Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Gerek Kur’an, gerekse Sünnet, mü’minlerin birlik ve bera­berlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, bir­lik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir man­zara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.

Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de 0, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeşleri olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. ”(Al-i İmran,103) buyurulur.

Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an başta olmak üzere onun hayat verdiği başka birçok kavramı ifade etmektedir. Elmalılı merhumu dinleyelim:

“(Ayette geçen, “Allah’ın ipi” anlamındaki) Hablullah, Allah Tealaya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an, taat ve cemaat, ihlas, İslam, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada “cemaat”, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili 2/1153-1154)

Bu ayeti birçok kimse "önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine ‘’sarılın" tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi bu, hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sa­rılmaya götürmez, tam tersine, Allah'ın ipine gereği gibi tutun­duğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkânını elde etmiş oluruz.

Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği "cemaat" kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’in ipi"ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsam­lıdır. Mademki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!

İtikatta Ehl-i Sünnet vel-Cemaat olduğumuzu söylerken aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve on­lardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında "cemaat" halinde, yani "toplanmış" olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.

Burada aklımıza, "Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?" diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun ceva­bını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:

"Allah'a ve Resulû’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çe­kişmeyin/ nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvveti­niz gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraber­dir."(Enfal,46)

Bu ayette birlik-beraberliğin, yani "cemaat" olmanın üç il­kesi verilmektedir:

Birinci ilke, Allah Tealaya ve Rasul-i Ek­rem (s.a.v) Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sün­net neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde her­hangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak"tır.

İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalaya’ rak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.

Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyan yer alıyor: Birbiri­mizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir. Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya Müslümanlanın du­rumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslam Dünyası gördü­ğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarı­daki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır...

Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) ha­linde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Top­lumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmak­tansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.

Abdullah bin Ömer (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer (r.a) “Cabiye” mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi: “Ey insanlar! Allah Resulü bu­rada şu bulunduğum yerde şöyle buyurmuştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra on­ların ardından gelenleri. Bir de cemaat olun. Birbirinizden ay­rılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) bera­berdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın. ”(Tirmizi,Fiten,7)

Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet meselenin ehemmiyet ve cid­diyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulu­nan toplumlaradır.

“Cemaatin anlamı

“Fırka-i nâciye” (Kurtuluşa eren fırka) de denen “Sünnet ve Cemaat Ehli” (veya Ehl-i Sünnet vel-Cemaat”) tabirindeki “Sünnet”in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki “Cemaat” neyi anlatmaktadır? Gerek birisini yukarıda zikrettiğimiz hadis­ede, gerekse Akaid kitaplarında sıklıkla geçen bu kavramdan anlamalıyız? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.

Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade et­mektedir. Her ne kadar tarih içinde “Fırka-i nâciye” taraftar- lan genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.

Söz gelımı İslam tarihinde “mihne” diye adlandırılan “Halkul-Kur’an'' fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen “hak taraftar­lığı” sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ah­med b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, “Ehlu’s- Sünne vel-Cemaa” tabirindeki “Cemaat”i oluşturuyordu. Dö­nemin Abbasi hükümdarı mu’tezile inancım benimsemişti ve avaneleri, zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: Ey Mü’minlerin Emiril Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan batıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”

Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Anır b. Meymûn’a “Ce­maati açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün ce­maatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimse­mekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.” Bir diğer ri­vayette, “Cemaat, Allah Tealaya taate uygun olan tavırdır şeklinde nakledilmiştir.(Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27.)

“Cemaat” ve “Sünnet” kavramları arasındaki lazım-melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşı­mıza çıkmaktadır. Zira “hakkın temsilcisi” anlamında “cemaat taraftan'' tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir “görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?

Ebû Şâme’nin yukanda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi “hak”, asr-ı saadette Hz. Peygamber (s.a.v) ve ilk “cemaat” olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla “Sünnet ve Cemaat Ehli” terkibindeki “Cemaat”, Sahabe cemaatinin ik- tida ettiği “Sünnet”in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar “hakk”ın ta kendisidir. Böylece “hak” kavramının izafiliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem “hak” olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Îslamî metinlerde oldukça sık rastlanan “Ehl-i Hak'' tabirinin de bu anlamda “Sünnetin temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.

Her bid’at bir tefrika unsurudur

Tabiun döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadı fırka­ların, itikadın belirlenmesinde Sünneti ölçü olarak görmeme­leri, dolayısıyla Sünnetle sabit olmuş hususları -çeşitli gerek­çelerle- dışlayarak “nevzuhur” (asr-ı saadette izine rastlanma­yan) itikadı tavırlar benimsemeleri, “Ehl-i bid’at” olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda “bit’at”in “Sünnet” karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yat­maktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın “bid’at”i, “Hz. Peygamber (s.a.v) ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna de­ğildir.

Temel itikadı meselelerde Cemaat’in, yani Sünnetin karşı­sında yer alan bu firkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslam toplumunun kan ve enerji kay­betmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şehid edilmesiyle baş­layan, Hz. Osman’ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bu­gün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları netice vermiştir.

Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dik­kat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsur yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl-i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum “bid”at” kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal ha­disenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.

Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadı ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl-i Sünnet dışı oluşumların “Ehl-i bid’at” olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş Ehl-i bid’at fırkalar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz Ehl-i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat
Devamını Oku »

Cennete Kimler Gidecek?



 


1


İnkişaf‘ın son sayısında Muhammed Ali es-Sâbûnî‘nin, Yahudi, Hristiyan ve Sabiiler‘in de cennete gideceğini söyleyenlerden Prof. Dr. Süleyman Ateş hocaya –ve tabii aynı kanaati taşıyan diğer isimlere– karşı yazdığı reddiye mutlaka okunmalı.




Söz konusu iddia, bildiğiniz gibi, ifadesi hemen hemen aynı olan iki ayete, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerine dayandırılıyor temel olarak.

“Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler’den her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse, elbette bunların Rabb’leri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir.” (2/el-Bakara, 62)

“Şübhe yok ki iman edenler, Yahudiler, Sâbiiler ve Hristiyanlar’dan her kim Allaha ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olacak değillerdir.” (5/el-Mâide, 69)

Bu iki ayet günümüzde Yahudi ve Hristiyanlar‘ın da cennete gireceği fikrini desteklemek amacıyla gündeme getiriliyor ise de, onları bu maksatla gündeme getirenlerin dikkate almadığı veya dikkatten kaçırdığı önemli noktalar mevcut. Bu noktaları maddeler halinde sıralayacağım.

Ancak daha önce bir hususa açıklık getireyim: Burada, mezkûr ayetlerin, anılan grupların Müslüman olanlarını/İslam‘a geçenlerini anlattığını söyleyen müfessirlerin görüşlerinden sarf-ı nazar edeceğim. Bu görüşler, sahipleri ve dayanakları için tefsirlere bakılabilir.

Bunu yapmaktan maksadım, bu ayetleri malum iddiayı temellendirmek için kullananları, kendi anlayış biçimleriyle ilzam etmektir. Kur’an‘ı kendi kişisel görüşleri doğrultusunda tefsir edenlerin, daha doğrusu “yorumlayanların” kendilerini ne tür çıkmazlara mahkûm ettiklerini bir kere de bu vesileyle görmüş olacağız.

Gelelim sadede:

1.Ayette zikredilen 4 zümrenin, yani Mü’minler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler‘in belirtilen 3 şartı (Allah Teala‘ya iman, ahirete iman ve salih amel) yerine getirmesi halinde kurtuluşa erdiğini söylemek, şayet bu zümrelerin dışında kalıp da aynı şartları yerine getirenleri kurtuluş şansından mahrum bırakmak anlamında bir “tahsis” içeriyorsa doğru olmamalıdır. Zira şüphe yok ki kurtuluşun şartı Yahudi, Hristiyan… vs. ismini taşımak değil, anılan 3 hususu yerine getirmektir. Öyleyse kurtuluş niçin bu 4 zümreye tahsis edilmiştir?

2.Her iki ayette de kitaplara, peygamberlere, meleklere… imanın zikredilmediği görülüyor. Özellikle ilahî kitaplara (aslî hallerine) ve peygamberlere iman olmadan, onların verdiği haberler temel kılınmadan Allah‘a ve ahirete iman konusunda makbul/sahih çizgi nasıl tutturulacaktır?

Eğer Kitap ve Peygamber‘e gerek olmadan insanların makbul/sahih bir “Allah ve ahiret inancı” oluşturması teorik olarak mümkün ise, Kur’an‘ın Kitap ve Peygamber‘e yaptığı onca vurgu anlamsız kalacak; bunun doğal sonucu olarak da Allah Teala‘ya –haşa– “abesle iştigal” nakisası yöneltilmiş olacaktır!



2.




Sahih bir “Allah ve ahiret inancı“nın, Kitap ve Peygamber inancı olmadan da mümkün olabileceği varsayımının pratiği yoktur! Yahudiler ve Hristiyanlar Kitap ve Peygamber çağrısına muhatap oldukları halde Allah ve ahiret konusunda bir dizi temel sapma yaşamış ve bunları “din” haline getirmişse, Kitap ve Peygamber çağrısından haberdar olmamış kitlelerin makbul/sahih bir “Allah ve ahiret inancı“nı hangi yöntemle keşf edeceği sorusu yabana atılmamalıdır…

Esasen, Kitap ve Peygamber inancı olmadan, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerinde zikredilen 4 zümrenin kimler olduğunu tesbit etmek de mümkün değildir.

İsbat mı istiyorsunuz?

Sorarım size: Kur’an‘ın “İman edenler” yani “Mü’minler” olarak andığı zümre hangi temel vasfıyla diğerlerinden ayrılır? Bu soruya “Allah‘a ve ahiret gününe iman etmeleriyle” diye mi, yoksa “Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman etmeleriyle” diye mi cevap verilir?

Keza Kur’an‘ın kimlerden “Yahudi” ve “Hristiyan” diye bahsettiği sorusunun doğru cevabı da, inandıklarını söyledikleri Kitap ve Peygamberlerle verilecektir.

Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e inanmayan bir “mü’min” tasavvur etmek ne kadar mümkün (!) ise, Kur’an‘ı ve Hz. Peygamber (s.a.v)’i red/inkâr ettiği halde kurtuluşa erecek Yahudi, Hristiyan ve Sabii tasavvur etmek de o kadar mümkündür!!

3.Mezkûr ayetlerde kurtuluşa ermenin şartları arasında “Allah’a ve ahiret gününe iman” yanında “salih amel” de zikredilmektedir. “Amel imanın bir parçası mıdır, değil midir” tarzındaki meşhur tartışmaya girmeden soralım: Yahudi ve Hristiyanlar‘ı cennete buyur edenler arasında, temel ibadetlerini aksatan bir mü’minin ebedi olarak cehennemde kalacağını söyleyen kimse var mı? Olmadığına göre bu “şart”ın şartlığının anlamı nedir?

4.Söz konusu iki ayet bağlamında gözden kaçırılan belki de en önemli nokta, biraz yukarıda da işaret edildiği gibi, ilgili ayetlerde anılan 4 zümrenin içinde “iman edenler“in, yani Müslümanlar‘ın da bulunuyor olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Peygamberler‘e, meleklere ve kitaplara iman söz konusu olmaksızın, sadece Allah Teala‘ya ve ahirete imanla yetinerek de Müslüman olunabilir!!

Bu çıkarsamanın doğru olmadığı, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık ve bedihidir. Hiçbir aklı başında Müslüman, Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman olmadan “Müslüman” olunabileceğini söylemez, düşünmez. Aksini iddia etmek, Kur’an‘ın yarıdan fazlasını inkâr olur!

5.“İman edenler” kategorisine giren hangi kişi Allah‘a ve ahiret gününe iman etmez? Ya da şöyle soralım: Allah’a ve ahiret gününe iman etmediği halde “iman edenler” kategorisine giren kimse var mıdır?

Bu soru da nereden çıktı demeyin. Zira ayetin orijinal ifadesi, (gramatik tahlillere girmeden, kestirmeden söyleyelim) anılan 4 zümre içinde Allah‘a ve ahiret gününe inanmayanlar da bulunduğunu ihsas etmektedir. Ayetleri meallendirirken bu anlamı ifade etmeye çalışmıştım: “Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler’den her kim …”

Demek ki “İman eden” (mü’min), “Yahudi“, “Hristiyan” ve “Sabii” isimlerini aldıkları halde Allah‘a ve ahiret gününe inanmayan, salih amel de işlemeyen kesim/ler var ki ayet, “bu zümrelerden her kim Allah‘a ve ahiret gününe inanırsa…” diyerek kurtuluşu, bu isimleri alan zümrelerin belli bir kesimine tahsis ediyor… Yahudi ve Hristiyanlar‘a cennet teşrifatçılığı yapanlar işin bu yönüne ne derler acaba?!

Burada “Amentü‘nün diğer maddelerine iman, imanın erkânından/olmazsa olmazlarından değil, kemalindendir” diyerek mugalata yapmanın iddia sahiplerine hiçbir fayda sağlamayacağı, yukarıdan beri söylenenlerden anlaşılmış olmalıdır…

Ebubekir Sifil

Milli Gazete – 8-9 Ekim 2015


Devamını Oku »

Günah İşleyenin İmanı



Ehl-i Kıble'den hiçbir kimseyi, helal görmediği sürece, günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. İmanlı olmakla beraber günah işleyene, günahının zarar vermeyeceğini de savunmayız.

Ehl-i Kıble olan kimseyi yani bizim kıblemize dönüp namaz kılan hiç kimseyi işlediği bir günah sebebi ile tekfir etmeyiz. "Falan kişi falan günahı işledi, kâfir oldu" demeyiz. Yeter ki işlediği o günahı helal saymasın; "Bunu işlemek helaldir, caizdir" demesin. "Haramdır ama şaştık, düştük" tarzında bir algıya sahipse büyük olsun, küçük olsun herhangi bir günah işledi diye bir kimseyi iman dairesi dışına atmayız.

Atanlar var mı? Daha evvel dile getirilmişti; Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağını söylemişler. Hariciler "dinden çıkar ve kâfir olur" der, Mutezile "dinden çıkar ama kâfir olmaz, fasık olur" der. Yani iman ile küfür arasında bir yerde kalır der. "el-Menzile beyne'l-menzileteyn"de; iman ile küfür arasında bir yerde kalır, dinden çıkar ama küfre girmez, der. Ahiretteki durumu, encamı, akıbeti nedir? Akıbetinde değişen bir şey yok, Haricilere göre de Mutezileye göre de büyük günah işleyen mümin ebedi cehennemliktir. Daha doğrusu mümin değil, mümin vasfını kaybeder ve ebedi cehennemlik olur büyük günah işleyen kimse.

Herhangi bir dini hükümle, herhangi bir dini sembol ile alay eder, dalga geçerse bu, o insanı dinden eder. Bizim fukahamız, ulemamız "Elfaz-ı küfür" yani, "İnsanı küfre düşürebilecek sözler ve haller" başlığı altında müstakil kitaplar yazmışlar. Burada insan ne yaparsa, ne söylerse, hangi konuda nasıl davranırsa imanından olur, tek tek maddeler halinde sıralamışlar. Yani bir adam dini bir sembolle alay ederse; mesela ezan okunurken "Ya bu nedir, günde beş vakit kafamızı şişiriyor" dese Allah korusun kâfir olur. Veya bir Müslümanın kıyafetiyle alay etmek maksadıyla "Bu nedir ya, bu geçmişte kaldı, böyle bir şey olmaz" falan dese -Allah korusun- dinden çıkar. Bu şiardır, semboldür, dine ait bir şeydir. Dolaysıyla dine ait bir şeyi alay konusu yapmak, istihza konusu yapmak kişiyi dinden eder. Akaid metinlerinin sonunda Elfaz-ı Küfür listesi vardır. Onlardan da istifade edilebilir.

"İşlediği günahı helal saymadıkça Ehl-i Kıble olan hiç kimseyi tekfir etmeyiz" dedikten sonra, herhangi bir günahın o günahı işleyen kimseye zarar vermediğini de söylemeyiz. Mutlaka bir zarar verir. Verdiği zarar günahın derecesine göre değişir. Yani büyük günahlardan ise onun kişiye vereceği zarar daha fazladır. "Seyyiat" dediğimiz küçük günahlardansa o alışkanlık halinde getirilip daimi suretle işlememek şartıyla, telafisi öbürlerine göre daha kolaydır. Bir de tabi kul hakkına taalluk eden günahlar var. Onların affedilmesi, silinmesi tövbe istiğfarla birlikte hakkına girilmiş kişiden helallik almaya bağlıdır.

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Beş vakit namaz, aralarında işlenmiş küçük günahlara kefarettir. Cuma namazı, kendisinden önceki cumadan kendisine kadar işlenmiş küçük günahlara keffarettir. İki Ramazan, aralarında işlenmiş günahlara keffarettir."(1) Yani tekrar bir Ramazan-ı Şerif idrak edeceğiz, bir evvelki Ramazan dan bu Ramazan'a kadar işlediğimiz küçük günahlarda o Ramazan-ı Şerif hürmetine bağışlanıyor. Keza Hacc,bütün günahları siliyor; kul hakkı hariç. Dolaysıyla günahların mümine zarar vermemesi meselesi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir.

Günümüzde tövbe, istiğfar ve günahın mümine zarar vermesi bahsi söz konusu olduğunda aklımıza ameli günahlar gelir: işte harama bakmak gibi, kötü söz söylemek gibi, faiz yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, iftira, gıybet, dedikodu vs. bunlar ameli günahlardır. Hemen bunlar aklımıza gelir ama bir şeyi unutuyoruz: İtikadı arızalar ameli arızalardan daha önemlidir. Yani bir kimsenin ameli olarak herhangi bir eksikliği, noksanlığı olmasa ama mesela diyelim ki "Hadisleri tanımıyorum ben, kaynak olarak sadece Kur'an'ı kabul ederim, ötesini tanımam" derse bu insanın imanının göreceği zarar, bu insanın ahiretteki akıbeti diğer amelî noksanlığı olan insanlara göre çok daha büyüktür. Çünkü amellerin makbuliyeti, yani amellerin sıhhati imanın sıhhatine bağlıdır.

Biz bir amel işlediğimizde üç şey olur. Örneğin namaz kıldığımızda;

1.Namaz kılmak borcumuz. Bu borcumuzu ödüyoruz,

2.O namaz vesilesiyle Cenab-ı Hakk bizim günahlarımızı affediyor,

3.Bize bir sevap yazıyor. Dolayısıyla manevi seviyemiz, derecemiz yükseliyor.

Bir kimsenin itikadında arıza olduğu zaman, bid'at bir itikada saplandığı zaman o kişi sadece zimmetindeki bir borcu ödemiş olur, diğer iki husustan mahrum kalır. Yani işlediği o amel için kendisine bir sevap verilmez, o ameli daha önce işlediği küçük günahlara kefaret olmaz, sadece borcunu ödemiş olur. Bu itikâdî arızalar çok önemli. En az amelî arızalar kadar, hatta onlardan daha fazla üzerinde durmak zorundayız. Ameli günahları, ameli arızalan hemen hemen herkes biliyor ama itikâdî arızalar büyük ölçüde gözden kaçar hale geldi. İnsanlar serbest tercihlerde bulunduklarını düşünüyorlar; "Bu Sünnet hakkında şöyle düşünüyorum, ben şu ayetten şunu anlıyorum, Ebu Hureyre de kim oluyor, Sahabe dediğimiz insanlar da iktidar kavgasına düşmüş, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den sonra birbirlerini öldürmüşler, dünyalık kavgasına düşmüşler" vs. Bir şuurlu müminin ağızından çıkmaması gereken, İtikâdî arızalara işaret eden ifadelerdir bunlar.(2)

Dolaysıyla bunlara en az diğerleri kadar dikkat etmek durumundayız. Böyle bir arıza varsa bir an evvel tövbe-istiğfar edip, bağışlanmanın, arınmanın yoluna bakmamız gerek.

(Allah Teâlâ'nın) müminlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine sokacağını umarız. Onlar aleyhinde (Allah'ın (c.c) azabına uğramayacaklarından) emin olamayız, onların kesin Cennet'e gireceğini söylemeyiz. Onların günahkârları için istiğfar ederiz, başlarına gelecek şeylerden korkarız, ümitlerini de kırmayız.

İhsan ehli müminlerin af edileceklerini umarız. Cenab-ı Hakk'ın bunları affedip rahmeti ile Cennet'e sokacağını umarız. Ancak bundan emin olamayız. "Falan kimse kesinlikle cennetliktir" demeyiz. Efendimiz (s.a.v) ve Kur'an-ı Kerim'in cennetlik olduğunu haber verdikleri dışında "bu kişi kesinlikle cennetliktir" demeyiz.

Efendimiz (s.a.v) birçok kişinin cennetlik olduğunu söylemiştir. Aşere-i Mübeşşere bunların başında gelir. Aşere-i Mübeşşere dışında da Efendimiz (s.a.v)'in Cennetlik olduğunu söylediği insanlar vardır. Mesela bir gün bir bedevi gelmiş Efendimize (s.a.v) demiş ki "Ben senin hak peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Ben Müslüman oldum, İslam'a girdim, ne yapmam lazım?" Efendimiz (s.a.v) ona "Beş vakit namaz kılman lazım" demiş. "Fazlasını kılarsan sen bilirsin, ama şart değil. Bir ay Ramazan orucun var, fazlasını tutarsan sen bilirsin, kendi menfaatine ama tutmak zorunda değilsin..." Böyle İslam'ın şartlarını saymış, adama tebliğ etmiş. Adam demiş ki "Ben beş vakit namazı kılarım üstüne de bir vakit daha kılmam, senede bir ay oruç diyorsun onu tutarım, bir gün fazla tutmam." Böyle -tabiri caizse- pazarlığını yapmış, sonra da kalkmış gitmiş. Efendimiz (s.a.v), orada oturan Sahabe-i Kiram'a demiş ki: "Cennetlik birini görmek isteyen bu adama baksın''(3) Şimdi bu adam da Cennetlik. Dediklerini yapacak ve Cennet'e gidecek ama adını bilmiyoruz, böyle vakalar çoktur.

Cennetle müjdelendiği, Cennet'i hak ettiği, belki Cennet'e gireceği haber verilen insanlar dışında hiç kimsenin cennetlik olduğunu söylemeyiz. "İnşallah cennetliktir" deriz ama falan adam kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Onların günahları için bağışlanma dileriz, istiğfar ederiz. Azap görmelerinden de endişe ederiz. Ama ümit de kesmeyiz, yani kesinlikle cehennemlik olduğunu da söylemeyiz. Bir kimse için ameli ne kadar düzgün olursa olsun, ne kadar ehl-i tarik, ehl-i vera, ehl-i zühd, olursa olsun bu kişi de kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Bu Akaid metni çok açık. Biz bu ifadeleri, başka herhangi bir Ehl-i Sünnet akaid metninde de görebiliriz. Günahlarımızdan dolayı ümitsizliğe düşmeyiz, "benim işim bitti ben de cehennemlik oldum" demeyiz yahut "ben artık paçayı kurtardım, köprüyü geçtim, ben artık cennetliğim" de demeyiz. Korku ile ümit arasında (havf ile recâ) bir denge noktası var ki onu tutturmamız isteniyor bizden. Yani ümidimizi kaybetmeyeceğiz ama emin de olmayacağız. Kendimizi garantide görmeyeceğiz ama umutsuzluğa da düşmeyeceğiz.Günümüzde pek çok çevrede "Falan adam kesin cennetliktir" diye bir algı var. Bir insana böyle bakıldığı zaman onun ağızından çıkan her söz vahiy gibi bağlayıcı telakki ediliyor. Bu adam hata yapmaz, yanılmaz, kusur işlemez, sürçmez diye inanılıyor. Adamın her amelinde, her sözünde, her davranışında binbir hikmet aranıyor. Bu da zamanla kitleleri yanılgıya sürüklüyor, felakete, helâka sürüklüyor.

Evet, cemaatlerde bir itaat, bir hiyerarşi vardır. "En aşağıdaki adam en yukarıdaki adamı diline pelesenk etsin, hakkında istediği gibi ileri geri konuşsun" demiyoruz. Ama sorgulanamaz olduğu şeklindeki bir inancının yerleşmesine de müsaade etmemek lazım. Yani her yapı kendi içinde bir öz denetim, bir iç muhasebe, bir öz eleştiri mekanizması kurmalıdır. O mekanizma Kur'an adına, itikat adına gidişatı, kararları, adımları tenkid etmeli, gözden geçirmeli, ona göre adım atılmalı. Yoksa İslam adına yapılan acaib-garaib durumlar ortaya çıkıyor ve öyle bir çarpılma hali, öyle bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bir hedefe varmak için Müslüman kitlelere dinin muhkemleri çiğnetiliyor! İşte bu baştaki adamın sorgulanamaz olduğundan kaynaklanıyor. Birisi de çıkıp demiyor ki "Hocam Allah bunları haram kılmış, bunlar muhkem hüküm. Biz onları neye istinaden işleyeceğiz? Hangi gerekçeyle, "maksat" için meşru bir muhkem emri çiğneyeceğiz? Burada varacağımız yer nasıl meşruyiet olabilir?"

Dolaysıyla hiç kimse "lâ yüs'el"dir, sorgulanamazdır demeyeceğiz, işin mekanizmasını kuracağız. Yani Efendimiz (s.a.v)'den sonra Sahabe-i Kiram'ın ortaya koyduğu düzene bakın: Peygamber'i terk- i dünya etmiş bir toplumun kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiği, nasıl durabileceği tecrübesi ortada. Bunu son derece çarpıcı ve canlı bir biçimde görüyoruz. Orada Efendimiz (s.a.v)'in yetiştirdiği dirayet ehli sahabelerin olaylara nasıl vaziyet ettiğini, gerektiğinde nasıl tavır koyduğunu görüyoruz. İşte bu tarz kadroların yetişmesi, din-i mubin in toplum hayatına girmesi, ete kemiğe bürünmesi, ideal mümin ve ümmetin inşası yolunda canlı bir mekanizma olarak çalışması gerekiyor. Yoksa bir adamın eliyle, bir liderin inisiyatifiyle bu işler yürümez. Mutlak surette "Şûra"ya, ortak akla, ortak iradeye ve en önemlisi dini kaynaklarını bilen, dini ilimlere vakıf, dirayet ehli insanların oluşturduğu şûra kadrosuna ihtiyaç var. Yoksa "lâ yüs'el" liderlerin arkasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulup gitmeye devam ederiz. Allah akıbetimizi hayr etsin.

Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i Kıble için doğru olan yol bu ikisi arasındadır.

Ümitsizlik, kendini garanti görmek insanı dinden, Millet-i İslam'dan çıkarır. Korku ile ümit arasındaki o dengeyi tutturacağız. Ehl-i kıble için hak yol, bu ikisinin ortasıdır. Ye's de yok, ümitsizlik de yok, emin olmak da yok. Günahlarımız için endişe duyacağız ama imanımıza da güvenip, "imanımız bizi kesin Cennet'e götürür" demeyeceğiz. "Günahlarımız bizi kesinlikle Cehennem'e götürür" de demeyeceğiz. Korkacağız ve umacağız; bu ikisi arasındaki dengeyi tutturacağız.

Kul, imana sokan hususları inkâr etmedikçe imandan çıkmaz.

Kendisini bu dairenin içine sokan hususları bilerek, isteyerek inkâr etmedikçe kul iman dairesinden çıkmaz. Biz neleri kabul ederek, kalben tasdik, dil ile ikrar ederek iman dairesine girdiysek bu daireden geri çıkışımız da ancak onlardan birini inkâr etmekle olur. İmamlarımız bunu bize bu şekilde anlatıyor.

Dipnotlar:

(1)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XII, 30.

(2)-Bu konuda geniş bilgi için bkz' e,-Münâvî' Feydu'l-Kadîr, I, 72; Abdülganî en-Nâblusî,el-Hadîkatu n-Nedıyye, 1,132 vd.

(3)- el-Buhari, "Kitâbü'z-Zekât", 1; el-Müsllm, "Kltâbü'l-lmân", 4.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:204-210
Devamını Oku »

Kur'an-ı Kerim'e İman


Şüphesiz Kur'ân Allah'ın kelamıdır, O'ndan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuş, elçisine vahiy olarak indirmiştir. Müminler de onu böylece hakk olarak tasdik ederek, onun gerçekten Allah Teâlâ'nın kelamı olduğuna ve mahlûkatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına yakinen iman etmişlerdir. Onu işitip de, onun beşer sözü olduğunu iddia eden kesinlikle küfre girer. Allah Teâlâ, bu kimseyi kınamış, ayıplamış ve şöyle buyurarak Sekar/Cehennem'le tehdit etmiştir: "Onu çok yakında Sekar'a sokacağım/".Allah'ın, “Bu ancak bir beşer sözüdür" diyen kimseyi Sekar'la tehdit etmesinden anlıyor ve yakinen inanıyoruz ki Kur'ân, beşerin yaratıcısının sözüdür, hiçbir şekilde beşerin sözüne benzemez.

Kur'an-ı Kerim Allah Teâla'nın sözüdür. Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk'tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!

Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: "Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur" diyor. "Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz" diyor. Bir kere Kur'an ve Sünnet'te vahyin Kur'an'ın Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur.

Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye'nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. "Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız" gibi tırnak içi bir "Selefi" tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid'at vardır. Onlardan biri de budur.

Seleften hiç kimse "Kur'an-ı Kerim (vahiy) Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olmuştur" dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde "kalbe ilka". Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a.s)'ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a.s)'ın sesidir. Cebrail (a.s) Kuı^an'ı nereden alıyor? Beyt-i Mamur'dan alıyor. Levh-i Mahfuz'da yazılı KuKan ve diğer bütün kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuzdadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a.s)'a veriyor. Cebrail (a.s) da alıp Efendimiz (s.a.v)'e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye'nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur.

"Kur'an (vahiy), Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle sadır olur" dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. Çünkü bir takım rivayetler var; "Cenab-ı Hakk bir şeyi emrettiğinde Semavat'ta, mukarrabin meleklerinin bulunduğu katta zincir sesine benzer bir ses duyulur. Melekler kanatlarını çırparlar. Ondan sonra aşağıdaki alt sema katlarındaki melekler sorarlar: "Cenab-ı Hakk ne buyurdu?" Onlar da: "Hak buyurdu" derler." Bu hadistir.(1) Yani, tabiri doğruysa kaydıyla söyleyelim bunu: Bir sahne düşünün, bir padişah karşısındaki görevliye bir şey emrediyor. O da haşyetten, korkudan titriyor, kendisini bir titreme alıyor daha aşağıdaki görevlilere bunu hemen korku içinde aktarıyor. Böyle bir sahne canlanıyor İbn Teymiyye'nin zihninde ki "Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle ama keyfiyetini bilemeyeceğimiz harf ve sesle sadır olur" diyor. Arkasından bu hadisi ekleyerek Cenab-ı Hakk'tan sadır olan bu sesin melekler tarafından duyulduğunu söylüyor. Melekler tarafından duyulan bir ses nasıl keyfiyetsiz olur? Bir mahlûk tarafından duyulan bir ses keyfiyetsiz olur mu? Olmaz. Dolayısıyla ne kadar "bilâ keyf" derseniz deyin bir tarafından bir keyfiyet atfettiğiniz sürece bu kayd-ı ihtirazının hiçbir anlamı yok. Bu bir teşbihtir.

Sözün Cenab-ı Hakk'tan başlaması; böyle bir hadis de var. "Kur'an Allah kelamıdır, O'ndan başlamıştır ve O'na dönecektir.Bu anlamda bir hadis var.(2) Kuran-ı Kerim'in Allah Teâla'nın kelamı olduğu açık. Kur'an'da ve Sünnet'te buna delalet eden onlarca nass var. Fakat bu sözün insan sözü gibi harf ve sesle sadır olduğuna dair bir tek ayet ve hadis yok. Kuıran-ı Kerim'in Cenab-ı Hakk'tan başlaması ne demektir? Bundan kasıt, bizim dünyamıza aktarılan ilahi hakikatler var. Biz bunları Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle biliyoruz, melekler de öyle. Levh-i Mahfuz'dan onu okuyan melekler de Cenab-ı Hakk'ın kaleme emretmesiyle ona vakıf oluyorlar. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başlıyor bu kelam.

Ona dönmesi ne demektir? Bu konuda âlimler birkaç farklı şey söylemişler. Birincisi Kur'an-ı Kerim'in kıyamete yakın bir zamanda insanların arasından, dünyamızdan çekilip alınacağını ifade eden hadisler var. Bunların da anlattığı gibi Kur'an-ı Kerim tekrar sema katına yükselecek, dünyamızı terk edecek, tevbe kapısının kapatıldığı zamandan itibaren -ki müminler artık ölmüş olacak-, yeryüzünde Allah diyen kimse kalmış olmayacak. Kıyamet, inkarcıların başına kopacak. İşte bu durumu anlatıyor demiş bazı âlimler.

Bazı âlimler de demişler ki: Kelamın Allah Teâlâ'ya tekrar dönecek olması yeryüzüne kıyamet koptuktan sonra, Cenab-ı Hakk'ın bu emirlerinin, şu anda mükellef kılındığımız emirlerin tatbik sahasının ortadan kalkması demek. Çünkü mükellefiyet unsuru ortadan kalkacak. Kıyamet, ahiret olunca öbür dünyaya biz geçince orası teklif yurdu değil; ya mükâfat ya da azap yurdu. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in hüküm getiren ayetleri bilhassa bu anlamda Cenab-ı Hakk'a rücu etmiş olacak, diyorlar.

Kur'an-ı Kerim'i Allah Teâla, Rasul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v)'e vahiy olarak indirmiştir. Bu vahiy Efendimiz (s.a.v)'in de ifade buyurduğu gibi birkaç türlü oluyor. Rüya ile veya meleğin kalbe ilka etmesiyle veya Cebrail (a.s)'ın bir insan suretinde gelip Efendimiz (s.a.v)'le konuşmasıyla veya Efendimiz (s.a.v)'in vasıtasız olarak bir çan sesi gibi bir ses duymasıyla oluyor -ki Efendimiz (s.a.v), vahyin en ağır şeklinin bu olduğunu söylüyor-. Böyle birkaç türlü vahiy inzal tarzı var. Vahiy bunlardan her biriyle Efendimiz (s.a.v)'e indiriliyor.

Müminler de bunun bu şekilde (Cenab-ı Hakk'tan peygamberimize indirilmesi meselesinde söylediklerimizin hak) olduğunu tasdik ederler.

»Şüphesiz ki Kur'an Allah Teâlâ'nın kelamıdır. Keyfiyetsiz bir söz olarak O'ndan başlamıştır. Ve Rasul-i Kibriya efendimize vahiy olarak indirilmiştir. Müminler onun bu şekilde hak olduğuna iman ve tasdik etmişlerdir.

Kur'an'ın hakiki olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olduğunu yakînî olarak bilir ve iman ederler. Kur'an-ı Kerim yaratılmışların sözü gibi mahlûk değildir. İnsanlar da, onların sözleri de mahlûktur. Ama Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'nın kelamıdır ve mahlûk değildir. Kur'an-ı Kerim'i işitip de bunun insan sözü olduğunu söyleyen kimseler kâfir olurlar.

Kur'an-ı Kerim'in mahlûk olup olmaması meselesi tarihte kalmış bir tartışma. Mutezile'nin böyle bir iddiası var. Mutezile Hristiyanlarla Hz. İsa (a.s)'ın tabiatı konusunda münakaşa ederken Hristiyanlar Kur'an Kerim'de Hz. İsa (a.s) hakkında "kelimetün minhu = &'' ifadesinin geçtiğini söylüyorlar. Yani "Allah Teâlâ'dan bir kelime, O'nun bir kelimesi..." Dolayısıyla O'nun bir kelamı, O'nun bir sözü olduğu söylüyorlar ve diyorlar ki bu "Kur'an mahlûk mudur, değil midir?" Mahlûktur deseler, "Kur'an-ı Kerim kelamullah olarak mahlûktur" demiş olacaklar. Mahlûk değildir deseler Hz. İsa (a.s) da bir kelamullah olarak "Mahlûk değildir" tanımının içine girmiş olacak. Dolayısıyla Mutezile bu cendereden kurtulmak için Hz. İsa (a.s) da mahlûktur, Kur'an da mahlûktur" demişler. Bu o zaman yaşanmış ve tarihte kalmış bir tartışma. Abbasiler döneminde on beş sene böyle bir "28 Şubat" olmuş. Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında kovuşturmalar, soruşturmalar, sürgünler, işkenceler, tutuklamalar... On beş sene boyunca karanlık dönem yaşanmış Mutezile marifetiyle. Daha sonra bu dönem sona ermiş, Halife Mütevekkil iş başına geldiğinde Mutezili akidesini benimsememiş, Ehl-i sünnet akidesine dönmüş ve bu sıkıntılı dönem sona ermiş.

"Halku'l-Kur'an" meselesine "Mihne" de denir. Tarihte, Mihne olayla,., Mihne süreci diye de anılır. Bunun bugüne bakan yüzünde, yansımasında söyle bir şey söz konusu: Bugünkü tarihselciler.

Modernistler geçmişte Mutezile tarafından ortaya atılmış bu iddiayı şunu söyleyerek istismar ediyorlar: Mutezile geçmişte Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla mahlûk demek belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, oraya mahsus olmak üzere yaratılmış şey demek. Kur'an-ı Kerim'in mahlûk bir kelam olduğunu söylediğinizde onun tarihselliğini de söylemiş olursunuz otomatik olarak. Dolayısıyla Mutezilenin bu görüşü, bugün Kur'an'ın tarihselliği iddialarına müthiş bir temel teşkil eder, diyorlar.

Oysa hemen şunu söyleyelim: Mutezile "Kur'an mahlûktur" derken asla ve kat'a Kur'an'ın tarihselliği gibi bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddia Mutezile'nin aklının ucundan bile geçmemiştir. Hiçbir Mutezili, Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken onun belli bir döneme kadar bağlayıcı, ondan sonraki dönemler için bağlayıcı olmayan bir kelam olduğu şeklinde bir iddiada bulunmamıştır. Böyle bir iddiada bir Müslümanın bulunacağını düşünmek mümkün değildir zaten. Dolayısıyla Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylemek ve iddia etmek başka bir şeydir, tarihsel olduğunu söylemek, iddia etmek başka bir şeydir. Mahlûk olduğu iddiası kabul edilse bile buradan tarihsellik çıkmaz. Bu bir istismardır. Esasen elmalarla armutları toplamaya benzer bu. Onlar Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken bağlayıcı bir kelam olmadığını söylemiyorlar. Bütün insanları bütün zamanları mekânları kuşatan, tamamına hükmeden, tamamını bağlayan mahlûk bir kelam olduğunu savunuyorlar. Yani o kelamın ontolojisiyle tabiri caizse hükümranlığı bağlayıcılığı arasında böyle bir lazım-melzum ilişkisi yoktur Mutezileye göre. Evet, o mahlûk bir kelamdır ama bağlayıcıdır. Tarihselciler de, "Madem mahlûk bir kelamdır, o halde bağlayıcı da olmamalıdır" diyorlar. Bu ikisi arasında böyle bir lazım- melzum ilişkisi yoktur ki!

Dolayısıyla bu maddeyi okurken, bugünün dünyasına hitap edecek şekilde güncelleyecek olursak şunu söylememiz lazım: Kur'an-ı Kerim mahlûkatın sözü gibi mahlûk değildir. Dolayısıyla tarihsel de değildir. Kur'an-ı Kerim'i işiten ve o insan sözüdür iddiasında bulunan kâfir olur. Dolayısıyla onun tarihsel bir metin olduğunu söyleyen de kâfir olur. "Allah Teâlâ'nın kelamı, hükmü, hitabı belli bir tarihi bağlar, bizi bağlamaz" diye bir itikada sahip kimse kâfir olur. Çünkü Tevhid'in beşli kategorisinde gördüğümüz üzere hükümde tevhid ilkesini zedelediği için, hükümde Allah Teâlâ'ya şerik koştuğu için o kimse Allah korusun kâfir olur.

Allah Teâla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söyleyenleri kınamış ve "Onu yakında Sekar'a sokacağım" buyurmuş. Sekar, Cehennem'in bir adı. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söylemek küfürdür ve ahiretteki akıbeti Allah korusun çok acıdır, acıklıdır.

Allah Teâla "Bu ancak bir insan sözüdür" diyenleri Sekar'a (Cehennem'e) sokmakla tehdit ettiğine göre biliriz ve yakin olarak inanırız ki bu beşerin değil beşeri yaratanın sözüdür, insan sözüne, beşer sözüne benzemez.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, "Tefsir*, Sûratü Sebe*.

(2)- es-Süyûtî, Câmiu'l-Ehâdîs, 32/174.

Ebubekir Sifil - Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi,syf:119-125
Devamını Oku »

Müslüman Kadın Kimliği

Müslüman Kadın Kimliği



İlginç bir dönemde yaşıyoruz... Toplumun belli bir kesimi, en hayati meselelerimizi "birileri” gündeme getirirse fark edi­yor... Neyin konuşulacağını ve konuşulan konuda ne karar verilmesi gerektiğini hep "birileri” söylüyor. Belki “olsun; hiç konuşmamaktansa, meselelerimizi şöyle veya böyle konuş­mak daha iyidir” diye düşünmek için kendimizi zorlamamız mümkün. Ama eğer o “birileri”, toplum olarak herhangi bir yere varmamamızı arzu etmişse, konuştuğumuz mesele ne ka­dar hayatî olursa olsun, sonunda buharlaşıyor, anlamını ve önemini kaybediyor...

Yani problemlerimizi “çözmek” için değil, tabir yerindeyse “eskitmek” için konuşuyoruz.

Toplum olarak üzerinde hayli söz söylediğimiz ve maalesef konuşa konuşa içini boşalttığımız bir konu da Müslüman ka­dının kimliği... İlgi odağı olma özelliğini hâlâ koruyor olsa da, meseleyi temelinden ele alan, beynimize giydirilen şablonlar­dan sıyrılabilmiş yaklaşımlara nadiren rastlandığı için sonucu da hâlâ şablonlar belirliyor.

Belki meseleyi “Müslümanın kimliği” başlığı altında ele al­mak daha uygun olurdu diye düşünenler olabilir. Ancak ba­şından beri yapageldiğimiz şey zaten “Müslüman kimliği”ni or­taya koymak olduğundan, biraz daha özel bir alanı mercek al­tına alalım istedik...

“İslam ve kadın” başlıklı tartışmalar

Hatırlayacaksınız, Amerika Afganistan’a “özgürlük” götür­düğü zaman televizyon ekranlarına ilk yansıyan, “çağdaş gi­yimli” kadın görüntüleri olmuştu. Bu durum bize çok önemli bir şey anlatıyor: Farklı değer yargılarının çatışma alanında kadına simgesel bir rol yüklenmiştir. Bu demektir ki, “çağdaş” (yani Batılı/Batılılaşmış) insan nazarında, kadınların teset­türden “kurtularak” çağdaş bir hayata adapte olduğu bir top­lum ve o toplumun değerleri “iyi”dir; değilse orada problem var demektir!..

“İslam” ve “kadın” kelimeleri yan yana getirildiğinde, her alanda olduğu gibi bu konuda da zihin yormak yerine, slogan­lar ve kalıplaşmış yargılar üzerinden ahkâm kesme bedavacı­lığını tercih edenlerin aklına hemen şu sloganlar üşüşüyor: Erkek egemen toplumlar kadını eve/kafes arkasına hapset­miştir; kadın-erkek eşitliği yok edilmiştir; miras, şahitlik, eği­tim ve sair alanlarda kadının hakkı gasp edilmiştir; kadına sadece çocuk doğurma ve ev işlerini yapma görevi verilmiştir... Bütün bunların yanında bir de kadın, erkeklerin aksine, “ör­tünmek” zorunda bırakılmıştır...

Adı Müslüman olmakla birlikte, kalbini ve zihnini Batı tarzı düşüncelerin emrine vermiş bazı kimseler, yukarıda bir kıs­mını zikrettiğimiz sloganvari iddialar karşısında özür dileyici bir tavırla şöyle derler: Siz bakmayın bazı ayet ve hadislerde kadın-erkek eşitliğini zedeleyen hususlar bulunduğuna... O ayetler günümüz için geçerli olmadığı gibi, konuyla ilgili ha­disler de uydurmadır. Dolayısıyla bu ayet ve hadisler üzerine hüküm bina eden İslam alimlerinin söyledikleri de, geçmişte Müslüman toplumlarda görülen kadın-erkek ayrımcılığı da yanlıştır. İslam kadınla erkeği her alanda tam anlamıyla eşit bir seviyede görmektedir...

Batılı/modern toplumlarda kadın

Kadını evinden kopartarak toplumsal hayata (yani sokağa) taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı ol­maktan çıkarmak ve oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu... gibi kurumlarla doldurmak Batılı/modern toplumların karak­teristik hayat modelidir. Ancak bu modelin çok da sağlıklı so­nuçlar vermediğini görmek için uzman olmaya gerek yok!

Hiç düşündünüz mü, bu toplumlarda “gençlik” dönemi ni­çin sadece sivilcelerden ibaret olmayan, en hassas ve en prob­lemli/bunalımlı dönemdir?

Ardından gelen “orta yaş" dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki?

Ya yaşlılık dönemi? Belli bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” ol-maması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?

Bütün bunlar kadının aslî/fıtri fonksiyonundan uzaklaştı­rılmasının, yani aile kurumunun işlevsiz hale dönüştürülme­sinin sonucu olarak görülmelidir.

Bu söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden kopar­tılmış kadınların yaşadığı çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve saygıdan eser taşı­mayan Batılı/ modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına karşılaşmak durumunda bulunan kadın için ayakta kalabilmesinin iki yolu vardır: Ya kısmen erkekleşerek ve ka­dınlık fıtratını büyük ölçüde kaybederek; ya da her türlü istis­mar ve kullanılmayı kabullenerek... Üçüncü şık ise “bunalım”dır!

Meseleye örtünme/açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza çıkan manzara şudur: Batılı/Batılılaşmış kadın, “özgürleşmek” adına üzerindeki örtüleri öyle bir fırlatıp atmış­tır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta belki “aç­maktan utandığı” yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu “kararlılığı” sebebiyle, giyindiği zaman bile vücut hatlarını belli edecek elbiseleri tercihte ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadı­nın karakteri haline gelmiştir.

İlginçtir ki, sonuçta bu “özgürlük”ün ceremesini en acı bi­çimde çeken de yine kadındır. Bu gerçeği gözler önüne seren iki çarpıcı örnek:

İsveç ve Norveç

İsveç bir refah devleti. Vatandaşlarım koruyan yasaları, kadın haklan konusundaki öncü tavırları ile diğer Avrupa ül­keleri arasında da sivrilen bir ülke. Parlamentosunun ve ba­kanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem (ombudsman) bile var.

Ama bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dö­vülen, öldürülen kadınlar, genç kızlar var. İstatistiklere göre her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet ile karşı karşıya ka­lıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu ağır ya­ralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40'ı kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç’in nüfu­sunun yalnızca 8 milyon olduğu göz önüne alınırsa kadınlara yönelik şiddetin İsveç’te de büyük bir sorun olduğunu söyle­mek hiçte zor değil.

İsveç’te cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarlar 2001 yılında 9162'ye ulaştı. Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı.(1)

Norveç de aynı şekilde bir refah ülkesi. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol bölgelerini kullanmıyorlar, onları ge­lecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin iş, aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh” diyorsunuz ya... Yanıldınız efendim. En çok intiharlar Nor­veç’te. En çok kadınların dövüldüğü ülke Norveç... En çok al­koliğin olduğu ülke de Norveç... Yani varlık içinde yokluk çe­ken Norveç’te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde...”(2)

İslam ve tesettür

Tesettür meselesini ve kadın-tesettür ilişkisini gerçek du­rumuyla değerlendirebilmek için öncelikle yüce dinimizin “insan”a bakışını ortaya koymak gerekir.

Hemen belirtelim ki, “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen te­settür kelimesi, yaygın anlayışın aksine sadece kadına özgü bir durumu anlatıyor değildir. Dinimiz, “haram, mahrem, av­ret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara ayrı bir hassasi­yetle eğilmiş, bu kavramların anlattığı şeylerin uluorta sergi­lenmemesini, hususîliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini istemiştir.

Bu hususları, “haya” kavramıyla irtibatlı olarak ele almak gerekir. Zira yüce dinimiz “haya”nın, insanın fıtri bir özelliği olduğunu temel bir hakikat olarak vurgular.

Batılı/Batılılaşmış insanın, açılmayı örtünmeye ve çıplak­lığı giyinikliğe tercih etmesinin sebebini de bu noktada, yani ondaki “fıtrat arızası”nda aramak gerekir.

Şu halde İslam’ın “fıtrat dini” olduğu gerçeğinden hareketle şunu söylememiz gerekiyor: Müslüman, fıtratını muhafaza et­tiği için hayalıdır ve sahip olduğu bu özellik ona, bazı şeyleri başkalarının gözünden, ıttılaından ve dikkatinden saklamasını gelimi Müslüman için yaşadığı ev, başkalarının ser­bestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslam’da eve “haram” denmiş ve Efendimiz (s.a.v), başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve baş­kalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fi­ilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz (g.a.v), penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalınca olarak ahşaptan yaptırmıştı.

Bu sebeple mahremiyete riayet hassasiyetinin, doğal olarak İslam medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını gö­rüyoruz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denen bahçeyi, insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarı­dan ayırmış böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.

Ancak bu, evin içi ile dışarının irtibatının tamamen kop­ması anlamına gelmiyordu. Zira evlerin ikinci katının sokağa bakan cephesinde, içeriyi göstermeyecek şekilde dizayn edil­miş pencerelerin bulunduğu cumbalar evin dışarıyla irtibatım güvenli ve sakıncasız bir şekilde temin ediyordu...

Yüce dinimizin öngördüğü mahremiyet sadece evin içiyle dışı arasında cereyan etmesi gereken bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitab’ımız, aynı ev içinde yaşayanların bile bir­birlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve ço­cukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin iste­meleri gerektiğini ifade buyurmuştur.(Nur Sûresi, 58, 59.)

İşte kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken bu gibi tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, be­deninin bazı kısımlarını yabancıların görmemesi için örtün­mesi de “tesettür”ün bir parçasıdır.

Müslüman kadın ve tesettür

İslam alimleri, bir Müslümanın, bedeninin nerelerini kim­lere karşı örtülü bulundurması gerektiği konusunu dört baş­lık halinde ele almıştır: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadı­nın kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürlü bulundurması gereken uzuvlar.

Tafsilatı ilgili kaynaklarda verilen bu 4 başlık içinden, bu yazının esas konusunu teşkil eden, kadının erkeğe karşı te­settürüdür.

Acaba İslam dini erkekten farklı olarak kadına niçin daha kapsamlı bir tesettür emretmiştir?

Bu sorunun cevabı, “haya” yanında insan fıtratında bulu­nan bir diğer özellikte yatmaktadır: Cinsellik.

Şurası bir gerçektir ki Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal... gibi özelliklerde genel olarak erkek kadına karşı ileride iken, zarafet, letafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet... gibi özelliklerde de kadın daha üstündür.

Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğ­rusu “teşhir edildiğinde” yukarıda örneklerini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan da yine en başta kadınlar zarar görmektedir.

Modern hayat tarzım benimseyen toplumlarda cinsel suç­ların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan en canlı şa­hittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim bi­rimleri arasında ahlak zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu herkesin gözlemlediği bir dummdur.

Bu manzaranın izahını, ahlakın ve haya duygusunun zaafa uğraması yanında, kadınların, kendilerine yönelik art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim/kuşamlarında aramak gerektiğini düşünüyoruz.

İslam, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışla­rını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli ola­rak insanın iç dünyasmı, kalbini ve ruhunu kötü düşünceler­den ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyle bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de birtakım “kırmızı-çizgiler” çizmiştir.

Bu kırmızı çizgileri “özgürlüğün kısıtlanması” olarak gören­ler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan “kirli hayat”ı (İsveç ve Norveç örneklerini yukarıda zikretmiştik) göz önüne getirmelidir.

Tesettür Müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O,kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan “elektriklenme”yi engellemenin bir aracıdır.

Bu noktada genellikle göz ardı edilen bir noktaya parmak basmak gerekiyor: Sözünü ettiğimiz “elektriklenmedin önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de bu noktada kadın kadar sorumludur. Nur Sûresi’nin 30. ayetinde erkeklere, 31. ayetinde de kadınlara gözlerini haram­dan sakınmalarının emredilmesi, bu noktada her iki cinsin de aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. ¡Setli ve temiz bir toplum oluşturmanın biricik yolu budur.

Bir yandan kadınlan alabildiğine “serbest” giyinmeye teşvik ederken diğer yandan erkeklere “kendinize hakim olun” de­mekle ahlâkî yozlaşmanın önüne geçilemeyeceği gibi, erkekleri edep ve ahlak ilkeleri doğrultusunda eğitmeyi ihmal edip sa­dece kadınların örtünmesini istemekle de sağlıklı bir toplum oluşturulamaz...

Şimdi bu noktada durup, bir an için tesettür ayetlerinin indiği ortama, Asr-ı Saadet’e gidelim.

Saadet Asrı’nda durum

Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar baş­larının yansını örter, baş örtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Aynca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bu­lunurdu.

Tesettürü emreden ayetler(3) ile hem erkekler, hem de ka­dınlar harama bakmaktan sakındınldı, kadınlara mahrem ol­mayan erkeklerin yanında başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyu­ruldu.

Yine ilgili ayetlerde kadınların, cinsel cazibelerini dışa vu­racak şekilde yürümemeleri ihtar edilmek suretiyle, tesettürle hedeflenen şeyin, özden yoksun, şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuş oluyordu.

Nur Süresinin 31. ayeti inzal buyurulup da Efendin' (s.a.v) tarafından Sahabeye tebliğ edildiğinde erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabe hanımları vakit geçirmeden uygun buldukları peştamal, çarşaf gibi şeyleri ke­narlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

Ertesi gün örtünmüş olarak sabah namazı için mescide gelen kadınlar cemaatinin görüntüsünü Hz. Aişe (r.anha) vali­demiz -muhtemelen siyah örtülere bürünmüş olmaları sebe­biyle- “başlarında sanki kargalar varmış gibi” sözleriyle ifade etmiştir.(4)

O günden sonra tesettür Müslüman kadının kimliğinin ay­rılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil etmiştir.

Hicret’in 2. yılında vuku bulan Benû Kaynuka gazvesinin sebebi, bir Müslüman hanımın tesettürü ile alay edilmesidir.

Medine’deki Benû Kaynuka Yahudilerine ait bir çarşıya alışveriş için gitmiş olan Sahabe eşlerinden birisi, dükkânına girdiği Yahudi tarafından aşağılanmış, örtüsü ile alay edilmiş ve çirkin muamelelere maruz kalmıştı. Bunun üzerine feryat edince oradan geçmekte olan bir sahabi hemen olaya müda­hale ederek Yahudiyi öldürmüş, orada bulunan Yahudiler de toplanarak o sahabîyi şehid etmişti.

Durum Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e intikal ettiğinde hemen bir seriyye hazırladı ve Kaynukaoğulları’nın üzerine yürüdü. 15 gün süren bir kuşatmanın ardından Yahudiler sa­vaşı göze alamayıp teslim oldular ve Şam tarafına sürgün edil­meyi kabul ederek canlarını kurtardılar.(5)

Dipnotlar:

1-“Uçan Süpürge? isimli kadın organizasyonunun internet sitesi, 13.11.2003.

2-Sabah Gazetesi, 10.10.2004.

3-Nur Sûresi, 31. ve Ahzab Sûresi 59. Ayetleri.

4-Tefsiru ibn Ebî Hatim, 8/2575.

5-ibn Hişâm, 3/50 vd.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat


Devamını Oku »

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerindenİbaret midir ?

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerinden İbaret midir ?

Evvela şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber ( s.a.v) 'in Kuran dışında vahiy almadığı konusunun delalet-i kat'iyye sarahatinde ifade eden bir Kur'an ayeti mevcut değildir.Yazarın yaptığı gibi ( Yaşar Nuri Öztürkten bahsediyor ) mesela '' O arzusuna göre konuşmaz. O ( bildirdikleri ) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir '' ( en-Necm, 3-4 ) , '' Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının '' ( el-Haşr,7 ) gibi- pek çok sahabi , müçtehit ve müfessire göre Sünnet'e de delalet eden - bir kısım ayetler konusunda '' Bu ayetlerde kast edilen Kur'andır '' diyerek kestirme hükümlerle meseleyi ört -bas etmeye çalışmak [1] ilmi yaklaşım ile bağdaşmaz. İlmi yaklaşım, bu ayetlerde kastedilenin Kur'an olduğunu yine Kur'an ayetlerine dayanarak ortaya koymayı gerektirir. Ancak yazarın bunu, ilmi araştırma vasfı verilecek ciddiyet ve boyutta gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildir...

Son tahlilde bu ve benzeri ayetlerin Kur'an'a delalet ettiği kadar Sünnet'e de delalet etiği veya Sünet'i de kapsadığı hususu bir '' ihtimal '' bile olsa , bunu gözden uzak tutmak mümkün değildir.

Şüphesiz Hz. Peygamber ( s.a.v) in Kur'an dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldğını rahatça söylemek mümkündür. Ancak biz, kitabın başında belirttiğimiz yöntemden ayrılmayacak ve bu konuda da doğrudan Kuran ayetlerinden hareket ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.''

''Kur'an , önceki peygamberlerin yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celi ( açık vahiy ) yanı sıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allah'tan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber ( s.a.v) hakkında niçin kabul edilmesin ? Esasen Yüce Allah'ın Kadir'-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme / iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır.

Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır ? sorusuna,yine bizzat Kur'an'dan hareketle '' evet'' demek durumundayız.

Yüce Allah şöyle buyuruyor :

1 - '' Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.''- ( bakara 151 )

2- ''.... Allah'ın ayetlerini eğelenceye almayın, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın, Allah'tan korkun...''- ( bakara 231 )

3- '' Andolsun ki, içlerinden , kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur... '' ( Al-i İmran 164 )

4- '' Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. '' ( Nisa,113 )

5- '' ( Ey Peygamber hanımları ! ) Allah'ın , evlerinizde okunan ayetlerini ve Hikmet'i anın ! ( Ahzap,34 )

6- '' Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temzileyen, onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber gönderen O'dur ...'' ( Cuma,2 )

Bu ayetlerde geçen '' Kitap '' kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. O halde buradaki Hikmet nedir ?

Elmalılı Hamdi YAZIR merhum, başka hiçbir yerde bulunamayacak şekilde detaylarına inerek bu kelimenin 29 ayrı tanımını vermekte ve her bir tanımın uzun uzadıya açıklamasını yapmaktadır ki [2] bunların toplamından çıkan netice yine kendi ifadesi ile şudur :

'' Bunların bazısı mana-yı masdar, bazısı hasl-ı masdar, bazısı ism-i mahz olmakla beraber bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine raci olduğundan bu tafsilat kısmen misal ve tarife hamledilmek suretiyle mecmuu üç tefsire irca olunabilir ki ameli nafia müeddi olmak haysiyetiyle ilim, ilme müteratib olmak hasyiyetiyle amel-i nafi, biri de ilm-ü amelde ihkam, tabir-i aherle kavil ve fiilde isabet veya ilim ve fıkıh manalarıdır '' [3]

Her ne kadar içlerinde İmam eş-Şafi'i 'nin de bulunduğu bir grup alim, Kur'an'da yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde geçen Hikmet kelimesini doğrudan Sünnet olarak anlamışlarsa da [4] biz peşinen bu yargıya varmayalım ve mezkur ayetlerden hareketle bu kelimenin ne anlama geldiğini araştıralım.

Elmalılı merhumun alabildiğine tafsilatlı olarak zikrettiği görüşlerinden yine kendisinin çıkardığı sonuca bakılırsa Hikmet şu üç anlamı bünyesinde toplayan bir kelimedir :

1- Faydalı amele götüren bilgi.
2- Bilgiyle irtibatlı olması yönüyle faydalı amel.
3- Söz ve fiilde doğruya isabet.

Bu üç maddede özetlenen Hikmet'in Kur'an'dan daha genel bir anlama sahip olduğunu [5] ve burada geçen '' fayda '' ve '' doğru '' kelimelerinin , '' ilahi irade ve rızaya uygunluğu '' ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Şu halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet verildiğini belirten ayetler O'nun , söz ve fiillerinde ilahi irade ve rızaya uygun hareket etme özelliğine sahip kılındığını anlatıyor demektir. '' Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir '' ( ahzab,21 ) ayetinin Hz. Peyagmber ( s.a.v) 'in mü'minler için güzel bir örnek olduğu vakıasını- tekitli bir biçimde - belirtmesi, aynı zamanda Hz. Peygamber ( s.a.v)in Hikmet'e uygun söz ve fiillerinin mü'minler için örnek teşkil ettiği noktasına güçlü bir vurgudur. Mü'minlerin nihai amacı Yüce Allah ( c.c.)'ın rızasına ve ahirette ebedi kurtuluşa ulaşmak olduğuna ve Hz. Peygamber ( s.a.v) de onlar için bu yolda güzel bir örnek teşkil ettiğine göre mü'minler dünya hayatınaki rotalarını Hz. Peygamber ( s.a.v)'in söz ve davranışlarını esas alarak ayarlayacaklar demektir.

Hz. Peyamber ( s.a.v)'de mevcut bulunan bu özellik, Yüce Allah ( c.c. ) tarafından O'na '' indirilmiş '' tir. Yüce Allah ( c.c.) 'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'e indirdiği şeyin - adına vahy-i hafi, ilham veya başka birşey denmesi farketmez- netiecede vahiy olduğu ise ayrıca belirtilmesine gerek bulunmayacak kadar müsellem bir husustur. Çünkü Hz. Peygamber ( s.a.v)'in , Yüce Allah ( c.c. ) tarafından kendisine gönderilen bu mesaj sayesinde, özellikle dinin tebliği hususunda yanılmayacağı, yanlış veya kusurlu hareket etmeyeceği, ederse yine bu fenomen tarafından derhal düzeltileceği aşikardır. Aksi halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'in peygamberlik görevinde kusurlu veya hatalı davranabileceği ihtimali gündeme gelir. Şu halde Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e hangi türden vahiy yoluyla olursa olsun Allah tarafından '' indirildiğini '' söylemek bu durumda tek çıkar yol olarak kalmaktadır.

Bu noktaya, mezkur ayetlerde kullanılan '' enzele '' ( indirdi ) fiilinin, aynı zamanda '' var etme '', '' ortaya koyma '' , '' yaratma '' anlamına da geldiği söylenerek itiraz edilebilir [ 6]

Ancak bu durumda cevaplandırılması gereken bir soru gündeme gelmektedir : Şayet bu ayetlerdeki '' enzele '' filini '' var etme '' , '' ortaya koyma '', '' yaratma '' anlamında alacak olursak, Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' ve '' yaratılmış '' bir özellik olduğunu sonucuna varırız. Ne var ki , yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde aynı '' enzele '' fiili '' Kitap '' için de kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle Kitap ve Hikmet kelimeleri , bir tek fiilin , '' enzele '' filinin mef'ulü durumundadır.

Bu da - sözkonusu itirazı yerinde kabul edecek olursak- Hikmet'le birlikte Kitab'ın da Hz. Peygamber ( s.a.v ) 'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış '' olduğunu söylememiz gerekir. Bununsa hem ilahi Kelam'ın kadim olma vasfıyla bağdaşmayacağı, hem de vahiy olgusunun mantığına ters düşeceği açıktır. Dolayısıyla Kur'an'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış'' olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Geriye bu fiilin ; Kur'an söz konusu olduğunda '' indirme '' , Hikmet sözkonusu olduğunda ise '' var etme '', '' ortaya koyma'' veya '' yaratma '' analmına gelmesi ihtimali kalkmaktadır. Aynı cümledeki iki ayrı mef'ule ilişkin bir tek fiilin, bu mef'ullerden birisinde bir anlama, diğerinde başka bir anlama gelebileceği ne mantıken ne de gramatik açıdan söylenemeyeceğine göre, bir nokta kendiliğinden ortaya çıkmaktadır : O da hem Kitab'ın , hem de Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e '' indirildiğini '' söylemektir.

Bu söylediklerimize ikinci bir itiraz da şu şekilde ileri sürülebilir : Kur'an , Hikmet'i Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır kılmamakta, aksine başkalarına da Hikmet veridlğini bildirmektedir.

Şu ayetler bu hususa örnek gösterilebilir :

i- '' Allah Hikmet-i dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir '' ( bakara 269 )

ii- ( Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkındaki sözlerine şöyle devam ettiler : ) Allah ona yazmayıi Hikmet-i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek '' ( Al-iimran,48)

iii-'' Hani Allah peygamberlern, '' Ben size Kitap ve Hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz '' diye söz almış, '' Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi ? '' dediğinde '' Kabul ettik '' cevabını vermişler, bunun üzerine Allah, '' O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim '' buyurmuştu '' ( Al-i imran 81 )

iv- '' Yoksa onlar , Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar ? Oysa İbrahim soyuna Kitap ve Hikmet'i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik '' ( Nisa,54 )

v- '' Andolsun biz Lokman'a , '' Allah'a şükret'' diyerek Hikmet verdik.... '' ( Lokman,12 )

vi- '' Onun ( Davud'un ) hükümranlığını kuvvetlendirmiş , ona Hikmet ve güzel konuşma vermiştik '' ( Sad, 20 )

Buradan da ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verilen Hikmet Sünnet değildir.

Hemen belirtelim ki, bu ayetler içinde 2. , 3. ve 4. sıradakiler, az yukarıda Hikmet'in de '' indirildiğini '' söylerken ileri sürdüğümüz argümanları destekler mahiyettedir. Zira bu ayetlerde Hikmet ile birlikte verildiği / öğretileceği bildirilen '' Kitap''ların vahiy yoluyla verileceğinden / öğretileceğinden kuşku edilmez. Ayrıca bu ayetlerde Kitap(lar) ve Hikmet de öğretme / verme fiillerinin mef'ulüdür. Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet indirildiği bildirilen ayetler üzerinde dururken söylediklerimiz aynen burada da geçerlidir.

Öte yandan biz Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır olduğunu ve başka hiç kimseye Hikmet verilmediğini zaten söylemiyoruz. Hikmet'in yukarıda ELMALILI merhumdan naklen özetlediğimiz üç anlamı göz önünde bulundurulacak olursa, bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Zira sözkonusu özelliklerin sadece Hz. Peygamber ( s.a.v)'de bulunduğunu söylemek aklen de adeten de mümkün değildir.

Bizim söylediğimiz şudur: Kur'an tarafından başkalarına da verildiği bildrilen Hikmet, veridlği kimselerde doğruya isabet, faydalı bilgi ve amel olarak tezahür etmektedir ki bu özelliklerin Hz. Peygamber( s.a.v) tarafından dini tebliğ bağlamında ortaya konan söz, tavır ve davranışlarda tebellür etiğinde kuşku yoktur. Yani Hz. Peygamber ( s.a.v)', Yüce Allah ( c.c.) tarafından kendisine verilen bu Hikmet sayesinde Allah, Kur'an, insan, varlık ve eşya hakkında doğru bilgilere uğaraşacak, tebliği ile görevli bulunduğu dini insanlara iletip öğretirken bu bilgileri insanlığın önüne şaşmaz kılavuzlar olarak koyacaktır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ( s.a.v) 'e Yüce Allah ( c.c.) tarafından verilen ve Kur'an dışında başka birşey olduğu [ 7] malum bulunan işbu Hikmet'in ümmet-i Muhammed açısından bir önemi olmalıdır. Eğer böyle olmasaydı ve O'na verilen Hikmet sadece O'nun şahsıyla sınırlı kalıp, başka insanlar için herhangi bir kıymet ve önem arzetmeseydi, Ümmehat-ı Mü'minin'e ( Hz. Peygamber ( s.a.v)'in pak zevcelerine ) Kur'an'la birlikte Hikmet'i de anmalarının Kur'an tarafından emredilmesinin bir anlamı olmaz. Hz. Peygamber ( s.a.v)'in özellikleri meyanında ümmetine Kitap ile birlikte Hikmet'i de öğretmesi zikredilmez [8] ve nihayet Hikmet'in , Allah tarafından insanlara '' öğüt vermek'' için '' indirildiği'nin bilhassa belirtilmesine gerek bulunmazdı... [9] ''

7- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip,bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber,‘Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi’dedi.” (et-Tahrim,3)

Bu ayetin sonunda Hz. Peygamber (s.a.v), meseleyi kendisine Yüce Allah (c.c)’ın bildirdiğini açıkça belirtmektedir.
Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın, bu ayette belirtilen hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirdiği hakkında hiçbir ifade yoktur. Bu da göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine gizli bir şey söylediği eşinin o sözü başkalarına aktardığını Yüce Allah (c.c) Kur’an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirmiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha bulunmaktadır:

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hanımına gizlice söylediği sözün ne olduğunu bilmiyoruz.[10] Şu halde bu söz, dinin tebliğine ilişkin olabileceği gibi, şahsî bir mesele de olabilir. Şayet dinin tebliğine ilişkin olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in o sözü eşine “gizlice” söylemesi düşünülemezdi. Çünkü dinin özüne ilişkin olan bir hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’in bütün ümmetine duyurmayıp ya da duyurulmasını istemeyip, eşlerinden birisine sır olarak söyleyebileceğini düşünmek mümkün değildir. (Bunu söylerken Hz. Peygamber (s.a.v)’in hassas ve özel konumu gereği, hanımına verdiği bir sırrın da önemli olacağını inkâr ediyor ve söz konusu sırrın konjonktür gereği o an için gizli tutulması gereken bir şey olabileceğini görmezden geliyor değiliz. Ancak burada meseleyi sırf nazarî planda ele aldığımızın hatırdan çıkarılmaması gerekir.)

O halde Hz. Peygamber (s.a.v) ile eşi arasındaki o söz,yine ikisi arasındaki özel bir mesele hakkında olmalıdır.
Bu türlü şahsî bir mesele Kur’an dışı bir vahiyle Hz.Peygamber (s.a.v)’e bildirilebilir iken, dinin özüne ilişkin olan ve dolayısıyla daha büyük bir önem arz eden hususlar niçin böyle bir vahiyle bildirilmesin?..

8- “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden[11] birinin sizin olduğunu vadediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz...”(Enfal-7)

Bu ayette ve devamında Yüce Allah (c.c), mü’minlere [Sahabe’ye] hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse
kervana saldırıp Kureyş’li müşriklerin ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke’den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah (c.c) Mü’minlere zafer ve kazanç vadettiğini bildirmektedir.

Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah (c.c) Müslümanlara hitaben “Hatırlayın ki,Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vadediyordu” buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat Müslümanlara Yüce Allah (c.c) tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur’an’da daha önce Müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, söz konusu vaat Cibril (a.s) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

9- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal-9)

Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayetmevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah (c.c)’ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibril (a.s) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

10- Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir...'' ( el isra, 1)

el-İsra suresinin, zikrettiğimiz ilk ayetinde Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz.Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’yagötürülmesinin sebebi de budur Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:

Kur’an’ın zikrettiği bu “birtakım ayetler” nelerdir?

Yazarın da ( Y. Nuri Öztürk ) katıldığını belirttiği ifadelerinde Süleyman Ateş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Cibril (a.s)’i Sidretü’l-Müntehâ yanında görmesi olayının İsra hadisesinden önce vuku bulduğunu söylemektedir. [12] Dolayısıyla burada zikredilen “ayetler”den,Hz. Peygamber (s.a.v)’e Cibril (a.s)’in görünmesi kastedilmiş olamaz. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v) o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber (s.a.v) o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında Mü’minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihmalli davrandığı anlamına gelmez mi?

Yine eğer böyleyse “O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendisinde tutacak kadar cimri değildir” ( tekvir 24 ) [13] ve “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan,O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”( el-Maide 67 ) gibi ayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nübüvvet görevini en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerine getirdiği hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için “bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir” diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur’an’da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir? -Üstelik (17/el-İsra) suresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allah (c.c)’ın tesbih, ta’zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir.

Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, madem ki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur’an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır?

11- Zeyd b. Harise (r.a) ile Zeyneb bt. Cahş (r.anha) arasındaki evlilik ve bu evliliğin sona ermesi anlatılırken şöyle buyurulmaktadır:

“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilikettiğin kimseye, ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun.Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine
getirilmiştir. ( ahzap 37 )

Bu ayetin Kur’an dışı vahye delalet vechi üzerinde daha önce de durulmuş[14] ancak bu konuda söylenenler eleştirilmiştir. [15]

Ne ki bizce burada gözden kaçırılan bir nokta vardır: Dikkat edilirse ayette “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” buyurulmaktadır. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, içinde “bir şey” gizlediği belirtilmekte ve Allah’ın onu açığa vuracağı bildirilmektedir. Bu şey ne olabilir?

Ortaya şu ihtimalleri koyabiliriz: I- Bu şey, Zeyd-Zeyneb (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgilidir. II- Bu şey söz konusu evlilikle ve o şahıslarla ilgili değildir.Ayetin ifadesi ve siyak-sibakı göz önünde bulundurulacak
olursa, bu ihtimallerden ilkinin doğru olduğu anlaşılacaktır.

Zira özellikle “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” cümlesi bu evlilikle ilgisi koparıldığında bu bağlamda hiçbir şey ifade etmemekte, daha doğrusu ne ifade ettiği anlaşılmamaktadır. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v)’in, söz konusu çiftin evlilik hayatı ile ilgili olarak içinde gizlediği şey üzerinde durmak gerekiyor: İhtimaller şunlar:

1- Bu şey gayri meşru bir şeydir.
2- Bu şey meşru bir şeydir.

Bu iki ihtimalin açılımını ise şu şekilde yapabiliriz: Bu şıklardan ilki behemehâl düşünülemeyeceğine göre, ikincisi üzerinde durmamız gerekiyor. O halde meşru olan bu “şey” nedir?

A- Meşru olan ve Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgili bulunan bu şey, Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmemiş, O’nun, kendiliğinden düşündüğü ve tamamen kendi içinde başlayıp biten bir düşünce veya temennidir.

B- Bu şey Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmiş bir hüküm veya haberdir.

Birinci ihtimal üzerine kafa yoralım:

A/l- Mesele söz konusu evlilik ile ilgili olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine gelmiş bir vahiy söz konusu olmaksızın bu evliliğin devamını istemiş olabilir.Ancak ayet Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd (r.a)’e bu doğrultuda görüş bildirdiğini zaten açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde sakladığı ve Yüce Allah (c.c) tarafından açıklanacağı belirtilen şey bu olamaz. Demek ki bu ihtimalin üstü çizilecektir.

A/2- Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde gizlediği şey, bu evliliğin bozulması ile ilgili olabilir. Yukarıdaki ihtimal geçerliliğini yitirdiğine göre, üzerinde durulmaya değer ihtimal bu olmalıdır. O halde devam edelim. Hz. Peygamber (s.a.v) bu evliliğin bozulmasıyla ilgili olarak içinde ne gizlemiş olabilir?

a- Zeyneb (r.anha) ile evlenme arzusunu gerçekleştirebilmek için bu evliliğin bitmesi temennisi.Hz. Peygamber (s.a.v)’in, neticede peygamberliğine halel getirecek böyle bir şeyi içinden geçirmiş olması muhaldir. O’nu bundan bin kere tenzih ederiz. Zira “emredildiğin gibi dosdoğru ol”( Hud 112 , Şura 15 ) ayetine muhatap olan bir kimsenin bu emre muhalefet etmesi, bırakalım Mü’minler için örnek konumundaki bir peygamberi, takva sahibi, Allah’tan korkan ve “Allah’ın kendisine şah damarından bile yakın olduğunu”84 bilen sıradan bir Mü’minin bile yapamayacağı bir davranıştır. Böyle bir ihtimali ancak kalbinde İslam ve Müslümanlar için en küçük bir iyi düşünce taşımayan müsteşrikler gündeme getirebilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, özellikle de Allah onu açıklayacağını bildirmişken- içinden, “insanlardan çekinmesini gerektirecek” böyle bir düşünce geçirmesi mümkün olmayacağına göre, burada başka ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor.

b- Zaten zoraki yürütülen huzursuz bir evliliğe son verip, eşlerden her birinin kendi yolunu çizmesini sağlamak. Bu makul bir ihtimaldir; ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in, problemi böyle makul bir yoldan çözme imkânına sahip iken bu düşüncesini açığa vurmaması ve içinde gizlediği halde Zeyd (r.a)’e bu evliliği devam ettirmesi yolunda telkinde bulunması anlamsızdır. Üstelik böyle bir düşüncenin insanlar tarafından yanlış anlaşılabileceğinden endişe etmenin de anlaşılacak bir yanı yoktur.

c- Bu evliliğin sona ermesi ile Mü’minlere cahiliye döneminden kalma bir törenin şer’an geçerli olmadığının fiilen gösterilmesi. Yani evlatlıklar tarafından boşanan eşler ile, şer’î olarak geçilmesi gereken süreyi doldurduktan sonra nikâh kıyılabileceği hükmünün bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yaparak ortaya konması. İşte asıl üzerinde durulması gereken ihtimal budur.Söz konusu evliliğin bitmesi de zaten bunu intaç etmiş ve Zeyneb (r.anha), bizzat Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikahlanmak suretiyle bu konudaki sert hüküm açıklanmıştır. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir evlilik yapacağının Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle daha önce bildirilmiş olması, böylesi hassas bir konuda toplumda kök salmış bir adetin bir anda ortadan kaldırılması anlamına gelecek bir adımın atılması sonucunu doğuracaktı.

Gerçi 33/el-Ahzâb suresinin, bu ayetten daha önce gelen 4. ayetinde “... evlatlıklarınızı da (sizin) öz çocuklarınız saymadı” buyurulmuş idi. Ancak başta Yahudiler ve müna-fıklar olmak üzere Medine’de yeni bir toplumun çekirdeğini oluşturmuş bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in her hareketini sıkı sıkıya kontrol eden ve fitne çıkarabilmek için durmadan malzeme arayan kesimlerin, böyle bir evlilik hakkında oluşturacakları menfi kampanyanın boyutlarını da Hz. Peygamber (s.a.v) pekala bilmekteydi. işte bunun için Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle bildirilen söz konusu evliliğin bozulacağı ve kendisinin Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yapacağı vakıasını açığa vurmamış, içinde gizlemişti. Belki de bu olayın vukuunu biraz olsun geciktirip, toplumda bu konuya gösterilebilecek tepkileri azaltmanın zeminini hazırlamak düşüncesinde idi. Ancak Yüce Allah (c.c) Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu tutumunu kınarcasına “Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır” buyurmuş ve daha önce bildirdiği hükmü, hem de nikâhı kudret-i ilahiyyesi ile bizzat deruhte ederek fiilen uygulamaya koymuştur.

Netice olarak, ancak yukarıdaki “B” şıkkının açıklayıcı olduğunu kabul etmek ve bu konudaki hükmün Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirildiğini söylemek zorundayız. Bir başka deyişle Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin ayrılacağı ve Zeyneb (r.anha) validemizin, bu konudaki şer’î hükmü fiilen göstermek amacıyla Hz. Peygamber (s.a.v) ile evleneceği Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle önceden bildirilmiştir.

12- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar, ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksi niz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.’ Onlar size, ‘Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir.” -(Feth,15)

Bu ayette, münafıkların Hayber savaşına katılmalarının yasaklandığı, bu savaşa sadece Hudeybiye’de bulunanların katılacağı ve bunun Hz. Peygamber (s.a.v)’e daha önce bildirildiği belirtilmektedir. Oysa Kur’an’da bu hususu bildiren bir ayet mevcut değildir. Bu da söz konusu haberin Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle iletildiğini göstermektedir.

Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da Yüce Allah (c.c)’tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Sünnet’in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğunu söylüyoruz. Bu bakımdan gerek teşri faaliyetleri bağlamında, gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse mugayyebat vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamber (s.a.v)’den sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de Mü’minleri bağlayıcıdır...

Şimdi tekrar esas konuya dönerek diyoruz ki: Allah ile Peygamber’in arasını açarak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an vahyini kendi kafasına göre yorumladığını, O’nun, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışlarının kendi şahsî içtihatlarının neticesi olmakla -ki biz Hz. Peygamber (s.a.v)’in içtihatlarının da vahyin kontrolünde bulunması hasebiyle hatadan korunduğunu ve bizler için bağlayıcı olduğunu düşünüyoruz- Mü’minleri bağlayıcı özelliğe sahip bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Burada, özellikle “dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları” diyoruz; çünkü bu noktada mesele şahsîlik boyutunu aşmış, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarruflar kıyamete kadar gelecek olan bütün bir Ümmet’i bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v)’in, gerekse sair elçilerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş olan bir kimse, akidesini yeniden gözden geçirmek ve tashih etmek zorundadır. Zira böyle bir akide, iman ilkelerinin vazgeçilmezleri bakımından zedelenmiş demektir.

Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi? Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v)’e emrediyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ( Ali imran, 31) Bu ayette iki ilgi çekici nokta vardır:

1- Ayette, “Allah’ı seviyorsanız Kur’an’a veya Allah’ın emirlerine uyun” denmeyip, münhasıran Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymanın emredildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Demek ki Allah’ı sevmenin göstergesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktır. Başka ifadeyle bir kimsenin Allah’ı sevdiği iddiası, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu/itaat ettiği takdirde ciddiye alınacaktır. Aksi halde onunki kuru bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. Meseleyi tersinden ifade edecek olursak, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat etmeyen kimse Allah’ı sevmiyor demektir. Zira ayetin ifadesi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

2- Bu ayette yer alan ikinci hassas nokta da şudur: Yüce Allah (c.c), kullarının günahlarını bağışlamayı, onların Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaatine bağlamıştır. Yani Allah’ı sevdiğini iddia eden kişi, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu takdirde Allah da kendisini sevecek ve günahlarını bağışlayacaktır.

Ebubekir Sifil - Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi,1

Dipnotlar:

[1 ] Mesela bkz. Yaşar Nuri '' Kur'andaki İslam '' 51,512

[2] Elmalılı , 2,915-29

[3] Elmalılı 2,929

[4] eş-Şafi'i, '' er- Risale '' , 32,7,91, 3 ; el-Kurtubi, 3 ,104 , 14,119 ; İbn Kesir, 1, 183,96,281...

[5] Bkz.. Mevdudi, '' Tefhim '' , 4,417

[6] Böyle bir itiraz için bkz. KIRBAŞOĞLU, '' İslam Düşüncesinde Sünnet '' ,267.
İlginçtir, KIRBAŞOĞLU'nun bu itirazı öne sürerken dayanak olarak aldığı görüş, el-Hasanu'l-Basri'ye aittir. el-Kurtubi' nin belirttiğine göre ( 17,169 ) el-Hadid 25. ayetinde geçen '' ve enzelna'l-hadide '' ( biz demiri de indirdik... ) ifadesini, el-Hasanu'l-Basri '' demiri de var ettik , yarattık '' şeklinde tefsir etmiştir.
Ancak aynı el-Hasanu'l-Basri, Kur'an'la birlikte Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verildiği belirtilen Hikmet'in Sünnet olduğunu söyleyenlerdendir. Bkz. İbn Kesir,, 1,184

[7] el-İsra Suresinin, mü'minlere yönelik birtakım emirler ihtiva eden ayetlerinden sonra gelen, '' işte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir..'' mealindeki 39. ayeti öne sürülerek yukarıdaki ayetler geçen '' Hikmet'' kelimesinin de Kur'an ayetleri anlamında kullanılış olabileceği söylenebilir.

Ancak bu bakış açısı bize göre doğru değildir. Çünkü Hikmet'in Kur'an'dan daha geniş bir anlama sahip bulunduğu ve varlık hakkında doğru bilgi ihtiva etmesi hasebiyle Kur'an'ın da bir Hikmet olduğu noktasında bizim herhangi bir itirazımız olamaz. Bir başka şekilde ifade edecek olursak ; Kur'an tümüyle Hikmet'tir ancak Hikmet tümüyle Kur'an değildir.Ayrıca Hikmet kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelime ile birlikte yazı, Kur'an, Tevrat, İncil gibi başka şeylerin de zikredilmesi , Hikmet'in bunlardan daha farklı bir çerçeveye sahip bulunduğunu gösteren önemli bir işarettir.
[8] el-Bakara, 151 ; Al-i İmran, 164

[9] el-Bakara , 231

[10] Bu konuda birçok rivayet bulunmakta ise de, biz bu kitabın başında,hücciyyeti konusunda en küçük bir tereddüdümüz bulunmayan ve fakat muhataplarımız tarafından tartışma konusu yapılan Sünnet’in delil olma vasfına yine Sünnet’ten delil getirmenin bağlayıcı olmayacağı düşüncesinden hareket ettiğimiz için prensip olarak rivayetlere atf-ı nazar etmeyeceğimizi belirtmiştik. Bu sebeple burada da meseleyi sadece Kur’an’la
sınırlı tutuyoruz.

[11] Burada kastedilen iki taifeden biri Ebû Süfyân idaresinde Şam’dan gelmekte
olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehîl komutasındaki Kureyş
ordusudur.

[ 12 ] - “Kur’an’daki İslam”, 56.

[13] وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ “Vemâ hüve ale’l-ğaybi bi danîn.” Bu ayetin ne ifade ettiği konusunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf, söz konusu ayetin son kelimesinin bir harfinin nasıl okunacağı konusundaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.
Bir kısım kıraat imamlarına göre burada “danîn” şeklinde kaydettiğimiz kelimenin ilk harfi “dat”dır. Bu haliyle bu kelime, “cimrilik” anlamındaki“dann” kelimesinin “fe’îl” kalıbına dökülmüş halidir. Bu durumda ayetin tefsiri şöyle olur: “O peygamber, gayb üzerine, yani kendisine öyle vahiy geldiğine ve gayba ilişkin diğer hususlara dair vermiş olduğu haberler gibi sizin his ve tecrübenize dahil olmamış bulunan gaybe ait hususlarda da kıskanç değildir.”Diğer bazı kıraat imamlarına göre ise, bu kelimenin baş harfi “zı”dır. Budurumda da kelime ya “töhmet” ya da “zayıflık ve azlık” anlamındadır. Bu kıraate göre de ayetin tefsiri şöyle olur: “O, gayba ilişkin verdiği haberlerde maznun, töhmet altında değildir; emin ve güvenilirdir. Yahut o,nefsinde kuvvesi zayıf, hafızası çürük, vehim ve zan ile konuşan; heva ve hevese kapılan bir kimse de değildir. Yani vahyi alması ve tebliğ etmesi hususunda hiçbir zaafı yoktur.” (Bu açıklamalar Elmalılı tefsirinden kısaltılarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.) Bu ayet hakkındaki farklı tefsirve görüşler için bkz. ibn Kesîr, IV, 480; Elmalılı, VIII, 5622-3; Mevdûdî,“Tefhim”, VII, 55 ve diğer tefsirler.

[14] Bkz. Afzalurrahmân, “Sîret Ansiklopedisi”. II, 544.

[15] Bkz. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam Düşüncesinde Sünnet”. 264-5.

Kırbaşoğlu önce ayet hakkında “Sîret Ansiklopedisi’’nde ileri sürülen şu görüşü nakletmektedir:“Ayet, Rasûlullah’ın (s.a.v.) Zeyd’in boşanmış hanımı ile evleneceğinin Allah’ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur’an’da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden bu hüküm Allah’ın Rasûlüne Kur’an’dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.” Daha sonra da Kırbaşoğlu şöyle demektedir: “Ancak dikkatle okunacak olursa Rasûlullah’ın Zeyneb (r.a.) ile “evleneceğinden” değil, Allah’ın onu Rasûlullah ile “evlendirdiğinden” bahsettiği açık bir şekilde görülür. Bundan ötürü ayetten Rasûlullah’ın (s.a.v.) daha önce gelmiş olan Kur’an dışındaki bir vahiyle evlendirildiği sonucunu çıkarmaya gerek yoktur. Aksine akla yatkın olan, bu ayet üzerine Zeyneb’in Rasûlullah’a eş yapılmış olmasıdır. Nitekim tefsirlerde bu ayetin inmesinden sonra Rasûlullah’ın Zeyneb’in yanına eşinin yanına girer gibi izinsiz girdiği, ayetin hükmü ile yetinilerek ayrıca bir nikâh kıyılmadığı ve bu durumun Rasûlullah’a mahsus olduğu da zikredilmektedir.

“Bu durumda Zeyneb’in Rasûlullah ile evlendirilmesinin bu ayetle gerçekleştiği; bu evliliğin Kur’an dışında başka bir vahiyle olduğu iddiasının gerçekleri yansıtmadığı anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla bu ayeti Kur’an dışında da vahiy bulunduğunu ispat için delil olarak kullanmak doğru değildir.” Her ne kadar söz konusu ayetin, konuyla ilgili kısmının “lemmâ” harfi ile başladığı, bu harfin burada zarf edatı olarak işlev gördüğü ve “hîne” anlamında olduğu, dolayısıyla bu edat ile başlayan cümlenin cevabı olan “zevvecnâkehâ” ve devamının da bu cümlenin mazrufu olduğu, yani tıpkı Zeyneb (r.anha)’nın, Zeyd (r.a) tarafından boşanmasında olduğu gibi, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikâhlanmasının da geçmiş zamanda meydana geldiği, bu itibarla ayetin anlamının Elmalılı merhumun tatlı üslubuyla,“... derken vakta ki Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesti (...) o vakit biz onu, o hatunu sana tezvic eyledik” şeklinde olduğu... ileri sürülerek Kırbaşoğlu’nun bu itirazına cevap verilebilirse de biz burada bu nokta üzerinde durmayacağız.
Devamını Oku »