Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Üçüncü nokta, Ehl-i sünnetin sahâbe ve hulefâ-i râşidin hakkındaki inancını açıklama hususundadır. Bil ki; insanlar, sahâbe ve hulefâ-i râşidin konusunda bazı açılardan ileri gitmişlerdir. Bazıları onları aşırı överek imamların günahsızlığını (ismet) iddia etmiş, bazıları da sahabeyi kötüleme konusunda dilini serbest bırakıp eleştiriye kalkışmıştır. Sen asla bu iki gruptan olma ve itikadda orta yolu takip edenlerin yoluna gir!

Bil ki, Allah'ın kitabında muhacir ve ensâr hakkında övgüler almaktadır. Resûlullahın (s.a.s.) onları çeşitli ifadelerle övdüğüne (tezkiya) dair haberler tevatür derecesine ulaşmıştır. Onun (s.a.s.) "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz"(Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3) "İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır, sonra da onları takip edenlerdir"(Buhârî, “Fezâilu’l-Ashâb”, 1) sözleri bunlardandır. Sahâbenin her biri hakkında özel övgü ifadeleri vardır ki bunları burada nakletmek uzun sürer. Bu nedenle onlar hakkında bu inan­cı taşıman ve hüsn-i zanna aykırı olan olayların nakledilmesinden dolayı sû-i zan etmemen gerekir.

Bu rivayetlerin çoğu taassup nedeniyle uydurul­muştur ve aslı yoktur. Nakil ile gelenlerin te’vili ise mümkündür. Onların aklın almadığı bir konuda hata ettiklerini ve yanıldıklarını mümkün gör­mek ve fiillerini -her ne kadar isabetli olmasa da- hayra niyetlenmeleri dışında yorumlamak mümkün değildir. Bunlar içinde en meşhur olanı, Hz. Muaviye ile Hz. Ali (r.a.) arasındaki savaş ve Hz. Âişe’nin (r.ah.) Basra’ya gitmesidir. Bu olayda Hz. Âişe’nin fitneyi söndürmek istediğini ancak işin [sonuç itibarıyla] kontrol edilemez bir boyut aldığını düşünmek gerekir. Çünkü işlerin akıbetinin başlangıçta arzu edildiği gibi gerçekleşmemesi ve kontrol edilemez bir noktaya varması mümkündür. Hz. Muaviye hakkındaki zan ise yorumdan ve onun yürütmekte olduğu işlerden kaynaklanır. Bunun dışında anlatılanlar ise tek yolla gelen (âhâd) rivayetlerdir ve bun­ların doğrusu ile yanlışı karışmıştır. İhtilaflardan çoğu, bu işlerle uğraşan, Râfizîlerin,(*) Haricîlerin(**) ve gereksiz işlere girenlerin uydurmalarından kaynaklanır. O halde doğruluğu ispatlanmayan haberlerin tümünü inkâr etmek, sabit olanların ise te’vili yolunu aramak gerekir. Bunu yapamadı­ğında ise “Muhtemelen (bu rivayetin) benim bilmediğim bir te'vil ve açık­laması vardır ancak ben şu an bunu bilmiyorum” demelisin!

Bil ki; şu an sen, Müslüman biri hakkında su-i zan etmek, onu eleştirmek ve bundan dolayı yalancı durumuna düşmek ile bir Müslüman hakkında hüsn-i zan etmek ve dilini eleştiriden alıkoymak arasındasın. Mesela bundan dolayı hata ettiğini düşünsek de Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda hata yapmak, onları kötülemede isabet etmekten daha emniyetlidir. Mesela bir kimse ömrü boyunca îblis’e, Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e ya da kötü insanlardan birine lanet etmekten kaçınsa, bunun ona bir zararı olmaz. Ancak bu kimse, yüce Allah katında suçsuz olduğu bir konuda bir Müslümanı kötüleyerek hata etse helâka maruz kalır. Bilakis insanlar hakkında bilinen şeylerin çoğunu söylemek doğru değil­dir. Çünkü şeriat, gıybet edilen kimse hakkında doğru bile olsa, gıybeti yasaklamıştır ki buna riayet etmek gerekir. Her kim bu konuları anlarsa ve onun mizacında gereksiz işlere meyletme özelliği yoksa, susmayı, tüm Müslümanlar hakkında hüsn-i zan etmeyi ve selef-i sâlihînin tümü hak­kında övgü ile konuşmayı tercih etmesi gerekir. Sahâbenin tamamı hakkındaki hüküm budur.

Râşid halifelere gelince, onlar da diğer insanlardan faziletlidir. Ehl-i sünnete göre onların fazilet sıraları, imâmetteki sıraları gibidir. [Onların] bu yeri “Falanca falancadan daha faziletlidir” sözümüzdür ve mânâsı, âhirette Allah katındaki yerlerinin yüce olmasıdır. Bu ise sadece yüce Allah’ın bildiği ve Resûlü’nün de O’nun bildirmesiyle vâkıf olduğu gaybî bir husustur. Şeriatın sahibi olan peygamberden, [aralarındaki] faziletin bu sıraya göre olduğuna dair kesin bir nassın mütevâtir olarak geldiğini iddia edemeyiz.

Bilakis rivayetler, sahâbenin tamamı hakkında övgü ifade etmektedir. Peygamberin onları övmesinin inceliklerinden yola çıkarak fazilet hususunda bir tercih hükmü ortaya koymak ise câhilce bir işe kalkışmak ve Allah’ın istemediği bir şeyi yapmaktır. Ayrıca, zâhirî amellere bakarak bir kişinin Allah katındaki faziletini öğrenmek de aynı şekilde güçtür ve bunun amacı karanlığa taş atmaktır. Nice insanlar vardır ki, dış görünüşleri itibarıyla haram işlemektedirler, ancak Allah katında öyle bir yerdedirler ki, kalplerinde O’ndan başkası yer almaz. [Onların asıl] karakterleri içlerinde gizlidir. Bunun gibi zâhirî ibadetlerle bezenmiş nice insanlar da vardır ki, içlerinde gizlenen kötülükten dolayı, Allah'ın öfkesini kazanmışlardır, insanların içlerindeki sırları yüce Allah’tan başkası bilemez.

Faziletin vahiy, Peygamberden gelen haberle­rin ise işitilerek bilindiği kabul edildiğinde, sahâbenin fazilet konusunda­ki farklılığına işaret eden [haberleri] işitmesi en uygun olan insanların, sürekli onunla (s.a.s.) birlikte bulunan kişiler olduğu da [anlaşılır.] Ayrıca onlar Hz. Ebûbekir’in (r.a.) hilafette önde geldiği hususunda icma etmiş­lerdir. Sonra Hz. Ebûbekir (r.a.) Hz. Ömer'i (r.a.) tayin etmiş,ondan sonra gelen Hz. Osman (a.s.) ile ardından Hz. Ali (r.a.) üzerinde icma edilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Onlardan herhangi birinin herhangi bir maksatla, Allah’ın dinine ihanet etmesi düşünülemez. (Sahabenin) bu konudaki icmaları faziletteki derecelerini gösteren en güzel delildir. Bu nedenle, Ehl-i sünnet bu fazilet sıralamasına inanmış ve ardından bu husustaki rivayetleri araştırmış, sahâbenin ve icma sahiple­rinin bu sıralamaya dayanmasını bilmelerini sağlayan delilleri bulmuş­lardır. İşte imâmetin hükümleri konusunda kısaca anlatmak istediğimiz hususlar bunlardır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

(*)Râfizîlik, Şîa’yı nitelemek için kullanılan isimlerden biridir.

(**)Hâricilik, İslâm tarihinde özellikle iman-amel ilişkisi konusundaki aşırı fikir ve uygulamaları üe tanınan ilk siyasî ve itikadî mezheptir.

İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik yay.)
Devamını Oku »

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar
Tarihin silbaştan yeniden yapıldığı zorlu bir süreçten geçiyoruz.

Bütün büyük doğumlar büyük sancıların çocuğudur.

Tarihi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çekmeyi göze alan, bedel ödemekten kaçınmayan toplumlar yapar.

SELÇUKLU MAYASI VE OSMANLI RUHU, KÜRESEL BARIŞ YURDU KURDU

Anadolu, işte böylesi bir çileyle yoğruldu.

O yüzden Anadolu'ya ekilen Selçuklu mayası tuttu.

O yüzden Anadolu'da yeşertilen, hakikatten süt emen, Hakikat'in “çocukları” Mekke'den ve Medine'den beslenen, esinlenen, kendini her şeyden önce Devlet-i Âliyye-i Muhammediye olarak gören, hâdimü'l-harameyn olarak nefes alıp veren Osmanlı ruhu, Anadolu'da hayat buldu, Anadolu'da hayat oldu ve dünyaya Anadolu'dan hayat sundu.

Dünyada gerçek anlamda küresel adalet ve barış düzenini, küresel Dâru's-Selâm'ı (Barış Yurdu'nu) ve Dâru'l-İnsan'ı(İnsanlık Yurdu'nu) Osmanlı kurdu.

Özetle Selçuklu'nun ve Selahaddin'in çocuklarının ektiği tohumlar, Osmanlı'yla meyveye durdu: Üç kıta, işte ancak o zaman tam altı asır, küresel ölçekte huzura ve sükûna kavuştu. Bu, tarihte ilk ve son defa küresel ölçekte sözkonusu oldu.

Sadece bu gerçek bile, geleceği, geleceğin tarihini kimin, ne'yin, hangi ilkelerin ve ne tür bir medeniyet fikrinin belirleyebileceğini göstermeye çok iyi yetiyor olsa gerek.

ÂKÎDEYİ SARSACAK TEHLİKELİ İŞLER...
İşte tam da bu nedenle, dün Osmanlı'yı durduran ve dünyayı bir asırda -üstelik de özgürlükler, insan hakları ve demokrasi retoriğiyle- cehenneme çevirenler, aynı gerekçelerle çeyrek asırdır Türkiye'yi kuşatıyor, etrafını ateş çemberine çeviriyor, ülkede mezhepleri, hadisleri, Efendimiz'in (sav) konumunu tartışmaya açarak bu Müslüman Omurga'yı birbirine düşürmeye ve içerden çökertmeye çalışıyorlar.

Burada yalnızca Batılıların değil, içerideki Sünnet-i Seniyye ve mezhepleri tartışmaya açan, zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü göremeyecek kadar sığlaşan bazı çapsızların ve aymazların da aynı ölçüde sorumlu olduklarını hatırlatmama bile gerek yok.

Ama asıl kavranması gereken mesele şu: İslâm'a karşı İslâm savaşı stratejisini Batılılar geliştirdiler. İslâm'ın terörle özdeşleştirilmesi, “ılımlı İslâm”, “siyasal İslâm” gibi nitelemeleri ve projeleri yine bizzat Batılılar geliştirdiler.

Hadisleri tartışmaya açarak, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsma projesini önce iki asır evvelinden Batılı akademide, sonra da medya üzerinden bütün dünya ölçeğinde Batılılar bir proje olarak yine Batılılar geliştirdiler.

Mezheplerin tartışmaya açılması projesi de yine önce Batılı akademyanın, sonra da Batılı medyanın ve siyasanın geliştirdiği bir projedir.

Hedef: İslâm akîdesini sarsmak, önce Müslüman entelijansiyasının, sonra da Müslüman halkın zihnini çağdaş hurafelerle doldurmak ve yıkmak, böylelikle Müslüman kitlelerin İslâm inançlarını tarumâr etmek!

MEZHEP ÇATIŞMASI DEĞİL, İKTİDAR SAVAŞI
Tam bin yıl önce Selçuk çocukları Haçlılarla, Selahaddin çocukları da daha çok Mısır'dan Tunus'a kadar fitneci Şia'yla savaştı.

Burada Şia'yla savaşta, mesele, mezhep meselesi değil, iktidar meselesiydi. Üstelik de Moğol ve Haçlı saldırılarıyla boğuşulurken, Müslümanların birliğinin, dirliğinin önünde takoz gibi duran Şia / Fars tehdidiyle ve fitnesiyle savaşılmak zorunda kalınmıştı.

Ayrıca İslâm tarihinde mezhep savaşı gibi görünen çatışmalar, aslında, temelde, siyasiydi ve iktidar çatışmalarıydı.

İSLÂM'I, EHL-İ SÜNNET OMURGA AYAKTA TUTTU
Kritik soru şu: İslâm dünyası, Şia üzerinden birleştirilebilir miydi? En fazla % 10 oranında olan bir aktör, İslâm dünyasını elbette birleştiremezdi!

O yüzden ana Omurga'nın güçlendirilmesi gerekiyordu: İşte Ehl-i Sünnet Omurga, bu hem tarihî hem de akîdevî gerekçelerle tahkim edilmek zorundaydı.

Selçuk, Selahaddin ve Osman çocukları tam da bunu yaptılar: Bin yıl önce, İslâm dünyasını Ehl-i Sünnet Omurga üzerinden akîdevî, fikrî ve siyasî olarak birleştirecek üç sarsılmaz sütun diktiler. İşte bu üç ana sütun, bin yıl İslâm dünyasının iç ve dış saldırılardan korunmasının garantisi oldu.

Bugün de bin yıl sonra yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinde benzer sorunların yaşanıyor olması oldukça dikkat çekici.

Bin yıl önceki gibi 100 yıldır, Batılıların kuşatması altında İslâm dünyası.

Yine bin yıl önceki gibi, Müslümanların birlik, dirlik ve kardeşliklerinin teminatı akîdevî, fikrî ve siyasî üç ana sütun yıkılmaya çalışılıyor.

Hz. Peygamber'in konumunu sarsacak tartışmalar da, mezhepleri yoksayan tartışmalar da akîdeyi, fikrî temelleri ve siyasî bütünleşme zeminini yerle bir etmekle sonuçlanacak tehlikeli tartışmalar.

Hz. Peygamberi (sav) devre dışı bırakırsanız, din kısa devre yapar: Önüne gelen, dini kafasına göre yorumlar ve ortaya sahte bir din çıkar.

MEZHEPLER, DEĞİŞKENLERİN SÂBİTELERİ YUTMASINI ÖNLER
Mezhepleri kaldırıp atarsanız, mezhepsizlik tek din olur: Ortaya kelle sayısı kadar Kur'ân, kelle sayısı kadar İslâm çıkar! Herkes din'e uyacağına, kafasına göre din uydurur. Protestanlığın tarihine bakın göreceksiniz bu ürpertici gerçeği.

Şunu üç temel gerçeği iyi bileceksiniz:

1-Mezhepler, değişkenlerin, sâbiteleri yutmasını önler.
2-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite'ler tarafından yorumlanmasını mümkün kılar.
3-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker.

Özetle: Hadislerin, mezheplerin tartışılmaya açılması, Müslüman toplumlarda Müslüman Omurga'nın çökertilmesini hedefliyor. Müslüman Omurga'nın korunması, ancak akîde, fikir ve siyasî bütünlüğün teminatı Ehl-i Sünnet Omurga'nın korunmasıyla mümkün olabilir.

Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, Müslümanların birlik hayalleri de suya düşer. Dolayısıyla tarihin yeniden yapıldığı bir süreçte, Müslümanların tarihin yapılmasında kilit rol oynamaları aslâ mümkün olamaz.

Elbette ki, mezhepçilik yapmayalım. Ama mezhepsizliğin tek mezhep hatta kaçınılmaz olarak din katına yükseltilmesine de aslâ gözyummayalım. Yoksa önüne gelen dini kafasına göre yorumlarve ortada hiç bir muhkem ortak payda kalmaz. Benden uyarması...



Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Soru:

Elfaz-ı küfr bahsi ile ilgili olarak çeşitli kaynakları tetkik ettim. Bazı kitaplarda uzun listeler veriliyor. Verilen misaller arasında günümüzde halkın diline yerleşmiş ve hiç düşünmeden kullanılan bir takım cümleler de var. Hatta beş vakit namazlı, mütedeyyin insanlardan dahi bu tarz sözler sadır olabiliyor. (Meselâ; “yüzünü gören cennetlik” demek, “yürü Allah yürü, git Allah git” vs. demek “bu adam Allahlık” demek, “yukarıda Allah var” demek gibi.)

Gerçekten böylesine ciddi sonuçlar doğuran; insanı küfre düşüren, nikâhını bozan, amelini iptal eden bir fiil, düşünmeden söylenen bir kelime ya da cümleyle gerçekleşmiş olur mu?

“Bu tür sözleri bilmeden kullanmak da aynı sonucu doğurur, çünkü bilmemek mazeret değildir” deniyor. (Ehl-i Sünnet Akâidi, M.Zahid Kotku) Gerçekten öyle mi?

Ben şahsen belki bilmeden yanlış bir söz sarf etmiş olabilirim diye her gün tecdid-i iman dualarını (Allahümme inni üridü en üceddidel imane ven nikaha tecdiden bi kavli La ilahe illallah Muhammedurrasulullah) okuyorum. Ama nikâh için ne yapılabilir, bilmiyorum. Bu duayı okumakla nikâh da tazelenmiş olur mu?

Bu konuda Millî Gazete yazarı Mevlüt Özcan Hocanın dört ciltlik (beşinci cildi de çıkmış olabilir) “Sorumsuzca Söylenen Sözler” kitabı var. Mümkün olduğunca çok örnek görmek açısından bu tür kitapları okumak faydalı mıdır?

Cevap:

Önce “elfaz-ı küfür” meselesinin bu derece önemsenmesinin arka planıyla ilgili bazı temel tesbitler yapalım.

Sadece İslâm’la ilişkisi “inkâr” üzerinde şekillenmiş kimi çevrelerden değil, “Müslüman” olduğunu söyleyen bir kısım kimselerden de zaman zaman bu konuda istismara varan eleştiriler sadır olduğunu biliyoruz. Bu eleştirilerin gerekçesini şöyle özetleyebiliriz: İnsanların iç dünyasıyla ilgili olması gereken bir alanda “şu sözü söylersen kâfir olursun” tarzında sınırlamalar, ulema sınıfının insanların inançlarına ipotek koyma gayretlerinin sonucudur. Din’in bu türlü şeklî/biçimsel göstergelerden çok, vicdânî/kalbî bir bağlılık, samimi bir inanç olması gerekir…

Bu gerekçe bir bakış açısına göre ilk anda doğru görünebilir; insanı küfre götürücü sözlerin listesinin verilmesi, çetelesinin tutulması, Din’in şekle/biçime kurban edilmesi olarak algılanabilir. Ancak meseleye asıl bakılması gereken zaviyeden baktığımızda meselenin veçhesi değişmektedir. Şöyle ki;

“Mü’min olma hali”, salt “vicdânî bir kabulleniş”in ifadesi değildir. Onun, insanın kişiliğini inşa edici bir boyutu da olmalıdır ki, böylece bireyden başlayarak çevre ve toplum da mü’min olabilsin. Düşünme ve algılama biçiminden davranışlara, yani kalp ve beyinden, zahirî organlardan sadır olan fiillere kadar insanla ilgili ne varsa hepsinin mü’min olmasından bahsediyoruz.

Bunları “zahir-batın” şeklinde kategorize etmek doğruysa, batını yeterince mü’min olmamış bir kimseden sadır olan fiillerin de fillere aksetmemiş soyut kabul/redlerin de birer “arıza” durumunu işaret ettiğini söylemek durumundayız.

“Mü’min olma hali”nin kemal seviyesindeki tezahürü, “öz”le “söz”ün, imanla amelin, zahirle batının birbirini bütünlemesi, tasdik etmesi ve beslemesi ile mümkündür. “En büyük ve temel değer” iman olduğuna göre, onun muhafazası ve kemale doğru yükseltilmesi de en büyük ve temel hassasiyet olmalıdır.

Bir kimseden, bunun hilafına sadır olan herhangi bir söz veya eylem, sadece hassasiyet azlığını değil, imandaki önemli bir zaafı da işaret ettiği için ulema, bu noktaya önemle dikkat çekmiş, hatta bununla da yetinmeyerek halk arasında yaygın olarak kullandığı görülen bazı “kalıp ifadeler”i zikrederek “iman muhafazası” hassasiyetinin teminine çalışmıştır.

Avam farkında olmasa da, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan her bir sözün mefhum ve/veya mantukunda sahih iman için tehlike arz eden bir arka plan mevcuttur. Kelam kitaplarında “bid’at fırkalar”ın görüşleri tartışılırken söz konusu listede yer alan sözlerin birçoğunun ne türlü sakıncalara yol açtığını gösteren izahat bulunduğuna dikkat edilmelidir. Güncellenmiş bir İlm-i Kelâm’dan mahrum bulunmasaydık, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan maddelerin her biri tafsil edildiğinde ne türlü imanî tehlikelerin söz konusu olduğunu -en azından ulemanın zikrettiklerinin dışında kalan maddeler için- görebilirdik. Bu konudaki eksikliği kapatmak için soruda adı verilen türden kitaplardan incelenmesinde elbette fayda var.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: “Elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan hususlardan herhangi birini inkâr, tahfif (hafife alma) veya benzeri bir kasıt olmaksızın ve itikadî olarak neye müncer olacağını düşünmeksizin/bilmeksizin telaffuz eden bir kimseyi hemen tekfir edip bütün amellerini ve nikâhını boşa çıkarmak doğru değildir. “Tekfir”den önce, insanları bu konuda bilinçlendirmek ve meselenin hassasiyetini vurgulamak gerekir.

“Bilgiye ulaşma”nın değil, ama “doğru bilgiye ulaşma”nın hayli zor olduğu, hatta bizatihi doğruyu yanlıştan ayıracak kriterlerin tartışma konusu yapıldığı günümüzde, “tekfir”den önce “tebliğ” üzerinde durulmalıdır.

Ebubekir Sifil - OCAK 6, 2005

Devamını Oku »

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

İsrâil oğullarının başına zaman zaman gelen belalar ~iki ayak­kabının birbirine hizâdarlığı gibi- ümmetimin başına da gelecektir. Şayet onlardan biri alenen anasına gelmişse, ümmetim de o İşin aynısını İşleyecektir. Şübhesiz İsrail oğulları yetmiş iki millete ay­rıldı. Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır. Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.”

Ashab: "Bunlar kinlerdir ya Rasûlallah?" dediler.

“Beytim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey(itikad, amel ve ahlak)dır.” buyurdu.

İttiba' Ehli Sünnetedir' adlı eserde, bu hadîs-i şerifin üzerinde durulmuştur. Denilebilir ki bu eserimiz, sadece bu hadîs-i şerifin şerhidir "Ehli Sünnetin Nazarı" adlı eserimiz, sadece Ehli Sünnet vel-Cemaat- itikadının zabtedilmesi üzere yazıldığı için, bu meselede yine bu hadîs-i şerifin üzerinde duralım.

1-Zaman zaman riyâset, şöhret, servet, şehvet puttan insanların ruhlarına hükümran olmuştur.

Allah Teâîâ bu nimetleri bazı kullarına vermiştir. Kimisi, bunların emanet ve Allah Teâlâ'dan bir nimet olduğunu idrak etmiş, herhangi bir peygamberin davetine ulaştığı veyahud davetin ona ulaştığı zaman da, peygamberlerin davetine icabet etmiştir. Bu icabetle şereflenen insan­lara Ehli Tevhîd ve İslam milleti denilir. Din de budur. Mûsâ aleyhiselam'ın, İsâ aleyhisselâm'ın, Dâvûd aleyhisselâm'ın ve Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in daveti de bu dînedir.

“Gerçekte Allah nezdinde (Allah Teâlâ'nın hoşnut olup kabul edece­ği) din İslamdır..." [Âli imrân/19]

Dikkat edilirse, 'el islamu' kelimesi, ma'rifedir. Yani din = millet, Allah Teâlâ'nın peygamberlere bildirmiş olduğu ve yüz yirmi dört bin pey­gamberin ittifakla tebliğ ettikleri din, doğrusu onlarca tanınmış olan din, onların tarif ettiği İslamdır. Bunun dışında din diye bir şey yoktur. Bunun dışındaki inançlar, insanların hislerine kapılıp ihdas ettikleri ekollerdir.

İşte bu hisse kapılanlar, Allah Teâlâ'nın bildirmiş olduğu dîni terk ederek, Allah Teâlâ'nın kendilerine vermiş olduğu şöhret, servet riyâset şehvet nimetlerini kendilerinden bilerek put edindiler; ve ona taptılar. Peygamberlerin davetine mukabil isimler buldular; ve anlamsız yahud sahibsîz isimlere taptılar. Böyle olunca yahudi ve hristiyan bilginlerinden birçoğu, reislerinden yahud ellerindeki sen/etten yahud tasladıkları şöh­retten korktular, egoizme girdiler, dinlerini, korktuktan veya sevdikleri kimselerin istek ve arzularına uydurdular. Bu uydurmayla yetmiş iki fırkaya ayrıldılar, ki Allah'ın Rasûtü sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Şübhesiz İsrail oğulla­rı yetmiş iki millete ayrıldı.' cümlesiyle beyan buyurdu.

2 -Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in vefatından sonra, yine şeytan ve şeytan kalbli insanlar hemfikir olup, Tevhîd dînini yani İslâmî, hevâ ve heveslerine uydurmak istediler. Fakat gerek zalim reisler olsun ve gerek başkaları yani İslam dîninden hariç düşmanlar otsun, Hulefâi Râşıdîn'in hayatında muvaffak olamadılar. Ne kadar saldırdılarsa da ya­hud birtakım yaldızlı ılkaatlarıyla fitne ve fesadı çıkardılarsa da, Tevhîd dinini bozamadıkları gibi, Ehli Tevhidi de Tevhitden uzaklaştıramadılar. Çünkü ashab ve tâbiîn, tebe-i tâbiin; Hulefâi Râşidîn'in anlayışlarıyla ve ashabdan fakih olanların istınbaî ve ictihadlarıyla ‘ amel ettiler. Benliklerini, onların benliklerinde yok ettiler. Doğrusu, benliklerini ortadan kaldırıp halkı onlara davet ettiler.

Üçüncü asrın sonlarından itibaren bugüne kadar, Ehli Tevhidi, tevhidden ve İslamdan uzaklaştırmaya çalıştılar. Derken Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurduğu gibi, onun ümmeti de yetmiş üçten fazla fırkalara ayrıldılar. Onun buyurmuş olduğu gibi de oldu. Nitekim bunu da  “Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır." cümlesiyle beyan etti.

Görülmez mi, bugün müslümanlar, yahudi ve hristiyanların Örf ve âdetlerine uymaktadırlar. Onları örnek almaktadırlar, işte Örnek alanlar ve almayanlar arasında büyük bir mücadele meydana gelmiştir. Fakat işin kökü, yine de riyâset ve servete göz dikmekten başka değildir.

Tefrikaya düşenler, kök itibarıyla yetmiş üç, teferruatıyla üçyüz küsur fırkanın hepsi ateştedir, biri müstesna. O da Rasûlullah'ın tarif bu­yurduğu üzere, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînce ma'rûf olan Ehl-i sünnet Cemaattir. Yani, ashabın ve ashabın ardınca gidenlerin itikadında, ahlakında olup, onlar gibi ibadet edenler, yasaklardan sakınanlardır.

Bu cemaat müstesna olmak üzere, bunlardan başkası, hepsi ateştedir. Nitekim bu da “Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.” ifadesiyle buyrulmuştur. “Ateştedir" kelimesi, ebediyetle kaydedilmediği için, birçok ehli ilim dediler ki: Ateşe girenler de iki kısımdır:

Birincisi, Tevhid ve inancını bozmaksızın, iç ve dış düşmanların ilkaatına kulak verip, yahudi ve hristiyanlara örf ve âdette uyup günah işle­yenlerdir. Bunlar muvakkat olarak ateşe girecekler; ya şefaatle yahud mücerred afuv-u İlâhîye ile ateşten çıkacaklar veyahud cezalarını çek­tikten sonra çıkacaklar. Bunlar dahi Ehli Sünnetten sayılıp, islâmın sapık kolları yani kebâir işleyen; yahud bid'ate dalıp, bid'atiyle tekfir edilme­yen müslümanlardır.

İkincisi, Tevhidde bile gayrı müslimlerin telkin ve ilkaatlarına aldanıp imanını kaybedenlerdir. İşte bunlar ebediyen ateşte kalacaklardır. Hakîkî cehennemlikler de bunlardır. Bunlardan bir kısmı, İslam dînini reddet­mekle; bir kısmı, istihlâl-i ma'siyet yani Allah Teâlâ'nın yasaklarını helal saymakla; bir kısmı da istihfaf, yani şer'î hükümleri hafife almakla, iman­la şereflendikten sonra tekrar küfre dönenlerdir. Allah Teâlâ bütün müslümanları bundan korusun.

Demek, Ehli Sünnet velCemaate düşmanlığın iki sebebi vardır:

Birincisi, riyâset, servet ve şöhret gibi istek ve arzulara göz dikerek, Ehli Tevhidi kendilerine uydurmak arzusudur. İşte bu arzu kendilerinde hükümran olanlar, fitne fesadı çıkarırlar, müslümanları birbirine düşürür­ler, hak mezheblere saldırırlar, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînin ölçülerini ortadan kaldırıp benliklerini ve ölçülerini ortaya koyarlar. Ekseriyet bu fitneciler, İslam kisvesiyle müslümanlara saldırırlar. Nitekim Havâricîler bu kisveye bürünerek Şîr-i Hudâ Hazreti Ali kerremallahu vecheh ve anhu'nun karşısına geldiler. Kendilerini hak üzerine ve Pey­gamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in maiyetiyle üstün şerefi kazanan Hazreti Ali radıyallahu anhu'yu bâtıl üzerine gördüler. Şuursuz insanlar her zamanda böyle yaparlar.

İkinci sebebi, gayrı müslimin debdebelerine, hayat ve felsefelerine, fen ve sanatlarına, istidrac mesâbesinde olan terakkiyelerine göz dikip, kısmen veya büsbütün Allah Teâlâ'nın insanlara sevk etmiş olduğu dîni = kanun ve nizamlannı ortadan kaldırıp, beğendikleri nizam ve kanunları ortaya koyarlar. Bunlar da, müslüman görünen fâsıklardır veya kafirler­dir. Bunlar dahi İslam fikriyle yani "Müslümanım" demekle fitne ve fesadı çıkarırlar.

İşte bu iki sebebden dolayı Ehli Sünnet velCemaate saldırırlar. Bu saldırı, Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın zamanından başlayarak ve şimdiye kadar devam etmektedir. Demek Ehli Sünnet vel-Cemaatten olmayanlar veyahud Ehli Sünnet vel-Cemaatten olup cehalete sapla­nanlar, Selef-i Sâlihîne saldırırlar. Böyle saldırıcı kim olursa olsun, Ehli Sünnetten ayrılmıştır. (1)

Şu bir kaidedir: Bir fikri ortadan kaldırmak için, mutlaka başka bir fik­ri yerine getirmek gerekir. Elbette Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadını orta­dan kaldırmak için, müslümanlardan sapık kollar da, bazı düsturları, kai­de ve usulleri ihdas etmişlerdir. Müslüman her zaman uyanık olmalıdır.

Ehli Sünnet vel-Cemaat denildiği zaman, Eş’arîler ve Mâturîdîler kasdedilir. Nitekim Hayâlî, Şerh-ul-Akâid'in hâşiyesinde diyor ki: «Bizim diyarımızda, Horasan'da, Irak'ta, Şam'da Ehli Sünnet velCemaate Eş'arî denilir. Bunlar Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Maverâunnehir ve birçok ülke­lerde ise, Ehli Sünnet vel-Cemaate Mâturîdî denilir. Mâturîdîlerde, İmam Ebû Mansûr'un ashabıdır. Bu iki taife arasında, tekvin ve başkası gibi bazı meselelerde ihtilaf olunmuştur.» Kestelî de buna ilaveten şöyle der: «Horasan, Irak, Şam ve birçok ülkelerde, Ehli Sünnet vel-Cemaate Eş'arî derler. Eş'ariler de, Ebu-l-Hasen el-Eş'arî'nin ashabıdır. İlk kez muşârun ileyh, Ebû Ali el-Cebbâî'ye muhalefet ederek, mezhebinden Ehli Sünne­te, doğrusu Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in sünnetine dönmüştür. Bu takdirde Ehli Sünnet vel-Cemaat, ashâb-ı kiram radıyallâhu anhum'un yolu demektir. Ki Maverâunnehir'de bunlara Mâturîdî denilir.»

İmam ibnu Subkî, Şerh-u Akîdet-i ibn-il-Hâcib adlı eserinde diyor ki: «Ehli Sünnet vel-Cemaat, bir tek akîde üzerinde ittifak ettiler. Allah Teâlâ' nın hakkında vacib, caiz ve muhal olan sıfatlarda ihtilaf etmediler. Ancak bu itikada ulaşabilecek bazı meselelerde ihtilaf ettiler. Yani delillerde ihtilaf ettiler.

Uzun araştırmadan anlaşılıyor ki, Ehli Sünnet velCemaat üç taifedir:

Birincisi, ehli hadistir. Bunlar, sadece Kitab ve sünnete dayanırlar; bundan başkasına iltifat etmezler. Bunların delilleri, Kitab, sünnet ve içmâı ümmettir.

İkincisi, fikir, sanat ve aklî delillerle meseleleri muhkemleştiren taifedir. Bunlara Eş'arî ve Hanefî denilir. Eş'arîlerin imamı, Ebu-I-Hasen el-Eş'arî; Hanefîlerin imamı ise, Ebû Mansûr el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî delillerde ve maksadlarda müttefiktirler. Sem'î delillerden aklın mümkün gördüğü meselelerde de müttefiktirler. Ancak maksad olan bazı itikadî meselelerin delillerinde, mesela tekvin ve taklid meselelerinde ihtilaf ettiler.

Üçüncüsü, keşif ve ehli vicdan taifesidir. Bunlara söfiyye denilir. So­filer de bidayette, ehil nazar ve istidlal, yani Eş'arî ve Mâturîdîler gibi­dirler,. Nihayette ise, keşif ve ilhamla hükmederler.»

Hafız Zebîdî diyor ki: «Malum olsun ki, İmam Ebu-l-Hasen ve İmam Ebû Mansûr radıyallâhu anhumâ, İndî meselelerden son derece sakın­dılar. Bir bid'ati ihdas etmediler. Mezhebleri, ashab, tâbiîn ve tebel tâbiî- nin yolundan ayrılmamıştır. Bilakis Selefin itikadlarını, aklî ve naklî delil­lerle esaslaştırdılar. Mesela İmam Eş'arî, İmam Şâfiî'nin görüş ve ictihadlarını, açık nasslarla teyld ederek mezhebine yardım etmiştir. İmam Mâturîdî ise, aynı yolla İmam Ebû Hanîfe'nin mezhebini aklî ve naklî delillerle takviye etmiştir. Her ikisi de ehli bid'atle savaşmışlar; ve Allah Teâlâ onları muvaffak kılmıştır. Filhakîka cihadın aslı da, bunların yaptık­ları cihaddır. Bu takdirde bunlara intisab, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiîne intisabdır. Bunlara bağlanmak, onlara bağlanmaktır. Nitekim Izzeddin Abdisselam diyor ki: “Şâfiîler, Mâiikîler, Hanefîlerin kısm-i a'zamîsi ve Hanbelîlerden ehli fazîlet, İmam Eş'arî'nin itikadı üzere icmâ' ettiler. Ni­tekim imam Eş'arî'nin muasırlarından Ebû Amr-u ibn-ul-Hâcib, Mâlikî ol­duğu halde ve Hanefîlerin şeyhi olan Şeyh Cemâleddîn de Hanefî oldu­ğu halde, Eş'arî'nin itikadı gibi eser yazdılar.” İmam Takyeddîn İbnu Subkî, ibnu Abdisselâm'ın bu naklini tasvib etmiştir.»

Onların zamanından şu ana kadar, onlardan hiçbir âlim, hiçbir âlimi tekfîr, tebdî' ve tefsîk etmemiştir. Bu da onların hak yol üzerinde olma­sına delildir.

İmam Takyeddîn-is-Subkî, nazmen ve neşren yazmış olduğu "Ehli Sünnet Arasındaki İhtilâfî Meseleler" risâlesinde şöyle der: «En faydalı ilim, Kur'an, sünnet, fıkıh, usûl-u fıkıh ve nahuv ilimleridir. Bu iiimieri, akidesi sağlam, kelam ve Yunan felsefesinden ictinab eden zevattan öğrenmelidir. Aslında kelam ve Yunan felsefesi gibi zarar veren hiçbir ilim yoktur. Hakîkatte ikisi de birdir; İlâhî ilimlerdir. Ancak Yunanlılar, ilâhiyat ilimlerini mücerred akıllarından çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam ise, hem akıl ve hem nakil yoluyla çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam da, üç fırkaya ayrıldı. Birincisine, akıl ciheti galebe çaldı. Bunlara Mutezile de­nilir. İkincisine nakil tarafı galebe çaldı. Bunlara Haşeviyye denilir. Üçün­cüsü, aklı ve nakli bir arada tutarak, akıl yoluyla nakilden, yeril yerinde delilleri çıkarttılar, işte Ehli Sünnet velCemaat de bunlara denilir. Ashâb-ı Kiram, tâbiîn ve müslümanların kısm-i azamîsi bu itikaddadırlar. Mutezililer, üçüncü asrın başlarında devlet mekanizmasını ele geçirdi­ler. Halîfe ve padişahların gazabî kuvvetlerini tahrik ettiler. Onlarla Eş'a-rîler arasında birçok nizâlar meydana geldi. Onlar, Yunan felsefesine dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Eş'arîler ise Kitab ve sünnete dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Kitab ve sünnet üzere işi tesis ettiler. Adaletle hükmettiler. Mu'tezileler, Yunan felsefesine hayran kal­dıklarından dolayı, ümmet İçerisine birçok şerleri, fitne ve fesadı soktu­lar.Haşevîlere gelince, bunlar da rezil ve cahil bir taifedir.

İmam Ahmed'e nisbet edilirler, imam Ahmed bin Hanbel, onlardan beridir. Bunla­rın İmam Ahmed’e nisbet edilmesinin sebebi de, İmam Ahmedin, Mute­zilenin zulmüne karşı baş kaldırarak, işkencelerine tahammül gösterme­si ve delillerini reddetmesidir. Haşevîler, Imam'ın bazı sözlerini nakle­derler; cehaletlerine kapılıp kötü itikadları yayarlar. Her sonra gelen, Ön­cekisine uyup gidiyor. Şu ana kadar onlar içerisinde muayyen bir imam yoktur. Bunlar devlet reislerine tâbi' olurlar. Matteessüf bazı Şâfiîler, bazı ehli hadis, onların dalâletine girmektedir. Bunun için Ibnu Asâkir, böyleleri meclisine sokmaz; ve tâbi'lerini onlardan sakındırırdı.»

İmam Takyeddîn-i Subkî'nin naklinden anlaşıldığı üzere ve şu anda müşahade ettiğimiz gibi, tahrifçilerin kısm-i â'zamîsi, Avrupa ilimlerine hayran kalarak, felsefî, mücerred aklî görüşlerle yola çıkmaktadırlar. Neredeyse ayet ve hadisleri, zan ve tahminlerine uydurmaya çalışırlar. Diğer bir takım, bunlara karşı çıkarak, ayet ve hadis meallerini zâhirine hamledip müslümanların itikadını bozmaktadırlar. İşte Ehli Sünnet vel- Cemaatin bu iki yoldan da sakınmalarından dolayı, dâhilî olarak da bunlar düşmanlık yaparlar. Gavurların müslümanlara saldırmaları bir taraf, bunların saldırmaları bir taraf... Onun için bu eserde, Ehli Sünnet vel-Cemaatin haricinde yetmişten fazla sapık itikadları nazar-ı itibara alarak, Ehli Sünnet velCemaatin yolunu tesbit etmeye çalıştım.

Ebû Bekr-il-Varrâk, va’zederken bir adam soru sormuş; "Bunu bil­miyorum." deyince, soru sahibi: "Bilmiyor musun, minbere çıkmakla in­san yükselmez." demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekr-il-Varrâk kuddise sırruh da: "Bilgim nisbetinde şu minber kadar yükseldim. Eğer cehaletimin nisbetinde yükselseydim, göklere kadar çıkardım." Evet, fakir de, ilmi nisbetinde Ehil Sünnet velCemaatin görüşlerini ortaya koymuştur. Eğer cehlim nisbetinde ortaya çıksaydım...

Hâsılı, Ehli Sünnet velCemaate, sapıkların düşmanlığının yegâne sebebi, tatbîk-i islamdan aciz kalmalarıdır. Onların acizlikleri, onları sev­giden çevirip düşmanlığa saptırmıştır, önüne gelen kitab yazar; karalar, çizer. Kimisi "bilim adamı" der; kimisi "ayet, hadis" der. Buna çok dikkat çekmeliyiz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikâdî ve amelî ölçüleri, tevâtür senedlerle zamanımıza ulaşmıştır.

Fırka-i Nâciye de, Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Allah'ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem, bu fırkayı:

 “Benim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey (itikad, amel ve ahlak)dır.” cümlesiyle beyan etmiştir, Ashâb-ı kirâmın itikadı, ahlakı üzere olup, ma'rûfu emreden, münkerattan sakındıran ve kebâir-i terk eden, onlar gibi ibadet eden, Ehli Sünnet vel-Cemaattir.

Onların yolunda olmak farzdır, işte bu itibarla İbrahim Hakkı şöyle dedi;

Hep ashâb-ı güzîn u tâbiîn u müctehidînin
Ne ki var Ehli Sünnet vel-Cemâat cümle Ehlullah

Tüm ashâb-ı güzîn, tâbiîn, müctehidler, hepsi, Ehli Sünnet velCemaattir; Allah'ın dostlarıdırlar.

Kamûnun i'tikâdı bu yüzon beyt içre bil Hakkı!.

Budur hak mezheb ancak bunda sâbit eylesin Allah

Ey Hakkı!.. Artık onların itikada dair ölçülerini, yukardaki yüzon beyt içerisinde bil.Budur hak mezheb. Allah Teâlâ bizi bu itikad üzere sabit etsin.

İbnu Abdilberr'in Câmiu Beyân-il-İlmi adlı eserinde, İbnu Esîrin Câmiu-I-Usûl adlı eserinde tahric ettikleri bir hadîs-i şerifte İbnu Mes'ûd radıvallâhu anh şöyle buyurmuştur:

“Kim bir âdeti yol edinmek isterse, vefat edenin yolunu yol edinsin. Çünkü muhakkak diri üzerindeki fitneden emin olunmaz.Onlar (ölüler) Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashabıdırlar. Bu ümmetin en üstünleridirler. Kalb olarak en doğrudurlar. İlim olarak en derindirler. Zorluğa en az katlananlardır. (Yani, ibadetleri, yemek içmek gibi tabiî; ve başkalarının vebali altına çok az girenlerdir.) Allah Teâlâ onları Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem'in sohbetine ve dînini ayakta tutturmaya seçmiştir. Öyleyse onların şereflerini biliniz. İzlerine tâbii olunuz. Gücünüz yettiği kadar ahlak ve sîretlerine tutunun. Şübhesiz onlar dosdoğru hidayet üzerindedirler.”

İbnu Mes'ûd'un bu sözü, Rasûl-u Muhterem (a.s)'ın: "Ashabımın şerefini koruyun.” sözünün tefsiridir.

Veyahud “Benim ve ashabımın da üzerinde bulunmuş olduğu şey(itikad, amel ve ahlak)dir." cümlesinin tefsiridir.

Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce ve İmam Ahmedin tahric ettikleri bir hadiste İrbad bin Sariye radıyailâhu anh şöyle anlatır;

Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, birgün bize namaz kıldırdı. Sonra yüzüyle bize yöneldi. Bunun üzerine en açık bir sûrede öğüt verdi. Ondan benizler sarardı, gözler yaşardı, kaibler korktu. Bir adam: "Ey Allah' ın Rasûlü, sanırım ki şu öğüdünüz, vedalaşmanın öğüdüdür. Ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz bize?” dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Size Allah Teâlâ'dan korkmayı, habeşî bir köle olsa dahi (âmi­rinize) kulak vermeyi ve boyun eğmeyi tavsiye ederim. Gerçek şu ki, Benden sonra sizden yaşayan, elbette birçok ihtilafları görecektir. Bu takdirde size Benim sünnetim ve Benden sonra rüşd ve hidayet yolunu gösteren halîfelerimin sünneti gerek; ona tutunun, (aç kimse bütün dişleriyle ekmeğe sarıldığı gibi) sımsıkı sarılın.. Sizi yeni çıkan modalardan sakındırırım. Çünkü yeni çıkan her moda bid'attir. Ve her bid’at dalâlettir.”

“Bütün dişlerinizle ısırın.” cümlesi, istiare olarak beyan buyrulmuştur. Yani: “Aç bir kimse, elleriyle, dişleriyle, ruhen ve bedenen yiyeceğe yapıştığı gibi, ashabdan sonra gittikçe kıtlık başladı­ğında, sizler de sünnetime ve Huiefâi Râşidîn'in sünnetine yapışın, tutu­nun. Bunu “Külliyyetiniz ile ona tutunun.” diye tercüme ediyoruz. Demek, ashab, tâbiîn ve tebe-i tabiînden sonra, din kıtlığı gittikçe artar. Din kıtlığı arttıkça, emr-i Nebevî üzerine Hulefâi Râşidîn’in sözüne yapışmamız vacib olmaktadır. Evet, itikadlarını kendimize ölçü ederiz. Onlardan ayrıl­mayız. Şereflerini koruruz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin bâriz alâmeti bun­lardır.

Yukarda anlatılan esaslara uygun ve gerçek ittibâa başlayan kim­seye, dînin ikâmesi yoluna baş koyduğu için, dîni reddeden kafirler yahud dîni hafife alan müslümanlardan sapık kollara girenler veyahud âdetâ gayrı müslime dellailık yapan ve masiyeti helal sayan kimseler, düşmanlıklarını izhar ederler. Demek Ehli Sünnet vel Cemaate düşman­lığın altı sebebi vardır:

Birincisi, ashâb-ı kirâmı hayrla yad etmek ve hatalarından sükut et­mek; yahud da onların hiçbir hatasını görmemektir. Bu, kafirlerin ve zayıf imanlıların gözünü çıkarır.

İkincisi, gayrı müslimlerin örf ve âdetlerini terk etmektir. Haliyle onla­rın örf ve âdetlerini terk eden ve dünyevî debdebelerine göz dikmeyen, kafirlere hedef olmuş olur.

Üçüncüsü, mezheb İmamlarına saygı göstermek yolunda gitmektir. Kendilerinde benlikleri hükümran olanlar, nefslerini imamlarının yerine koyarak, indî ve felsefî ictihadlarına müslümanları davet ederler. Davala­rına icabet etmeyenlere kinlerini izhar ederler.

Dördüncüsü, emr-l ma'rûf ve nehy-i anil-münkeri tebliğ etmektir. Ehli Sünnet vel-Cemaat, takvâyı, doğru itikadı tebliğ ederlerken, her hususta menhiyata dalmış kimseler, onlardan hased ederek kinlerini izhar eder­ler.

Beşincisi, sadece dört mezhebe ittibâ1 etmektir; müslümanların vah- detini temin eden de, dört mezhebe ittibâ'dır. Müslümanların manevî olan İlâhî desteğinin, nusret ve yardımının, vahdetle meydana geldiğini kendileri de bilirler. Bunun için iki müslüman sevgi ve şefkatle biraraya geldi mi, gayrı müslim mutlaka saldırırlar. Onları razı etmek isteyen mü­tefekkirler, bilerek veya bilmeyerek onlardan aldıkları zehirli soruları, müslümanlar arasında yayarlar ve vahdeti bozarlar. Hâsılı müslümanla- rın biraraya gelmeleri, kafirlerin müslümanlara karşı cebhe almalarına sebebiyet verir.

Bu takdirde müslümanlara, İlmî ve aklî, felsefî sorular sorarlar. He­nüz nefsin ilkaatından kurtulmayan mütefekkirler, onlara cevab vermeye kalkışırken, bilmeyerek birçok hadisleri; veyahud bilerek birçok hüküm­leri inkar etmeye başlarlar. Onlara atacakları sapan taşları, haliyle müs­lüman kardeşlerine dönmüş olur. Bu da Allah Teâlâ'nın sevgisini, Rasûlullah'a ittibâı bozduğu gibi, mü'minler arasındaki eminlik ve sevgi bağlarını kırar, işte bu kırgınlıktan kafirler hoşlanır.

Akıllı müslüman, düşmanın rızasını hedef edinemez. Bu hususta en üstün düstur, Allah Teâlâ için sevgi ve Allah Teâlâ için buğzetmektir.

Nitekim Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Enes radıyallâhu Teâlâ anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Üç haslet kimde bulunursa, imanın tatlılığını bulur:

-Kendisine Allah ve O'nun Rasûlü, başkasından daha sevimli olan kimse;

-Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazanmak) tan başkası için sevmeyen kimse:

-Allah onu küfürden kurtardığı zamandan sonra, ateşe atıl-maktan tiksindiği gibi küfre dönmekten tiksinen kimsedir.”

Bir şeyi sevmek, diğer bir şeyi terk etmeyi gerektirir. Çünkü iki sevgi bir kalbde birleşmez; gece ve gündüz, küfür ve iman, ateş ve su bir yerde biıieşmediği gibi. Binaenaleyh ya Allah Teâlâ'yı sevmek veyahud gayrını... Ehli Sünnet vel-Cemaat, Allah Teâlâ'nın üstün sevgisini koru­mak istediklerinden; servet, riyâset debdebesinde olanlar, kendilerini sevdirmek ve beğendirmek için saldırırlar.İşte bu saldırıda saldırganlara teslim olmayanlara, küffar düşman olurlar. İmanın temeli, Allah Teâlâ ve O'nnun Rasûlü'nü sevmek ve sevgilerini izhar ederek, başka her şeyi sarfı nazar etmektir.

“İnsan iyiliğin kölesidir.” Gaflete düştüğü vakit,velinimet otan Allah-u Teâlâ'yı unutup, kendisinde nimet gördüğü kimseyi sever. Tıpkı, sahibi zil ile kendisine gıda veren köpeğin, zil sesini duy­makla iştiyak ve arzuları uyandığı gibi, gafil insanlar da, zil mesabesinde olan sebeblerin beraberliğinde görmüş oldukları nimetleri, sebebden zannederler; artık nerede zil varsa, orada yem vardır diye inanırlar. Ki­misi annesini babasını, kimisi soyunu sopunu, aşiretini, devletini, tarla­sını, mağazasını sever, hayatının bizatihi bunlardan olduğunu zanneder, inanır. Köpek zil sesini duyduğu zaman harekete geçtiği gibi, o da bu sebebleri gördüğü yerlerde oynar. İşte bu sevgiyi yıkıp, sebeblerin fâil olmadığına inanmak, imanın ikinci aslı sayılmıştır. Bunu en veciz, mu­kaddes ve geniş manayla “Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazan­maktan başkası için sevmeyen kimse.” cümlesi ifade etmiştir. Kul için de en zor, Allah Teâlâ için sevgiyi nefsine kabul ettirmesidir. Doğuşuyla birlikte sebebleri e arkadaşlık yaptığından, bu arkadaşlık alışkanlığından kabul ettiremiyor. İşte Ehli Sünnet vel -Cemaat, büyük müctehid, ulemâ ve diri rehberlerinden bu hakikati anlayıp, sebeblere önem vermedikleri için, sebeblere önem verenler, kendilerine düşman olurlar.

Artık Allah Teâlâ'yı sevmenin ve O'nun için mahlukunu sevmenin kaibde yerleşebilmesi için küfürden korkmak gerekir, dolayısıyla kafir­den kaçmak gerekir. Nitekim bu da, “Allah Teâlâ onu küfürden kurtar­dığı zamandan sonra, ateşe atılmasından tiksindiği gibi küfre dön­mekten tiksinen kimse.” cümlesiyle beyan edilmiştir.

Altıncısı, sosyalizm, kapitalizm, demokrasi... hâsılı Allah Teâlâ'nın izin ve düsturlarına dayalı olmayan her hükümden yüz çevirmektir.

Allah Teâlâ'nın şeriatinden, dîninden, doğrusu peygamberlerin bu­yurmuş oldukları şeriatten yüz çevirenler, Ehli Sünnet vel-Cemaatten bu­nu görünce, hevâ ve heveslerine onları döndürmek isterler. Kendilerine uyduramadıktan zaman saldırırlar. Müslümanların birliklerini dağıtmak isteyenler, en çok bu sebebden isterler. Çünkü bunlann kalbleri gafildir; yemlerini sebeblerden inanırlar. Alışmış oldukları hayatı terk etmek iste­mezler. En güzel ifadeyle:

“Rabb’lerini inkar edenlerin misali (şöyledir): ''Onların amelleri (fen,sanat ve felsefeleri) fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte bu sapıklığın ta kendisidir.'' [lbrahim/18]

Öyle ya, kalblerinde Tevhid İnancı olmadığı için, huzurdan; aralarında kardeşlik ve Allah Teâlâ için sevgi olmadığı İçin de, bereketten mahrumdurlar. Bu, dünyadaki cezalarıdır. Ahirette de şiddetli azaba duçar olmalarında şübhe yoktur. Müslümanlardan da bir takım, onların hastalıklarına yakalanıp, müslüman kardeş­lerine saldırırlar. Halihazırda müslümanların tefrikaya düşmelerinin sebeblerinden en büyüğü, Allah Teâlâ'nın şeriatinden yüz çevirmeleridir. Halbuki Amentü'de "Ve kütübihi" = Allah Teâlâ'nın kitablarına da inan­dım, deyişimiz: “Allah Teâlâ'nın Kur'an'da beyan buyurmuş olduğu hü­kümlerine, nizamına inandım." demektir.

İşte bu hükmü reddetmeye küfür; kabul edip hafife almaya yahud yasaklarını mübah saymaya yahud emrlerini yasak saymaya, yani istihlâl-i ma'siyete, mürtedlik denilir. Dinden çıkmak... En çok bundan tevbe etmek gerekir. En çok bunda uyanık olmak gerekir. Ateşten tiksindiğimiz gibi küfürden tiksin­memiz gerekir.

Bu itibarla İbrahim Hakkı Hazretlerinin ifadesiyle:

Eğer benden küfür emden hatâen sâdır olduysa

Ben ol küfrün cemîinden berî oldum Livechillah

Eğer benden, kasden veya hatâen küfür sâdır olmuşsa, hepsinden beri oldum; Allah Teâlâ'ya yöneldim.

Dinden çıkmaya sebeb olabilecek söz veya fiilin meydana gelişin­de, tevbe bu şekildedir. Eğer günah; fısk ve isyan ise, tevbesi şöyledir:

Dahi şer'a muhâiifse eğer akvâl u efâlim

Ben anlardan rücu* etdim ve tubtu kurbeten Liltah

Sözüm, fiilim, şeriate muhalifse, ondan pişmanım; döndüm. İbadet olarak Allah'a tevbe ederim. (Ve)

Ne ki kılmış Habîbullah bize tebllğ-i ahkâmı
Kabul etdim anı âmentu Billah ve Hukmillah.

Allah'ın sevgili kulu, Allah Teâlâ'nın ne gibi hükümlerini bizebildirdiyse,Kabul ettim; ona razı oldum. Allah Teâlâ'ya ve hükümlerine ve Peygamberin getirdiklerine inandım.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin de Tahric ettikleri Hazreti Abbas radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

'Muhammed sallallâhu    aleyhi ve sellem'i Allah'ın elçisi olarak,İslâmî din olarak  ve Allah'ı  Rabb olarak kabul  edip (hükümlerine) ra­zı olan kimse, imanın lezzetini tatmıştır.”

Allah’ım, bunların cümlesine gönül bağladım, razı oldum ve:

Dilim ikrârımı kalbimle tasdîk eyledim candan

Sen'in hıfzında îmânım emânet olsun ey Allah 

Kalbimle candan tasdik ederek, dilimle söylerim.

Allah'ım, bu gönül bağlılığım; tasdik ve itirafım, dönüş ve ibadetle­rim, hepsi, Sen'in hıfzında emanet olsun.

Buraya kadar, bilgim ve gücümün nisbetinde bu kadar yazabildim. Bütün kusur ve taksiratımdan Allah Teâlâ'ya sığınırım. Eğer cehaletim ve cesaretim nisbetinde yazmış olsaydım, bu kitab iki mislini bulurdu. Her hâlukârda hatalarımdan istiğfar ederim. Tâkatim nisbetinde gücümü harcayarak 19741te yazmış olduğum "Ehli Sünnetin Nazariyesi itikadın Ölçüsüdür” adlı eserimi tashih ettim. Tashihimin hitâmı 18.1.1992 ve hicrî 13 Receb 1412 tarihine tesadüf etmiştir. Bazı muasır munakkidlerimin ve Tevhid ilminde aşina olmayan hasedcilerin tenkidlerine mebnî "Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür” diye ismini değiştirdim.

Son söz olarak:

Allâhumme Ente Rabbî lâ ilâhe illâ Ente. Halaktenî; ve ene abduke. Ve ene ala ahdike ve va'dike mesteta'tu. Eûzu bike min şerri mâ sana'tu. Ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî. Fağfir lî; feinnehu lâyağfir-uz-zunûbe illâ Ente.

(1)Şeyh Zâhid Kevserî Min ibar-it-Târîh-i fi-l-Keydi Lil'İslam adlı risâlesinde, bu hususta birçok örnekler vermiştir. Özeti: “Riyâsete göz dikip, yaptıkları işleri İslâma malederek kusurlarını gizlemek için, İslam dînini değiştirdiler." Ihyâu-I-Ulûm'un şârihi Hafız Zebîdî, İthâf-us-Sâddet-il-Muttakîn adlı eserinin ikinci cildinin mukaddimesinde, bu hususta bir­çok nakiller yazmıştır. Arabî bilen kardeşler, Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadının tamamını orada bulabilirler. Tabiî ki, Şerh-ul-Makâsıd, Şerh-ul-Mevâkıf, Şerh-ul-Akâid ve bunların üzerine yazılan hâşjyeler, Ehli Sünnet velCemaatin teferruatıyla itikadını izah etmektedir.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »

Ümmetin En Büyüğü Dört Kiramdır

İnsanın Allah Teâlâ'nın nezdinde alacağı mertebeler dörttür

Şübhesiz ashab radıyallâhu anhum, ümmetin en büyükleridir. Onların da tertib üzere en büyüğü Hazreti Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anhudur. Sonra Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh; sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh; sonra Hazreti Ali radıyallâhu anh'tır.

Ve efdal evliyâ Sıddîk-ı Ekber ba'dehu Fâruk

Ve Zinnûreyn'den sonra Alî'dir ol Velîyullah

Ve evliyânın en üstünü, Sıddîk-i Ekber Hazreti Ebû Bekr'dir. Sonra

Hazreti Ömer-ul-Fâruk'tur.

Sonra iki nur sahibi Hazreti Osman'dır. Sonra Allah'ın dostu Hazret}

Ali'dir.

Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, ümmetin en büyüğü Sıddîk-ı Ekber; sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali radıyallâhu anhum'durlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den kalan hilâfet de bu tertib üzere devam etmiştir.

Müslim ve Buhârî'nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudrî ve Abdullah bin Mes'ûd'dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr'i kendime dost ederdim. Lâkin o hakîkaten kardeşim ve arkadaşımdır. Gerçekte Allah Teâlâ arkadaşınızı (kendisini kasdederek) gerçek dost olarak kabul etmiştir.”

Bu hadîs-i şerîf Hazreti Ebû Bekr Sıddîk'ın sadakatini, bağlılığını, yüce makamını ve hilâfetini beyan etmiştir. "Hullet"; bütün sevgileri ken­dine hududlandıran ve rızaya layık olan bir makamdır. Peygamber sal­lallâhu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'dan başkasını kendisine maksad ve vesile etmediği için," “Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr'i kendime dost ederdim.” buyurmuştur. Tabiî ki bu, bütün sevgileri Ebû Bekr Sıddîk'a yöneltmesi risâlet maka­mına uygun olmadığı içindir.

Fakat bundan aşağı olan sohbet ve kar­deşlik makamında, kemâl-i şefkatle en üstün derecede Ebû Bekr Sıddîk'ı kabul etmesi, Ebû Bekr Sıddîk'ın kendisine en yakın olduğunu gös­termiştir. Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'ın üstünlüğünü ve faziletini beyan eden birçok hadisler vardır. Ondan sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en üstün derecede Hazreti Ömer radıyailâhu anhu'yu kabul etmiştir. Hazreti Ömer radıyailâhu anh, Fâruk'tur, yani hak ile bâtıl arasına sed çekendir.

Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, İbnu Habbân, İbnu Adî'nin tahric ettikleri İbni Ömer radıyailâhu anh'tan gelen bir rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Gerçekte Allah Teâlâ, gerçek ve doğruyu Ömer'in dili ve kalbi(nin muvafakati) üzere tayin etmiştir.”

Sadakatin en üstünü, dil ve kalbin birleşmesidir. İşte bu hadîs-i şe­rifte Ömer radıyailâhu anh'ın dilinin ve kalbinin sıddîklık makamında; ve kalbine gelenin vahye mutabık ilham; dilinden çıkanın sünnete mutabık söz olduğu beyan edilmiştir. Artık bu iki büyük halîfenin sıddîklık maka­mına, bu hadisler şahid olarak kâfidir.

Yine Müslim ve Buhârî'nin de ittifakla tahric ettikleri bir hadiste Sa'd bin Ebî Vakkas'ın babası şöyle anlatmıştır:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in yanına girmek için Ömer izin istedi. Onun yanında Kureyş' ten birtakım kadınlar vardı. Kendisiyle yüksek sesle konuşuyor ve ondan çok şeyler istiyorlardı. Ömer izin isteyince kadınlar kalkarak perdeye koştular. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de ona izin verdi. Hazreti Omer radıyallâhu anh içeri girince Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in güldüğünü müşahade etti; şive âdeti üzere: “Allah ömrünü güldürsün ya Rasûlallah.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şu Benim yanımda olanlara şaştım. Senin sesini işitince perdeye koştular.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer radıyallâhu anh: “Ya Rasûlallah onların çekilmesine Sen daha layıksın.” dedikten sonra kadınlara dönerek: “Ey nefslerinin düşmanları, Rasûlullah sal­lallâhu aleyhi ve sellem'den çekinmiyorsunuz da, benden mi çekini­yorsunuz." dedi. Perde arkasında olan kadınlar: “Evet, sen Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den daha sertsin.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Nefsim kudretiyle yaşayan Allah'a andolsun, hiçbir zaman sü­lük edeceğin bir yolda şeytan sana rastlamaz ki, yol edinmiş oldu­ğun caddeden başkasını yol edinmemiş olsun.”

Bu hadîs-i şerîf, Hazreti Ömer'i mübalağa olarak övmüştür. Bir cad­dede dahi rastlarsa şeytanın mutlaka yolunu değiştireceğini ve ondan kaçacağını ifade etmiştir. Bu hadîsin delâletiyle rahatlıkla diyebiliriz ki, şeytan huylulardan başkası Hazreti Ömer'in hakkında şübhe etmez. Hazreti Ömer de, Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'ı daima takdim ederdi.

Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri bir hadîs-i şerîfte, Abdullah bin Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır:

Hazreti Ömer'i teneşir üzerine koyduklarında ashab ağlaşıp dua ediyorlardı. Arkamda birisinin iki elle­rini omzuma koyarak şöyle dediğini işittim: “Hakîkaten ben Allah Teâlâ' nın seni arkadaşlarınla beraber kılacağını umarım. Çünkü çoğu zaman Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in: “Ben idim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben işledim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben yürüdüm. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben girdim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben çıktım. Ebû Bekr ve Ömer...” diyerek her sözünde, Ebû Bekr'den sonra seni andığını işittim.” Arkama baktım, ne bakayım ki Ali bin Ebî Tâlib radıyallâhu Teâlâ anh'tır.

Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki Hazreti Ali radıyallâhu anh, bu iki bü­yük zevatı herkesten takdim etmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in sözlerindeki takdimini de delil göstermiştir ve onları takdir etmiştir.

Şübhesiz bu ikiden sonra en üstün sahabî ve halîfe, Hazreti Os­man radıyallâhu Teâlâ anh’tır.

Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettiği bir hadîs-i şerîfte Ebû Mûsâ el-Eş'arî radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır: 

''Ben Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'i evinde ziyaret etmek istedim, bulamadım.Bana şu tarafa doğru gitti dediler. Ben de Onu soruşturarak izinden yola çıktım.Nihayet Eriz kuyusuna girdi. Ben de kapıda oturdum. Onun kapısı hurma dalından idi. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem hacetini görüp abdesti alınca kalkarak yanına vardım. Bir de baktım, Eriz kuyusunun kenarına oturmuş, kuyunun kenarını, ortalamış, baldırlarını açmış ve onları kuyunun içine sarkıtmış. Ona selam verdim. Sonra giderek kapının yanına oturdum. (Kendi kendime) Bugün mutlaka Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in kapıcısı olacağım dedim. Az sonra Ebû Bekr geldi ve kapıyı çaldı.

-Kim O? dedim.

-Ebû Bekr.. dedi.

-Ağır ol., dedim. Sonra giderek:

-Yâ Rasûlallah, bu Ebû Bekr'dir; izin istiyor., dedim.

“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Ben dönüp geldim ve Ebû Bekr'e:

-Gir. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cennetle müj­deliyor.. dedim. Ebû Bekr girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sel­lem'in sağ tarafına onunla birlikte kuyunun kenarına oturdu. Ayaklarını da Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in yaptığı gibi kuyuya sarkıttı. Ve baldırlarını açtı. Sonra ben (kapı yanına) döndüm ve oturdum. Kar­deşimi abdest alırken bırakmıştım. Bana yetişecekti. (İçimden kardeşimi kasdederek) Eğer Allah filana hayr murad ettiyse, onu (buraya) getirir dedim. Bir de baktım; bir insan kapıyı kıpırdatıyor:

-Kim o? dedim.

-Ömer bin Hattâb'ım.. dedi.

-Ağır ol., dedim. Sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e ge­lerek selam verdim ve:

-Bu Ömer'dir; izin istiyor., dedim.

“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdular. He­men Ömer'e gelerek:

-İzin verdi. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cen­netle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'le birlikte onun sol tarafına kuyu kenarına oturdu. Ayaklarını da kuyuya sarkıttı. Sonra (ben kapı yanına) dönerek oturdum. Ve (karde­şimi kasdederek) Allah filana hayr murad ettiyse onu (buraya) getirir, dedim. Derken az sonra bir insan gelerek kapıyı salladı.

-Kim o? dedim.

-Osman bin Affan'ım.. dedi.

-Ağır ol;, dedim ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e gelerek kendisine haber verdim:

“Ona izin ver; ve başına gelecek bir bela ile birlikte kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Hemen geldim ve:

-Gir Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başına gelecek bir bela ile birlikte seni cennetle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Fakat kuyu kenarını dolmuş buldu. Ve öbür taraftan onların karşılarına oturdu.''

Bu hâdisede, üç halîfenin tertib üzere hilâfetlerine; ve vefatlarından sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'le Ebû Bekr ve Ömer radıyallâhu anhumâ'nın bir arada olmasına işaretler vardır. Olay da öyle vuku bulmuştur.. Ayrıca Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın fazileti hak­kında birçok hadisler vardır. Allâme Teftezânî diyor ki: «Hazreti Ali radı-yallâhu Teâlâ anh dahi, üçüne de bîat etmiştir. Eğer hilâfet bunlardan önce kendisinin hakkı olsaydı, hakkını taleb ederdi.

Nitekim Hazreti Muaviye'den hakkını taleb etmiştir Hazreti Ömer radıyallâhu Teâlâ anh, vefatında, hilâfeti şûrâya bıraktı. Ashâb-ı şûrâ, Osman, Ali, Abdur- rahman bin Avf, Talhâ, Zübeyr ve Sa'd bin Ebî Vakkas radıyallâhu an- hum idiler. Bunlardan beşi, halîfeyi tayin etmek işini Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh'a havale ettiler ve hükmüne razı oldular. Abdur­rahman bin Avf da Hazreti Osman'a bîat etti, seçti. Ashâb-ı kiram da ona ittifak ettiler, emr ve yasaklarına boyun eğdiler. Arkasında cum'â ve bay­ram namazını kıldılar. Hâsılı Hazreti Osman, ashâb-ı kirâmın icmâıyla halîfe olmuştur.

Sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh şehid olunca haliyle işi mühmel bıraktı, yani vakit bulamadı. Muhacir ve ensar Ali radıyallâhu anh'a bîat ederek, hilâfetin kabûlünü istirham ettiler. Çünkü bu üçten sonra hilâfete kendisinden daha layık ve daha üstün, daha müstehak yoktu. Hazreti Ali radıyallâhu Teâlâ anh, dördüncü halîfe ola­rak tayin edilmiştir. Ehli Sünnet velCemaat bunda ittifak ettiler. »

Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri bir hadiste, Amr bin As şöyle an­latıyor: 

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir müfreze başında beni Selâsil adlı yere göndermişti.. Ona döndüm:

-Ey Allah'ın Rasûlü, en çok kimi seversin?

-Ayşe.

-Erkeklerden?

-Babası.

-Sonra kimi seversin?

“Ömer.” buyurdu; ve akabinde birkaç adamın ismini saydı. Beni en sonraya bırakacağından korktum, sükut ettim.

Yine Buhârî'nin de tahric ettiği bir hadiste, Hazreti Ali'nin oğlu Mu- hammed bin Halîfe şöyle anlatmıştır: Babamdan sordum:

-Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den sonra hangi insan da­ha hayrlıdır?

-Ebûbekr.

-Sonra kim?

-Ömer., dedi. Sonra Osman diyeceğinden endişe ettim: “Sonra babam.” dedim.

“Hayır hayır, ben müslümanlardan bir adamım.” dedi.

Yine Buhârî'nin tahric ettiği bir hadiste, Enes radıyallâhu anh şöyle demiştir: 

Peygamber sallallâhu aleyhi ve   seliem, Ebû Bekr,  Ömer ve Osman'la birlikte Uhud dağının tepesinde  oturmuşlardı. Dağ  sallandı.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ayağını yere vurarak:

“Sebat et (ey) Uhud! Ancak senin üzerinde bir Nebî, bir sıddîk ve iki şehid vardır.” buyurdu.

Hazreti Ali radıyallâhu anh'ın, fazileti ve üstünlüğü yücedir. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Sa'd bin Ebî Vakkas'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye hitâben:

“Sen Bana yakınlıkta Musa'ya nazaran Hârûn'un yerindesin. Şu kadar ki, Benden sonra nebî yoktur.”

Kâdı Îyaz diyor ki: «Râfızîler, Şia'nın şâir fırkaları, bu hadîs-i şerîfi delil göstererek, Peygamber'den sonra hilâfetin Hazreti Ali'nin hakkı ol­duğunu; sahabenin, onu takdim etmedikleri için -summe kellâ ve hâşâ- kafir olduklarını iddia ettiler. Bunların küfründe şübhe yoktur. Birtakımları da: “Hazreti Ali de ashabdan hakkını taleb etmediği için kafir oldu.” dedi­ler. Bunların delillerini zikretmek, fitne ve fesaddan başkası değildir. Bu iki taife de saadette yaşayan sahabeyi tekfir ettikleri için, küfürlerinde şübhe yoktur. İslam şeriati bunların aleyhindedir. Bu hadîs-i şerîfte onla­ra hiçbir delil yoktur.

Bilakis bu hadîs-i şerîfte Hazreti Ali'nin fazileti hu­susunda beyan vardır. Hazreti Ali'nin önceki üç halîfeden daha faziletli olmasına da delâlet etmez. Hazreti Ali'nin Peygamber'den sonra halîfe olacağına dair de bu hadisle istidlal edilemez. Ancak Peygamber sal­lallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali'yi Tebük gazvesinde Medine'ye yeri­ne bırakmıştı. Kaldı ki, Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam'dan son­ra halîfe olmamıştır. Çünkü Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam'dan takriben kırk sene evvel vefat etmiştir. Mûsâ aleyhisselam münâcâta gittiği zaman, onu İsrail oğullarına yerine bırakmıştı.»

Tîbî de aynı manayı ifade ederek ilmi bir sûrette aynısını söylemiştir.

Her nasıl olursa olsun bu hadîs-i şerif, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den sonra Hazreti Ali'nin halîfe olacağına delil değildir. Şübhesiz Hazreti Ali radıyallâhu anh, Hazreti Osman'dan sonra şâir ashab­dan üstündür. Hazreti Ali'den buğzeden yahud da Hazreti Ali için diğer sahabeden buğzeden, dalâlettedir. Binaenaleyh Şia ve Hâricîlerin söz­lerine asla itibar ve itimad yoktur. Medâr-ı teessüf şudur ki, bir kısım ba­sireti kör insanlar, Hazreti Osman'a, kimisi Hazreti Ali'ye dil uzatmakta cür'et ederler. Bunu küstahlıktan başka hiçbir şeyle ifade edemem. Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, hilâfet dördünün tertibi üzere tesbit edil­miştir. Ve Hazreti Osman hâdisesinde Hazreti Ali hakkından vazgeçmiş değil; bilakis Hazreti Osman'a biat ederek hakkını vermiştir.

Ebû Bekr Sıddîk ve Hazreti Ömer, Rasûlullâh'ın kayınpederleridirler. Hazreti Osman ve Hazreti Ali ise, damatlarıdırlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefatına kadar bunlardan razıdır. Bunların hepsini se­veriz. Nitekim İmam Ahmed ve Beğavî'nin tahric ettikleri, Abdurrahman bin Avf'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ebû Bekr cennettedir; Ömer cennettedir; Osman cennettedir; Ali cennettedir; Talha cennettedir; Zübeyr cennettedir; Abdurrahman bin Avf cennettedir; Sa'd bin Ebî Vakkas cennettedir;Sad bin Zeyd cennettedir; Ebû Ubeydete-bn-il-Cerrah cennettedir.”

İşte İbrahim Hakkı Hazretler! bunu dile getirerek şöyle dedi:

(81)

Bu dördü hem hilâfetde bu tertib üzre kâimdir

Bu çâr-ı yârdan sonra hem efdal Evliyâullah

(82)

Kalan ashabdır ki cümlesinin zikri hayrolsun

Cemîî âl u ashâb-ı kirâmı sevmişem Billah

Dördünün hilâfeti de bu tertib üzeredir. Bu çâr yâr-ı güzin'den sonra, evliyaullah'ın üstünleri, kalan ashâb-ı kiramdır. Hepsinin zikri hayr olsun. Hâsılı, bütün ashâb-ı kirâmı Allah için severim.

Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasen Hüseyn

Bu ümmetden bulara cennetile neşhedu Billah

Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma, Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.


Ashab ve Ehli Beyti Sevmek İmanın Alâmetidir

Buhârî’nin tahric ettiği bir hadiste, Ömer radıyallâhu anh şöyle bu­yurmuştur: 

“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onlardan razı olduğu halde şu işe şu neferlerden başkası layık değildir: Ali, Os­man, Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf.”

Bu hadîs-i şerifte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in vefatına kadar kendilerinden razı olduğu aşere-i mübeşşereden beş zevatın ismi verilmiştir; Hazreti Osman ve Hazreti Ali de bunlardandır.

Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudriden gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ashabıma sövmeyin. Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ulaşamaz.”

“Ashabıma sövmeyin.” cümlesinden hiçbir ferdi müs­tesna değildir. Onların ihlas ve niyetleri, dîne hizmetleri çok üstün oldu­ğundan şahsiyetlerine layık olmayan herhangi bir söz söylemek, söv­mek sayılır.

'Hatta imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anhu'ya bir adam gelerek sormuş:

-Hazreti Muaviye mi haklı, Hazreti Ali mi haklı? (imam:)

-Sen ensar mısın?

-Hayır.

-Muhacir misin?

-Hayır. (Bunun üzerine İmam buyurmuştur ki:)

-Meclisimden kalk defol. Demek sende hayr da yoktur.'

Müslim'in de tahric ettiği, Ebî Hureyre ve Ebî Mûsa-el-Eş'arî'den ge­len bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

“Yıldızlar semânın güvenidir. Yıldızlar gittiği zaman semâya va'dolunan şey (dağılmak, pamuk haline gelmek ve kıyamet) gelir. Ben de ashabımın güveniyim. Ben de gittiğim zaman ashabıma va'dolunan (ihtilaf gibi mukadder olan) şeyler gelecektir. Ashabım da ümmetim için güvendir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va'dolunan şeyler (bid'atler, haddi aşmak, hıyanet gibi) gelecektir.”

'amenetun' kelimesi, güven vermek yani mal, can ve şerefin korunmasına sebeb manasındadır. Şübhesiz ashâb-ı kiramda bu hususların hepsi toplanmıştır. Bu en güzel ifadeyle “Ashabım da ümmetim için güven­dir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va'dolunan şeyler gelecektir.” cümlesiyle beyan olunmuştur. Ashabın gitmesinden sonra bid'atler zahir olmuştur; hevâ ve hevesler hâkim olmuştur; haramlar ve şerler zahir olmuştur; kalblerde nurlar azalmıştır; zulüm ve zulmetler ço­ğalmıştır. Tâbiîn, tebei tâbiîn devresinde yığmak fitneler, hayatlarından sonra zaman geçtikçe yayılmıştır. Bunun için tebei tâbiîn devresinden sonra gelen müslümanlardan biri, Uhud kadar Allah yolunda malını in- fak etse dahi, onların Allah yolunda dağıtmış oldukları yarım avuçlarına ulaşamaz.

Âmirî diyor ki: «Bu hadîs-i şerifteki ashab kelimesinden murad, Pey­gamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in sohbetinden ayrılmayan, hazar ve seferde helal ve haram ilmini öğrenen, dinde fakih olan, Kur'an ilimlerini zabteden, açıkta ve gizlide Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e ittibâ' eden zevattır. Ashab toplumuna nazaran bunlar azdır.Cehalet,zulmet ve fitnelere giren kimseler, ancak bunlara tâbi olmakla kurtulur.'

Hakîm-i Tirmizî buna ilaveten: «iman ve eminlik, onlara ittiba etmekte hududlandırılmıştır.» demiştir.

Bu eminlik, ashabın büyüklerinden, tâbiînîn büyüklerine geçmiştir Her bir insan, iman ve ihlası nisbetinde onlardan faydalanmıştır Aklını onların görüşlerine uyduran, dîninde güven altına girmiştir. Onların sözlerini, ictihad ve görüşlerini, kendi fikir ve görüşlerine uyduranlar da, doğruluktan sapmışlardır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başka bir hadiste bu hayr-ı kemâlâtı beyan etmiştir.

Nitekim Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Ebî Hureyre ve imran bin Husayrıdan gelen riva­yette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin en hayırlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra pe­şinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir. Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar; hıyanet ederler; eminlikte sebat etmezler; adak yaparlar, yerine getirmezler; onlar da şişmanlık zuhur eder."

Tabârânî'nin tahric ettiği Ca'de bin Hubeyre’den gelen rivayetle  “sonra peşinde gelenler" kelimeleri üç kere tekrarlanmıştır.

Bu hadis-i şerîfte de anlaşıldığı üzere, ashaba, tâbiîne ve tebe-i tabiine uyanlardan başkası, bid'at ve dalâletten kendini kurtaramaz.

“Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar;" cümlesine, sadece davalardaki şahidlik de­ğil, bilgisiz fetva vermek, zan ve tahmine mebnî yorum yapmak, ayet ve hadisleri örf ve âdetlere uydurmak, bâtılın propagandasını yapmak, fâsıkları övmek, takvâ sahihlerinin haklarına riayet etmemek gibi hususlar da dahildir. Gerek bunlar itikadi olsun ve gerek fiilî ve ahlâkî olsun; ashab, tâblîn ve tebei tâblînîn ardınca gitmeyenler, zemmedilmiştir; gi­denler de övülmüştür.

Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, Neseî ve Hâkimin de tahric ettikleri, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ashabıma (hayatlarında ve vefatlarından sonra dahi) ikram edin, çünkü muhakkak onlar sizin en hayrlılarınızdır. Sonra onların peşinde gelenlere; sonra onların peşinde gelenlere de (ikram edin,sevin). Sonra yalanlar belirir. Hatta şübhesiz kendisinden yemin istenilmediği halde bir adam yemin eder; şahidlik ondan istenilmediği halde şahadet eder. Dikkat!.. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılmasın, Çünkü muhakkak şeytan; tek kalanla beraberdir. O iki kişiden daha uzaktır. Asla bir adam,bir ka­dınla tenhalaşmasın. Çünkü muhakkak şeytan, üçüncüleridir.Kimin iyilikleri ona sevdirilmiş ise, kötülükleri kendisine üzüntü verirse, işte o hakîkî mü’mindir.”

Hâkim bu hadîsin sahih olduğunu söylerken Hafız Zehebi de takrir etmiştir.

Ashaba ikram; onları hayrla yadetmek, hatalarından göz kaybetmek sözleriyle amel etmek, isimleri söylendiğinde radıyallahu anh demek ayıb ve kusurları araştırmamak, onları başkalarıyla mukayese etmemek olmak üzere altı haslettir. “Çünkü muhakkak onlar sizin en hayırlılarınızdır.” buyrulmuştur. Kendilerinden sonra, en hayırlı değildir; nasil olurda mukayese olunabilir?.. Tabiî ki onların ardınca giden tabiin,tebe-i tâbiînden daha hayrlıdır. Artık üçüncü asırdan itibaren kıyamete kadar hayırlı olabilirler amma en hayrlı olamazlar. Ashaba gerekli olan hürmet ve ikram, tâbiîn ve tebei tâbiîne de gerekir.Bu nafileye 'cemaat' denilir. Hadîs-i şerîfte, bu cemaati sevmek ve ona ikram etmenin gerekli olduğu: “Dikkat!. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılma­sın.” cümlesiyle emredilmiştir.

Binaenaleyh imkan olduğu müddetçe itikad, amel ve ahlakta cumhurun, yani bu cemaati teşkil eden imamların, buna imkan olmadıysa bu cemaate dahil olanlardan birinin ardınca gitmek vacib olmuştur. İşte bu itikaddan ayrılan kimse mezhebsizdir.

Ehli Beyt bu cemaate dahil oldukları müddetçe, onlara ikram da farz olur. Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyn Ehli Beyttir. Aşere-i mübeşşereye cennet müjdesi verildiği gibi, bunlara da cennet müjdesi verilmiştir. Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri bunlara sevgi beslemeyi, ikramı emretmiştir. Ve onları temiz olarak yaratmış olduğunu beyan etmiştir. Bu hem ayetle, hem de hadisle sabittir

Nitekim Müslimin de tahric etmiş olduğu bir hadiste, Ayşe radıyallâhu anhâ şöyle demiştir:

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, üzerinde siyah yönden mamul, nakışlı bir örtü olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı, Derken Hasan bin Ali geldi. Onu örtünün içine aldı. Sonra Hüseyn geldi, o da beraberinde girdi. Sonra Fâtıma geldi, onu da içeri aldı. Sonra Ali geldi, onu da içeri aldı. Sonra: 

“...Ey Ehli Beyt, Allah ancak ve ancak sîzden ricsi (azaba vesile olabilcek her şeyi) gidermek ve tizi tertemiz paklamak İstiyor.’* (melinde ki -Ahzab 33’üncü ayeti) okudu.

İşte ayet-i kerîme, Ehli Beyti bu sürette beyan etmiştir Bundan dola­yı ulemâi Ehli Sünnet, Ehli Beyte İkramın ümmet üzerine bir gerek: vecibe olduğunda İttifak ettiler. Ehli Beyt hususunda iki taife, ifrat ve tefrîte saparak yanlış itikada girmişlerdir: Râfizi ve Havârici...

a]Râfizîler, Ehli Beytin sevgisini izhar ederek, onları en büyük tehli­kelere sokmuşlar; ve onlara karşı gelenleri de tekfir etmişlerdir.

b]Havâricîler ise, bunlara karşı çıkarak bu sefer Ehli Beyte noksan­lığı isnad etmişler; ve hatta bir kısmını tekfir etmişlerdir.

Ehli Sünnet vel Cemaat ise, ifrat ve tefritten sakınmışlar.. Demişlerdir ki: Ehli Beyti candan severiz, onlara ikram ederiz. Şübhesiz Ehli Beyt masum değildir. Günah işledikleri takdirde Allah Teâlâ'nın kitabında be­yan etmiş olduğu yahud O'nun Rasûlü'nün sünnetinde beyan etmiş ol­duğu cezayı haklarında icra ederiz.

Ashâb-ı kirâmın şerefimle oynayan, ya Havâricîdir ya Râfizîdir.. Hele hele Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'a, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’a, Hazreti Osman radıyallâhu anh'a ve Hazreti Ayşe radıyallâhu anhâ'ya dil uzatanın yeri yoktur. Böylece Ehli Beytin hürmetinde kusur edende de hayr yoktur.

Ehli Beytin içinde en büyükleri, Âl-i Aba'dır. Yani Fâtıma, Hazreti Haşan, Hazreti Hüseyn ve Hazreti Ali'dir. Ehli Beyt içerisinde, fâsık ve âsi olabilir. Olduğu takdirde, şeriatin onlara verdiği ceza tatbik edilir. Amma şereflerine asla tecavüz edilmez. Son zamanda, yine Kur'an ve Ehli Beyte sarılan kurtulur.

Nitekim bu da Müslim ve daha başkalarının da tahric ettikleri Zeyd bin Erkam'ın hadîsinde beyan edilmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bundan sonra; dikkat edin, ey, insanlar! Ben ancak bir beşe­rim. Rabb'imin elçisi gelip de, ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağır yük (emanet) bırakıyorum: Bunların birisi, içinde doğru yol, nur bulunan Allah'ın kitabıdır. Binaenaleyh Kitâbullâh'ı alın ve ona sarılın'. Bir de ehli beytimi (size emanet ediyorum). Ehli beytim hak­kında size Allah'ı hatırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah'ı ha­tırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım.”

Ehli Beyt; Ali oğulları, Akil oğulları, Ca'fer oğulları ve Abbas radıyallâhu anhum’un oğullarıdır. Bunlar Kitâbullâh'a sarıldıkları vakitte, üm­met üzerinde iki hakları olur: Birincisi ilim ve takvâları; İkincisi Ehli Beyt olmaları.. Yollarını şaşırdıkları takdirde dahi, bir hakları var; o da Ehli Beyt olmalarıdır. Hadîs-i şerifte bu gayet açıktır, izaha lüzum yoktur. Ma­demki Allah Teâlâ Ehli Beyti sevmeyi bize teklif etmiş, Rasûlullah da tavsiye etmiş; ifrat ve tefritten azade olmak şartıyla, ashab gibi Ehli Beyti sevmek, itikadında bulunmak gerekir.

Ashab veya Ehli Beytin hürmetinde kusur eden; veyahud kalbinde sevgileri bulunmayan kimse, yüzde seksen nifaktadır. Onun için Ehli Sünnet vel-Cemaat bu İtikada son derece ihtimam göstermişlerdir.

Her ne kadar takvâ sahibi de Ehli Beytten sayılırsa da, Ehli Beyt meşâbesinde değillerdir. Sonra, Ehli Beytten fâsık olanlara, nesebleri için hürmetleri gösterilse dahi, onların hatalarından göz kapatılmaz. Yani fâsıklarının fışkı tenkid edilir. Şîanın dedikleri gibi Ehli Beyt masum değil­dir. Hatta Ehli Beytten olmayan bir âlim, Ehli Beytten olan bir cahile tak­dim edilir.

Allah'ın kitabına hürmet göstermek ve bu kitabla amel eden ulemâ­ya hürmet, önde gelir. Eğer Ehli Beyt, hem âlim ve hem takvâ olursa, takdiminde şübhe yoktur. [211]



Ashâb-ı Kiramın Bütün Tabakalarını Sevmek Gerekir

Peygamber sallallâhu Teâlâ aleyhi ve sellem'in, risâlet davasını bildirişinden vefatına kadar davetine icabet ederek az çok sohbetiyle şereflenen ashab, bazılarına göre yüzyirmidörtbin, bazılarına göre bun­dan daha fazladır. İmam Şâfiî radıyallâhu anh’ın, ashabın adedini altmışbin olarak bildirmesi, sadece Medine ve havalisinde ikamet eden­lere mahsustur.

Zira imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anh: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefat edeceği sıralarda, otuzbin erkek arkasında namaz kılarlardı.” demiştir.

Ebû Züriâ er-Râzî diyor ki:Yüzon- dörtbin sahabe, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den hadis nakletmişlerdir.” Bunların en büyükleri, aşare-i mübeşşere yani cennet müj­desini alan on zevat, Hazreti Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyn radıyallâhu anhum'dur. İşte İbrahim Hakkı bunu dile getirerek şöyle dedi:

'Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasan Hüseyn

Bu ümmetden bulâra cennetile neşhedu Billah'

Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma,Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.

Bunlarla beraber, Hâris bin Zeyd ve ilk kez Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e biat edenler, birinci tabakayı teşkil etmektedir. Aynı zamanda Hazreti Hadice radıyallâhu Teâlâ anhâ ve davete ilk icabet edenler de bunlara dahildir.

İkinci tabaka, Dâr-un-Nedve'de Hazreti Ömer radıyallâhu anh'la birlikte biat edenlerdir.

Üçüncü tabaka, dinlerinden dolayı müşriklerin eza cefa ve işken­celerine tahammül göstermeyerek Habeş'e hicret edenlerdir. Nitekim bu hususta Münâvî Feyz-ul-Kadîr adlı eserinde 9312'nci hadîsin şerhinde güzel izahatta bulunmuştur. Ca'fer bin Ebî Tâlib radıyallâhu anh da bunlardandır.

Dördüncü tabaka, birinci, ikinci ve üçüncü Akabe biatinde bulu­nanlardır.

Beşinci tabaka, hicretten sonra Küba mescidinin inşâsından önce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e bîat edenlerdir.

Altıncı tabaka, büyük Bedir'de hazır olanlardır. Sahih hadislerde bunların da hepsinin cennetlik oldukları bildirilmiştir.

Yedinci tabaka, ikinci Bedirle Hudeybiye'de bulunan ehli bîat-ir -rıdvandır. Bunların cennetlik olmasına, ayette de işaret vardır.

Sekizinci tabaka, Hudeybiye'den sonra ve Mekke'nin fethinden ön­ce müslüman olanlardır. Amr bin As, Hâlid bin Velîd bu tabakadandırlar.

Dokuzuncu tabaka, Mekke fetholunduğu günde müslüman olan­lardır.

Onuncu tabaka, fetih ve Haccet-ul-Vedâ'dan sonra müslüman olan ashâb-ı kiramdır.

Demek, ashâb-ı kiramın bazıları diğer bazılarından daha üstündür. Ashabdan sonrakiler, onların hiçbirinin mertebelerine ulaşamazlar. Nitekim

“...Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ula­şamaz.” mealindeki hadîs-i şerîfte bu beyan edilmiştir. Binaenaleyh “Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi" gibi sözler yersizdir.

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in azadlısı Sevban'a, Pey­gamberin sevgisi galebe çalmıştı. Onu görmediği zaman zayıflar, benzi sararır, tahammülsüz hale düşerdi. Halini Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e arzederek: “Ey Allâh'ın Rasûlü, şübhesiz ölümümü ve ölü­münü düşündüğüm zaman böyle oluyorum. Vefatından sonra, cennetin en âlî derecesinde olacağına inanıyorum. Olsa olsa cennete girerim; Seni göremem. Orada benim halim ne olacak?..”.. Başka bir sahabî: “Ey Allah'ın Rasûlü, hakîkaten ben, anamdan babamdan ve hatta kendi ru­humdan daha fazla Seni severim. Ölümümü ve ölümünü düşündüğüm zaman... Sen Peygamberlerle beraber en âlî derecelere yükseleceksin; orada ben Seni görmezsem ne yapacağım?. Dayanamayacağımı düşü­nüyorum..” diyorlardı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buniara cevab vermedi. Bu şikayetler üzerine

“Kim Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne (sevgi ve hükümlerine teslimle) itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetlerini lütuf buyurduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlıktır. Bu Allah'ın fazl u keremidir. Bilici olarak da Allah yeter.” mealindeki En-Nisâ' sûresinin 69-70'inci ayet­ten nâzil oldu.

İnsanın Allah Teâlâ'nın nezdinde alacağı mertebeler dörttür:

1 -En kudsî, en yücesi peygamberlerin mertebeleridir. Allah Teâlâ bunların ruhlarını en âlî olarak yarattığı gibi, onlara en âlâ mertebeleri verir. Bunlar bir işi kendi gözleriyle görmüş, olayla yaşamış gibilerdir; ki Peygamberimiz'in hakkında “Sîzler Onun gördü­ğü şeyler üzerinde halen daha mücadele mi ediyorsunuz?” mealin­deki En-Necm sûresinin 12'nci ayetiyle buna işaret edilmiştir.

Sıddîkların makamıdır. Bunlar ma'rifette nebilerden sonra gelirler. Nebîlerin en yakında gördüklerini, bunlar en uzakta görürler. Bu itibarla Hazreti Ali kerremallâhu vecheh, “Sen Rabb'ini gördün mü?” diye so­rana: “Görmediğim bir Rabb'e tapmam. Ancak gözler onu göremez; -ima­nın hakîkatiyle kalbler onu görür." buyurmuştur.

Şehidlerin mertebeleridir. Bunlar imanın hakikatlerini kalb gö­züyle değil aklî delillerle, işi yakın bir yerde aynanın içinde gören kim­seler gibi görürler. Ashâb-ı kiramdan bazılarının ifade ettiği: “Sanki ben Rabb'imin arşına açıkta bakıyorum.” gibidir ki, “Rabb'ini görür'gibi O'na ibadet et.” mealindeki Cibril hadîsinde beyan buyrulmuştur.

Salihlerin makamıdır. Bunlar, çok uzaktan gördükleri ayna içinde iman hakikatlerini müşahade eden zevattır. Yani kesin bilgi üzere taklid edenlerdir. Tâbiîriin kısm-i a'zamîsi ve ashabın asgarî kısmı, bu makam­da idiler. Bu da yine Cibril'in hadîsinde “Şayet ki sen O'nu görmezsen, şübhesiz O seni görür.” cümlesiyle beyan edil­miştir.

Nitekim Âlûsî, Mevlânâ Hâlid Zülcenâheyn'den naklen diyor ki: «İn­sanın kemâliyet mertebeleri beş kısımdır: Birincisi, nübüvvet ve kutbiye- tin birleşmesidir. Bu ancak vahyin mazharmda bulunur. Rasûlullah sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in vefatıyla bu makamın kapısı kapanmıştır. İkin­cisi, sıddîklık ve kutubluğun birleştiği mertebedir. Bunda imam, Ebû Bekr Sıddîktır ki, kendisinde sıddîklık, imâmet, hilâfet, emirlik birleşmiştir. Üçüncüsü, şahadet ve kutubluk mertebesinin birleşmesidir. Nitekim Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh'ta, hilâfet, kutbiyet, hak ve bâtılı birbirin­den tefrik etmek birleşmiştir. Dördüncüsü, şahadet, velâyet, hilâfet mer­tebesinin kutublukla birleşmesidir. Nitekim bu da Hazreti Osman radıyallâhu anh'ta birleşmiştir.

Zira Zinnûreyn'in iki manası vardır: Birincisi, Hazreti Osman'ın iki sefer Peygamber'e damat olmasıdır. İkincisi, hilâfe­tiyle kutbiyet, yani velâyet ve şahadetin birleşmesidir. Beşincisi, şahadet ve velâyet-i kübrâdîr. Bu da Hazreti Ali radıyallâhu anh'ta toplanmıştır.»

Evet ashâb-ı kiramda, radıyallâhu anhum, kimisinde şahadet ve velayet; kimisinde sıddîkıyet ve kutbiyet; kimisinde nübüvvetten başka tüm mertebeler bulunmuştur. Bu itibarla onları hayrla yad etmek, sev­mek ve her birini kendi mertebesinde bilmek, tanımak imanın icabıdır.

Onun için“Ümmetimin en hayrlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra peşinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir.” buyrulmuştur.

Şeyh Yûsuf Nebehânî, Şevâhid-ul-Hak ve Huccetullâhi ale-l-Âlemîn fî Mu'cizâti Şehîd-ul-Murselîn adlı eserlerinde bu hususta güzel izahat­ları yazarak Vahabıleri alt üst etmiştir. Netice-i meram Allah Teâlâ Et-Tevbe sûresinin 100'üncü ayetinde“(Islamda) Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi' olanlar (yok mu); Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. (Allah) Bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazır­ladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” buyurmuştur.

Bu ayete karşı,müfessir geçinenlerin bazı ashab hakkında  "şu boşananlar" demeye cür'et etmeleri büyük bir cesarettir. "Boşanan sahabe" diye adlandırdıkları zevatı, hangi naklî bir delille bu ayet-i kerîmeden istisna edebilirler. Karga misali gibi, İslam üzere yas tutmak yerine, itikadlarını düzeltseler daha İyi olurdu.

Ehli Sünnetin ittifakıyla ashabın tazimi gerekir. Evet Allâme Teftezânî'nin de naklettiği gibi,Hazret Ali'yle Hazreti Osman radıyallâhu anhumâ'nın faziletleri hakkında, yani hangisinin daha üstün olduğunda ihtilaf edilmişse de, bunda tevakkuf daha güzeldir. Amma onlardan biri­ne dil uzatmak, kesinlikle ya Râfizîlik ya da Hâricîliktir.

Yine Allâme Teftezânî Şerh-ul-Akâid'de diyor ki: “Ashabın araların­da vuku bulan harbler ve nizâların yeri vardır; ve tevil edilir.” Onun bu sözü delilsiz değildir. Hazreti Ali radıyallâhu anh ile Hazreti Muaviye'nin arasında vuku bulan çatışma, Garb mütefekkirlerinin ve onlara taklid eden tarihçilerin mütâlaa ettikleri gibi değildir; yorumları yanlıştır.

Nite­kim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri Ebî Hureyre radıyallâhu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurmuş olduğu;

“Ümmetimden, davaları bir olduğu halde iki büyük cemaat, arala­rında büyük bir savaşla vuruşmadıkça kıyamet kopmaz.'' mealindeki hadîsin şerhinde şârihler; davaları yani dinleri bir olduğu halde savaşan iki cemaat, Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye'nin cemaatleridir dediler.

Hafız Ibnu Hacer diyor ki: «Bu İki taife, Hazreti Ali ve Hazreti Muavi­ye'nin cemaatleridir. “Müslümanlardan İki büyük taife savaşıncaya.... Davalar  birdir ' cümlelerinden anlaşılıyor ki, her iki taife de müslümandır. Bununla Havâricîler reddedilmiştir, “Ammârî buğat olan fitne tarafından öldürülecektir'’ mealindeki hadis de, Hazreti Ali’nin içtiha­dının isabetli ve Hazreti Muaviye’nin ise içtihadının hatalı olduğuna delidir,»

Bunların savaşmaları, hilâfet ve post kavgası için değildir. Dava, şehid edilen Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın kısas meselesiydi.

Nite­kim İmam Buhârî’nin şeyhlerinden Yahyâ bin Süleyman el-Cûfî, Kitâb-u Sıffîn adlı eserinde diyor ki: «Ebû Müslim el-Havlânî diyor ki:

Ben Muaviyeye: “Sen misin; Hazreti Ali'yle hilâfet hususunda münakaşa ediyor­sun? Yoksa sen onun gibi misin?" dedim. Bana şu cevabı verdi: “Hayır Vallâhı, ben onun kendimden daha üstün ve daha bilgin; hilâfete müstehak; işe ehil olduğuna kesinlikle kanaat etmişim. Bilmiyor musunuz ki, Hazreti Osman zulmen öldürülmüştür. Ben de onun amcası oğluyum; onun velîsiyim. Ben kanının heder olmamasını istiyorum. Bu benim hak­kımdır. Ali radıyallâhu anh’a gidin, ona deyin, Hazreti Osman'ın katil­lerini bize versin." Bunun üzerine biz gittik, Hazreti Ali’yle bu hususta ko­nuştuk, Hazreti Ali bize: “Biate dahil olsunlar ve hükmü bana bıraksın­lar." dedi. Döndük, Muaviye radıyallâhu anh'a söyledik. O bundan imtina etti ve dolayısıyla Ali radıyallâhu anh'a karşı geldi.» Meseleyi bundan başkasına yorumlayanların İslamla alakaları yoktur.

Nitekim İmam Aynî Umdesi’nde diyor ki: «İki büyük taife'den murad, Kermânî'nin dediği gi­bi, Muaviye ve Ali radıyallâhu anhumâ'nın cemaatleridir. İbnu Asâkir, Muaviye’nın tercümesinde, Ebu-I-Kâsım bin Ahî Ebî Zür'â er-Râzî'nin şöyle naklettiğini kaydediyor: Amcam Ebû Zür'â'ya bir adam geldi; dedi ki:

Ben Muaviye’den buğzediyorum. (Amcam:)

-Neden?

-Haksız olarak Ali’yle savaştığı için.. (Bunun üzerine amcam Ebû Zür’â şöyle dedi:)

-Muaviye'nin Rabb'i rahimdir. Davacısı kerîm ve çok şereflidir. Se­nin bunların arasına girmeye ne hakkın var?.»

Ehli Sünnet vel Cemaatin ulemâsının ittifakıyla, ikisinin savaşmaları hilâfet yüzünden değildir.

Siyer ve tarihle iştigal eden Ehli Sünnet vel Cemaat ulemâsının de­dikleri ve Hayâlî'nin de Şerh-ul-Akâid'in hâşiyesinde tasrih ettiği üzere, 

Hazreti Ali radıyallâhu anh'a bir adam sordu:

-Muaviye'yi lanetliyelim mi?

-Hayır.

-Onlar münafık değiller mi?

-Hayır. (Adam kızdı:)

-Peki bunlar neymiş be? (Bunun üzerine Hazreti Ali radıyallâhu anh buyurdu ki;)

-Bunlar kardeşlerimizdir. Îctihad ettiler, bize karşı geldiler. Allah Teâlâ ise, içtihadında hata edeni afuv etmiştir.

Bundan anlaşıldı ki, bunların nizâı hilâfette değildir. Muaviye'ye taraflar olanlar, Hazreti Osman'ı şehid edenleri istediler; ve bu hususta ictihad ettiler; ictihadlarında hata ettiler. Müctehid hatasından dolayı tad­ili veya tefsîk edilemez.

Allâme Teftezânî Şerh-ul-Makâsıd'da, Şerh-ul-Akâîd'de böyle takrir ettiği gibi, muhaşşîleri de onun bu takrirlerini kabul etmişlerdir.

Allâme Zebîdî diyor ki: İmam Gazâlinin de tasrih ettiği üzere Haz­reti Muaviye asla hilâfete talib olmamıştır. Bundan dolayı ona "buğattır" denilemez. Çünkü Hazreti Muaviye, Hazreti Ali radıyallâhu anh'ın hilâfe­tin» asla inkar etmemiş; bilakis itiraf etmiştir. Hazreti Osman'ı şehid eden­lerin katledilmelerini Hazreti Ali'den istemiştir. Bu hususta ictihad etti; içtihadında isabet etmemiştir. İsabetsiz ictihad, müctehid hakkında gü­nah değildir. Eğer Hazreti Ali radıyallâhu anh, hükmü yani kısâsiyet hükmünü tehir etmemiş olsaydı, daha büyük fitne olurdu. Bu itibarla Hazreti Ali'nin içtihadı daha isabetlidir.



İsmail Çetin - Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »

15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası

15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası
[ Yılkı Dergisi - Temmuz 2016 ]

Zor bir coğrafyada, ağır bir tarihsel misyonun yüküyle yürümeye çalışıyoruz. Düşmanlarımız, kemiyet ve keyfiyet planında “dost” diyebileceklerimizle kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Ümmet’in son kalesini de ele geçirip, ebedî rövanşlarını taçlandırmak üzere topyekün taarruz halindeler…

Efendimiz (s.a.v)’in işaretlediği üzere küfür, “Amik Ovası”ndaki o nihaî darbeyi yiyene kadar bizi diz çöktürmek için her türlü desiseye başvuracak. Her seferinde yeni bir oyun kurarak, yeni metotlar geliştirerek, yeni partnerler bularak…

15 Temmuz, şeytanın askerlerinin sahnelediği son tezgâh olarak geçti kayıtlara. Siyaset bilimciler, gazeteciler, yazarlar-çizerler hep bir ağızdan, bu son tezgâhın farklılığını anlatıyor. Namazlı-niyazlı insanların “son kale”yi çökertme hareketinde koçbaşı olarak kullanılmış olması şaşırtıcı geliyor…

Oysa biraz tarih bilenler, bu “namazlı niyazlı insanlar”ın söylemlerini tahlil edebilecek, zihin kodlarını çözebilecek kadar İslamî İlimler’de behresi olanlar, sergilenen ihanet karşısında şaşırmadılar. Hatta onlar bu ihanetin ayak seslerini 10 yıllar öncesinden duydular ve uyarı sirenleri çaldılar. Ama rüzgâr çok güçlü esiyordu ve o sesler gafletin ördüğü duvarlara çarpıp çarpıp geri geliyordu…

Olan oldu… Şimdi yapılması gereken, “Olanda hayır vardır” fehvasınca, “olan”dan dersler çıkarmak ve aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için gerekli tedbirleri almak… Bunun için, hadiseyi soğukkanlılıkla “öncesi”, “esnası” ve “sonrası”yla tahlil etmek gerekir.

Öncesi

“İctihad kapısı açıktır, ancak o kapıdan girmek için şu zamanda çok maniler vardır” diyen Bediüzzaman Said Nursî merhumun çizgisi, görüşleri, mücadelesi herkesin malumu iken, kendisini ona nisbet ederek hareketine alan açan Fethullah Gülen’in “yeni ictihad lazımdır; gerekirse yeni bir metodoloji/usul ihdas edilmelidir” tavrı bizim için bir “uyarı ateşi” olmalıydı. Ama olmadı. Bediüzzaman, “Selef’in ictihadları semavîdir” derken Gülen’in talebeleri vasıtasıyla yayılan, “Fıkıh evrensel değildir; beşerîdir, değişebilir, hatta değişmelidir” herzeleri geldi, daha açık ve net ifadelerle. Onu da hazmettik hiçbir rahatsızlık duymadan. Kadınların kızların tesettürü “önemsiz” ilan edildi; “durun yahu, ne yapıyorsunuz?” demedik. Dinlerarası diyalog süreciyle mesele fıkıh zemininden akaid zeminine taşındı; Kur’an’ın açıkça “şirk” ve “küfür” olarak damgaladığı itikadlar, “İbrahimî dinler” söylemiyle makbuliyet/meşruiyet şemsiyesi altına sokuldu. Tepki göstermek yerine, Diyaloğu neredeyse devlet politikası haline getirdik. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Diyalog birimleri kuruldu… Fethullah Gülen, “Hristiyanların rehberleri ve din büyükleri onlara söylenmesi gerekenleri söylemektedirler. Benim onların söylediklerinden ve söyleyeceklerinden farklı bir sözüm yok” diyerek irtidadını ilan etti, “dünyanın şu kadar ülkesinde okul açtı, devletlerin yapamadığını yapıyor” diyerek Gülen’i ve hareketini adata kutsadık.

Bütün bunlar, Fethullah Gülen hareketinin ne büyük bir “fitne” ve “tehlike” olduğunu alabildiğine açık bir şekilde anlatıyorken biz, bu fitnenin İslam’a ve müslümanlara verdiği zararı önemsemedik. Ta ki bu şer şebekesinin eli devlete uzanana kadar!

Oysa bu şerri, dinin altını oymaya başladığını gördüğümüz anda kazıyıp atmalıydık bu coğrafyadan! Devleti kurtardık elhamdülillah; ama dine verilen o zarara göz yummanın vebalinin hala omuzlarımızda olduğunu unutmayalım!

Esnası

Aşağılık ihtirasların pençesinde bu milletin ezelî düşmanlarıyla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek kadar ruhsuzlaşmış yaratıklar, bu milleti küfrün önünde diz çöktürmek için kumpas kurarken üç unsuru dikkate almadılar: Allah’ın takdiri, milletin iradesi ve dik duran lider.

Bir tuzak kurmaya çalıştılar, ama Allah tuzaklarını başlarına geçirdi. Çünkü niyetleri şer, maksatları münkerdi. Oyunları bozuldu.

“Bu millet askeri görünce evine kapanır” diye düşünerek hesap yaptılar; ama dilindeki tekbirden, elindeki bayraktan başka silahı olmayan bu millet çelik gibi iradesiyle tanklara, helikopterlere karşı durdu. Rüşdünü isbat etti ve artık kendi vergileriyle alınan silahların kendi geleceğini karartmasına sessiz kalmayacağını haykırdı. Hesapları tutmadı.

"Ya derdest eder itibarsızlaştırırız, ya da yurtdışına kaçar" diye düşündükleri Cumhurbaşkanı, “şapkasını alıp gitmedi” ; tam tersine arkasındaki millet iradesini devreye soktu ve milletiyle kenetlenerek bu topraklarda darbeler döneminin bittiğini ilan etti.

Sonrası

Tehlike büyük ölçüde savuşturulduktan sonra bu millet dostunu, düşmanını daha net görme ve daha net tavır koyma imkânına kavuştu. Ancak devleti yönetenler bakımından dikkat edilmesi gereken hususlar var:

FETÖ‘yü bir terör örgütü olarak değil, “hizmet hareketi” olarak gören tabanı rencide edecek uygulamalardan –her şeye rağmen– hassasiyetle kaçınmalıdır.
Devletin kılcallarına kadar girmiş bulunan kanserli hücreler temizlenirken kurunun yanında yaşın da yanmamasına dikkat edilmelidir.

Kamuda Paralel şebekeden boşalan alanlar doldurulurken kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen potansiyel paralel yapılara dikkat edilmelidir. Ne milletin, ne de devletin aynı delikten ikinci kere sokulmaya tahammülü vardır! Bu çerçevede bir kısım çevreler, FETÖ‘nün “Sünnî” bir yapı olduğunu, dolayısıyla problemin kaynağının Sünnîlik olduğunu dile getirmeye başlamıştır. (Benzer iddiaların IŞİD/DAİŞ bağlamında da gündeme getirildiği malumdur.) Bu iddiayı dile getirenler, en hafif tabiriyle “samimiyetsiz”dir! Ehl-i Sünnet çizgide gâvurun piyonu olarak Müslümana kılıç çekme anlayışı yoktur. Ehl-i Sünnet bilgi sisteminde rüya, ilham vb. bağlayıcı/ilzam edici birer “delil” değildir! Ehl-i Sünnet inancında peygamberler dışında masum insan yoktur! Oysa FETÖ’nün liderinin kitleleri afyonlarken bunlara dayandığı açıktır.

Bu millet Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın temeli de Kur’an ve Sünnet’i doğru anlama ve hayata yansıtma ameliyesinin mekanizması olan İslamî ilimlerdir! Kur’an ve Sünnet’in, İslamî ilimlerin sağladığı formasyona bigâne kalınarak sağlıklı bir şekilde öğrenilmesi ve hayata aktarılması mümkün değildir. İslamî ilimlerin öğrenilmesinin biricik zemini de, Sahn-ı Semân gibi, Süleymaniye gibi yüksek seviyeli eğitim müesseseleri, yani “medreseler”dir. Medrese hayatı ihya edilmezse, mevcut boşlukta IŞİD/DAİŞ’ten Şia’ya ve modernist hareketlere kadar her ideolojik yapı Kur’an ve Sünnet’i kendi hedefleri istikametinde istismar etmeye ve halkı bu istikamette manipüle etmeye devam edecektir.

Sonuç

Biz bu topraklarda 7 asırlık bir cihan devleti tecrübesinin mirasçıları olarak bulunuyoruz. Yönümüzü o tecrübeye döndüğümüz takdirde bize, başta sahih İslam çizgisi olmak üzere ihtiyacımız olan her şeyi sunacaktır. Bizim ithal hiçbir düşünceye, ideolojiye, sisteme ihtiyacımız yok. Kendi öz potansiyelimizi harekete geçirdiğimiz takdirde dünyanın yeni çekim merkezi olmamız ve ümmetin riyasetini yeniden deruhte etmemiz işten değildir.

Millet-devlet kaynaşmasının yeniden ve güçlü biçimde tesis edildiği bu süreçte yaşadığımız bu şerden çıkacak en büyük hayır, kelimenin en sahici anlamıyla “özümüze dönmek” olacaktır.

Ebubekir Sifil Hoca

Kaynak: http://sahniseman.org/15-temmuz-oncesi-esnasi-sonrasi/

Devamını Oku »