Sıkıntıya Duçar Olan Mümine Düşen İş



İnsana sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü, yahut otururken veya ayakta iken bize duâ eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdik mi, sanki kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bizi hiç çağırmamış gibi çekip gider, işte haddi aşanların yapageldikleri ameller, kendilerine böyle süslenmiştir" (Yunus. 12).Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

....

Bil ki, mü'min bir kimsenin başına bir sıkıntı ve belâ geldiğinde, şu hususları gözetmesi gerekir:

a) Onun, Allah'ın kaderine razı olması, gerek kalbi, gerek lisaniyle buna karşı gelmesi lazım gelir. Kula gereken budur; zira, Allah Teâlâ, her halükârda mâliktir ve kelimenin tam manasıyla hükümdar, bihakkın hâkimdir. Binâenaleyh, O'nun mülkünde ve mülkinde, istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır. Yine o Allah, her halükârda hâkimdir. O, bâtıl ve abes, boş şeyler yapmaktan münezzeh ve uzaktır. O halde, O'nun yaptığı her şey, hikmetin ve doğrunun ta kendisidir.

Durum böyle olunca da, o kimse, Allah Teâlâ'nın, o sıkıntıyı onun üzerinde bırakması halinde bunun bir "adi"; onu gidermesi halinde de bunun bir fadl, lütuf ve ihsan olduğunu bilir. Böylece de, sabır ve sükut etmesi ve dövünmeyi terketmesi gerekir.

b) O kimsenin bu esnada duâ edeceğine, Allah'ın zikri ve senâsıyla meşgul olması daha efdal olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadis-i kudsisinde: "Her kim, beni anmaktan, benden birşey istemeğe fırsat bulamazsa, ben ona. benden isteyenlere verdiğimden daha güzelini ve üstününü veririm"buyurmuştur.

Bir de, Allah'ı zikirle meşgul olmak, hak ile meşgul olmaktır. Duâ ile meşgul olmak ise, nefsin hissesini istemekle meşgul olmaktır. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Sonra, duâ etmesi halinde sıkıntının giderilmesinin, kendisinin dinî hayatı bakımından hayırlı olması şartına bağlanması gerekir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Ona göre dinin, dünyaya tercih edilmesi, râcih olması gerekir.

c) Cenâb-ı Hak, o kimseden o belâyı giderdiğinde, onun, bütün gücüyle şükretmesi; bollukta ve sıkıntıda, darlık ve genişlik zamanlarında, bu şükürden uzak bulunmaması gerekir ki, işte belânın geldiği zamanda tutulacak en doğru yol budur.

Burada, bu bahsettiklerimizden daha üstün olan başka bir makam daha bulunmaktadır ki o da, tahkîk ehlinin şu sözüdür:

Bir nimet elde ettiğinde, o nimeti verenle değil de, nimetle meşgul olan herkes, belâ ve sıkıntı esnasında, o belâya duçar kılanla değil, belâ ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de, devamlı olarak bir belâ içindedirler. Belâ esnasında, onun bir belâ içinde bulunduğunda bir şüphe yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi esnasında onun, o nimetlerin yok olmasına dair duyduğu endişeler, belâ çeşitlerinin en kuvvetlisi olur.

Böylece, her ne zaman nimet, daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa, onun kaybedilme korkusu da, eziyyet cihetinden o nisbette şiddetli; ürküntü verme cihetinden de o nisbette güçlü olur.

Böylece, nimetle meşgul olan kimsenin, devamlı olarak belânın derinliklerinde bulunacağı sabit olur. Ama nimet verildiği zaman, nimet verenle meşgul olan kimseye gelince, onun, belâ isabet ettiği zaman da kendisine o belâyı verenle meşgul olması gerekir.

Nimet verenle, belâya mübtelâ kılan aynı olunca, o kimsenin bakışları devamlı olarak aynt gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da değişmekten münezzeh ve tebeddülden beri olur. Kim böyle olursa, belâ ve nimet geldiği zamanlarda, mutluluklar deryasına dalmış ve nihaî mükemmelliklere ulaşmış olur. Bu tür beyânlar, sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/318-319
Devamını Oku »

Kıssaların Faydaları



"Sana, kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş emleketlerin haberlerindendir ki, onların kiminin izleri ayakta kalmış, kimi de biçilmiş ekin gibi yok olmuştur. Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi elerine zulmettiler. Allah'ın dışında taptıkları yalana tanrılar, Rabbinin azâb emri geldiği zaman, onlara hiçbir fayda vermedi. Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı"(Hud,100-101)

Bil ki Allah Teâlâ, evvelki kavimlerin kıssalarından bahsedince,"Sana kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir..." buyurmuştur.

Bu kıssaların zikredilmesinin faydası vardır:

Birinci Fayda: Sırf aklî delilden istifâde etmek, ancak kâmil kimseler için söz konusudur. Bu ise, çok nâdir olur. Ama, delilleri zikredip, sonra da onları, evvelkilerin kıssalarıyla tekid ettiğinde, bu kıssalar adeta o aklî delilleri akıllara sokan unsurlar olurlar.

İkinci Fayda: Allah Teâlâ, bu kıssalara, peygamberlerin tutunduğu çeşitli delilleri de karıştırmış, kâfirlerin o delillere karşı delil getirmelerinden o delilleri savuşturmak husunda ki şüphelerinden bahsetmiş, bazıları peşinden de, peygamberlerin o şüphelere karşı vermiş oldukları cevapları zikretmiş, daha sonra da küfürlerinde ısrar edip büyüklendikleri için, onların dünya azabına düştüklerini ve onların, hem dünyada ahirette lanet ve ceza içinde kalakaldıklarını belirtmiştir. Binâenaleyh, bu kıssaların ele alınması, delillerin ve şüphelere karşı verilen cevapların, münkirlerin girmesine, onların kalblerindeki katılık ve sertliğin yok olmasına vesile olmuştur. Böylece, Allah'a davet hususunda en güzel yolun, işte bu şey olduğu sabit olmuş olur.

Üçüncü Fayda: Hz. Peygamber (s.a.s), bu kıssaları, hiçbir kitap karıştırmadan ve hiç kimseden öğrenmeden anlatıyordu ki bütün bunlar, daha önce de anlattığımız gibi, O'nun peygamberliğine delâlet eden büyük bir mucize gibi olmuş olurlar.

Dördüncü Fayda: Bu kıssaları dinleyenlerin aklına şu husus yerleşmiştir: Sıddîkın zındıkın ve hakka uyanın, münafık olanın akibeti, er geç bu dünyadan ayrılmaktır. Ancak ne var ki mümin, dünyadan dünyada bırakmış olduğu güzet medihlerle ayrılır, ahirette de bol mükâfaat elde eder. Kâfir de, dünyadan, orada maruz kaldığı lanetlerle çıkar, ahirette de ilahî cezaya uğrar.

Binâenaleyh, dinleyenlere bu kıssalar tekrarlandığında, onların mutlaka kalblerinin yumuşaması, gönüllerinin boyun eğmesi, düşmanlıklarının da silinmesi gerekir ve onların kalblerinde, onları tefekkürde bulunmaya sevkeden bir korku meydana gelir. Bu, kıssaların zikredilmesinin faydalan hususunda, yazılmış olan güzel bir açıklamadır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/113-114
Devamını Oku »

Âlemde Mutlak Tasarruf Sahibi Allah'tır



Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu,O'ndan başka giderecek hiçbir kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse. O'nun fazlını geri çevirecek hiç bir kuvvet de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (Yunus. 107).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âlemde Mutlak Tasarruf Sahibi Allah'tır

Bil ki Allah Teâlâ, bu sûrenin sonunda, bütün mümkin varlıkların kendisine varıp dayandığını ve bütün kâinatın kendisine muhtaç olduğunu; akılların kendisine hayran kaldığını, rahmet, cömertlik ve varlığın kendisinden feyezan ettiğini beyân buyurmuştur. Bil ki bir şey, ya zararlı, ya faydalı yahut da ne zararlı ne faydalı olur. Bu iki kısım, hayır isminde müşterektirler.

Zarar, vücudî (var oluşla ilgili) bir durum olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta, "eğer Allah sana bir zarar dokundurursa (...)" buyurmuştur. Ama hayır, bazan vücudî, bazan da ademî olunca, tam yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta "dokundurma" fiilini zikretmemiş, aksine, "Eğer sana bir hayır da dilerse... " buyurmuştur. Ayet, zarar ve hayrın, Allah Teâla'nın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine delâlet etmektedir ki, bu hususa küfür-iman, İtâat-isyân, sevinç-âfet, hayır-elemler; lezzetler, rahatlar ve yaralanmalar dahil olur. Böylece Cenâb-ı Hak şunu beyân etmiştir: "O, bir kimseye şer dilemişse, ondan, o şerri, zatından başkasının gidermesi mümkün değildir. Eğer bir kimseye de hayrı hükmetmişse.O'nun lütfunu da hiç kimse geri çeviremez." 401[401]

Ayetteki Bazı İncelikler

Ayetteki bir başka incelik de şudur: Allah Teâlâ hayır tarafını şu üç bakımdan, şer tarafına tercih etmiştir:

a) Allah Teâlâ, zarar dokundurmadan bahsedince, onu kendisinden başka giderecek kimsenin bulunmayacağını da beyân etmiştir ki, bu, O'nun zararları gidereceğine delâlet eder. Çünkü, olumsuzluktan yapılan istisna, isbât ifâde eder. O, hayrı zikrederken de, "ben onu defederim" dememiş, aksine "Kimse onu geri çeviremez" demiştir ki, bu da hayrın zâtı gereği matlub, şerrin de arızî olarak matlub olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudsîsinde, "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" demiştir.

b)Cenâb-ı Hak, hayrın sıfatı hakkında, "O. bunu kullarından dilediğine ulaştırır.." buyurmuştur ki bu da, hayır ve rahmet tarafının daha üstün ve baskın olduğunu gösterir.

c) Allah Teâlâ, O. çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Bu da, rahmet tarafının kuvvetli olduğuna delâlet eder.

Bu ayette ilgili sözün neticesi şudur:Cenab-ı Allah yaratma.icad etme, var etme ve eşsiz bir biçimde yaratma hususlarında tek olduğunu, kendisinin dışında mûcid bulunmadığını ve kendisinden başka mabûd olmadığını beyân etmiş, sonra da hayrın bizzat; şerrin de arızî olarak irade edildiğine dikkat çekmiştir ki, bu konunun muhtevasında derin sırlar bulunmaktadır.

İşte, bizim bu ayet hakkında söyleyeceğimiz bundan ibarettir

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/488
Devamını Oku »

Muhterem Aylar (Eşhur-i Hurum)



Muhterem Aylar (Eşhur-i Hurum)a Tanınan Özelliğin Hikmeti

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan dördü haram olanlardır"(tevbe,36) ifadesi hakkında, alimler bu dört aydan üçünün, yani Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem'in ardarda, Receb ayının ise bunlardan ayrı tek başına olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Ayetteki nurum kelimesi, "O aylarda işlenen günah daha fazla cezayı, itaat da, daha fazla sevabı gerektirir" manasındadır. Araplar bu aylara son derece hürmetkar davranıyorlardı. Hatta onlardan biri, bu aylarda, babasının katiliyle karşılaşsa, ona saldırmazdı.

Buna göre şayet, "Zaman dilimleri aslında hep birbirinin aynıdırlar. Öyleyse bu ayırımın sebebi nedir?" denilirse,

biz deriz ki: Böyle bir şey, şeriatlarda tuhaf görülmemiştir. Çünkü bunun misalleri pek çoktur. Baksana Allah Teâla, haram beldeleri, daha fazla hürmet edilmesini emrederek, diğer beldelerden; cum'a gününü, daha fazla saygı gösterilmesini emrederek haftanın diğer günlerinden; Arafe gününü, o güne has kıldığı hususi bir ibadet ile (vakfe ile)diğer günlerden; Ramazan ayını, onda oruç tutulmasını farz kılarak diğer aylardan; günün bazı saatlarını, onlarda namaz kılmayı farz kılarak (diğer saatlerden); bir geceyi (yani Kadir gecesini) diğer gecelerden ve bazı insanları da, onlara risâlet hil'ati giydirerek diğer insanlardan ayırmıştır.

Bunlar açık ve malum misaller olduğuna göre, bazı aylara daha fazla hürmet (haramlık-saygı) verilmesinde tuhaf görülecek birşey yoktur.

Sonra biz diyoruz ki, "Allah Teâlâ'nın, bu vakitlerde yapılan taat ve ibadetlerin, nefsin temizlenmesinde ve yine bu vakitlerde yapılan isyan ve günahların, nefsin kirlenmesinde daha müessir ve daha ileri olacağını bilmesi uzak bir ihtimal değildir Bu, hükemâca da uzak görülmemiştir. Baksana onların içinde, duaların kabul edileceği umulan vakitlerde, kitap yazanlar vardır ve onlar o belli vakitlerde, bunu gerektiren bazı sebebler olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, "Hangi oruç daha faziletlidir?" diye sorulduğunda o, "Ramazan ayı orucundan sonra, en eidal oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur"[Müslim,Siyam 202] demiştir. Yine O (s.a.s.) "Kim, Allah'ın haram aylarından bir gün oruç tutarsa, onun oruç tuttuğu her güne karşılık otuz gün (oruç) sevabı verilir"(Kenzul Ummal,24236.hd.] buyurmuştur.

Pek çok fukaha, bu aylarda meydana gelen öldürme hadiselerinde, katilin diyet cezasını ağırlaştırmalardır.

Bu hususta şöyle bir hikmet daha vardır; İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binâenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye, Allah Teâla, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir.

İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

a) O vakitlerde, kötü işleri terketmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlûb olan birşeydir,

b) İnsan o vakitlerde, kötü işleri bırakınca, onun o esnalarda o işleri bırakması poğu kez, onun onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

c) İnsan o vakitlerde, itaat ve ibâdette bulunup, isyan ve günahtan yüzçevirince,vakitler geçtikten sonra, eski günah ve kabahatlartnı yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatları eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebeb olur. Halbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir.

Binâenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebeb olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/508-510
Devamını Oku »

Anlamayan Kalpler,Görmeyen Gözler,İşitmeyen Kulaklar



"Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler" (A'raf,179)buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele: Alimlerimiz, bu ayeti, kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, görüşlerinin doğruluğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Şüphesiz kâfirlerin, sayesinde dünya ile ilgili iyi şeyleri-hayırları anlayıp bildikleri kalbleri (akılları) vardır. Yine şüphesiz onların, görülebilecek şeyleri görebildikleri gözleri ve duyulacak şeyleri duyabildikleri kulakları vardır. Binâenaleyh bu ayette kastedilenlerin, "dinî hususlarda" diye kayıtlanması gerekir. Bunlar da onların, dinî meseleleri kalbleri (akılları) ile anlamamaları, görmemeleri ve duymamalarıdır."

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Onların kalbleri, gözleri ve kulakları, buna uygun olmadığı halde, Allah Teâlâ'nın onları, dini yaşamakla mükellef tutmuş olduğu sabit olur. Bu ise, birşeyi emrettiği halde, aynı zamanda o şeyden men etmek ve alıkoymak demektir ki elde edilmek istenen netice de budur."

Mu'tezile şöyle demektedir: "Eğer bu böyle olsaydı, Allah Teâlâ'nın bu kimseleri mükellef tutması kabîh olurdu. Zira bir şeye gücü yetmeyen kimseyi, o şeyi yapmakla mükellef tutmak kabîh bir iştir ve Hakîm olan zata (Allah'a) uygun düşmez. Dolayısıyle bu ayeti şu manaya hamletmek gerekir: "Onlar, delillerden hep yüz çevirip, aldırış etmedikleri için, anlayan bir kalbi, gören gözü, işiten kulağı olmayan kimselere benzetilmişlerdir."

Buna şu şekilde cevap verilir: İnsanın birşeye karşı aşırı nefreti olduğu zaman, onun kalbinde kök salan o aşırı nefret, nefret ettiği şeyin doğruluğunu gösteren sözü anlamaya ve onun güzelliklerini ve faziletlerini görmesine mâni olur. Bu, her akıllının kendi benliğinde bulacağı, kesin bir vicdan halidir. İşte bundan ötürü meşhur darb-ı meselde, "senin birşeye sevgin, seni o şeye karşı kör ve sağır eder (aşkın gözü kördür) " denilmiştir.

Bu da bu şekilde sabit olunca biz deriz ki: "Bir kısım kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e düşmanlık ve buğz, onun dinini kabule karşılık aşırı nefret ve onun peygamberliğini kabul etmeme hususunda işte bu noktaya, bundan daha ileriye varmışlardır. Kalbdeki sevgi ve kinin mevcudiyetinin, insanın ihtiyarı ile (kendi elinde olmayıp), ister istemez onların kalbte meydana geldiği hususu kesin olarak bilinir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: "Kalbte meydana gelen bu nefret ve düşmanlığın yer etmesi ile insanın bu şiddetli nefret ve düşmanlığın, kulun ihtiyarı ile (iradesi ile) olmadığı sabittir. Yine kalbte böyle şiddetli nefret ve düşmanlığına rağmen, o şeyi anlamasının ve bilmesinin imkansız olduğu sabittir.

Bunun da böyle olduğu sabit olunca, o zaman kendisinden kurtuluş olmayan bir "cebrin" söz konusu olduğunu söylemek gerekir. ' Mü'minlerin emîri Hz. Ali (r.a.)'nin bu hususu anlatmak için, bir hutbe irad ettiği nakledilmiştir.

Bu, son derece güzel bir hutbedir. Alim Ahmed el-Beyhakî, "Menâkıbu'ş-Şâfiî" isimli kitabında, Hz. Ali (r.a)'nin, insanlara bir hutbe îrad ederek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanda bulunan en hayret verici şey, onun kalbidir. İnsanın kalbinde hem hikmet bulunur, hem de bunun zıddı olan şeyler... Bir taraftan ona ümit gelirse, öbür taraftan arzu onu şaşırtır, arzu onu harekete geçirince hırs onu imha eder. Ye's onu tüketirse, esef onu öldürür. Ona öfke arız olunca, kini şiddetlenir. Rıza hali ile mutlu olurken, kızgınlıkla bedbaht olur. Korku ve endişe onu sarınca, onu hüzün tutar.

Musibet gelince, feryad etmekten nerdeyse ölür. Eğer o insan bir mal bulacak olsa, onu zenginlik azdırır. Onu bir ihtiyaç kuşatsa, kalbini bu belâ meşgul eder. Eğer onu açlık güç duruma düşerecek olursa, zayıflık, yerinde oturtturur. O halde her kusur ve günah kalbe zarar verir, her ifrat onu bozar."

Ben derim ki, Bu, son derece kıymetli ve güzel bir izahtır. Bu parça, insanı, kaza ve kader meselesinin sırrına muttalî eder. Çünkü uzuvların işleri, kalbin hallerine bağlıdır. Kalbin her hali de, kendinden önce mevcud olan bir başka hale dayanmaktadır. İnsan bunu anlayınca, ister istemez, bir mecburiyet altında olduğunu itiraf eder.

Alim Gazzali (r.h), "İhya"smda, "Cebr inancını" anlatmak için bir bölüm açmıştır. Orada şöyle der: "Eğer, birşey yapmak istediğim zaman bakıyorum ki onu yapabiliyorum. Yapmamak istediğimde de, bakıyorum ki onu yapmıyorum.

Öyleyse fiillerim, başkası tarafından değil, kendi tarafımdan oluyor" diye soran olursa şöyle cevap verilir: Farzet ki sen kendini böyle buluyorsun. Fakat biz diyoruz ki: Sen kendini, birşeyi dilemek istediğinde, onu dileyebiliyor; dilememek istediğinde de dilemeyebiliyor bir kişi olarak bulabiliyor musun? Senin bunun böyle olduğunu söyleyebileceğini sanmıyorum. Aksi takdirde bu husustaki iş, sonsuza uzanır. Aksine -istesen de istemesen de- neticede o şeyi dilersin. O şeyi dileyince de -istesen de istemesen de- yaparsın. Şu halde senin onu dilemen, dilemenden sonra da onu gerçekleştirmen senin elinde olan bir şey değildir.

Demek ki insan, muhtar suretinde olan bir muztardır (yani özerk görünümünde olduğu halde aslında küllî iradeye tâbidir)."

Bilginin Yeri Kalbdir

Alimler ayetteki “Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler” ifadesini, ilmin (bilmenin) mahallinin kalb olduğuna delil getirdiler. Çünkü, Allah Teâla burada, zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalblerinde anlayış ve idrak olmadığını bildirmiştir. Bu zemm, ancak anlayış ve idrakin mahalli, kalb olduğu takdirde doğru olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar" buyurmuştur.

Bunun izahı şöyledir: İnsan ve diğer hayvanlar, tabiî bakımdan, gıda, üreme ve çoğalma bakımından aynıdırlar. Yine canlılar, bâtını ve zahirî beş duyunun sağladığı menfaatlar ile, hayal etme, tefekkür etme ve hatırlama bakamlarından da müşterektirler. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki fark, ancak zâtı gereği, hakkı ve kendisiyle amel etmek için, hayrı öğrenmeye sevkeden akıl ve fikir kuvveti bakımındandır.

Binâenaleyh kâfirler, akıl ile fikrin hallerini düşünmekten ve hakkı bilme ile hayrı yapmaktan yüz çevirince, âdeta hayvan gibi olmuşlardır. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Hatta (onlar) daha sapıktırlar" buyurmuştur, çünkü hayvanların, fazilet elde etme kudreti yoktur. Halbuki insana, bunu elde etme kudreti verilmiştir. Dolayısiyle, faziletleri elde etmeye kudreti olduğu halde, bunları elde etmekten yüz çeviren, bunları elde etmekten âciz olduğu için, elde edemeyen hayvanlardan daha adi olmuş olur.

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ''Hatta (onlar) daha sapıktırlar " buyurmuştur. Hakimü'ş Şuarâ da şöyle demiştir: Ruhun mebdei, başlangıcı, Arş'm ilahı olan Allah'ın katındadır; yeryüzü toprağı da, cismin ve bedenin aslıdır... Emir ve mükellefiyetleri yüklenmeye elverişli olsunlar diye, çok merhametli olan yüce Allah, onları birleştirmiştir.

Binâenaleyh ruh, gurbettedir; bedense kendi vatanında... Öyleyse sen, vatanından uzaklaşmış olan garibin hakkını tanı, bil!..." Ayetteki, "Hatta (onlar) daha sapıktırlar" buyruğunun tefsiri hususunda başka izahlar da yapılmış ve mesela şöyle denilmiştir: Çünkü hayvanlar Allah'a itaat ederler, kâfirler ise itaat etmezler. Mukâtil: "Kafirler, hayvanlardan daha yanlış yoldadırlar. Zira hayvanlar Rablerini bilir ve O'nu zikrederler. Halbuki kâfirler Rablerini ne tanır, ne de zikrederler" demiştir.

Zeccâc: "Kâfirler daha sapıktır. Çünkü hayvanlar, kendi menfaat ve zararlarını gözetir; menfaatlerini elde etmeye gayret sarfedip, kendilerine zararı olan şeyden sakınırlar. Kâfirler ile inatçıların çoğu ise, kendilerinin (bâtılda) direttiklerini bilirler.

Binâenaleyh küfürlerinde ısrar edip, böylece kendilerini cehenneme ve azaba atarlar" demiştir. Ayete şu mana da verilmiştir: "O hayvanlar, kendilerini devamlı gözeten ve bakan insanlara yönelirler. Kâfir ise Rabbınden, kendisine sınırsız nimetler veren ilahından kaçar" denilmiştir ki: O hayvanlar kendilerine yol göstereni (güdeni) olmadığı zaman, yollarını şaşırırlar. Ama bir yol gösterenleri olduğu takdirde, yollarını şaşırma nisbetleri çok azalır. O kâfirlere ise, peygamberler gelmiş ve o peygamberlere kitablar verilmiştir. Buna rağmen onlar sapıklıklarını alabildiğine artırmışlardır. Cenâb-ı Allah, ayeti, "Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir" sona erdirmiştir. Atâ bu ifadeye, "Onlar, Allah'ın, dostları için hazırladığı at ile, düşmanları için hazırladığı ikabdan gafildirler" manasını vermiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/160-163
Devamını Oku »

Kulların Kısımları



Bil ki Allah Teâlâ, "Kullarım sana beni sorunca, işte Ben muhakkak yakınım" (Bakara,186) buyurmuş ve kullarını şu yedi Kısma ayırmıştır:

a) Masum (günahsız) kullar... Nitekim Hak Teâlâ, "(Ey İblis) Benim kullarımın üzerinde senin hiç bir tahakkümün yok"(Hicr, 42) buyurmuştur. Allah Teâlâ en büyük ismetini (masûmiyeti-ilâhi korumayı) Hz. Musa (a.s)'a vermiştir. Çünkü O, "Ben seni Kendim için seçtim." (Taha, 41) buyurmuştur.

İşte bundan ötürü Hz. Musa (a.s) da, daha fazla "ismet" isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

b) Seçkin kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Selam, Allah'ın seçtiği kullar üzerine olsun" (Neml, 59) buyurmuştur. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a daha fazla seçkinlik vermiştir. Çünkü O, "Ey Musa, Ben peygamberliğim ve kelâmım için seni seçtim" (A-raf, 144) buyurmuştur.

İşte bu sebeble Hz. Musa (a.s) da, daha fazla seçkinlik isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

c) Müjdelenmiş kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sözü dinleyip en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele" (Zümer,18) buyurmuştur. Bu husus Hz. Musa (a.s)'ya da verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben seni seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle."(Ta-ha, 13) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da daha fazfa müjde isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

d) İkrama uğramış kullar... Nitekim Allah Teâlâ, "Ey kullarım size korku yok"(Zuhruf,68) buyurmuştur. Bu ikram Hz. Musa (a.s)'ya da yapılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ, "Korkmayın çünkü Ben sizinle beraberim "(Tahâ, 46) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da bunun artırılmasını isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

e) Mağfiret edilmiş kullar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kullarıma Benim gafur ve rahim olduğunu haber ver''(Hicr,49) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s)'ya da mağfiret et." (Sad, 35) Cenâb-ı Hak da onu bağışlamıştır. Hz. Musa (a.s), daha fazla mağfiret isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

f) Hizmet eden kullar... Nitekim Cenâb-ı Allah, "Rabbinize ibadet ediniz"(Bakara.21) buyurmuştur. Bu husus, Hz. Musa (a.s)'ya da nasib edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Ben seni Kendim için seçtim"(Ta-ha,41) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) daha fazlasını isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

g) Allah'a yakın (mukarreb) kullar... Nitekim Cenâb-ı Allah "Kullarım sana Beni sorunca, işte Ben muhakkak ki yakınım"(Bakara, 186) buyurmuştur. Bu yakınlık Hz. Musa (a.s)'ya da verilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, "Biz ona Tur (dağının) sağ tarafından nida ettik. Onu, çok münacât eden bir kimse olarak yaklaştırdık" (Meryem, 52) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da yakınlığın daha tam olmasını istemiş ve "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/481
Devamını Oku »

Sayısız Nimetleri Anlamak İçin Tefekkür



Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nimetlerden bahsedince, sözünü "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız"(İbrahim,34) diye bitirmiştir. Vahidî şöyle der: "Bu ifâdedeki "nimet" kelimesi masdar yerini tutan bir isimdir. Nitekim Arapça'da, "Allah ona nimet in'âm etti" denilir.

Burada "nimet" kelimesi, "İn'âm" masdarı yerine kullanılmıştır. Bu tıpkı senin derken, infak ile nafaka kelimelerini aynı manada kullanman gibidir. İşte bundan ötürü, bu kelime, masdar manasında oluğu için, cemî olarak getirilmemiştir. Binâenaleyh, tabiri "Çok olduğu için Allah'ın bütün nimetlerini saymaya güç yetiremezsiniz" manasınadır.

Bil ki İnsan, Allah'ın bütün nimetlerini bilip saymasının imkânsız olduğunu anlamak istediğini, bundan âciz olduğunu görmesi için, herhangi bir şey hakkında düşünmesi gerekir. Biz bu hususta şu iki misali veririz:

Birinci Misal: Doktorlar, sinirlerin iki kısma ayrıldığından bahsetmişlerdir:

a) Beyindeki sinirler,

b) Omurga içinden beyne ulaşan sinirler. Beyindeki sinirler, yedi kısımdır. Doktorlar daha sonra, o yedi ruhtan (kısımdan) herbirinden neş'et eden hükmü bilme hususunda kendilerini yormuşlardır. Sonra o yedi ruhtan herbirinin çok çeşitli dallara, onların da kıldan daha ince dallara ayrıldığında ve herbirinden insanın uzuvlarına geçişler bulunduğunda şüphe yoktur.

Binâenaleyh eğer onlardan tek bir şube, ya kemiyet (sayı), ya keyfiyet (özellik), ya da yeri bakımından bir zarar görse, bünyenin fayda ve düzeni de zarar görür, zedelenir. Sonra o ince kılcal dalların sayılan cidden çoktur ve herbirinin belli bir vazifesi vardır.

Binâenaleyh insan bu hususta tefekkür ettiğinde, bu sinir ağlarının her birinin büyük bir nimet olduğunu, onlardan biri iş yapamaz hale gelecek olsa, kul üzerindeki zararının çok büyük olduğunu antar. Yine o, bunlara vâkıf olmanın ve hallerini öğrenmenin imkânı olmadığını da anlamış olur. İşte bu noktada, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" ayetinin yerinde olduğunu tam olarak anlar.

Bu hususları, kılcal sinirler hakkında düşündüğün gibi, aynısını atardamar, şahdamarı ve kemiyet, keyfiyet, yer, tesir bakımından basit ve mürekkeb uzuvlar hakkında da düşün. Böylece sen, bütün bunların, sahili olmayan bir okyanus olduğunu görürsün. Sen bunları, tek bir insanın bedeni için düşünürsen, Allah'ın senin bedenin ve ruhun bakımından sana verdiği nimetlerinin kısımlarını anlarsın.

Çünkü ruhlar âleminin enteresanlıkları, bedenler âleminin enteresanlıklarından daha çoktur. Sonra sen, tek bir canlının halini nazar-ı dikkate aldığında, işte o noktada, felekler ve yıldızlar âleminin halteri ile, unsurların tabakalarını, kara, deniz, bitki ve canlılar âleminin enteresanlıklarını da nazar-ı dikkate al.

İşte o noktada, bütün mahlûkatın akıllarının birleştirilip tek bir akıl yapılması, sonra da o akıl ile insanın, Allah Teâlâ'nın en basitindeki hikmetlerinin enteresanlığı hususunda düşünmesi halinde bile, ondan ancak çok azını anlayabileceğini görmüş olur. Allah'ı, vehmedenlerin vehminden tenzîh ve takdis ederiz.

İkinci Misal: Sen, ağzına koymak için tek bir lokma aldığında, o lokmanın öncesini ve sonrasını bir düşün. Onun öncesindeki durumlarına gelince: Bil ki, o tek lokma ekmek, ancak bütün bu âlem, en doğru şekilde (düzeni üzere) devam ettiğinde tam oiur. Çünkü onun meydana gelmesi için, buğday lâzım. O buğday da, ancak dört mevsim ile, tabiatın (toprağın) şu yapısı ile, rüzgârların ve yağmurların olması ile meydana gelebilir. O buğday ancak feleklerin dönmesinden ve hareket, yön, sür'at bakımından belli bir tarz üzere bi. birleri ile nizam içinde olmasından sonra meydana gelebilir.

Bundan sonra onun öğütülmesi ve ekmek yapılması için âletler gerekir. 3u da ancak demir madeninin, dağların karnından doğması (çıkarılması) ile mümkün olur. Sonra o demir aletlerin ıslahı (yapılması), ancak onlardan önce mevcut olan başka bir demir aletle olmuştur. Bu silsilenin, ilk demir alete varıp dayanması gerekir. O halde bu aletlerin bu belli şekilde nasıl meydana geldiklerini bir düşün. Bunlar meydana geldiğinde, o undan o ekmeğin meydana gelebilmesi için şu dört unsurun, yani toprak, su, hava ve ateşin bulunması gerektiğine dikkat et. Bütün bunlar, o bir lokma ekmeğin, meydana gelmezden önceki halleri ile ilgili hususlardır.

O lokmanın, lokma olmasından sonraki halterini düşünmeye gelince: O canlının (onu yiyen canlının) bedeninin yapısını bir düşün, o canlının, o lokmadan istifade edebilmesi için, Allah Teâlâ'nın onu nasıl yarattığını bir düşün. Yine o canlının bu yemeden nasıl zarar göreceğini bir düşün. O zararın hangi uzuvlarda meydana geldiğine tak. Bu azıcık şeyi, ancak sen bütün anatomi ve tıp ilmini bilmekle anlayabilirsin.

Binaenaleyh tek bir lokmadan istifâdeyi bilmenin, ancak bütün bunları bilmekle mümkün olduğu; aklın, bu konuların en azını bile tam anlamaktan âciz kaldığı ortaya çıkmış olur. Böylece de, bu kesin ve aklî delil ile, Allah Teâlâ'nın, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız' buyruğunun ne kadar doğru olduğu anlaşılır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/16-17

Devamını Oku »

İyi ve Kötüler Hakkında Darb-ı Mesel



''Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel getirmiştir: Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki o, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Allah insanlara meseller getirir. Olur ki onlar çok iyi düşünüp, ibret alırlar. Kötü bir kelimenin meseli (hali) de, toprağın üstünden koparılıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki. onun hiçbir sebatı yoktur" (İbrahim, 24-26).

Bil ki Cenâb-ı Hak, bedbahtların halleri ile sa'îd (mutlu) kullarının hallerini açıklayınca, her iki topluluğa âit hükmün durumunu beyan eden bir misal zikretmiştir. İşte bu da, getirilmiş bu mesellerdir.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele:Bil ki Cenâb-ı Hak, dört sıfatla nitelenmiş olan bir ağaç zikretmiş, sonra da güzel kelimeyi (sözü) bu ağaca benzetmiştir.

Güzel Söz, Verimli Ağaç Gibidir

Birinci Sıfat, bu ağacın 'güzel" olmasıdır. Bu birkaç manaya gelebilir: 1) Ağacın görünüşünün, biçiminin ve şeklinin güzel olması. 2) Kokusunun güzel olması. 3) Meyvesinin güzel olması, yani, ondan elde edilen meyvelerin son derece lezzetli ve hoş olması. 4) Bu ağacın, fayda bakımından güzel olması, yani, meyvelerinin yenilmesinden nasıl lezzet ve tat alınıyorsa, aynı şekilde ağacın kendisinden de çok faydalanılması...

Ayetteki "şecere-i tayyibe" tabirini, bütün bu izahlara, birlikte hamletmek gerekir. Çünkü bu hususların birlikte bulunması, lezzetin mükemmel olmasını sağlar.

İkinci Sıfat, ayetteki "Kökü sabit" ifadesidir. Bu, "Kökü sağlamlaşmış. bakî, sökülmekten, kesilmekten, yıkılmaktan ve yok olmaktan emin" demektir. Bu böyledir, çünkü boş olan bir şey, yıkılma ve sona erme durumunda olursa, onu elde etmeden dolayı bir mutluluk hâsıl olsa bile, hep yok olup sona erecek diye korkulması dolayısı ile, meydana gelecek olan hüzün (endişe) son derece büyük olur. Ama hâlinden, onun bakî, dâim, yıkılmaz ve sona ermez olduğu bilinince, onu elde etmekten duyulan sevinç son derece büyük, onu bulmaktan ötürü duyulan sürür son derece mükemmel olur.

Üçüncü Sıfat, ayetteki "Dalları gökte olan" ifadesidir. Bu sıfat, o ağacın durumunun, şu iki yönden mükemmel olduğunu gösterir: 1) Ağacın dallarının yüksekliği ve boy atmadaki gücü, kökünün sağlamlığına ve toprak altındaki köklerinin sebatına delalet eder. 2) Ne zaman ağacın boyu yüksek ve çok boylu olsa, yeryüzündeki pisliklerden ve evlerin çöp ve atıklarından uzak olur. O zaman da onun meyveleri bütün şaibelerden temizlenmiş, son derece güzel ve hoş olur.

Dördüncü Sıfat, ayetteki "O, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir" ifadesidir. Bundan murad şudur"Bahsedilen ağaç, bu sıfatla muttasıftır; Bu sıfat da, onun meyvelerinin dâima ve her zaman mevcut olması, meyveleri bazan bulunan bazan bulunmayan diğer ağaçlar gibi olmamasıdır." İşte Allah Teâlâ'nın bu Kitab-ı Kerim'de bahsettiği ağacın izahı budur.

Kesin olarak bilinir ki, böyle bir ağacı elde etme arzusu son derece büyük olur. Akıllı olan bir kimsenin onu elde etme ve ona sahip olma imkanını bulduğunda, ondan gafil olması ve onu elde etme hususunda gevşeklik göstermesi mümkün değildir.

Allah'ı Tanımadaki Lezzet

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Marifetullah ve rnuhabbetullah'a, Allah'a hizmete, O'na itaate dalmak, bu dört sıfat bakımından bu ağaca benzemektedir:

Birinci Sıfat, ağacın güzel olmasıdır ki bu tahakkuk etmiştir. Hatta biz deriz ki, hakikatte güzel ve leziz olan, marifetullah (Allah'ı bilmek)tir. Çünkü, belli bir meyveyi elde etmekle (yemekle) meydana gelen lezzet, meydana gelmiştir. Çünkü bu meyveyi yemek, bedenin yapısına uygun birşeydir. İşte bu uygunluk ve uyumun söz konusu olmasından dolayı, bu büyük lezzet meydana gelmiştir. Beri tarafta ise, nefs-i natıka ve kutsî ruh cevherine uygun düşen şey, ancak marifetullah, muhabbetullah ve bunlardan huzur ve itminan duymaya dalmadır. Böylece bu marifetin (bilginin) gerçekten leziz olması gerekmiştir.

Hatta deriz ki, meyveyi yemekten dolayı alınan lezzetin, nefs cehverinin (ruhun), marifetullah ile aydınlanmasından elde edilen lezzetten çok değersiz olması gerekir.

Bu fark ise, birkaç yönden izah edilebilir:

Birinci İzah: Maddi olarak hissedilen ve idrâk edilen şeyler ancak, hissedenin, hissolunan şeyin yüzeyi ile temas etmesi neticesinde idrâk edilirler. Ama "Hissedilenin cevheri hissedenin cevherine nüfuz etmiştir" denilmesine gelince, durum böyle değildir. Çünkü cisimlerin birbirlerine hulul etmeleri imkansızdır. Beri tarafa gelince, marifetullah, marifetullahın nuru ve bununla aydınlanma, nefis cevherine (ruha) sirayet eder ve onunla birleşir. Sanki nefis, bu aydınlanma hâsıl olduğu zaman, bu aydınlanmanın olmasından önceki nefisden başka bir nefis haline gelir. İşte bu iki durum arasında bulunan pek büyük bir farktır.

İkinci İzah: Yenen meyveden duyulan lezzette olan şey, bir tadma kuvvetidir. Hissolunan, idrâk edilen şey ise, belli bir taddır, Beri tarafta ise, idrâk eden, hisseden şey, kutsî nefis cevheridir. Bu nefis (ruh) ile bilinen ve hissedilen şey de, Allah Teâlâ'nın zâtı, onun celâl ve ikram sıfatlarıdır. Binâenaleyh bu iki lezzetten, birisinin diğerine nisbetle durumu, idrâk edilen bu iki şeyden birisinin diğerine nisbetle durumu gibidir.

Üçüncü İzah: Güzel bir meyveyi yemeden doğan lezzetler, meydana gelir gelmez, hemen yok olurlar. Çünkü lezzet öyle birşeydir ki, çabucak kaybolur ve süratte değişir. Cenâb-ı Hakkın, kemâl ve celaline gelince,bunların değişmesi ve değişikliğe uğraması imkansızdır. Nefis cevherinin bu mutluluğu kabul etme kabiliyetinin değişmesi de imkansızdır. Binâenaleyh bu açıdan da, iki durum arasında büyük bir fark olduğu ortaya çıkmıştır.

Bil ki bu iki şey arasındaki fark, nerede ise sonsuz bakımlardan olabilecek kadar çoktur. Fakat akl-ı selim sahibi olan bir kimse, diğerlerine dikkatini çekmek üzere zikredilen bu üç izah ile yetinebilir. İkinci Sıfat, ağacın kökünün sabit olmalıydı- İşte bu sıfat, marifetullah ağacında daha kuvvetli, daha mükemmel olarak mevcuddur. Bu böyledir. Çünkü bu marifetullah ağacı kutsî nefis cevheri içinde kök salmıştır. Bu cevher, var olma ve bozulma (kevn-u fesâd)dan uzak, değişmekten ve yok olmaktan beri bir cevherdir. Yine bu kök salmanın, yardımı ve meded-ü inayeti, Cenâb-' Hakk'ın celâlinin tecellisinden gelmektedir. Bu tecelli ise, Allah Teâlâ'nın, zâtında .nurun nuru ve zuhur ile tecellinin mebdei olmasının zarurî neticelerindendir.

Bu ise, Kaybolması ve yok olması aklen imkansız olan şeylerdendir. Çünkü Allah Teâlâ, zâtından dolayı vâcibu'l-vücûddur, aynı zamanda bütün sıfatlarında da yine vâcibu'l-vücûddur.

Binâenaleyh değişme, yok olma, zeval, cimrilik ve vermeme gibi sıfatlar O'nun hakkında düşünülemez. Böylece kökü sabit olarak vasfedilen ağacın, ancak (marifetullah) ağacı olduğu kesinlik kazanır.

Marifetullahın Meyveleri

Bil ki Marifetullah ağacının da, ilahî âlemin göklerinde y 'ükselen dalları ve cismâni alemin göklerinde yükselen dalları vardır.

Birincisi, pek çok kısım olup, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Allah'ın emrine ta'zim göstermek" ifâdesi, bütün bu kısımları içine alır. Marifetullahin ruhlar alemindeki, cisimler alemindeki delillerini, felekler ve yıldızlar âleminin hallerini ve süflî âlemin (dünyanın) hallerini iyice tefekkür etmek ile, muhabbetullah, zevkullah, zikrullah'a devam, bütünüyle Allah'a itimad (tevekkül) ve Allah'ın dışındaki ,herşeyden kesilmek, su kısımlara dâhildir. Bu kısımları iyiden iyiye araştırıp zikretmek, şu anda istenilen birşey değildir.

Çünkü bunlar, sonsuz denecek kadar çok olan muhtelif hallerdir. İkinicisine gelince, bunlar da pekçok kısımdır. Hz. Allah'ın mahlûklarına şefkat duymak" ifâdesi, bütün bunları kendisinde toplamaktadır. Rahmet, re'fet, müsamaha, günahlard an geri durma, insanlara iyilik yapmaya ve onlardan kötülüğü uzaklaştırmaya gay ret etme ve kötülüğe iyilikte -mukabele etmek, bunlara dehildir. Bu kısımlar da sonsuzdur. Bunlar, Marifetullah ağacının; sabit olan dallarıdır. Çünkü insan, Marifetullah'a ne kadar çok dalarsa, ondaki bu haller de, o nisbette daha mükemmel, dal la güçlü ve daha üstün olur.

Dördüncü Sıfat, bu ağacın, Rabbinin izniyle her za man yemişini verip durmasıdır. Binâenaleyh bu Marifetullah ağacı, bu sıfata, maddi ağaçlardan daha layık ve müstehaktır, Çünkü Marifetullah ağacı, bu halleri iktizâ ettirmektedir ve bunların meydana gelmesinde de müessirdir. Sebep, müsebbepten (sonuçtan) ayrılmaz Dolayısıyla, Marifetullah ağacının kalb toprağında kök salmasının tesiri, kalbin, nazarının ibretle bakar hale gelmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "işte ey akıl ve basiret sahiplen, siz ibret alın" (Haşr 2) buyurmuştur.

Yine bunun tesiri, Allah Teâlâ'nın, ''O kullarım ki) onlar söze kulak verirler de onun en güzeline uyarlar" (Zumer. 18) şeklinde de beyan ettiği gibi, onun işitmesinin hikmetle olması; "adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olun. Velev kendinizin (...) aleyhinde olsun"(Nisa, 135) buyruğunda da belirtildiği gibi, konuşmasının doğruluk ve sıdk olmasıdır. Nitekim, Hz. Peygamber de "Aleyhinize de olsa, doğruyu söyleyin" buyurmuştur.

Marifetullah ağacının, insanın kalb toprağında kök salması ne kadar kuvvetli ve mükemmel olursa, bu tesirlerin ondaki zuhuru da, o nisbette fazla olur. Çoğu zaman, insan bu meseleye dalar da gördüğü her şeyde Hak Teâlâ'yı görecek bir hale gelir ve çoğu zaman, bundaki terakkisi artar da, gördüğü herhangi birşeyde, ondan önce Allah'ı görür bir hale gelir. İşte Allah Teâlâ'nın "Rabbinin izniyle her zaman yemişini verip durur" buyruğu ile kastedilen budur. Yine zikrettiğimiz bu şeyler, nefsanî ilhamlara ve rûh cevherlerinde bulunan ruhanî melekelere bir işarettir.

Sonra nefisten her an, her lahza ve her saniye, bu ağacın meyveleri gibi güzel söz, salih amel, huzû, huşu, ağlama ve tevâzû yükselir Ayetteki "Rabbinin izniyle" kaydında dikkate şayan bir incelik var. Çünkü bu yüce hallerin ve yüksek derecelerin meydana gelmesi esnasında bazan, insan bunlar, bunlar olduğu için, bunlardan dolayı sevinir; bazan da yükselir ama. bunlar bunlar olduğu için, bunlardan dolayı sevinmez, ancak bunlar Allah'dan olduğu için sevinir.

İşte o zaman sevinci aslında, bu hallerden dolayı değil de, mevlâsından dolayı (mevlası için) olmuş olur. Bundan ötürü muhakkiklerden birisi şöyle demiştir: "Kim irfanı, irfan olduğu için seçerse (alırsa), fâni olanı kabul etmiş olur, Kim de irfanı, irfan olduğu için değil, onunla bilinenden dolayı tercih eder (alırsa), vuslat (Allah'a kavuşma) denizine dalmış olur."

Yaptığımız bu izah ve tafsilatlandırdığımız bu açıklama ile, Allah Teâlâ'nın bu kitabında zikretmiş olduğu şu misâl, kudsiyyet alemine, Allah'ın Celâlinin huzuruna ve O'nun kibriyasının saraylarına ulaştıran bir misaldir. Binâenaleyh biz, Allah Teâlâ'dan daha çok rahmet ve hidayet talep ediyoruz. O, semîdir, icabet edendir. Alimlerden birisi, bu meseli izah için, zikredilmesinde sakınca olmayan şöyle bir söz söylemiştir: Allah Teâlâ,imanı ağaca benzetti. Çünkü ağaç, ancak üç şey olursa ağaç diye isimlendirilmeyi hak eder: Derin kök, ayakta duran bir gövde ve yüksek dallar. İman da böyledir; ancak üç şeyle tamam olur: Kalbdeki marifetullah, dildeki ikrar ve bedenlerle amel etme... Allah en iyisini bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/545-551
Devamını Oku »

Mutluluk Dereceleri



Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin.(Nisa,32)

....

Bil ki mutluluk dereceleri, ya ruhî, ya bedeni veyahut da haricî olurlar. Ruhî mutluluklara gelince, bunlar iki çeşittir:

Ruhanî Mutluluklar, Herşeyin Örnek Şekli Olan Sıfat İledir

Birincisi: Nazarî kuvvetle ilgili olandır ki, bu tam bir zeka mükemmel bir anlayış, kemmiyyet ve keyfıyyet bakımından, başkasının bilgilerinden fazla olan bilgidir.

İkincisi, amelî kuvvetle ilgili olandır ki, bu da hareketsiz olma ile yolunu şaşırıp taşkınlık arasında olan iffet ile, hiddet ile korkaklık arasında olan şecaat ve aptallık ile bozgunculuk arasında orta bir yer olan amelî hikmeti kullanmaktır, İşte bütün bu hallerin hepsinin toplamı, adaleti meydana getirir.

Bedenî mutluluklara gelince, bunlar sıhhat, güzellik, zevk ve güzellik içinde uzun bir ömür yaşamaktır Haricî mutluluklar ise, bir kimsenin sâlih evladlarının, akrabalarının, dostlarının ve yardımcılarının çok olması: eksiksiz bir yetki sahibi olması; sözünün nafiz, insanlar tarafından sevilen, onlar arasında güzel bir şekilde yâd edilen ve sözü tutulan bir kişi olmasıdır.

İşte bu, bütün mutluluklara bir işarettir ki, bunların bir kısmı fıtrî olup, kesbin bunlarda bir tesiri söz konusu değildir; bir kısmı ise kesbîdir, sonradan kazanılır. Bu kesbî olan yok mu, insan bunu iyice düşündüğünde, bunu da sırf Allah'ın bir bağışı ve atiyyesi olarak görür. Çünkü sebeplerde, engelleri ortadan kaldırmada ve gerektiricı sebepleri meydana getirmede bir tercih bulunmamaktadır. Aksi halde, say ve gayretin sebebi müşterek olmuş olur.

Mutlulukları elde etmek ve matluba ulaşmak ise ortak olmamış olurdu.

İşte Cenâb-ı Hakkın, kendileriyle insanların bir kısmını diğer bir kısmını üstün kıldığı mutlulukların çeşitleri bunlardır.

Üçüncü Mesele

İnsan, çeşitli faziletlerin diğer bir insanda bulunduğunu müşahede edip, kendisini bu faziletlerin hepsinden ya da büyük bir kısmından mahrum görünce, bu durumda kalben kederlenir, zihni karışır, sonra da kendisinde şu iki hal meydana gelir:

a) Bu kimse, o mutlulukların o insandan zail olmasını temenni eder.

b) Ya da, bunu temennî etmez de, onunki kadar bir mutluluğun kendisi için de bulunmasını temennî eder. Bunlardan birinci hal, mezmûm ve kötü olan bir haseddir. Zira, âlemin müdebbiri ve yaratıcısı olan Allah'ın ilk gayesi, kullarına ihsanda bulunup onlara cömert davranarak, adeta sağanak halindeki yağmurlar gibi, onlaraikram ve ihsanlarını dökmesidir.

Binaenaleyh, kim bunun zail olmasıni isterse, o kimse sanki Cenâb-ı Hakk'ın âlemi yaratıp mükellef varlıkları halketmesindeki ilk maksadı hususunda Allah'a itiraz etmiş olur. Yine çoğu kez o kimse, kendisinin bu nimetlere o insandan daha lâyık olduğuna inanır. Ki bu da, Allah'a bir itiraz ve O'nun hikmetini bir ta'n olur.

Bütün bunlar ise insanı küfre ve bid'at karanlıklarına düşüren, kalbinden iman nurunu silip süpüren şeylerdendir. Hased, dinî bakımdan bir fesada sebep olduğu gibi, dünyevi bakımdan da fesadın sebebidir. Çünkü bu durum sevgiyi, muhabbeti, dostluğu sona erdirir ve bütün bu halleri, onların zıddına dönüştürür.

İşte bu sebeplerden dolayı, Cenâb-ı Hak kullarını bundan nehyederek, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaphğı şeyleri temenni etmeyin" buyurmuştur.

Bil ki bu hasedi nehyetmenin sebebi, dinlerin temel kaidelerinin farklılığına göre farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaât mezhebine göre Cenâb-ı Hak, "Ne dilerse, hakkıyla yapandır" (Burûc, 16); "O, yapacağından mesul tutulmaz, fakat insanlar mesul olurlar" (Enbiya. 23)

Binaenaleyh, O'nun yaptıklarına itiraz edilemez, O'nunla münakaşa etmeye hiçkimsenin takati yetmez, her şey O'nun yaratmasıdır; yapmasının nedeni-niçini yoktur. Neden, niçin diye sorulam Bu böyle olunca, bütün kîlukâl kapıları tıkanmış ve itiraz yollan merdûddur

Mutezile mezhebine göre, itiraz yolları da kapanmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allâmu'l-guyûb" (gaybleri hakkıyla bilen)dir.

Binaenaleyh O, mahlukatının yararına otan bütün faydalı şeyleri ve hükümlerdeki incelikleri eksiksiz bilendir.

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ' Eğer Allah (bütün) kullarına (aynı seviyede) bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı' (Şûrâ, 27) buyurmuştu.

Bu her iki izaha göre de,mutlaka her insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olması gerekir.

İşte bundan ötürü, bir hadis-ı kudsîde şöyle buyurulmuştur: "Kim benim kaza ve kaderime teslim olur, belâlarıma sabreder ve nimetlerime de şükrederse, onu sıddik olarak kaydederim. Kıyamet gününde onu, sıddîklerle beraber hasrederim. Kim de benim kaza ve kaderime rıza göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse, o kimse benden başka bir Rab arasın..''

İşte, o nimetlerin o kimseden zail olmasını temenni eden kimse hakkında söylenebilecek söz bundan ibarettir.

İbn Sîrin'in Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet etmiş olduğu şu hadis de bunu teyid etmektedir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber; "Bir kimse, (din) kardeşinin talip olduğu kıza talip olmaz (olmasın); kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmaz (yapmasın); bir kadın da, yerine geçmek için, kız kardeşinin boşanmasını istemez. Çünkü ona rızık veren Allah'tır" buyurmuştur.

Bütün bunlardan maksat, hasedden iyice sakındırmaktır. Ama bu nimetlerin kardeşinden zail olmasını istemez, aksine bir o kadar da kendisinin olmasını isteyen bir kimse olursa, bunu caiz gören âlimler bulunmaktadır. Ancak, muhakkik âlimler bunun da caiz olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o nimet, çoğu kez dinî bakımdan o kimse hakkında bir mefsedet, dünyevî bakımdan da bir zarar olur.

İşte bu sebepten dolayı muhakkik âlimler, "Bir kimsenin: "Allah'ım, bana falancanın evi gibi bir ev; falancanın karısı gibi bir karı nasib et" demesi caiz olmaz, aksine "Allah'ım, bana dinim, dünyâm, âhiretim ve maişetim konusunda hakkımda uygun olan şeyleri ver" demesi gerekir" demişlerdir.

İnsan çoğu kez düşündüğünde, kullarına bir öğretme olsun diye, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de zikretmiş olduğu, "Ey Habbimız, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru" (Bakara, 201) şeklindeki duadan daha güzelini bulamaz.

Katâde, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç kimse, mal temennisinde bulunmasın.. Sa'lebe hakkında olduğu gibi, belki de onun helaki o maldandır..."

İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "Allah'tan fazlını isteyin" ifadesinden kastedilen de budur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/7-8
Devamını Oku »

İyi (Muhsin) Kimdir?



Şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır"(A'raf 57)

Mutezile şöyle demiştir: "Bu âyet, Allah'ın rahmetinin iyi kimselere yakın olduğuna delâlet eder. İşte bu mahiyetin tamamı (yani rahmetin yakın oluşu), muhsinler için söz konusu olunca, muhsin olmayanlar için, bundan en ufak bir payın bile meydana gelmemesi, böylece de kâfirler hakkında Allah'ın rahmetinden hiçbir şeyin hâsıl olmaması gerekir. Azabı affetmek, bir rahmettir.

İçine düştükten sonra cehennemden kurtulmak da bir rahmettir. Öyleyse, bu rahmetin "muhsin" olmayan kimseler için söz konusu olmaması gerekir. Günahkârlar ve büyük günah sahipleri ise "muhsin" (iyi hareket eden kimse) değildir. Öyle ise onlar için, cezanın affolunmasının ve cehennemden kurtulmanın söz konusu olmaması gerekir."

Cevap: Allah'a iman eden ve tevhid ile nübüvveti ikrar eden (kabul eden) herkes, "muhsin"dir. Bunun delili şudur: Çocuk bir kuşluk vakti buluğa erdiğinde Allah'a, peygamberine ve ahiret gününe iman etse, ama öğle (namazı) vaktine ulaşamadan ölse, ümmet-i Muhammed, onun, "İyi iş, güzel amel yapanlara (muh-sin olanlara), daha güzel iyilik vardır" {Yunus, 26) âyetinin hükmüne girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Malumdur ki, bu şahıs marifet ve ikrarın dışında, başka bir tâat işlememiştir. Çünkü o, sabah vaktinden sonra buluğa erdiği için, ona sabah namazı farz olmamıştır. Öğlen vaktinden önce de öldüğü için, ona öğle namazı da farz olmamıştır. Görünen odur ki, diğer ibadetler de ona vacib olmamıştır.

Böylece sabit olmuştur ki, o muhsindir ve yine sabit olmuştur ki, ondan marifet ve ikrardan başka bir şey sudur etmemiştir. Buna göre, bu kadar miktarın bir "ihsan"; ve onu yapanın da "muhsin" olması vacib olur.

Bu kesinleşince biz deriz ki: Marifet ve ikrarı bulunan herkes, muhsinlerden-dir. Bu âyet-i kerime de, Allah'ın rahmetinin muhsin olanlara yakın olduğuna delâlet etmektedir. Öyleyse, bu âyetin hükmüne göre, ehl-i salât olan büyük günah sahiplerine de, Allah'ın rahmetinin ulaşması vacib olur. O zaman bu âyet, onların aleyhine olan bir delil olur.

Eğer onlar, "muhsin olan kimseler, bütün ihsanları (iyi işleri) yapmış olan kimselerdir" derlerse,

biz deriz ki, "Bu yanlıştır. Çünkü "muhsin", kendisinden "ihsan" kelimesinin delâlet ettiği şey sâdır olmuş olan kimsedir. Nasıl kendisinde ilim olan kimseye "âlim" deniliyor ise ve onun âlim olmasının şartı da bütün ilimlerin (o kimsede) bulunması değil ise, aynı şekilde o insanın muhsin olmasının şartı da, onun bütün "ihsan" çeşitlerini yapması değildir.

İşte böylece, onların ileri sürdüğü bu sorunun geçersiz, bizim benimsediğimiz görüşün ise doğruluğu sabit olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/448-449
Devamını Oku »