlıyor? İlk dönemde başlamıyor, önce bir temel veriliyor talebeye daha sonra başlanıyor. İlk dönemde temel dini bilgiler, ilmihal, sonra basit fıkıh kitapları, akait kitabı okuyorsunuz. Yani önce Kur’ân-ı Kerim′in anlam örgüsünün farklı hayat pratiklerini görüyor ve böylece kendi hayat pratiklerinin etkisinden kurtuluyorsun.

Kur’an-ı Kerim’in yine anlam örgüsünden çıkan temel inanç ve düşünce ilkelerini (usulüddin, kelam) görüyor böylece modern düşüncenin etkisinden kurtuluyorsun. Böylece hem bir alt yapı çalışması yapmış oluyorsun hem de Kur’an-ı Kerim iklimine, onun kavram dünyasına girmiş oluyorsun. Şimdi siz bunun yanlış olup olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in öz anlamına varma konusunda bir engel teşkil edip etmeyeceğini mi soruyorsunuz, bunu tam olarak anlamadım.

Aynı dinleyici sorusunu açıklıyor: Yani İslamî kimliğe sahip olmayan bir kimseye tebliğ yaparken Kur’ân-ı Kerim′i mi önereceğim yoksa ilmihal kitabını mı önereceğim?

Talha Hakan Alp Hoca: İlmihal tavsiye edeceksiniz. Ve tavsiyem -aynı zamanda benim düşüncemdir- insanlara meal tavsiye etmeyin; otursunlar Kur'ân-ı Kerim okusunlar. İnsanlara tefsir dersi yapmayı iki ciltlik, üç ciltlik tefsir okumayı da önerebilirsiniz. Yanlış anlaşılacak yerlerde kayıt getiren, açıklama getiren ve böylece okuyucuyu uyaracak, ona istikamet telkin edecek tefsirler tavsiye edebilirsiniz. Ama açık konuşmak gerekirse bu da çok sağlıklı bir yöntem değil. En sağlıklı yöntem insanları liyakatli hocalara çağırın. Yetkin hocalara, mürşitlere ve muallimlere çağırın. İnsanlara dini onlar anlatsınlar, bizzat problemlerine tanıklık etsin, problemlerini bizzat onlar çözmeye kalksınlar. Biz maalesef kitap kültürünü yaygınlaştırmak suretiyle ilimle âlim arasındaki bağı kopardık. İlmi cansız kitaplardan aldık, âlimlerden uzaklaştık.

Bakın bir hassasiyettir bu, geçmişte şunu savunan insanlar vardı: Ölmüş bir insanı taklit etmek caiz değildir. Ve bir grup âlim ölmüş bir âlimin taklit edilemeyeceğini ileri sürdü. Çünkü ölmüş bir âlimle aranda canlı bir bağ yoktur. Bir meselede kafan karıştı. Allah Allah! Falanca âlimi taklit ediyorsun; ama kendisi hayatta değil. Nasıl yanına gidip kendisine soru soracaksın? Arada canlı bir bağ olması lazım. Buradan mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi taklit eden Hanefîleri ya da diğer mezhep imamlarını taklit eden diğer mezhep müntesiplerini tenkit malzemesi çıkarılmasın. Çünkü bu mezheplerin halen yaşayan âlimleri var. Kendilerini bu mezheplerin ictihadları üzerinde yetiştirmiş, mezhebi iyi bilen fakihler var. Ve bugün söz konusu mezheplere müntesip kimseler bir sorunla karşılaştıklarında gidip ilgili kimselere danışıyor, soruyor ve meselesini çözüme kavuşturabiliyor. Arada sadece cansız kitap yok, yaşayan mezhep müntesibi âlimler de var.

Dediğim gibi kitap, ilmin kaynağı ile aramızdaki bu canlı bağı kopardı. Hani “yazar öldü[1]” diyorlar ya onun gibi bir şey. Okuyucu var, okuyucu istediği gibi anlıyor. Aradaki boşlukları kendince dolduruyor, çıkaracağı mesajı kendisi çıkarıyor. Metne kendisi anlam yüklüyor. Yazarın kastıyla okuyucunun anladığı örtüşmeyebiliyor. Yazılı iletişimle sözlü iletişim arasındaki ifade farkını bir tarafa koysak bile biz yine dini bilenlerinden öğrenmeliyiz. فَاسْأَلُواأَهْلَالذِّكْرِ “Bilmiyorsanız Kur’an erbabına gidin sorun, bilenlere gidin sorun.” Bu sadece soru sormak demek değildir, “onlardan isteyin, tahsil edin” de demektir. Nitekim Ashab’ın bu yolu takip ettiğini daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla insanlara “buyur meal oku” denmesinin doğru bir yol olmadığını; bilakis onlara anlayabilecekleri dilde, belki ilmihal genişliğinde olmayabilir ama mesela temel dini bilgiler düzeyinde kitaplar tavsiye etmek gerektiğini düşünüyorum.

Onlara itikadını anlatacak, anlaşılabilir bir dille fıkhını ve ahlakını anlatacak, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in ve Ashab’ın hayatını anlatacak kitaplar tavsiye etmeliyiz. Fakat bu kesinlikle insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmak değildir. Sakın böyle bir yanılgıya düşmeyin. Bu kitapları okumak insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmıyor. Aksine bu, Kur’ân-ı Kerim′i yaşanabilir, uygulanabilir pratikler halinde, mufassal biçimde ve bir program olarak insanların önüne koymaktır. Bu kitapların muhtevası için harcanan bütün işçilik bunu sağlar; yoksa bu muhteva bizi Kur’an-ı Kerim’in dediğinden uzaklaştıracak bir açılım ya da yönelime sevkedecek keyfi ve indi yorumlar değildir.

Önce de ifade ettim, ilmihalde onlarca sayfa süren namaz bölümünü okuyun. Bunlar أقيمواالصلاةâyet-i kerimesinin açılımıdır. Ancak yine de insanların ayetlerle bunun ötesinde bir bağı olmalı tabii ki. Belki de bunu geleneksel toplumda vaizler yapıyordu. Vaizler ayetler üzerinden konular seçiyorlardı. İnsanlara hemen de ahkâm ayetlerini okumanın bir anlamı yoktu. İşte sabırla ilgili ayetler, işte tevekkülle, Allah korkusuyla, geçmiş ümmetlerin kıssaları vs. ile ilgili ayetler üzerinden o yılın vaaz programına göre insanlara vaaz ediyorlardı.
Bu vesileyle bol bol ayet okuyorlar, ayetlerin mana ve tefsirini insanlara vermiş oluyorlardı. Varsa ayetin sebeb-i nüzulü anlatılıyor, varsa diğer nüktelere temas ediliyordu.

Düzeyli ve nitelikli bir vaazdan bahsediyorum. Konuları her seferinde değişen, yenilenen bir vaazla irtibat bu şekilde kurulabiliyordu. Ve tabii ki bunun yanında bir de bizzat Kur’an okumak vardı. Her gün vird edinip mesela bir cüz okumak vardı. Yine Ramazanlarda çok daha fazlasını okumak vardı. Bir örneğini vereyim. Pakistan’da hadis tahsil ettiğim dönemde şahit olduğum yaşayan bir gelenektir bu. Ramazan’dan az önce orada tefsir dersleri başlar. Hemen her mahallede bir medrese vardır. Medresenin bir şeyhu’l-hadisi olur. Buhâri,Tirmizî vs. büyük kitapları okutan güçlü bir âlimdir bu zat. Bu âlim kendi muhitinde her sene mutlaka tefsir dersleri düzenler.

Ramazan’a yaklaşıldığında Fatiha’dan başlar Kadir gecesine gelindiğinde Nas suresine kadar bütün Kur'ân-ı Kerim’i baştan aşağı tefsir eder. Ve bu programlara erkekler kadar kadınlar da katılır. Zaten mahallenin ya da semtin en merkezi camisi aynı zamanda o semtin külliyesidir. Etrafı da medresedir. Cami bin kişi, yerine göre iki üç bin kişi alır. Alt katta erkekler, üst katta kadınlar bütün bir Ramazan cami dolar. Kuşluk vakti bir başlarlar öğle ve öğle sonrasına kadar sürer bu tefsir dersleri. Pakistan örneğinde olduğu gibi geleneksel İslamî cemiyetlerde Kur’an’la aramızdaki bağ hep var olmuştur. Pakistan toplumu son derece “gelenekçi” bir topluluktur.

İlmihaline, fıkhına ve İslamî ilimlerine sahip çıkan bir topluluktur ve bu onların Kur’an-ı Kerim’le irtibatını kesmesi anlamına gelmiyor işte. Demek ki ilmihal okuyun demek kesinlikle Kur’an’la bağı kesmek değildir; ama meal okuyun demek, Kur’ân-ı Kerim′i hayatımıza sağlıklı, bilinçli ve dengeli biçimde ve gerek hayata yansımaları ve gerekse toplumsal tezahürleri bakımından güvenilebilir nitelikte bir okuma faaliyetine yönlendirmek değildir. Bilakis farkına varalım ya da varmayalım, vahyi hayata uygulayabilme imkânından koparıp al sana Kur’an’dan bol bol slogan üret demek olmuş oluyor. En azından böyle bir potansiyel tetiklenmiş oluyor. Ben bu insanların samimiyetinden şüphe etmiyorum. Adam âyet-i kerimeyi okuyor, tesirleniyor, arkadaşına mesajla, maille ulaştırıyor. Ayetin tesiriyle, vermiş olduğu o anki ruh haliyle bir şeyler anlatıyor, coşuyor, coşturuyor.

Bu sadece bir etkinlik olarak ve kişisel planda güzel bir şey; fakat bir okuma-anlama biçimi ve yöntemi olarak üstelik belli bir ekol kabul edilerek düşünüldüğünde doğru değildir ve bundan bir hayır çıkmayacağı açıktır. Bu size bir coşku verir, bir anlık ruh kıvamı verir; ama devamı gelmez ve bu insan namaz kılıyor camiye gidiyorsa zaten bununla yetinmiyor demektir. Camide namaz kılarken sadece “salatı ikame edin” ayetiyle hareket etmiyor ya. Bu ayeti zorunlu olarak mezhep imamlarının tefsir ve istinbatları doğrultusunda hayata yansıtıyor.

Şu halde biz zaten Kur’an-ı Kerim’i yerleşik İslamî ilimlerin verileri doğrultusunda anlıyor, hayata uyguluyoruz. Bunu hem yapıp hem inkâr etmeyelim. Demek ki yalın Kur’an’a göre müslümanlık, sadece vahye bağlanma, mezheplerden ve tevarüs edilen İslamî birikimden bağımsız bir müslümanlık modeli oluşturma meyanındaki iddialar boş ve gülünçtür . Bu iddiada olan kimseler başkalarını değil, kendilerini kandırmış oluyorlar. Ez cümle İslamî ilimler Kur′ân-ı Kerim’le aramızda bir köprüdür, bir bağdır. Bunları Kur’an-ı Kerim’le aramızda bir engel olarak görmek meseleye tersinden bakmaktır, çarpıtmaktır.

Kur'ân-ı Kerim′e girerken bir altyapı, temel bilgi gerektiği aşikârdır. Bizler Kur’ân-ı Kerim′in orijinal diline bile vakıf değiliz. Bu eğitimi almadan önce sıradan bir Arapça eğitimi aldığınızda bile siz Kur’ân-ı Kerim′in dilini anlayamazsınız. Hem eski dile vukuf gerekir hem de Kur’an-ı Kerim’in kendine has üslubu var, ifade özellikleri var. Usul-i fıkıh ilminin lafız ve delalet bahisleri bunu işler. Yalın Arapçayla da halledilebilecek bir iş değildir bu.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim′deki hitabın bir arka planı var. Siyer dediğimiz bir şey var, orada bir ortam, bir bağlam, sebebi nüzuller var. Kur’ân-ı Kerim içindeki hükümlerin, o hükümler içerisinde geçen bir takım atıf/gönderme yapılan olaylar, uygulamalar, Arab′ın örfü, âdeti vs. var. Bilgi kapasitesi olarak bu konuda da tahsil gerekiyor. Evet, şu sorulabilir; bu dediğin eğitim bugün mevcut İslamî eğitim kurumlarında ne kadar veriliyor? Maalesef İslamî eğitim kurumlarımızda da çok büyük eksiklikler var, program sorunları var. Müfredat sorunları var. Talebeye verilen hedeflerde de sorunlar yaşanıyor. Bu ayrı bir müzakere konusu.

Konumuza dönersek şunu teori açısından söyleyebilirim: Kur’ân-ı Kerim′i sağlıklı anlamak demek hemen açıp Kur'ân-ı Kerim okuyup onu anlamaya çalışmak demek değil. Önce bir alt yapı çalışması gerekir, bu alt yapı çalışması bizi Kur'ân-ı Kerim′i anlamaya götüren, Kur’an’a varan bir yoldur, onunla aramızda bir bağdır, bir köprüdür. Ama kesinlikle yine biz bunun teyidini Kur'ân-ı Kerim’den alacağız. Tefsir derslerimizin sonunda ve neticesinde vardığımız nokta, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaştık mı yoksa ondan uzaklaştık mı bize gösterecektir. Yakın mıyız uzak mıyız, neye bakarak bunu anlayabiliriz? Tabi ki önder nesil olan Ashab’a bakarak anlayabiliriz. Düşünce ve bakışımız eğer onlarınkinden uzaklaştıysa okumalarımızda bir sorun var demektir, tekrar başa dönüp nerede hata yaptığımıza bakmalıyız.

Soru: Hocamız mealden bir şey anlayamazsınız dedi. Sonra şuraya değindi; “ölmüş kişinin kitabını anlayamazsınız. Başka bir ifadeyle, canlı değilse onun canlılığını kavrayamazsınız”. Peki, insan hissetmiyorsa yaşayabilir mi? Hissetmeden fikredebilir mi? Olayı kavramadan hüküm çıkarabilir mi? Okuyan bir kişi okuyup da hissediyorsa bunun neticesini anlayabilir mi? Küçük kardeşimizin sorduğu soruda bir gerçek var; kim karar verecek? Bildiğim kadarıyla dinimizde Allah kişinin aklına göre hitap eder. Peki o meali okuyan insanın aklı ve hissetmesi derinlemesine algılama özelliği varsa bu gene buna engel midir?

Talha Hakan AlpHoca: Söze önce sorunun birinci kısmıyla başlayalım. Hissetmek, anlamak ve uygulamak. Herhalde böyle bir süreçlendirme yapabiliriz. Kesinlikle hissetmenin önemini hafife alan bir şey söylemiyorum. Bunu kabul etmem, bu doğru değil. Hissetmeli ve bu coşkuyu yaşamalıyız. Meal okuması bize bu coşkuyu verir; ama ardından da birçok kafa karışıklığını tetikler. Özellikle bu hangi ayetlerdedir? Ahkâm ayetlerini alın okuyun. Kur’ân-ı Kerim′in ifade özelliği vardır. Bakın, Kur'ân-ı Kerim’de mücmel ve mutlak lafızlar vardır. Bir yerde bir kelime mutlak/ kayıtsız geçer.

Bir başka yerde bakarsınız aynı konuda bir kayıt vardır. Hatta Kur′ân’da kayıt yoktur, hadiste kayıt vardır. Hatta hadiste de yoktur icmâda, Sahabe’ninfehminde/tefsirinde bir kayıt vardır, yani bir kayıt olmasının gerektiğini ifade eden delil vardır. Bütün bunlar o kelimeyi her ne kadar ayette mutlak olarak zikredilmiş de olsa senin mukayyet/kayıtlı anlaman gerektiğini gösterir; ama mealde o kaydı göremezsin. Dolayısıyla meal okurken hissedersin, ama tam ve sahih bir anlam çıkaramazsın.

Bazı ayetlerin mealini okurken yüreğinizde harekete geçen duygular çok samimidir. Bunu yadırgamadığımı söylemiştim. Söylediğim şu; İslamî bilgi ve düşünüşümüzü meal okumalarına dayandırmak yanlıştır. Konumuz Kur’ân-ı Kerim′i anlamaksa eğer hislenmekten daha çok biz Kur’an-ı Kerim’i hem sağlıklı hem de eksiksiz anlamanın şartlarını ve imkânlarını konuşmalıyız. Meal okumak benim gördüğüm kadarıyla bu imkânları -eğer meal okumayı tek okuma yöntemi olarak kabul ediyorsak- belli bir daireye haps etmektir. Sorunuzun diğer kısmına, yani “hissetmeden fıkıh mümkün mü?” diye özetleyebileceğim kısmına gelince evet, hissetmeden fıkhetmek mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in anlamını, gayesini, esrarını hissetmeyen, mesajını kuşanmayan insan Kur’an-ı Kerim’i hakiki anlamda fıkhetmiş olamaz.

İmam Gazzâlî bunun mücadelesini vermiştir. İhya’yı bunun için telif etmiştir. İhya’daGazzâlî de fakihleri tenkit eder ve şöyle der; ′′günümüzün fakihleriyle selefin fakihleri arasında fark var. Günümüzün fakihleri problem çözüyor. Ama problem çözmenin kendisine vermesi gereken ruhî neşveden, coşkudan ve hassasiyetten mahrumlar” diyor. Fıkhın teknik boyutuyla adeta bir teknisyen gibi fazla haşır neşir olmaktan kaynaklanan, biraz da dünyevi ikballere tutulmaktan kaynaklanan bir şeydir bu. Kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i hem anlamalı hem hissetmeli hem de uygulamalıdır. Bunların üçü de olmalı, üçü de dengelenmeli. Ancak bunların üçünün değerini kesinlikle bir tanesine hasr etmek, diğerlerini önemsizleştirmek yanlıştır. Meal okumak bize bu hissi veriyor. Güzel, ama meal okumak bize dört başı mamur bir Kur’an’ı anlama imkânı sunamıyor, sunamaz da.

Soru: Hocam, Hac suresi 46. âyet-i kerimede şöyle bir şey var: Mevlamız buyuruyor ki; “zira hakikat budur ki gözler körelmez ve lâkin sînelerdeki kalbler körelir.” Diyeceğim şu ki Kur’ân-ı Kerim′i kalple okumak, fıkhetmek ve onu algıladıktan sonra da sorunlara çözüm bulmak gerekiyor. Yaşadığımız toplumda bizim gibi insanlar Arapça bilmiyor, bilmiyoruz. Ama en azından peygamber ve Ashab’ının yaşantısını canlandırmaya çalışıyoruz, onu anlamaya çalışıyoruz. Oku derken mesela yeşil ağaçtan ateşi çıkaran kim?.. Bu bir hissetmedir, algılamadır. Tasavvufun içerisinde ufuk açar bu. Ama ben bu âyet-i kerimeyi okumadığım zaman ya da sadece meali okuduğum zaman ben bunu anlayamam. Ama âyet-i kerimenin kendisini okuduğum zaman bu bana bir ufuk veriyor. Allah’ın sözleri.

Talha Hakan AlpHoca: Burada sorun yok. Asıl sorun şurada başlıyor: Siz meal okumayı eğer yegâneleştirirseniz, birinci Kur’an’ı anlama yöntemi budur, derseniz ve işiniz gece gündüz meal okumak olursa işte sorun budur. Bunu özellikle bu şekilde tasvir ettim. Dedim ki, cep boy bir meal alırsın, sabah akşam nerede fırsat bulursan açar okursan, bütün ömrünü meal okumakla geçirirsen eğer sen öbür tarafta nasıl namaz kılıyorsun, ticaretinde haram-helal hassasiyetini neye göre belirliyorsun? Bunları mealden anlaman, çıkarman mümkün değil. Kur’an-ı Kerim’de bu meseleler herkesin anlayabileceği açıklıkta ve sadelikte dile getirilmemiş.

Kur’an-ı Kerim’de hiç temas edilmeyip tayin ve vaz’ı bizzat Allah Resulü’ne bırakılmış meseleler var. Hangi hayvanların eti yenir, hangilerinin eti yenmez meselesi gibi, fıtır sadakası gibi, vitir namazı gibi. Ya da Kur’an-ı Kerim’de kapalı bırakılıp da beyanı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Muamelatla ilgili meselelerin bir kısmı böyledir. Veya Kur’an-ı Kerim’de öz halinde zikredilip de tafsilatı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Namaz, zekât ve hacla ilgili meseleler gibi. Allah Resulü’ne gelince onun ifadelerinde bu meseleler daha bir açıklık kazanmış, yer yer detaylandırılmış. Ama Allah Resulü’nün sözlerinde de bazen açık ve net cevap bulamadığımız meseleler var.

Bu gibi meselelerde bakıyorsunuz, cevap Ashab’dan geliyor. Cevabını aradığın her meselenin bizzat Allah Resulü’nün hadislerinde işlenmesi gerekmiyor. Ashab’ın sözü veya fetvası olarak da karşımıza çıkabiliyor. Şu halde meal okuyan kimse Allah Resulü ve Ashab’dan tevarüs edilen bu bilgi kaynağından mahrum kalıyor. Bu mahrumiyet içinde gerçekleşen anlama faaliyetine ne kadar güvenebilirsiniz? Şu halde benim demek istediğim şu; meal okumayı mutlaklaştırmak yanlıştır. Meal okuduğunuz kadar hatta ondan daha fazla ilmihal okumalısınız. Yaptığınız ticaretin haramını helalini bilmek durumundasınız.

Kur’an’ın hayata tatbiki budur. Yoksa Kur’an’ın hayata tatbiki demek; hani eskiden Kur'ân-ı Kerim’e ta’zim takdis adına Kur’an-ı Kerim’i kılıflayıp duvara asmak şeklinde karikatürize edilen bir anlayış var ya sık sık bu anlayışı tenkit ederiz. Kur’an-ı Kerim’i yücelten ama diğer yandan da hayatın dışına iten çelişkili bir tutum olarak görürüz bunu. Hazin ki bu anlayışı tenkitten doğan ve gücünü, enerjisini bu tenkitten alan mealciliğin geldiği nokta çok farklı değil. Mealcilik, Kur’an’ı hayata tatbik etme ülküsünü bir kısım sloganlara indirgemekten başka ne yapmıştır?

Soruyorum, meal okuyarak ticaretin helal ve haram sınırlarını kim tespit edebilir? Bu mümkün mü? Meal okuyarak ticarî hayatta haram olduğunu tespit edebileceğiniz iki şey var. İnsanların mallarını haksız yere, batıl yollarla, onların rızası olmadan yemeyin. Bu çok temel bir ilkedir. Haliyle son derece soyuttur. Ticarî hayata yön veren bir ahlak ilkesidir. Hukukî açılımını meal size veremez. Veremediği için de piyasada pratiğini bulamazsınız. Bir de mealden ticaretin diğer bir hükmü olarak bulacağınız şey faizin haram olması hükmüdür. Peki faiz nedir?

Faiz sadece borçlanmalarda mı olur? Faizin başka türleri yok mudur, İslam dininde? Mesela kuyumcuya gidiyorsunuz. Elinizde bilezik var, verip yerine çeyrek veya yarım alacaksınız. Kuyumcuya verdin bileziği tarttı “şu kadar” dedi. Bunun karşılığı olan çeyreği veya yarımı hesapladı; “ama şu an elimde yok, yarın gel vereyim” dedi. Sorsan bu akitte bir problem var mı? Mealden hareketle kimse bunun haram olduğuna hükmedemez. Oysa bu haramdır, faizdir. Bunu ben demiyorum, bizzat Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) söylüyor: Ezzehebubizzehebive’l-fiddatübi’l-fiddati… diye başlayan hadîs-i şerif Buharî ve diğer hadis mecmualarında yer alıyor. Faizin diğer türlerini (ribe’l-fadl ve ribe’n-nesîe) konu edinen ve fıkhî açılımı çok geniş olan bir hadis-i şeriftir bu.

Fakihlerin bu ve benzer hadisler üzerinde gerçekleştirdikleri istinbat ve ictihad faaliyetleriyle ticaret fıkhının önemli bir kısmını tesis ettikleri kaynak hadislerdendir. İçerik olarak başlıca altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz gibi bazı maddelerin alım-satımında belli ölçüler getirir. “Bu maddeler hemcinsleriyle mübadele edildiklerinde iki şeye dikkat edin” diyor Efendimiz: “Birincisi peşin olsun, ikincisi denk olsun.” Altını altınla değişiyorsun, kuyumcuya elindeki altını verdin o da karşılığında vermesi gereken altını “sana yarın vereyim” diyor sen de tamam diyorsun. İşte bu ribe’l-fadl denen bir çeşit faizdir. Meal okuyarak bunu mümkün değil insan bilemez.

Soru: Hocam, en etkili söz hiç şüphesiz Allah’ın kelamıdır. Dediniz ki “insanları meal okumaya teşvik etmektense ilmihal okumaya teşvik edin.” Fakat insanların İslam’la şereflenmesi çoğunlukla meal üzerinden oluyor özellikle bu dönemde. Ve devamla, “ilmihal okumak meal okumaya engel değildir” dediniz. Tarih bunu doğrulamıyor bence. Altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğu döneminde halkın geneline bakın hep ilmihal okudular. Ama Kur'ân-ı Kerim’i raflarda güzel kaplar içerisine koydular ve çeşitli zamanlarda açıp sadece Arapçasını okudular hiçbir zaman bundan geçip de “Kur'ân-ı Kerim bize ne diyor, ne ifade ediyor?” diye düşünmediler. Ta ki ilk meali 1923 veya 1925’te Elmalılı Hamdi Yazır yazdı, çok enteresandır!

Talha Hakan Alp Hoca: Niçin yazdı? Kim yazdırdı?
- O bir direktif üzerine yazdı. Ama bu çok enteresandır ve zaten anlayamadığım da burasıdır.

Çünkü doğru bir şey değildir. Zaten Elmalılı da böyle bir şeyi doğru bulmamıştır, bunun içindir ki bir meal yazmamış, tefsir yazmıştır. Sonradan birileri tefsirinden mealini ayırıp çıkarmıştır. Bugün piyasada dolaşan Elmalılı ya da Ömer Nasûhî Bilmen mealleri onların işi değildir. Onların mealleri tefsirin içindedir, ayrı ve müstakil değildir.

Soru: Ama hocam şöyle bir şey de tartışılıyor: Acaba İslam’ı fazla korumacılık, hâşâ âlimlerin Allah’tan daha çok Allah’ı, İslam’ı benimsemeleri, koruma altına alma refleksi var. Maalesef diyorum, yani Kur'ân-ı Kerim’i başka dillere çevirmenin tartışması yapılmış İslam dünyasında. Bu da enteresan bir şey. Yani insanlar Kur'ân-ı Kerim meali okumalarından sonra illaki ilmihal okuyacaklardır ve fıkhî meselelerini ilmihalde çözeceklerdir şüphesiz. Ama hiçbir zaman ilmihal okuyan bir insan meale pek geçemiyor. Tarihteki örnekleri hep böyle.

Talha Hakan Alp Hoca: Anladım burada problem nedir biliyor musunuz? Nitekim siz bunu satır arasında itiraf ettiniz. Hatta açıkça da ifade ettiniz. “Osmanlı altı yüz yıl ilmihal okudu, Kur'ân-ı Kerim okumadı. Anlamını bilmeden Arapçasını okudu, beze sardı rafa koydu. Ama Kur’ân-ı Kerim′i bilmiyordu, Kur’an’dan ayrıldı, Kur’an’la bütünleşemedi” demiş oluyorsunuz. Peki, neye dayanarak diyorsunuz? Altı yüzyıllık Osmanlı insanının Kur’ân’dan uzaklaştığını Kur'ân'a rağmen Kur'ân'a aykırı bir hayat yaşadığını söylerken vesikanız nedir?

Bakın şimdi problem bu.

Dinleyici: Geçmişe nazaran bugün kime sorarsanız sorun Kur’an’dan zihninde bir ayet vardır muhakkak.

Talha Hakan Alp: Eski insanda olmadığını nerden biliyorsunuz?

Dinleyici: Çünkü onlarda meal yok.

Talha Hakan Alp: Ayet bilgisi için illa meal mi okumak gerekiyor? Burada bilgi eksikliği var, Osmanlı insanını tanımamak söz konusu. Size bir örnek vereyim; Osmanlı insanının elinden düşürmediği, sürekli okuduğu bir eser var: Tarikat-ı Muhammediyye. İçinde kaç tane ayet var biliyor musunuz? Tarikat-ı Muhammediyye’yi hayatında on defa okuyan adam yüzlerce âyet-i kerimeyi ezberlemiş olur. Ama nasıl ezberler biliyor musunuz? Ayetleri anlamlarıyla, yorumlarıyla, hükümleriyle, üzerinden bir ahlak nizamı çıkarılmış haliyle ezberler.

Ayetleri kavramsal bir yapı içinde görmüş olur. Eksiksiz ve sıhhatli bir anlama imkânı bulmuş olur. Öbür adam meal üzerinden mesela “Maide suresi 44, Bakara suresi 77” diyen adam bağlamından kopartılmış, anlamı, ahkamı derinliği olmayan mealleri ezberler, yorumunu da kendisi yapar. Ayet üzerinden yeni bir kavramsallaştırma faaliyeti içine girer. Kuran-ı Kerim’de yer alan şûrâ ile ilgili ayetlerden demokrasiyi çıkaran insanın yaptığı bu değil midir? Peki, şunu soruyorum ben size; çok somut örnek vererek diyorum. Yıllardır duvarlara astığımız وَمَنْلَمْيَحْكُمْبِمَاأَنْزَلَاللَّهُفَأُولَئِكَهُمُالْكَافِرُونَ “Kim Allahın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”

Maide süresindeki bu âyet-i kerimeyi bilirsiniz. Bunlarla yıllarca insanları tekfir etmedik mi? Bu ayetleri biz doğru anlamış mıydık? Doğru anladığımız söylenebilir mi? Mealciliğin hastalığı değil midir bu? Bu yapıldı mı yapılmadı mı? İnsanlar bu âyet-i kerimeyi okudu dedi ki; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirdir.” Döndü baktı ki kardeşi hâkim, “kâfirsin” dedi. Kapıya çıktı, “sen ne yapıyorsun? Şöyle diyorsun! O zaman sen de kâfirsin”. Beri ki “sen de kafirsin” demedi mi? Ama hiçbir zaman Tarikat-ı Muhammediye üzerinden Kur’an âyeti okuyan kimse ya da fıkıh ve ilmihal kitaplarından Kur’an âyeti okuyan kimse böyle bir taşkınlığa kapılmadı.

Dinleyici: Başka şeyler oldu ama Osmanlı zamanında

Talha Hakan Alp: Ne oldu mesela?

Dinleyici: Çok farklı

Talha Hakan Alp: Yani?.. Böyle bir yargı var bizde. Şöyle düşünüyoruz: -ve bu da tarihe olumsuz bakışın eseridir- Bunca zaman Kur’an anlaşılmadı veya anlaşılamadı. Kur’an’ı biz bugün anlayacağız. Zaten sözün başında bunu ifade etmiştim. “Kur’an yüzyıllardır eksik anlaşıldı, Kur’an’la aramıza biz mezhepleri, içtihatları koyduk, ilmihali koyduk, bilmem şunu koyduk bunu koyduk” dedik. Biz tarihe hep böyle kötü gözle baktık. “Kur'ân-ı Kerim anlaşılmadı, insanlar Kur’an’dan koptular” vs. dedik. Peki, neye dayanarak söyledik bunları? O insanları mesela bir tane Osmanlı insanı görmüş değiliz.

Bugün gördüğünüz yaşlı başlı insanlar Osmanlı insanı değiller, cumhuriyet neslinin çocuklarıdır. Maalesef Osmanlı eğitim ve kültür hayatından mahrum yetişmiş kayıp neslin çocuklarıdır. O halde neye dayanarak Osmanlı insanının Kur’an ayetlerini bilmediğini söylüyorsunuz. Örnek verdim. Dedim ki; Tarikat-ı Muhammediye’yi getirin, sayalım onlarca belki yüzlerce ayet var. Meal okuyan insandan çok daha fazla ayet bilgisi vardı Osmanlı insanının.

Dinleyici: O insanlara sorsanız âyet mi hadis mi olduğunu bile bilmiyorlardı, ayıramazlar.

Talha Hakan Alp: Hayır, orada bizzat “Allah buyurur ki” deniliyor, âyet’in bizzat orijinal metni geçiyor. Karıştırmak mevzubahis değil.

Dinleyici: Hocam ben Allah’la konuşmak istiyorum, nasıl konuşacağım?

Talha Hakan Alp: Kur’an okuyacaksınız. Meal mi okuyacaksınız? Meal okumakla Allah’la konuşmuş olmazsınız. Meal Allah’ın sözü değil ki.

Dinleyici: Ben tanışmak istiyorum Allah’la. Nasıl tanışacağım.

Talha Hakan Alp: Bakın problem şu: Niçin bu ikisi arasında bir çatışma görüyor ve neden bu ikisini uzlaştıramıyorsunuz? İlmihalle meali, ilmihalle tefsiri neden barıştıramıyorsunuz? Ben bunu konuşuyorum. Bu toplumda ilmihal itildi, meal öne çıkartıldı. Mealci bir Müslümanlık geliştirildi. Ve şimdi gerekçeli meal diye yeni bir versiyonu pazarlanıyor ki bu versiyonda insan yorumu çok daha fazla… Ama ilmihal hala yok! Bunu konuşuyor ve örnek veriyorum: Allah Resulü namazda bazı durumlarda sehiv secdesi yapılmasını emretmiştir ve kendisi de yapmıştır. Ama bakıyorsunuz adam konuşma esnasında takır takır falan sure falan ayet, filan sure filan ayet diye size mealleri peşi sıra sıralıyor.

Namaz kılarken sehiv secdesini gerektirecek bir hata yapıyor da sehiv secdesi yapılması gerektiğini bilmiyor! Yahut ticaretinde haram olan bir şeyi bilmiyor! Ama Osmanlı Müslümanı bunları biliyordu. Neden? Çünkü Namaz hocası kültürü diye bir şey vardı. Biz bu namaz hocası kültürünü bazı yayınevlerinin ticari metaı haline geldiği için dışladık. Ne gerek vardı ki! Kültürümüzle niçin savaşıyoruz? Neden biz istirmacıların ya da cahillerin bir hakikatin etrafına ördüğ
Devamını Oku »

Kur'an-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız? 1.Bölüm

Kur'an-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız?

- 1.bölüm -


Soru: Hocam, Kur'ân-ı Kerim’i nasıl okumalı ve nasıl anlamalıyız? Birilerinin bize okuyup anlatması mı yoksa doğrudan bizim okuyup anlamamız mı daha doğru bir yol?

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillahirabbi'l-alemînve's-salâtüve's-selâmüalâmuhammedin ve alââlihî ve sahbihîecmaîn…

Aslında iki ayrı başlıkla iki ayrı oturumda ele alınması gereken iki ayrı konu. Ama biz meselenin Kur’ân-ı Kerim′i okuma boyutuyla değil de anlama boyutuyla ilgilenecek ve bu çerçevede konuşacağız. Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Kur'ân-ı Kerim’le alakalı iki özel görevinin olduğunu yine Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz. Birincisi يَتْلُوعَلَيْكُمْآيَاتِنَا “size Bizim âyetlerimizi okur”. İkincisi وَيُعَلِّمُكُمُالْكِتَابَ “ve sizlere kitabı talîm eder”. Yani kitabı, anlayabileceğiniz kıvamda size anlatır, içeriğini size açar ve onu size öğretir.

Ayet-i kerimede geçen bu son cümle aslında bu akşamki konuşmanın sunucu arkadaş tarafından takdim edilen başlığıyla örtüşüyor:

Kur'ân-ı Kerim′i nasıl anlamalıyız?

Bu soru çağların sorusudur. Müslümanlığın zaten düğümlendiği/bağlandığı nokta, Müslümanlığı üzerine tesis edebileceğimiz öz ve cevher de zaten bu soruda gizli. Kur'ân-ı Kerim′i anlayamayan kimse zaten Allah′ı tanıyamaz, Kur'ân-ı Kerim′i anlayamayan kimse Peygamber’i de tanıyamaz, hayatı, ölümü hatta kendisini tanıyamaz, hiçbir şeyi tanıyamaz; kısacası Müslüman olamaz. Bu bakımdan İslam′ın tebliğ edildiği andan itibaren Kur'ân-ı Kerim′in anlaşılması yönündeki araştırma ve çalışmalar da başlamış oluyor. İslam dininin öğrenilmesi, yaşanması, karşılaşılan problemler üzerine sorular sorulması, cevaplar alınması, müzakere ve mütalaası diyebileceğimiz İslam′ın öğrenilmesi ve yaşanılmasının tarihi zaten Kur'ân-ı Kerim′in anlaşılmasının da tarihidir.

Kur'an-ı Kerim'in anlamı belli ve sabittir

Hatta biraz popüler bir dille anlatacak olursak, Kur'ân-ı Kerim hala anlaşılmakta olan ve kıyamete kadar da anlaşılacak olan bir kitaptır. Bize ifade ettiği manası ya da mesajı diyelim, asla tükenmemiş ve tükenmeyecek olan bir kitaptır Kur’an-ı Kerim. Bu son cümleleri duymaya alışıksınızdır; fakat ben bunları söylerken şöyle düşünerek söylemiyorum: Dün Kur'ân-ı Kerim′e verilen anlam artık bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Bugün Kur'ân-ı Kerim′e yeni bir anlam vermeliyiz, yarın gelecek nesiller de bugünkü anlam değiştiği, geçerliliğini kaybettiği için onlar da yeni yeni anlamlar vermelidir, şeklinde Kur'ân-ı Kerim′i hüviyetsiz/anlamsız, tamamen kişilere, zamanlara, kültürlere göre çok farklı anlamlar ifade edebilen göreli bir kitap olarak düşünüyor değilim.

Ebetteki özde Kur'ân-ı Kerim′in anlamı birdir ve mutlaktır. Hiç bir zaman değişmez. Dün o anlam ne idiyse bugün de odur, yarın da o olacaktır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim bir kelamdır, bir sözdür, kelimeyle iletilmiş bir mesajdır; kelimelerin özde sabit anlamları vardır ve bu anlamlar bakidir. Belki zaman zaman kelimeler anlam esnemesine uğrayabilir. Mesela mecaz ve kinaye gibi ifade türleri vardır. Kelimenin yaygın olarak kullanıldığı bir anlamı vardır. Bu anlam onun hakiki anlamıdır. Ama zaman içerisinde toplum, onu çeşitli münasebetlerle bağlantı kurduğu ödünç ya da dolaylı bir anlamda kullanır.

Bunu ya kolayına geldiği ya fonetik düzeni hoşuna gittiği, ya da daha etkili bir tasvirde bulunmak istediği için yapar ve o ödünç ya da dolaylı anlam sık sık kullanıla kullanıla artık kelimenin hakiki anlamı gibi kabul edilmeye başlanır ve zaman içerisinde bakarsınız ki kelimede anlam zenginleşmesi olur. Böylece sonraları bazen birbirleriyle irtibatı dahi tespit edilemeyen birçok mana kelimenin anlam dağarcığına yüklenmiş olur ve böylece dilde esneme ve genişleme olur. Rengi, tonu ve sınırları değişebilir, hatta önemli bir değişim ve dönüşüm olabilir. Ama Kur’ân-ı Kerim için böyle bir şey söz konusu değildir.

Çünkü Kur'ân-ı Kerim Allah tarafından korunmuş bir kitap olması bakımından bozulmasını, tahrif edilmesini, zaman içerisinde anlam erozyonuna uğramasını gerektirecek olan bütün sebep ve unsurlar da Cenab-ı Allah’ın inayetiyle önlenmiştir. Yani Kur'ân-ı Kerim′in korunmuşluğunun doğal bir sonucu olarak Kur'ân-ı Kerim′in bozulmasına yol açabilecek etkenlerin ortadan kaldırılması da bu bağlama giriyor.

Arap dilinin korunmuşluğu Kur'ân-ı Kerim′in korunmuşluğuyla da birebir alakalıdır. Bin dört yüz sene evvel Türkçe ya da bir başka dilde bugün kullanmadığımız kim bilir ne kelimeler vardı? Bunun dışında bugün kullandığımız kelimeler o dönemde ne manada kullanılıyordu? Bunu kim temin edebilir? Ama Arap dili için bunu temin etmek mümkün. Arapça kelimeler on, on beş ciltlik kapasiteli, nitelikli lügat kaynaklarında bin iki yüz yıl öncesinden kayıt altına alınmış. Kelimelerin o döneme ait anlamlarını belgeleyen şiirler, deyimler, atasözleri büyük bir özenle günümüze taşınmıştır.

Bu muvaffakiyet Arap dilinden başka hangi dile nasip olmuştur? Araplara bu muvaffakiyeti kazandıran şey Kur’an-ı Kerim’dir. Bütün bu çalışmalar Kur’an-ı Kerim’i doğru ve eksiksiz anlama gayretinin eseri olarak gerçekleşmiştir. “Kur’ân-ı Kerim′in anlamını muhafaza edelim. Kelimelerde anlam kayması yaşanıp da Kur'ân-ı Kerim’de bir anlam bozulmasına yol açmasın” hassasiyeti, kaygısı o dönemin bilginlerini, şuurlu ve duyarlı Müslümanlarını Arap dilinin verilerini toplamaya ve bunları kitaplaştırmaya sevketti. H.2 ve 3. yy’dan itibaren dil bilginlerinden Sîbeveyh, hocası Halil, Müberred, Kisâî, Ahfeş ve Basra’nın, Bağdat’ın, Küfe’nin diğer dil bilginleri var. Lügatçiler bütün Arap topraklarını dolaştılar.

Bedevilere, Arap köylerine ve daha henüz yabancı topluluklarla karışmamış olan öz Araplara gittiler ve onlardan saf Arapça kelimelerin karşılıklarını duydukları gibi alıp tedvin ettiler ve böylece ilk dönemin saf Arapçasını kitaplara geçirmek suretiyle korumuş oldular. Biz bugün işte bu kaynaklara müracaat etmek suretiyle ya da o dönemde yazılmış tefsir kitaplarına müracaat etmek suretiyle, Taberîlere, Abdurrezzak’ın, İbnCüreyc’in tefsirlerine müracaatla Kur’ân-ı Kerim′in orijinal/asli anlamını bulma imkânına sahip oluyoruz. Eğer bu kaynaklar olmamış olsaydı, biz bugün modern lügatlerden Kur'ân-ı Kerim’in manasını anlamak durumunda kalacaktık.

Ayet-i kerimede geçen mesela “kesebe” kelimesine bugün modern anlam neyse o anlamı verecektik ve bunun Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dönemindeki Arapçayı, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim′in orijinal mesajını ne kadar orijinal haliyle yansıttığı konusu da devamlı şüphe konusu olacaktı ve bir türlü emin olamayacaktık.

İşte Allah Kur’ân-ı Kerim′in lafzını koruduğu gibi anlamını ve manasını da korumuş, bunun için gerekli olan bütün vasıtaları, şartları da hazırlamıştır. Buna mani olabilecek, tehdit oluşturabilecek bütün unsurları da yine âlimlerin eliyle, yer yer İslam kahramanları, devlet idarecilerinin ve komutanlarının eliyle temizlemiş bertaraf etmiştir. Kur'ân-ı Kerim bu yönüyle hem lafız hem de mana olarak mahfuz/korunmuş bir kitaptır. Şunu demek istiyoruz ’’tarih boyu bütün çabalar Kur’ân-ı Kerim′i orijinal haliyle, en doğru haliyle anlayabilmeye matuf olmuştur. “Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anlayabilirim? Anlarken izafilikten, öznellikten nasıl kurtulabilirim?

Kur’ân-ı Kerim′i anlarken onunla arama girebilecek mesafeleri nasıl aşabilirim? Kur'ân-ı Kerim’le arama örülecek duvarları nasıl yıkabilirim?” Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dilinden döküldüğü şekliyle Kur'ân-ı Kerim ayetlerini akıllarına ve gönüllerine kazımak olmuştur bütün tarih boyunca Müslümanların amacı.

Bu konuda tarihimize güvenelim, şöyle bir söyleme asla pirim vermeyelim: ‘’Kur’ân-ı Kerim bugüne kadar tam anlaşılamadı, eksik anlaşıldı, mesajı çarpıtıldı, biz bugün Kur’ân-ı Kerim′i elimizdeki yeni imkânlarla en doğru haliyle, en orijinal haliyle anlayacağız.’’ Böyle cüretli, ayakları yere basmayan ifadeler kullanmamalı, bunlara kesinlikle pirim vermemeliyiz. Aslında Kur'ân-ı Kerim’den çağ olarak uzaklaştıkça Kur’ân-ı Kerim′i anlama konusundaki avantajlarımız da azalıyor. Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlamamıza sebep olabilecek etkenler de çoğalmış oluyor. Bir taraftan da bunun muhasebesini yapmak durumundayız. Tarih boyu bu soru soruldu dedik. Tarih boyu Müslüman topluluklar, fertler hep şunu sordu; Kur’ân-ı Kerim′i sağlıklı biçimde, orijinal haliyle nasıl anlayabilirim? Bunun için ne yapmalıyım?

Kur'an-ı Kerim'i anlamanın anlamı

Şimdi biz de bu soruyu soruyoruz. Öncekiler bu soruya nasıl cevap buldu ve bizler nasıl cevap bulabiliriz? Onun izini sürmek durumundayız şu anda ve burada anlatmak istediğimiz bu sorunun cevabını nasıl bulabileceğimiz konusunda ipuçlarıdır. Ve işimiz bu ipuçları üzerinde durmak, bunun imkânlarını biraz sorgulamak olacak.

Düşünelim, Kur’ân-ı Kerim′i gereği gibi anlamak çok kolay bir iş değil. Kendimizden bir şeyler katmadan, aldığımız eğitimden, çevreden, hâkim kültürden, modern paradigmadan etkilenmeden Kur’ân-ı Kerim′i anladım diyebilmek kolay bir iş değildir. Ve bu süreç işidir, bir anlık bir şey de değildir. Bu sürecin bir tarafında düşünmek diğer tarafında bilgi, eğitim var ve yine bu sürecin bir diğer tarafında arınma, zikir, zühd, takva, riyazet var. Diğer bir tarafında sabır, nefis muhasebesi, anladığın şeyi sorgulamak var… “Emin miyim acaba? Emin olmam için elimde veri olarak ne var? Bunlara ne kadar güvenebilirim?” soruları var. Bir iç sorgulama vb. daha birçok şey var.

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim′i olması gerektiği gibi anlıyorum. Aldım elime meali, sabah akşam işe giderken işten dönerken yemek öncesi yemek sonrası ya da birini beklerken okuyorum. Boş kaldığımda hemen açıyorum ve okuyup anlıyorum, anladıkça şifa buluyorum. Evet, özde bu çaba masumca bir çabadır ve kişiye verdiği manevi haz bakımından güzeldir. Ama yaptığımız şeyin doğruluğundan ne kadar emin olabiliriz? Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde hedeflenen şey, teşvik edildiğimiz çalışma bu mudur? Bunu sorgulamak durumundayız.

Bu sorgulamaya geçmeden önce şunu düşünelim: Çok yönlü hazırlık isteyen, ancak uzunca bir sürece yayılarak elde edilebilecek bir sonuç, bir başarı düşünün. Bu başarıyı sağlamış bir insan farz edin. Bu sizin komşunuz olsun. Mesela çok önemli bir hastalığı vardı. O bu hastalığın tedavisi için gerekli olan adımları attı, perhizini yaptı, ilaçlarını kullandı, kendisini psikolojik ve fizyolojik olarak hangi formasyona sokması gerekiyorsa bütün bunları yaptı ve başardı. Birkaç yıl içinde bu hastalığın pençesinden Allah’ın izniyle kurtuldu. Allah göstermesin gün geldi siz de aynı hastalığa duçar oldunuz ve kapı kapı şifa aramaya başladınız. Sorduğunuz soru hep “ben bu hastalıktan nasıl kurtulabilirim?” oldu.

Şimdi burada ilk yapacağınız şey nedir? Hemen o dostunuzun kapısını çalmaktır; “arkadaş! ocağına düştüm ben böyle bir derde müptela oldum. Vaktiyle sen de müptela olmuştun. Nasıl kurtulabildin? Neleri takip ettin? Ne yaptın, ne ettin? Adım adım bana anlat” dersiniz. Şimdi bu kişi sizin için hem bilgi hem tecrübe ve hem de ilham kaynağıdır. O arkadaşım kurtuldu ben de kurtulabilirim diyerek bir taraftan siz o arkadaşınızdan ilham alıyorsunuz. Bir yönüyle siz o arkadaşınıza öykünüyor, özeniyor ve güç alıyorsunuz.

Bu arkadaşınız sizinle ilgileniyor, alt alta maddeler altında, şunu şunu yapacaksın demekle kalmıyor -ve bu çok da sahici bir şey değil- size geliyor siz ona gidiyorsunuz vs. bir süreci onunla birlikte, ondan ilham alarak geçiriyorsunuz. Ve umuyoruz ki siz de o hastalıktan kurtuluyorsunuz.

Bizim durumumuz da buna benziyor. Kur’ân-ı Kerim′i anlamak durumundayız. Kur’ân-ı Kerim′i anladığımız oranda Allah katında eksiksiz Müslüman olabiliyoruz. Eksik anlarsak eksik Müslüman ya da yanlış Müslüman oluyoruz. Tam anlarsak tam Müslüman olma durumundayız. Şu halde bu bir hastalıktan çok daha önemli meseledir bir Müslüman için.

Peki, bu durumda kapısını çalacağımız insan kim? Bizden önce bu tecrübeyi yaşamış, Kur’ân-ı Kerim′i gereği gibi anlamış ve anladığı da tescil edilmiş olan kim? Evet, Kur’ân-ı Kerim′i anladı diyebileceğimiz bir kişi ya da topluluk kimdir? Bu soru akla geldiğinde hemen herkesin aklına gelen Ashab’dır. Kur’ân-ı Kerim′i yeryüzünde nazil olduğu günden bugüne en ideal düzeyde anlamış olan topluluk Ashab-ı kiramdır, Allah Resulü’nün arkadaşlarıdır Hz. Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Abdurrahman b. Avflar ve diğerleridir. Şu halde kapısı çalınması gereken kişiler, Ashab-ı kiramdır.

Ashab-ı kirâm Kur’an-ı Kerim’i nasıl anladı?

Ashab-ı kiram Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı? Belki kelimesi kelimesine böyle sorarak değil ama bir şekilde bu sorunun cevabı onlardan istenmelidir. Kısacası Ashab-ı Kiram’a bakmak durumundayız. Çünkü Ashab-ı Kiram cahiliye döneminde yetişmiş bir nesil. Yirmili, otuzlu, kırklı yaşlara gelene kadar cahili kültürün içinden geçmişler. Büyük bir çoğunluğu cahili kültürün belki en kötü fiillerini işlemiş ve Allah Resulü’nün davetiyle, Allah’ın iman nurunu kalplerine atmasıyla bu insanlar hidayeti bulmuşlar. Ve bu insanlar Kur’ân-ı Kerim′in önünde diz çöküp, kimi yirmi üç yıllık, kimisi on üç yıllık, kimisi beş yıllık, kimisi üç yıllık zaman zarfında, Kur'ân-ı Kerim eğitimi almış, Allah Resulü’nün dizinin dibinde. Bunlar diri diri kızlarını toprağa gömebilen bir topluluktu. Cahiliye Arabı’nın şiirine, edebiyatına baktığımızda o topluluğun örfünü, âdetini, taassubunu ve zaaflarını görebiliyoruz?

Ve gördüğümüz nedir? İçkidir, kadın tutkusudur, nam/şöhret takıntıları ve bunun için yapılan savaşlar, yağmalardır. Tabi özde bir dürüstlük vardır. Ama çarpıtılmış bir şeydir bu. Ahlak, zihniyet ve yaşam olarak tamamen rayından çıkmış bir topluluk düşünün. Cahili diyoruz ya, böyle bir topluluk işte. Bu topluluğu Allah Resulü Kur'ân-ı Kerim’le birlikte kısa bir zaman içerisinde öyle bir topluluğa dönüştürdü ki, artık bu topluluk ümmetin yıldızları haline, ideal şahsiyetler haline geldi. Artık bu topluluğun biz Müslüman olma sürecinden sonraki hayatını tablo tablo menkıbeler olarak okuyor ve onlardan kendimize dersler çıkartıyoruz. Ebu Bekir′in cömertliğini ve teslimiyetini okuyoruz, bize bu erdemlerin ufuklarını o açıyor. Ömer′in adaletini okuyoruz, adalette yıldızımız oluyor yön buluyoruz. Ali’nin cesaretini, ilmini okuyor istikamet tespit ediyoruz.

Osman’ın hayâsını ve hilmini; Hamza’nın şecaatini okuyor erdem kuşanıyoruz. Bu insanlar bizim için birer üstün ahlak abidesi haline geldiler. Peki bu nasıl gerçekleşti? Bu onların Kur'an-ı Kerim'in hidayetiyle inşa olmalarıyla gerçekleşti ve bu inşa da kuşkusuz önce Kur'an-ı Kerim'i anlamakla gerçekleşti. Şu haliyle bir yandan Kur’ân-ı Kerim′in kendisi bu insanlar için “radıyallahuanhum ve raduanh” [Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldu] (Tevbe, 100) diyerek onları tescil ediyor. Diğer yandan hayatlarındaki değişim ve dönüşüm de bize bu insanların Kur’an-ı Kerim’i anladığını, Kuran-ı Kerim’le yeniden hayat bulduklarını, kimlik inşa ettiklerini gösteriyor. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı, sorusu bunun için istikamet belirleyici bir sorudur.

Burada çok detaylı madde madde bir liste çıkaracak değiliz. Ama çok önemli, merkezi ve biraz uzağında bulunduğumuz bir noktaya temas edeceğiz. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i bir rehber, bir mürşit, bir muallim nezaretinde, onun eğitimi altında anlamıştır. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı, sorusunu sorduğumuzda cevaplar içerisinde ilk sırada yer alması gereken, sahabenin Kur’ân-ı Kerim′i Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in dizinin dibinde ondan öğrenerek anladığıdır. Söze başlarken bir âyet-i kerime okumuştuk. Orada Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in ümmetine karşı vazifeleri anlatılırken “size bizim ayetlerimizi okur (tebliğ eder), sizi tezkiye eder (arındırır), O size kitabı ta’lim eder(öğretir)” deniyordu.

Peki kime öğretir? Size dediğinde ilk muhatap topluluk Ashab’dır. Yani Arapçayı çok iyi bilen topluluk. Onlar Arapçayı o kadar iyi biliyorlardı ki kelimelerin sonlarını iraplamak için gramer öğrenmelerine gerek yoktu. Selikalarından, fıtratlarından zaten Arapçayı doğru konuşuyorlardı. Her biri adeta yürüyen Arapçaydı. O kadar fasih ve edip insanlardı! Şiirin o dönemde ne kadar yaygın ve ne kadar güçlü etkiye sahip olduğunu hatırlayalım. Buna rağmen “Kur’ân-ı Kerim′i size Peygamber öğretir” buyuruyor Kur’an'ın kendisi. Ve Ashab’a bakıyoruz gerçekten de öyle, Allah Resulü’ndenKur’ân-ı Kerim′i öğreniyorlar. Herhalde Kur’ân-ı Kerim′in nasıl okunacağını öğrenmiyorlardı! Onların bizde olduğu gibi “elif ba” öğretimi görmeleri gerekmiyordu. Buna rağmen Allah Resulü yine de onlara kitabı öğretiyordu.

Nasıl öğreniyorlardı peki? Âyet nazil oluyor, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′e anlamadıkları bir şey oluyorsa onu soruyorlardı, Allah Resulü bu soruyu cevaplıyor. Bazen bir şeyi yanlış anlama durumu baş gösteriyordu, Allah Resulü’nün kapısını çalıyorlar, Allah Resulü onlara, “yanlış anladınız o öyle değil böyle anlaşılmalı” diyerek düzeltiyor ve Kur'ân-ı Kerim’i öğretiyordu. Bazen hiç bir şey sormuyorlar ve Allah Resulü de “bu âyet-i kerime bu manaya gelir” demiyordu. Yani âyet-i kerime üzerinde konuşmuyor; ama Allah Resulü onların önüne geçiyor bir şeyler yapıp örneklik ortaya koyuyor veya daha baştan bazı hükümleri açıklıyordu, bazı şeyler anlatıyordu.

Onlar Allah Resulü’nün dizinin dibinde onu takip etmek, onu örnek almak, onun yanında bulunmak, onu dinlemek, onu taklit etmek ve ona özenmek suretiyle zaman içerisinde hani o meyvelerin güneşe karşı durması güneşin onları zaman içerisinde olgunlaştırması var ya aynı onun gibi hem Kur'an-ı Kerim'i öğreniyor hem de birer mümin olarak gelişiyorlardı. Orada bizim göremediğimiz rakamlara ve harflere sığmayan bir etkileşim, bir iletişim, bir akış vardır; görülmez, hissedilmez.

Ama çok derinden ve etkin bir iletişimdir bu. Güneş adeta bir şey iletir ve meyveler olgunlaşır. Allah Resulü bir güneşse sahabe de Allah Resulü’nün huzurunda, çevresinde, etrafında, kâh savaşta kâh seferde kâh mescitte kâh sokakta kâh evinde kâh şurada kâh burada Allah Resulü’nü devamlı takip ede ede adeta onun ahlakını, sözlerini, tavırlarını, diyaloglarını ve münasebetlerini vakumlayarak bir şahsiyet kesbediyorlardı. Öyle bir şahsiyet ki bu şahsiyetin zihniyet, ahlak ve pratik boyutu var.

Bu insanlar bütünüyle Allah Resulü’nü özümsüyorlardı, onun ahlakını içselleştiriyorlardı. Hz. Âişe’nin ifade ettiği üzere onun ahlakı da Kur’an’dır. İşte Ashab, Kur’ân-ı Kerim′i Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′i takip ederek, dinleyerek, taklit ederek, ona özenerek anlıyorlardı. Bu bazen sözlerini dinleyip hıfz etmek, müzakere etmek, bazen soru sorup cevap almak suretiyle; ama çoğu defa Allah Resulü’nü dinleyip Allah Resulü’ne bakıp ondan bir şeyler öğrenmek, kapmak suretiyle oluyor. Hani çırağın ustayı seyretmesi vardır ya onun gibi bir şey. Usta keseri nasıl vuruyor?

Elini nasıl çeviriyor, büküyor, ne kadar kaldırıyor? O kıvraklık, o el çabukluğu. Oradaki kıvam ve denge, bunu nasıl yapıyor?... Bütün bunları yakın gözlemle ve içselleştirmekle derin bir etkileşim içinde ustasından öğreniyor. Aynı bu biçimde Ashab’la Peygamber arasında Peygamber’den etkilenme süreci vardı. Ashab Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′le böyle bir sürece giriyor ve belli bir zaman diliminden sonra bakıyorsunuz ki yıldızlaşmış insanlar olarak karşımıza çıkıyorlar ve bu Ashab hayatıyla Kur’ân-ı Kerim′i bize anlatan birer kaynak oluyor. Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlere bakıyorsunuz âyetler bize bir şeyi idealize ediyor. Dönüp Ashab’a bakıyoruz onun en ideal halini Ashab’da görüyoruz.

Kur'ân-ı Kerim bize bir şey söylüyor, bizi bir şeyden sakındırıyor, o şeyden sakınma konusunda en titiz hassasiyeti yine Ashab’da görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim′i o denli anlamış, içselleştirmişler ki adeta her birisi vahyin yeryüzünde mücessem halini temsil eder hale gelmişler. Şu halde bu çok önemli bir noktaya işaret ediyor bizim için.

Demek ki Ashab, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın çok daha derin, etraflı ve etkili bir yöntemini uyguluyordu. Peki, bugüne gelip bakalım: Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde bizim zihnimizde canlanan şablon nedir? Kur’ân-ı Kerim′i anlamak için kalemi kâğıdı elimize alacağız, masayı hazırlayacağız, mealleri tefsirleri yığacağız, kafamızı toparlayacağız, adeta ders çalışır gibi oturup ayetleri inceleyeceğiz, biz hep Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın hafıza/zihin boyutuna yani işin rasyonel boyutuna takılıp kalıyoruz. Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde biz hemen mesele çözümlemek gibi bir ön yargıya kapılıyoruz ve hemen pozisyonumuzu ruh halimizi buna göre belirliyoruz ve Kur’ân-ı Kerim′i böyle anlamaya çalışıyoruz…

Bize göre daha çok ve daha sürekli meal okuyan ve hatta birkaç meal eskitmiş kişi –genel ve orta düzey bir yargıdır bu- Kur’ân-ı Kerim′i daha iyi anlamış kişidir. Belki de bizim için o yürüyen Kur’an’dır. Yani Kur’ân-ı Kerim′i anlamak böyle bir vasata indirgendiğinde, hapsedildiğinde, haliyle model olarak Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yolu da mealcilik oluyor, meal okuyuculuğu oluyor ve mealcilik kültürü toplumda da devamlı teşvik ediliyor. Meal yarışmaları düzenleniyor mesela. Maksadımız böyle etkinlikleri tenkit etmek değil ama bakış açısındaki probleme temas etmek de gerekiyor.

İşte biz de birinci derecede Kur'ân-ı Kerim nasıl anlaşılır, anlaşılmalıdır sorusunun cevabı olarak aklımıza gelen bu gibi zihnî faaliyetler üzerinden bir takım sorunları konuşuyoruz. Meallerde ya da tefsirlerde karşılaşılan sorunları konuşuyoruz. Mesela kelimeleri günümüze nasıl aktarabiliriz, hep böyle teknik meseleleri konuşuyoruz; ama Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde sahabenin Allah Resulü’nün dizinin dibinde aldığı eğitim -siz buna usta çırak ilişkisi diyebilirsiniz, bir başkası mürit mürşit ilişkisi, diğer bir başkası talebe hoca ilişkisi diyebilir- pek aklımıza gelmiyor. Kur’an’ı anlamanın uzun ve köklü bir eğitim boyutu üzerinde nedense pek durmuyoruz.

Şu halde biraz pratiğe inecek olursak önerim şudur: Kur’ân-ı Kerim′i mutlaka ve mutlaka Ashab’ın anladığı gibi anlamaya çalışmalıyız. Ashab’ınKur’ân-ı Kerim′i anladığı gibi biz de nasıl anlayabiliriz sorusuna şimdi biraz da pratik bir dille şöyle cevap verebiliriz: Kur’ân-ı Kerim′i mutlaka bir hoca, bir rehber gözetiminde anlamaya çalışmalıyız. Kur'ân-ı Kerim hocasız, mürşitsiz doğru ve yeterli biçimde anlaşılamaz. Sahabenin Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda bize verdiği en temel mesaj, Kur’ân-ı Kerim′i bir mürşit ve bir muallim nezaretinde anlamış olmalarıdır. Ve Ashab’ın Kur’an-ı Kerim’i anlama yöntemi bizim için de kıstastır. Zaten Kur’an-ı Kerim′in ta’lim edilen bir kitap olmasının da gösterdiği gibi bu Kur'an-ı Kerim'in de vaz' ettiği bir kıstastır.

Peki, Kur’an-ı Kerim’i bir rehberden öğrenmek istediğimizde ne yapmalıyız, bunu nasıl gerçekleştirmeliyiz? Ashab’a öğreten muallim Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’di. Şimdi bugün onun rehberliğini kim temsil edecek, bize Kur’an’ı kim öğretecek? Nübüvvetin mirası nedir, varisleri kimlerdir? Ayrıca bunun kaynakları, metodu ve uslubu nasıl olacak?

Bunlar çok önemli konulardır ve bizi alıp bambaşka problemlere sürükleyebilecek kadar köklü ve etraflı meselelerdir. Burada başlıca amacı Kur'an-ı Kerim'i nasıl anlamalıyız, sorusuna cevap aramak olan bir konferansta girebileceğimiz konular değildir. Ama şu kadarını net ifade edebiliriz; sahabenin Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladığı sorusunun cevabını irdelerken karşımıza çıkan en merkezi mesele Kur’ân-ı Kerim′i mealden değil, kendi başımıza da değil; bilakis onu bilen, tanıyan, diline, ahkâmına, üslubuna, tarihine ve inceliklerine vakıf olan ve aynı zamanda takva sahibi insanlardan oturup öğrenmektir.

Bu öğrenmenin en doğru yolu sohbettir. Yani uzun süreli birliktelik. Dizinin dibine oturup kendisinden parça parça öğrenebileceğin birliktelik. Bu en doğru yolu… Ama bu mümkün değilse belli bir öğrenme biçimine hapsedemeyiz. Tefsir okurken bir yerde takıldık, sıkıştık kaldık. Tefsiri aldık, hocanın kapısını çaldık; “hocam şu âyet-i kerimeyi okuyorum okuyorum bir türlü anlayamıyorum. Acaba şöyle mi yoksa böylemi anlamalıyım?”… Bu öğrenmenin bir yoludur ve benim de tavsiye ettiğim üslup bu değildir.

Kur'an-ı Kerim'i anlama faaliyetinin merkezinde bir kitap değil, ehil bir âlim olmalıdır, bir muallim, bir hoca olmalıdır. Ahlaklı, fazıl, takva sahibi, sünnete sahip çıkan, hayatında sünnetin ve takvanın izlerini görebildiğimiz bir insandan bahsediyorum. Bu insanın yanında bulunmak kendi kişiliğimize taşımak üzere hal harekât ve ahlakını, adabını takip edebilmek, onun nasihatlerini vs. özümsemek. Bu da aslında Kur’ân-ı Kerim′i öğrenmenin bir yoludur ve çok da köklü bir yoldur. Ama burada da günümüzde yaşanılan sıkıntılar yok değil. Ne kadar öğrenirsiniz? O insanın size yansıttığı kadarıyla öğrenebilirsiniz. Bütün bir Kur’ân-ı Kerim′i öğrenebilir misiniz? Öğrenemezsiniz, o biraz da o hocanın bilgi, irfan kapasitesine ve ayrıca mizacına da bağlıdır. Tabi sizin de liyakatiniz belirleyicidir burada. Meselenin bu yönü bizi çok önemli başka konulara taşır. Fakat bu akşam konumuz bu olmadığı için devamını getirmiyorum.

Kur'an-ı Kerim'in tefsiri ve islamî ilimler

Şimdi bir başka boyuta geçelim buradan. Dedik ya Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yegâne yolu meal okumak ya da teknik anlamıyla “tefsir” dediğimiz kitapları okumak değildir. Ashab-ı kiram, ma’lum Allah Resülü’nünKur’ân-ı Kerim′i kendilerine ilk tebliğ ettiği ve ilk öğrettiği topluluk ve Allah Resulü ile çağlar boyu gelecek olan bütün aday Müslümanlar arasındaki köprü. Ashab topluluğu Hz. Peygamber’in Kur’an’la ilgili bilgi ve irfanını tabiine ve tabiin de bugünlere taşımıştır. Ashab’ınKur’ân-ı Kerim′in anlaşılması, yani tefsir alanındaki rivayetleriyle fıkıh alanındaki rivayetlerini bir karşılaştıralım.

İbn Hazm bunu yapmış. Ashab’ın fıkıh, fetva ve haram helalle ilgili verdikleri fetvaların, kendilerinden bir şekilde nakil edilmiş olan fıkhî meselelerin sayısı -yapılan tespite göre- yirmi binden fazla. Keza Ashab içerisinde kendisinden bir şekilde fetva rivayet edilmiş, kaynaklara bir şekilde fıkhî bir görüşü geçmiş olan sahabe sayısı yüz altmış iki. Gelelim tefsire. Tefsirle ilgili rivayetlere baktığımızda Ashab’ın içinde yüz altmış iki tane sahabe yok tefsirde rivayetleri bulunan. Yani ayetlerin açıklaması sadedinde bize bilgisi ulaşan sahabe sayısı çok daha az. Falan sahabe bu âyet-i kerimeyi böyle açıkladı, bu kelimeyi böyle anlamlandırdı, şeklindeki rivayetlere baktığımızda bize rivayetleri ulaşan Ashab yirmi bilemediniz otuzdur, kırk demek çok zordur. Ama fetva ve fıkhı bize ulaşan Ashab’a bakıyorsunuz yüz altmış iki.

Fıkıh meselesi olarak Ashab’dan bize intikal eden müktesebata bakıyorsunuz yirmi bini geçiyor, tefsir rivayeti olarak Ashab’dan bize intikal eden şeye bakıyorsunuz bu kadarı bulmuyor. Buradan şunu anlıyoruz: AshabKur’ân-ı Kerim′i bire bir Kur’an kelimelerini açıklamak suretiyle anlatma yoluna gitmemiş, böyle bir şeyi gerekli görmemiş. O gün Ashab ve Tabiin’in dil bilgisi güçlüydü, Kur’an kelimelerini birebir açıklama gereği duymuyorlardı, denerek buna ihtiyaç duyulmadığı söylenebilir elbette. Ama bu durum meseleyi tam olarak izaha kâfi değildir. Bunun başka bir sebebi daha var. Ashab için Kur'ân-ı Kerim aslında hayatın içindedir. Ashabâyeti yaşayarak okumaktadır ve bize de yaşayarak anlatmaktadır, fetvalarıyla anlatması bu anlama gelir. Kur’an’ı bize hayat pratikleri üzerinden, bu pratiklere uygulayarak anlatmaktadır. Şu halde Ashab’ın fıkıh muktesebatı olarak sonraki nesillere aktarmış olduğu meseleler Kur’ân-ı Kerim′in tefsiridir.

Meal ve ilmihal

Bu durum bugün bizim mealle ilmihal ya da fıkıh arasında bağlantı kurmanın gerekliliğine işaret ediyor. Bugün ilmihal okumaktan ar duyan bir İslamcı nesil türedi ve hazin ki hayatı Kur’an’a bağlayan ilmihal ve fıkıh muhitimizden çekildi. Oysa geleneğin ulu hocaları bize hep şunu tavsiye ederlerdi; ilmihal okuyun. Çok zaman sonra aklı başına gelmiş eski radikal İslamcı entelektüellerin de en sonunda dedikleri hep ilmihal ilmihal olmuştur. Ama mealciliğin yeni dalgasıyla karşı karşıyayız. Yeni jenerasyon içinde bir kesim üzerinde meal çağrısı hala etkisini sürdürmektedir.

Evet, artık mealcilik eski mealcilik de değildir. En azından açıklamalı ya da gerekçeli meal edebiyatı oluşmaya başlamıştır. Mealciler öteden beri şunu dillendirirler: “ilmihal içtihattır, ilmihal beşer mahsulüdür. Oysa Kur’an Allah’ın sözüdür, yalın vahiydir. İslamlaşmanızı beşerin sözleri, görüşleri değil, Allah’ın sözü üzerine bina edin.” Burada yaman bir yanıltmaca var. Mealcinin Kur’an dediği aslında Kur’an’ın kendisi değil, bir yazarın mealidir ki sonuçta bir yorumdur, yani görüştür. Ama Kur’an diyerek mealle Kur’an-ı eşitlemiş olurlar.

Ama Ashap örneğine bakıyoruz, durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Ashab’ın bize fetvaları ulaşıyor. AshabKur’ân-ı Kerim′i yaşıyor diyoruz, bu yaşantısı içerisinde haram-helal çerçevesi belirleniyor, ahkâm belirlenmiş oluyor ve bu bize dolaylı yoldan –fıkıh müktesebatı içinde- Kur’ân-ı Kerim′in tefsiri ve açıklaması olarak ulaşıyor. Şimdi sen münhasıran ben kelimelerin anlamları üzerinden Kur’ân-ı Kerim′i anlamak istiyorum diyebilirsin. Ama Kur'an-ı Kerim'i en sıhhatli biçimde anlamanın yolu budur, dediğinde bu Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yollarını sınırlamaktır.

Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın değişik yolları da vardır. İşte fıkhı anlarsanız Kur’ân-ı Kerim′in en azından hüküm ayetlerini anlamış olursunuz. Şimdi Hanefi mezhebinin bir fıkıh kitabını açıp da oradan ceza hukuku bahsini okursanız siz Kur'ân-ı Kerim deki hudûd ayetlerinin tefsirini okumuş olursunuz. O ayetlerin bizzat kendisini okumuş olursunuz demiyorum. Oradaki içtihatları vahiyleştirmiyoruz, ama siz mutlaka okurken tefsir okuyacaksınız, meal okurken ne okuduğunuzu sanıyorsunuz, bir yere kadar yorum değil midir meal dediğiniz şey? وإلهكمإلهواحد ‘’sizin ilahınız tek bir ilahtır’’ bu ayetin açıklamasına yorum sızmaz.

Gerçi bir devlet memurunu, amirine itaat ettiği için bu ayet üzerinden tekfir eden kimse işin içine yorum karıştırmamış değildir. Ama bütün ayetler bu kadar açık ve sade de değildir. Şu halde meal okurken de siz bir yere kadar yorum okumuş oluyorsunuz. Bir dilden diğer bir dile kelimeler tercüme edilirken ister istemez bir tasarruf ortaya konuluyor; bilinçli ya da bilinçsiz.

Demem o ki, siz ilmihalin namaz bahsini okurken, Kur'ân-ı Kerim'de onlarca defa geçen وأقيمواالصلاة cümlesinin açılımını, tefsirini okumuş oluyorsunuz. وآتواالزكاةâyet-i kerimesinin açılımını/tefsirini ilmihalin zekât bahsinden okuyorsunuz. Kur’ân-ı Kerim′i anlamaktan maksat onu alalım da uygulayalım değil midir? Yoksa onu yaşamak değil de sadece entelektüel tatmin midir? İkincisi olamaz elbette. Bir Müslüman Kur’ân-ı Kerim′i yaşamak için anlar.

Hani hayat kitabı olsun diyoruz ya işte Kur'ân-ı Kerim senin için ancak ilmihal dolayısıyla hayat kitabı olabilir. Kur'ân-ı Kerim senin ilmihaline yansımazsa Kur'ân-ı Kerim senin için nasıl hayat kitabı olacak? وأقيمواالصلاةâyet-i kerimesi sana ilmihal bilgisi genişliğinde ve detaylılığında, namazlarda uygulayabileceğin keyfiyette muşahhas bilgiler manzumesi olarak yansıtılmazsa onu nasıl uygulayacaksın? Salâtı ikâme etmeyi sen nasıl pratiğe dökeceksin? Buyurun salâtı ikâme edin de görelim! Önce salâtın ne olduğunu tespit edin de görelim! Buradan şunu anlıyoruz; İslam medeniyeti tarihi içerisinde oluşan İslamî ilimlerin her biri Kuran-ı Kerim üzerine müesses birer anlam dünyasıdır. Ve her biri kendi sahasıyla sınırlı da olsa Kur’ân-ı Kerim′in açılımıdır, anlamıdır, tefsiridir. Mesela Ahkâmu'l-Kur’an diye bir literatür var. Sadece hüküm ayetlerini inceleyen tefsir-fıkıh kitaplarından oluşur.

Bu kitapları yazanlar hem Kur'ân'a vakıf hem de fakih insanlardır. Bu şahsiyetler hüküm ayetlerini ele alırlar, o ayetleri birbirleriyle bütünleyerek Hz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisleriyle, uygulamasıyla, Sahabe ve Tabiin’in içtihatlarıyla bütünleyerek bir anlam örgüsü çıkartır ve o anlam örgüsü üzerinden âyet-i kerimeyi yorumlar ve onu hukuki yasalar formatında bizlere ifade ederler. Haramlar helaller bu yolla çıkar. Sahih, fasit, caiz, mubah vs. hükümler hep bu yolla tespit edilir.

Kur’ân-ı Kerim′i hayata uygulamanın yolu budur. Kur’ân-ı Kerim′i hayata başka türlü uygulamamız gerekiyor der de İslamî ilimleri, Kur'an üzerine kurulmuş olan bu anlam dünyasını elinizin tersiyle bir tarafa iterseniz Kur'an'dan geriye size sadece duvarlara yapıştıracağınız slogan cümleleri kalır. Onları duvarlara yapıştırırsınız. Kur'an'dan vecizeleri çıkartır kartelalara basarsınız. Kur'an'ın edebiyatını yaparsınız. Biraz da hat ve tezhip sanatının gelişimini sağlarsınız. وتوكلعلىالله ver bir hattata meşk etsin. Altına da firma reklamınla birlikte mealini döşe, as duvara. Bunu vird-i zeban eyle, sabah akşam oku dur ve “Allah'a tevekkül edin arkadaşlar” de. Sağda solda tevekkülün vaazlarını, sohbetlerini yap. Peki, bu tevekkülün hayatımıza yansıması nasıl olacak? Nasıl yansımalı bu tevekkül hayatımıza?

İşte İslamî ilimler sana bunun pratiğini veriyor. Sadece pratiğini değil, bunun felsefesini, sağlamasını da yapıyor ve tevekkülü mufassal bir kavram suretinde izah ediyor. Tevekkül şöyle olmalı, böyle olmalı diyor, sınırlarını ve muhtevasını belirliyor. Mesela fıkıh sana ticarete dair şer'î hükümleri vererek tevekkülün iktisadî hayata yansıma biçimini açıklıyor. Tevekkülün sıradan bir insana yüklediğiyle bir patrona yüklediği aynı olmasa gerektir. Büyük fakih İmam Muhammed'in zühd kitabı yerine alış-veriş fıkhını yazmasından da anladığımız gibi fıkhın alış-veriş prensiplerini çiğneyerek ne tevekkül ne de zühdün gerçekleşemeyeceğini anlıyoruz böylece.

Bu meseleyi son bir cümleyle bağlıyoruz ve diyoruz ki Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın dolayısıyla hayata tatbik etmenin yolu yalın kelime ya da cümlelerinin anlaşılması diyebileceğimiz meal ya da tefsir kitapları okumak değildir. Bu Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın imkânlarını bütün zenginliğine rağmen fakirleştirmektir, kısırlaştırmaktır, daraltmaktır. Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın başka yolları da vardır ve özellikle hayata tatbikini bu başka yollarda aramalıdır. Bu da Kur’an'dan beslenen fıkıh, akide-kelam ve tasavvuf ilimleri gibi İslami ilimleri tahsille, özümsemekle mümkündür.

Talha Hakan Alp Hocaefendi

2.Bölüm: http://ilimcephesi.com/kuran-i-kerimi-nasil-anlamaliyiz-2-bolum/

Devamını Oku »

Sünnet Anlayışı

Sünnet Anlayışı
Sünnet’in Müslümanlar için tıpkı Kur’ân gibi yol gös­terici özelliği haiz bulunması, bizzat Kur’ânın vurgula­dığı (Bkz:http;www.ebubekirsifîl.com/index. php?sayfa=de- tay&tur=dergi&no=31.)
bir hakikat olarak ona yine Kur’ân gibi tartışmasız bağlayıcılık özelliği kazandırmaktadır.

Bir kısım bireysel hareketler dışında Sünnetin oto­ritesine itiraz ederek Sünnet ve hadisle ameli reddeden bir İslam fırkası -bildiğimiz kadarıyla- mevcut değildir. Ken­disini Efendimiz (s.a.v)’in Sünnetinde ortaya koymuş bu­lunan bu dinin, Sünnet olmadan neyin rehberliğinde ya­şanabileceği sorusunun doğru cevabı “Kur’ân” değil, “nefsî heva ve heves”tir. öyle olmasaydı Kur’ân bizi bu kadar sık­lıkla Sünnet’e ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaate havale et­mezdi.

Bildiğimiz kadarıyla sadece Mu’tezile’den Ebû Ali b. Hallâd bu konuda farklı bir tutum benimsemiş ve Efendi­miz (s.a.v)’in Din’de örnekliğinin sadece ibadetler sahasıyla sınırlı olduğunu, muamelat sahasında ise Onu örnek al­mak (teessî) gerekmediğini ileri sürmüştür.(Bkz. Fahruddîn er-Râzî, el-Mahsûl, III, 373.) Ancak bu tavrın Mu’tezile içinde genel kabul görmediğini de söyle­mek durumundayız.( …Bkz. el-Mu’temed, I, 354 vd.)

Mu’tezile içinde bile kabul görmeyen bu tavrın, gü­nümüzde İslam modernistleri tarafından, “Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti ölçü müdür, örnek midir?” başlığı altında tartışma konusu yapıldığı,İslam’ın yaşanmasında Kuran’ın ahlaki yönlendirmelerine uymanın yeterli olduğunun,dolayısıyla Hz.Peygamberin(s.a.v)’in örnekliğine ihtiyaç bulunmadığının ileri sürüldüğü malumdur.(1)

Sünnet’in önemli taşıyıcısı olan ve bu sebeple ulema tarafından Sünnet’in müteradifi olarak telakki edilen Hadis meselesi de çağdaş bidat ehlinin seleflerinden ayrıldığı noktalardan bir diğerini oluşturmaktadır. Tarih
içinde hadis uyduruculuğu”, Ehl-i Sünnet’in yanı sıra bidat fırkalar tarafından da ahlakî bakımdan eksiklik Ve dinî bakımdan büyük bir “günah/suç” olarak görülmüştür. (Hiçbir fırka bu sebeple kendisine hadis uydurduğu şeklinde yöneltilen ithamları kabul etmez.) Ancak günümüzde bir kısım İslam modernistleri -başta Fazlur Rahman olmak üzere- hadislerin büyük kısmının, ilk nesillerin “normal bir dinî faaliyet” olarak “uydurulması” (ya da kendi tabiriyle “formüle edilmesi”) sonucu ortaya çıkmış.tır. (Bkz. Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, muhtelif yerler. Bu görüşün münakaşası için bkz. Ebubekir Sifîl» Modem İslam Düşüncesinin Tenkidi, II, 169 vd.)

O böyle düşünürken, yani hadis uydurma faaliyetini normal (hatta belki “meşru”!) bir faaliyet olarak görürken, bir kısım modernistler de hadislerin çok büyük bir kısmı­nın uydurulduğu, dolayısıyla bir bütün olarak Hadis sa­hasının tekinsiz olduğu tezini ileri sürmektedir. (Yaşar Nuri öztürk, Kur’an’daki İslam, 8, 570 vd.)

Hatta onların uydurma dediği hadisler arasında ulema tarafın­dan “mütevatir” olarak nitelendirilenler de mevcuttur. (Bu konuda bkz. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis todoloiisi, 138 vd.; Hz. İsa’yı (as) Gökten İndiren Hadislerin Ten­kidi, Islamiyât dergisi, III/4, Ekim-Aralık, 2000, 147 vd.)

Geçmişte ilk mu’tezilîlerden Amr b. Ubeyd, yabancı unsurlar üzerine inşa ettiği din algısına ters gelen husus­larda Allah Teâlâ’nın ve Resulü’nün (s.a.v) “karşısına dikil­meyi” doğru din anlayışının (!) gereği olarak görürken, aynı tavır aynı gerekçeyle günümüzde İslam modernistleri tara­fından Kur ân ve Sünnet nasslarına hâkim kılınmaya çalı­şılmaktadır.

Kaynakların naklettiğine göre Amr b. Ubeyd, “Sizin (her) birinizin anne kamındaki hilkati 40 günde derlenip toplanır, sonra alaka olur, sonra mudga olur...” (el-Buhârî, “Bed’ul-Halk”, 6, “Enbiyâ”, 2) hadisini işitince şöyle tepki veriyor: “Eğer el-A’meş’in böyle dediğini duysaydım, onu tekzib ederdim. Eğer bu sözü Zeyd b. Vehb’den duysaydım, kendisini tasdik etmezdim. îbn Mesûd’un bunu söylediğini işitseydim, kabul etmezdim. Resûlullah’m bunu söylediğini işitseydim, kendisini redde­derdim. Eğer Allah’ın böyle dediğini işitseydim, “Bizden bunun üzerine misak almadın” derdim.”(Hatib Bağdadi,XIV,69-70…)

Kendi sübjektif din anlayışına aykırı bulduğu nassları reddetme psikolojisi şüphesiz tarihte kalmış bid’at eh­line mahsus değildir. Aynı psikoloji çağdaş bid’at ehlinde de bariz bir şekilde kendisini göstermektedir. (îlhami Gûler, Allah'ın Ahlakiliği Sorunu,muhtelif yerler)

Oysa burada “yazgının öne geçmesi”, kişinin her­hangi bir şekilde istikamet değiştirmeye “icbar edilmesi anlamında değildir. Kişinin iradesini kullanarak istikamet değiştirmesi de kaderdir ve hadiste anlatılan da bu nihai durum”dur.

E.Sifil-İhya ve İnşa
Devamını Oku »

Modern Müslüman'ın Zihin Durumu ve Zihin Algısı


Modern Müslüman'ın Zihin Durumu ve Zihin Algısı







Modern İnsan



“Modern insan” veya “modern Müslüman” terkipleri ile “zamansal” bir durumu değil, bir bilinç durumunu kas- dettiğimi belirterek başlamam isabetli olacak. Bu yazıda bu terkipler, temel kimlik kodlarını modernitenin belirle­diği insan tipini anlatmaktadır.



Modernité, “dünya hayatın’’(1) öncelenmesi teme­linde şekillendiği için modern insanın öncelikleri dünya merkezlidir. Modern insan eşyayı ve olayları değerlendirir­ken merkeze kendisini, kendi algı, heves, beklenti, men­faat ve rahatını koyar; şeyler ve kavramlar dünyasını da bu temelde yeniden dizayn eder. Dinlerin ve inanç sistem­lerinin de bu çerçevede değerlendirme konusu olması ta­biidir.



Bütün değerler, modern insanın merkezinde otur­duğu bir yaklaşımla ele alındığı için modernite insanlık ta­rihinde yaşanmış en büyük kırılmadır. Geçmişte yaşanmış herhangi bir olayın ya da benimsenmiş herhangi bir değe­rin bugün farklı bir anlam ve çağrışım alanına sahip ol­ması, modern durumun insanlık tarihinin bütünü karşı­sında arz ettiği esaslı farklılığın göstergesidir.



Moderniteye karakterini veren unsurları iki başlık altında toplayabiliriz: Dünya merkezlilik ve Tarihsellik. Moderniteyi oluşturan diğer bütün unsurları bu iki başlı­ğın kapsamında ele almak mümkündür.



Dünya Merkezlilik



Modern insanın dünya hayata tanıdığı merkezlilik o denli baskındır ki, modern dönemde bütün kavram, değer ve sistemler bu çerçevede şekillenmiştir dense sezadır.İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın belirlendiği yegane temel burasıdır.



Moderniteye karakterini veren “rasyonalite”, ‘’konfor”, “özgürlük”, “ilerlemecilik”... gibi kavramların vücut ve anlam bulduğu alan da burasıdır. Modern insan rasyonel olarak izah edemediği şeyleri anlamsız bulur ve reddeder. Kader, ahiret, hatta Allah inancı böyledir. Modern insan bu sebeple “mucize”ye inanmaz, yine bu sebeple günah-sevap olgularına yabancıdır.



Rahat ve konforunu bozacak herhangi bir duruma, ancak nihayetinde daha büyük bir rahat ve konfora ulaş­tıracağını hesap ettiği zaman katlanır modern insan. Sa­vaş ancak bu dolayımda -daha geniş topraklara, zengin kaynaklara ve stratejik üstünlüğe ulaştırdığı için- anlamlı ve katlanılmaya değerdir. Yeryüzünün başka herhangi bir bölgesindeki açlık, sefalet, adaletsizlik, ancak kendisine bir avantaj sağlaması halinde ilgilenmeye değerdir modern insan için.



Özgürlüğünden ise hiçbir şey karşılığında ödün ver­mez. Yaptığı işin haklılığını ya da meşruluğunu kimsenin sorgulamasına tahammülü yoktur. “însan hakları” kavra­mına hayat veren en önemli faktör de işbu “başkasının müdahalesinden azade olma” ihtirasıdır. Hiç kimse kendi doğrularını, yaşamasına engel çıkarılmasını istemediği için herkes başkasının hayat tarzına ve anlayışına saygılı davranma konumunu muhafaza eder. İnsan nefsinin bü­tün arzularını yerine getirmeyi hayatının en başat görevi addeder ve bunun adına da “özgürlük” der.



Modern insanın özgürlüğü “başkasından alman” bir şey olduğu için o, fedakârlık anlamı taşıyan herhangi bir davranış biçimine alan açmaz. Prometeus'un ateşi tanrı­lardan “çalması”, modern hayatta pek çok davranış ve an­layış biçiminin kodlarını bünyesinde barındıran son de­rece özel bir anlama sahiptir. Ateş özgürlüğü sembolik eder ve mücadele verilerek elde edilmiş olmasının anlamı büyüktür. Tanrıların, insanın muhtaç olduğu bir şeyi ben­cillik ederek ısrarla ellerinde tutması, insanın da mücadele ederek ve türlü riskleri göze alarak onu tanrılardan çal­ması, modern hayata özellik veren birçok şeyi anlamlan­dırmada bize yardımcı olur. Hem insanın “tanrılar’ın sembolize ettiği “aşkın ”la ilişkisinin, hem de özgürlük anlayı­şının mahiyetinin izini bu antik hurafede rahatlıkla süre­biliriz...



(Buradaki “özgürlük”ü, “köleliğin zıddı” olarak anla­mak yanıltıcıdır. Burada söz konusu olan, “hukukî” değil, “ontolojik” durumdur. Gerçi modern insan “öteki”nin hu­kukî kölelik statüsünde tutulmasından fayda elde ettiği sürece bu durumu devam ettirmiş ve ancak daha faydalı bir başka durum sebebiyle köleliği ortadan kaldırmaya razı olmuştur: Makineleşme. Daha az maliyetli, daha seri üre­tim yapma imkânı veren ve daha dayanıklı!)



Modern insanın, özgürlüğe bu kadar “abanması”, as­lında nefsaniyet merkezli bir tutumun dışa vurumu ol­duğu için aynı zamanda bir paradokstur da! Zira ona -başkasına zarar vermediği sürece- istediği gibi yaşamasını “kutsal bir hak” olarak telkin eden aslında egosudur. Yani modern insan aşkın değerler karşısında özgürlük savu­nusu yaparken, aslında nefsine köleliğin mücadelesini vermektedir. Kendisini insan yapan değerlerden özgürleş­tikçe nefse zebunluğu artan modern insan!



Ancak bütün bu söylenenler, modern insanın geç­mişten tevarüs ettiği herhangi bir değer bulunmadığı an­lamına gelmez. Bunun anlamı, geçmişten tevarüs edilen­lerin, bu “yeni” veya daha doğrusu “esas” duruma uyumlu olduğu sürece kabule şayan bulunmasıdır. Muhtevasını yeniden belirlemek, kısmî rötuşlarla maksada uygun hale dönüştürmek ya da farklı unsurlarla takviye ederek işler hale getirmek, geçmişin mirası üzerinde gerçekleştirilen operasyonların belli başlı özellikleridir.



Bir Parantez: Postmodernizm?!



“Postmodernizm, modernizmin alternatifi midir, uzantısı mı?” tarzındaki bildik ve “anlamsız” tartışmaya paçamızı kaptırmadan devam edelim: Postmodernizmi mo­dernizmin bir uzantısı, tabii bir evresi olarak görenleri haklı çıkaran en önemli alan belki de “geçmişten tevarüs edilenler”in oluşturduğu alandır. Evet, modern dönemde - Aydınlanma’nın rüzgârıyla- dinler ve inanç sistemleriyle ilgili baskın tavır “reddetmek/dışlamak” olmuştur, kilise’nin ve din adamlarının bu tavra sağladığı haklı gerçekleri görmezden gelmediğimi belirteyim.) Ancak bu yapılirken bile “aşkın bir değer”e bağlanmanın önemi inkar edilmemiş, belki söz konusu “aşkın değer” yeniden belirlenmeye çalışılmıştır. Bu son derece çarpıcı biçimde yapılmış, kutsallık reddedilirken bütün profanlığıyla modern/ seküler insanın heva ve hevesleri kutsallaştırılmıştır.



Postmodern durumda ise dinlerin ve inanç sisteminin insan hayatından bütünüyle dışlanmasının ve yerine “sentetik” yapıların ikame edilmesinin imkânsızlığı anlaşılınca, modern insanın ihtiyaçlarını karşılayan manevî/moral değerler teşvik edilir hale gelmiştir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, burada da aslolan onların kendisi değil, modern insanın onlara olan ihtiyacıdır! Yani “insanın heva ve heveslerinin kutsallaştırılması” dediğim “tuğyan” durumu burada da devrededir. Modern insan uhrevî kurtuluşu elde etmek için değil, stresten uzaklaşmak ve daha mutlu olmak için inanır. Budizm, Taoizm gibi Uzakdoğu dinlerinin ya da cinsellikle karılmış, efsunlu sahte kültlerin modern hayat tarzı içinde kendisine gide­rek daha fazla yer bulur hale gelmesinin açıklaması bu­rada aranmalıdır.



Tarihsellik



Dünya merkezliliğin tabii bir yansıması olarak tarih­sellik, soyut ve somut bütün varlık alanlarıyla geçmişe te­peden, indirgemeci, çözümleyici ve biraz da reddedici bir gözle bakma tavrının adıdır. Bu tavrın temelinde mevcut durumun (Modernitenin) mutlaklaştırılması vardır. Bu se­beple modern insan için geçmiş “arızî”dir, “eksik”tir, “tekâmül etmesi gereken”dir!



Sadece insanın biyolojik varlığını değil, tarihi ve sos­yal olayları da “evrimci” bir temelde okuyan modern insan, bugün elde ettiği konumu her alanda gerçekleştirdiği tekâmülün tabii bir neticesi sayar. Dolayısıyla bu neticenin mutlaklığını ve olmazsa olmazlığını tartışmak modern insan için kendisini inkâr kadar imkânsızdır.



Tarihsellik anlayışının içinde, geçmişte zuhur etmiş olan kavram, kurum ve pratiklerin geçmişe ait olduğu kabulünün merkezî bir yeri vardır. Yönetim sistemlerinden dine, toplumsal örgütlenme biçimlerinden ilimlere kadar hiçbir şey bunun dışında değildir. Tek istisna vardır: Bu­gün için varlığının devamıyla modern insanın beklentile­rine hizmet edebilecek ve modern durumun gerekleriyle çatışma teşkil etmeyecek olanlar.



Geçmişte falcıların ve kâhinlerin gelecekten haber verdiğine inanılıyordu; bugünse onların yerini astrologlar ve fütürologlar almış durumda. Ya da Uzakdoğu insanı için bir nevi hayat tarzı olan kimi faaliyetler, modern insan için hem güvenlik ve sağlık, hem de ruhsal dinginlik temin eden sporlar olarak “hayat felsefesi” haline getirilmiştir...



Elbette tarihsellik söz konusu olduğunda dikkati­mizi yöneltmemiz gereken en önemli alan “din”dir. Modern insan için din, bireysel ve toplumsal anlamda moral-moti-vasyon sağlayan, hayata ve olaylara iyimser bakmayı te­min eden, ruhu eğiterek uyumlu ve disiplinli bireyler ye­tiştiren bir kurumdur. İnsan ihtiyaçlarının dayatmasıyla orta çıkmış ve zaman içinde basitten karmaşığa, çok tanrılılıktan tek tanrılılığa doğru bir gelişme seyri izlemiştir.



İster Müslümanlar, isterse gayrimüslimler tarafın­dan kaleme alınmış olsun, herhangi bir Dinler Tarihi kita­bının sistematiği bile modern insanın dine bakışı hakkında yukarıda söylenenleri doğrulamaya yetecektir. Bu tarz ki­taplarda dinlerin basit kabile kültlerinden başlatılması, çok tanrılı dinlerin zamansal olarak “tek tanrılı dinler”den önce zikredilmesi hep bu bakış açısının ürünüdür. Oysa ilk insan Hz. Adem (a. s) aynı zamanda bir peygamberdi!



Modern Müslüman



Yukarıda çerçevesini alabildiğine kısa olarak çiz­meye çalıştığım modern durum, elbette Müslümanları da etkilemiş, dilimize “modern Müslüman” diye bir tanımla­manın girmesini intaç etmiştir. Bu tanımlamanın, modern Müslümanın genelde “din”le ve özelde İslamla ilişkisine in­hisar ettiği açıktır. Modern Müslüman, din ve dünya algı­sını modern kavramlar temelinde inşa eden insandır.



Burada söz konusu olan, modern Müslümanın İslam algısı, İslam’ın kavram, kurum ve hükümlerine bakışıdır. Bütün bunların, modernitenin etkisi altında şekil ve muh­teva kazandığını söylemek pek çoğumuza malumun ilamı gibi görünebilir. Ama detaylara inildikçe ibretamiz durum­larla karşılaşmak, onun “âdiyattan” kabul edilmesinin de en az kendisi kadar tehlikeli olduğunu düşündürmektedir.



Modern Müslümanın serencamını konuşurken Efendimiz (s.a.v)’in, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin' (Ehl-i Kitab’ın) yoluna uyacaksınız”(Buhari,İtisam,14) hadisini hatırlamamak kabil değildir. Yukarıda “modern Müslüman” tanımlamasının genelde “din”le ve özelde “îslam”la ilişkiye in' sar ettiğini söylemiştim. Bunun anlamı şudur:



Modern insan dine nasıl bakıyorsa, modern Müslüman da öyle bakar, özellikle Yahudiler’in ve Hristiyanlarin din ve dünya anlayışı, modern Müslümanın İslam algısı da derinden etkilemiştir. Arada sadece tarz ve ton farklılığı vardır. Dolayısıyla bu yazının birinci kısmında modern in­san için söz konusu edilmiş bulunan “dünya merkezlilik’’ ve “tarihsellik” vasıflarının modern Müslüman için de ge­çerli olduğunu peşinen söylemek gerçeğin ifadesi olacak­tır. öyleyse bu iki başlığın modern Müslümanın zihin dün­yasındaki iz düşümünü yakından gözlemlemek gerekir.



Dünya Merkezlilik



Modern Müslümanın İslam algısı “dünya hayatı’’ imar ve inşayı önceleyen bir din öngörmektedir, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren Müslüman aydınların ve kalem er­babının, çalışmanın, üretmenin, disiplinin İslam’daki öne­mini sürekli vurgulaması, İslam’ın “tevekkül” anlayışının Müslümanlar tarafından yanlış anlaşıldığını söyleyip dur­ması bu sebebe dayanmaktadır.



Kalkınmanın, gelişmenin ve ileri gitmenin Müslü­man halka bir “amentü” gibi devamlı surette telkin edil­mesi, geri kalmışlığın, kurtulunması gereken lanetli bir durum olduğunun söylenmesi de aynı anlayışın tezahür­leridir.



Teknolojik buluşların Kur’ân tarafından 1400 küsur yıl önceden haber verildiğini ispatlamaya dönük İlmî (!) araştırmalar bir taraftan Kur’ân’ın “hak kitap” olduğu inancımızı pekiştirirken, diğer taraftan da bizi gelişmenin, kalkınmanın, bilimsel icatların büyülü dünyasına adapte etti! Bunun için Batılı ülkelere gidenlerin içinden geçen önce “öykünme”, arkasından “bir de Müslüman olsalardı neler olmazdı ki!” hayıflanması oldu hep.



Zühdü, takvayı, dünyaya meyletmemeyi, nefsi diz­ginlemeyi... Tasavvufa intisap edenlere mahsus “tahsiniyat’tan addedip olsa da olur olmasa da kabilinden şeyler olarak gören modern Müslüman, İslam’ın bu tarz emirle­rini kulak arkası ederken hep “yokluk içinde mi yaşaya­lım?”, “Müslüman üçüncü sınıf insan değildir” itirazlarını dillendirdi. “Asıl bunlardan istifade etmesi gerekenler Müslûmanlardır” tesbitini düstur edindi.



Oysa zühd yokluğa ve yoksulluğa mahkûm olmak değil, varlık içinde yokluğu yaşamaktır; nefse köleliği red­detmektir. Nefsin tezkiyesi Müslümanın temel amacıdır ve bunun yolu da zühd ve takvadan geçer: “Nefsini tezkiye etmiş olan şüphe yok ki, felaha ermiştir. Ve muhakkak ki, nefsini noksana düşüren de hüsrâna uğramıştır. ”(Şems,9)



Modern Müslüman için aslolan “dünya hayat’ın imar ve inşası olduğundan, bu alandaki izafi başarı ve arı­zalar onun için din anlayışını değerlendirme kriteri haline dönüşmüş bulunmaktadır. Bu sebeple o, modern hayata vücut veren din ve dünya anlayışını merkeze alır, bununla çatışma halinde olan her türlü mülahazayı duraksamadan reddeder.



Sadece bu da değil, modern hayat tarzının var ettiği değer yargıları ve değerlendirme biçimleri de modern Müs­lüman için en temel kıstaslar haline dönüşmüş durumda­dır. Modern hayat tarzını var eden unsurlar ona göre ev­renseldir; dolayısıyla İslam’ın onları reddetmesi ya da filtrelemesi söz konusu değildir. Tam aksine gerçek Müslü­manlık bu evrensel unsurların içselleştirilmesiyle müm­kün olabilir ancak.



Bu çerçevede modern Müslüman Tasavvufa, insanı tembelleştirdiği gerekçesiyle karşı çıkar. Oysa aslında onun tahammül edemediği, Tasavvufun “dünyayı küçüm­seyen” yaklaşımıdır ve esasen bu, İslam’ın bu hayata iliş­kin en temel tesbitidir. “Her nefis ölümü tadacak, ecirleriniz ancak kıyamet günü tamamlanacak; o vakit kim ateşten uzaklaştırılır da Cennete konulursa işte o murada ermiştir,yoksa dünya hayat aldatıcı bir meta ’dan başka bir şey de­ğildir.(Al-i İmran,185)



Bu ve benzeri ayetler dünya hayat ile Müslüman arasındaki ilişkinin temel tayin edicisi olduğu halde, bunları kulak arkası etmek suretiyle dünyayla kurduğu aldatıcı, ayartıcı ilişki, modern Müslümanı sekülerleştirmiştir.Her ne kadar mü’minin en temel vasfı pek çok ayette “Alaha ve ahirete iman” olarak belirlenmiş ise de, modern Müslüman, içinde “kaygı”ya dönüştürmeden belli belirsiz taşıdığı' ahiret inancının, dünyasına kayda değer herhangi bir etki yapmadığı kimsedir. “İnsanların içinde kimi de vardır ki “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler; hâlbuki iman etmiş değillerdir”(Bakara,8)ayetinde biraz da bu durum anlatılıyor değil midir?



Bu saikle hayat standardına, etiketine, sosyal konumuna, ibadet eder gibi özen gösterir. Hatta yeri geldiğinde Sahabe ve Selef arasında da zenginler, servet sahipleri bulunduğunu söyleyerek durumuna meşruiyet temin etmeye çalışır. Sahabe ve Selef arasında servet sahipleri bulun­duğu doğru olmakla birlikte, bir doğru daha var: Hiçbir dünyalık onları mesela Allah yolunda cihaddan alıkoymamıştır. Her çeşidiyle infak ve tasadduk onların hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Oysa modern Müslüman, cihadı telaffuz etmek bir yana, ekonomik dalgalanmalar mali durumunu etkilemesin diye zulüm ve sömürü üzerine kurulu küresel ekonomik istikrarın bozulmaması için sa­bah akşam niyaz halindedir.



Modern Müslüman hayatı konforize ettiği gibi, Din’i de “sıkıntıya girmeden” yaşamaktan yanadır. Bu meyanda birtakım hükümlerin Fukaha tarafından gereksiz yere zor­laştırıldığını, oysa Din’in aslının kolaylık olduğunu söyle­mekten ve ilgili ayet ve hadisleri ardı ardına sıralamaktan ayrı bir haz alır.



Oysa Din insanı “mükellef” bir varlık olarak tanım­lar. Bu, “teklif’i kabul eden insanın, gönüllü olarak bir “külfet”i omuzlamaya talip olduğunun ifadesidir. Kur’ân, bu teklifi “emanet” olarak tavsif eder ve şöyle buyurur: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.(Ahzab,72)





Tarihsellik



Modern Müslüman, yukarıdâ özetlemeye çalıştığım modern sekûler hayat tarzını merkeze aldığı için, modern değer yargılarıyla örtüşmeyen her türlü hüküm ve bilgiden rahatsızlık duyar; onları hayatın ve dinin dışına atmaya çalışır. Söz konusu hüküm ve bilgilerin “kat-i/yakinî” olması dahi bir şeyi değiştirmez.



Bu çerçevede modern değerler esasında işleyen aklına sığdıramadığı hususları reddetmenin türlü yollarını dener. Bu çerçevede başvurduğu en etkili yol “tarihsellik” söylemidir. Tıpkı modernist Yahudi ve Hristiyanların, Tevrat ve încil’de yer alan mucize haberlerinin, gelişimini tamamlamamış kuşakların algı dünyasına hitap eden asılsız/mitolojik anlatımlar olduğunu söylediği gibi, modern Müslüman da insanlığın artık mucizeden etkilenmeyecek kadar inkişaf ettiğini, dolayısıyla artık gerek kalmadığı için Efendimiz (s.a.v)’in mucize göstermediğini söyler.



Yine Kur’ân’da anlatılan peygamber mucizelerinin birebir yaşanmış şeyler olarak anlaşılmasının şart olmadığını söyler ve bu tür anlatımların, VII. yüzyıl Arabistan’ında yaşayan cahil bedevileri etkilemeye matuf oldu-ğunu söyler.



Kur’ân ve Sünnet’te öngörülen hadd cezalarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini düşünen modern Müslüman, bu “ağır” cezaların eski zamanın ilkel-insanlarını yola getirmek için konulduğunu, bugünün gelişmiş” nesilleri için ise daha “insanî/makul cezalar öngörülmesi gerektiğini söyler.



Burada eğer hüküm Sünnetle sabit ise Sünnet’in sübutu konusunda üretilmiş şüpheleri devreye sokarak hareket eder. Modernitenin gerekleri/talepleri doğrultusunda hareket ederek “gelenek eleştirisi” adı altında Sünnet-i Seniyye üzerinde kara delikler oluşturmaya çalışır. Bu alanda yapılan çalışmaların tipik özelliği şudur: İlgili rivayetlerin “asılsız/uydurma” olduğuna baştan karar verilmiştir; yapılacak olan, bu karara gerekçeler oluşturmaktır.



Söz gelimi Hz. İsa (a. s)’in ind-i İlahîye kaldırıldığını ve kıyamete yakın tekrar yeryüzüne ineceğini anlatan ri-vayetlere temelde “aklî” gerekçelerle itiraz eder modern Müslüman. Bir insanın yüzyıllar boyunca dünya dışı bir mekânda yaşamasının imkânsızlığı fikrinden hareket eder. Rivayetlerle ilgili diğer eleştiri noktaları aslında "yan unsurlar" olarak devrededir.



Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelişinin bundan daha büyük bir mucize olduğu kendisine hatırlatıldığında ya saçma sapan hermenötik izahlarına başvurur, yada bunun Kuranla değil,hadislerle sabit olduğunu,hadislerin sübutunun kesin olmadığı... tezini tekrarlamaya başlar. Oysa hadislere duyulan bu güvensizliğin onlara,Oryantalistlerden hediye olduğunu, dolayısıyla hadis külliyatına yöneltilen bu eleştirilerin gayrimüslim bir zihniyetin ürünü olduğu aşikârdır. Kendisi Müslüman ama zihniyeti gayri-müslim!



Kur’ân bağlamında ise "tarihselcilik" devrededir;normatif her türlü hükmün, nazil olduğu dönemi bağlayacağını, günümüzde bunların yerini daha “çağdaş“ hüküm­lerin alması gerektiğini ileri sürer. Bunu “Kur’ân’ın gereği" olarak takdim etmeyi de ihmal etmez.



Modern Müslüman için, modern değer yargılarıyla ve seküler bilimin verileriyle örtüştüremediği hususlarda ta­rihsellik “can simidi” gibidir. Allah Teala’dan geldiğinde ve içine insan elinin karışmadığında hiçbir şüphe bulunma­yan Kuranı modern değerlerle çatışma arz ettiği nokta larda devre dışı bırakmanın en kestirme ve “bilimsel“ yoludur tarihsellik çünkü.



Burada yine gayrimüslimlerin hediyesi olan “hermenötik teknikleri” en büyük yardımcısıdır. Metni, sahibin­den bile daha iyi anlayabileceği yolundaki hermenötik tekniklerine yaslanarak aslında Kur an’a “somut hükümler’’ çıkarmak için değil, “temel ilkeler” elde etmek için başvu­rulması gerektiğini söyler. Adalet, eşitlik, özgürlük, zul­metmemek ve zulme engel olmak, yardımlaşma, barış, sevgi, saygı... Kur’ân’ın temel hedefi bunları gerçekleştir­mektir modern Müslümana göre. Kuran bunların nasıl gerçekleştirileceğine önem vermez. Kuran'ın somut,nor­matif hüküm ihtiva eden ayetlerini birebir alıp uygulamak geçmişte bu ilkelerin hayata geçirilmesine yaramış olabilir Ancak bugün bu ilkeleri hayata geçirmek için aynı hükümleri uygulamak doğru değildir; hatta bu, Kur an ’ın mesajına ve hedefine aykırıdır. Dolayısıyla modern Müslümana göre günümüzde Kuran'ın uygun davranış, İhtiva ettiği hü­küm ayetlerini "uygulamak” değil, “uygulamadan kâldırmak"tırl



Modern Müslüman ve Sünnet



İslamı Allah Teala’nın emrettiği gibi değil, kendi anladığı gibi yaşama ısrarında olan modern Müslüman, murad-ı ilahi’nin tezahür alanı olan Sünnetle barışık değildir. Bunu söylerken modern Müslümanın Sünnet’i “karakter özelliği olarak” inkar ettiğini iddia ediyor değilim. Her ne kadar modernist Mûslümanlar arasında Sünnet’i bir ku­rum olarak toptan reddedenler bulunduğu bir vakıa ise de, bunu onların tamamına teşmil etmek isabetli değildir. Mo­dernist Müslümanın Sünnet algısı daha ziyade “seçmeci” kelimesiyle ifade edilmeye uygundur.



Ancak bu “seçmecilik”in, Din’in sabitelerini gözete­rek belli bir metodoloji çerçevesinde özellikle de “Allah'ın muradına vasıl olma” arzusuyla yapılmadığını bilhassa belirtmek gerekir. Yukarıda modern Müslümanın din al­gısından bahsederken Yahudi ve Hristiyanlar'ın dinî/tarihî tecrübelerini hatırlamamızı ihtar eden hadisi zikret­miştim. İşte burası o nebevi ihbarın ete kemiğe bürün­düğü noktadır.



Modern Müslüman, rahatını bozmayacak, kendisini sıkıntıya sokmayacak “rahatlatıcı”, “kolaylaştırıcı bir di­nin peşinde olduğu için bu alanlarda problemli olarak gör­düğü Sünnet verilerini devre dışı bırakma tavrındadır. Mu- rad-ı ilahi, Kur’ân'ın Sünnet tarafından beyan edilmesiyle ete kemiğe büründüğüne göre, Sünnet’in belirleyicilik ko­numundan uzaklaştırılması, murad-ı İlahînin belirlenmesi noktasında her türlü yoruma açık bir alanın oluşmasını mümkün kılacaktır.



Modern Müslüman bunu başardığı zaman Hz. Pey­gamber (s.a.v.)’in Din’deki merkezî konumunun kendi eline geçeceğinin farkındadır. Her ne kadar böyle bir iddia içinde olmasa da, yaptığı işin kendisini böyle bir konuma taşıdığının elbette bilincindedir. “Din’de Peygamber yetki­sine sahip olmak!” Tam da modern insanın doymak bilmez egosuna uygun bir durum!



Bunun için modern Müslüman, Hz. Peygamber (s.a.v) ın peygamberlik gereği pek çok sahada pek çok söz söylemiş olmasını hazmedemez.’’Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru...”(M.İslamoğlu,3 Muhammed,syf;197)



Peygamber Sünneti üzerinde yoğunlaşan bu atışlar başarıya ulaşırsa, ortada, metni koruma altında olmakla birlikte anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti aracılığıyla her türlü tahrifin nesnesi haline getirilmiş Kur’ân kalacaktır.



İşte burası tam da Ehl-i Kitab’ın serencamının hatırlanması gereken noktadır. Onları kendi dinlerini dejenere ve kitaplarını tahrife yönelten birçok etken vardır. Bunlar içinde en önemlisinin, dinlerini yaşadıkları şartlara uygun hale dönüştürme arzusu olduğunu söylemek isabet ola­caktır.



Yahudi Kutsal Kitap külliyatı (Ahd-i Atik) 30 küsür kitaptan oluştuğu halde, aralarında Hz. Musa (a.s)’dan in­tikal ve Tevrat’ın beyan ve tatbikini ihtiva eden bir miras, bir “Musa Sünneti” neden mevcut değil, hiç düşündünüz mü? Böyle bir miras mevcut olsa ve tatbik edilerek nesil­den nesile aktarılmış bulunsaydı Tevrat bu kadar kolay tahrif edilebilir miydi? Yahut böyle bir miras olsaydı Israiloğulları’na ardı ardına peygamberler gönderilmesi yine de gerekir miydi?



Hz. İsa (a.s)’ın bi’seti ile terk-i dünya etmesi arasında kısa bir süre bulunduğu için bu tesbiti O’nun hakkında bu kadar kolay yapamayabiliriz. Ama orada da en azından şunu söyleyebiliyoruz: Hz. İsa (a.s)’m havarileri Sahabe-i Kiram gibi mizac-şinas-ı Resûl olsa ve O’nun öğretisini bü­tün benliklerine yerleştirerek cansiperane yaşatmış bu­lunsaydı Pavlus başarıya ulaşabilir miydi?



Şurası açık ki, Ümmet-i Muhammed’in Ehl-i Kitab’ı, girdiği delikten girecek kadar inceden inceye takip etmesi, ancak ve ancak Sünnet üzerinde gerçekleştirilecek Ehl-i Kitap vari bir operasyonla mümkün olabilecektir.



“Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti bize hadisler vası­tasıyla ulaşmıştır. Hadisler ise, hem aralarında zayıf ve uy- durma rivayetler bulunmakla, hem de -Hz. Peygamber (s.a.v)’in ağzından çıktığı gibi değil- mana ile nakledilmiş

olmakla, güven verici bir kaynak hüviyetini haiz olamaz” gibi bildik gerekçelerle Sünnet-i Seniyye üzerinde şüphe oluşturulduğu zaman Kur’ân hakkında dilediği gibi sarf-ı kelam edebileceğinin farkındadır modern Müslüman. Hatta bu o kadar böyledir ki, Hz. îsa (a.s)’ın Yahudiler ta­rafından öldürülmediğini ve çarmıha aşılmadığını açıkça ifade eden ayette(nisa,157) verilmek istenen mesajın, Isa’nın me­sajının öldürülemeyeceği olduğunu söyleyen ve “îsa bede­nen çarmıha gerildi, öldürüldü; fakat o yaşıyor denmek is­teniyor” (ihsan Eliaçık, Yaşayan Kur'an, I, 238. (100 nolu açıklama) tarzındaki yorumlara tesadüf etmek artık kim­seye şaşırtıcı gelmiyor.



Fizik ve fikir dünyasını modernitenin tesis ettiği Müs­lüman için aslolan modern dünyaya yadırgatıcı, aykırı, ra­hatsız edici gelmeyen bir İslam yorumudur. Bu yorumu elde etmek ve hâkim kılmak için -başta Oryantalistlerin çalış­maları olmak üzere- her türlü aracı/imkânı kullanır.



Sonuç itibariyle “büyük fotoğraf”a baktığımızda gör­düğümüz odur ki, dünyanın hal-i hazırını esas alarak dini ona adapte etmekten başka bir derdi olmayan modern Müslüman, yanlış yoldan doğru hedefe varabileceğini dü­şünmek suretiyle varlığın en azim hatasını tekrarlamakta­dır. İşbu “Hakki batıla satma” hatasını insanlık tarihi bo­yunca işleyenler, hep aynı gerekçelerle hareket ettiler. Kendilerine gönderilen peygamberlerin öğrettiklerinin, “hayatın gerçekleri”yle (siz bunu “heva ve hevesleriyle” diye okuyun) örtüşmediğini düşünerek o mukaddes mesajları ya tahrif veya tümüyle terk ettiler.



Oysa insanlığa bir daha peygamber gönderilmeye­cek. Geçmişte her ümmetin bir şahidi olmuştur.(Nahl, 84, 6; 28/el-Kasas, 75) Son Peygamber (s.a.v)’den sonra ise bu misyon bütün insanlığı kuşatacak şekilde O’nun ümmetine verilmiştir. (el-Bakara, 143; 22/el-Hacc, 78)



Bu Üm­met içinde kimin doğru, kimin yanlış yaptığı konusunda ise Son Peygamber (s.a.v)’in şahitliğine başvurulacaktır.



“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.’’(Buhari,Nikah,1) buyur­muş bulunan Seyyidül-Mürselîn (s.a.v.)’in bu hitabının muhatabı olmaktan Allah’a sığınırız...



Bu yazı Ebubekir Sifil-İhya ve İnşa Kitabından alıntıdır...


Devamını Oku »