Resûl-i Ekrem'in Şefaat ve Makâm-ı Mahmûd özellikleri



Allah Teala, Resûl-i Ekrem'ini şefâat ve Makâm-ı Mahmûd özellikle­riyle diğer peygamberlere üstün tutması konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a yükseltir.”

Şerh:Âyetin tamamı şöyledir: “Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk, sadece sana mahsus olmak üzere teheccüd namazı kıl. Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûda yükseltir.”

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar gruplar hâlinde toplanır. Her ümmet peygamberinin etrafında yer alır. Ve onlara adlarıyla hitap ederek: “Ey falan, bize şefaat et!Ey falan bize şefaat et!” derler. Peygamberler şefaate yetkili olmadıklarını söyleyince, sonunda, şefaat dileğiyle Nebiyy-i Ekrem sallallahualeyhi ve sellemin yanına gelirler. O gün, Allah Teâlâ run Resü-i Ekrem'e Makâm-ı Mahmûd’u verdiği gündür.”(Buhari,Tefsir,11)

Makâm-ı Mahmûd Nedir?

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre sahâbiler Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Umulur ki böylece Rabbîn seni Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir.”âyetinin anlamını sordular. O da “Makâm-ı Mahmûd şefaat makamıdır.” buyurdu.(Tirmizi,Tefsir,7)

Ashâb-ı kirâmdam Ka’b ibni Mâlik radıyallahu anh (v. 54/674) Peygam­ber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar Mahşer yerinde toplanacak. Ben ve üm­metim bir tepe üzerinde bulunacağız. Rabbim bana yeşil bir elbise giydire­cek. Sonra konuşmama izin verilecek. Ben de Allah Teâlânın söylememi istediği şeyleri söyleyeceğim (Kendisini öveceğim; şefâat niyaz edeceğim).İşte Makâm-ı Mahmûd budur.”(Hanbeli Müsned,3,456)

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ rivâyet ettiği bir hadiste şefâat hadisinden söz ederek şöyle buyurdu:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ilerler ve Cennet kapısının hal­kasını tutar. İşte o gün Allah Teâlâ onu, kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracaktır.”

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:“Kıyâmet gününde güneş insanların tepesine iyice yaklaşacak, ter kulaklarının yarışma kadar çıkacak. Onlar  işte bu hâldeyken Hz. Âdem’in yanına varıp kendilerine şefâat etmesini isteyecekler. O ise: “Ben bu yetkiye sahip  değilim.” diyecek. Sonra Mûsâ peygambere gidecekler o da aynı şeyi söyleyecek. Daha sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin yanına varacaklar. Peygamber aleyhisselâm insanlara şefaat edecek ve Cennete varıp  kapısının halkasını tutacak; işte o gün Allah Teâlâ onu,  kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracak, ' bütün mahşer halkı onu övecektir.”

Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet ettiğine göre Makâm-ı Mahmûd, Allah’ın Elçisi nin Arşın sağ tarafında ayakta duracağı bir makam olup ondan başka hiç kimse orada durmayacaktır. Dünyaya önce gelen ve sonra gelecek olan bütün insanlar o makama imrenecektir.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Yukarıda Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyet ettiğii benzeri bir hadiste de, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şöyle  buyurduğu geçmişti:

 “Cennet elbiselerinden bir elbise giyeceğim. Sonra Arş-ı  Alâ’nın sağ tarafında, ayakta duracağım. Benden başka,  yaratılmışların hiçbiri o makamda durmayacaktır.”(Tirmizi,Menakıb,1)

Bu hadisin bir benzerini her ikisi de tabiîn âlimi olan Kâ’bu l-Ahbâr(v. 32/652) ve Hasan-ı Basrî de rivâyet etmiştir.

Bir başka rivâyete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Makâm-ı Mahmûd, ümmetime şefaat edeceğim makamdır.”

Yine Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ben Makâm-ı Mahmûd’da duracağım.” buyurunca ashâb-ı kiram:

“Makâm-ı Mahmûd nedir?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:

“O gün Allah Teâlâ’nın (kullarını hesaba çekmek için) Kürsî’si üzerinde tecelli edeceği gündür. ”.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:

“Cenâb-ı Makk’ın yer ile gök arasını dolduracak kadar geniş olan Kürsî’si, o gün zorlandığı için yeni deve semeri gibi gıcırdayacaktır. O gün siz huzûra yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak getirileceksiniz. Kendisine ilk defa elbise giydirilecek kimse Hz. İbrâhim olacaktır.

Allah Teâlâ ‘Benim dostumu giydirin!” buyuracak, he­men Cennet elbiselerinden İki beyaz elbise getirilip Hz. İbrâhim giydirilecek. Ardından beni giydirecekler. Bun-dan sonra Allah Teâlâ’nın sağında, dünyaya önce gelen ve sonra gelen bütün insanların imreneceği bir makamda duracağım.”

Peygamber Efendimizin Şefâati

Ebû Mûsâ el-Eş’arî1 radıyallahu anhın (v. 42/662) rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana, ümmetinin yarısının Cennet’e girmesini mi, yoksa şefâati mi istersin diye soruldu; ben de şefâati tercih ettim; çünkü şefâat daha çok kimseyi kapsar. Siz bu şefaatin Müttakıler için olduğunu mu sanıyorsu­nuz? Hayır, şefâatim, çok hatâ eden günahkâr ümmetim içindir.”

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Avf ibni Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anhın da rivâyet ettiği bu hadisin baş tarafında şöyle bir  ilâve vardır:

“Resûl-i Ekrem: ‘Bu gece Rabbim beni hangi şeyi seçmek- İ te muhayyer bıraktı, biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz de iAllah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedik.” Hadisin sonunda da şöyle bir ifâde vardır: “Biz, ‘Yâ Resûlallah! Bizi de o şefâat edilenlerden kılması için Allah’a duâ et!’ dediğimizde şöyle buyurdu: ‘O şefâat bütün ümmetim içindir.’(İbn Mace,Zühd,37;nr.4317)

“Şefâatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”(Ebû Dâvûd, Sünnet 23, nr. 4739.)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki:

“Yâ Resûlallah! Şefaat hakkında sana ne indirildi?” diye sordum.

Şöyle buyurdu:

“Şefâatim; kalbi, dilinin söylediğini tasdik ederek, bütün samimiye­tiyle Kelime-i Tevhîd’i söyleyenler içindir.”(Hanbeli,Müsned,2;307-518..)

Mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim vefatımdan sonra ümmetimin başına ne gibi felâketler ge­leceği, onların birbirinin kânını haksız yere nasıl dökeceği, daha önceki milletlerin uğradığı belâlara onların da uğrayacağı bana bildirildi. Ben de Cenâb-ı Hak’tan, kıyamet gününde onlara şefâat etmeyi bana nasip et­mesini istedim; niyazımı kabul buyurdu.”(Müsned,4;427-428)

Ashâb-ı kiramdan Huzeyfe ıbnü’l-Yemân radıyallahu anha. 36/66$ şöyle dedi:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanları dümdüz bir yerde toplaya­cak; onlara seslenen biri, hepsine sesini duyurabilecek, onlara bakan biri, hepsini görebilecek. İnsanlar, yaratıldıkları günkü gibi yedin ayak ve çırıl-çıplak olacak. Herkes derin bir sükût içinde olacak. Allah izin vermeden kimse konuşamayacak.

Şerh:Şu âyetler bu manzarayı tasvir etmektedir: “O gün, Ruh ve melekler saf saf olurlar. Rahmânın izin verdiklerin­den başkası konuşamaz; izin verilip konuşan da doğru­yu söyler. İşte bu gerçek olan gündür”(Nebe,38-39)

Bugün dillerinin tutulduğu gündür, izin de veril­mez ki özür dilesinler. Gerçeği yalanlayanların o gün  vay hâline! Bugün hüküm günüdür. Sizi ve öncekileri toplamışızdir.”(Mürselat,35-38)

‘Muhammedi’ diye seslenilecek. Resûl-i Ekrem de şöyle diyecek:

‘Rabbim! Ben Senin emrindeyim! Her zaman hizmetindeyim. Bütün hayırlar Senin kudret elindedir. Şerri de Sen yaratırsın, ama onun yapıl­masına razı olmazsın. Doğru yolu bulan, ancak Senin yardımınla bulur. İşte bu kulun Senin huzûrundadır. Onun hakkında hüküm vermek Sana âittir. Onun her işi Senin kudret elindedir. Senen kaçıp sığınacak ve Se­nin elinden kurtulacak bir yer varsa, o yine Sensin! Hayrın ve bereketin pek çoktur. Şânın pek yücedir. Seni her kusurdan tenzih ederim. Sen Beyt’in Rabbisin. ’

Huzeyfe Ibnü’l-Yemân sözünü şöyle tamamladı: İşte Allah Teâlâ’nın: “Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övgüye değer bir konuma) yükseltir. ” (isrâ 17/79) buyurduğu makam bu yerdir.(Hâkim, el-Müstedrek(Atâ), D, 395, nr. 3384; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Hût), VI, 319.)

Günahkârlara Nasıl Şefâat Edecek?

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Cehennemlikler Cehennem’e, Cennetlikler Cennet’e girince, ge­ride Cennet ve Cehennem ehlinden birer grup kalır. Cehennemlikler, (günahları yüzünden geride kalan) Cennetliklere:

“Bakın, îmân etmiş olmanız bir fayda sağlayıp da sizi Cennet’e gö­türmedi. " derler.

Onlar da Cehennemliklerin kendilerini ayıplamasından dolayı Rablerine feryâd ederek yalvarırlar. Onların feryâdını duyan Cennet ehli, Hz. Âdem’e ve diğer büyük peygamberlere giderek onlara şefâat etmeleri­ni isterler. Peygamberler de özür beyan ederek şefâat edemeyeceklerini söylerler. Bunun üzerine Cennetlikler Muhammed sallallahu aleyhi ve Selleme başvururlar.O da bu günahkar Müslümanlara şefaat eder.İşte Makam-ı Mahmud budur.

Şerh:Ibni Abbas'ın bu sözü yani bu mevkuf hadis, Peygam­ber Efendimiz'in sözü yani merfû hadis hükmündedir.

Çünkü İbn Abbasın bu bilgiyi kendiliğinden vermesi mümkün değildir.

Bu rivayetin bir benzeri sahabeden Abdullah ibni Mes’ûd ve tâbiîn âlimlerinden Mücâhid ibni Cebr den rivayet edilmiştir.(Taberânî, el'Mu'cemü’l-kebîr (Selefi), IX, 354-357, nr. 9760; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), İV, 541, nr. 8519)

Aynı hadisi Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn Ali de Peygamber Efendimiz'den rivâyet etmiştir.'

Ashâb-ı kiramdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhumâ tâbiîn ravilerindenYezîdü l-fakîr’e;

“Allah Teâiâ nın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi çıkaracağı Makâm-ı Mahmûd hakkında bir hadis duydun mu?” diye sordu. O da:

“Evet, duydum. ” deyince:

“İşte o Makâm-ı Mahmûd, Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah Efendimize verdiği yüce bir makamdır ki, onun sayesinde günahkâr mü’minleri Cehennemden çıkarır. dedi, ardından da günahkâr mü’minlerin dere­celerine göre Cehennemden çıkarılacağına dâir şefâat hadisini okudu.(Müslim, imân 316, nr. 191)

Bu hadisin bir benzerini Enes ibni Mâlik radıyaliahu anh rivâyet etmiş olup hadisin sonunda: “İşte bu ona vadedilen Makâm-ı Mahmûd’tur." demiştir.(Buhâri, Tevhîd 24. nr. 7440)

Şefâathadisini Selmân-i Fârisî6 de rivâyet etmiş ve şöyle demiştir:

“Makâm-ı Mahmûd, Resûl-i Ekrem’in kıyamet gününde ümmetine şefâat etmesidir.”(İbn Ebi Asın,Es-sünne(Elbani),1,369-370,nr.813)

Bu hadisin bir benzerini Ebu Hüreyre radıyallahu anh rivâyet etmiştir.(Tirzimi,Tefsir,17/7,nr.3137)

Tâbiîn âlimlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî (v 117/735) şöyle de­miştir:

İlim adamlarına göre Makâm-ı Mahmûd; Resûlullah sallallahu aley­hi ve sellemin, kıyamet gününde bütün insanları mahşerdeki bekleme sıkıntısından kurtarmak için yapacağı şefaatidir. Makâm-ı Mahmûdun, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kıyamet günündeki büyük şefâati şefâat-i kübrâ) olduğu sahâbe ve tabiîn ile müctehidlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin de görüşüdür.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz’den gelen sahîh hadislerde de Makâm-ı Mahmûd’un şefaat makamı olduğu belirtilmiştir. Makâm-ı Mahmûd’un ne anlama geldiği konusunda, güvenilir âlimlerin rivâyetlerinin aksine se­lef âlimlerinden biri aykırı bir görüş ileri sürmüşse de, bunu destekleyen sahîh bir rivâyet ve sağlam bir görüş olmadığı için, bu görüşe güvenme­mek gerekir. Bu tür rivâyetler sahîh olsa bile, onların anlaşılır bir açıkla­ması yapılmalıdır. Zâten Peygamber aleyhisselâmın Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh hadisleri bu tür rivâyetleri çürüttüğü için, bunlara değer vermemek gerekir. Kur’an’da ve Sünnet’te böyle bir delil bulunmadığı, Ummet-i Muhammed de böyle bir görüşü benimsemediği için onu yo­rumlamaya bile gerek yoktur. Böylesi görüşleri olduğu gibi alıp nakletmek bile son derece yanlıştır.

Şefaat-i Kübrâ Hadisi

Enes İbni Mâhk, Ebû Hureyre ve daha başka ravilerin Makâm-ı Mahmud baklandaki rivayetleri hem lafzen hem de mânen birbirine uygun­dur. Buna göre Resululah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gelmiş, gelecek bütün İmadan bir araya toplayacak; in­sanlar kendi nefisleri için aşın derecede üzülüp hüzünlenecek veya Allah Teâlâ onlara ilham edecek de, “Allah katında şefkat ederek bizi bu hâlden kurtaracak birini bulsak..." diye konuşacaklar

Bir başka senedle Resulullah Efendırniz'in:

“İnsanlar deniz dalgalarıgibi birbirine girecektir.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Şerh:Peygamber Efendimiz bu ifâde ile: "O gün Biz insanları birbiri içerisinde dalgalanır hâlde bırakacağız. Sûra üfurülecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.'' (Kehf/99) âyetine işaret etmiştir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ek­rem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Güneş insanlara yaklaştırılacak, herkes sıkıntıdan ve kederden artık ,dayanamayacak hâle gelince birbirlerine:

“içinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musu­nuz? Hâlinizi Rabbinize arzederek size şefâat edecek birini bulmayı dü­şünmüyor musunuz? diye soracaklar.” Sonra Hz. Âdem’e gelip:

“Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana Kendi rûhundan üfledi. Seni Cennet’ine yerleştirdi. Meleklerim sa­na secde ettirdi. Sana her şeyin ismini öğretti. Rabbine varıp bizim için şefâat et de,bizi şu bulunduğumuz yerden kurtarsın. İçinde bulunduğu­muz hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Rabbim, o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin.” diyecek. Onlar da Nûh’a gidecek:

..Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah sana "çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?” diyecekler. O da:

"Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim”

Enes ibni Mâlik’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle bu­yurdu: ‘‘Nûh, yaptığı hatâyı bilmeden Rabbinden oğlunun kurtarılmasını istediğini söyleyecek.”(Buhari,Tevhid,24,nr.744)

 Şerh:Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Nûh  Rabbine şöyle yalvardı: ‘Rabbim! Oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de elbette gerçektir. Ve Sen hüküm verenlerin en âdilisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı çok  kötü bir iştir. Ayrıca, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın Benden isteme! Câhillerden olmayasın diye  sana öğüt veriyorum.’ Nûh da: ‘Rabbim! Aslını bilmediğim şeyi Senden istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum.’ dedi.”(Hud,45-47)

Anlaşılan Nûh Peygamber: “Aileni ve iman edenleri  gemiye al!”(Hud,40) emrini alınca, bütün âilesinin kurtulacağını ümid etti ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a: “Rabbim! Oğlum benim dilemdendir!.” diyerek O’na ailesini kurtaracağı yolundaki vadini hatırlatmak istedi. Hz. Nûh,  tufandan sonra oğlunun âhiretteki durumunu düşünüp üzülmüş ve onun bağışlanması ümidiyle Cenâb-ı Hakk’a ; böyle yalvarmış da olabilir.

Ebû Hüreyre radıyaliahu anhın rivâyetine göre Hz. Nûh şöyle diye­cek:

'‘Benim bir duam vardı: onu da kavmimin aleyhine kullandım. Siz başkasına gidin. İbrâhim'e gidin; çünkü o Halîlullah’tır. ”

Onlar da İbrâhim'e giderek: “Sen, Allahın peygamberisin, bunca insan içinde Allah'ın tek dostu sensin. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır.” diyerek Hz. Adem ve Nûh gibi kendi hatâsını dile getirecek ve vaktiyle söylediği üç yalanı hatırlattıktan sonra ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim. Ben şefâat edecek durumda değilim; fakat siz Mûsâ’ya gidin. Çünkü o Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle konuştuğu kimsedir (Kelîmullah’tır)” diyecek.

Bir başka rivâyete göre Hz. İbrâhim sözünü şöyle tamamlayacak: “0, Allah Teâlâ’nın Tevrât’ı verdiği, kendisiyle konuştuğu, doğrudan konuş­mak için huzûruna aldığı kimsedir"(Buhari,Tevhid,24,nr.7440)

Peygamber aleyhisselâm sözüne şöyle devam etti:

Onlar da Mûsâ’ya gelecekler. Fakat Mûsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim.” diyerek yaptığı hatâyı ve birisini öldürdüğünü söyleyerek Asıl benim şefaate ihtiyâcım var; âh benim nefsim; fakat siz İsa’ya gidin. Çünkü o, Allah'ın rûhu ve kelimesidir.” diyecek.

Onlar da İsa'ya gelecekler; fakat îsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim. Siz Muhammed sallallahu aley­hi ve selleme gidin. O, gelmiş geçmiş bütün günahlarını Cenâb-ı Hakk'ın affettiği kimsedir. ” diyecek.

“Mahşer halkı bana gelecek; ben de: ‘Şefaat etmeye yetkili benim’ diyeceğim. Rabbimin huzûruna çıkıp şefâat için izin isteyeceğim; bana izin verilecek. Rabbimi görür görmez secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayet ise şöyledir:

“Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tefsir,17/1,nr.4712)

Diğer bir rivâyet şöyledir:

“Rabbimin huzûrunda duracağım. Nasıl olduğunu şimdi bilmemek­le beraber, Rabbimin bana ilhâm edeceği övgülerle O’na hamdü sena edeceğim.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayete göre Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamd-ü senayı bana ilhâm edecek.”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Sonra Allah Teâlâ bana hitâben:

‘’Ya Muhammed Secdeden başına kaldır ve iste ! İstediğin sana verilcek.Şefaat et, şefaatin kabul edilcek’’buyuracak.Bende başımı secdeden kaldıracağım ve"Yâ Rabbim,Ümmetimi bana bağışla !YaRabbi! Ümmetimi kurtar!”diye yalvaracağım.O zaman Rabbim bana;

“Ya Muhammedi Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek olanları. Cennet kapılarının en sağındaki Ba’bül Eymenden içeri al! On­lar, başkalarıyla beraber Cennet'in diğer kapılarından da gireceklerdir.” buyuracak.1

Şerh:Kâdi lyaz’ın Saluh-i Müslim'e yazdığı şerihte belirttiğine göre, Cennet’in sekiz kapısı olup adları şöyledir: Namaz kapısı, Sadaka kapısı. Oruç (Revyin) kapısı, Cihâd ka­pısı, Tövbe kapısı. Öfkesini yenip insanların kusurları­nı bağışlayanlar kapısı, Râzı olanlar kapısı ve sorgusuz sualsiz Cennete girecek olan mütevekkilere ait Eymen kapısı.Bazı hadis şârihleri, Cennet’in sekiz kapısı ara­sında şunları da saymışlardır: Hac kapısı, Zikir kapısı,Umre kapısı, Duhâ kapısı, Ferah kapısı, Sabır kapısı.(İbn Hacer,Fethul Bari,,VII,28)

Enes ibni Mâlik in rivayet ettiği hadiste, Ebû Hûreyre tarafından riuâyet edilen bu ilâve yoktur. Bunun yerine. Peygamber aleyhisselâmin şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Sonra secdeye kapanacağım. Bana şöyle buyrulacak:

“Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefaat et,şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek." Ben de:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar!" diye yalvaracağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde buğday (veya arpa) tanesi kadar İmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

 Şerh:Yani Fahr-i Âlem Efendimiz’in, kalbinde, (kalp ile yapılan amellerden) fakirlere şefkat, Allah korkusu, iyi bir şey yapmaya niyet etmek gibi îmân eseri olanları Cehennemiden çıkarmasına izin verileceği ifâde buyurulmaktadır.

Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım ve yine bana ilhâm edilen  o hamdü senâlar ile Rabbimi öveceğim." Resûl-i Ekrem bundan önce söylediklerini aynen tekrarladıktan sonra sözüne şöyle devam etti: "Bana şöyle buyurulacak:

"Haydi git, kalbinde hardal tanesi kadar îmân eseri olanları Ce­hennem'den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

“Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım. Aynı şekilde yalvarıp geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılmasını isteyeceğim. Bana:

"Kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” buyurulacak, ben de bana emredileni yapacağım.”

Resûlullah Efendimiz dördüncü defa Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çık­tığında kendisine:

“Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” buyurulacağını söylemiştir. O zaman Allah’ın Elçisi şöyle diyecek:

“Yâ Rabbî! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

“Lâilâhe İllallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefâat etme yetkisi sana verilmemiştir. Ancak Ben, kudretime, büyüklüğü­me, azametime ve ululuğuma yemin ederim ki, lâilâhe illallah diyen­leri Cehennem’den Ben çıkaracağım.”(Buhari,Tevhid36,nr.7510)

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’nin (v. 117/735) Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivayetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna üçüncü veya dördüncü çıkışımda, ki bunu tam bilemiyorum, şöyle diyeceğim: ‘Yâ Rabbî! Geride sadece Kur’ân-ı Kerîm'deki emrinle ebediyen Cehennem’de yanacak kimseler kaldı.”Buhâri, Tefsir 2/1, nr. 4476; Müslim, îmân 322, nr. 193.)

Kur an ı Kerîm’in ebediyen Cehennemde kalacaklarını söylediği kimseler kâfirler ve münafıklardır.

Bu hadîs-i şerifin bir benzeri, ashâb-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir, Ukbe bin Âmir. Ebû Saîd el-Hudrî ve Huzeyfe İbnul-Yemân tarafından rivâyet edilmiş olup, onların herbiri şöyle demiştir:

“Mahşer halkı Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelecek; Allah htâlâ ona şefaat izni verecek. Emânet ve sıla-i rahim Sırat’ın iki yanında ayakta duracak.

 Şerh:Emânet; emânete riayet edenlere şahitlik edecek, emâ­nete hiyânet edenleri de Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecek.

Aynı şekilde sıla-i rahim de, akrabasını koruyup göze­tenlere şâhitlik, akrabalık bağlarım koparanları da Allah Teâlâ’ya şikâyet edecektir.

Sırat Nasıl Geçilecek?

Ebû Mâlik’in Huzeyfe İbnul-Yemân’dan rivayetine göre Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

Muhammed’e gelirler; o da şefâat eder. Mahşerden sonra Sırat kurulur, insanlar onun üzerinden geçmeye başlar. İlk kafile şimşek gibi geçer, ondan sonra gelenler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçer­ler. Sizin peygamberiniz herkes geçene kadar Sırat’ın üzerinde durarak "Allahım! Selâmete çıkar, selâmete çıkar.” diye duâ eder.(Müslm,İman,329,nr.195)

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Huzeyfe İbnü’l-Yemân diyor ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizin ilk kâfıleleriniz şimşek gibi geçer.” buyurunca, Ben: ‘Anam babam  sana fedâ olsun, şimşek gibi geçmek nedir?’ diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şimşeği görmediniz mi? Göz açıp yumacak kadar bir zamanda geçip gidiverir!” buyurdu. Ve sözüne şöyle devam etti:

' Sonrakiler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçerler. Onların amelleri böyle süratli geçirir. Peygamberiniz Sırat üzerinde durup şöyle der: ‘Ey Rabbim! Selâmete çıkar,selamete çıkar.( Nesâi, Tatbik 81, nr. 1139; Ahmed İbni Hanbel, Mûsned, 11, 275, 533. Buhârî, Ezan 129. nr. 806)

Neticede,kulların amelleri kendileri­ni Sırat tan geçirmede aciz kalır.O kadar ki, yürümeye gücü yetmeyen bir adam kalçaları üzerinde sürünerek gelir, Sırat’ın iki tarafında asılmış çengeller vardır. Bu  çengellerin görevi, kendilerine emredilen kimseleri ya­kalamaktır. Bazıları yaralanmış vazıyette kurtulur, bazılarıda Cehenneme yuvarlanır..Ebu Hureyre(r.a) hadisi rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: “Ebû Hüreyre’nin canını elinde tutan Allaha yemin ederim,Cehennem o kadar derindir ki, dibine ancak yetmiş yıl da varılabilir”

Ebû Hüreyre radıyallahu ânhın rivayet ettiği hadise göre Peygamber Efendimiz “Sırat’tan ilk geçen ben olurum,” buyurmuştur.

Ümmetinin Hepsine Şefâat Edecek

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

“Peygamberler, (Mahşer günü) kendileri İçin kurulacak kürsülere otu­racaklar. Ben ise kürsüme oturmayıp, Rabbimin huzûrunda ayakta dura­cağım. Allah Teâlâ bana:

“Ümmetine ne yapmamı İstiyorsun?” diye soracak. Ben de:

“Yâ Rabbî! Onların hesabını bir an Önce gör!” diyeceğim.

“Bunun üzerine ümmetim çağırılıp hesaplan görülecek.

“Onlann bir kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla iyi kulluk yaptıkları için, bir kısmı da benim şefâatim ile Cennet'e girecek,

“Ben günahkâr ümmetime şefaat etmeye devam edeceğim,niha­yet bana Cehennem’e girmeleri emredilen bir grup Ümmetimin belge­leri verilecek, onlara da şefâat edeceğim. Bunu gören Cehennem’in bekçisi:

"Yâ Muhammedi Ümmetinden cezayı hak etmiş olan hiç kimseyi bırakmayıp hepsine şefâat ettin!” diyecek.(Taberani,El-Mücemül Evsad,2,208,nr.2937)

Ben övünmüyorum

Tabiîn muhaddislerinden Ziyâd ibni Abdillah en-Nümeyrî’nin, Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sel lem şöyle buyurmuştur:

“Âhirette yeniden diriltilmek üzere kabri ilk açılacak olan benim; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü insanların efendisi ben olacağım; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyâmet günü Livâülhamd benim elimde olacak. Cennet’in kapısı ilk defa benim için açılacak; bunu övünmek için söylemiyorum. O gün varıp Cennet kapısının halkasını tu­tacağım. “Kim o?” diye soracaklar; “Ben Muhammed’im.” diyeceğim. Hemen kapıyı açacaklar. Cebbar olan Cenâb-ı Hak orada tecelli buyura­cak; ben de huzûrunda secdeye kapanacağım.” Daha sonra da yukarıda geçen şefâat hadisini zikretti.

Ashâb-ı kirâmdan Üneys el-Ensârî, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Kıyamet gü­nünde yeryüzündeki taş ve ağaçlardan daha çok kimseye şefâat edeceğim. ”(Müttaki,Kenzul Ummal,XIV,399,nr.39062)

Kimlere Şefaat Edecek?

Şefaat konusundaki bunca rivayetten, Resûlullah a.s’ın şefaatinin ve Makâm-ı Mahmûd’unun kapsamının ne kadar geniş olduğu ve onun şefkatinin muhtelif aşamalarda olacağı anlaşılmaktadır.Şöyle ki;

İnsanlar mahşerde toplanacak; yürekler ağızlara gelecek; güneş tepeye dikildiği. beklemek büyük bir sıkıntı verdiği için kan ter içinde kalacaklar Bu, hesap başlamadan önceki durumdur. İşte o zaman Resulluah a.s;

‘mahşerdeki bütün insanların bu sıkıntılı durumlarını rahatlatmak için onlara şefaat edecektir. Bunun hemen ardından Sırat kurulacak ve insanlar hesaba çekilecektir; Ebû Hüreyre ve Huzeyfe lbnü‘l- Yemin’in rivayetleri böyledir ve bu konudaki en sağlam hadis de budur.

İnsanlar mahşerde beklerken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetimden sorguya çekilmeyecek olanların bir an önce Cennet’e  girmesi için şefaat edecektir, yukarıda geçen hadiste de bu durum belirtilmiştir.

Sonra, yine sahih hadislerde belirtildiği üzere, azabı hak edip Cehenneme girmiş olan ümmetine de şefâat edecektir.

Ardandan, kelime-i tevhidi söylemekten başka sevâpları olmayan­lara şefaat edecektir. Bu şefâat, Resûlullah Efendimiz’den başkasına verilmeyecektir.

Efendimiz'in Makbul Duâsı

Çok meşhûr olan sahih bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur;

“Her peygamberin bütünümmeti için yaptığı bir duası vardır.Ben de duâmı kısmet gününde ümmetime şefâat etmek için sakladım.”(Müslim,iman,334-335,nr.198-199

Bazı âlimler bu hadisin mânasını şöyle açıklamışlardır; Sözü edilenpeygamberlere, mutlaka kabul edileceği ve arzularının gerçekleştiri­leceği Allah Teâlâ tarafından bildirilen bir duadır. Yoksa peygamberlerin pek çok duası kabul edilmiş; Peygamber Efendimiz’in de sayılamayacak kadar duası makbul olmuştur.Fakat peygamberler,mutlaka kabul edilceği bildirilmeyen dualarını yaparken,havf ile reca arasında bulunurlar.Bununla beraber peygamberlere diledikleri konuda yapacakları duanın kabul edilceği va’dedildiği için,onlar dualarının makbul olcağını bilerek dua ederler.

Her ikisi de tâbiun muhaddislerinden olan Muhammed ibni Ziyâd el- Cümah ve Ebû Salih es-Semmân’ın (v, 101/719), Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ettiklerine göre Resûlulllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin ümmeti için yaptığı makbul bir duâsı vardır ve o duâ kabul edilmiştir. Ben de makbûl duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için tehir etmek istiyorum.”(Buhâri, Daavât 1, nr. 6304; Müslim, îmân 340, nr. 199.)

Ebû Salih es-Semmân ın Ebû Hüreyre’den olan rivayeti ise şöyledir:

“Her peygamberin makbûl bir duası vardır ve her peygamber bu duasını dünyada iken yapmıştır’’(Müslim,iman 338,nr.199)

Tâbiîn muhaddislerinden Ebû Zür’a el-Becelî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan olan rivayeti de böyledir. (Müslim,iman 339,nr.199)

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivâyeti de Muhammed ibni Ziyâd el-Cümahî’nin Ebû Hüreyre ra-dıyallahu anhdan olan rivâyeti gibidir.(Buhâri, Daavât 1. nr. 6305; Müslim, îmân 341, nr. 200.)

Sözü edilen bu duâ, Peygamber Efendimiz’in bütün Ümmet i Muham­medi şefaati hakkındaki makbûl duasıdır. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hak’tan din ve dünya ile ilgili bazı dileklerde bulunduğunu, bun­lardan bir kısmının kendisine verilip bir kısmının verilmediğini söylemiştir.O,bu makbul duasını insanların yardıma en  fazla muhtaç olduğu belaların sonuncusunun başa geldiği ve en büyük istek ve taleplerin yapılacağı güne saklamıştır.

Allah Teâlâ. ümmetine olan daveti sebebiyle bir peygambere verece­ği mükâfatın en mükemmelini ona ihsân buyursun ve Kâinatın Rabbi ona çok çok salâtü selâm eylesin.

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1

Şerh:Prof.Dr.Yaşar Kandemir
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Mûcizeleri ve Mûcizenin Mânası



Peygamberlerin ortaya koyduğu olağanüstü hâdiselere mucize den­mesinin sebebi, peygamber olmayanların, bunların bir benzerini ortaya koyamadıkları içindir.

Mûcize iki kısımdır:

Biri, insanoğlunun yapabileceği hâlde yapamadığı mûcizeler. Allah Teâlâ peygamberinin hak olduğunu ve doğru söylediğini göstermek için, diğer insanları o mûcizenin bir benzerini meydana getirmekten âciz bırak­mıştır. Meselâ Yahudilerin ölümü temenni edemeyişleri, bazılarına göre müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini meydana getiremeyişleri gibi olaylar böyledir.

Şerh:Yahudiler “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,(Maide,18) “Yahudi veya Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek”(Bakara,111) diye iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ Peygamber Efendimize onlara şöyle demesini emretti: “Eğer âhiret yurdu başkalarına değil de, Allah katında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda samimi iseniz, hemen ölümü isteyin de görelim.”(Bakara,94)Ama onların böyle bir istekte bulunamayacakları âyetin devamında ve Cuma sûresinde şöyle belirtilmektedir: “Fakat onlar daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiçbir zaman ölümü isteyemezler.Allah ise o zâlimleri iyi bilir.”

Mucizenin ikinci kısmı ise, insanoğlunun yapamayacağı, bir benzerini getirmeye gücünün yetmeyeceği mucizelerdir: Ölülerin diriltilmesi,' asânın yılan olması, kayadan devenin çıkması,ağacın konuşması,par­maklardan suyun akması, ayın ikiye bölünmesi gibi Allah'tan başka hiç­bir kimsenin yapamayacağı mucizeler böyledir. Bu mucizeler Resûlullah sallahu aleyhi ve sellemin (veya başka bir peygamberin) eliyle meydana gelse bile, gerçekte onları yaratan Cerıâb-ı Hak'tır. Peygamberin yaptığı ise, kendisini yalanlayanların bu mucizeleri göstermekten âciz olduğunu söyleyerek onlara meydan okumaktır.

En Çok Mucize Gösteren Peygamber

Peygamber Efendimiz’in eliyle meydana gelen mucizeler ile onun peygamber olduğunu ve doğru söylediğini gösteren deliller bu iki kısma da girmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,ileride açıklayacağımız gibi, en çok ve en harikulade mûcizeleri gösteren peygamberdir. Onun mucizelerinden biri Kur’ân-ı Kerîm olup, Kur'andaki mucizelerin sayısını bin, iki bin veya daha fazla rakamla ifâde etmek mümkün değildir. Çün­kü Peygamber aleyhisselâm, müşriklerden Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini getirmelerini istediği hâlde, onlar bunu bile yapamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in belagatı, yani etkili ve yerinde söz söylemesi konu­sunda, yetkili olan âlimler şöyle demişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in en kısa sûresi Kevser sûresidir; Kur’ân-ı Kerîrn in her bir âyeti veya âyetleri, Kevser sûresinin (âyetleri, kelimeleri ve harf­leri) sayısınca mûcize ihtiva etmektedir. Kevser sûresinin kendisinde de, aşağıda açıklanacağı üzere, pek çok mûcize vardır.”

Mucizeler Kaç Kısımdır?

Resul-i Ekrem aleyhi ve sellemin mucizeleri iki kısımdır;

Kesin olarak bilinen ve bize mütevâtir olarak nakledilen mücizelerdir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu mûcizelerden biridir. Bu mucizelerin Pey­gamber Efendimiz tarafından meydana getirilip ortaya konduğunda ve Resulullah’m onları delil olarak kullandığında hiçbir şüphe ve bu ümmetin büyük âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Bu tür mûcizeleri kabul etmeyen bir inkâra, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bu dünya­daki varlığını inkâr etmiş gibidir ki, bu olacak şey değildir.

İnkârcılar, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah sözü olmasına ve onun delil kabul edilmesine itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Kur an âyetlerinin ve sürelerinin sahip olduğu edebî mûcizeler inkâr edilemeyecek derecede ortadadır. As­lında o inkarcılar bunu kesinlikle biliyorlardı. Biz, bu mûcizeleri ileride açıklayacağız.

Bazı imamlarımız, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin göster­diği bütün mucizelerin, geneli itibariyle, bize mütevâtir olarak geldiğini kabul etmişlerdir. Bu mûcizeler birer birer ele alındığında kesinlik derece­sine ulaşmasa bile, hepsi birden mânen ele alındığında kesinlik kazanır. Resûlullah’ın elinde herkesi hayrete düşüren şeylerin meydana geldiğin­de mü’min-kâfir hiçbir kimse ihtilâf etmiş değildir; inatçıların ihtilâfı, bu olağanüstü hâdiseleri Allah Teâlâ’nın yaratıp yaratmadığı hususundadır. Mûcizeleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını ve bu mûcizeleri ''Ey kulum doğru söylüyorsun!” diye Cenâb-ı Hakk’ın peygamberini tasdik etmesi anlamı­na geldiğini yukarıda söylemiştik.

Şerh:’Kâdî Iyaz bu meseleyi, işlenmekte olan konunun baş tarafında şöyle ifâde etmişti: 'Çünkü mucize, peygam-berlerin kendilerine inanmayanlara meydan okuması anlamına geldiği gibi, Allah Teâlâ da o insanlara: ‘Ey i kullarım! Peygamberim doğru söylemektedir, ona İtaat edin ve ardından gidin; onun gösterdiği mucizeler sözlerinin de doğruluğunu isbat etmektedir' demiş olmaktadır.”

Peygamber aleyhisselâmın mûcizeleri hakkında nakledilen her bir ha­ber, tek başına kesin bilgi ifâde etmese bile, onun gösterdiği bütün mucizeler birbirini desteklediği için, Efendimizin mûcizeleri kesinlik kazan­maktadır. Câhiliye devrinin ünlü şahsiyetlerinden olan Hâtim-i Tâinin cömertliği, yine Câhiliye devrinde yaşayan Antere bin Şeddâd’ın yiğitliği, tâbiîn âlimlerinden Ahnef ibni Kays’ın hilim sahibi olduğu da aynı şekilde şüphe götürmeyen bir kesinlikle bilinmektedir. Çünkü bütün târihî bilgiler Hâtim-i Tâî’nin cömertliğini, Antere’nin yiğitliğini ve Ahnef bin hilim sahi­bi okluğunu ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizelerden bir kısmı da, birinci kısımda zikredilenler kadar kesinlik kazanmayanlardır. Bu mûcizeler de ikiye aynlır:

Onların bir kısmı, çok yaygın olan; birçokları tarafından rivayet edi­len, muhaddisler, daha sonraki râviler, siyer ve tarihçiler arasında şöhret bulan mucizelerdir. Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az miktardaki bir yiyeceğin çoğalması gibi mûcizeler böyledir.

Diğer bir kısmı da, bir veya iki râvi gibi az sayıda insan tarafından nakledilen, bundan öncekiler derecesinde şöhret bulmayan, fakat bir ara ya toplandığında manen güçlenerek kesinlik derecesine ulaşan mûcizelerdir.

Mucizelerin Güvenilir Rivâyetlerle Geldiği

Ben şunu kesinlikle ifâde ederim ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden meydana gelen bu tür mucizeler,mütevâtiren nakledildiği için kesin olarak bilinirler.

Ayın ikiye bölünmesi mûcizesine gelince, bunu Kur’ân-ı Kerim dile getirmiş, bu olayın meydana geldiğini haber vermiştir,(Kamer,1-2)Böyle bir şeyin Resûlullah zamanında olmadığı ancak delille reddedilebilir. Bu mucizenin, Peygamber Efendimiz zamanında gerçekleştiğine ve onu başka türlü yo­rumlamanın mümkün olmadığına dâir birçok sahih hadis vardır. Hadisler konusunda bilgisi bulunmayan, dine gereğince sarılmayan birtakım câhil­lerin sözüne bakarak bu konudaki kararımızı değiştirecek değiliz. İmanı yeterince güçlü olmayan, mü’minlerin kalbine şüphe düşürmeye çalışan zayıf akıllı bidatçıların sözlerine önem verilmez. Biz onların söylediklerini çürüterek câhil ve zayıf akıllı olduklarını ortaya koyacağız.

Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az yi­yeceğin çoğalması olayları da böyledir. Bu olayları güvenilir râviler çok sayıda tabiinden, onlar da pek çok sahâbîden rivayet etmiştir.

Bu tür rivayetlerden bir kısmını, büyük bir kalabalık yine öyle bir ka­labalıktan, onlar da olayların içinde bulunan çok sayıda ashâb-ı kiramdan sağlam bir senedle rivayet etmiştir. Bu mûcizeler, Hendek Gazvesi, Buvât Gazvesi,

Hudeybiye Umresi, Tebük Gazvesi gibi çok sayıda Müslüman veİslâm askerinin bulunduğu benzeri yerlerde meydana gelmiş ve şöhret bulmuştur. Ancak bu kıssaları anlatan râviye, o olayların içinde bulunan sahâbîlerden birinin karşı çıktığı, böyle bir olayın meydana gelmediğini söylediği duyulmamıştır. Bu olayları gözleriyle görmeyen sahabeler de görenlere itiraz etmemiş, duyduklarını bizzat görmüş gibi etme­lerdir. O sahâbelerin, duyduklarına itiraz etmeyip susması, 0 olayı  bizzat nakletmesi gibidir. Ashâb-ı kiramın, asılsız bir olay karşısında susması, bir yalanı idare yoluna gitmesi asla olacak şey değildir " Çünkü onların kimseden bir beklentileri olmadığı gibi, hiç kimseden korkuları da yoktu. Şâyet duydukları kıssa, onların kabul etmediği, bilmediği şey olsaydı mutlaka onu reddederlerdi. Nitekim ashâb-ı kiram, bilindiği üzere, iç­lerinden bir kısmının rivayet ettiği ahkâmla ilgili bazı hadislere, Resûl-i Ekrem’in şemailiyle ilgili bazı rivayetlere ve Allah’ın Elçisi'nden duyduk­larına aykırı olan Kur’an kıraatlerine itiraz etmiş, birbirinin içtihattaki hatâsını söylemiş, yanıldığı noktalan göstermişlerdir. Az sayıda râvinin naklettiği mûcizelerin tamamı, onları duyan sahâbelerin bu mücizeleri reddetmemesi sebebiyle, çok sayıda râvi tarafından rıvâyet edilmiş gibi kesinlik kazanmıştır.

Kötü niyetlerle uydurulan ve asılsız rivayetleri andıran «Özde mûcizeler, uzun zaman halk arasında söylenip durduktan sonra, yetkili hadis âlimleri, tıpkı diğer asılsız rivayetlerde yaptıkları gibi, bunların da sağlam bir şekilde rivâyet edilmediğini ortaya koymuşlardır.

Resul-i Ekrem Efendimiz in peygamberliğini gösteren ve az sayıda insan tarafından rivayet edildiği içki mütevatir derecesine ulaşmayan rivayetler, zamanla birbirini desteklemek sûreüyle mütevatir derecesin­de güç kazanmıştır. Muhtelif zamanlarda çeşitli grupların bu mucizeleri kullanması, onları düşmanların tenkit edip asılsız olduğunu ileri sürmesi, inkarcıların gözden düşürmeye çalışması bu rivayetleri daha bir güçlendirmiş, onları yerenlerin üzüntüsünü ve öfkesini daha da arttırmıştır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gaybdan, eskiden olmuş, ile­ride olacak, âhiret hayatında meydana gelecek şeylerden haber vermesi, açıkça ve kesin bir şekilde onun peygamber okluğunu gösterir. Nitekim ünlü âlimlerimizden Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), kelâm âlimi Ebû Bekir ibni Fûrek (v. 406/1015) ve daha başka âlimler de böyle söylemiş­lerdir. Allah hepsine rahmet eylesin.

İtirazcıların Hadîs Bilgisi

Resûl-İ Ekrem’in mûcizelerine dâir rivâyetlerin haber-i vâhid türün­den olduğu için kesin bilgi ifâde etmeyeceğini söyleyenlerin, hadisler ve onların rivâyeti konusunda yeterli araştırması bulunmadığını, daha çok hadis dışındaki konularla ilgilendiğini düşünüyorum. Yoksa hadislerin rivayet şekilleriyle, hadis ve şemâil kitaplarıyla ilgilenen bir kimse, daha önce de söylediğimiz gibi, mûcizelere dâir bu rivâyetlerin sahîh ve güve­nilir olduğunda şüphe etmez.

Bilindiği üzere bir muhaddisin mütevâtir dediği bir hadisi, bir başka muhaddis mütevâtir kabul etmeyebilir. Meselâ insanların çoğu, duydukları bilgi sâyesinde Bağdat şehrinin var olduğunu, onun büyük bir şehir ve hilâfet merkezi olduğunu bilir. Bazıları ise, onun bu özellikleri bir yana, adını bile duymamış olabilir. Aynı şekilde Mâlikî mezhebinin fakihleri, bu mezhebe göre, ister cemaatle kılınsın ister tek başına kılınsın, namazda Fâtiha sûresi’nin mutlaka okunacağını ve ramazan ayının ilk gecesinde oruca niyet etmenin diğer günler için de yeterli olacağını, kendilerine imâmlarından mütevâtir şekilde gelen bilgilerle tereddütsüz bilirler.

Öte yandan İmâm Şafiî, oruca her gece niyet etmeyi gerekli görür; abdest alırken başın bir kısmına meshetmeyi yeterli bulur;İmâm Mâlik de, İmâm Şâfiî de kılıç ve mızrak gibi ucu demirli veya demirsiz bir âletle yapılan öldürme olaylarında kısası, abdest alırken niyet etmeyi, nikahta velînin rızâsını şart koşarlar. İmâm Ebu Hanife ise bütün bu konularda her iki imâmın da görüşlerine katılmaz. Adı geçen mezhepleri incelemeyen ve onların görüşlerine katılmayan diğer mezheplerin âlimleri ve daha baş­kaları bu görüşlerin hiçbirini bilmezler.

Resûlullah Efendimiz'in gösterdiği mucizeleri birer birer ele aldığımız­da, inşallah bu konularda daha geniş bilgi vereceğiz.





Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1(Yaşar Kandemir)

Devamını Oku »

Mezhepler Arası İhtilaflar





Soru: "Mezhepler arası ihtilaflar neden çıkmıştır? Kur'an ve Sünnet gibi iki büyük nass varken neden dört büyük hak mezhep arasında bile ihtilaflar çıkmıştır? Bunu bir örnekle açıklayacak olursak: Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasında namazlarda elleri kaldırma hususu, kıraatlar, rukû ve secde arasında çok fark var. Hanbeli, Maliki ve Şafiiler bu konuda ellerini kaldırarak amel etmelerine rağmen neden İmam Ebu Hanife farklı bir yol izlemiştir? Hatta bu üç mezhep imamında bile bu konularda farklılıklar var. Ben hadislerin ricallerine indiğimde Ahmed b.Hanbel'in getirmiş olduğu hadisleri daha sağlam buluyorum.

Hem bizim muhaddislerimizin kitaplarında da bu hadisler mevcut. Hadislerin senedi sağlam ve hasen. Türkiye'de yaşayan insanların çoğu Hanefi mezhebine göre amel ederler. Biz de öyle. Ama namaz konusunda ve diğer meselelerde sağlam hadisleri gördüğümüzde amel etmek bizim için güç oluyor. Çünkü bazı şeyleri gözümüzde o kadar ikonlaştırmışız ki, hangi yoldan gideceğimizi ve nasıl amel edeceğimizi şaşırıyoruz."

Cevap: Esas meseleye geçmeden önce soruda yer alan bir ifade üzerinde durmamız gerekiyor: Kur'an ve Sünnet'ten "iki büyük nass" diye söz ederken okuyucum, ya "iki temel kaynak", ya da kalıplaşmış ifadeyle "Kur'anımız bir, Sünnetimiz bir; öyleyse farklı uygulamaların sebebi nedir?" demek istiyor olmalı...
Daha önce de muhtelif vesilelerle belirttiğim gibi, fıkhî mezhepler arasındaki ihtilafların iki temel sebebi vardır:

1. Nassların yapısı. Ahkâma ilişkin kimi ayet ve hadislerin, farklı şekillerde anlaşılmaya müsait bir dil ve üslupla varit olmaları yanında, özellikle mütearız hadislerle amel noktasında izlenen yöntemlerin farklı oluşu. Bilhassa bu son nokta, Hadis İlimleri içinde İhtilâfu'l-Hadîs veya Muhtelifu'l-Hadîs dediğimiz alt disiplinin iştigal sahasını oluşturur.

Mezheplerin delillerini zikreden eserlerin incelenmesi bu maddede özetlemeye çalıştığım sebebin kavranmasına yardımcı olacaktır. Arapça bilmeyenler için merhum Ahmed Davudoğlu hocanın "Selamet Yolları" adlı 4 ciltlik eseri (ki İbn Hacer'in "Bülûğu'l-Merâm" adlı eserine Muhammed b. İsmail es-San'ânî tarafından "Sübülü's-Selâm" adıyla yazılan şerhin Ehl-i Sünnet dışı tarafları atılarak yapılmış güzel bir çevirisidir) ile Celal Yıldırım hocanın "Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri" adlı 6 ciltlik çalışması tavsiyeye şayandır.

2. Müçtehid imamların kimi istinbat metotlarının benimsenmesi veya reddedilmesindeki ihtilafları. Zahirî mezhebinde Kıyas'ın, Şafiî mezhebinde İstihsan'ın reddedilmesi bu noktada ilk akla gelen örneklerdir.

Fıkhî ihtilafların, iki maddede özetlemeye çalıştığım ana sebepleri yanında tali sebepleri de vardır. Gerek ana, gerekse tali sebeplere burada ayrıntılarıyla yer vermem teknik olarak mümkün olmadığı için, konu hakkında kaleme alınmış müstakil eserlerin incelenmesini tavsiye etmek en doğrusu. İmam ed-Debûsî'nin "Te'sîsu'n-Nazar"ı, İbn Teymiyye'nin "Ref'u'l-Melâm"ı, Ebu'l-Feth el-Beyânûnî'nin "el-İhtîlâfâtu'l-Fıkhiyye"si, Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın "Eseru'l-İhtilâf fi'l-Kavâ'idi'l-Usûliyye fî İhtilâfi'l-Fukahâ"sı –hepsi de dilimize çevrilmiştir– ilk akla gelenler.
Soruda örnek olarak zikredilen hususlardaki ihtilaflar (ki rükû ve secdede hatırı sayılır bir ihtilaf bulunduğunu söyleyemeyiz), mütearız rivayetlerin varlığından kaynaklanmıştır. Yukarıdan beri ismini zikrettiğim eserlere ve bilhassa Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî'nin "Faslu'l-Hitâb fî Mes'eleti Ummi'l-Kitâb" ve "Neylu'l-Ferkadeyn fî Mes'eleti Ref'i'l-Yedeyn" isimli eserleri ile Abdülhayy el-Leknevî'nin "İmâmu'l-Kelâm fîmâ Yete'alleku bi'l-Kır'âeti Halfe'l-İmâm"ına müracaatla bu konudaki tereddütlerin giderilmesi kolaydır.

Öte yandan ulema, Müçtehid imamlar arasındaki ihtilafların, "birbirini nakzeden çelişkili tavırlar" olarak görülmemesi gerektiğini beyan ve söz konusu ihtilafları, "azimet-ruhsat" veya "fetva-takva" bölümlemesi ile izah etmiştir ki, Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî ile eş-Şa'rânî'nin bu sahada müstakil eserler verdiğini daha önce birkaç kere zikretmiştim.

Sorunun son kısmında yer alan hususa gelince, son derece önemlidir ve üzerinde ayrıca durmayı gerektirmektedir.

Soru sahibi, Muhaddisler'in kitaplarında Hanefî mezhebinin içtihadlarının aykırılık arz ettiği sağlam rivayetler bulunduğunu belirtiyor, bu durumda mezhebin görüşleri "ikonlaştırıldığı" için hadislerle amelde zorluk çekildiğini dile getiriyordu.

Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Hadis ve Hadis tarihini ilgilendiren veçheleri bulunan bu meselenin "problem" olmaktan çıkarılabilmesi için iki şey gerekli: Ya kaynaklara inerek meseleyi bizzat tahkik edeceğiz, yahut da bu işi yapmış olanların söylediklerine kanaat getireceğiz.

Belki daha önce bahsetmiştim; İmam el-Buhârî ve çağdaşı pek çok Hadis imamının hocası konumunda bulunan İbn Ebî Şeybe'nin, "el-Musannef"inde açtığı özel bir bölümde İmam Ebû Hanîfe'yi "hadislere muhalefet etmek"le suçladığı 125 meseleyi cevaplandırdığı "en-Nüketu't-Tarîfe" adlı eserinin girişinde Zâhid el-Kevserî merhum enteresan bir anekdot nakleder:

Önceleri Malikî mezhebine mensupken, bilahare doğrudan hadislerle amel eden bir Selefî olduğunu söyleyen Mağrip'li bir zat kendisini ziyarete gelir. Tanışma faslında söze girer ve şöyle der:

"İslam dünyası, Hadisle ameli terk edip, kimi şahısların görüşleriyle amel etmek suretiyle dalalete düşmüştür. Bununla birlikte, sizin memleketiniz (Anadolu coğrafyası) dışındaki her yerde, mukallitlerden gördükleri baskılara rağmen Hadisle amel eden kimseler de mevcuttur. Sizin memleketinizde taklitten yüz çevirip doğrudan Hadisle amel eden kimse duymuyoruz. Sizin Ehl-i Hadis olduğunuzu ve Hadisle amel ettiğinizi duyunca sevindim ve sizi ziyaret etmeyi gerekli gördüm."
el-Kevserî, "Hakkımdaki bu hüsn-ü zannının devam etmesine izin mi vereyim, yoksa konu hakkındaki görüşümü söyleyerek aklının karışması pahasına doğruyu mu ortaya koyayım" diye bir an tereddüt gösterdikten sonra kendi kendine, "İlkini yaparsam, kendisini aldatmış olurum ki Müslüman aldatmaz; ikincisi ise nasihat olur ki din nasihattir" der ve muhatabına şöyle karşılık verir:

"Üstadım! Görüyorum ki Sünnet ehli grupları Hadis'ten yüz çevirmekle itham ediyorsunuz. Bildiğim kadarıyla onlar arasında Hadisle amel uğruna bütün gücünü sarf etmeyen bir grup mevcut değildir. Ne ki Hadis'i anlamak ve illetlerine vakıf olmak herkesin işi değildir. Dolayısıyla hangi hadislerle amel etmediklerini belirtmeden onları Hadisle amelden yüz çevirmekle itham etmek doğru değildir."
el-Kevserî bunları söyledikten sonra, muhatabına, Ehl-i Sünnet mezheplerin herhangi birisinin, herhangi bir meselede Hadis'e tam anlamıyla muhalefet ettiğine dair gösterebileceği bir örnek olursa meseleyi kendisiyle münakaşa edebileceğini belirtir.

Muhatabı, örnek olarak namazda rükûa giderken ve doğrulurken ellerin kaldırılması meselesini gösterir ve "Bu konuda sahih hadisler mevcut olduğu halde Hanefîler bunlara muhalefet etmiştir" der. el-Kevserî şöyle mukabele eder:

"Aksine, Ehl-i Medine'nin alimi Mâlik ve Kûfe'de Ebû Hanîfe'nin rakibi (konumundaki) Süfyân es-Sevrî de bu meselede Hanefîler'le aynı görüştedir. Onların hepsi de rükûa giderken ve rükûdan kalkarken ellerin kaldırılmayacağını söylemiştir. Hatta bu konuda (ellerin kaldırılacağı konusunda) mutlak olarak sahih bir hadis de mevcut değildir. Sadece İbn Ömer (r.a) hadisi bunun istisnasıdır. Diğer hadislerin illetleri "el-Cevheru'n-Nakî", "Nasbu'r-Râye" ve daha başka eserlerde açıklanmıştır. İbn Ömer (r.a) hadisine gelince, Mücâhid ve Abdülazîz el-Hadramî'nin rivayetine göre İbn Ömer (r.a)'in kendisi dahi bu hadisle amel etmemiştir. Sahâbî ravinin kendi naklettiği hadisle ameli terki, Hadis tenkitçilerinin önderleri nezdinde hadisin sıhhatini yaralayıcı bir illettir.

İbn Receb'in "Şerhu İleli't-Tirmizî"sinde de tafsilatıyla belirtildiği gibi, sahâbî ravinin bu tutumu sadece Hanefîler nazarında değil, başkaları nezdinde de hadisi yaralıyıcı bir illettir. Bunun yanında ravilerin ittifakla naklettiğine göre, İbn Mes'ûd (r.a), rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken ellerin kaldırılmayacağını bildiren hadisi nakletmiş ve kendisi de bu hadisle amel etmiştir. Kasdettiğim, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve en-Nesâî'nin "Sünen"lerinde de rivayet edildiği gibi İbn Mes'ûd (r.a)'ın, "Size Resulullah (s.a.v)'in kıldığı gibi namaz kılayım mı?" diyerek kıldığı namazdır ki, sadece ilk tekbirde ellerini kaldırmıştır. Bu anlamda daha pek çok hadis mevcuttur. el-Berâ (b. Âzib -r.a-)'ın rivayeti bunlardan birisidir ve Ebû Dâvûd'un naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) namaza başladığı zaman ellerini kulakları hizasına kadar kaldırır, sonra bunu bir daha tekrarlamazdı."

Bu noktada muhatabı söze girerek, "Ancak "bir daha tekrarlamazdı" lafzını yalnızca Yezîd b. Ebî Ziyâd isimli ravi nakletmiştir ve bu zat, rivayetleri birbirine karıştıran birisidir" der. el-Kevserî,

"Bunu söyleyenler olmuştur. Ancak Ebû Dâvûd, et-Tahâvî ve el-Beyhakî'nin rivayetine göre el-Hakem b. Uteybe ve İsa b. Ebî Leylâ da "bir daha tekrarlamazdı" lafzını aktarmışlardır..." diye mukabele eder ve bu hususu destekleyen başka bilgiler de verir.

Yukarıda el-Kevserî merhumdan uzun bir anekdot naklettim. Eğer bu köşenin okuyucuları arasında, mezheplerin sahih hadislere kasden muhalefet ettiği ve meşru bir sebebe dayanmaksızın Sünnet'e aykırı içtihadlar benimsediği görüşünde olanlar varsa, o anekdot onlar için çok şey anlatıyor olmalı.

Her şeyden önce Sünnî mezheplerin (hangisi olursa olsun) sahih hadislere karşı "tavırlı" olduğu ve şahsî görüşleri öne çıkararak hadislere muhalefet ettiği şeklindeki düşüncenin temelsiz bir "önyargı"dan ibaret olduğunu bir kere daha vurgulayalım.
İkinci olarak bir kısım Ehl-i Hadis'in Irak ekolü –bilhassa Hanefîler– hakkında olumsuz kanaate sahip olmasının, onların esas aldığı kimi rivayetlerin taz'ifinde belirleyici bir rol oynadığı gerçeğinin altını çizelim.

"Bir kısım Ehl-i Hadis niçin Hanefîler hakkında olumsuz bir kanaate sahip olmuştur?" sorusu bu noktada önemlidir ve birkaç başlık altında cevaplandırılabilir:

1. Genel olarak Irak bölgesinin, Emevî ve Abbâsî yönetimlerinin merkezi olmasının da etkisiyle farklı din ve kültürlere açık oluşu, dolayısıyla "uydurma hadis" belasına bu bölgede yaygın olarak rastlanması. (Hemen bütün bid'at Kelam fırkalarının bu bölgede ortaya çıktığını hatırlayalım.)

2. Kıyas'ın (hatta İstihsan'ı da ekleyebiliriz) bir istidlal yöntemi olarak bu bölgede yaygın olarak kullanılması.

3. Bişr b. Ğiyâs el-Merîsî örneğinde olduğu gibi İtikadî sahada bid'at mezheplerden birinin müntesibi olduğu halde Fıkıh'ta Hanefî mezhebini benimseyen birçok kişinin mevcudiyeti. (el-Kevserî merhum, i'tizal görüşünün el-Merîsî'den sübutu konusunda mütereddittir.)

4. Hanefî mezhebinin birçok imamının (başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere el-Hasen b. Ziyâd el-Lü'lüî, Muhammed b. Şucâ' es-Selcî vd. Keza bu köşede 2003 Temmuz'unda Nuh b. Ebî Meryem'in durumu hakkında yazdıklarım da hatırlanmalıdır.) bazı Hadis tenkitçileri tarafından haksız yere cerh edilmiş olması. (Kıyas'ı çok kullanmaları, birçok hadisi Ehl-i Hadis'in anladığından farklı anlamaları, bazı haber-i vahidleri Kur'an'a veya daha güçlü rivayetlere aykırı olduğu için amele konu etmemeleri, "Halku'l-Kur'an" meselesinde "Kur'an kelamullahtır" deyip, başka bir şey ilave etmemeleri... gibi sebeplerle.)

Bu ve benzeri sebeplerle Hanefî mezhebi imamlarının içtihadları söz konusu olduğunda bilinç altında yer etmiş olan "hadise aykırılık" çağrışımı su yüzüne çıkıverir. Sanki "Hanefî muhaddisler" diye bir vakıa yokmuş, "sahih hadis" sadece "Kütüb-i Sitte"ye veya diğer Hadis İmamları'nın eserlerine münhasırmış ve elimizdeki Hadis kitaplarında Hanefî mezhebinin içtihadlarına dayanak oluşturan hiçbir rivayet mevcut değilmiş gibi!..

Bu yanılsama hala, İmam Ebû Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, et-Tahâvî, Ebû Bekr el-Cassâs... gibi mezhep büyüklerinin hepsi de bize kadar ulaşmış ve basılmış bulunan eserlerinin mevcudiyetinin ve değerinin yok sayılmasına yol açacak güçtedir ne yazık ki...

Hatırlanacağı gibi bu köşede Aralık 2001-Ocak 2002 arasında yer alan "Okuyucu Soruları" serisi içinde, İmam el-Kerhî'nin, "Ashabımız’ın sözüne aykırı olan her ayet ya nesh edilmiş veya tercihe daha şayan başka bir delil sebebiyle terk edilmiş olmaya hamledilir" anlamındaki sözü üzerinde birkaç yazı boyunca durmuştum. Orada da belirttiğim gibi Ehl-i Hadis de dahil olmak üzere hüküm istinbatı ameliyesiyle iştigal eden herkes/im, birbiriyle tearuz halindeki rivayetlerden bir kısmıyla amel ererken diğer kısmını tevil etmiştir ve esasen bunun başka bir yolu da yoktur. Bir başka ifadeyle mütearız rivayetlerin birini öbürüne tercihte esas alınan kriterler mezhepten mezhebe ve ekolden ekole değiştiği için her mezhep ve ekolün amele konu ettiği rivayetler bulunduğu gibi, amel dışı bıraktığı rivayetler de vardır. Yani mesele hadisle ameli terk değil, bir delili diğerine tercih meselesidir.

Dolayısıyla herhangi bir Hadis kitabında mezhebin içtihadı ile örtüşmeyen bir rivayet gördüğümüzde hemen şüphe ve tereddüde düşmemeli, mezhep alimlerinin o rivayetten, o rivayetin sıhhat-zaaf durumundan ve ifade ettiği hükümden habersiz olduğu vehmine kapılmamalıdır. O rivayet, mezhep büyükleri nazarında –istidlal ve istinbatta esas aldıkları kriterler çerçevesinde– söz gelimi "mensuh" olabilir, bir başka –daha güçlü– bir rivayete veya bir Kur'an ayetine muhalif olabilir, bünyesinde taşıdığı bir gizli illet (kusur) sebebiyle amele konu edilmemiş olabilir ya da bizim anladığımızdan farklı birşey ifade ediyor olabilir...

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »

Allah Yolunda Öldürülenler Diridirler


"Allah yolunda öldürülmüş olanlar için "Ölü''ler demeyin, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız "(Bakara, 154).

Bu Ayetin Mâkabliyle Münasebeti Ve Nüzul Kıssası

Bil ki bu ayet, Al-i İmran süresindeki, "Aksine onlar diridirler, Hableri yanında
rızıklandırılıyorlar" (Al-i imran, 169) ayetinin bir benzeridir. Bu ayetin, bir önceki ayetle olan irtibatının izahı şöyledir: Sanki şöyle denilmektedir: Dinimi yerine getirmekte sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Bu yerine getirmede, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla cihâd etmeye mecbur otur, bunu yapar ve bu yolda canlarınız giderse, canlarınızı boşuboşuna harcadığınızı (verdiğinizi) zannetmeyin. Aksine biliniz ki sizden öldürülenler  benim katımda diridirler."Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: 101[101]

Birinci Mesele

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu ayet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün müslümanlardan ondört kişi şehid edilmişti. Bunlardan altısı muhacirlerden, sekizi ise ensardandı. Muhacirlerden olan; "Ubâde b.el-Hars b. Abdul-Müttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü'ş-Ştmâleyn, Amrb. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensardan olanlar; Sa'id b. Hayseme, Kays b. Abdu'l-Münzlr, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ,Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra.,.Sahabe-i Kiram,"Falanca öldü, falanca öldü"diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, "öldüler" denilmesini nehyetti."

Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivayet edilmişir: "Kâfirler ile münafıklar, "İnsanlar, hiçbir fâidesi olmaksızın sırf Muhammed'in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar" demişlerdi de bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur." 102[102]

İkinci Mesele

Kelimesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfudur. Bunun takdiri şöyledir"Onlar ölülerdir demeyin.'103[103]

Şehitlere Ölü Denmez, Onlar Diridir

Üçüncü Mesele

Bu ayetle ilgili çeşitli görüşler vardır:

1) "Onlar şuanda diridirler." AllahuTeâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için
diriltmiştir.Bu görüş, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu, kendileri kabirlerinde bulundukları halde, itaat edenlere, nail oldukları sevabın ulaştığına delildir.Şayet, "Biz onların bedenlerinin kabirlerde ölü olduğunu müşahede ettiğimiz halde, sizin bu görüşünüz onlar hakkında nasıl doğru olabilir?" denilirse, deriz ki:"Bize göre, hayâtın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ'nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden herbirinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir."

Mu'tezile'ye göre ise, Allahu Teâlâ'nın hayat sahibi varlığın mahiyeti için zorunlu olan cüzlere, unsurlara hayatı iade etmesi, onları tekrar diriltmesi ve diğer uzuvların gerekli olmaması garip görülemez.. Yine Allah'ın onları, artık görülmez, müşahede edilmez olduklarında da diriltmesi imkân dahilindedir.

2) Esamm şöyle demiştir: Yani, "Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, "diri şehitler" deyiniz."

Yine müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse......kimse gibi midir?" (Enam, 122) ayetinde belirttiği gibi, "onlar, din hususunda ölmüşlerdir" deyip de,bunun üzerine de Allah'ın, "Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz; fakat siz, onlar dinde diridirler, fakat onlar, yani müşrikler, Hz. Muhammed'in dini üzere öldürülenlerin, dînî bakımdan diri olduklarını Rablerinden olan bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler" demesi mümkündür. Nitekim anlatılan bir hikayede şöyle rivayet edilmiştir: Adamın birisi birisine şöyle der: "Senin gibi bir kimseyi halef bırakan kimse ölmez."

Hipokrat'ın ise öğrencilerine, "İradenizle ölünüz ki, ruhunuzla diriltilesiniz" dediği
anlatılmaktadır.

3) Müşrikler şöyle diyorlardı: "Muhammed'in arkadaşları kendilerini öldürüyor, hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiç bir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar..." Bunu söyleyenler, işte müşriklerdir. Onların, âhireti inkâr eden "Dehriyye" itikadına bağlı olmaları veya, ahirete inanıp da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr etmeleri muhtemel olduğu için, onlar bu sözü söylemişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,"Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremiyecekler, demesi gibi demeyin; fakat ancak biliniz ki onlar diridirler, yani onlar diriltilecekler ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, nimetlendirileceklerdir deyiniz"
buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, (!) sözünü, "onlar diriltilecektir" şeklinde tefsir etmek tuhaf değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, " Muhakkak ki iyi kullar naîm cennetindedirler; günahkârlar ise, çılgın bir ateş içindedirler.(İnfitar, 13-14); "O ateşin duvarları onları kuşatmıştır " (Kehf,29):

Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar" (Nisa. 145) ve."İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar nimetler cenneti fçfndedfrter"(Hacc.56) buyurmuştur. Yani onlar, "böyle olacaklar" demektir. Bu görüş Ha'bî ve Ebu Müslim el-İsfehaninin tercihidir. 104[104]

Kabir Azabının Delilleri

Bil ki ulemânın ekserisi, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Kabir azabına delâlet eden ayetler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Dediler ki"Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" (Mümin, 11) buyurmuştur. Ayette zikredilen iki ölüm, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle mümkün olur. "Boğuldular ve bir ateşe sokuldular"(Nûh, 25) ... (Fâ harfi ta'kibiyye içindir) ve, "Sabah akşam ateşe tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (şöyle seslenilir): "Firavunun hanedanını azabın en çetinine sokunuz!" (Mümin,46)...Kabir azabının varlığı sübut kazanınca, kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetmek de gerekir. Çünkü azab, Allah'ın kulun üzerindeki hakkıdır; se-/âb ise, kulun Allah üzerinde olan hakkıdır. Buna göre azabı düşürmek, mu-kâfaatı düşürmekten daha güzeldir. Cenâbı Hak azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde O'nun
kabirde sevabı vermesi daha uygun olur.

b) Eğer ayetin mânası, 1. ve 2. maddelerdeki gibi olursa, Allahu Teâlâ'-nın,"Fakat siz,
hissedemezsiniz" ifâdesinin bir anlamı kalmaz. Çünkü mü'minler, şehidlerin kıyamette diriltileceklerini ve onların Allah'tan olan bir nûr ve hidayet üzere ölmüş olduklarını bilmeseler bile, hitap onlaradır. Böylece durumun, bizim dediğimiz gibi, Allah'ın onları kabirde dirilteceği hususu bilinmiş olur.

c) Allahu Teâlâ'nın,''Ve onlar, henüz kendilerine yetişmemiş olanlar hakkında müjde vermek isterler" (Al-i. İmrân. 170) ayeti, öldükten sonra dirilme vâki olmadan önce, Berzah âleminde bir hayatın bulunduğuna bir delildir.

d) Hz. Peygamber'in şu [Tirmizi,Kıyame 26]sözü: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirdeki azâb ve mükâfaat hususundaki haberler,mütevâtir derecesinde gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) namazının sonunda, azabından sana sığınırım derdi.[Ebu Davud,Edeb 105]

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar diridirler" sözünden maksadı, "onların diriltilecekler)" manası olsaydı, bu hususta sadece onların zikredilmesinin bir manası olmazdı. Ebu Müslim, buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allah Teâlâ onları özellikle zikretmiştir, zira onların cennetteki dereceleri daha yüce, menzilleri daha şereflidir. Çünkü Cenâb-ı Hak,"Kîm(ler) Allah'a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine inamda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler ile beraberdir" (Nisa, 69) buyurmuştur. Allah onları yüceltmek için bilhassa zikretmiştir."Bil ki bu cevap zayıftır. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin derecesi, Cenâb-ı Allah onları zikretmemiş olsa da, daha büyüktür.

f) İnsanlar, şehidlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara saygı duyarlar. Du da bazı
bakımlardan bizim söylediklerimize delildir. Ebu Müslim kendi görüşüne tercihe sebeb olarak,Al-i İmran süresindeki, Aksine onlar Rableri katında diridirler" (Al-i İmran, 169) ayetini zikretmiş ve "Ayette belirtilen, "Allah'ın katında oluş," mekân bakımından bir oluş değil,cennette bulunuş manasınadır. Halbuki cennetliklerin ancak kıyametin kopmasından sonra cennete girecekleri malumdur" demiştir.

Ona şöyle cevap veririz: "Bahsedilen, "Allah'ın katında oluş"un ancak cennette olmakla olacağını kabul etmiyor, aksine onlar kabirde veya bir başka yerde oldukları halde, bunun derecelerinin yükseltilmesi ve ilâhi müjdelerin kendilerine ulaştırılması manasında olduğunu söylüyoruz." [107]

Beden-Ruh Münasebeti, Kabir Azabının Ruhanî Olması Meselesi

Bil ki ayet hakkında bir başka görüş daha vardır. O da, "Kabir azabının veya mükâfaatının bedenlere değil ruhlara verildiği görüşüdür. Bu görüş, ruhu bilmeye bina edilmiştir. Bu görüşte olanların sözünün özüne işaret ederek diyoruz ki: Onlar şöyle demişlerdir:"İnsanın şu görülen heykelden (bedenden) ibaret olması mümkün değildir. Bu mümkün olmayışın iki sebebi vardır:

1) Bu bedenin cüzleri devamlı büyür, gelişir, serpilir, noksanlaşır, mükemmelleşir ve erir,zayıflar.. İnsan, İnsan olması bakımından, hayatının başından beri hep devam eder. Bakî olan, bakî olmayandan başkadır. Herkesçe "ene-ben" lafzıyla kendisine işaret edilenin, bu heykelden başka olması gerekir. [108]

"Ben" Dediğimiz Şey Nedir?

2) Ben, benim, bütün parçalarımdan ve cüzlerimden habersiz olduğum halde de, "ben"olduğumu bilirim. Bilinen, bilinmeyenden başkadır. Kendisine, uî "Ben" diye işaret ettiğim, bu âza ve cüzlerden başkadır. "İnsan hissedilemez.çünkü hissedilen şeyler, o şeylerin yüzeyi ve rengidir. Fakat şüphe yok ki insan sadece görünen rengi ve yüzeyinden ibaret değildir.

Âlimler bu noktada kendisine "Ben" diye işarette bulunulan şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşler çoktur. Ancak bunların en özlüsü şu iki görüştür:

A) Maddi cüzler, bu heykelde (bedende), ateşin kömürde, yağın susamda ve gülsuyunun gülde hareket edip (sirayet etmesi) gibi hareket ederler. Bu görüşte olanlar iki grupturlar:

1) Cisimlerin heykellerine (sadece görünen maddelerine) inanan kimseler. Bunlar şöyle derler: "Bu cisimler, insanın heykelinin meydana geldiği diğer cüzlere denktir. Fakat irâde ve ihtiyar sahibi olan Kadir Allah, kişinin ömrünün başından sonuna kadar, bazı cüzleri ibkâ eder.

İşte o cüzler herkesin "Ben" sözüyle işaret ettiği cüzlerdir. Sonra o cüzler, Allah'ın onlara verdiği bir hayat ile diridirler. Bu hayat zail olduğu zaman o cüzler ölür." Bu çoğu kelâmcıların görüşüdür.

2) Cisimlerin çeşit çeşit olduğuna inanan kimselerdir. Bunlar insanın ömrünün başından sonuna kadar devam eden cisimlerinin mahiyet ve hakikat itibarıyla şu heykeli meydana getiren cisimden farklı olduğunu, o cisimlerin zatları gereği diri olduklarını, zatları gereği idrâk olunduklarını; bu bedenle (heykel ile) birleşip, ateşin kömürde sirayet edişi gibi onda hareket ettiği zaman, şu heykelin o ruhun nurlarıyla nurlanıp onun hareketiyle hareket edeceğini iddia etmişlerdir. Sonra şu heykel devamlı zayıflama, çözülme ve değişmededir. Ne varki o cüzler olduğu gibi devam eder ve mahiyet itibariyle çürüyen heykelden farklı olduğu için kendisine çözülme arız olmaz. Bu beden bozulunca, o nûrânî lâtîf olan o cisimler, eğer saîdler cümlesinden ise, bedenden ayrılarak, göklere, mukaddes ve mutahhar âlemlere giderler. Eğer şakiler cümlesinden iseler cehennem ve belâlar âlemine giderler.

B) Herkesin "Ben mevcudum" diye işaret ettiği şey mekân tutan bir şey olmadığı gibi, bir mekânda bulunan şey ile de bulunmaz. O, ne bu âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bu şekilde olması, Allah gibi sayılmasını gerektirmez. Çünkü selbî (menfî, negatif) hususlarda müşterek (benzer) olmak, mahiyet itibarıyla aynı olmayı gerektirmez. Bu görüşte olanlar, şu şekilde delilgetirmişlerdir: Malumatta gerçek manada tek başına müstakil olan şey vardır. Binaenaleyh onu bilmenin tek hak olması gerekir. Bu sebeple böyle bir ilimle nitelendirilmiş olanın da tek gerçek olması gerekir. Halbuki cisimlerin her parçası veya cisme giren her şey gerçek ferd (müstakil bir şey)değildir. Buna göre, işte bitarafımızdan "O, bu tek tek şeyleri bilir" diyebileceğimiz şeyin ne cisim, ne de cismânî olmaması gerekir.

Malumatta (bilinmede) gerçek tek olan şeye gelince şüphesiz bu, birşeyin varlığında bulunan bir şeydir. Bu mevcud eğer gerçek ferd ise, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.Eğer mürekkeb ise, bu durumda mürekkeb olan,ferd terden meydana gelmiştir. Binaenaleyh her halükârda ferdin bulunması gerekir. O, malûmatta ferd (tek) olduğu zaman malumda da ferd olur. Çünkü o ferde (tek'e) taalluk eden bilgi, eğer bölünürse onun cüzlerinden herbiri veya bazısı,yâ o malumla bilinmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman cüzün (parçanın) bütüne denk olması gerekir. Bu da imkânsızdır. Ya da o şey, ilim bakımından o malumun cüzlerinden olmaz. Buna
göre bu cüzler biraraya geldiği zaman, ya bir fazlalık ortaya çıkar ki bu,o tek ferdi bilmektir.

Bu durumda o malumu bilmek, bundan Önce takdir ettiğimiz o şeyler değil de, ortaya çıkan şu yeni durum olmuş olur. Sonra bu yeni durum eğer bölünebilirse, mesele geri dönmüş olur.

Eğer bölünmezse, zaten elde edilmek istenen netice de budur.Malumda bölünmeyi kabul etmeyen bir ilmin bulunması durumunda, bu ilimle mevsuf olan da aynı olması durumuna gelince.mevsûf eğer taksimden önce mevcud ise, bu, cüzlerden herbiri veya bir kısmı olur.

Yok eğer o ilmin tamamıyla mevsuf olursa, bu takdirde o bir tek şey bir çok eşyaya birden dahil olmuş (nüfuz etmiş) olur ki bu imkânsızdır. Veya o dahil olan şeyin cüzleri mahallin (yani girdiği yerin) cüzlerine taksim edilmiş olur ki bu takdirde de o dahil olan.taksim edilmiş olur. Halbuki biz o dahil olan şeyin bölünmeye kabil olmadığını farzetmiştik. Yahut, o mahallin cüzlerinden herbiri, dahil olanın (hallin) bir kısmı ila değil de tamamı ile muttasıf olması durumu olabilir. Bu takdirde de bu mahal, o dahil olandan (hailden) boş (hâlî) olmuş olur.

Halbuki biz onunla mevsuf olduğunu varsaymıştık. İşte bu da bir tenakuzdur.Her mekân tutan şeyin bölünebilir olmasına gelince, bu, atomu yok sayma hususunda zikredilen delillerle isbat edilir. Onlar sözlerine şöyle devam ederler: "Böylece herkesin, "Ben varım" diye işaret ettiği şeyin bir mekânda olmadığı ve bir mekânda bulunan şeyle bulunmadığı (mütehayyizle kâim olmadığı) ortaya çıkmış olur. Sonra deriz ki: Bu mevcudun, mutlaka cüz'iyyâ-ti.idrâk etmesi gerekir. Zira aksi halde karşımda duran cismin, meselâ at değil de bir insan olduğuna hükmetmem mümkün olmaz. Bir mevcudu bir sıfatla niteleyenin, haklarında hüküm verdiği (nitelediği) şeyleri müşahede etmesi, cüz'îyi ve külliyi idrâk etmesi gerekir; tâ ki o külliyi esas alarak o cüz'î hakkında hüküm verebilsin. Külliyatı idrak eden nefsin bizzat kendisidir.

Cüz'iyyâtı idrâk eden de odur. O halde buna göre cüz'iyyâtı idrâk eden herkesin lezzet
duyması ve acı duyması imkânsız değildir." Bu görüşte olanlar şöyle devam ettiler: "Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bedenden ayrılan bu ruhlar, kıyamet günü Allah onları bedenlerine döndürünceye kadar, elem veya lezzet duyarlar. Orada da bedenler için lezzetler ve acılar meydana gelir." İşte bu, insanlardan bir grubun söylediği bir sözdür.Bunlar sözlerine devamla şöyle dediler: "Bu görüşün çok güçlü bir delili olmadığını farzetsen bile, yanlışlığına dair de bir delil yoktur. O halde bu, şeriatın te'yid ettiği, Kur'an'ın zahirinin desteklediği ve Allah'ın kitabında kabir azabının ve mükâfaatının olduğuna dâir şek ve şüpheleri izâle eden bir
izah şeklidir. Bu sebeble bu görüşe varmak gerekir. "

İşte bu görüşün izahı hususunda özetle anlatılan husustur. Allah işlerin hakikatini bilendir.Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu görüşü şu husus da te'yid eder: Kabir azabı veya mükâfaatı ya şu bünyeye, ya da onun bir parçasına gelir. Birincisi mükâbere (delilsiz iddia) dir. Çünkü biz bu bünyenin paramparça olduğunu ve dağıldığını görüyoruz. Öyle ise sevab ve azabın bu bünyeye geldiğini söylemek nasıl mümkün olur? O zaman ancak şöyle denebilir: Allah Teâlâ, o küçük cüzlerden birini diriltir, azab ve ikâbı ona verir. Bu mümkün olursa, şöyle de denebilir: İnsan, sadece ruhtur.

Çünkü ruh dağılıp parçalanmaz. Binaenaleyh şüphe yok ki azab ve mükâfaat ona gelir, sonra Allah Teâlâ, kıyamette ruhları bedenlere döndürür ve böylece cismânî haller, ruhanî hallerle birleşmiş olur. 109[109]



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 4/74-81

Devamını Oku »

“Anlama Problemi”nden Müşteki Bir Yazara Hatırlatmalar



Milli Gazete - 18 Şubat 2003

Bugünden başlayarak birkaç yazı halinde Mustafa İslamoğlu'nun, "anlama problemi" üzerine kurguladığı Üç Muhammed adlı çalışmasını konu edineceğim. Hemen belirteyim ki, okuyacaklarınız "book review" tarzı yazılar olmayacak. Zira mezkûr kitabın kurgusuyla, iddiasıyla ve ortaya koyduğu argümanlarla ilgilenecek o tarz bir yazı, takdir edersiniz ki bu köşenin sınırlarını hayli zorlayacaktır. Bu itibarla burada yapmayı tercih edeceğim şey, "anlama problemi"nin altını çizen İslamoğlu'nun bu kitabında göze çarpan "anlama problemleri" ile sınırlı bir "hatırlatma" olacak.

Anlaşıldığına göre İslamoğlu, kapağında sekizinci kere basıldığı ifade edilen bu kitabı yazdıktan sonra bir daha gözden geçirme ihtiyacı hissetmemiş. Değineceğim "anlama problemleri" konusunda iki şey söylenebilir: 1) İslamoğlu bu kitabı "alelacele" kaleme almıştır; bu sebeple bahse konu problemleri fark edememiştir. 2) İslamoğlu, bu kitapta söylediği her sözden, arkasında sonuna kadar duracak denli emindir. Bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecek.

Alâ külli hal, ben üzerime düşeni yapmış olmak bakımından, kendisine aşağıdaki hususları hatırlatmayı bir "ilim borcu" olarak görüyorum. Gerisine kendisi karar verecektir...

1. "İrfanî bilgi sistemi mensuplarının yukarıda yaptığı aşırı yüceltmeyi, İbn Teymiyye de mensubu olduğu beyan bilgi sisteminde yapmıştır. Her iki grup da tezlerini desteklemek için en şaibeli haberleri kullanmaktan kaçınmamışlardır. Aynen şu örnekte görüldüğü gibi: "Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür." (Üç Muhammed, 79)

Diyelim ki İbn Teymiyye'nin, senedindeki Abdülazîz b. el-Hasen b. Zebâle sebebiyle bu rivayete temkinle baktığını anlatan sözleri İslamoğlu'nun dikkatinden kaçmıştır ve yine diyelim ki İbn Teymiyye, Peygamber'in sahabesine sövenin, bizzat Peygamber'e sövene verilecek cezadan çok daha ağırına çarptırılacağının söylenmesinde bir problem görmeyecek kadar bu işlerin yabancısıdır. (!) Muhal farz kaydıyla bunları anlayabiliriz. Benim anlamakta zorlandığım asıl nokta başka: İslamoğlu'nun, "celede" fiilinin meçhul formu olan "culide" kelimesine "derisi yüzülür" anlamını hangi lugattan onay alarak giydirdiği!

Eğer İbn Teymiyye (ve konuyla ilgili eser yazan Takiyyuddîn es-Sübkî gibi başkaları) tarafından bu rivayet –sağlam bir delil diye– kullanılmışsa (ki öyle olmadığı açık), onlar bakımından İslam Hukuku'nda "deri yüzmek" diye bir cezanın mevcut olup olmadığının İslamoğlu tarafından niçin merak edilmediği bir bahs-i diğer. Ama İbn Teymiyye'nin es-Sârimu'l-Meslûl'üne eli değmişken, bu eserin "Hükmü Men Sebbe Ehaden mine's-Sahâbe" başlıklı faslına (570 vd.) bir göz atarak, hatta herhangi bir lugate başvurarak "culide"nin "duribe" anlamında olduğunu tesbit etmek son derece kolayken, başına böyle bir sıkıntıyı açmakta bir sakınca görmemiş olması düşündürücü.

"Neticede söz konusu olan, uydurma veya zayıf bir rivayet. Dolayısıyla meseleyi büyütmeye değmez" diyenler çıkabilir. Ama ilmî emanet duygusu, uydurma da olsa herhangi bir rivayete "kafamıza göre" anlam vermemize engel olmalı, değil mi? Bu rivayeti istidlal için mi, istişhad için mi kullandığına bakmaksızın İbn Teymiyye ve diğer ulemayı, "böyle bir rivayete dayanarak insanların derisinin yüzülmesine hükmeden kimseler" olarak takdim etmiş olmanın vebali de işin cabası...

2. "İbn Teymiyye bu eserinde (es-Sârimu'l-Meslûl'de, E.S.) aynen şöyle der: "Kendi sesini Peygamber'in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur." 'Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü'mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan raûf ve rahîm bir peygamber, kendi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi?' sorusu, bu türlü durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur." (Üç Muhammed, 79)

İbn Teymiyye'nin –her ne kadar metne sadık kalınmamışsa da, anlamı aksettirdiğini söyleyebileceğimiz yukarıdaki çeviride yer alan– bu hükmü, "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın. Onunla konuşurken, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir" (49/el-Hucurât, 2) ayetine dayanır; bunu mezkûr kitabında da (59 vd.) açıkça belirtmiştir. Kur'an tefsiriyle de iştigal ettiğini bildiğimiz İslamoğlu bu ayetin mantuk ve mefhumu ve her tabakadaki müfessirlerin bu ayetten istinbat ettiği ahkâm hakkında ne düşünür bilemem, ama, eğer İbn Teymiyye'nin (ve mezkûr ayetten bu hükmü çıkaran diğer ulemanın) yaptığı "yadırgatıcı" ise, İslamoğlu'nun bu babda yaptığı "dudak uçuklatıcı"dır. Zira İbn Teymiyye'nin zikrettiği hüküm, bizzat ayetin hükmüdür.

Burada söz konusu olan, Hz. Peygamber (s.a.v)'le konuşurken O'nun sesini bastıracak tonda ve herhangi birine bağırır gibi bağırarak konuşmaktır. Kasıtlı yapıldığı zaman Hz. Peygamber (s.a.v)'e saygısızlık ve O'nu incitmek anlamına geleceği açıktır. Bu ayetin nüzul sebebini ve nüzulünden sonra Sahabe'nin nasıl hareket ettiğini görmek için rivayet tefsirlerine bakılabilir.

"Rasulullah'ın, etrafındakilerin çok daha saygısız davranışlarına nasıl dayandığına şu ünlü rivayeti örnek gösterebiliriz: "Uyeyne b. Hısn el-Fezari, kapıyı vurmadan ve haber vermeden Rasulullah'ın odasına dalıverdi. Rasulullah Hz. Aişe ile birlikte (ev hâli rahatlığında) oturuyorlardı. Adam, "O yanındaki kırmızı tenli (humeyra) de kim?" diye sordu. "Ebu Bekir kızı Aişedir" dedi. Uyeyne yüzü kızarmadan: "Ben sana ondan daha iyisini getireyim" teklifini yapınca Hz. Peygamber, "Ey Uyeyne, Allah bunu haram kıldı!" dedi." (Üç Muhammed, 79, dpnt. 129)

Eğer İslamoğlu'nun dediği gibi bu rivayet "ünlü" ise, ününü "problemli" oluşundan aldığı kesin. Gerek referans gösterdiği kaynaklarda, gerekse onu zikreden Hadis ve Rical kitaplarında bu rivayetin muhtelif varyantları hakkında söylenenleri tahkik ettiğinde bunu kendisi de teslim edecektir. Ancak bundan daha önemlisi İslamoğlu'nun, Efendimiz (s.a.v)'i, adeta kendisine karşı yapılan muamele ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin ve hangi kasıtla yapılırsa yapılsın daima sineye çeken, müsamaha gösteren ve karşılık vermeyen/verilmesini istemeyen bir konuma taşıma gayretidir.

Evet, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine farklı şekil ve tonlarda incitici muamelede bulunan kimselere bizzat ve fiilî olarak mukabale-i bi'l-misil'de bulunmamıştır; ancak İfk hadisesinde ve daha başka vesilelerle Abdullah b. Übeyy b. Selûl hakkındaki tavrı, Mekke'nin fethinden sonra 4'ü erkek, 2'si kadın 6 kişi hakkında ölüm emri vermesi ve es-Seyfu'l-Meslûl ile es-Sârimu'l-Meslûl'de toplu halde görülebilecek diğer örnekler, O'nun, bir yanağına vurana öbürünü çevirme anlayışını çağrıştıracak bir tavrın ısrarcısı olarak gösterilmesinin asla onaylanamayacağını ortaya koymaktadır.

3. el-Hesyemî'nin Mecmau'z-Zevâid'inin ne maksatla tasnif edilmiş nasıl bir eser olduğunu, Hadis sahasıyla az-çok iştigal etmiş herkes bilir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya'lâ ve el-Bezzâr'ın Müsned'leri ile et-Taberânî'nin üç Mu'cem'inde bulunup da Kütüb-i Sitte'de yer almayan rivayetleri bir araya toplamak maksadıyla oluşturulan ve "zevâid" literatürüne şüphesiz en muazzam katkıyı yapmış bulunan bu eseri, "rivayet adına eline geçen her şeyi içine alan" diye nitelendiren İslamoğlu (Üç Muhammed, 94) bunun tek istisnası olsa gerektir.

Ne ki burada üzerinde duracağım asıl nokta bu değil. Çünkü İslamoğlu'nun, bu eserde el-Heysemî'nin bir senet hakkındaki değerlendirmesini aktarırken yaptığı tercüme hatası, Mecmau'z-Zevâid hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklanan mezkûr değerlendirmeyi gölgede bırakacak nitelikte.

el-Heysemî, bu eserinde (VIII, 270) zikrettiği bir et-Taberânî rivayetinin senedi hakkında –adeti olduğu üzere– kısa bir değerlendirme yapmış ve "Ve lem era fî isnâdihî men ucmi'a alâ da'fihî" demiş.

İslamoğlu bu cümleyi şöyle çevirmiş: "Zaafı üzerinde sözbirliği dışında isnadı hakkında bir şey görmedim." (Üç Muhammed, 95) Buradan anlaşılan şu: el-Heysemî'nin bahse konu isnadın durumu hakkında ulaşabildiği yegâne bilgi, cerh-ta'dil otoritelerinin, bu isnadın zayıf olduğu noktasındaki ittifakıdır.

Oysa yukarıda okunuşunu verdiğim orijinal ifadenin doğru çevirisi şöyle olmalıdır: "Bu rivayetin isnadında, zayıflığı konusunda görüş birliği edilmiş bir kimse görmedim."

el-Heysemî'nin bu değerlendirmesi, hadisin senedindeki ravilerden birkaçı hakkında birtakım cerh ifadeleri olsa da, konunun otoritelerinin bu noktada görüş birliği halinde olmadığını belirtmekle, bir anlamda hadisi "tahsin"e yönelik iken, İslamoğlu'nun tercümesi, görüldüğü gibi durumu tersine çevirmiştir.

4. "Hadislerin Tekrarsız Kaç Adet Olduğuna Dair Görüşler başlığı altında İslamoğlu şöyle diyor: "1 İbn Hacer, en-Nüket ala İbni's-Salah'da der ki (s.992): Ebu Cafer Muhammed b. Hüseyin el-Bağdadi kendisine ait et-Temyiz adlı kitapta Şu'be, es-Sevrî, Yahya b. Said el-Kattan, İbnu'l-Mehdi ve Ahmet b. Hanbel'den aktarır: Rasulullah'a isnat edilen hadislerin tamamının sayısı (yani tekrarsız, sahih olarak) 404.000'dir..." (Üç Muhammed, 196)

Oysa İbn Hacer'in burada zikrettiği rakam 4.400 (dörtbin dörtyüz)'dür.
"Ebu Davud, İbn Mübarek'ten: Nebi'den nakledilen sünnetlerin tamamı yaklaşık 900 hadistir. Kendisine "Ebu Yusuf 1.100'dür diyor?" diye soruldu. İbn Mübarek şöyle cevap verdi: "Ebu Yusuf, şuradan başlar, zayıf hadisin de içinde olduğu şuraya kadar alır" dedi..." (Üç Muhammed, 196-7)

Son cümlenin doğru çevirisi şöyle olmalı: "Ebu Yusuf zayıf hadis türünden o belalı rivayetleri şuradan buradan alır (kaynağına dikkat etmez)." (el-Kevserî merhum, Risâletu Ebî Dâvûd'un bir diğer yazma nüshasında bu ifadenin şöyle yer aldığını belirtir: "Ebu Yusuf o belalı rivayetleri şuradan buradan alır. İbnu'l-Mübârek bu sözüyle zayıf hadisleri kasdetmiştir.") (Ebû Dâvûd'un İbnu'l-Mübârek'ten aktardığı bu ifade üzerinde gerekirse daha sonra dururuz.)

5. Söz hadislerin miktarından açılmışken bu konuya devam edelim.
İslamoğlu bu konuda bir CD'den şu ifadeleri aktarıyor: "... Zehebi der ki: Bu, Ebu Abdullah'ın (Ahmed b. Hanbel, E.S) ilminin çapının genişliği konusunda sahih bir rivayettir. Onlar, bu sayıya tekrarları, eserleri, tabiin görüşlerini ve yorumlarını ve buna benzer şeyleri de katıyorlardı. (...) İmam es-Sehavi, Fethu'l-Muğis isimli eserinde İmam Buhari'nin "Sahihinden 100.000 hadis ezberledim" sözüyle alakalı olarak der ki: Bununla tekrarları, mevkufları, yine sahabe, tabiin ve diğerlerinin sözlerini ve öncekilerden sadır olan fetvaları kasdetmiştir. Bütün bunlara "hadis" denirdi..." (Üç Muhammed, 196)

Herhangi bir Usul-i Hadis kitabında kolayca görülebilecek bu ve benzeri ifadelerin anlattığı açıktır: İlk dönem alimleri, sadece Efendimiz (s.a.v)'e kesintisiz isnatla ulaşan muttasıl/merfu rivayetleri değil, sahabî ve tabiî kavillerini, hatta aynı metnin değişik isnatlarını dahi "hadis" olarak isimlendiriyordu. Nitekim İslamoğlu bu konuda şöyle diyor:

"Hadislerin sayısı, hadisçilere göre şu iki nedenden dolayı kabarmıştır: 1) Hadis'in tanımı: Bazı hadisçiler sadece Hz. Peygamber'in söz, davranış ve takririni "hadis" olarak tanımlarken, bazıları buna sahabenin, hatta tabiininkileri de katmıştır. 2)

Rivayetlerin isnad zinciri: Bir tek anlamın taşındığı her rivayet zinciri, ayrı bir "hadis" kabul edilmiştir. Aynı anlam, beş, on, yirmi, hatta elli ayrı zincir tarafından nakledilmiştir. Mesela âşûrâ hadisi rastladığım tipik bir örnektir. Buhari dahi, formları farklı da olsa hepsi de aynı anlamı taşıyan bu hadisin birçok versiyonunu nakletmiştir. Bu durumu, hadisçilerin "rivayete" karşı zaafları körüklemiştir. Muhaddis Abdurrahman b. Mehdi mest üzerine meshetme hakkındaki hepsi de aynı kişiye (Muğire) varıp dayanan on üç ayrı zinciri kastederek "Bana göre 13 hadisi vardır" demiştir." (Üç Muhammed, 197)

Durum bizzat kendisi tarafından bu şekilde ortaya konduktan sonra İslamoğlu'nun, nasıl bir mantık işleterek aşağıdaki sözleri söylediğine şaşırmamak elde değil:
"Hadislerin sayısı aritmetik olarak değil, geometrik bir biçimde artmıştır. Yukarıda da görüldüğü gibi Hz. Peygamber'e ait yüzlü rakamlarla ifade edilen dinî amaçlı söz ve davranışlar hicri ikinci yüzyılda 100.000 rakamına, Buhari'nin Sahih'ini derlediği üçüncü asırda ise neredeyse 1.000.000 rakamına ulaşmıştır. (...)

"İşte hadisçilerin peygamber tasavvuru adını verdiğimiz tavır budur: Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur. Peygambere isnat edilen "hadis" sayısının binlerden milyonlara çıkışını ancak bu nedenle açıklayabiliriz. Yukarıdaki iki nedenin de arkasında yer alan daha derin neden, hadisçilerin hep konuşan peygamber tasavvurundan başka bir şey değildir..." (Üç Muhammed, 197-8)

Hadis imamlarının, bir metnin farklı tariklerini mümkün olduğunca bir araya getirmek için sarf ettiği gayreti "zaaf" olarak niteleyen, "hadis"ten kastın ne olduğunu bizzat kendisi gayet güzel açıklanmışken, sonra dönüp bunu bir "problem" olarak takdim eden bu ifadeleri, "anlama problemi"nin şaheser bir örneği saymazsak İslamoğlu'na haksızlık olur!

6. es-Süyûtî, el-Hasâisu'l-Kübrâ'da (II, 464) İbn Mâce'den naklen, Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim ile ilgili –senedinde mecruh bir ravi bulunan– bir rivayete yer vermiştir. İslamoğlu bu rivayet üzerinde dururken el-Aclûnî'den naklen ulemanın bu hadis hakkındaki değerlendirmeleri aktarmış: "Üç sahabeden rivayet edilmiş olması gerçekten şaşkınlık vericidir" diyen İbn Abdi'l-Berr biraz da çekinerek şöyle söyler: "Bu nedir, ben de akıl erdiremedim? Nuh aleyhisselamın oğlu da peygamber değildi. Oysaki, eğer peygamberden her doğan peygamber olsaydı Nuh'un oğlu da peygamber olurdu!" (Üç Muhammed, 97)

Oysa Keşfu'l-Hafâ sahibi (II, 204) İbn Abdilberr'in, "Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Nuh (a.s)'ın da peygamber olmayan çocuğu vardı..." (el-Aclûnî, –İbn Hacer'e tabi olarak– İbn Abdilberr'in bu konudaki sözünü tam aktarmamıştır. Bununla birlikte aktardığı kısmın maksadı yansıttığı söylenebilir. Sözün tamamı için bkz. el-İstî'âb, I, 60) şeklindeki ifadesini aktardıktan ve "Fakat hafız İbn Hacer şöyle demiştir" dedikten sonra İbn Hacer el-Askalânî'nin bu itiraza karşılık şöyle dediğini nakleder: "(...) Bu tavır şaşırtıcıdır. Oysa (Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim hakkındaki görüş) Sahabe'den üç kişiden gelmiştir..."

Kısacası İslamoğlu'nun burada iki hatası göze çarpıyor:

1) Konunun üç sahabîden geldiğini söyleyen İbn Hacer olmasına rağmen, bu sözü İbn Abdilberr'e ait göstermesi.

2) Yukarıda benim, "Bu tavır şaşırtıcıdır. Oysa (Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim hakkındaki görüş) Sahabe'den üç kişiden gelmiştir..." şeklinde çevirdiğim cümleyi hatalı olarak "Üç sahabeden rivayet edilmiş olması gerçekten şaşkınlık vericidir" tarzında çevirmiş olması.

7. Deccal olduğu sanılan ve Hadis kitaplarında geniş yer bulan İbn Sayyâd ile ilgili rivayetlerin mecmuu bir arada ele alındığında, adı geçen kişinin Deccal olup olmadığının netleştirilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından küçük bir deneme yapıldığı kolayca anlaşılmaktadır. Bu deneme esnasında –henüz büluğ çağına ulaşmamış olan– İbn Sayyâd'ın Efendimiz (s.a.v)'e verdiği cevaplar ve Efendimiz (s.a.v)'in bu cevaplara tepkisi üzerine, orada bulunan Hz. Ömer (r.a), İbn Sayyâd'ı öldürmek için izin istemiş, ancak Efendimiz (s.a.v), –bu olayı nakleden el-Buhârî ve Müslim'in, kıssanın sonunda zikrettiği– şu cevabı vermiştir: "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî."

İslamoğlu bu konuda şöyle diyor: "Hadiste "Deccal" hiç geçmemesine rağmen, başta Müslim olmak üzere hadis musannifleri bu hadisi kıyamet alâmetleri ve Deccalle ilgili haberler arasında nakletmişlerdir. Yahudiler arasında popüler bir konu olan Deccal konusu, Medine'deki mü'minlerin de gündeminde ön sıralarda yer almış, yoruma müsait her haber Deccalle ister istemez ilişkilendirilmiştir. Bu ilişkilendirmeyi, haberin sonunda yer alan "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" ibaresindeki belirsizlik cesaretlendirmiştir.

Bizce burada Deccal'e açıkça delâlet eden bir anlam yoktur. Bu cümle, tekin olmadığı, gaipten haber verdiği iddia edilen bu Yahudi çocuğunun ruh hâlinin peygamber tarafından güzel bir tahlilidir ve muhtemel açılımı şöyledir: "Eğer o kendinde olarak konuşuyorsa, o bir çocuktur; aleyhinde hüküm verilmez; çünkü çocuk olduğu için cezaî ehliyeti yoktur. Yok, kendinden geçmiş, hallisünasyon ve sanrı gören biriyse, ona dokunmak yararsızdır, bu durumda da sonuç aynıdır, kimseye bir yararı olmaz." (Üç Muhammed, 31; dpnt. 17)

Bir önceki yazıda İslamoğlu'nun, el-Buhârî ve Müslim'den naklettiği İbn Sayyâd kıssasının sonunda geçen "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" ibaresinin geniş açılımını, ilgili dipnotta nasıl verdiğini görmüştük. Metin kısmında verdiği tercüme ise şöyle: "Eğer o (kendisinde) ise onun aleyhinde hüküm verilmez, eğer o (kendisinde) değilse onu öldürmek senin iyiliğine olmaz." (Üç Muhammed, 31)

Ancak bu çeviride İslamoğlu'nun "atladığı" ve metinle tetabuk etmeyen birkaç "küçük" ayrıntı var: 1) "İn yekunhu felen tusallata aleyhi" cümlesinde geçen "len tusallata" ifadesindeki "len" edatı "gelecek zamanda tekitli olumsuzluk" ifade eder. Dolayısıyla İslamoğlu'nun yaklaşımına göre çeviri, "onun aleyhinde asla hüküm verilmeyecek" tarzında olmalıdır. "Len" edatının "serbest" bir çeviride geniş zaman anlamı verdiğini kabul etsek bile sorun burada bitmiyor: 2) "Sallata" ettirgen fiilinin "tusallitu" formu, "len" edatıyla birlikte ("len tusallata") tek başına iki şekilde anlaşılabilir: A) Müzekker (eril) muhatap için "Sen ona asla muktedir kılınmayacaksın."  Müennes (dişil) üçüncü şahıs için "O (kadın) ona asla muktedir kılınmayacak."

İmdi, İslamoğlu'nun çevirisinin doğru kabul edilebilmesi için İbn Sayyâd aleyhine hüküm verecek olan kişinin bir kadın olduğunu söylememiz gerekiyor. Fakat hitap Hz. Ömer (r.a)'edir. Öyleyse hitabın, "muhatap" kipinde anlaşılması gerekiyor. O zaman da İslamoğlu'nun çevirisi metne uymuyor. Zira bunun için ifadenin "len yusallata" olması gerekiyor.

Burada doğru çeviri şöyle olmalıdır: "Eğer o (Deccal) ise, sen ona asla muktedir kılınmayacaksın. Şayet o (Deccal) değilse, onu öldürmekte senin için bir hayır yoktur." Burada parantez içinde zikrettiğim "Deccal" kelimesi, İbn Sayyâd ile ilgili rivayetlerin mecmuunun bir arada değerlendirilmesi sonucu, onun Deccal olup olmadığı konusunda ilk anda Efendimiz (s.a.v) de dahil herkeste mevcut olduğu görülen tevakkufa dayanıyor.

İslamoğlu burada bir tek varyantla sınırladığı hadiseyi kendi anladığı şekilde ifadelendirebilmek için önce "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" cümlesinde bir "belirsizlik" olduğunu düşünüyor ve ardından –kendi tabiriyle– "metne işkence ederek" bu "belirsizliği" mezkûr çeviri ve açılımla ortadan kaldırıyor!

Oysa Efendimiz (s.a.v)'in Hz. Ömer (r.a)'e hitabındaki "olumsuz gelecek zaman" kipinde, Deccal'i öldürecek kişinin Hz. İsa (a.s) olduğu konusundaki Nebevî bilgi ve habere gönderme vardır. Bu gerçek ve İbn Sayyâd'la ilgili rivayetlerin ortak anlamı göz ardı edildiğinde, metnin ne dediğini anlamaya çalışmak yerine "metne anlam sipariş etmek" kaçınılmaz oluyor...

8. Aynı kitabın 31. sayfasında başlayıp 32. sayfada devam eden 18 numaralı dipnotta İslamoğlu, İbn Haldun'dan şöyle bir ifade naklediyor: "Bunlardan çoğu, halkın bildiği sıradan bilgilerden fazlasını bilmiyorlardı ve Arabistan Yahudilerinin çoğu da Yahudileşmiş Himyerlilerdi. Müslüman olduklarında, şeriat hükümlerine taalluk eden hususlarda, mevcut anlayışları üzere kaldılar."
Oysa İbn Haldun (Mukaddime, 439), yukarıda siyah puntoyla verdiğim çevirideki durumu şöyle anlatıyor: "... mimmâ lâ ta'alluka lehû bi'l-ahkâmi'ş-Şer'iyye", yani "Şer'î hükümlere taalluk etmeyen hususlarda..."

9. "Şifa sahibi Hz. Peygamber'in beşerliği konusunu ele alırken hayli ikirciklidir: "Onun özellikleri meleklerin özelliklerine benzemekte, değişimden berî bulunmaktadır." (...) Bu kez içi rahat etmez ve der ki: "Her ne kadar bir bedenleri ve görünür varlıkları var idiyse de, meleklerin özellikleriyle donanmışlardır. (...)" (Üç Muhammed, 78)

İslamoğlu bu pasajda parantez içi üç nokta ile verdiğim yerlerde, Kadı Iyâd'ın ifadelerinin orijinalini zikretmiş. Ancak görüldüğü gibi cümleler bağlamdan kopuk verildiği için Kadı Iyâd'ın maksadı tam olarak anlaşılmıyor. İslamoğlu'nun "ikirciklilik" çıkardığı ifadeler ve bağlam aşağıda:

"Nebi ve resuller (hepsine selam olsun), Allah Teala ile mahlukatı arasındaki vasıtalardır. O'nun emir ve nehiylerini, va'd ve vaidini mahlukata tebliğ eder; Allah Teala'nın emir, yaratma, celal, saltanat, ceberut ve melekûtuyla ilgili olarak mahlukatın bilmediği şeyleri kendilerine öğretirler. Nebi ve resullerin dış varlıkları, beden ve bünyeleri, beşer özellikleriyle muttasıftır; beşere musallat olan (bedenî) arızalar, hastalıklar, ölüm, fena bulma ve (diğer) insanî özellikler onlar için de söz konusudur.

Ruhları ve iç dünyaları ise, beşer özelliklerinden daha yücesiyle muttasıf olup, Mele-i A'la ile irtibatlıdır; meleklerin özelliklerine benzer, değişim ve (manevi) afetlerden salimdir. Onların iç dünyalarına ve ruhlarına, beşerî acziyet ve insanî zaafiyet genellikle arız olmaz. Zira onların iç dünyaları da dış varlıkları gibi sırf beşerî özeliklerden ibaret olsaydı, meleklerden (vahiy) almaya, onları görmeye, onlarla konuşmaya ve bir araya gelmeye, tıpkı diğer insanlar gibi güç yetiremezlerdi. (Buna mukabil) eğer onların bedenleri ve dış varlıkları meleklerin özellikleriyle ve beşer evsafına aykırı hususiyetlerle donanmış olsaydı, beşer cinsi ve kendilerine elçi olarak gönderildikleri varlıklar, onlarla bir araya gelmeye takat yetiremezdi..." (eş-Şifâ, II, 95-6)

Bu ifadelerin neresinde "ikircikli" bir durum olduğunu ben tesbit edemedim. Bilmem siz ne dersiniz...

10. İbn Hazm'ın el-Fasl'ından bir alıntı: "Muhammediyye adıyla tanınan bu fırka mensupları 'Muhammed aleyhisselam, Allah'ın ta kendisidir' iddiasındadırlar. Allah'ın şanı onların küfründen beri ve yücedir. El-Behneki ve Feyyad b. Ali onlardandır. Bu ikincisinin, bu manada el-Kıstas diye adlandırdığı bir de kitabı vardır. Ünlü kâtip Eyyuh da onlardandır. Yöneticiliği döneminde İshak b. Kindac'a kâtiplik yapmıştır..." (Üç Muhammed, 25)

İbn Hazm'ın adı geçen eserindeki bir baskı hatası, İslamoğlu'nun, Hz. Peygamber (s.a.v)'in (haşa) ilahlığını iddia edenlere "Eyyûh" adında bir taraftar daha kazandırmasına müncer olmuş. Oysa aslında böyle bir kişi yok. Zira İbn Hazm'ın yukarıdaki ibaresinde "Ebûh" (onun babası) olması gereken kelime (bkz. İbn Hacer, Lisânu'l-Mîzân, I, 372), bir nokta fazlasıyla "Eyûh"a dönüşmüş. İslamoğlu'nun buraya bir "y" daha ilavesiyle de "Eyyûh" ortaya çıkmış. Dolayısıyla İbn Hazm'ın ifadesinin doğru çevirisi şöyle olmalı: "(el-Feyyâd'ın) babası, İshâk b. Kindâc'ın idareciliği döneminde görev yapmış olan meşhur kâtiptir..." el-Fasl'ın muhakkiki, İbn Hazm'ın zikrettiği bir beytin, el-Feyyâd'ın babası Ali b. Muhammed b. el-Feyyâd'a hitaben yazıldığını da dipnotta tasrih etmiş ama...

11. Kadı Iyâd'ın eş-Şifâ'sına yazdığı haşiyede ("zeyl" değil) eş-Şumunnî'nin, "Zekera Muhtâr b. Mahmûd el-Hanefî şârihu'l-Kudûrî ve musannıfu'l-Kunye fî risâletihi'n-Nâsıriyye..." diye başlayıp devam eden cümlesine İslamoğlu şöyle gönderme yapmış: "Ünlü Kuduri'nin şarihi ve el-Kabiyye fi Risaleti'n-Nasıriyye yazarı Muhtar b. Mahmud el-Hanefî..." (Üç Muhammed, 73)

İslamoğlu'nun bu kısa cümlede yaptığı iki hatadan biri, kullandığı eş-Şifâ nüshasındaki bir baskı hatasından kaynaklanıyor. Kaybolmaya yüz tutan "rical bilgisi"nin yerini alması beklenen "aşinalığın" bile İslamoğlu'nun semtinden uzak kalması, (tıpkı "Mahled"e "Muhalled", "Ğunder"e "Ğander", "Sağânî"ye "San'ani" demesine yol açması gibi) Muhtâr b. Mahmûd el-Ğazmînî'nin, el-Kabiyye diye bir eserinin olup olmadığını tahkike ihtiyaç hissettirmemiş olabilir ve bu bir ölçüde anlayışla karşılanabilir. Ama Üç Muhammed'e vücut veren argümentasyonun sacayaklarından "eş-Şifâ tenkidi"ni şekillendirirken bu eserin matbu ve mütedavel olan iki şerhinden müstağni hareket etmesi, sadece el-Kabiyye dediği eserin aslında el-Kunye olduğunu fark etmemesine değil, Kadı Iyâd'ı –daha önce geçtiği ve ileride de geleceği gibi– birçok noktada yanlış anlamasına/takdim etmesine müncer oluyorsa bunu mazur görmek zorlaşır.

İslamoğlu'nun yukarıdaki cümlede göze çarpan ikinci hatası ise, sadece bir "hu" zamirini atlamasından değil, "vav" bağlacını ve ardından gelen izafet terkibindeki "musannıf" kelimesini de devre dışı bırakmasından anlaşıldığına göre bayağı bir emek mahsulü!

Uzatmayalım, doğru çeviri şöyle olacak: "Kudûrî şarihi ve el-Kunye adlı eserin yazarı Muhtâr b. Mahmûd el-Hanefî, er-Risâletu'n-Nâsıriyye'sinde..."

12. Yine eş-Şifâ'dan bir nakil: "(...) Bu Şafiî'nin ashabından bazılarının da görüşüdür. Şamil'inde Ebu Nasr es-Sabbağ'dan da bu görüş nakledildi. Aynı görüş, Malikî İmam Ebu Bekir b. Sabık'ın hem el-Bedi' fi Fürui'l-Malikiyye hem de Tahric adlı eserlerinden naklen aktarıldı. Zaten onlardan da Şafiîlerin füruatında vardığı sonuç dışında bir görüş sadır olmadı." (Üç Muhammed, 94)

Yer tutmaması için orijinal okunuşunu veremeyeceğim bu pasajda ve öncesinde Kadı Iyâd, Hz. Peygamber (s.a.v)'in küçük ve büyük abdestinin temiz olup olmadığı konusunu ele alıyor ve bu meseledeki ihtilafı zikrediyor. Bu bağlamda doğru çeviri şöyle olacak: "Bu (Hz. Peygamber (s.a.v)'in küçük ve büyük abdestinin temiz olduğu), eş-Şâfi'î'nin ashabından bazılarının da görüşüdür. Bunu İmam Ebû Nasr b. es-Sabbâğ, eş-Şâmil isimli eserinde zikretmiştir. Bu konudaki iki (zıt) görüşü, Ebû Bekr b. Sâbık el-Mâlikî, Mâlikî mezhebinin fer'î meseleleri ile bu mezhebin alimlerinin görüş belirtmediği hususların, Şafiî ulemanın fer'î meseleleri belirleme tarzıyla tahricine yer verdiği el-Bedî' isimli eserinde nakletmiştir."

13. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, oğlu İbrahim'in cenaze namazını kıl(dır)madığını bildiren bir rivayetle ilgili olarak ez-Zerkeşî'nin el-Aclûnî tarafından (Keşfu'l-Hafâ, II, 204) nakledilen bir ifadesini şöyle çevirmiş: "Babasının faziletinden dolayı namazını kıldırmamış olabileceği gibi şehitlerin faziletine erdiği için de kıldırmamış olabilir..." (Üç Muhammed, 97)

Doğru çeviri şöyle olacak: "Tıpkı şehitlerin, şehitlik fazileti sebebiyle cenaze namazlarının kılınmasından müstağni oldukları gibi İbrahim de, babasının fazileti dolayısıyla cenaze namazının kılınmasından müstağnidir..."

14. Hz. Peygamber (s.a.v)'in Miraç'ta Rabbini görüp görmediği konusundaki ihtilaf malum. İslamoğlu bu konuda Kadı Iyâd'ın tavrını şöyle veriyor: "Yazarımız, görme olayını böylesine sınırsız ve serbest bir yaklaşımla tartışıp kendi tezini yukarıda örneğini verdiğimiz rivayetler yardımıyla galip ilân ettikten sonra, tartışmayı görüşme platformuna taşıyor. Yani Hz. Peygamber'in Rabbini baş gözüyle gördüğü tezi yazarımıza göre isbatlanmış bir tezdir..." (Üç Muhammed, 118)

Acaba Kadı Iyâd gerçekten bu kanaatte midir? Birlikte okuyalım:

"(Allah Teala'nın) görülebilmesinin cevazı konusunda şüphe yoktur. Zira ayetlerde Allah Teala'nın görülemeyeceği konusunda nass (açık ifadeli delil) mevcut değildir. Hz. Peygamber için Allah Teala'yı görmüş olmanın gerekliliğine ve O'nun Allah Teala'yı gözleriyle gördüğünün söylenmesine gelince, bu konuda da kesin ve açık bir delil yoktur. Zira bu görüşün dayanağı, en-Necm suresinin iki ayetidir ve (fakat) bu iki ayetin delaleti konusunda ihtilaf bulunduğu nakledilmiştir. Bu iki ayetin her iki görüşe de delalet ettiğini söylemek mümkündür.

Bu konuda (Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabbini gördüğü konusunda) Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilmiş kesin ve mütevatir bir rivayet de yoktur. (Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabbi'ni gördüğünü anlatan) İbn Abbâs (r.a) hadisi, İbn Abbâs'ın kanaatini haber vermektedir; İbn Abbâs bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e dayandırmamıştır ki, onun gereğiyle amel etmek vacip olsun! İlgili ayetin tefsiri sadedindeki Ebû Zerr rivayeti de böyledir. (Konuyla ilgili) Mu'âz hadisi ise te'vile ihtimallidir, ayrıca hem isnad, hem de metin yönünden muzdarib (çelişkili)dir.

Ebû Zerr'den gelen bir diğer rivayet de ihtilaflı, te'vile ihtimalli ve problemlidir. Zira bu rivayetin bir varyantı "Nûrun ennâ erâhu" şeklinde rivayet edilmişken, bazı hocalarımız bu cümlenin "Nûrâniyyun erâhu" tarzında da rivayet edildiğini nakletmiştir. (İslamoğlu bu ifadeyi, Kadı Iyâd'ın bu ikinci rivayet şeklini benimsediği izlenimini verecek tarzda naklettikten sonra bu yazının başında yer verdiğim yoruma geçiyor.

Oysa görüldüğü gibi Kadı Iyâd bu varyantı, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabb'ini gördüğünü anlatan rivayetlerin problemleri meyanında gündeme getirmiştir.) Yine Ebû Zerr'in başka bir hadisinde "O'na (Rabb'ini görüp görmediğini) sordum, "Bir nur gördüm" dedi" ifadesi bulunmaktadır.

"Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabb'ini gördüğü kanaatinin sıhhati için bu rivayetlerden hiçbiriyle ihticac mümkün değildir. Her ne kadar "Bir nur gördüm" rivayeti sahih ise de, bu rivayette Hz. Peygamber (s.a.v) Allah Teala'yı görmediğini, ancak kendisini perdeleyip Allah Teala'yı görmesine engel olan bir nur gördüğünü haber vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Nûrun ennâ erâhu", yani "Gözü örtüp kaplayan nur perdesine rağmen O'nu nasıl görebilirim?" sözü de bu anlama göndermedir. "O'nun örtüsü nurdur" ve "O'nu gözümle görmedim, ancak iki kere kalbimle gördüm dedi ve "sonra yaklaştı ve sarktı" ayetini okudu" rivayetleri de böyledir.

"Allah, gözdeki idraki kalpte veya nasıl dilerse öyle yaratmaya kadirdir, O'ndan başka ilah yoktur. Eğer bu konuda açık bir hadis varit ise ona inanılır; onun bildirdiği anlama dönmek gerekir. Zira Allah Teala'nın görülmesi muhal değildir, bunun söylenmesine engel kesin bir delil de yoktur."

Bu ifadelerden "isbatlanmış bir tez" çıkarmak için ya "özel bir husumet" veya "özel bir kabiliyet" gerektiği ortada...

15. "Hz. Cebraille ilgili olduğu tüm hâl karineleriyle sabit olan Necm Suresi'ndeki "yaklaştı ve eğildi" ayeti, bağlamından koparılarak anlam dönüşümüne tâbi tutulur. Oysaki "yaklaşma" ve "eğilme", naklen de aklen de Allah'a, lafzi anlamında atfedilemez. Olsa olsa mecazen atfedilebilir. Fakat, müellifi ikna etmemektedir bütün bunlar. O Cebrail'in kastedildiği ayetleri Allah'a atfetmenin ille de bir yolunu bulmak için çırpınır. Bu, "hukuku'l-Mustafa" gereğidir. Bu tezin "hukukullaha" aykırı olup olmadığı âdeta konu haricidir." (Üç Muhammed, 118) (Vurgular İslamoğlu'na ait.)

Bir önceki yazıda olduğu gibi burada da İslamoğlu'nun yansıttığı hava şu: Kadı Iyâd, Yüce Allah'ın Miraç'ta Hz. Peygamber (s.a.v)'e mekânsal olarak yaklaştığı kanaatini bir "önkabul" olarak benimsemiş ve ardından bu kanaati delillendirme/ispatlama yoluna gitmiştir. Oysa bir önceki yazıda Kadı Iyâd'ın tavrının (rü'yet bağlamında) "önce kanaat, sonra delil" şekinde takdim edilmesinin mümkün olmadığını gördük.

Burada da aynı durum mevcut.

53/en-Necm suresinin ilgili ayeti üzerinde dururken Kadı Iyâd önce, müfessirlerin çoğunluğunun, bu iki kelimenin anlattığı fiillerin Hz. Peygamber (s.a.v) ile Cebrail (a.s)'e veya sadece birisine ait olduğu yahut da "dünüvv" ve "tedellî"nin (o ikisinden birinin) Sidre-i Münteha'ya doğru yaptığı fiiller olduğu görüşünü benimsediklerini zikreder. (Bu görüşün müfessirlerin çoğunluğuna ait olduğunun vurgulandığına ve muhtelif görüşler arasında ilk sırada verildiğine dikkat edilmelidir.) Ardından bu fiillerin mekânsal bir muhtevada Hz. Peygamber (s.a.v)'den Allah Teala'ya doğru veya Allah Teala'dan Efendimiz (s.a.v)'e doğru sadır olduğunu anlatan nakilleri verir ve Ca'fer b. Muhammed'in (Ca'fer-i Sadık), "Allah Teala O'nu kendisine yaklaştırdı" dediğini, peşinden de "dünüvv" fiilinin Allah Teala hakkında keyfiyetsiz olarak düşünülmesi gerektiğini söylediğini belirtir.

Bunu müteakiben, "dünüvv" ve "tedelli"nin Allah Teala ile Efendimiz (s.a.v) arasında cereyan eden fiilleri anlattığını söyleyenlerin bu görüşünün nasıl anlaşılması gerektiği sadedinde şöyle der: "Bil ki burada "dünüvv" (yaklaşma) ve "kurb" (yakınlık)ın Allah Teala'dan veya O'na doğru (Efendimiz'den) sadır olan bir fiil olarak bu şekilde izafesi, mekansal veya doğrultusal bir yakınlık anlamında değildir. Aksine durum, Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık'tan naklen zikrettiğimiz gibidir; buradaki "dünüvv" keyfiyetsizdir." Ardından bu fiilin Allah Teala ile Hz. Peygamber (s.a.v) arasında vaki olan bir durumu anlattığının söylenmesi halinde mecazi bir ifade olarak nasıl anlaşılması gerektiğini belirtir. Hatta "kaabe kavseyn" ifadesini da aynı tarzda (mecaz anlamıyla) izah eder.

Bu durumda Kadı Iyâd'ın, "Cebrail'in kastedildiği ayetleri Allah'a atfetmenin ille de bir yolunu bulmak için çırpın"makla itham edilmesi tam bir "çarpıtma" örneğidir.
Burada, "Kadı Iyâd, bu ve benzeri konularda makul ve makbul görüşü vermekle yetinmesi gerekirken, her türlü görüşü zikrettiği için hatalıdır" denebilir. Ancak bu tarz bir tariz, eş-Şifâ müellifinin, daha giriş kısmında bu eserin sistematiği konusunda verdiği ipucunu göz ardı ettiği için kusurludur. Müellif bu eserini, ısrarlı bir talep üzerine kaleme aldığını ve talep sahibinin, ele alınacak hususlarda öncekilerden gelen nakilleri de toplamasını istediğini açıkça belirtmiştir. O da, konusunda yetkin bir ilim adamı olarak büyük bir özgüven ve dirayetle bu talebi yerine getirmiştir. Dolayısıyla Kadı Iyâd'ın, bu eserinde ele aldığı konularda yer verdiği her görüşü olduğu gibi benimsediği sonucunu çıkarmak hem büyük bir yanılgı hem de haksızlık olur.

NETİCE-İ KELAM

Mustafa İslamoğlu'nun Üç Muhammed adlı çalışması ile ilgili olarak bu köşede zikrettiğim hususlar, mezkûr kitapta göze çarpan anlama problemlerinin sadece bir kısmını oluşturuyor. Dile getirdiğim hususların maksadın husulüne kâfi olduğu düşüncesiyle bu konuyu burada noktalıyorum.

"Anlama problemi" nitelemesiyle burada –bana ayrılan bu sütunun kısıtlı çerçevesi sebebiyle– on yazı halinde gündeme getirdiğim hususları şöylece 4 grupta toplamak mümkün:

1. Tahkik eksikliğine dayanan yanlışlar. Geçen yazılarda bu konuyla ilgili –İslamoğlu'nun kullandığı nüshalardaki baskı hatalarından kaynaklanan– 2 örnek gördük: el-Kunye'nin el-Kabiyye ve Ebûh'un Eyyûh okunması. Hz. Peygamber (s.a.v)'in büyük abdestini yerin yutmasıyla ilgili rivayetin –uydurma hadisleri toplayanlar da dahil– hiçbir kaynakta yer almadığını söylemesi de (Üç Muhammed, 93) burada zikredilmeli. (Bu rivayeti nakledenler için es-Süyûtî'nin Menâhilu's-Safâ'sına bakılabilir.)

2. Kasdın yanlış anlaşıldığı yerler. İbnu'l-Mübârek, İbn Teymiyye, el-Heysemî, ez-Zerkeşî, el-Aclûnî...den aktarılan ifadelerdeki çeviri hataları ile hadislerin miktarı hakkındaki yorum vb.

3. Müellifin tavrının çarpıtıldığı yerler. Kadı Iyâd'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in beşerliği, büyük ve küçük abdestinin hükmü, "rü'yet", "dünüvv"... gibi konulardaki tavrının yanlış aktarılması vb.

4. Kaynaklara vukufiyet azlığından doğan hatalar. Mecmau'z-Zevâid'in "rivayet adına eline geçen her şeyi içine alan" bir eser olarak nitelendirilmesi, el-Buhârî'nin, Sahîh'ine almadığı rivayetleri sahih kabul etmediğinin (Üç Muhammed, 92) söylenmesi vb.

Bu yazılardan maksadımın bir "Üç Muhammed tanıtım ve eleştirisi" olmadığını baştan belirtmiş ve böyle bir ameliyenin teknik olarak bu köşede gerçekleştirilmesinin mümkün ve doğru olmadığını söylemiştim. Dolayısıyla yazdıklarımın bu çerçeveyi aşacak bir alana taşınarak değerlendirilmesi –en azından benim maksadımla örtüşmeyeceği için– yanlış olur. Bu sebeple on yazı boyunca gündeme getirdiğim hususlarla ilgili olarak Üç Muhammed'in tamamını ilzam edici genellemeler yapmaktan kaçınmaya gösterdiğim özen dikkatli okuyucuların gözünden kaçmamıştır.

"Yazmak", düşüncenin kalıcılaştırılmasını temin eden en önemli unsur olmakla, yazan için son derece önemli bir riski de beraberinde taşır. Eğer yazdıklarınız meyanında şu veya bu şekilde birtakım yanlışları da kalıcılaştırmışsanız, daha sonra yapacağınız düzeltmenin, o yanlışın doğurduğu sonuçları tamamen ortadan kaldıracağından hiçbir zaman emin olamazsınız. Bu, konuyla ilgili istisnasız herkesin, hepimizin ortak problemidir.

Bu "hatırlatmalar"a vereceği tepkinin tarz ve tonu, hatta tepki verip vermeyeceğinin kararı tabii ki İslamoğlu'nun belirlemesindedir. Baştan da söylediğim gibi ben sadece ilmî ve vicdanî bir sorumluluğun gereğini yerine getirmeye çalıştım. Ötesi İslamoğlu'nun sorumluluk anlayışına kalıyor...

Milli Gazete - 18 Şubat 2003

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »