Allah ın Her Şeyi İhata Etmesinin Manası



"..Allah her şeyi kuşatıcıdır"(Nisa,126) buyruğunun iki izahı vardır:

1) Bundan murad, ilim ile ihata etmek, kuşatmaktır.

2) Bundan murad, kudret ile kuşatmaktır. Nitekim Allah Teâlâ, "Size, henüz güç yetiremediğiniz daha diğer (ganimetler de..." (Fetih,21)buyurmuştur.

Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bir kimse, "Allah Teâlâ'nın, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğu, O'nun kudretinin kemaline delalet edince, eğer biz, "Allah her şeyi kuşatıcıdır" tabirini de, Allah'ın kudretinin kemali manasına hamledersek, burada lüzumsuz bir tekrar yapılmış olur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, âyetteki "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır" buyruğu ancak, Allah Teâlâ'nın kadir ve göklerdeki ve yerdeki şeylerin maliki olduğunu ifade eder; ama göklerde ve yerdeki şeylerin dışında kalan ve bunlardan farklı olan hususlarda da Kadir olduğunu ifade etmez.

Binâenaleyh, Allah Teâlâ, "Allah her şeyi kuşatıcıdır ' buyurunca, bu ifade, bu gökler ve yer dışındaki nihayetsiz makdurata (güç yetirilebilecek şeylere) kadir olduğunu ve bütün kainat ve mümkinattaki kaza ve kader zincirinin ancak, O'nun icadı, tekvini ve ibdaı ile inkitaya erdiğini gösterir...

İşte bu sözün açıklaması budur. Fakat birinci görüş daha güzeldir: Çünkü biz, uluhiyyetin ve vaad ile vaîdi yerine getirmenin, ancak kudret ve ilmin birlikte bulunması ve kamil, mükemmel manada mevcut olmasıyla tahakkuk edeceğini, binâenaleyh bu ikisinin beraber zikredilmesi gerektiğini açıklamıştık... Kudret ilimden önce zikredilmiştir, çünkü usul ilminde de sabit olduğu gibi, Allah'ı bilmek, O'nun kadir olduğunu bilmektir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin peşinden, O'nun alîm olduğu da bilinir. Çünkü bir fiil, meydana gelişiyle bir kudrete delalet eder ve kendisinde bulunan sağlamlık ve muhkemlik ile de, ilme delalet eder. Şüphe yok ki, birincisi ikincisinden önce gelir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/341-342
Devamını Oku »

Günah Örtmenin Manası



Cenâb-ı Hak daha sonra ''(Allah) iman eden kimselerin de günahlarını örtmüş, affetmiş ve hallerini iyileştirmiştir" (Muhammed,2)buyurmuştur.

Bu ifadede, "yok etti, sildi" kelimeleriyle meydana gelen müjdeye bir işaret vardır. Çünkü birşeyi silip-yoketmek, başka birşeyin onun yerine konulduğunu ifade etmez. Ama örtme (setr), bunu ifade eder. Çünkü eskimiş yahut kirlenmiş bir elbiseyi örtmek isteyen kimse, onu aymsıyla örtmez.

Onu, ancak temiz ve güzel bir elbiseyle örter. Hele hele, cömert bir padişah, herhangi bir kulunun, eskimiş elbiselerini örtmek istediğinde, ancak pek pahalı olan, yüksek kaliteli bir elbisenin getirilmesini emreder. Binâenaleyh bu, padişah ve padişahın sevdiklerinin arasını örtmek ve perdelemek olmaz. "Mağfiret" de böyledir. Çünkü mağfiret ve tekfir (bağışlama), mana bakımından aynıdırlar.

Binâenaleyh bu, "İşte bunlar, Allah'ın, kötülüklerini iyiliklere değiştirdiği kimselerdir" (Furkan, 70) ayetinde anlatılan şeyin aynısıdır. Ayetteki, "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz günahların hasenelere (iyiliklere) dönüştürülmesine bir işarettir.

Günahın Sevaba Dönüştürülmesi

Eğer, "Cenâb-ı Hak, günahları haseneye nasıl dönüştürür?" denilirse, biz deriz ki: "Bu şu manayadır: Allah, o kimseye günahlarından sonra, yaptığı iyilikten ötürü iyilik yapan kimseye davrandığı gibi davranır."

Buna göre şayet, o soruyu soran; "Problem çözülmedi, hâlâ devam ediyor. Hatta arttı bile.. Çünkü Allah Teâlâ, eğer iyiliklere verdiği mükâfaat gibi, kötülüklere de mükâfaat vermiş olsaydı, bu, günah-işlemeye bir teşvik olmuş oturdu" derse, biz deriz ki: Biz, Allah'ın, günahlara karşı mükâfaat verdiğini söylemedik. Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin yaptığı kötülüklerden sonra, iyiliklere verdiği şeylerle, bu kimseye mükâfaat verdiğini söyledik. Çünkü mü'min bir günah işlemiş, daha sonra da işin farkına varıp pişman olmuştur.

Derken günahım itiraf edip, kendini hakir görerek, Rabbisinin huzurunda duruvermiştlr. Böylece de ilahî rahmete, hiç günah işlemeyen ve Rabbisinin huzuruna gönül rahatlığı ile varan kimseden daha yakın olmuş olur. Böylece günah, pişmanlığın bir şartı olmuş olur. Bu sevap ise, günaha değil, kişinin duyduğu pişmanlığa verilmiştir.

Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Kulum günah işledi, ama bana döndü. Binâenaleyh onun fiili kötü ama, benim hakkımdaki zannı güzeldir. Çünkü Benden başka bir melce, bir sığınak bulamamıştır, böylece ancak benim lütfuma güvenmiştir. Zann ve güven, kalbin amelidir. Fiil ise, bedenin amelidir. Kalbin ameline itibar etmek daha evlâdır. Baksana, uyuyan ve baygın olan kimsenin, bedeninin hareketleri nazar-ı itibara alınmaz. Yine hareketsiz hale gelmiş olan bir felçlinin de ancak kalbinin niyeti nazar-ı dikkate alınır.

Ruhun ve bedenin durumu, padişahın önünde at oynatan, kılıç ve süngüsüyle padişahın düşmanlarını savuşturan, sıçrayıp-zıplayan bir at üzerindeki süvarinin durumuna benzer. Bu arada o at, sıçrayıp zıplarken, tepişmesi sebebiyle, padişahın elbisesini kirletmiştir. Şimdi o süvarinin yaptığı iş nazar-ı dikkate alındığında, hiç atın fiiline ve bu zararına iltifat olunur mu?

Aksine eğer, o süvari böyle bir savunma yapmasa ve atı da, padişahın elbisesini kirleterek ona eziyet verseydi, bu durumda süvari sorumlu olurdu. Aynen bunun gibi, ruh süvari; beden ise onun atı gibidir.

Binâenaleyh eğer kişinin ruhu, Allah'a ibadet ve zikirle meşgul olur da, bedeninden kötü birşeyler sâdır olursa, buna iltifat edilmez. Aksine onun bu hali normal kabul edilir. Tepen atın terbiyesi hususunda daha çok uğraşılır. Duran, sakin olan atın ise, yakası bırakılır. Eğer bu kimsenin ruhu, Allah'ın zikri ve ibadetiyle meşgul değilse, bedeninin fiillerinden dolayı sorumlu tutulur."

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/68-69.
Devamını Oku »

Hz. Peygamber (s.a.s)'in İstiğfarı





Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Hem kendinin, hem de mü'minlerle, mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste. Allah, dolaştığınız yeri de, banndığınız yeri de bilir" (Muhammed, 19)

....

Ayetteki, "Günahının bağışlanmasını iste" ifadesi şu iki şekilde açıklanabilir:

1) Bununla Hz. Peygamber (s.a.s)'e hitab edilmiş; ama mü'minler kastedilmiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü zaten ayette mü'minler ve mü'mineler ayrıca zikredilmişlerdir. Bazı kimseler de, "Günahını" ifadesinin, "Ehl-i beytinin (ailesinin), mü'minlerin, yani ehl-i beytin dışındaki ümmetinin günahı için istiğfar et" manasında olduğunu söylemişlerdir.

2) Bu hitab, bizzat Hz. Peygamber (sa.s)'edir. Bahsedilen "günah" ise, Peygamber (s.a.s) açısından, daha efdal olanı terketmeden ötürüdür. Yoksa Peygamberimiz hata, günah işlememiştir.

3) Güzel olan ve istidlale dayanan bir izaha göre, bununla, Hz. Peygamber (sa.s)'in güzel amellere ve kötü amellerden kaçınmaya muvaffak kılınması kastedilmiştir.

Bunun izahı şöyle yapılabilir: İstiğfar, bağışlanmayı istemektir. Bağış (mağfiret) ise, kötü olan şeyi örtmek manasınadır. Dolayısıyla, günahtan korunan kimse, nevasının çirkinliklerinden doğacak kötülükleri örten kimsedir. Mağfiret isteme "Bizi rezil-rüsvay etme" demektir. Bu ise, bazan Hz. Peygamber (s.a.s)'de olduğu gibi, bazan kişinin günahtan korunması sebebiyle ve günaha düşmemesi sebebiyle; bazan da mü'min ve mü'mineler hakkında olduğu gibi, günah meydana geldikten sonra örtülmesi sebebiyle olur. Ayette şöyle bir incelik vardır: Hz. Peygamber (s.a.s)'in üç hali vardır:

-Allah kendisi ile ve başkalarıyla Allah'a karşı olan vazife ve hareketi; O'nu bir bilip, öylece inanmasıdır.

-Kendisine karşı hali, günahlardan dolayı, istiğfar etmesi ve bu konuda, Allah Teâlâ'nın ismetini (muhafazasını) istemesidir.

-Mü'minlere karşı vazifesi ise, onların bağışlanmasını isteyip, onlar için Allah'a istiğfar etmesidir. yani "Allah sizin dünyada, âhirette gece ve gündüzdeki her türlü halinizi bilir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/103.
Devamını Oku »

Hz. Peygambere Uymanın Farz Oluşu



Bil ki uymak, tâbi olmak, gerek sözleri ve gerekse fiilleri hususunda Hz. Peygamber'e tâbi olmayı içine alır. Sözleri hususunda uymaya gelince bu, mükellefin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gerek emir ve nehiy, gerekse terğîb ve terhib hususunda söylemiş olduğu buyruklara uymasıdır. Fiilleri hususunda O'na uymaya gelince, bu da ister yapma, isterse yapmama hususunda olsun, kendisine tâbi olunan kimsenin yaptığı şeylerin, benzerini yapmaktan ibarettir.

Böylece Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğunun, her iki kısmı da içine aldığı sabit olmuş olur. Emrin zahirinin, vücûb ifade ettiği sabittir. Dolayısiyle "ve ona tabi olun" buyruğu bütün emir ve yasaklar hususunda Hz. Peygamber'e uymanın vacib olduğuna bir detil olmuş olur. O halde delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, Hz. Peygamber'in yaptığı her şeyde ona iktidâ edip uymak vacibtir. Bu tahsis edilen hususlarda, Hz. Peygamber'e has olan işler olduğu, ayrı bir delil ile sabit olan şeylerdir. Buna göre şayet, "Hz. Peygamber'in yapmış olduğu o şeyi, muhtemeldir ki Hz. Peygamber kendisine vacib olduğu için yapmıştır; bunu, kendisine mendub olduğu için yapmış olması da muhtemeldir.. Hz. Peygamber'in, bu işi, bir mendûb olarak yapmış olduğunun kabul edilmesi halinde, biz onu, bize vacib diye kabul edip yaparsak, bu ona uymamak ve ona uymayı terketmek olur.. Halbuki ayet-i kerime, ona uymanın farz olduğuna delâlet etmektedir..Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o fiili yapmasının, o şeyin bize vacib olduğuna delalet etmediği sabit olur" denilirse

biz deriz ki: Fiilleri hususunda ona uymak, kendisine tâbi olunanın yaptığı o fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bunun delili şudur: Bir kimse bir şeyi yapar, sonra da bir başkası o fiilde ona uyarsa, "O, ona uydu" denilir; eğer o şahıs, o fiilin mislini yapmazsa, "o, ona o hususta muhalefet etti" denilir.. Şu halde, kendisine tabi olunan kimsenin fiilinin bir mislini yapmak, ona uymak olup, ayet de, uymanın vacib olduğuna delâlet edince, o zaman Muhammed ümmetinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in fiilinin benzerini yapmaları gerekmiş olur. Burada geriye şu husus kalmaktadır: Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o şeyi, bir vücûb olarak mı, yoksa mendüb olarak mı yaptığını bilemeyiz. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki, sebep ve saiklerin, niyetlerin keyfiyyeti bilinemez.. Açık bir fiili hissen bilinen bir şeyi yapmak ise, herkese malumdur.

Binâenaleyh, kapalı ve gizli oldukları için, niyet ve sebeplerin durumunu incelemeye yönelinmemesi ve bizim, riayet edilmesi imkan dahilinde olan şeylerden oldukları için de zahirî, açık ameller hususunda Hz. Peygarnber'e uymanın vacib olduğuna hükmetmemiz gerekir. Böylece, bu tür bir şüphe zail olmuş olur. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bu ayet, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bu hususta temel kaidenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı her fiilde, o fiilin mislini yapmamızın bize vacib olduğuna delâlet eder.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Biz, herhangi bir amelin vacib olduğuna hükmetmek istediğimizde, "Hiç şüphesiz, bu işi yapmak, onu yapmamaktan daha efdaldir, üstündür" deriz. Durum böyle olunca, bu durumda biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o şeyi, genel anlamda yapmış olduğunu bilmiş oluruz.. Çünkü, Hz. Peygamber'in bütün ömrü boyunca, efdat olanı terketmeye devam etmiş olmasının caiz olmayacağı hususunda zaruri bilgi mevcuttur. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, işte bu yol ile. efdal olanı kesinlikle yapmış olduğunu anlamış oluruz.. Ama O'nun, en güzel olanı yapmış olduğu hususuna gelince, bu şüpheli bir durumdur. Şüpheli olan ise, açıkça malum olana karşı koyamaz..

Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in efdal olan tarafı işlemiş olduğu sabit olmuş olur, Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "ve ona tabi olun" emrinden ötürü, bu uymanın bize de vacib olması gerekir. İşte bu, hükümleri bilme hususunda kıymetli bir kaide, külli bir kanun olup, bazı nasslara delâlet etmektedir.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Peygamber, kendi hevâsından söylemez. O,kendisine ilkâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir" (Necm. 3-4) buyurmuştur.. Binâenaleyh, Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğundan dolayı, onun yaptığının benzerini yapmak bize vacib olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/108-110.
Devamını Oku »

İlâhi Lütuflar



Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin'(Hud, 3)buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdedilmiştir.

Bu ifâdede bazı incelikler vardır:

Birinci incelik: Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak Teâlâ, fazlının gereğini ve neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve sayesinde lâhutî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî (karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak Teâlâ'nın, "Her fazîlet sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur.

İkinci incelik: Bu, âhiretteki mutluluk derecelerinin farktı farklı olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir. Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurulmuştur.

Üçüncü incelik: Allah, dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle faidelendirsin":ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün hayırlarının ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi,vermesi ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü insanların çoğunun aklı kıttır. Onların akıllarının, bu fânî vasıta ve sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar.

Böylece onların bakışları mâsivallah (Allah'ın dışındaki herşey)den kesilir ve onlar zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar." Allah Teâlâ bütün bu halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur. Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yanında o şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz.

Bu durumda da belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz sürece bilemeyiz. Daha sonra da Allah Teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir.

Bil ki Allah Teâlâ'nın bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder. Yani, "Dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır" demektir. Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'ül-esbâb (sebeblerin müsebbibi, yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak Allah'adır' hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir. Allah Teâlâ daha sonra "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir.

Büyük bir tehdid oluşu şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da, kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek, meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak gerçekten zordur. Bu ayetin büyük bir müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü, kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel muamelede bulun" darb-t meseli de bu manada söylenmiştir.

Bu kitabın musannifi der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim. Hiçbir şeyde ümidim yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle, kereminle kurtarmanı niyaz ederim.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/503-505
Devamını Oku »

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği



Ayet(Tevbe,119), doğruluğun (sıdk'ın) faziletine ve derecesinin yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu, şunlar da teyid etmektedir:

a) Rivayet edildiğine göre birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Yalanı bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) "Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı, Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince, bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe etti.

b) İbn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe) yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız! Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır.

Hiç şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye yazılır. Baksana insanlar için (Doğru oldun, doğru söyledin); (iyi oldun), ve (azdın, günaha daldın), (yalan söyledin) ifadeleri kullanılır."

c) Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 8283) ifadesi hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında yalancı olmuş olurdu. Böylece o yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır. Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan kaçınması haydi haydi şart olur.

d) İmanın, diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın kötülüğüne delâlet eder. Alimler yalanın kabîh (kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin, yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu olduğunu söylemişlerdir.

Bizim delilimiz,Hak Teâlâ'nın. ''Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın).Yoksa bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz'' (Hucurât. 6)ayetidir. Bu,fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı,yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.

Kadî da kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu.

Binâenaleyh eğer yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı, yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda, Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine güvenmeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte budur.

Onun birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini) bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini kabul etmeyiz."

Kâdî'nin ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allah Teâlâ'nın yalan söylemeyişinin sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/222-224
Devamını Oku »

Kalbler Allah'ı Anmakla Rahatlar



Bil ki, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur"(Ra'd 28) ayeti ile ilgili, son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahislerimiz vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir:

1) Varlıklar üç kısımdır: Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve herşeyde müessir olup, hiçbir tesir altında olmayan varlık. Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'dır. Müessir olmayıp, müteessir olan varlıklar ise, cisimlerdir. Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak, kabul etme hususiyeti vardır. Bazan müessir, bazan müteessir olan varlıklara gelince, bunlar rûhânî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar, Hz. Allah'a yöneldikleri zaman, O'nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve İcadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise, onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten, ruhlar âlemidir.

Bunu iyice anladığın zaman, bil ki, kalb, ne zaman cisimler âtemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip, onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir tamayül meydana getir. Ama kalb, Hz. Allah'ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise, kalbte samedanî nurlar ve ilahî ışıklar hasıl olur. İşte kalb o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak Teâlâ ''Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah (Allah' anma) ile mutmain olur" buyurmuştur.

2) Kalb, ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hale geçmeyi arzular. Çünkü cisimler aleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıbta edilen, bir başka mertebe vardır. Ama kalb ve akıl, marifetullah ve samedanî nurlar ile, mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece de oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından, bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur.

İşte bu manadan ötürü Allah Teâlâ "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

3) Hayat iksirinden, bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın haline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hastl olan erimeye dayanarak bakî kalır. İşte bunun gibi, Allah Teâlâ'nın celal ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bakî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürmesi haydi haydi evladır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 449
Devamını Oku »

Görme ve İşitmede Hangisinin Daha Önemli Olduğu



Onlardan sana kulak verenler vardır. Fakat sağırlara, üstelik akıllan da çalışmazken sen mi duyuracaksın? Onlardan sana bakanlar vardır. Fakat görmeyen körlere sen nasıl doğru yolu göstereceksin? Şüphesiz ki Allah insanlara asla zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler" (Yunus,42-44)
........

İbn Kuteybe, bu ayete dayanarak, duymanın, görmeden daha üstün olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu ayette, duymanın olmamasını, aklın gitmesi ile birlikte zikretmiştir. (Yani aklın çalışmamasını, işitmenin olmayışı ile irtibatlandırmıştır.) Fakat basiretin çalışmamasını ise görmenin kaybolması ile birlikte zikretmemiştir. Binâenaleyh işitmenin, görmeden daha efdal olması gerekir."

İbnü'l-Enbârî, bu delilin geçersiz olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayette, işitme ile birlikte olmadığını söylediği (akletme işi), görme ile birlikte olmadığını söylediği (basiret) şey ile aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ, gözlerin görmesini değil, kalbin görmesini kasdetmiştir. Kalbin gördüğü şey yani basireti ise. kalbin aklettiği ve anladığı şeydir."

İbn Kuteybe, kendi görüsüne Kur'ân'dan başka bir delil de getirerek şöyle der: "Allah, Kur'ân'da ne zaman görmeyi ve duymayı birlikte zikrederse, çoğunlukla duymayı, görmeden önce zikretmiştir ki bu da. duymanın görmeden daha efdal olduğuna delâlet eder."

Bazı kimseler, bu konuda şu delilleri de ileri sürmüşlerdir:

1) Peygamberlerden âmâ olan olmuştur. Ama Peygamberlerden hiçbirinin sağır olması caiz değildir. Çünkü bu, peygamberlik görevini tam yapmaya manidir. Zira peygamber, kendisine soru soranları duyamazsa, onlara cevap veremez, dolayısıyla da Allah'ın şeriatını tebliğden âciz kalmış olur.

2) Duyma kuvveti, duyulacak şeyleri (sesleri) her yönden duyar. Ama görme kuvveti, görülebilecekleri ancak tek bir yönden görür. O yön de gözün önüne gelen cihettir.

3) İnsan, hocasından öğrenerek ilim elde eder. Bu da ancak, duyma kuvveti sayesinde olabilir. Binâenaleyh insanın ilmi kemâllere ermesi ancak duyma kuvveti ile elde edilir. Bu, görme kuvvetine dayanmaz. Dolayısıyla duyma görmeden daha efdaldir.

4) Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan yahud kendisi huzur-u (kalb) içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır " (Kehf. 37) buyurmuştur.Ayetteki "kalb" ile, akıl kasdedilmiş ve duyma aklın eşi, ikizi kılınmıştır. Bu husus, "Eğer biztdinler veya aklımızı kullanır insanlar olsaydık şu cehennemlikler içinde yer almazdık " ayetiyle de kuvvet bulur. Binâenaleyh o müşrikler, duymayı, cehennem azabından kurtulmanın sebebi olarak zikretmişlerdir.

5) İnsanın, diğer canlılardan ayrıldığı hususiyeti, konuşması ve söz söyleyebilmesidir. İnsan, konuşmadan ve sözden, duyma kuvveti sayesinde istifade eder. Dolayısıyla duymanın alanı, insanın asıl üstünlüğünün gerçekleşmesine vesile olan konuşmanın alanıdır. Görmenin taalluk ettiği alan ise, renklerin ve şekillerin algılanması alanıdır ki bu insan ile diğer hayvanlar arasında müşterek olan bir husustur. Binâenaleyh duymanın görmeden daha üstün olması gerekir.

6) İnsanlar peygamberleri görürler ve sözlerini dinlerler. Ama peygamberlerin peygamberliği, onlarda görülen sıfatlar sebebiyle değil, duyulan sesler sebebiyledir. Duyulan da onların sözleri, Allah'ın kanunlarını tebliğ etmeleri ve ilâhî hükümleri beyân etmeleridir. Binâenaleyh duyulanın, görülenden daha üstün olması gerekir. Dolayısıyla,duymanın görmeden üstün olmuş olması gerekir. Duymanın görmeden daha üstün olduğunu söyleyenlerin delillerinin hepsi budur.

Bazı kimselerde görmenin duymadan daha üstün olduğunu söyleyerek şu delilleri getirmişlerdir:

1) İnsanlar meşhur darb-ı meselde "görmeden daha ileri bir açıklama olamaz" demişlerdir. Bu da, idrâk çeşitlerinin (duyuların) en mükemmelinin görme olduğuna delâlet eder.

2) Görme kuvvetinin vasıtası "nur" (ışık), duyma kuvvetinin vasıtası ise havadır. Nûr, havadan daha kıymetlidir. O halde görme kuvveti, duyma kuvvetinden daha kıymetlidir.

3) Görme organı olan gözün yaratılışındaki ilâhi hikmetin mucizeleri, duyma organı olan kulağın yaratılışındaki harikalardan daha çoktur. Çünkü Allah Teâlâ, akılda bulunan yedi sinirden birini görme aleti kılmış ve gözü yedi tabaka ile üç rutubetli (sıvı) kısımdan teşekkül ettirmiş, gözün hareketleri için çeşitli şekillerde pek çok kas yaramıştır. Kulak ise böyle değildir. Birşeyin yaratılışına daha fazla itina gösterilmesi, onun başka şeylerden üstünlüğüne delâlet eder.

4) Göz, yedi kat göğün üstünde olanı da görebilir. Kulak ise, kendisinden bir fersah uzaklıkta olanı bile duyamaz. Binâenaleyh görme, daha faziletli ve üstündür. Bu izah ile, karşı görüşte olanların, "Duyma her yönden olur, görme ise tek bir yönden olur" şeklindeki sözleri defedilmiş olur.

5) Peygamberlerden pek çoğu dünyada, Allah'ın kelâmını dinlemişlerdir. Ama âlimler, peygamberlerden birinin Allah'ı dünyada iken görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hem sonra Musa (a.s), kendi isteği ve talebi olmadığı halde Allah'ın kelâmını dinlemiştir. Ama Allah'dan, kendisini göstermesini isteyince, Cenâb-ı Hak, "Beni katiyyen göremezsin" (A'raf, 143) buyurmuştur. Bu da, görmenin, duymadan daha efdal olduğuna delâlet eder.

6) İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Duyma, görmeden nasıl üstün olabilir? Çünkü göz ile yüzün güzelliği, gözün olmaması ile de yüzün çirkinliği ortaya çıkar. İşitmenin olmaması ise, insanda (görülen) bir kusur meydana getirmez. Araplar gözlere, "Kerîmeteyn" (iki kıymetli şey) dedikleri halde, kulaklar için böyle birşey . söylememişlerdir. Cenâb-ı Hak da,bir kudsî hadiste, "Ben, kimin gözünü giderir (kör edersem), o da buna sabredip, benden bunun mükâfaatını beklerse, onun için cennetin dışında hiçbir mükafaata razı olmam"buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/389-391
Devamını Oku »

Ahirette Dünya Hayatını Bir Saat Gibi Görmenin Sebebi



..O gün, sanki onlar gündüzün bir saatinden başka kalmamışlar zannedecekler...(Yunus,45)

.....

Alimler, bu az görmenin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onlar ömürlerini dünyayı taleb etme ve onun lezzetlerine düşkünlükle zayi edince, ömürlerinden kesinlikle istifâde edememiş olurlar. Binâenaleyh, o ömrün varlığı, âdeta yokluğu gibi olur. İşte bundan dolayı da onlar bunu az görmüşlerdir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onun çok yaşatılması, kendisini azabtan uzaklaştırıcı değildir" (Bakara, 96) ayetidir."

2) Esamm şöyle demiştir: "Onlar âhiretin dehşetini görüp müşahede ettikleri için, bu süre onlarca az görülmüştür. İnsanın korkusu büyüyünce zahiri şeyleri unutur."

3) Bu, onların, dünyada kalışları, ahirette ve ebedî azâb içinde kalışlarına nisbetle az görülmüştür.

4) Haşir meydanında uzun müddet duracakları için, onların dünyada kalışları, onlara az görülmüştür.

5) Bundan maksad şudur: Onlar, tıpkı dünyada tanıştıkları gibi, kabirlerinden çıkarken tanışırlar. Ne var ki o tanışmayı sadece pek az etkileyen ölüm sebebiyle, daha önce tanışmamış gibi olurlar.

Ben de derim ki: Bu konuda sözün özü şudur: Kâfirin azabı, devamlı ve sırf zarar olup, hakîr kılınma ve zelil olma ile içiçedir. Zararı hissettirip tattırmak, lezzeti tattırmaktan daha kuvvetli ve müessirdir.

Bunun delili şudur: Lezzetlerin en güçlüsü, cinsî münasebetten duyulan lezzettir. Fakat Atlah korusun, kulunç ve diğer sancıların acısını duymak, cinsî münasebetin lezzetini duymaktan daha müessir ve etkilidir. Hem, dünya lezzetleri, adîliğine rağmen, katıksız ve saf olmayıp, aksine birçok üzüntü ve kederlerle içiçedir. karışıktır. Ve o lezzetler, çeşitli elem ve âfetler tarafından baskı altına alınmıştır.

Öte yandan diğer bir husus da şudur: Dünya lezzetlen, dünyevî hayatın bazı noktalarında tahakkuk eder. Âhiretin elem ve kederleri ise, kesinlikle . son bulmayan ebedî ve sermedîdir. Dünyanın bütün ömrü, ebedi olan âhirete nisbetle, mevcut âlem gibi milyonlarca âleme nisbetle bir zerre, {bir atom) gibidir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Kâfirin, dünyada aldığı lezzet, ahirette başına gelecek azablara kıyas edildiğinde, bu, bir zerrenin()bütün âleme nisbeti gibi olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki onlar, gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır" ifadesi, bahsettiğimiz gibi şiddetli azaba nisbetle, o lezzetlerin azlığına ve önemsiz olduğuna bir işaret olmuş olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/393-394
Devamını Oku »

Dünya Hayatı Hakkında Bir Mesel



"Dünya hayatının hâli,gökten İndirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünde, gerek insanların gerek hayvanların yiyeceği bitkiler bitip birbirine girer. Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahipleri de oraya kesinlikle hâkim olduklarım sandıkları bir sırada gece veya gündüz ona emrimiz gelivermiştir ve sanki dün hiç yokmuş gibi, onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hâle getirmişizdir. İşte biz iyi düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" (Yunus. 24).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

....

Dünya Hayatının Bitkiye Benzetilmesinin Sebebi

Bil ki dünya hayatının bitkilere benzetilmesi, Kâdî(r.h)'nin. özetlediği şu manalara gelebilir:

Birinci izah: İnsanın, dünya ile ilgili olarak harcayıp bitirdiği bu dünya hayatının neticesi, kendisinden istifâde etme hususunda fazla ümitlenildiği halde ümitsizliğe düşülen bu bitkilerin neticesi gibidir. Çünkü genel olarak dünyaya sımsıkı sarılan kimse, bu dünyaya meyledip, dünya ile ilgili arzusu büyüyünce, ölüm ona ansızın gelip çatar.

İşte bu, Hak Teâlâ'nın, "Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları zaman, onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar" (En'âm, 44) ayetinde anlatılan husustur. Yani, onlar bütün ömürlerini dünyaya harcadıkları halde, dünya hususunda; aslında ister istemez ahirete gittikleri halde, ahiret hususunda da ziyana uğradılar.

İkinci izah: Allah Teâlâ, bu ekin için makbul ve övgüye değer bir netice hasıl olmayacağı gibi, dünyaya aldanıp, onu seven kimse için de, makbul bir neticenin meydana gelmeyeceğini beyân buyurmuştur.

Üçüncü izah; Ayetteki teşbih, Hak Teâlâ'nın "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yaptık." (Furkan.23) ayetinde ifâde edilen husus gibidir. Binaenaleyh bu yokedici sebebler meydana geldiği için. çiftçinin ekme gayretlerinin tamamen boşa çıkması gibi, dünyaya aldananın gayretleri de böyle boşa çıkar.

Dördüncü izah: O bahçenin sahibi, kendini yorarak ve gönlünü sıkıntıya sokarak, bahçesini imâr edip, kalbini ondan istifâde etmeye bağlamıştı, yani ondan istifâde edeceğini umuyordu. O yokedici sebebler meydana gelince, daha önce Katlandığı o İtina, gelecekte kendisi için çok şiddetli bir mutsuzluğun doğmasına sebeb olmuştur. Bu mutsuzluk da, onun kalbinde meydana gelen hayıflanmadır.

Kalbini dünyaya bağlayan ve kendisini dünyayı elde etmek için yoran kimsenin durumu da böyledir. Bu, kimse de ölüp, elde etmek istediklerini elde edemeyince, dünya sebeplerini meydana getirme hususunda katlandığı o gayret ve itina, ahirette büyük bir mutsuzluk sebebi olur.

Beşinci izah: Belki de Hak Teâlâ, bu teşbihi, âhirete inanmayanlar için yapmıştır. Çünkü biz, alabildiğine büyümüş olan ekinin, zinet ve güzellik hususunda da son noktaya ulaştığını görürüz. Ama daha sonra, alabildiğine süsünü takınmış o toprağa bir âfet arız olur ve böylece bütün o güzellikler silinip gider. O toprak daha sonra yeniden ikinci kez aynı süslerle süslenir.

Binâenaleyh Allah Teâlâ böyle birşeye kadir olanın, ahirette insanların amellerine, hayır ise hayır ile, şer ise şer ile karşılık verebilmesi için, canlıları orada yeniden diriltmeye de kadir olacağını göstermek için bu meseli (teşbihi) getirmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/351
Devamını Oku »