İmam-ı Azam ve Hadis-Sünnet

İmam-ı Azam ve Hadis-Sünnet








Ebu Hanife’nin akılcılığı (?) hadisçiliğinin önünde midir?



1-Aşağıda, Yaşar Nuri Öztürk’ün İmam Azam’ı geleneksel ehl-i sünnet çizgisinden farklı bir yere taşıma gayretini ve bu gayrete hem İmam Azam’ın kendi kaleminden hem de Hanefi mezhebi alimlerinden çıkan cevabı okuyacağız..”İmam Azam akılcıydı, Kur’an’dan başka kaynak bilmezdi, sadece bir hadisi kabul ederdi” gibi bir çok safsata ve iftiralarla kendi yanlarında görmek istedikleri bu büyük fakihin ehl-i sünnet dinamiklerine ne derece temelinden bağlı olduğunu hatta ehl-i sünnet fıkhının ve akidesinin temel fikir işçisi , fıkhın mimarı ve teorisyeni , atası ve  babası kısaca her şeyi olduğunu göreceğiz..Bu yazı İmam Azam nazarında hadis ve sünnetin İmam Ahmed veya İmam Şafii gibi ehl-i hadisten pek farklı olmadığını farkın sadece hadislerden nasıl hüküm çıkarılacağı ve hangi durumlarda ahad hadisin şeriattaki genel asılların önüne geçirilemeyeceği noktasındadır..

2-İmam Azam’ın hadisçiliği öyle ileri noktadadır ki an gelir İbn Hazm veya başka bir ehl-i eser , ehl-i hadis imamı bazı zayıf hadislerle amel etmekle bile itham etmişlerdir..



3-Buhari’nin şeyhlerinden Yahya b. Adem şöyle der: “Numan, beldesinin bütün hadislerini topladı. Peygamber (s.a.v.)’den ne alındıysa sonuna kadar inceledi”

Sahih-i Buhari ricalinden Hasan b. Salih’te:

“Ebu Hanife nasih ve mensuhu çok titiz araştıran, Küfe ehlinin hadisini en iyi bilen, cemaa­tın tabi olduğu şeye sıkı sıkıya sarılan, beldesi ehline hadis ve eserden ulaşanları ezberleyen bir kimse idi.” demektedir.

Yahya b. Main, “Veki’nin önüne geçecek kimse görmedim. Ebu Hani­fe’nin reyiyle fetva verir, onun bütün hadislerini ezberlerdi. O, Ebu Hanife’den pek çok hadis duymuştu” derken, aynı zamanda Ebu Hanife’nin az rivayet eden birisi olmadığını da belirtmiş olmaktadır.

İbn Uyeyne gibi bir ‘hadis mucizesi’ kendisini hadise ilk başlatanın Ebu Hanife olduğunu söyler..



4-Hadis rivayetinin iki kısma ayrıldığını belirten İ’lâu’s-Sünen müellifi Tehânevî, birincisinin isnad zincirindeki ravilerin zikredilmesiyle Hz. Pey­gambere ulaştırılan rivayet türü, diğerinin ise, rivayetlerden istinbat yapıl­dıktan sonra çıkartılan hükmün ihbarı şeklinde olduğunu ve Ebu Hanife’nin, birinci tür olan tahdis yoluyla değil, ikinci tür olan ifta yoluyla rivayette bu­lunduğunu, bu açıdan ele alındığında onun da hadis rivayetinde müksirîn­den sayılması gerektiğini belirtmektedir.

Bu nedenle Abdul­lah b. Mübarek: “Ebu Hanife’nin reyi demeyiniz, fakat hadis tefsiri deyi­niz” demektedir..



5-Aşağıda açıklanan bazı sebeplerden İmam Azam’ın tahdisi azdır ..Yine de Ebu Hanife’nin isnadlı olarak rivayet ettiği ha­dislerin sayısı yine de az değildir. Tehânevî’nin belirttiğine göre, hadis ha­fızlarının derledikleri Ebu Hanife müsnedleri, İmam Muhammed’in el-Âsâr, Muvatta’, Kitabü’l-Hucce, el-Asi, Ziyâdât, el-Câmiu’s-Sağir, el-Cânıiu’l-Kebir ve es-Siyeru’l-Kebiri, Ebu Yusufun el-Âsâr, Kitabü’l-Haraç ve diğer eserleri; Abdullah b. Mübarek, Hasan b. Ziyad ve diğer talebelerinin kitapla­rı, Veki’ Îbnü’l-Cerrah’ın müsnedi, Abdürrezzak ve İbn Ebi Şeybe’nin Musannafları, Hakim’in Müstedrek’i ve diğer eserleri, İbn Hibban’in Sahih’ı, Sikat’ı ve diğer eserleri, Beyhak’nin Sünen’i ve diğer kitapları, Malik’in Garâib’i ve bunların dışında kalan diğer kitaplarda yer alan Ebu Hanife rivayetleri toplanacak olsa kalın bir cilt teşkil ederdi.



6-İmam Azam 4000 hadis rivayet etti: Muvaffak el-Mekki, Ebu Hanife’nin hüküm istinbatında kaynağını teş­kil eden dört bin hadis rivayet ettiğini, bu rivayetlerin iki binini Hammad’dan iki binini de diğer şeyhlerinden naklettiğini, dayandığı âsârı da kırk bin hadis arasından seçtiğini ifade etmektedir.



7-Hadis ve sünneti teşrîî bir kaynak olarak kabul etme bakımından Ebu Hanife’nin diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der:

“Resulullah (s.a.v.) in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözü­müz üstünedir, buna inandık ve bunun Peygamber (s.a.v.) in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz”.

Ebu Hanife, hadis karşısındaki tutumunu açıkça belirleyerek, “Resulullah’tan gelen hadisi alır kabul ederiz, sahabeden geleni alıp almamakta muhayyeriz, tabiinden gelirse onlarla yarışırız” demekte, bir başka yerde de, “Peygamber (s.a.v.) den gelenin başımız ve gözümüz üstünde yeri var­dır” diyerek. Peygamber (s.a.v.)’in hadisine karşı bağlılığını teyit etmektedir.



8-Rivayetlere göre, Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat ken­disi reddeder:

“Bir meselede, kendisine, hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek, “Allah Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı” demiştir. Süyûtî’nin, Buharî’nin Tarih’inden naklettiğine göre, Ebu Hanife:

“Benim reyle fetva verdiğimi söyleyen insanlara şaşıyorum. Ben ancak eserle fetva veririm” demektedir. Ayrıca, “bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi söy­leyen yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nass bulunduktan sonra kıyasa ih­tiyaç mı kalır?” Diyerek, bilakis nassı yani Kur’an ve Sünneti kıyasa takdim ettiğim ifade etmiştir.



9-Ebu Hanife’nin sünnete sarılmaya teşviki: Ebu Hanife’den, sünnete ittibayı teşvik eden çeşitli rivayetler nakledil­miştir. Birinde onun, “Allah’ın dininde reyle görüş beyan etmekten sakının, size sünnete ittiba etmek düşer. Kim bundan ayrılırsa sapıtır” dediği nakledilir.



10-İmam Azam şöyle der: Şayet sünnet olmasay­dı hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık: Bir gün Ebu Hanife’nin de bulunduğu hadis okunan bir meclise Küfe ehlinden biri gelir ve:

“Bırakın bu hadisleri” der. İmam, adamı şiddetle azarlayarak:

“Şayet sünnet olmasay­dı hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık” diye karşılık verir. Başka bir yer­de de: “Selefin eserlerine (rivayetlerine) yapışmanız gerekir. Sözlerini altınla yaldızlasalar bile, insanların reylerinden sakının, çünkü bir iş ancak siz sırat-ı müstakim üzere bulunduğunuz takdirde vuzuha kavuşur..



11- Hanefi fıkhının temel kitapları sayılan Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in eserleri, Ebu Hanife’nin hadise bağlılığını gösteren örneklerle doludur…Bir örnek: Ebu Yusuf demiştir ki: “Bir kimse diğeri aleyhine dava açsa ve delil getirse, Ebu Hanife bu konuda şöyle der: (Davacı için), şahitlerin yanı sıra bir de yemini gerekli görmüyoruz. Çünkü Resulullah (s.a.v.)’den bize: “Ye­min davalıya (müddeî aleyh), delil davacıya (müddeî) gerekir” hadisi ulaş­mıştır. Allah’ın Resulünün davacı üzerine koymadığı bir yükümlülüğü biz koyamayız. Yemin mükellefiyetini de Resulullah (s.a.v.)’ın koyduğu yerden başka bir yere değiştiremeyiz. (Yani davalıdan alıp davacıya veremeyiz)”



12-Hadis varsa kıyası terk ederdi: Bir erkek bir kadının avret yerine (fercine) bakarsa, Ebu Hanife’ye göre, onun oğlu ve babası o kadına mahrem, o kadının annesi ve kızı da o adama haram olur. Çünkü bu konuda hadis vardır.

Sarahsî bu meseleyi şöyle açıklar:

“Eğer bir adam bir kadının fercine şehvetle bakarsa, bize göre istihsanen hürmet (haramlık) sabit olur. Kıyasa göre sabit olmaz. Çünkü bakmak, tefekkür gibi, ona muttasıl olmayan bir şeydir. Görmüyor musun, birleşip inzal vaki olmadıkça, bununla (bakmak­la) oruç bozulmuyor. Eğer bakmak hürmeti gerektirseydi, ferce bakmakla başka yere bakmak -şehvetle öpmek gibi- eşit olurdu. Fakat biz kıyası Ümmühânî hadisiyle terk ettik”



13-Zayıf rivayetleri bile kıyasa tercih etmiştir: Benzerlerini çoğaltmanın mümkün olduğu bu tür rivayetlerde, Ebu Ha­nife’nin zaman zaman hocalarının görüşlerine de muhalefet ederek şeri delil olarak, Peygamber (s.a.v.) den kendisine ulaşan hadisleri esas aldığı, rivaye­tin bulunduğu yerde, kıyasa başvurmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim Ebu Hanife’nin, daha sonraki muhaddisler tarafından zayıf sayılan bazı ha­disleri bile kıyasa takdim ettiği, bazı kıyaslarından da hadise rücu ettiği sa­bittir. Biraz önce örnek olarak verdiğimiz namazda kahkahanın abdesti boz­duğu, hurma nebîzi  ile abdestin caiz olduğu, on dirhemden aşağı mehr olamayacağı şeklindeki zayıf sayılan rivayetleri, kıyasa muhalif olmalarına rağmen, tercih etmiştir.



14-Sahabenin izinden ayrılmamıştır: Ebu Hanife sahabenin görüş ve tatbikatım, bunlar ister Hz. Peygamber’den menkul olsun, ister kendi içtihatları olsun, teşride rahatlıkla kullanmakta, rivayet ve ravilerin durumuna göre, zaman zaman tercihlerde bulunmaktadır.



15-Bizzat İmam-ı Azam’ın kendi cümlelerinden sünnete bağlılığı:



İddia: Yaşar Nuri Öztürk: İmamı Âzam’a yapılan zulmün ibret verici yanlarından biri de şudur: İmamı Âzam’ın, kendisinden 150 yıl sonra yaşamış meslektaşlarından biri, hadisçi İbn Hibbân(ölm.354/965), ‘Kitabu’l-Mecrûhîn adlı eserinde, İmamı Âzam’ı ‘itikadı bozuk’ yani‘kâfir’ ilan ederken, iddialarını, İmamı Azam hakkında görülen bazı rüyalara dayandırmaktadır.

Sebeplerin başında, İmamı Âzam’ın şu iki tavrı gelmektedir:



Hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a aykırı olanlarınaPeygamberimizin sözü olarak itibar etmiyordu. Ona göre, tartışmasız biçimde ve her kelimesiyle Hz. Peygamber’in sözü olan hadislerin (mütevâtır hadislerin) sayısı on yedi tanedir. Ötekilerin tümü az veya çok, şu veya bu yönden tartışmaya açıktır.



Bazı insanları ve bazı kitapları ‘dokunulmaz’ ilan eden, Peygamberimize mal edilerek nakledilen her sözü ‘hadis’ diye dayatan dincilik zihniyeti İmamı Âzam’ı, işte bu düşünceleri yüzünden, biraz da kıskançlıkların itişiyle, ‘kâfir’ ilan etmiştir. (1)

İmamı Azam, yaşadığı devrin saltanat dincileri tarafından neden ağır kötülüklere maruz bırakılıp sonunda da yok edildi?

Sebep, Büyük İmam’ın, akılcılığı ve eleştirel yaklaşımı öne çıkaran bir bilgin olmasıydı.

İşin bu yanını irdeleyen bazı satırları Kur’an’daki İslam adlı eserimizden nakledelim:

“İmam Azam Ebu Hanife şu ölümsüz tespiti yapıyor:

“Kur’an’ın onaylamayacağı bir hadis rivayet eden kişiye yaptığım ret; Peygamberimize yapılmış bir ret ve O’nu tekzip değildir. O, ancak batıl bir haberi Peygamber’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Peygamberimize için değil, onun için söz konusudur. Hz. Peygamber’in söylediği her şeyin başımızın ve gözümüzün üstünde yeri vardır.” (Muvaffak el-Mekki; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88) (2)Aşağıdaki alıntılar İmam-ı Azam’ın bizzat kendi cümleleridir;



İmam Azam , Alim ve’l-Muallim’de şöyle der;

Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz, yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamberin, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir.



Değerlendirme: Yaşar Nuri’nin  “Ona göre, tartışmasız biçimde ve her kelimesiyle Hz. Peygamber’in sözü olan hadislerin (mütevâtır hadislerin) sayısı on yedi tanedir. Ötekilerin tümü az veya çok, şu veya bu yönden tartışmaya açıktır.” cümlesi İmamın “Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz, yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz” cümlesine muhaliftir..Bu durumda Yaşar Nuri’nin İmamda olmayan bir vasfı ‘uydurarak‘ imama yakıştırdığını söyleyebiliriz..



Fıkh-ı Ekber, İmam-ı Azam;



Mestler üzerine meshetmek varit olan hadise göre caiz olup; mukim için bir

gün bir gece. yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için

inkar edenin küfründen korkulur.



Değerlendirme: Mestler üzerine mesh konusu Kur’an’da yoktur..Sadece hadislerde olan bir konunun inkarı İmama göre  küfre sebep olmaktadır..Ona “Tek Kaynak Kur’an’cı” muamelesi yapanların kulakları çınlasın..

Dahası Hadislerde şefaat, haram-helaller, havuz, kabir azabı, Hz. İsa’nın nüzulü gibi pek çok konuda varit olan hadisler en az meshler üzerine varit olanlar kadar ve hatta daha da fazladır..

İmam-ı Azam’ın Vasiyeti:



“Şüphesiz kabir azabı vardır. Münker ve Nekir suali haktır. Bu konuda hadisler varit olmuştur.” (3)



Fıkhu’l Ebsat adlı eserinde:



Ebu Muti  şöyle dedi: Bana dinin en faziletlisini haber ver, dedim. Ebu Hanife

şöyle dedi: Fıkhın en faziletlisi, kişinin Yüce Allah’a imanı, şerayi , sünnetler, hadler, ümmetin ittifak ve ihtilafını bilmesidir.



yine aynı yerde;



Allah Teâlâ, mahlukların sıfatı ile tavsif edilemez. O’nun gazabı ve rızası keyfiyetsiz sıfatlarındandır. Sünnet ve cemaat ehli’nin görüşü budur.



(http://islamdersleri.blogcu.com/el-fikhu-l-ebsat/2824670)



Değerlendirme: Sünnetler ve hadleri ehl-i sünnetin ittifakını konular içinde en tepeye yerleştiren biri, hangi akılla ve yüzle sünnetin ve hadisin karşısına yerleştirilebilir ki? Akılda sıkıntı varsa en azından yüzde utanma olsun..



İmam Azam’ın Osman el Betti’ye yazdığı Mektub’ta;



Kıble ehli için senin de bundan başka düşündüğünü zannetmem.

Çünkü bu Allah Resulünün ashabının, sünnet ve fıkhın hamillerinin meselesidir….

…Bil ki; bildiğiniz ve insanlara öğrettiğiniz şeylerin en faziletlisi sünnettir. Senin için layık olan, sünneti öğrenmeleri gereken ehil kimseleri bilmendir.(4)



Değerlendirme: Sünnetten ve hadisten kaçan zavallıların, İmam’ın bu lafından çok ‘ürkecekleri’ ortadadır..Gerçek İmam Azam budur..Ve tarih İmam’ı böyle tanımıştır..Kafanızdan yarattığınız sanal kahramanlara ‘İmam-ı Azam’dan’ başka bir isim bulunuz..



Ebu Hanife’nin Hadisçiliği



Her şeyden önce bir fakih olan Ebu Hanife’nin hadisten müstağni kalamayacağı açıktır. Çünkü fıkhî malzemenin büyük bir bölümünü hadis ve sünnet teşkil eder. Buna işaret eden İbn Haldun der ki:

“Bazı aşırılar ve hasetçiler, müçtehitlerden bazılarının hadis bilgisinin yeterli olmadığını ve bu yüzden rivayetlerinin az olduğunu söylerler. Büyük imamlar hakkında böy­le bir inanca mahal yoktur. Çünkü şeriat, kitap ve sünnetten alınır. Hadisten yeteri kadar nasibi olmayanın, dini sahih asıllarından ve ahkamı onu tebliğ edenden almak için, hadis talebi ve rivayetinde ciddi ve bu konuda süratli ol­ması gerektiğinde şüphe yoktur. Rivayeti az olanlar, haberlerdeki bazı ta’nlar ve tariklerindeki bazı illetler yüzünden rivayeti azaltmışlardır… İmam Ebu Hanife de rivayet ve tahammülünde gösterdiği şiddet ve titizlik yüzünden az rivayet etmiştir. Rivayeti az olduğu için hadisi de az olmuştur. Haşa, hadis rivayetini kasten terk etmemiştir. Mezhebinin, hadis imamları arasında itimat edilir bir mezhep oluşu, rivayetleri ret ve kabul yönünden, onun değerlendirmesine itibar edilmesi, onun hadis ilminde büyük müçtehitlerden olduğuna delalet eder“.[261]



Ebu Hanife’nin, hadisteki başarısına işaret eden birçok rivayet vardır. Sika hadisçilerden İsrail b. Yunus:

“Numan ne güzel adam, içinde fıkıh olan her hadisi ondan daha iyi ezberleyen, ondan daha titiz araştıran, içindeki fıkhî hükmü ondan daha iyi bilen kimse yoktur” [262] diyerek onun diğer muhaddisler gibi sadece rivayet nakilcisi olmayıp, hüküm değeri taşıyan haberlere itibar ettiğine işaret etmiştir.



Buhari’nin şeyhlerinden Yahya b. Adem:

“Numan, beldesinin bütün hadislerini topladı. Peygamber (s.a.v.)’den ne alındıysa sonuna kadar inceledi” derken[263] Sahih-i Buhari ricalinden Hasan b. Salih’te:

“Ebu Hanife nasih ve mensuhu çok titiz araştıran, Küfe ehlinin hadisini en iyi bilen, cemaa­tın tabi olduğu şeye sıkı sıkıya sarılan, beldesi ehline hadis ve eserden ulaşanları ezberleyen bir kimse idi.” demektedir.[264]



Yahya b. Main, “Veki’nin önüne geçecek kimse görmedim. Ebu Hani­fe’nin reyiyle fetva verir, onun bütün hadislerini ezberlerdi. O, Ebu Hanife’den pek çok hadis duymuştu” derken,[265] aynı zamanda Ebu Hanife’nin az rivayet eden birisi olmadığını da belirtmiş olmaktadır.



İbn Uyeyne, kendisini hadis rivayetine ilk başlatanın Ebu Hanife oldu­ğunu belirterek şöyle der:

“Kûfe’ye geldiğimde Ebu Hanife:

“Amr b. Dinar’ın hadislerini en iyi bilen bu adamdır” dedi. Bunun üzerine etrafıma toplandı­lar, ben de onlara rivayet ettim”.[266]



Hadis rivayetinin iki kısma ayrıldığını belirten İ’lâu’s-Sünen müellifi Tehânevî, birincisinin isnad zincirindeki ravilerin zikredilmesiyle Hz. Pey­gambere ulaştırılan rivayet türü, diğerinin ise, rivayetlerden istinbat yapıl­dıktan sonra çıkartılan hükmün ihbarı şeklinde olduğunu ve Ebu Hanife’nin, birinci tür olan tahdis yoluyla değil, ikinci tür olan ifta yoluyla rivayette bu­lunduğunu, bu açıdan ele alındığında onun da hadis rivayetinde müksirîn­den sayılması gerektiğini belirtmektedir.[267]



Dehlevî, şeriatın delaleten telakkisi olarak isimlendirdiği bu ikinci tür rivayette, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini müşahede eden sahabenin, bun­lardan istinbat ettikleri hükmü, “şu vaciptir, bu caizdir” diyerek belirttikleri­ni ve bu tür rivayetin önde gelenlerinin, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes’ud ve İbn Abbas olduklarını belirtmektedir.[268]



Dehlevî’nin bu tasnifini nakleden Tehânevî, onun, hadisçilerin çoğu­nun, hadis rivayetinde mütevassitinden saydıkları Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdul­lah b. Mes’ud gibi sahabileri, hadislere dayanan görüşlerinin çokluğundan dolayı müksirînden saymasını göz önünde bulundurarak, hadislere muvafık ve netice itibariyle onlara dayanan binlerce görüş ve hüküm sahibi Ebu Ha­nife’nin de müksirînden sayılacağını ifade etmektedir. Ve bunu teyiden Abdul­lah b. Mübarek’in:

“Ebu Hanife’nin reyi demeyiniz, fakat hadis tefsiri deyi­niz” sözünü nakletmektedir.[269] Ebu Hanife’nin, muhaddislerin çoğunun tabi olduğu, birinci yolu değil de niçin ikinci yolu, yani ifta yolunu tercih ettiği sorusuna da:

“Çünkü kendinden öncekileri ve şeyhlerini bu şekilde buldu demektedir.” [270] Gerçekten de, özellikle Ebu Hanife’nin şeyhlerinin yaşadıkları dönem­de, hadis rivayetlerinde isnada o kadar dikkat edilmediği, isnad tatbikine ha­dis vaz’ından sonra önem verildiği bilinmektedir. İbn Sirin (ö.110) in, “Önceleri isnaddan sormazlardı. Fitne zuhur ettiği zaman adamlarınızı söyleyin bakalım dediler. Bakılır, ehl-i sünnetten olanların hadisi alınır, ehl-i bidattan olanların hadisi alınmazdı” [271] sözü buna işaret etmektedir.

Bu dönemin özelliklerinden biri de hadis rivayetinde gösterilen titizlik­tir. Bu konuda titiz davrananlar, duydukları her rivayeti Hz. Peygambere is­nad etmekten çekinirlerdi. Mesela Şa’bî rivayet ettiği bir hadisin Hz. Peygamber’e ref edilip edilemeyeceğini soran birisine:

“Hayır Peygamber (s.a.v.)in dışında birisine ref etmek bize daha hoş geliyor. Şayet hadiste fazlalık veya noksanlık varsa bu, Peygamber (s.a.v.)in dışında birisine yük­lenmiş olur” [272] demektedir.



İbrahim Nehaî de:

“Sana Peygamberden hiç hadis ulaşmadı mı, bize ri­vayet etsen! ” şeklinde istekte bulunan birisine:

“Evet ulaştı, ancak ben Ömer dedi, Abdullah dedi, Alkame dedi, Esved dedi diyorum. Bu bana da­ha hafif geliyor” [273] demiştir.

Aynı titizlik, Irak ekolünün sahabi temsilcisi sayılan Abdullah b. Mes’ud’da da görülmektedir. Amr b. Meymun anlatıyor:

“Abdullah b. Mes’ud’a bir sene devam ettim. Resulullah (s.a.v.)’den hadis naklettiği za­man katiyen “kale Resulullah” dediğini duymadım. Ancak bir gün hadis riva­yet ederken, ağzından ‘kale Resulullah’ ifadesi çıkıverdi. Çok üzüldü. Alnın­dan ter boşandığını gördüm. Sonra:

“İnşallah ya bundan biraz fazla veya buna yakın, ya da biraz noksan” diye ilave etti”.[274]



İçlerinde hulefa-i râşidînin de bulunduğu sahabenin ileri gelenleri, çok hadis rivayeti karşısında titiz davranmışlardır. Bunlar arasında bilhassa Hz. Ömer‘in tutumu çok serttir. Onun:

“Resulullah (s.a.v.)’tan rivayeti azaltınız. Bu konuda ben de sizinle beraberim”[275] dediği nakledilir. Aynı zamanda o, İmam Muhammed’in belirttiğine göre Hz. Peygamber’in hadislerini en iyi bi­len kimsedir.[276]



Sahabeden Zeyd b. Erkam, “bize Resulullah’tan bir şey rivayet etmez misin” diye soranlara.

“Biz yaşlandık. Resulullah’tan rivayet büyük bir iş­tir ” diye karşılık verirdi.[277] İbn Abbas’ta:  “Biz hadis ezberliyorduk. Hadis­ler Hz. Peygamber’den işitilip ezberleniyordu. Ama siz, iyi kötü her şeyi aldığınız zaman yazıklar olsun” [278] demektedir.



Bunları nakleden Serahsî, şu kanaate varır: “Ehl-i hadis yanında bunun gibi birçok haber sabittir. Onun için Ebu Hanife hadis rivayetini azalttı. Bu yüzden bazıları ona, hadis bilmiyor diye ta’n ettiler. Halbuki O, onların zannettiği gibi değildi. Bilakis asrının hadiste en alimi idi. Fakat kamil bir zabt şartına riayet ettiği için rivayetini az tuttu”. [279]



Hadiste “emîrulmüminin” olarak kabul edilen Şu’be ise:

“Hadis bilmeseydim, hamam yakıcısı olmayı tercih ederdim” demiş, başka bir defa da, “hadisin beni cehenneme sokmasından daha çok korktuğum bir şey yoktur.” diyerek[280] hadis rivayeti hususunda taşıdığı ağır mesuliyeti dile getirmiş­tir.



Yukarıda naklettiğimiz örnekler, o dönemde hadis rivayeti konusunda herkesin aynı titizlik içinde olduklarını söylememize imkan vermese bile, bu sahada söz sahibi olan belli başlı ulemanın bu sorumluluğun idrakında olduklarını göstermeye kâfidir ve bu alimlerden birisi olan Ebu Hanife’nin de hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmış olması bir fazilettir. Aynca onun hadis rivayeti hususunda istekli davranmamış olmasının birçok sebepleri vardır. Bunların başında Kûfe’nin hadis vaz’ının merkezi haline gelmiş ol­ması önemli bir yer tutar. Bu yüzden İmam Malik, Kûfe’nin adeta bir hadis darphanesi olduğunu söylemektedir.[281] Onun için Hişam b. Urve, “Iraklı biri sana bin hadis naklederse, 990’ını at, geri kalanından da şüphe et” de­miştir.[282]



Tabiatıyla bu şartlar altında Ebu Hanife hadis rivayetinde şiddetli dav­ranmıştır. İbn Haldun’un da belirttiği gibi, “Ebu Hanife’nin rivayetinin az ol­ması onun rivayet şartlarını sıkı tutmasından ve akli gerçeklere aykırı olan rivayetleri zayıf saymasından”[283] ileri gelmiştir. Nitekim Ebu Hanife’nin, “bir ravinin ancak ezberinde olan hadisi rivayet edebileceği” şartını getir­miş olması [284] bu konudaki titizliğine en güzel örnektir.



Daha önce de belirttiğimiz gibi Ebu Hanife, hadis rivayetinde hadisçilerin usulünü takip etmemiş, bir fakih olarak hüküm istinbatında kullandığı hadisleri rivayetler içinden, çeşitli tercih unsurlarını göz önüne alarak seçip almıştır. Nitekim İbn Teymiyye, hiçbir müçtehit imamın Hz. Peygamber’in sünnetinden en ufak bir şeye bile kasdî muhalefeti olamayacağını, onların muhalif kaldıkları sahih hadislerde mutlaka bir özürleri olduğunu, bu özürle­rin de şu üç sebep altında toplandığını belirterek bu tercih vakıasına dikkat çekmiştir:

1- Hz. Peygamber’in o sözü söylemediğine olan inancı,

2- Bu sözle o meselenin murad edilmediğine olan inancı,

3- O hükmün mensuh ol­duğu yolundaki inancı.[285]



A’meş’in de belirttiği gibi, Ebu Hanife bütün ilaçları toplayan bir ecza­cı gibi değil, bunlardan hastaya faydalı olanı tespit eden bir tabip gibi dav­ranmıştır.



Dolayısıyla Ebu Hanife için söylenen ve İmam Şafii için de varit olan [286] hadis azlığı iddiası, aslında tahdis azlığı olarak anlaşılmalıdır. Çünkü onlar muhaddislerin âdeti üzere tahdis için oturmadıkları gibi, muhaddislerin[287] Nitekim bu hususa işaret eden Zehebî de şöyle demektedir: “İmam Ebu Hanife himmetini la­fızların ve isnadın zabtına sarf etmemiştir. Onun gayreti Kur’ân ve fıkıh üze­rine olmuştur. Bir ilme ağırlık verenin diğerinden geri kalacağı tabiidir”.[288]



Bütün bunlara rağmen, Ebu Hanife’nin isnadlı olarak rivayet ettiği ha­dislerin sayısı yine de az değildir. Tehânevî’nin belirttiğine göre, hadis ha­fızlarının derledikleri Ebu Hanife müsnedleri, İmam Muhammed’in el-Âsâr, Muvatta’, Kitabü’l-Hucce, el-Asi, Ziyâdât, el-Câmiu’s-Sağir, el-Cânıiu’l-Kebir ve es-Siyeru’l-Kebiri, Ebu Yusufun el-Âsâr, Kitabü’l-Haraç ve diğer eserleri; Abdullah b. Mübarek, Hasan b. Ziyad ve diğer talebelerinin kitapla­rı, Veki’ Îbnü’l-Cerrah’ın müsnedi, Abdürrezzak ve İbn Ebi Şeybe’nin Musannafları, Hakim’in Müstedrek’i ve diğer eserleri, İbn Hibban’in Sahih’ı, Sikat’ı ve diğer eserleri, Beyhak’nin Sünen’i ve diğer kitapları, Malik’in Garâib’i ve bunların dışında kalan diğer kitaplarda yer alan Ebu Hanife rivayetleri toplanacak olsa kalın bir cilt teşkil ederdi.[289]



Muvaffak el-Mekkî, Ebu Hanife’nin hüküm istinbatında kaynağını teş­kil eden dört bin hadis rivayet ettiğini, bu rivayetlerin iki binini Hammad’dan iki binini de diğer şeyhlerinden naklettiğini, dayandığı âsârı da kırk bin hadis arasından seçtiğini ifade etmektedir.[290]



Ebu Yusuf’tan nakledilen şu sözler, Ebu Hanife’nin hadis konusunda nasıl dakik olduğunu göstermeğe yeterlidir. O şöyle diyor: “Ebu Hanife’ye hadisleri götürürdüm. Bazılarını kabul eder, bazılarını reddeder ve bu sahih değil veya maruf değil derdi”.[291] Yine Ebu Yusuf’un şöyle dediği nakledil­mektedir: “Ebu Hanife’ye bir şeyde muhalefet ettiğim zaman düşünürdüm ve onun görüşünün ahirette kurtuluşa en elverişli olduğunu görürdüm. Bazan hadise yönelirdim, fakat o sahih hadisi benden daha iyi görürdü“.[292]



Ukûdu’l-Cüman müellifi Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî de Ebu Hani­fe’nin hadisçiliği konusunda şunları söyler: “Ebu Hanife, hadis hafızlarının büyüklerinden ve ileri gelenlerinden idi. Hadislere fazla itinası olmasaydı, fıkhı meseleleri istinbatı kolay olmazdı. Zehebî onu, Tabakatü’l-Huffaz’ında zikretmekle isabet etmiştir. O şöyle der: ‘Her ne kadar hadis hıf­zı geniş olsa da istinbatla meşgul olduğu için Ebu Hanife’den rivayet az ol­muştur. Aynı sebepten dolayı Malik ve Şafiî’den rivayet edilenler duydukla­rına nispetle azdır. Bunun gibi fazla ıttılalarına rağmen, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabilerin, kendilerinden daha aşağı mertebede bulu­nan sahabilere nispetle rivayetleri az olmuştur”.[293]



Ebu Hanife Müsnedleri

Ebu Hanife’nin rivayet ettiği ve hüküm istinbatında kullandığı hadisleri bir araya getirme çalışmaları bizzat talebeleri tarafından, ya hayatında veya ölümü akabinde başlatılmış, daha sonraki devirlerde de onun hadislerini ih­tiva eden müsnedler cemedilmiştir.[294] Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in Kitabü’l-Asarları bu konuda ilk örneklerdir.[295]



Ebu’l-Vefa el-Efgâni’nin ifadesine bakılırsa, hadis ilminde, Hz. Peygamber’in âsâr ve ahbârında, sahabe ve tabiin kavillerinde, fıkhî baplara gö­re güzel bir şekilde tertiplenmiş ilk telif eser Ebu Hanife’nin Kitabü’l-Âsâr’ıdır. Daha sonra bu yolu Mekke’de İbn Cüreyc, Medine’de Malik b. Enes ve Said b. Ebi Arube, Basra’da Osman el-Betti, Şam’da Evzaî takip et­mişlerdir.[296] Biraz önce de belirttiğimiz gibi, talebeleri Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in derledikleri Kitâbü’l-Âsâr’lar günümüze kadar ulaşmış olmakla beraber, Ebu Hanife’nin bizzat böyle bir eser telif ettiği bilinmemek­tedir. Afgânî, muhtemelen, talebelerine ait Kitâbü’l-Âsâr’ları onlara Ebu Hanife’nin imla ettirmiş olabileceğinden hareketle böyle bir neticeye varmış olmalıdır.



Ebu Hanife’nin fıkhî kaynağını teşkil eden hadislerin toplandığı müsnedler, talebelerininki de dahil olmak üzere yirmiden fazladır. Bunlardan on beşini Ebu’l-Müeyyed el-Hârezmî tekrarları hazfederek bir araya getirmiş ve bu eser iki cilt halinde ilk defa Hindistan’da basılmıştır.[297]



Hadis ve sünneti teşrîî bir kaynak olarak kabul etme bakımından Ebu Hanife’nin diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der:



“Resulullah (s.a.v.) in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözü­müz üstünedir, buna inandık ve bunun Peygamber (s.a.v.) in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz”.[322] Osman el-Betti’ye yazdığı risalede de “bilmiş ol ki, öğrendiğiniz ve in­sanlara öğrettiğiniz şeylerin efdali sünnettir” demektedir.[323] Onun, istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah’ın Kitabına sonra Resul’ün sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği nakledilir.[324] Kitap ve Sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı sayma­maktadır. Nitekim O:

“İş, İbrahim, Şa’bî, İbn Şirin, Hasen, Atâ, Said b. Cübeyr ve benzeri kimselere gelip dayandığında, onlar nasıl içtihat etmişlerse ben de öyle içtihat ederim” demektedir.[325]



Ebu Hanife, hadis karşısındaki tutumunu açıkça belirleyerek, “Resulullah’tan gelen hadisi alır kabul ederiz, sahabeden geleni alıp almamakta muhayyeriz, tabiinden gelirse onlarla yarışırız” demekte, bir başka yerde de, “Peygamber (s.a.v.) den gelenin başımız ve gözümüz üstünde yeri var­dır” diyerek. Peygamber (s.a.v.)’in hadisine karşı bağlılığını teyid etmektedir.[326] Ondan gelen başka bir nakilde de o, kabul edeceği Peygamber ha­disinin sahih isnadlı olmasını şart koşmaktadır.[327]



Rivayetlere göre, Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat ken­disi reddeder:

“Bir meselede, kendisine, hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek, “Allah Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı“[328] demiştir. Süyûtî’nin, Buharî’nin Tarih’inden naklettiğine göre, Ebu Hanife:

“Benim reyle fetva verdiğimi söyleyen insanlara şaşıyorum. Ben ancak eserle fetva veririm“[329] demektedir. Ayrıca, “bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi söy­leyen yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nass bulunduktan sonra kıyasa ih­tiyaç mı kalır?“[330] Diyerek, bilakis nassı yani Kur’an ve Sünneti kıyasa takdim ettiğim ifade etmiştir.



Ebu Hanife’den, sünnete ittibayi teşvik eden çeşitli rivayetler nakledil­miştir. Birinde onun, “Allah’ın dininde reyle görüş beyan etmekten sakının, size sünnete ittiba etmek düşer. Kim bundan ayrılırsa sapıtır”[331] dediği nakledilir. Hatta Veki’ b. el-Cerrah, Ebu Hanife’nin:

“Mescide işemek bazı kıyaslardan daha güzeldir” dediğini işitmiştir.[332] Bir gün Ebu Hanife’nin de bulunduğu hadis okunan bir meclise Küfe ehlinden biri gelir ve:

“Bırakın bu hadisleri” der. İmam, adamı şiddetle azarlayarak:

“Şayet sünnet olmasay­dı hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık”[333] diye karşılık verir. Başka bir yer­de de: “Selefin eserlerine (rivayetlerine) yapışmanız gerekir. Sözlerini altınla yaldızlasalar bile, insanların reylerinden sakının, çünkü bir iş ancak siz sırat-ı müstakim üzere bulunduğunuz takdirde vuzuha kavuşur”[334] demek­tedir. Bir defasında ona:

“İnsanlar hadisle ameli terk ettiler, sadece onu dinle­meye koşuyorlar” denilince:

“Onların hadisi dinlemeleri bizatihi onunla ameldir” der.[335] Bir rivayette onun:

“İçlerinde hadis talep eden kimseler bulundukça, insanlar iyi olmaya devam edeceklerdir; hadissiz ilim talep ettikleri zaman ise bozulacaklardır”[336] dediği nakledilir.



Ebu Yusuf’tan gelen bir nakilde onun şöyle dediği bildirilmektedir:

“Ebu Hanife’ye bir mesele arz edilince, ‘yanınızda eser (rivayet) den ne var?’ diye sorardı. Biz yanımızdaki eserleri zikreder, o da yanındakileri açıklardı. Sonra bakar, iki görüşten hangisi hakkında çok eser varsa onu alır, eğer ri­vayetler arasında bir yakınlık veya denklik varsa istediğini seçerdi”.[337]



Ebu Muti el-Belhî anlatıyor:

“Bir gün Küfe camiinde Ebu Hanife’nin yanında oturuyordum. İçeriye, Süfyânü’s-Sevrî, Mukatil b. Hayyan, Hammad b. Seleme, Caferu’s-Sadık ve diğer alimler girdiler ve Ebu Hanife’yle konuşarak şöyle dediler:

“Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin hakkında korkuyoruz. Çünkü ilk kıyas yapan İblis’tir.” Ebu Hanife onlarla. Cuma sabahından zevaline kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi:

“Ben önce Allah’ın Kitabıyla, sonra sünnetle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak etliği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yapa­rım.” Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife’nin elini ve eteğini öptüler ve:

Sen “seyyidü’l-ulemasın” dediler.[338]



Buna benzer bir konuşmanın Muhammed Bâkır’la Ebu Hanife arasında cereyan ettiği, Muhammed Bâkır’ın, “kıyasla dini değiştirdiği” ithamına karşı Ebu Hanife’nin çeşitli sorular yönelterek bu ithamı reddettiği ve Muhammed Bâkır’ı ikna ettiği belirtilir.[339]



Ebu Hanife’nin hadis ve sünnete bağlılığını ispat eden, bunlara benzer birçok rivayet bulunmakla beraber bunların hepsinin sıhhatinden tamamen emin olmak her zaman mümkün değildir. Çünkü bunlardan bir kısmının, Ebu Hanife’ye yöneltilen hücumlar karşısında, onu müdafaa etmek isteyen­lerin gayretleri sonucunda oluştuğu anlaşılmaktadır.



Ebu Hanife’nin hadis ve sünneti teşrii bir kaynak olarak nasıl değerlen­dirdiği ve ona ne ölçüde ittiba ettiğinin sağlıklı bir tespiti ancak onun, tale­beleri vasıtasıyla nakledilen fıkhına bakmakla mümkün olacaktır. Nitekim bu fıkhın temel kitapları sayılan Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in eserleri, Ebu Hanife’nin hadise bağlılığını gösteren örneklerle doludur. Burada bu ör­neklerden bazılarını zikrederek onun, Peygamber (s.a.v.) in hadis ve sünne­tine karşı takındığı genel tavrı anlamaya çalışacağız:



1- Ebu Yusuf demiştir ki: “Bir kimse diğeri aleyhine dava açsa ve delil getirse, Ebu Hanife bu konuda şöyle der: (Davacı için), şahitlerin yanı sıra bir de yemini gerekli görmüyoruz. Çünkü Resulullah (s.a.v.)’den bize:

“Ye­min davalıya (müddei aleyh), delil davacıya (müddei) gerekir”[340] hadisi ulaş­mıştır. Allah’ın Resulünün davacı üzerine koymadığı bir yükümlülüğü biz koyamayız. Yemin mükellefiyetini de Resulullah (s.a.v.)’ın koyduğu yerden başka bir yere değiştiremeyiz. (Yani davalıdan alıp davacıya veremeyiz)”.[341]



2- Alışverişte iki taraf bir ay muhayyerlik şartı koşarlarsa, Ebu Hani­fe’ye göre bu alışveriş fasiddir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) den gelen rivayet­te, üç günden fazla muhayyerliğin olamayacağı bildirilmektedir.[342]



3- Bir kimse, üzerinde ağaç ve bazı şeyler bulunan bir arazi satın alsa, satışta ağaç v.s. söz konusu edilmese bu durumda Ebu Hanife’ye göre her­hangi bir şart koşulmadıkça ağaç, araziye tabi olarak alıcıya, meyveler ise satıcıya ait olur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kim aşılı bir hurmalık alırsa, müşteri istisna etmedikçe meyvesi satıcıya aittir” .[343]



4- Bir erkek bir kadının avret yerine (fercine) bakarsa, Ebu Hanife’ye göre, onun oğlu ve babası o kadına mahrem, o kadının annesi ve kızı da o adama haram olur.[344] Çünkü bu konuda hadis vardır.

Sarahsî bu meseleyi şöyle açıklar:

“Eğer bir adam bir kadının fercine şehvetle bakarsa, bize göre istihsanen hürmet (haramlık) sabit olur. Kıyasa göre sabit olmaz. Çünkü bakmak, tefekkür gibi, ona muttasıl olmayan bir şeydir. Görmüyor musun, birleşip inzal vaki olmadıkça, bununla (bakmak­la) oruç bozulmuyor. Eğer bakmak hürmeti gerektirseydi, ferce bakmakla başka yere bakmak -şehvetle öpmek gibi- eşit olurdu. Fakat biz kıyası Ümmühânî hadisiyle terk ettik“.[345]



5- Ebu Hanife’nin Hammad’dan, Onun İbrahim Nehaî’den rivayet ettiği bir hadiste, Peygamber (s.a.v.)’in abdest alıp mescide gittiği, namaza kadar yanı üzere yatarak uyuduğu, horlayacak kadar derin uykuya daldığı halde, kalkıp abdest almadan namaz kıldığı zikredilir. İbrahim Nehaî, bu rivayetin sonunda;

“Nebi (s.a.v.) diğer insanlar gibi değildir” diyerek, Peygamber (s.a.v.) haricindekileri bu hükmün dışında tutmakta, Ebu Hanife ve İmam Muhammed’de başka bir hadisle teyit edilen bu görüşe katılmaktadırlar. İmam Muhammed demiştir ki:

“İbrahim’in görüşünü benimseriz. Bize Pey­gamber (s.a.v.)’in şöyle dediği ulaştı:

“Gözlerim uyur, fakat kalbim uyu­maz.”[346] Nebi bu konuda başkası gibi değildir. Onun dışındakilere gelince

“Kim yanı üstü yatar ve uyursa abdest gerekir. Ebu Hanife’nin görüşü de budur”.[347] Ebu Hanife, kendi naklettiği Peygamber (s.a.v.) tatbikatını kabul ettiği halde onu delil olarak kullanmamış, bu konuda başka bir hadise istinad et­miştir.



6- Ebu Hanife’nin Hammad tarikiyle İbrahim’den naklettiğine göre, İb­rahim, Sâd suresinde secde etmemiştir. Çünkü Abdullah b. Mes’ud da bu su­rede secde etmemişti. İmam Muhammed diyor ki:

“Lâkin biz secde edilmesi görüşündeyiz ve Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen hadise tabi oluruz. Bize Ömer b. Zerr el-Hemedânî babasından, o Said b, Cübeyr’den, o, İbn Abbas’tan, o da Peygamber (s.a.v.) den şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Sâd süresindeki secdede Dâvud (a.s.) tevbe için secde etmiştir. Biz de şü­kür için secde ediyoruz, Ebu Hanife’nin” görüşü de budur”.[348]



7- Ebu Hanife, elbiseye bulaşan meninin kuruduktan sonra ovalanması konusunda görüşünü soran İmam Muhammed’e:

“Bunun yeterli olduğunu, çünkü Hz. Aişe’den, Peygamber (s.a.v.) in bu durumdaki elbisesini ovaladı­ğı şeklinde gelen hadisin kendilerine ulaştığını belirtir. Bunun üzerine İmam Muhammed, şayet elbiseye kan ve pislik bulaşsa hükmü ne olur diye sorar:

Ebu Hanife bu (ovalamak), yeterli değildir der. İmam Muhammed:

“Fark eden nedir?” diye sorunca Ebu Hanife şöyle cevap verir:

“Kıyasen ikisi de aynıdır. Fakat meni hakkında eser (hadis) vardır. Dolayısıyla biz bunu kabul ettik”.[349]



8- İmam Muhammed Ebu Hanife’ye sorar:

“Bir adam namazda tebes­süm etse, kahkahayla gülmese, bu, abdestini bozar mı, görüşün nedir? Ebu Hanife: “Hayır bozmaz” der. İmam Muhammed:

“Şayet kahkahayla gülerse ne olur” diye sorunca Ebu Hanife:

“Bu, abdestini bozar ve o kimsenin yeni­den abdest alıp namazı iade etmesi gerekir” der. Bunun sebebini soran İmam Muhammed’e Ebu Hanife:

“Resulullah (s.a.v.) den gelen eser sebebiyle” diye cevap verir.[350]



9- A’meş birgün Ebu Yusuf a:

“Arkadaşın Ebu Hanife nasıl olur da Ab­dullah’ın, “Cariyenin azat edilmesi onun talakıdır’ kavlini terk eder” diye so­rar. O da şöyle cevap verir:

“Bu kavli, senin, İbrahim, Esved, Aişe yoluyla tahdis ettiğin, “Büreyre azat edildiğinde muhayyer bırakıldı”[351] hadisinden do­layı terk etti.” A’meş bunun üzerine:

“Ebu Hanife gerçekten zeki birisi, onun bu konudaki tercihi hoşuma gitti” der.[352]Benzerlerini çoğaltmanın mümkün olduğu bu tür rivayetlerde, Ebu Ha­nife’nin zaman zaman hocalarının görüşlerine de muhalefet ederek şeri delil olarak, Peygamber (s.a.v.) den kendisine ulaşan hadisleri esas aldığı, rivaye­tin bulunduğu yerde, kıyasa başvurmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim Ebu Hanife’nin, daha sonraki muhaddisler tarafından zayıf sayılan bazı ha­disleri bile kıyasa takdim ettiği, bazı kıyaslarından da hadise rücu ettiği sa­bittir. Biraz önce örnek olarak verdiğimiz namazda kahkahanın abdesti boz­duğu, hurma nebîzi [353] ile abdestin caiz olduğu, on dirhemden aşağı mehr olamayacağı şeklindeki zayıf sayılan rivayetleri, kıyasa muhalif olmalarına rağmen, tercih etmiştir. [354]



Yine onun, hadise olan bağlılığından dolayı, önceden, parmakların di­yetini faydalarına göre belirleyip, başparmağın diyetini diğerlerinden fazla tespit ediyorken, Peygamber (s.a.v.) den nakledilen;

“Bütün parmaklar eşit­tir”[355] hadisi üzerine bundan vazgeçtiği, önceden, hayzın azami süresinin 15 gün olduğunu belirtmesine rağmen, Enes’in Peygamber (s.a.v.) den nak­lettiği:

“Hayz üç günden on güne kadardır, fazlası istihaza kanıdır”[356] ha­disi üzerine, ilk görüşünden döndüğü, önceleri Bayram Namazından önce ve sonra namaz kılmadığı halde, Hz. Ali’nin Bayram Namazından sonra dört rekat namaz kıldığı haberinin kendisine ulaşması üzerine, Bayram Na­mazından sonra namaz kılmaya başladığı belirtilir.[357]



Bütün bu örnekler onun hadise ittibada tesâhül göstermediğinin açık delilleridir.[358]



Sahabe Kavli Ve Tatbikatı Karşısındaki Tutumu



Daha önce de belirttiğimiz gibi Ebu Hanife, Kur’an ve Sünnetten, son­ra, sahabe kavlini bağlayıcı görmekte, fakat kendisine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanımaktadır. Ebu Hanife bu tercih hakkını bazen şahıslar ara­sında, bazen de rivayetler arasında kullanır. Ebu Muti’ el-Belhî ile Ebu Ha­nife arasında geçtiği bildirilen şu konuşma bu açıdan dikkat çekicidir. Ebu Muti’ ona hitaben şöyle der:



“Şayet senin görüşün Ebu Bekir’in kine zıt dü­şerse ne yaparsın?” Ebu Hanife:



“Bu takdirde onunkinin lehine kendi görü­şümden vazgeçerim. Hatta Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin görüşleri lehine de. Ebu Hüreyre, Enes b. Malik, Semure b. Cündüb hariç, Hz. Peygamber’in bü­tün sahabilerinin görüşlerini kendiminkine tercih ederim”.[359] Ebu Hanife:



“Sahabenin kavlinden dilediğimi alır, dilediğimi terk ederim” derken[360] birtakım tercih unsurlarım göz önünde bulundurmuş olma­lıdır. Fakat bunların tespiti sanıldığı kadar kolay değildir. Ebu Hanife’nin Ebu Hüreyre ile birlikte bazı sahabileri istisna tutmuş olması, onlardan riva­yet almadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira Ebu Hanife’nin, Ebu Hüreyre hadisi ile kıyası terk ettiği meşhurdur. Zaten kendisi de bu sahabilerden ge­len rivayetleri değil, onların kendi görüşlerini istisna tutmaktadır. Burada, Ebu Hanife’nin sahabe tatbikatını delil aldığı bazı örnekler zikredebiliriz.



1- Hristiyan Beni Tağlib kabilesi, Hz. Ömer’den, kendilerinden acem­ler gibi cizye değil, müslümanlardan alındığı gibi zekât alınmasını talep edince, Hz.Ömer önce:

“Müslümanlara mahsus bir farzdır” diye reddetmiş, onlar bu isim altında ne kadar fazla istersen o kadar al diye ısrar edince, ze­katın iki katı olması kaydıyla bu teklifi kabul etmiştir. Ebu Hanife bu uygu­lamayı, Hz. Ömer’i kaynak göstererek kabul etmektedir. İmam Muhammed’le aralarında geçen konuşma şöyledir:

İ.M.: “Beni Tağlib hırıstiyanları hakkındaki görüşün nedir, onların de­velerinden zekat alır mısın?

E.H.: Evet.

İ.M.: Peki onlardan nasıl alırsın?

E.H.: Dört devesi olanlara bir şey gerekmez, beş olursa iki koyun ge­rekir. Zekat onlar için ikiye katlanır.

İ.M.: Koyunlarından, ineklerinden, camızlarından da böyle mi alır­sın?

E.H.: Evet. Ömer b. el-Hattab’tan bize ulaştığına göre, o zekatı onlar için iki kat yaptı”.[361] Görüldüğü gibi Ebu Hanife, Hz. Ömer’in bir içtihadını uygulamada esas almıştır.



2- Ebu Hanife, hibenin caiz olabilmesi için belirlenmiş, taksim edilmiş ve elde edilmiş (teslim alınmış) olmasını şart koşmakta, böyle olmadığı takdirde caiz olmayacağım belirtmektedir. Çünkü Hz. Ebu Bekir’in uygula­ması bu yoldadır. Kızı Hz. Aişe’ye, Aliye denilen yerden yirmi vesk hurma bağışlayan Hz. Ebu Bekir, ölüm döşeğinde, henüz bu hibeyi teslim alma­mış olan kızına.

“Sen bunu teslim almadığın için bu, varislerin malı oldu” demiştir.[362]



3- Gözü görür iken bir olaya şahit olan kimse sonra kör olsa, bu tak­dirde onun bu olaya şahitliği Ebu Hanife’ye göre caiz değildir. Çünkü Ali b. Ebi Talib’in böyle bir âmânın şehadetini reddettiği kendisine ulaşmıştır.[363]



4- Bir adamın diğerinden, selem akdinden doğan bir yiyecek alacağı olsa, yiyeceğin (taam) bir kısmı ile beraber, parasının geri kalan kısmını al­sa, Ebu Hanife’ye göre bu caizdir. Çünkü Abdullah b. Abbas’tan bunun ma­ruf, güzel ve iyi bir iş olduğu kendilerine ulaşmıştır.[364]



5- Ölen bir kimsenin arkasında, varis olarak sadece ana-baba bir karde­şiyle dedesi kalırsa Ebu Hanife’ye göre bütün mal dedenindir. Çünkü Hz. Ebu Bekir, Abdullah b. Abbas, Hz. Aişe ve Abdullah b. Zübeyr’den:

“Baba olmadığı takdirde dede, baba yerindedir.”dedikleri naklolunmuştur.[365]



6- Bir davacı, davalıdan davası hakkında yemin istese, kadı da bunun üzerine davalıya yemin ettirse, davacı daha sonra davası için yeni bir delil getirse, Ebu Hanife bu delili kabul ederdi. Çünkü Ömer b. el-Hattab ve Şureyh’in, “Yalan bir yemin, adil bir delilden daha çok reddedilmeğe layıktır” dedikleri bize ulaşmıştır” derdi.[366] Daha önce Ebu Hanife’nin sahabe kavilleri ve tatbikatı arasında zaman zaman tercih yaptığını belirtmiştik. Bununla ilgili birkaç örnek de şöyledir:



7- Küsuf namazında kıraatin nasıl olacağı hususunda İmam Muhammed:

“Peygamberimizin açıktan okuduğu haberi bize ulaşmadı, ancak Ali b. Ebi Talib’in Kûfe’de Küsuf namazında açıktan okuduğu haberi bize geldi. Bizim hoşumuza giden, kıraatin açıktan okunmam asıdır” demektedir.[367]



8- Ebu Hanife, Hz. Ömer ve Hz. Aişe gibi ileri gelen sahabilerin red­dettiği Fatıma binti Kays hadisini, o sahabilere ittibaen kabul etmeyerek bu konuda Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber’den işittiği,

“Üç talakla boşanmış ka­dının iddeti süresince nafaka ve oturma hakkı vardır” [368]hadisine tabi olmakta ve bu konuda ayrıca, “Çocuklarını doğurana kadar nafakalarını veriniz” [369]ayetini delil olarak zikretmektedir.[370] Burada Ebu Hanife, Hz. Aişe’nin ve Hz. Ömer’in Fatıma binti Kays’a yönelttikleri tenkidi dikkate almış görün­mektedir. Çünkü Fatıma:

“Kocam beni üç kere boşadı. Resulullah’a müraca­at ettim, bana nafaka ve mesken verdirmedi”[371] diye rivayette bulununca kocası Üsâme b. Zeyd, şaşkınlığından elindekileri yere atmış, Hz. Aişe de:

“Bu kadın, alemi fitneyle doldurdu” diyerek rivayeti reddetmiştir. Aynı şe­kilde Hz. Ömer:

“Biz ne Allah’ın Kitabını ne de Resulünün sünnetini doğru mu yanlışını söylediği bilinmeyen, unutup unutmadığı belli olmayan bir ka­dının sözüyle terk edemeyiz” diyerek Ebu Hanife’nin de esas aldığı yukarı­daki rivayeti zikretmiştir.[372]



Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, Ebu Hanife sahabenin görüş ve tatbikatım, bunlar ister Hz. Peygamber’den menkul olsun, ister kendi içtihatları olsun, teşride rahatlıkla kullanmakta, rivayet ve ravilerin durumuna göre, zaman zaman tercihlerde bulunmaktadır.[373] [261] İbn Haldun, Mukaddime, 444-445.

[262] Saymerî, 23.

[263] Tehânevî, Ebu Hanife, 12.

[264] Age., 12; Krş. Saymerî, 25.

[265] Tehânevî, Ebu Hanife, 12.

[266] Age., 13.

[267] Age., 16.

[268] Age., 16; Krş. Dehlevî, Hüccetüllahil-Bâliğa, I, 104-105.

[269] Tehânevî, Ebu Hanife, 17.

[270] Tehânevî, Ebu Hanife, 18.

[271] Müslim, Mukaddime, 5.

[272] Dârimî, T, 82. Bu konudaki örnekler için bkz. age., I, 82-87.

[273] İbn Sa’d, Tabakat, VI, 272.

[274] Age., III, 156.

[275] Serahsî, Usul, I, 350.

[276] Şeybâni, el-Hucce, II, 691.

[277] Serahsî, Usul, I, 350.

[278] Age.. 1, 350; Müslim, Mukaddime, 7.

[279] Serahsi, Usul, I, 350.

[280] Zehebî, Tezkiretül-Huffaz, I. 197.

[281] A.Emin. Duhal-İslam, II, 152.

[282] Kasımî, Kavaidü’t-Talıdîs, 58.

[283] İbn Haldun, Mukaddime, 445.

[284] Bağdadî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivfiye. 231.

[285] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, XX. 232.

[286] Tehânevî, Kavâid, 236.

[287] Age., 237. Bu hususla ilgili olarak ayrıca bkz. Mustafa es-Sibâî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ, 411-417.

[288] Zehebî, Menâlab, 45.

[289] Tehânevî, Kavaid, 193; Ebu Hanife, 18-19.

[290] Mekkî, 84, 85

[291] Age., 95-96.

[292] Saymerî, 25; Bağdadi, Tarih, XIII, 340.

[293] Salihî, 319-320. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Age. 319-412. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 56-61

[294] Ebu Yusuf ve imam Muhammed’in derledikleri, Kitabül-Asarların daha sonra derlenen Ebu Hanife müsnedlerine nazaran daha sağlıklı olduklarında şüphe yoktur. Nitekim sonradan derlenmiş Ebu Hanife Müsnedlerinin ona nisbeti tartışmalıdır.

[297] Ebul-Müeyyed Muhammed b. Mahmud ef-Hârezmî, Câmiul-Mesânîd, I-II, Dârül-Kütübi’l-İlmiyye(Hind baskısından ofset).

[322] Ebu Hanîfe. el-Alim. 27.

[323] Ebu Hanife. Risale ila Osman el-Betti, 69.

[324] İbn Abdilberr, el-İntika’. 142.

[325]Age.. 143; Tehzîbü’t-Tehzîb. X. 451. Ebu Hanife’nin teşride esas aldığı bu sıralamayı içeren rivayetin oldukça erken bir kaydı için bkz. Yahya b. Main ve Kitabühü’t-Târih. II, 608.

[326] İbn Abdilberr. el-İntika. 144.

[327] Age… 145.

[328] Age.. 141.

[329] Süyuti, Tebyiz. 28

[330] Şa’rani, Mizan, I, 53

[331] Age., I. 47.

[332] Zehebî, Menâkıb, 34.

[333] Şa’rânî, Mîzan.1.47.

[334] Age.. 1.47.

[335] Age.. I. 48.

[336] Age., I, 48.

[337] Kevserî,Te’nîb,86.

[338] Şa’râni, Mîzân, 1,53.

[339] Mekki, 143.

[340] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 69

[341] Ebu Yusuf, İhtilaftı Ebî Hanife ve İbn Ebî Leylâ, 78-79.

[342] Age., 16-17.

[343] Age., 21. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 69

[344] Age., 172.

[345] Serahsî, Mebsut, IV, 208.

[346] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 70

[347] Şeybânî, el-Âsâr, 35.

[348] Age., 32. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 70

[349] Şeybânî, el-Asl, I, 61-62.

[350] Şeybânî,el-Asl, 1,59.

[351] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 71

[352] Bağdadi, Tarih, XIII, 340; Temîmî, I, 99.

[353] (Nebîz, hurmadan elde edilen ve Araplar arasında maruf olan bir tür içeceğe denildiği gibi, bunun hazırlanışı sırasında hurmaların içine konulduğu suya da denmektedir. Burada kast olunan ikinci anlamıdır. (Bkz. Kevserî, en-Nüket, 7, dipnot.)

[354] Laknevî, el-Ecvibe, 48 (Ebu Ğudde’nin notu).

[355] Ebu Davud, Diyât, 20. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 71

[356] Dârimi, II. 209.Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 71

[357] Tehânevî,’Ebu Hanife, III, 52-53.

[358] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 66-72

[359] Şa’rânî,Mîzân, I, 53.

[360] İbn Abdilberr, el-İntika, 142.

[361] Şeybânî, el-Asl, II. 27-29; Ebu Yusuf, el-Âsâr, 91.

[362] Ebu Yusuf, ihtilaf, 47.

[363] Age.,70.

[364] Age.,33.

[365] Age., 83-84.

[366] Ebu Yusuf, İhtilaf, 80-81.

[367] Şeybânî, el-Âsâr, 44.

[368] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74

[369] Talak: 6.

[370] Ebu Yusuf, İhtilaf, 196.

[371] Hadis için bkz. Ebu Davud, Talâk, 39.

[372] Ebu Yusuf, İhtilaf, 195,

[373] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 72-74



*



(1) http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10268099.asp

(2) http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10275752.asp

(3) http://www.ihvanlar.net/2013/03/18/imam-i-azamin-vasiyeti/

(4) http://www.davetci.com/akaid_ebuhanifemektup.htm



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/imam-azam-ve-hadis-sunnet.html







Devamını Oku: http://ilimcephesi.com/imam-i-azam-ve-hadis-sunnet/#ixzz409gP4Hlj

Follow us: @ilimcephesi on Twitter





http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/imam-azam-ve-hadis-sunnet.html


http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/imam-azam-ve-hadis-sunnet.html
Devamını Oku »

Hangi Tasavvuf

Hangi Tasavvuf







Özel olarak Tasavvuf tarihiyle ve genel olarak İslamî ilimlerin tarihiyle ilgilenenlerin çok iyi bildiği üzere İslam'ın diğer sahalarında olduğu gibi Tasavvuf sahasında da bir kısım anlayış ve uygulamaların zaman zaman ve yer yer istikametten saptığı görülmüştür.
Bu, eşyanın tabiatındandır. Zira insan; mesleğine, meşrebine, içinde bulunduğu dinî ve sosyal çevreye bağlı olarak birinci derecede belirleyici bir tercihte bulunur. Bu -tabir yerindeyse-"altyapıdır. İkincil tercihler, yani "üstyapı" tabii olarak bu temel üzerine oturacaktır.Bahsimiz bağlamında temel belirleyici, "itikadî kabuller"dir. Kişi; Fıkıh,Tefsir, Hadis... gibi sahalardaki tercihlerini, tabii bir şekilde bu en temel aidiyetini, yani itikadî kabullerini merkeze alarak belirleyecektir.



Normal işleyiş böyle olmak durumundadır. Ancak zaman zaman kişinin ikincil -olması gereken- tercihlerinin, temel belirleyici olan itikadî kabullerin önüne geçtiği olur. Üstyapıyı altyapının belirlediği bu durum elbette normal dışıdır.Yukarıda da söylediğimiz gibi, diğer İslamî alanlarda olduğu gibi Tasavvuf alanında da bu tarz normal dışılıklar yaşanmıştır. Böyle durumlarda -mesela- bir es-Serrâc et-Tûsî'nin çıkıp, "... Asrımızda yaşayan bazı müteahhir âlimler tasavvufî manalardan söz söyledikleri(nde) ya da kendilerine bir şey izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sufilerin söz, hal ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar..." demesi ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz.
Bu sebeple Tasavvuf içinde ilk asırlardan bu yana(1) bir tenkit, tahkik ve tashih faaliyeti var olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî'den Ebu Süleyman ed-Dârânî'ye, - Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den Sehl b. Abdillah et-Tüsterî'ye, Ebu'l-Kasım en-Nasrâbâzî'den Abdülkadir-i Geylânî'ye, İmam el-Gazzâlî'den Zerrûk'a, İmam-ı Rabbânî'den Mevlana Halid-i Bağdâdî'ye, Ahmed Ziyâuddîn el-Gümüşhânevî'ye, Eşref Ali et-Tehânevî (Tağnevî)'ye... kadar Tasavvuf yolunun kilometre taşı olan pek çok büyük isim bu noktaya ısrarla vurgu yapmıştır.(2)Bu ısrarlı vurguların bir sebebi Tasavvuf karşıtı cepheden gelen "Tasavvuf ehlinin Kitap ve Sünnet nasslarına kayıtsız/aykırı davrandığı" ithamıysa, bir diğer sebebi de hiç şüphesiz Tasavvuf intisabı görüntüsü altında zaman zaman felsefî, zaman zaman batınî/ibahî eğilimlerin ya da istismar maksatlı oluşumların bünyeye sızma girişimlerine mani olmaktır.



"Sufiyye"yi müstakil bir fırka olarak değerlendirirken İmam Fahruddîn er-Râzî tam da bu noktaya dikkatimizi çeker ve bu fırka mensupları arasında hiçbir ayrıma gitmeden, "sufi" olarak anılan kimselerin tamamını tebrie etmenin yanlışlığını vurgulayarak şöyle der: "Ademoğulları'nın en hayırlılarımda, "fırkaların en şerlisi"de Sufiyye arasında yer alır.(3)
Dikkat edilirse, bu vakaların tamamı günümüzde varlığını -birtakım tarz ve ton farklılıkları bulunmakla birlikte- devam ettirmektedir. Bir taraftan Tasavvuf münkiri çevreler Tasavvufun Kur'an- Sünnet -ya da "sadece Kur'an"!- çizgisinden sapma hareketi olduğu tarzındaki ithamları devam ettirirken(4), bir taraftan da "içeriden" birtakım yaklaşımlar Kur'an ve Sünnet çizgisindeki Tasavvuf yerine birtakım felsefî yaklaşımlara ya da hurafelere dayanan farklı bir anlayışı Tasavvuf adına tahkim etmeye çalışmaktadır.



"HER İLİM EHLİNDEN ALINIR"
Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)
Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?



Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid'in hadisçiden, Tefsir'in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde "şaşmak" olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12'den vurmuşlardır.
Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.
Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde "İmamların imamı" ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu't- Tevhîd'ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, "Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz" sözleriyle kınanmıştır.Hatta İbn Huzeyme'nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların,çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir...



Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş "her şeyi" üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek,yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz'ifine sunmadan "korumacı" bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.



Bid'at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ının,ancak muhtevasındaki i'tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.



Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu'tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.



Hanefî mezhebine mensup mu'tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış "Hanefîler hadise karşı tavırlıdır" gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet'in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı "sufi" olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî'nin "fırkaların en şerlileri" dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye'yi de aklamış,Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden "Tasavvuf" damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)



Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, "vâhdet-i vücud" nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,(8) İbn Teymiyye, AllahTeala'nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle "havâdis lâ evvele lehâ"ve"nev'in kıdemi"(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)



Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!
Bu noktada "altyapı" ile "üstyapı" arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz "altyapı", Fıkh'ın da, Hadis'in de, Kelam'ın da,Tefsir'in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.



MUHTEMEL BİR İTİRAZ
Yukarıdaki tesbitlere mukabeleten, "Ben Tasavvuf mesleğini kendime yakın buluyorum. Dolayısıyla sadece seyr-ü sülukumda değil, itikad ve amelimde de Tasavvuf ehlinin çizgisinde yürümek istiyorum.
Usulüddin âlimine yahut Fıkıh veya Hadis âlimine mecbur muyum?" tarzında bir itiraz ileri sürmek mümkündür.Hatta, "Ben Hadisle ameli seviyorum. İtikadımı da, amelimi de, kalbî hayatımı da hadisler yönlendirsin istiyorum." diyenlerin itirazına kulak ve cevap vermek bu satırların yazarı için elbette bir mecburiyettir.



Ne kadar hamd etsek azdır ki, Yüce Allah bu ümmeti tahkik, insaf ve itidal ehli âlimlerden mahrum bırakmamıştır, O âlimler sayesinde itikadımızı da, amelî hayatımızı da, kalbî ve ruhî inkişafımızı da şüphelerden ari bir şekilde intizama sokma imkânına sahibiz.
Son dönemde bilhassa gençler, önlerine inhisaren konulan ekstrem seçenekler sebebiyle bir uçtan öbürüne savrulurken, hakikat da "uç'ların tekeline mahkûm edilmiş bulunuyor.Oysa varisi kılındığımız ilmî miras bu "uç"lardan ibaret değil. Bu ümmetin karakteristik vasfı olan "denge" ve "itidal" tarih içinde olduğu gibi bugün de bize istikamet gösterecektir.



İbn Dakîk el-lyd'lerin, Kemâluddîn İbnu'l-Hümâm'ların, Cemâluddîn ez-Zeyla'î'lerin, baba- oğul es-Sübkî'lerin, baba-oğul el-lrâkî'lerin, et-Tehânevî'lerin, Enverşâh el-Keşmîrî'lerin, İbn Hacer el-Mekkî'lerin, Ali el-Karî'lerin, Ahmed b. Zeynî Dahlân'ların,M. Zâhid el-Kevserî'lerin, Selâme el- Azzamî'lerin, Yusuf ed-Dicvî'lerin... yaktığı kandiller yolumuzu aydınlatmaya fazlasıyla yeterli.
Ancak önce bizim gözlerimizi açık tutmamız ve onların yaktığı ışığa doğru yürüme iradesini göstermemiz lazım.



"DENGE İNSANLARI"NIN TAVRI
Yukarıda bir kısmının isimlerini zikrettiğim "denge" âlimlerinden birisi de, hiç şüphesiz İmam-ı Rabbanî'dir. Onun, Şeyh-i Ekber'in vahdet-i vücud nazariyesine getirdiği tenkit, bir kandil gibi Tasavvuf yolunun yolcularının önünü aydınlatıp durmaktadır.Eğer o büyük imam vahdet-i vücud nazariyesini, seyr-u sülük esnasında aşılıp geçilmesi gereken bir merhale, hatta "akla ve şeriata aykırı" bir kabul olarak değerlendirmişse,(11) bu en azından şunu gösterir:
Bizler bu nazariyeye makuliyet, makbuliyet ve meşruiyet kisvesi giydirmek için teviller üretmek zorunda değiliz. Eğer vahdet-i vücud nazariyesi haksa, onu kesin bir dille mahkûm eden İmam-ı Rabbanî -haşa- yanlıştadır.



Eğer İmam-ı Rabbanî'nin çizgisi makul ve meşru olansa, vahdet- i vücud nazariyesini bir"zarurat-ı diniyye" ilkesi gibi yaşatma ve savunma tavrını gözden geçirmek durumundayız...Tasavvuf mesleği içinden vahdet-i vücud nazariyesini reddeden tek isim İmam-ı Rabbani değildir. İbn Arabi'ye bu noktada itiraz eden bir başka mutasavvıf, İbn Sebîn el-İşbîlî'dir. Onun Bed'u'l-Ârif isimli eseri, Şeyh-i Ekber'e reddiyedir.(12)
Bir diğer "denge insanı", Alâuddîn el-Buhârî'dir (841/1438). Aklî ve naklî ilimlerde yed-i tula sahibi olan el-Buhârî, aynı zamanda büyük sufilerdendir. Ne akidede Ehl-i Sünnet çizginin dışına çıkmıştır, ne fıkıhta, ne de diğer sahalarda...Onu calib-i dikkat kılan, günümüzde de varlığını devam ettiren gerilimin iki ucunu temsil eden İbn Arabi'ye de İbn Teymiyye'ye de karşı tavrıdır.(13) Bu tavırda kristalleşen Ehl-i Sünnet hassasiyeti bizi sarih bir şekilde şunu söylemeye sevk ediyor:
Ehl-i Sünnet inancı ne İbn Arabi'nin vahdet-i vücud nazariyesi, ne de İbn Teymiyye'nin teşbih ve tecsimine indirgenebilir.
Bir başka "denge İnsanı" yazının başına bir tesbitini koyduğumuz Zerrûk'tur. Kavâ'idu't-Tasavvuf isimli eserinde, zikrettiğimiz cümleden önce şunları söyler: "Fıkh'ın umum insanlar için koyduğu hüküm umumîdir.(...) Tasavvufun hükmü ise belli insanlara yönelik olup hususidir. (...)
Bu sebeple fakihin (kendisinden fıkha uymayan şeylerin sadır olduğu) sufıyi kınaması sahihtir; sufinin fakihi kınaması ise sahih değildir. Dolayısıyla (ikisi arasında bir çatışma olursa) Tasavvuftan Fıkh'a rücu etmek gerekir."(14)
Farklı kesimler tarafından tavırları her ne kadar tarih içinde ve günümüzde Ehl-i Sünnet inanana tetabuk ettirilmek üzere tevil edilmiş/ediliyor olsa da, şu hakikatin üstünü örtmek mümkün değil:



İbn Arabî ve İbn Teymiyye'den önce ve sonra yaşamış bulunan Ehl-i Sünnet Usulüddin ulemasının bu ümmetin selefinden naklettiği itikadın içinde ne vahdet-i vücud vardır, ne de teşbih ve tecsim !...



Bir diğer "denge insanı" hiç şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî'dir. Onun İbn Teymiyye hakkındaki görüşü ve tavrı herkesin malumudur. İbn Arabî konusundaki tavrına gelince, talebesi Ahmed Hayrî'nin, İbn Arabi'nin "Kunnâ Hurûfen Âliyât"diye başlayan kasidesi üzerine kaleme aldığı esere takdim/takrizinde şunları söyler:
"Müellif, kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.



Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu meselenin hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmesi az görülen şeydir. Vahdet-i vücud, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur.
Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhud'dur.. "(15)



TASHİHE MUHTAÇ TUTUMLAR



Gerek tarih içinde gerekse günümüzde Tasavvuf pek çok çevre tarafından tenkit ve hücum konusu yapılmıştır. Ancak bunların Tasavvuf ve ehli üzerinde yıkıcı bir etki yapmadığı müsellem bir hakikattir. Özellikle günümüzde Tasavvufa asıl büyük zararın, "içeriden"geldiğini üzülerek müşahede ediyoruz.



Bilhassa uydurma hadisler konusunda, İlm-i Hadis'te behresi olan Tasavvuf büyüklerinin ikazlarını hiçe sayarak, hatta "Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun" tarzındaki ikaz-ı Nebevi'yi(16) kulak ardı ederek kitaplarında,sohbetlerinde, va'zu nasihatlerinde bol bol uydurma hadis nakleden insanların bu tavrının Tasavvuf ehlinden beklenen yüksek hassasiyetle örtüştürülmesi mümkün değildir.
Birçok Tasavvuf büyüğünün, aslı bulunamamış veya senedinde hadis uydurmakla itham edilmiş yalancı ravilerin bulunduğu rivayetlere eserlerinde yer verdiği bilinen bir husustur.
Onların bu hadislerin uydurma olduğunu bile bile böyle bir tasarrufta bulunduğunu söylemek kesinlikle doğru değildir. Bunun sebebi, onların, Hadis sahasına bu sahanın otoritesi olmalarını sağlayacak kadar mesai sarf etmemiş olmasıdır.
Özellikle kendilerinden önceki Tasavvuf büyüklerinin eserlerinden istifadeyle kitap yazanlar, o müelliflere olan hüsn-ü zanları sebebiyle, bu eserlerdeki rivayetleri ayrıca araştırmaya gerek duymaksızın eserlerine almışlardır.
Tıpkı İmam el-Gazzâlî'nin Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtu'l-Kulûb'undaki rivayetler hakkında yaptığı gibi... Burada, "İmam el-Gazzâlî, eserine o rivayetleri uydurma olduklarını bile bile almıştır" demek mümkün değildir.
Dolayısıyla İmam el-Gazzâlî bu noktada mazurdur. Ama o rivayetlerin uydurma olduğu bugün ayan-beyan ortaya çıkmışken, onları eserlerinde, sohbetlerinde "Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki..." diyerek -sahih hadismiş gibi- nakletmek kesinlikle caiz değildir.(17)
Ancak ne yazık ki günümüzde bazı erbab-ı tasavvuftan bu tarz fiiller sadır olabilmektedir.
Şurası açık ki, o rivayetleri "hadis" diye nakletmek Tasavvufa herhangi bir fayda sağlamıyor. Tam tersine, Tasavvuf ve ehli hakkında olumsuz kanaatlerin giderek daha geniş halk kitlelerine yayılmasına ve hâkim olmasına sebebiyet veriyor.
Keza rabıtanın, "ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf (...) bir şeyhe kalbi bağlamak..."olarak ifade edilmesi(18) de bu çerçevede zikre değer bir diğer arızadır. Eğer buradaki "ilahî ve zatî sıfatlar" ifadesiyle,Yüce Allah (c.c)'a mahsus ilahî ve zatî sıfatlar kast ediliyorsa, bunun Tevhid'e aykırı olduğu açıktır. Tevhid'in 5 esasını anlatırken, bunlardan birisinin "sıfatlarda vahdaniyet" olduğunu vurgulayan büyük mutasavvıf Abdülganî en-Nâblusî şöyle der:
"Bundan murad, (...) Yüce Allah'ın, sıfatlarından her birinde mislinin, nazirinin ve benzerinin olmamasıdır. (...) Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birisinin kendisinin veya mislinin bir başkasında bulunması imkânsızdır..."(19)



ez-Zehebî, ed-Dimyâtî, el-Hekkârî, el-Alâî, Ebû Hayyân, Alâuddîn Moğoltay, İbnu'l-Mulakkın, el-lrâkî, el-Enbâsî, Burhânuddîn el-Halebî, İbn Nâsıriddîn, es-Sehâvî... gibi -aralarında Hadis âlimlerinin de bulunduğu- zahir ulemasına hırka giydiren mürşidlerin ve onların elinden hırka giyen mezkûr ekâbir-i ulemanın ve burada isimlerini zikredemediğimiz sayısız alimin dünyasında bu tarz arızaların bulunmadığını söylemek hakikatin ifadesi olacaktır.(20)



SON SÖZ

Pek çok Tasavvuf büyüğünden, Tasavvufun esasının Kur'an ve Sünnet olduğu sarahaten nakledilmiştir. Bundan kastın, Ehl-i Sünnet itikadı olduğu aşikârdır.
Zira ehlinin malumudur ki, hiçbir bid'at fırka Kur'an ve Sünnet'i açıktan reddetmemiş, hatta tam tersine her fırka Kur'an ve Sünnet'e asıl bağlı olanların kendileri olduğunu iddia etmiştir.
Bu türlü iddiaların gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiğini öğrenmenin tek yolu, Ehl-i Sünnet itikadına uygun olup olmadığına bakmaktır.
Bu bütün İslamî sahalar için böyledir. İster Fıkıhla iştigal edelim, ister Hadis veya Tefsirle, nirengi noktamız Ehl-i Sünnet imamların ortaya koyduğu hakikatler olacaktır.
Bu durum Tasavvuf için de aynıyla geçerlidir. Nasıl diğer alanlarda bize kadar intikal etmiş birikimi Ehl-i Sünnet'in kriterlerine vurarak alıyor veya reddediyoruz; aynı durum Tasavvuf alanındaki miras için de geçerlidir.
Tasavvuf adı altında ortaya konulan teori olsun, pratik olsun, mutlak surette Ehl-i Sünnet ilkelerinin süzgecinden geçirilerek alınmak ya da reddedilmek durumundadır.
Hakk'ı kişilere göre değil, kişileri Hakk'a göre değerlendirme ilkesi hiç kimse için esnetilmemeli, Hakk'ın hatırı her şeyden üstün tutulmalıdır.



EBUBEKİR SİFİL HOCA
(RIHLE'NİN 15.SAYISINDAKİ MAKALESİ)



DİPNOTLAR;



1-es-Serrâc'ın vefatı 378/988'dir.

2-Bu konuda geniş bilgi ve nakiller için bkz. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hüseynî, Mefâhîm Yecib en Tusahhah, 107 vd., H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes'eleleri, 53 vd.

3-Fahruddîn er-Râzî, İ'tikâdâtu Fıraki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn,115-7

4-Abdülaziz Bayındır'ın Kur'an ve Sünnet Işığında Tarikatçılığa Bakış'ı ile İbrahim Sarmış'ın Tasavvuf ve İslam' ı bu alandaki yaklaşımlara iki çarpıcı örnektir.

5-eS'Seyfu's-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)

6-Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve's-Sıfât, 297-9.

7-Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.

8-İbn Arabi'ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala'nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala'nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu'l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı", I, 130;"Şit Fassı", I,237...

9-Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı "hâdis"olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.

Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de "ezelî" olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından "havâdis lâ evvele lehâ" gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
"Nevin kıdemi": Allah Teala'nın irade ve meşietiyle meydana gelen "söz söyleme", "yaratma", "istiva"... gibi fiillerinin O'nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye'ye göre bu türlü fiiller "ayn/şahıs" olarak hâdis, nev'/tür/cins olaraksa kadimdir.

Yani Allah Teala ezelden beri Arş'a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla Arş da istiva da nev'olarak kadimdir. Bkz. Mecmû'u'l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd...; Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu'Hadîsi'n-Nüzûl,161...

10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu'l-Bârî'de (I, 166) şöyle der: "Bahru'l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)'e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî'nin, Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)'e nisbetine gelince (bkz. Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir."

İmamu'l-Asr, İbn Teymiyye'nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi'nana ulaşmış mıdır? Bu soruya "evet" diyebiliyoruz.
Zira Feydu'l-Bârî'den sonra kaleme aldığı Mirkâtu't-Târem'de (61) İbn Teymiyye'nîn "havadis lâ evvele lehâ"yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.

O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma'ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul'a seyahatini anlattığı Garâibu'I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî'den başka Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye'ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye'nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş'ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..

11-Bkz. Mektûbât, 1,84; 43. mektup.

12-el-Kevserî, Makâlât, 421.

13-Vehhabî çevre, onun Fâdıhatu'l-Mülhidîn isimli eserinde İbn Arabi'ye yönelttiği ağır tenkitleri alayı vala ile neşr ve tamim ederken İbn Teymiyye'ye reddi konusunda anlamlı bir suskunluk içindedir. Oysa İbn Teymiyye'ye "Şeyhülislam" diyenin küfre düşmüş olacağını söyleyen ondan başkası değildir. (Bkz. es-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâ- mi', I, 122 vd.) Onun el-Mülcime li'l-Mücessime (veya Mülcimetu'l- Mücessime) isimli eseri, yaşadığı dönemde İbn Teymiyye'nin başını çektiği tecsim inancına reddiyedir.

14-Zerrûk, Kavâ'idu't-Tasavuf, 40.

15-Mukaddimâtu'l-İmâm el-Kevserî, 554.

16-Mütevatir hadisler arasında ilk sıralarda zikredilen bu rivayeti, İbnu'l-Cevzî'ye göre Sahabe'den 98 zat nakletmiştir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 362. el-Kettânî'nin Nazmu'l-Mütenâsirinde (35-6) bu hadisin 72 sahabî ravisi zikredilmiştir.

17-Cübbeli Ahmet hocanın bir vaazında zikrettiği uydurma bir hadis için şu linke bkz.: http://www.youtube.com/watch?v=50S7c3aa91w

18-Bkz. Heyet, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, 6.

19-Abdülganî en-Nâblusî, el-Hadîkatu'n-Nediyye, 1,246.

20-Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu'l-Hasene, 331.
es-Sehâvî bir başka eserinde, hocası Medyen b. Ahmed el-Mağri- bî'nin biyografisini verirken şöyle der:"... Kendisiyle çok kere,bir araya geldim ve eskiden beri tarikatlerinde mevcut usul üzere kendisinden birkaç kere zikir (dersi) aldım. (...) Kendisi bana çok iltifatkâr davranır, "Şeyh Şemsuddîn" diye hitap ederdi. (...) Hatta bir keresinde, "Nafilelerinizi güzelce yerine getirin. Zira farzlarınız onlarla ikmal edilir" hadisini hocamıza (İbn Hacer) sordu.
Hocamız, "Bilmiyorum" diye cevap verince, "Bu rivayeti Tâcuddîn el-Fâkihânî, ibn Abdilberr'e atfen zikretmiştir" dedi. Hocamız, "Mümkündür" diye karşılık verdi." (Bkz. fes-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâmi', X, 151.)
Burada geçen hadis hakkında es-Sehâvî el-Makâsıdu'l-Hasene'de (188), el-Fâkihânî tarafından İbn Abdilberr'e atfen zikredildiği bilgisini tekrarladıktan sonra şöyle der: "Farzların nafilelerle tamamlanacağı hususu sabittir..."

Devamını Oku »

Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdarmıydı ?

Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdar mıydı ?
Bir kısım din cahilleri "İmam Azam zamanında teşekkül eden bir mezhep oluşumu yoktur , Hanefilik onun adına uydurulmuş ve ona isnat edilmiş bir mezheptir" diyerek hadis-i şeriflerin Efendimize (s.a.v.) olan nispetini inkar ettikleri gibi Hanefi mezhebi ile İmam-ı Azam Ebu Hanife arasındaki nispeti de bu ucuz yaklaşımla inkar ederler..Oysa İmam-ı Azam üzerine yazılan menkıbe kitapları , biyografiler , tabakat kitapları , Mezhepler tarihi kitapları ve Hanefi mezhebinin gelişimini anlatan tüm eserler bu ilimden en ufak bir koku bulaşmamış atmasyonun aksini söylemektedir..Aşağıdaki yazımızda M. Ebu Zehra'nın Ebu Hanife adlı biyografi çalışmasından faydalanılmıştır..Şimdi bu bilinçsizce ortaya atılan iddiayı ayrı ayrı delillerle çürütelim. Esasında böyle zayıf, saçma bir iddiayı temizlemeye bir kurşun yeter ; bizim bir şarjörü boşaltmamız iddianın sağlamlığına , kuvvetine değil böyle iddiaların bu kadar delillerin çapraz ateşi altında yaşamasının veya hayatiyetlerinin devamının muhalliğine yorulmalıdır..Onların yaşayabileceği tek mekan vardır : Cahillikte ihtisas yapmış ve uzmanlık derecesini kazanmış kişilerin hayal dünyası..

1.delil: 60 bin mesele ne için halledildi?

Öncelikle iki mesele üzerinde duralım:

Takdiri Fıkıh Ve Ebu Hanife : Takdiri fıkıh dediğimizden murat: Vuku bulmayan mes'eleler hakkında verilen fetvalardır. Bunların vuku bulduğu farz ederek hükmü beyan olunur. Re'y ve kıyas fukahâsı fıkhın bu nev'inde biraz çokça ileri gitmişlerdir. Bu ahkâma göre buldukları illetle­rin muttarit olduğunu göstermek için bir takım olayların vukuu­nu da farz edip öyle yürürler, bunları farz ettikleri olaylara tatbik ederek izaha çalışırlar. Ebu Hanife de böyle yapmıştır. Naslardan illetleri çıkarıp kıyas yaparken o da bu yolu tutmuştur.

60 bin mesele halletti denir. Hatta 300 bin mes'ele halletti diyenler var. Birinci rakam biraz fazlaca kabarıktır, mübalağadan hâli değildir. ikincisi ise kabul olunamaz. Tarihi Bağdat şunu naklediyor: Katâde Küfe'ye indiği zaman Ebu Hanife ona geldi ve :
— Ey Ebu Hattab, dedi, bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi yıllarca ondan haber almasa; karısı, kaybolan kocası ölmüştür zannıyla başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıka gelse bu mes'eleye ne dersin? Katâde;
— Bu mes'ele vuku buldu mu? dedi.
— Hayır.
— Öyleyse vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye sorarsın?
— Biz belâ gelmeden önce hazırlanırız, bela gelip çatınca ne­reden girip nereden çıkacağımızı bilelim diye..Ebu Hanîfe'nin vuku bulmamış mes'eleleri ele alıp cevabını hazırlama hakkındaki görüşü işte budur. Hakikaten Ebu Hanife sırf faraziye yapmak hevesiyle bu işe sarılmış değildir. Nasları anlatmakta derinleşmesi, fıkıh mes'elelerini inceleme merakı onu buna götürmüştür. O her nevi mes'eleyi ele alıp illetlerini bulu­yor, onları gruplara ayırıyor, "şu sebepleri, şu neticeler doğurur" der gibi hepsinin illetini tespit ediyor bir fıkıh sistemi kuruyor ve mes'eleleri muttarit [muntazam , sıralı] kaideler altına alıyordu. Onun için takdirî fıkıh kıyasın doğurduğu bir şeydir. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Bir ihtimal: Fıkhı Ekber'in 60 bin mesele ihtiva ettiği söylenir :...Fıkh-ı Ekber denen eserin akaide dair değil de, fıkha ait bir eser olduğu da söyleniyor. 60 bin veya daha fazla mes'ele ihtiva edermiş. Fakat böyle bir eser bugün elde bulunmuyor. Göz önün­de olmayan bir eser hakkında tetkikat yapıp bir şey söylemek ol­maz. Meşhur olan Fıkh-ı Ekber'in akaide dair olduğudur ve elde mevcut olup her tarafa yayılmıştır. Bunun nispetinde söz varsa da elde olan budur. Meydanda olmayan başka bir eserin varlığını farz etmeye hacet yoktur, eldeki Fıkh-ı Ekber akaide dairdir.

Her iki anlatımdan çıkan sonuç ve meselemiz açısından değeri:

İmam Azam ve çevresinde öyle büyük öyle mükemmel bir ilim halkası vardı ki bunların bitip tükenmek bilmeyen bu titiz çalışmaları , 60 bin mesele gibi sadece anın veya içinde bulunulan zamanın değil gelecek zamanın da tüm ihtiyaçlarına ve suallerine cevap aranması bu fıkhın en baştan beri ümmetin hizmetine sunulmak için var olduğunun en önemli delilidir..

Dolayısıyla baştaki din cahilinin böylesi iddiaları öne sürmeden evvel çözmesi gereken bir soru da bu 60 bin meselenin ne için halledildiğidir..
-Bir insana sırf karnını doyurmak için bir tabak yemek yeter , eğer koca bir stadyuma masalar atılıp 60 bin kişilik servis açılıyorsa o hazırlığın tek kişi için yapılmadığını beyin nimetinin tek bir nöronundan faydalanmış olanlar rahatlıkla anlayacaktır..

2. İmam Azam gibi 100 senede değil bin senede bir benzeri gelmeyen şahıslar , ilim sahasında belli bir özel mevkide geldiklerini , adeta ısmarlama olarak gönderildiklerini ; kendilerine verilen üstün yeteneklerin ve olağanüstü ilmin sırf nefislerini kurtarmak için değil ümmetin istifadesine sunulmak için verildiğini bilirler..Hakeza hiç bir alim sırf şurada 3-5 talebe okutayım da gerisi önemli değil diyerek hedefi küçük tutmaz..Hele bu İmam Azam gibi büyüklüğüne mealciler bile şapka çıkarmak zorunda kaldıkları abide şahsiyet ise..
Hadis-i şerif faydalanılan ilmi sadaka-i cariye saymışken böyle bir ihtimalin varlığını düşünmek güçtür:

Bir Müslim hadisinde şöyle denmektedir: Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden : sadaka-i cariyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden salih evlattan kesilmez.» buyurmuşlar. Ulemanın beyanına göre bu hadisin manası: Üç şeyden başka bü­tün ameller ölümle sona erer; yeni yeni sevap yazılmaz olur, demek­tir. Bu üç şeyden sevabın kesilmemesi bunlara meyyit sebep olduğun­dandır. Zira evlat doğrudan doğruya onun kesbidir. Talim veya tasnif suretiyle geriye bıraktığı ilimle sadaka-i cariye yani vakıf da öyledir. (Müslim , Vasiyet-14)
Geriye faydalı bir ilim bırakmaya teşvik eden böyle bir hadis varken hangi alim "benim bıraktığım bu faydalı ilimi sadece talebelerim okusun , benden sonrakiler istifade etmesin" diyebilir?

3. Geriye kendi eliyle yazılı kitap bırakmaması (risaleler bırakmış) devrinin özelliğine aittir , fıkhının yayılmasını isteyip istememe ile ilgisi yoktur:

"Ebu Hanife Fıkhının Naklî: O, Bablara Göre Fıkıh Kitabı Yazmıştır

Ebu Hanîfe'nin fıkıh bablarına göre tertiplenmiş fıkha dair bir eseri bilinmiyor. O asrın ruhuna ve zamanına akışına uygun düşen de budur. Zira kitap yazmak onun ömrünün son günlerine kadar şuyu bulmuş değildi. Bu iş onun vefatından sonra yayıldı. Müçtehitler sahabe devrinde bile fetvalarını ve içtihatlarını yazmaktan çekinirlerdi. Hatta Hz, Peygamberin Hadislerini bile yazmadılar Kur'ân-ı Kerîm'in bulunmasını arzu ediyorlardı. Çünkü Şeriatın direği Kur'ân'dır, O açık nurdur, kıyamete kadar kopmadan devam edecek bağlantı O'dur. Sonra ulema Hadisleri, fetvaları ve fık­hı yazmağa mecbur oldular. Medine fukahası Abdullah b. Ömer'in, Hz. Âişe'nin îbn-i Abbas'in fetvâlariyla onlardan sonra Medine'de gelen tabiinin fetvalarını toplamağa başladılar. Onlara bakıyorlar, onlara göre hüküm veriyorlardı. Iraklılar Abdullah b. Mes'ud'un fetvalarını, Hz. Ali'nin hükümlerini ve fetvalarını, Kadı Şureyh'in hükümlerini ve diğer Küfe kadılarının verdikleri hükümleri topla­dılar. İbrahim Nahaî fetvaları ve-esasları bir mecmua halinde top­lanmıştır. Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammâd'ın da bir mecmuası vardı. Fakat anlaşıldığına göre bu mecmualar bablara ayrılmış, umum arasında yayılmış kitaplar halinde değildi. Bunlar müçtehidin ken­disi müracaat etmek için hazırladığı hususi notlar, müzakereler hâ­linde idi. Kitap hâlinde halka çıkarılmıyordu. Unutmayayım diye kaydettiği notlar kabilindendi. Ashabdan bazısının dahi bazı nadir hallerde böyle yaptıkları olurdu, bazı şeyleri not ederlerdi. Hatta Hz. Ali'nin bazı fıkıh hükümleri yazılı bir defteri yanında taşıdığı rivayet olunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu nadir haller tabiin devrinde biraz artmağa başlamış, daha sonra te'lif ve tedvinin nü­vesini bunlar teşkil etmiştir. imam Malik Muvatta' kitabını yazdı, imam Ebu Yusuf Kitab'ül-Harac'ı ve Irak fıkhına dair diğer eserle­rini yazdı. Sonra imam Muhammed b. Hasan te'Iif işini esaslı bir şekilde ele aldı. Irak fıkhını tamimiyle bir bütün hâlinde yazdı."(Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

4. Fıkhını kendi yazmasa bile yazan talebelerine onay vermiştir:
Onun Akvâlînî Talebeleri Toplamıştır

Ebu Hanîfe'nin fıkha dair bablara göre yazılmış bir fıkıh ki­tabı yazdığını bilmiyoruz. Fakat talebelerinin onun re'ylerini topla­dıklarını onun sözlerini kaydettiklerini kat'î olarak biliyoruz. Hat­tâ bazen bunları bizzat Ebu Hanife talebesine dikte ettirirdi. Ebu Hanîfe'nin re'ylerini nakleden imam Muhammed'in kitaplarının hepsi üstadından işitir, fakat kaydetmediği şeyler olmasına im­kân yoktur. Onları üstadının vefatından sonra yazmış olamaz. Bel­ki de bunlar hususi notlarda kayıtlı olup aynı zamanda üstadı olan Ebu Yusuf'un ve başkalarından almış olmalıdır. Onların bir kısmı­nı ancak Ebu Hanîfe'den doğrudan almıştır, Çünkü o küçücüktü. Ebu Hanîfe'nin dersinde bulunduğu zamanlar kısadır, bunca mes'eleler o dar zamana sığmaz. ;Ebu Hanife öldüğü zaman onun yaşı bunca mes'eleleri ihata etmesine müsait değildi. Ebu Hanîfe'nin vefatında 18 yaşında bulunuyordu. Bu yaş onun kitaplarına doldurduğu o mes'elelerin hepsini Ebu Hanîfe'den duymasına imkân verecek yaş olamaz. Bunları İmam-i A'zam'ın talebelerine ma­ruf olan tedvin edilmiş mecmualardan almış olmalıdır. Başka tür­lüsüne ihtimal verilmez. Bunların hepsini Ebu Yusuf'tan dinleme suretiyle alıp yazmasına da imkân yoktur. Eğer böyle olmuş olsay­dı behemehal senedi zikreder, rivayet yolunu gösterirdi. ilmî ema­nete riayet ederdi.
Ebu Hanife kendi gözetiminde Reylerini tedvin ettiriyor:

Bazı rivayetler biliyoruz ki, onlar Ebu Hanîfe'nin talebeleri üstatlarının re'ylerini tedvin ettiklerini, yazıp kaydettiklerini göste­riyor. Ebu Hanife o yazılanları gözden geçiriyor, muvafık olanları bırakıyor, yanlış olanları düzeltiyordu. İbn-i Bezzazı Menakıbı'nda şunu kaydeder:

Ebu Abdullah diyor ki, Ebu Hanîfe'ye kendi kavillerini okur­dum. Ebu Yusuf da ona kendi kavillerini katmıştı. Onun sözünün yanı sıra Ebu Yusuf'un kavlini zikretmeğe çalışırdım. Birgün dilim kaydı, onun kavlini zikrettikten sonra burada başka bir kavil de var, dedim. O kavli söyleyen kim? diye sordu. Bundan sonra zikretmeyeyim diye Ebu Yusuf'un kavillerine işaret koyardım. [2]

Bu rivayet bizim yukarıda çıkardığımız makul manayı teyit et­mektedir. Ebu Hanîfe'ye kitap nispet edenlerin veya fıkıh kitabı yazdı diyenlerin sözleri bu esasa göredir. Yani talebeleri onun ne­zareti altında ve bazan onun gözden geçirmesi suretiyle onun akvâlini yazmışlardır.

Talebeleri Notlarını Ona Okurlardı

Bu yazılmış mecmuaların Ebu Hanîfe'ye nispeti derecesi ne olursa olsun, fıkıhta Ebu Hanîfe'nin kitabı addolunacak bir eser biz bilmiyoruz. Ortada böyle bir eser yoktur. Fakat Mekkî Menakı­bı'nda şöyle diyor:

«Ebu Hanife bu şeriat ilmini ilk tedvin edendir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ashab ve tabiin şeriat ilmini bablara ayırmadılar ve kitaplar tertip etmediler. Onlar anlayış kud­retlerine güvenirlerdi. Kalplerini ilim sandığı ittihaz etmişlerdi. Ha­fızalarına dolduruyorlardı. Onlardan sonra Ebu Hanife yetişti. İlmi yayılmış gördü. Sonra gelen kötü neslin onu zayi etmesinden kork­tu. Nasıl ki Hz. Peygamber buyurur: «Allahu Teâlâ insanların elin­den çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz; ilim, ulemanın ölümü sebebiyle ortadan kalkar. Cahil rüesa kalır. İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar, hem sapıtırlar.» Ebu Hanife işte bunun için fıkhı tedvin etti. Onu bablara ayırdı. Kitap hâlinde kısım kısım tertip etti. Kitab-ı Taharetle başladı. Sonra namaz, son-la diğer ibadetleri yazdı. Arkasından muamelat kısımları geldi, sonra mirasla bitirdi. Evvela taharetle başlayıp ve arkasından na­maz kısmına geçti, çünkü mükellef olan insan iman edip itikadım düzelttikten sonra ilk olarak namazla muhatap olur. Namaz iba­detlerin başıdır.»[3]

Bu sözden anladığımız tedvinden maksat onun talebelerinin hazırladığı şeylerdir. Racih olan onlar bunu üstatlarının irşadiyle yapıyorlardı. Onun içindir ki Mekki, kitabında Ebu Hanife'nin talebeleriyle birlikte mes'eleleri nasıl incelediklerini bize şöyle anla­tıyor:

«Ebu Hanife mezhebini talebeleriyle müşavere yoluyla vazet­miştir (ortaya koymuştur). [bu cümlenin baştaki iddiayı nasıl çürüttüğüne dikkat edelim] Onlarsız tek başına kurmuş değildir. Dindeki içtihadında Allah ve Resulu için mü'minlere nasihatte gayet samimi idi, Mes'eleleri birer birer ortaya atar, onları her cihetten inceler, talebele­rinin, düşüncelerini dinler, kendi görüşlerini söyler onlarla münaza­ra yapar nihayet bir kavil üzere karar kılarlar, sonra Ebu Yusuf onu usule göre tespit ederdi. Böylelikle usulün cümlesi tespit edil­miş oldu.»[4]

5. Talebeleri İmam Muhammed ve Ebu Yusuf Mezhebin yayılmasına çalıştıkları için hata ettiler denilebilir mi? Onlar üstatlarından aldıkları ders ile bunu yaptılar:

Ebu Hanîfe'nin talebelerinin, üstatlarının mezhebini be­yân ederek yazılı bir tarzda sonrakilere nakil suretiyle bu mezhebe yaptıkları hizmet, Ebu Hanîfe'nin mevkini çok yükseltmiştir. Çün­kü bu zatların her biri haddi zatında kendileri de birer imamdır. Ebu Yusuf şanı bü­yük bir imamdır. Uzun müddet devletin baş kadısı idi. imam Muhammed de, Ebu Yusuf gibi, re'y fıkhı ile Hadis fıkhını bir arada toplamış bir zattı. Irak fıkhının râvîsi olduğu gibi imam Mâlik'in Muvattânın da râvisidir. O bu iki meslek arasını gayet uygun bir surette birleştirmiştir. İlmî kudretleri meydanda olan bu imamla­rın üstatlarının fıkhını sonra gelenlere naklederek onun fıkhının râvisi olmağa razı olmaları, sonraki asırlarda Ebu Hanîfe'ye bir ilmî mevki kazandırmıştır. O fıkhını böyle imamların naklettiği büyük imam olarak tanınmış, imam-ı A'zam unvanına bihakkın liyakat kazanmıştır..

6.Ebu Hanife de kendi talebelerinin ve fıkhının tüm cihana yeteceğinin farkındaydı :

Ebu Hanîfe'nîn Talebelerini Takdîmî

Ebu Hanîfe'nin bir çok talebesi vardır. İçlerinden bazıları on­dan ders almak üzere başka yerlerden gelirler, bir müddet onun derslerine devamla onu dinleyerek onun usulünü ve yolunu öğren­dikten sonra memleketlerine dönerler, içlerinden bazıları ise daima onun dersine devam eder, ondan ayrılmazdı. Dersine devam edip ayrılmayan talebeler hakkında bir defa şöyle demişti: «İçlerinde 36 yetişmiş adam var, onlardan 28'i kadılığa yarar, altısı fetva maka­mına yarar, ikisi ise hem baş kadılığa ve hem de fetva makamına lâ­yıktırlar, bunlar da Ebu Yusuf'la Züfer'dir.[5] [Burada sormak lazım bir insan koca bir Abbasi devletinin baş kadılığına layık böylesi talebeleri neden yetiştirmiştir..Herhalde mahalledeki bir kaç tıfıla Kuran tilavetini öğretmekle sınırlı bir hayali olamaz bu kişinin..Büyük insanların gaye-i hayalleri de büyük olur..Cihana açılmak ve fıkhıyla cihanın ihtiyacını karşılamak gibi..]

Kadılık ve fetva makamlarına liyakat hususunda Ebu Hanîfe'­nin talebeleri hakkında bu hükmü, onun hayatta bulunduğu sıra­da idi. İlmî olgunlukları ve yaşları itibariyle bu mühim mevkiler işgale müsait olanlar o zaman bunlardı. Bu bakımdan İmam Muhammed b. Hasan'ı onların arasında saymaya imkan yok. Çünkü Ebu Hanife öldüğü zaman o henüz 18 yaşında bir gençti. Bu yaşta bir genç ise akıl ve fıkıh bakımından kadılığa ehil olacak derecede olgunlaşmış sayılmaz. Kadıları bu yaştaki gençler arasından seçmek âdet değildir. Yaşı küçük olan imam Muhammed, Ebu Hanîfe'nin vefatından sonra parlamıştır. Şunu da kaydedelim ki, hassaten Ebu Hanîfe'nin fıkhı ve umumi olarak da Irak fıkhı Muhammed b. Hasan'm kitaplarına borçludur. Onun hıfzedip gelecek nesillere ve­ren odur. Baş vurulacak mercii, kana kana içilen kaynağı o ha­zırlamıştır. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Sonuç: Ebu Hanife'nin talebeleri içinde en az 3 tane baş kadılığa liyakatlı kişi vardır..Ebu Hanife'nin takdiri fıkhı sadece zamanın değil daha sonrasının da ihtiyaçları gözetilerek oluşturulmuştur..Ebu Hanife Hakikat-ı Muhammediyye'yi ve Ehl-i sünnetin cadde-i kübrasını temsil etmeye aday bir fıkıh ortaya koyduğunu ve fıkhının cihanı ışıtacağını tahmin edebiliyordu ..Devrini , yaşadığı coğrafyayı aşan tüm gayretleri, çalışmaları ve hazırlıkları bu amaca hizmet eder mahiyettedir.

[1] İbn-i Nedim, Fihrist, s. 286.
[2] İbn-i Zezzâzî, Menâkıb-ı imam-ı A'zam, c. II, s. 109.
[3] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[4] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[5] Îbn-i Bezzâzî, Menâkıb-ı İmam-ı A'zam, c. n, s. 125.



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/11/mealci-sorar-imam-azam-kendi-adna.html
Devamını Oku »

Öteki”ne benzemeye çalışmak

Öteki”ne benzemeye çalışmak

İslam, hayatın her alanına ve varlığın görünür-görünmez her boyutuna “kendine mahsus” damgasını vuran bir dindir. Müslüman olmanın kendine has hüküm, tarz, sembol ve göstergelerinin muhafazası, bu sebeple Efendimiz (s.a.v) tarafından ümmetine titizlikle öğütlenmiştir. Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine mahsus” bir hayat yaşamış olması, eşya ve olayları bu “mahsus” telakki tarzıyla değerlendirmesi, kökü buraya dayanan “kimlik bilinci”nin tezahürleridir ve bu bilinç modern döneme kadar titizlikle muhafaza edilmiştir.
Efendimiz (s.a.v)’in müslüman kimliğinin muhafazası konusundaki hassasiyetinin, neredeyse ibadetlere teşvik derecesine vardığını görmek şaşırtıcı değildir. Zira vahyin hedefi, kendisini başkalarıyla eşitleyen, başkalarına benzemekte bir sakınca görmeyen, hatta bunu adeta “varlığının amacı” sayan birey ve toplum değil, hakkın ve hakikatin şahidi ve temsilcisi, inancından, kimliğinden ve aidiyetlerinden dolayı Yüce Yaratıcı (c.c) nezdinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bilen, tarihe maruz kalan değil, tarihi yapan ve yazan birey ve toplumdur.

Efendimiz (s.a.v)’in, Müslümanların gayrimüslimlere benzememesi konusundaki ısrarlı ikazları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Tarih içinde hep müslümanlar üstün durumda olduğu için “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır”[1] “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir”[2] gibi Nebevî uyarılar bağlamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem olmamıştır.

Evet, bu rivayetler ilk planda dış görünüşte, kılık-kıyafette kendimizi başkalarına benzetmemizi yasaklıyor. Bu doğru. Ama hepsi bu değil. Hadislerin mutlak ifadesi dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılık-kıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her alanın bu yasağın çerçevesine dâhil olduğu görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendisini gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın çok fazla fark edilmeyen boyutlarında son derece belirleyici durumdadır.

Ulemamız, mezkûr rivayetleri şerh ederken problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki “benzeme”nin, ahlakta, tavır ve davranışta, giyim-kuşamda… hasılı hangi konuda ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenmeyi, kendine ait olanı terk edip başkasının özelliklerini benimsemeyi ifade ettiğini söylemiştir.[3]

Hatta bir düğün yemeğinde –içki içmek gibi– münker fiiller işleniyorsa, orada işlenen münkerata razı olduğumuz anlamına gelebileceği düşüncesinden hareketle ulemamız, o merasime iştirak etmenin caiz olmadığını ve bunun, “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır” [4]hadisinin hükmü altına gireceğini belirtmiştir.



[1] Ebû Dâvud, “Libâs”, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 50, 92; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VIII, 179…  İbn Hacer (Fethu’l-Bârî, X, 271) bu rivayetin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisin sıhhat durumu ve aynı doğrultudaki başka rivayetler için bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 85 vd. Ayrıca bkz. el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl, V, 109 vd.

[2] et-Tirmizî, “İsti’zân”, 8; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VII, 238.

[3] İbn Abdilberr, et-Temhîd, VI, 80; el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI, 104.

[4] el-Aynî, Umdetu’l-Karî, 8/10.



Ebubekir Sifil-İhya ve İnşa
Devamını Oku »

Bu Nasıl Kur’an Anlayışı?

 



 Kur’an’ın, insanlığın dünya ve ahiret saadetini te­min ve Allah’ın rızasına uygun, “insanca” bir hayat için gönderildi­ğini hepimiz bilir ve söyleriz de, bundan sonrasının “nasıl”lığı konusunda son yıllarda kafaların iyice karıştığı bir gerçek.

Yaklaşık 23 yıllık bir zaman kesiti içinde nüzulü ta­mamlanan, kimi zaman özel olaylara özel çözümler ih­tiva eden, kimi zaman bütüne şamil hükümler getiren; bazan hu­susi bir ifade kullandığı halde umumu, bazan da umumî bir ifade kullandığı halde belli bir kesimi he­def alan; tarihi, koz­mik dünyayı, görünen alemi ve öte­sini, bu dünyayı ve öbür dünyayı, “iyi”yi ve “kötü”yü, “farz”ı ve “teşvik”i içeren, bütün kitaplardan farklı bir kitap ve bütün hitaplardan farklı bir hi­tap…

Böyle bir kitabı anlayabilmek, sadece onu herhangi bir dildeki tercümesinden ve “roman okur gibi” oku­makla müm­kün olabilir mi?

Şu bir gerçek ki o, bir taraftan insanı ve toplumu rıza-ı ilahî doğrultusunda inşa eden, ama diğer taraftan tarih içinde görmüş ve hal-i hazır itibariyle ve görmekte olduğumuz bin türlü dalalete de geçit veren bir yapıya sahip.

Nasıl tarihte ortaya çıkmış her bir bid’at ve dalalet fırkası kendi gö­rüşlerini Kur’an’a dayandırıyor, Kur’an ayetlerin­den cımbızladığı delillerden destek çıkartıyor idiyse, bu faali­yet günümüzde de devam etmektedir.

Yüce Allah Kur’an hakkında, “Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitab‘ın anasıdır. Diğer ayet­lerse müteşabihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulu­nanlar, fitne aramak, onun yorumuna önce­lik tanımak için Kitab’ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler…” buyurarak, müteşabih ayetlerin yorumuyla uğ­raşanların “fitne çıkarmak” amacındaki “bozuk kalpli” kimseler olduğunu ihtar ediyor.

Ayet böyle dediği halde, içlerinde bu meali kendi­sinden aktardığım kişinin de bulunduğu bir grup “eğri ve bozuk kalpli” zevat ne yapıyor? Tabii ki Kur’an’ın ha­ber verdiğini:

“Ne yazık ki, geleneksel baskı ve hurafe Âli İmran 7’deki bu apaçık ayeti saptırarak ufuk açıcı bir beyyine olmak­tan çıkarmış, Kur’an mü’minlerini prangalayan bir baskı ara­cına dönüştürmüştür. Bu sakat anlayış, Kur’an’ın en hayatî mesajlarından birini veren Âli İmran 7. ayet üzerinde uygula­nan bir operasyonla kurallaştı­rılmıştır. O ayet, içine sonradan konan ve cümlenin bit­miş olacağını kabulü gerektiren “mutlak durma işareti olan Mim” atılarak  değerlendirildiğinde şunu demekte­dir: “Müteşabihleri bir Allah bilir, bir de ilimde de­rinleş­miş olanlar…”

“Müdahale, ayetteki Allah kelimesi üzerine bir vakfe Mimi koyup cümleyi kendi anlayışına uygun ola­rak bölmekte ve anlamı şu şekle getirmektedir: “Müteşâbihlerin yorumunu Al­lah bilir. İlimde derinleşmiş olanlara gelince onlar şöyle demekle yetinirler…”Ayetlerin orasına-burasına harf ekleme hakkı Kur’an’ın tebliğcisi olan Peygamber’e bile verilmemişken, baş­kalarına nasıl verilebilir? Bu müdahale Kur’an bünyesinde ör­tülü bir müdahale olarak algılanırsa durum ne olacaktır?

“Bu yetkiyi bunlara kim vermiştir? Kur’an’da eksik­ler mi var da bunlar düzeltiyor? Eğer iş onların dediği gibi ise, Kur’an’ın yaklaşık yüzde doksan beşi bizim için anlam ifade etmez olacaktır. Çünkü ahkâm ayetleri de­nen 200-300 ayet dı­şındaki tüm beyyineler müteşabihtir. Biz altıbin küsur ayetin sadece 200-300 tanesini anlayabileceksek Kur’an’ın mufassal (ayrıntı ve­ren), mübîn (açık-seçik), anlaşılmak için kolaylaştı­rılmış olmasının anlamı nedir?

“Allah mı bizi aldatıyor, yoksa birileri bize oyun mu oynuyor?..”

Bu uzun alıntıyı, Kur’an’a ilişkin “temel” tesbitler ihtiva et­tiği için yaptım. Eğer bu “temel” tesbitler doğruysa söyle­nenlerde yerden göğe haklılık payı var. Peki ya doğru de­ğilse?!

Öyleyse olaya biraz yakından bakalım:

1-Her şeyden önce Kur’an’ın ne kadarının muh­kem ve ne kadarının müteşabih ayetlerden oluştuğu ko­nusundaki “yüzde”li rakamları ele alalım.

Yukarıda Kur’an’ın “yaklaşık yüzde doksan beşi”nin müteşabih ayetlerden oluştuğunun söylendiğini hep beraber gördük. Bu rakama inanabilir miyiz?

Bakmayın bu sözlerin sahibinin burada verdiği % 95 ra­kamına. Zira aslında kendisi bu konuda henüz ni­hai karar aşamasına gelebilmiş değil. Bu, onun kitapla­rından sadece bi­risinde verilen rakam. Diğer kitaplarına bakarsanız bu raka­mın, kimisinde % 5’lik bir tenzilatla “yüzde doksanına yakın” biçimine, kimisinde ise tam % 15’lik bir tenzilatla “yüzde sek­senine yakın” şekline gel­diğini görürsünüz.

Acaba bu “Kur’an uzmanı”nda müzmin bir unutkan­lık il­leti mi var, yoksa birileri birileriyle dalga mı geçiyor?! Bir nokta kesin: Allah bizimle dalga geçmiyor, ama bu muhterem, şecaat arz ederken sirkatin söylüyor.

Kur’an’daki muhkem ve müteşabih ayetlerin mik­tarı ko­nusunda yukarıda aktardığım çelişkili tesbitler, bu temel ko­nuda bile bir karar veremeyen “kalpleri eğri” kimselerin, muh­kem-müteşabih ayrımından da kalple­rindekine uygun bir “i’vicâc” çıkaracakları tabiidir.

Bir kere Kur’an’da mevcut bulunan müteşabih ayet­lerin tamamının aynı mahiyette olmadığını belirte­lim. Müteşabih kapsamına giren ayetlerin bir kısmı “hafî”, bir kısmı “müşkil”, bir kısmı “mücmel” ve bir kısmı da “halis müteşabih”tir.

Çağdaş “Kur’an uzmanı” mütemechid, bir taraftan “Kur’an’da mücmel ayet yoktur” derken, diğer taraftan Kur’an’ın yüzde 95’inin müteşabih olduğunu söylemekle Kur’an ilimleri konusundaki “derin” bilgisini konuştur­muş oluyor.

2-Öte yandan, 3/Âl-i İmrân, 7 ayetindeki vakfeye takı­larak her zamanki tavrıyla önüne gelene “veryansın” eden “Kur’anuzmanı”mız, bu ayetteki vakfe işaretinin “Ve’r-râsihûne fi’l-ilm”de olması gerektiğini söyleyen –başta İmam el-Eş’arîolmak üzere– alimlerin bulundu­ğunu ya bilmez, ya da bilmez­den gelir.

Kaldı ki tarih boyunca kaleme alınmış binlerce tef­sir ki­tabının hangisinde, “Kur’an’ın % 95’i müteşabihtir, öyleyse bun­ları tefsir etmeyelim” gibi bir ifade görül­müştür? Yine bu “Kur’an uzmanı”, ulemanın, yukarıda zikrettiğim müteşabih türlerinin tamamını –hatta “yed”, vech”, “istiva” gibi müteşabih-i mahz olanları bile– tef­sir/tevil etmekten geri durmadıklarını bilmez mi, bil­mezden mi gelir?

Ele aldığı her konuda eskilerin “recmen bi’l-gayb” dediği tarzda “birilerine saldırarak” mangalı da külleri ile birlikte sa­vuran bu zat, aslında ne yaptığının pekala far­kındadır. Ulema ile buluştuğu noktalarda bile –”hâlif tu’raf” fehvasınca– “mu­halefet eder” görünmenin “ge­tiri”sini hesaplama konusunda üstüne yoktur.

Müteşabih ayetlerin, muhkemler esas alınarak yo­rumla­nabileceğini söylerken doğru bir ilkeden hareket eden uzma­nımızın, işin bundan sonrasını karıştırdığını ve yaptığı yo­rumlarla ortada esas alınacak “muhkem” diye bir şey bırak­madığını bilenler biliyor.

Ahkâm ayetleri üzerinde “anlamın buharlaş­ması”na yol açan “oynamalar” yapmak suretiyle Kur’an’ın tümünü fiilen müteşabih hale getirmiş olan “İs­lam düşüncesi profesörü, ga­zeteci-yazar, avukat, tele­vizyon programcısı” –ünvanlar ken­dinden menkuldür–, hala ne diye sızlanıp durmaktadır bilmem ki!..

Ebubekir Sifil 

Devamını Oku »

Aydın İlahiyatçı’nın Kur’an Anlayışı



Aydın İlahiyatçı’nın Kur’an Anlayışı

Modern zamanlarda Batı’dan dünyaya yayılan ve “evrensel” olduğu söylenen hakim değer yargıları, İslâm dünyasında bir kısım ilahiyatçıları ve yarım aydınları ilgi çekici biçimde bir “din sorgulaması”na itti. Mevcut durumun mutlaklaştırılması sonucunda girilen bu yol, yolcularını, kaçınılmaz olarak “Din’e karşı din” noktasına getirdi.

İsrailoğulları’nın yaşadığı garip ve garip olduğu kadar da ibretamiz serüven, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna gireceksiniz” (Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisini doğrularcasına modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” tarafından tekrarlanıyor. Nasıl İsrailoğulları, kendilerine ait kıldıkları dinlerini, Hz. Musa a.s.’a dayandırdıkları Yahudiliği müdafaa adına nice peygambere karşı çıktılar; din adına nice peygamber katlettiler; modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” da benzer bir tavır içinde kendi din anlayışlarını Hz. Peygamber s.a.v.’e rağmen azm-u cezm-u kasd-u musammem ile müdafaa ediyorlar.

Bu “yeni din” tasavvurunda iki temel unsur tesbit ediyoruz:

1. Kur’an

2. Akıl


Modern Kur’an anlayışı





Bu unsurlardan ilki, yapılan işe “İslâmî” bir rengin verildiğini ifade etmesi bakımından önemli. Ama sadece bu kadar. Zira bulunduğumuz noktada Kur’an “belirleyen” değil, “belirlenen” konumundadır. Onun ne söylediği değil, “aydın ilahiyatçımız”ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan. Elbette o, söylediği şeyleri Kur’an’a dayandırıyor; görüşlerini desteklemek için ayetler zikrediyor. Ama aslında onun bütün yaptığı, önceden verilmiş kararları, tesbit edilmiş hükümleri Kur’an’a tasdik ettirme gayretinden ibarettir.

Tek başına bırakılmış, yalıtılmış, Sünnet’in “beyan ediciliği”nden soyutlanmış Kur’an, aslında “kuşatılmış” Kur’an’dır. Zira o artık Sünnet’in çizdiği çerçeveyi bir kenara bırakmak suretiyle “özgürleşmiş” aklın kabul ettiği “evrensel” değer yargıları ekseninde okunacak ve anlaşılacaktır! Dolayısıyla artık Sünnet tarafından beyan edilen Kur’an değil, “çağdaş değer yargıları”nı merkeze alan aklın kabul ve redleri tarafından kuşatılmış bir Kur’an söz konusudur.

Sünnet hakkında oryantalistler marifetiyle üretilen soru işaretleri, “aydın ilahiyatçımız”ın zihnini öyle kolay istila etti ve onlar tarafından öyle kolayca benimsendi ki, kapıldığı aşağılık kompleksi içinde onları şaşırtıcı biçimde benimsedi, özümsedi, kendisi üretiyormuş gibi düşündü, ifade etti ve yaydı.

Sünnet’ten soyutlanmış Kur’an’a istediğinizi söyletebilir, istediğiniz fikri ona tasdik ettirebilirsiniz. “Çağdaş yorum” dersiniz, “hermenötik” dersiniz, “tarihsellik” dersiniz… Böylece sadece onu istediğiniz zaman istediğiniz şekilde konuşturma imkânına değil, aynı zamanda istediğiniz zaman susturma imkânına da kavuşmuş olursunuz! Sonuçta Hz. Peygamber s.a.v.’in ve Sahabe’nin anladığı ve uyguladığı İslâm’dan farklı bir şey ortaya çıkmış olsa da, bu o kadar önemli değildir!

Nitekim 1985 yılında İzmir’de düzenlenen Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu’na konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Montgomery Watt, hıristiyan bilim adamlarının İncil hakkında yaptıklarını müslüman ilim adamlarının da Kur’an hakkında yapmasını telkin etmekte ve şöyle demektedir:

“Yeni ilim dallarının bazıları, ilk planda devrin Batı eğitiminin temelleri olan klasik Yunan ve Latin edebiyatına tatbik edildi. Ancak çok önceleri bu yeni disiplinler (tarihî ve edebî tenkit metotları, E.S.) İncil metnine ve İncil tarihine de tatbik edildi. Bu yeni ilimlerle uğraşanlar, çok kere dini tenkit eden; hatta bir bakıma ona düşman (kimseler) olduklarından, onlar, vardıkları neticelerin birçoğunu hıristiyanların birçoğuna imanlarının inkârı gibi anlaşılabilecek usullerle ifade etme temayülünde olmuşlardır.

Ne var ki, zamanla bazı inançlı ilim adamları kendilerini bu yeni disiplinlerde yetiştirdiler ve vardıkları neticeleri temel Hıristiyan inançlarına uygun olarak formüle ettiler. Onlar, görünürde dine karşı olan orijinal neticelerin birçoğunu kabul ettiler; fakat bunların hiçbir temel dinî doktrine aykırı olmadığını, sadece kutsal metinlerin mahiyetiyle bunların, inananların mevcut imanlarıyla olan münasebeti hakkında bazı basit fikirler ve faraziyelere aykırı olduğunu gösterdiler. Hıristiyan ilim adamlarının büyük çoğunluğu şimdi artık, tarihî ve edebî tenkidin imanı zayıflatmadığı; bilakis onun birçok yönlerinin daha derinliğine anlaşılmasına sevkettiği görüşünü kabul etmektedirler.” (Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu tebliğleri, s. 32.)

Bu telkin görünüşte Sünnet hakkında herhangi bir şey söylememekte ise de, aslında Sünnet’in “bir şekilde” yok sayıldığı bir zemin üzerinde yapıldığı için “tabiatı gereği” konumuzla yakından ilişkilidir. Bu noktayı biraz açalım:


Peygambersiz Kitap





Hıristiyanların dinî geleneği, kutsal saydıkları kitabın, bir “peygamber tebliği”ne dayanmıyor olmasıyla temayüz eder. İslâm’ın Kitabı’nı Hz. Peygamber s.a.v. tebliğ etmiştir; Kur’an, Efendimiz s.a.v.’in tebliğ ve beyanıyla Ümmet’in hayatına yansımış, fonksiyon ifa etmiştir.

Ancak mevcut İncil(ler), bizzat hıristiyanların da kabul ve ifade ettiği gibi Hz. İsa a.s. tarafından tebliğ edilmiş değildir. Aksine İncil yazarları, İncil metinlerini Hz. İsa a.s.’dan uzun yıllar sonra kaleme almışlardır. Üstelik bu İncil metinleri bugün elde mevcut değildir. Onlar Aramice kaleme alındığı halde, bugün mevcut İncil nüshaları Yunanca asıllardan çoğaltılmıştır.

Dolayısıyla Hıristiyanlığın gerek itikadî veçhesini, gerekse dinî geleneğini hemen tamamıyla Kilise, yani hıristiyan din adamları oluşturmuştur. Bu sebeple bir hıristiyanın, Peygamber tarafından tebliğ ve beyan edilmiş, pratikte yaşayarak da örnekliği ortaya konmuş bir Kutsal Kitap ve bağlayıcı Peygamber Sünneti anlayışına kesinlikle sahip olmadığına dikkat edilmelidir.

Onların bu farklı din anlayışı, büyük ölçüde oryantalistlerin çalışmaları ve telkinleri sonucunda zihni çağdaş Batılı değerler etrafında şekillenmiş “aydın ilahiyatçılarımız”a intikal ettiğinde, “müslümanların tartışması gereken” birtakım problemlerden söz edilmeye başlandı. İlahiyat fakültesi öğrencileri, İslâmî kitap ve dergi okuyucuları, bugüne kadar “geleneksel toplum yapısı”, “erkek-egemen kültür”, “Emevi/Arap merkezli din anlayışı” vb. unsurlar sebebiyle gündeme gelmemiş olan birtakım “problemler” bulunduğunu duymaya, okumaya ve giderek dillendirmeye başladı.


Modern akıl





Elbette yukarıda kısaca ifade edilen hususlar çalakalem, alelusul yapılıyor değil. Ehl-i Kitab’ın çağdaş versiyonunun yolunu izleyen “aydın ilahiyatçı”, onların kendi kitaplarına yaptığı muameleyi Kur’an’a reva görürken belli bir sistem içinde hareket ediyor.



Bu “ithal” modern akıl ona, içinde bulunduğumuz “bilgi çağı”nda 1400 yıl öncesinin dar kalıplarına sıkışıp kalmanın Müslümanlık olmadığını fısıldıyor. Ziraat toplumundan bilgi toplumuna geçmiş, her alanda baş döndürücü bir “gelişme” göstermiş bulunan insanlık, elbette yeni anlama ve yorumlama teknikleri ile hareket edecek ve “geleneksel” anlayışı bu çerçevede bir güzel sigaya çekecektir!


Yapılacak iş basittir: Kur’an’da açık-seçik yer almayan ve fakat Sünnet’le sabit olan hüküm ve uygulamalar baştan reddedilerek, Kur’an’da yer almış olanlar ise türlü şekillerde tevil edilerek hayatın dışına atılacaktır! Geriye kimsenin itiraz etmeyeceği akılcı, eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, hoşgörülü, demokrat bir Kur’an kalacaktır ve bütün bunları yapacak olan da “rasyonalite” ve “sekülerizm” merkezinde icra-i faaliyet eden modern akıldır.

İşte bu bağlamda yukarıda bir kısmı zikredilen “karşı konulmaz” kavramlara gönderme yapılarak kadının mirastaki payı, erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi, hadd cezaları gibi pek çok hüküm ve kavram tartışma gündemine sokuldu. Bunların bizzat Kur’an’da yer alıyor oluşu inkâr edilmelerini imkânsız kılıyordu. Bu durumda “aydın ilahiyatçı”nın imdadına “tarihsellik” tezi yetişti.Evet, bu ve benzeri hükümler Kur’an’da mevcuttu ve bir dönem uygulanmıştı. Ancak onların uygulandığı toplum ile bugünkü toplum arasında “gelişmişlik” bakımından kıyas kabul etmez bir farklılık, hatta uçurum vardı. Dolayısıyla o “ilkel” hükümler bugünün gelişmiş toplumuna değil, o günün “ilkel” insanına hitap etmektedir. Bugün onların herhangi bir geçerliliği yoktur!


Sosyal Darvinizm





Müslümanlar Darvin’in biyolojik zeminde ifade ettiği “doğal seleksiyon” tezini refleks bir tepkiyle reddetmiştir. Ancak her ne hikmetse biyolojik Darvinizm’in bir versiyonu olan “Sosyal Darvinizm”i büyük ölçüde ve sessiz sedasız kabul etmiş durumda olduğumuz kimsenin dikkatini çekmiyor.

Efendimiz s.a.v.,“Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir…”(Buharî, Müslim, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel…) buyurduğu ve Sahabe döneminden itibaren her kuşak, ilmin ve ilim adamlarının gittikçe azalmakta olduğunu, dolayısıyla insanî değerlerde bir düşüş olduğunu vurguladığı halde, birileri bize bunun tam aksini telkin edip duruyor: İnsanlık gittikçe gelişiyor diyorlar; bilgi çağında yaşadığımızı söylüyorlar.

Kur’an’ı “tarihsellik” tezleri doğrultusunda anlamaya çalışanların, Darvinizm’in sosyal versiyonunu temel bir gerçek olarak kabul ettikleri -kendileri tarafından söylenmese bile- açıkça görülüyor. Zira Kur’an’ın bazı hükümlerinin bugün için “miadını doldurmuş”, dolayısıyla “uygulanamaz” olduğu tezlerinin temelinde Sosyal Darvinizm olgusunun kabulü yatar. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermeleri mümkün değildir: Niçin Kur’an’ın bazı hükümleri geçmişte uygulanabilir olduğu halde bugün bu özellikte değildir?

Bu sorunun cevabı tekdir: Çünkü bugün hırsızlık yaptı diye kimsenin elini kesemezsiniz. Hırsıza daha “çağdaş” bir ceza vermelisiniz.

İşte her kim ki bu “çağdaşlık-çağdışılık” anlayışını kabul etmiştir, işte o, günümüzde insanlığın geçmişe oranla daha “gelişmiş” olduğunu kabul etmekle “Sosyal Darvinist” olduğunu ilan etmiş demektir!

“Bundan ne çıkar?” diye soran çıkabilir. Ama biraz düşününce bundan ne çıktığını anlamak zor değildir. İnsanın, benimsediği değerler ve ifade ettiği kıymet bakımından geçmişe oranla bugün daha ileri bir noktada olduğunu söyleyenler, aslında, nefsinin zebunu kılınmış modern insanının Sahabe’den daha üstün olduğunu söylemiş oluyor.

“Sahabe döneminde yaşayanlar Kur’an’ın hukukî emir ve yasaklarına uymak zorundadır; ama bugün için bu hükümler tarihseldir, bugünün insanını bağlamaz” demekle, bugünün insanının Sahabe’den üstün olduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur.

Ali el-Karî, kendi dönemi için (vefat tarihi 1605’tir) şöyle bir tesbitte bulunuyor: “(…) İlim her geçen zaman gittikçe azalmakta, cehalet ise artmaktadır. Zamanımız alimlerinin ilimde terakki etmesi, günümüzde ilmin seviyesinin düşmüş olmasındandır. Yoksa öncekiler ile sonrakiler arasında ne ilim bakımından, ne de amel, hilm, fazilet, tahkik ve tetkik bakımından bir benzerlik vardır. Zira Efendimiz s.a.v.’in zamanından gittikçe uzaklaşıyor olmak, ilmin azalmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Tıpkı ışık kaynağından uzaklaşmanın, karanlığı artırıp aydınlığı azaltması gibi…

Buna el-Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadis de delalet etmektedir: ‘Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın.’” (Mirkâtu’l-Mefâtîh, 1/507)

Ebubekir Sifil –  Ocak 2007 – Yazının özgün kaynağına buradan erişebilirsiniz.


kaynak:http://sahniseman.org/aydin-ilahiyatcinin-kuran-anlayisi/
Devamını Oku »