Dane Ve Çekirdekten Bitkinin Yaratılması



Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp açan Allah'dır. ..." En'âm. 95).

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin, Makabli İle Münasebeti

Bil ki Cenâb-ı Allah, tevhidi anlatıp, peşinden nübüvvet meselesini izah edip, daha sonra da bu asılların bazı ayrıntıları ile ilgili konulardan bahsedince, bütün akli ve nakli şeyler ile hertürlü hikmetli gayelerden asıl maksadın, ancak Allah Teâlâ'nın varlığını,sıfatlarını ve fiillerini bilmek olduğuna dikkat çekmek için, bu âyette yeniden, yaratıcının varlığına; ilminin, hikmetinin ve kudretinin mükemmelliğine delalet eden delilleri zikretmeye yönelmiştir.

Falıku'l-habb Vasfının İzahı

Âyetteki "(O), taneleri ve çekirdekleri yaratandır" vasfı ile ilgili iki görüş vardır:

1) Bu, İbn Abbâs (r.a)'dan rivayet edilen ve Dahhâk ile Mukâtil'in de tercih ettiği görüş olup, "O taneleri ve çekirdekleri yaratandır" manasına gelir. Vahidî şöyle der: "Bunlar, "fâlık" (yarıp çıkaran) kelimesini, fâtır (yaratan) kelimesi yerine koymuşlardır.

Ben derim ki: "Fatr, yarmak manasındadır. Faik kelimesi de aynı manayadır. Binâenaleyh birşey varlık alemine girmezden önce serâpâ yokluk ve olumsuzluktur. Akıl o yokluk hakkında, kendisinde bir aralanma, bir açılma olmayan devamlı ve koyu bir karanlık tasavvur eder. Yaratıcı, mevcut olmayan o şeyi yokluktan varlığa çıkarınca, insanın hayal ve tasavvuruna göre sanki yokluğu yarıp, içinden daha önce mevcud olmayan o varlığı meydana getirmiş olur. İşte bu izaha göre, "falık" (yarıp çıkaran) kelimesini, "icadeden, yaratan ve yoktan var eden" manalarına hamletmek uzak bir ihtimal sayılmaz."

2) Âlimlerin ekserisinin görüşüne göre; "faik" kelimesi, "yarmak" manasınadır. "Habb", tıpkı buğday, arpa ve benzeri şeylerin tanesi gibi, bizzat "tane" manasınadır.

Neva" ise, şeftali, hurma ve benzeri şeylerin çekirdeği gibi, meyvenin içinde bulunan "çekirdek" manasındadır.

Dane Ve Çekirdekten Bitkinin Yaratılması

Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki:

Tane veya çekirdek rutubetli bir yere düşüp, aradan bir zaman geçince, Allah Teâlâ o çekirdeğin ve tanenin hem üstünden, hem de altından birer yarık ortaya çıkarır. Bunlardan üst tarafta meydana gelen yarıktan, yukarı doğru çıkan fidan, çekirdeğin altında meydana gelen yarıktan ise "kökler" diye ifade edilen ve yerin derinliklerine uzanan kısım çıkar. Böylece de o çekirdek veya tane, yukarı doğru çıkan fidan (ve bitkinin), yerin derinliklerine uzanan köklerle birleşmesini sağlar. Sonra burada birtakım enteresan şeyler meydana gelir.

Şöyle ki:

a) O çekirdeğin özelliği, eğer yerin derinliklerine doğru uzanıp gitmeyi gerektiriyorsa, daha nasıl bunun çekirdeğinden, bir de yukarı doğru yükselen bir fide çıkabiliyor? Yok eğer o çekirdeğin özelliği ve karekteri, yukarı doğru çıkmayı gerektiriyor ise, ondan yerin derinliklerine uzanan kökler nasıl meydana gelmiştir?

Binâenaleyh duyular ve akıl bu iki ağaçtan (yani fidan ile köklerden) herbirinin vasfının diğerinin vasfına zıt olduğuna şehadet ettiği halde, o çekirdek ve taneden bu iki bitki (kök ve fidan) meydana gelince, bu durumun onların tabiat ve özelliği sebebiyle olmadığını, aksine yaratma, varetme, icad etme ve tekvin gereği olduğunu anlarız.

b) Yerin altı, kuvvetli çuvaldızın batamayacağı ve keskin bir bıçağın saplanamayacağı kadar sert ve katıdır. Diğer taraftan biz, o köklerin uçlarının çok ince ve nazik olduğunu, hatta en ufak bir kuvvet kullanarak sıkıştırdığında su haline geldiğini görüp biliyoruz. Sonra bunlar, son derece ince ve yumuşak olmalarına rağmen, o katı ve sert toprağı delip geçiyorlar ve o kesif kütlenin derinliklerine dalabiliyorlar.

Binâenaleyh son derece yumuşak ve zayıf bu cisimlerde, böylesine bir kuvvetin meydana gelişi, mutlaka ve mutlaka aziz ve hakim bir Zât'ın takdiri ile olması gerekir.

Ağaçtan Çiçek Ve Meyvenin Çıkması

c) Bu çekirdekten bir ağaç çıkar. Bu ağaçta çeşitli unsurlar bulunur. Ezcümle onun gövdesinin kabuğunun belli bir özelliği vardır. Bu kabuğun içinde ağacın kütlesi yer alıp, bunun içinde atılmış yüne benzeyen yumuşak bir kısım vardır. Daha sonra ağacın gövdesinden dallar çıkar. Bu dalların üstünde önce yapraklar, daha sonra çiçekler ve tomurcuklar çıkar. Üçüncü olarak da meyveler çıkar.

Meyvenin, bazı durumlarda, dört nevi kabuğu bulunur, tıpkı ceviz gibi. Çünkü cevizin en üstünde yeşil, onun altında ise, ağacın gövdesi gibi sert kabuk yer alır. Bu kabuğun altında da, cevizin özünü kuşatan ince bir zar vardır. Zarın içinde de cevizin özü bulunur. Bu öz de tıpkı kabuk gibi, birtakım kesif maddeler ite ceviz yağı gibi birtakım latif maddeleri ihtiva eder ki asıl maksad da budur.

Binâenaleyh tabiatın, yıldızların, dört mevsimin ve dört unsurun tesirleri eşit olmasına rağmen, karekterleri, sıfatları, renkleri, şekil ve tadları farklı olan bu cisimlerin meydana gelişi, bunların tabiat ve "dört unsur"un yönetmesi ile değil, hakîm, Rahîm, hür irade sahibi ve mutlak kadir olan bir zatın tedbiri ile meydana geldiklerine delalet eder.

d) Bu dört unsurun bazen sen tek bir meyvede de mevcut olduğunu görürsün. Mesela turunçgillerin kabuğu hem hararetli, hem de kurudur... İçi, hem serin, hem de rutubetlidir. Asidi, serin ve kurudur. Tohumu ise, hararetli ve kurudur. Üzüm de böyledir... Onun kabuğu ve çekirdeği serin ve kuru; suyu ve içi, sıcak ve rutubetlidir...

Binâenaleyh tek bir taneden, karakterleri birbirine zıt, özellikleri başka olan şeylerin meydana gelmesi, mutlaka bir Fâil-i Muhtar'ın yaratmasıyla olur.

Meyve Ve Hububattaki Çeşitlilik

e) Sen, meyvelerin durumlarının farklı farklı olduğunu görürsün... Bir kısmının, mesela ceviz ve bademde olduğu gibi, özü içte, kafcuğu dıştadır... Bir kısmının, mesela şeftali ve"zerdalide olduğu gibi, yenilecek kısmı dışta, sert çekirdeği içtedir, Zerdalinin ve şeftalinin çekirdeklerinde olduğu gibi, bir kısmının çekirdeğinin "özü" vardır. Hurmanın çekirdeğinde gördüğümüz üzere, bir kısmının da özü yoktur. Mesela incir gibi bazı meyvelerin, ne içte ne de dışta bir kabuğu bulunmayıp, hepsi de yenilir kısımdır.

İşte bunlar, meyvelerdeki farklı farklı durumlardır. Hububat da şekil ve biçim bakımından farklıdır. Mesela buğdayın şekli, adeta bir dairenin yarısı; arpanın şekli ise, tabanları birbirine bitişmiş olan iki koni gibidir. Mercimeğin şekli de, adeta bir dairedir. Nohutun şekli de bir başka tarzdadır. İşte bu muhtelif şekillerin mutlaka Yaratıcının, terkiblerinin ancak bu şekle göre mükemmel olacağını bildiği birtakım sırlardan ve hikmetlerden ötürü böyle olması gerekmiştir... Yine yüce yaratıcı, her çeşit hububata, başka başka özellikler, başka başka menfeatler koymuştur. Yine, tek bir meyve, bir canlı için bazan gıda, diğer bir canlı içinse zehir olur...

Binâenaleyh, tabiatların ve yıldızların tesirinin aynı olmasıyla beraber, sıfatların, şekillerin ve durumların farklı farklı oluşları, bütün bunların hür irade sahibi hakîm bir Fâil'in yaratmasıyla meydana geldiklerine delalet eder.

Allah'ın Bitki Yapraklarında Tezahür Eden İhtimamı

f) Sen, ağaçtan tek bir yaprak aldığında, onun ortasında dümdüz bir çizgi bulursun... Bu, o yaprağa nisbetle, tıpkı, insan bedeninde omurganın içindeki sinir gibidir... İnsanın omurgasının içindeki sinirden, bedende sağa sola ayrılan pekçok sinir çıkıp, sonra da her bir sinirden başka başka sinirler çıkarak, küçüklüğü sebebiyle, gitgide duyu ve algı organlarının farkedemiyeceği bir hale gelinceye dek, bölünüp incelmeye devam ettikleri gibi, aynen bu şekilde o yaprağın ortasında bulunan o büyük çizgiden, sağa sola damarlar, çizgiler ayrılır...

Bunların herbirinden de, birinciden daha ince, farklı farklı kılcal damarlar ayrılır. Bu iş, o kılcal damarlar ve çizgiler, duyu organlarının idrak alant dışına çıkıncaya kadar devam ederler... İşte Allah Teâlâ, bunu böyle yapmıştır...

Ta ki, o yaprağın kütlesinde bulunan cazibe, çekim kuvveti, bu ince kılcaf damarlar vasıtasıyla, yerin içinde bulunan çok ince gıda maddelerini çekip emebilsin...

Binâenaleyh, yaratıcının o tek yaprağı yaratmadaki ihtimam ve dikkatini gördüğün zaman, O'nun o ağacı yaratmadaki ilgi ve özeninin ne kadar çok olduğunu anlar ve O'nun o bitkilerin tamamını yaratmadaki ihtimamının da ne kadar çok olduğunu bilmiş olursun...

Sonra sen, Cenâb-ı Hakk'ın, canlıların faydasına olmak üzere bütün bitkileri yarattığını anladığın zaman, O'nun canlıları yaratmadaki ihtimamının ne kadar mükemmel olduğunu anlarsın.

Canlıları yaratmasındaki esas maksadının da insanın kendisi olduğunu bilince, O'nun insanı yaratmasındaki ihtimam ve itinasının, ne kadar eşsiz ve mükemmel olduğunu anlarsın. Sonra Allah Teâlâ, bu alemde bitki ve canlıları, bedeni itibariyle insan için bir gıda ve deva olsun diye yaratmıştır... Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın insanı yaratmasından maksat, marifetullah, muhabbetullah ve Allah'a hizmet gayesidir... Nitekim Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım..." (Zâriyat, 56) buyurmuştur.

Binaenaleyh, ey aciz insan, sen bu maddi gözünle.o ağacın tek bir yaprağına bak! O damarların ve kirişlerin, o yaprakta nasıl yaratıldıklarını anla.. Daha sonra da, bunlardaki en son maksadın, beşerî ruhlarda marifetullah ve muhabbetullahın meydana gelmesi olduğunu anlayıncaya kadar, bir mertebeden, onun üstündeki başka bir mertebeye geç!..

İşte böylece sana, mükâşefe kapılarından, sonu olmayan bir kapı açılır, böylece sen de, Allah'ın sana olan nimetlerinin sonsuz olduğunu anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, onları sayamazsınız..." (Nahi, 18) buyurmuştur. Bütün bunlar, çekirdek ve taneden çıkan o yaprağın yaratılış keyfiyetinden ortaya çıkar.

İşte Hak Teâlâ'nın, "Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp açan Allah'tır" buyruğunun tefsiri hususunda özet olarak söylenebilecek olan sözler bunlardır. İnsan bu kadarına vakıf olduğu zaman, O'nun bunları nihayetsiz olarak dallandırıp sınıflandırması mümkündür. Allah Teâlâ'dan tevfik ve hidâyetini talep ederiz..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/37-41
Devamını Oku »

Allah ve Resulüne İtaatın Sırrı



Âyetteki, "kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse.." (Nisa 70)buyruğunun zahiri, tek bir itaat ile yetinmeyi gerektirir. Zira sübutî meselelerde, sıfata delâlet eden lâfızla amel etme hususunda, söz konusu şeyin sadece bir defa meydana gelmesi yeterlidir.

Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin, zahirinin dışında bir manaya hamledilmesi, yani buradaki taatin, emredilen şeyleri yapıp, yasaklanmış bütün şeyleri terketmek manasına alınması ve o mânaya hamledilmesi gerekir. Çünkü biz bunun manasını tek bir tâat anlamına hamledersek, bu hükmün içine fâsıklar ve kâfirler de dahil olur. Çünkü onlar da tek bir taat İşlemiş olurlar."

Bu hususta bence, bir diğer vecih daha bulunup o da şudur: Usûl-ü fıkıhta sabittir ki: Bir sıfatın peşisıra zikredilen hüküm, bu hükmün o sıfat sebebiyle meydana geldiğini iş'âr eder.

Bu sabit olunca, biz deriz ki: Âyetteki "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse..." ifâdesi, "Kim, Allah'a ilah olduğu için itaat ederse..." demektir. Allah'a, ilah olduğu için itaat, Allah'ı bilmek ve O'nun celalini, izzetini, kibriyasını ve samediyyetini ikrar etmek demektir.

Binaenaleyh bu âyet, iki büyük ve önemli âhiret haline işaret etmektedir:

1) Kıyamet günü, bütün saadetlerin kaynağı, ruhun, marifetullah nurları ile parlamasıdır. Kimin kalbinde bu nurlar daha çok, ve daha duru ise, cisimler aleminin sevgisi ile bulanmaktan uzak oluşu daha tam ise, saadete ve kurtuluşa ermeye daha yakındır.

2) Allah Teâlâ, bir önceki âyette, itaatkâr kullara büyük ecir, bol sevab ve sırat-ı müstakime hidayet va'adinde bulundu. Sonra bu âyette, onların, Allah'ın kendilerine in'amda bulunmuş olduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihlerle birlikte olacaklarını va'adetti. Bu, sonra gelen ve işi mühürleyen va'addir. Bunun öncekinden daha şerefli ve yüce olması gerekir.

Malumdur ki bu kimselerin, o kimselerle birlikte olması, onlarla aynı derecede olmaları manasında değildir. Çünkü bu imkansızdır.

Binaenaleyh bunun şu manada olması gerekir; Nakıs ruhlar, dünyada iken, kâmil ruhlarla olan alakalarını, şiddetli sevgi vasıtası ile artırdıklarında ve tam yaptıklarında, bu âlemden ayrılıp âhiret alemine ulaştıkları zaman, orada bu ruhanî alakalar devam eder. Sonra o sâf ve duru ruhlar, onların karşısında cilalı aynalar gibi olurlar. Adeta ışıklar bu aynaların birinden diğerine akseder ve aksedişler sebebiyle de onların nurları son derece güçlü olur. Bu ruhlar hakkında söylenecek söz de aynıdır. Çünkü bunlar, Allah'tan başka varlıkların sevgi tozlarından, mücahede cilası ile temizlenir ve parlatılır ki Allah'a ve peygambere itaat ile kastedilen budur, ve sonra bedenin perdesi kalkar ise, onlar üzerine Allah'ın celâl nurları doğar.

Sonra bu nurlar birinden diğerine akseder ve bu ruhanî alakalar sebebi ile eksik (nakıs) ruhlar, kâmil olur (olgunlaşır). İşte aklıma gelen ihtimal, budur. Kur'ân'ın sırlarını Allah daha iyi bilir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/144-145
Devamını Oku »

Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Mü’min Olamaz



Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın,"Felâ verabbike lâ yu/minûne"(Nisa,65) ifadesi, o münafıkların ancak şu şartlar bulunursa iman sıfatını kazanabilecekleri hususunda, Allah tarafından bir yemindir:

Birinci şart: "Onlar atalarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça" âyetinin ifade ettiği şarttır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne razı olmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet etmektedir.

Bil ki, "Allah'ı, ancak ma'sûm bir peygamberin irşadı ile bilmek mümkün olur" görüşünü izah etmek için, bu âyete sarılanlar şöyle derler: "Çünkü "Onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça., iman etmiş olmazlar" ifâdesi ancak, ihtilaf ettikleri her hususta Hz. Peygamberin hükmünden medet ummaları halinde imanın onlar için tahakkuk edeceği hususunda açık bir sözdür. Halbuki biz, ehl-i ilmin, Allah'ın sıfatları konusunda ihtilaf ettiklerini görüyoruz. Mesela kimi Mu'attıla, kimi Müşebbihe, kimi Kaderiyye, kimi Cebriyye.

Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre, iman, ancak peygamberin hükmü, irşadı ve hidayeti ile meydana gelir.

Alimler bunu şöyle açıklamışlardır:

İnsanların çoğu nakıs olup, gerçekleri tam olarak anlayamazlar. Halbuki ma'sum (ismet sahibi) peygamberlerin aklı, tam ve aydınlatıcıdır. Bundan dolayı peygamberin nurunun aydınlığı, ümmetinin akılları ile birleşince, ümmetinin aklı güçlenir, noksan iken tam, zayıf iken kuvvetli olmuş olur. Böylece de onlar, ilâhi sırlara vâkıf olabilirler.

Bunu şu husus da te'kid eder:

Resulullah zamanında yaşayanlar, kesin olarak inanıyorlardı ve imanları ile marifetleri tamdı. Zaman bakımından ondan uzak düşenler ise, ihtilafa düşmüşlerdir. Bütün bu bâtıl mezhebler, sahabe ve tabiîn devirlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı, durumun bizim söylediğimiz gibi olduğu sabit olur.

Bu âyetin nasıl delil getirildiğini, Muhammed İbn Abdulkerim eş Şehristânî'nin kitaplarında şu şekilde gördüm: Ona, "Senin, zikrettiğin bu istidlali sen aklından çıkardın. İnsanların çoğunun aktı noksan olduğuna göre, belki de senin bu istidlalin, aklının noksanlığındandır. Bu ihtimal her zaman mevcut olunca, hem görüşünün, hem de bu istidlalinin doğruluğu hususunda şüphe etmek gerekir. Birde, nübüvvet bilgisi, marifetullaha dayanır.

Binaenaleyh marifetul-lah da nübüvvet bilgisine dayanmış olsaydı devr-i fasit olmuş olurdu ki bu.imkânsızdır.

İkinci şart: "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadıkça..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Zeccâc, "Bu "Onların kalbleri, senin hükümlerinden darlık (sıkıntı) duymadıkça..." manasındadır" demiştir.

Bil ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne razı olan kimse, bazan kalben samimî olarak değil de, zahiren razı olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu âyette, Peygamberin hükmüne kalben ve samimî olarak razı olunması gerektiğini beyan buyurmuştur.

Bil ki kalbin bir şeye temayülü veya ondan nefret etmesi, insanın elinde olmayan bir şeydir. Binaenaleyh âyetten bu mana kastedilmemiştir. Aksine bundan maksad, insanın kalbinde, Peygamberin verdiği hükmün hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî bir inancın bulunmasıdır.

Üçüncü şart: "Tam bir teslimiyetle testim olmadıkça.." âyetinin ifade ettiği husustur.

Bil ki kalbi ile, peygamberin hükmünün hak ve doğru olduğunu bilen kimse, bazan onu kabul etmemede inâd eder veyahut da onu kabul etmek için bir müddet bekleyebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, böyle yakînî bir imanın kalbte bulunması gerektiği gibi, zahiri tam bir teslimiyetin de bulunması gerektiğini bildirmiştir. Buna göre, Hak Teâlâ'nın "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." sözü ile bâtınî ve kalbî bir inkiyad, "tam bir teslimiyetle tesiim olmadıkça,.." sözü ile de zahirî bir inkiyâd kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/135-137
Devamını Oku »

Hz.Peygambere Tabi Olma Hakkında



Ey iman edenler,Allah'a itaat edin.Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin...(Nisa,59)

...

Onuncu Mesele

Cenâb-ı Hak, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, bu emri müstakil olarak zikretmiştir. Daha sonra da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur.

İşte bu, Allah tarafından, şu terbiye ve edebi bir öğretmedir. İnsanlar, Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle, başkasının ismini bir arada zikretmemelidirler. Ama, durum insanlarla ilgili olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun da delalet ettiği gibi, bu caizdir. İşte bu da, böyle bir terbiyeyi talim etmek, öğretmektir.

İşte bundan ötürü, rivayet olunduğuna göre bir kimse, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında konuşup, "Kim, Allah'a ve Resule itaat ederse, doğruya ulaşmış olur; kim de ikisine isyan ederse, azmış ve sapıtmış olur" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen ne kötü hatipsin. "Kim Allah'a isyan eder ve Resulüne asî olursa.." demeli değil miydim?" (Buhari,Cihad 109) veya, bu manaya gelen bir söz söyledi.

Bu konuda sözün özü şudur: Cenâbı Hakk'ı, aynı lâfız içinde başkasıyla birlikte zikretmek, aralarında bir tür ilgi ve benzerliğin bulunduğu zannını uyandırır ki, Cenâb-ı Hak böylesi şeylerden münezzehtir.

Fahruddin er-Razi-Tefsir-i Kebir,8.cild/syf:113
Devamını Oku »

Siz hadisleri inkar mı ediyorsunuz?


Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor anlaşılan! Bu soru bir röportajda Islamoğlu'na sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: "Hadîs konusunda ne toptan süpürüp atan ne de toptan süpürüp alan bir tavrı doğru görmüyorum. Adam kalkıyor diyor ki; "Bana 500 tane de ayet okusan nafile, Buhari çökerse İslam çöker". Müslüman bunu nasıl söyler? Bunu söyledikten sonra hala nasıl müslüman kalır? Mesela siz de Buhari okurken benim gibi şu rivayete rastlasanız, ne yaparsınız:

"Bir yoldan geçerken maymunlar sürüsüne rastladım. Maymunlar toplanmışlar, içlerinden bir maymunu zina ettiği için recm ediyorlardı. Orada durdum ben de onlarla birlikte taş atmaya başladım."

Allah aşkına, siz olsanız bu rivayet karşısında ne dersiniz? Hayvanlar sorumlu mu? Maymunlar nikah mı kıydırıyormuş ki, o maymun zina etmiş? Ne zamandan beri hadler hayvanlara da uygulanmaya başlamış? Bu nasıl akıl, bu nasıl rivayet? Böyle dedik diye "hadis ve sünnet düşmanı" olmakla, Hz. Peygamber'! devreden çıkarmakla itham ediliyoruz. Bu bize yapılan haksızlık değil mi? İftira değil mi?"

İslamoğlu'nun toptan süpürücü olmadığını söylemesi zevahiri kurtarmak içindir.

"Kur'an'ı Anlama Yöntemi" adlı kitabında hadisin temellerini kendince sarsmak için elinden gelen şüpheleri ortaya atıyor, sonra ardından "benim hadisleri inkar ettiğimi söyleyenlere hakkımı helal etmem" mealinde laflar ediyor. Aynen tarihsek! fikirlere hem de Fazlur Rahman'ın tıpkısının aynısıyla kapıldığı halde ısrarla tarihselci olmadığını söylemesi ve tarihselcileri de "Allah, 7. asırda hükmünü verdi, şimdi hüküm vermek sırası bizde" diyerek ağır eleştirmesi gibi.

Tarihselcilerin yerinde olsam İslamoğlu'na okkalı bir cevap vermek isterdim. Ne yani, derdim; "sen de hırsızlık cezası, miras taksimi vs. konularda gaye, amaç, maksad önemlidir ve Allah hedef gösterdi, bunlar makaside göre değişebilir diyorsun, sonra da bizi, şarilik yapmakla itham ediyorsun! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!"Neden böyle bir cinlik gösterisi yapıyor?

Niyet okuyacak halim yok! Fakat yer yer verdiğimiz görüşlerine bakıldığında hadislerle arasının iyi olmadığı kolayca anlaşılır. Muhtemelen tepkilerden korktuğu için böyle yapmaktadır. Hadîslerin Kur'an'a arzma vurgu yaptığı malumdur. Ancak Kur'anla tıpatıp aynı olan hadisleri kabul etmek zaten sorun değildir. Nihayetinde bu hadisler ilave bilgi, açıklama, helal veya yasaklar içermemektedir. Bunları kabul etmek hadisleri toptan süpürmemek anlamına gelmemektedir.

Görüldüğü gibi İslamoğlu'nun Buharî takıntısı bu örnekte de depreşmişe benzemektedir. "Buharî çökerse İslam çöker" anlayışına "bu nasıl Müslümanlık?" dediğine göre Buharî olmasa da İslam baki kalır demeye getirdiği açıktır. "Buharî çökerse İslam çöker" şeklinde dile getirilen ifade Buharî'nin önemini vurgulamak için söylenen mübalağalı bir ifadedir. Bir başkası bunu "sahabe çökerse İslam çöker" hatta "Ebu Hureyre çökerse İslam çöker" yahut mezhep imamları çökerse İslam çöker" şeklinde de ifade edebilir.

Burada anlatılmak istenen şey bellidir. Hadîs, ashap ve müctehid imamlar dini anlama konusunda oldukça önemlidirler. Aksi takdirde sadece Kur an değil, mesela İhlas suresi tek başına elimizde kalsa İslam'ı anlamaya yeterlidir; aynı şekilde Asr suresi İslam'ın kuşat cılığını anlatmaya yeterlidir. Böyle dense herhalde bunlardan diğer sure ve ayetlere ihtiyacın olmadığı kastedilmemektedir. Başka hiçbir hadis olmasa da sadece Cibril hadisi elimizde olsa; başka hiçbir hadis olmasa da sadece "haram da bellidir, helal de..hadisi elimizde olsa dinin temel umdeleri ifade edilmiş olur. Bunlar hep birer vurgu, dikkat çekme, mübalağa ifadeleridir.

Evet, İslam bir bütündür. Bir insan kalp, bevin, kulak, burun, göz, dil, kol ve bacaklarla bir bütündür. Şüphesiz kalbi ve beyni olup da burun, kulak, göz, kol ve bacakları olmavan bir insan da insandır, hatta uzun bir süre de yaşayabilir, ama artık o insan kamil ve ma'ruf bir insan değildir. İslam da elbet sadece Kur'anla baki kalır, ama artık kolu kanatı kırılmış bir kuş gibi yahut yukarıda tavsif ettiğimiz üzere bir insan gibidir. Dolayısıyla sadece Kur'an diyerek İslam budur demek, sadece bedene bakarak yahut sadece ruha bakarak "insan budur" demeye benzer. Böyle bir şey olmaz. Bunları bir tarafa koyup meseleye baktığımızda Soner Duman'ın anlatımıyla şunları söylemek mümkündür:
Buharî (Fezâilü's-sahabe, 56), Amr b. Meymûn'dan şunu nakleder: "Câhiliye döneminde, bir grup maymunun zina eden bir maymunu recmetmek üzere bir araya geldiklerini gördüm. Onlar taş attılar, ben de onlarla birlikte taş attım."

Buharî'de geçen bu rivayet özellikle günümüzde çeşitli açılardan itirazlara konu olmuş, iş bununla da kalmayıp topkeyün Buharî'nin ve onun nezdinde bütün hadis kitaplarının güvenilirliği ciddî bir biçimde sorgulanmıştır.

Bu rivayet ile ilgili yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim mülahazalarımı belirteceğim:

• Bu rivayet, Buharî tarafından ne Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ne de ashab-ı kirama isnad edilmiş değildir. Rivayette yer alan olayın kahramanı Amr b. Meymun, hicri 74 yılında vefat etmiştir. Aslında câhiliye ve İslam dönemini görmüş olmasına rağmen peygamberimizi göremediğinden sahabe kapsamına dahil değil, klasik tabiriyle "muhadramûn" kapsamındadır.

• Buharî bu hadisi, bir hüküm çıkarma meyanında değil hadiste câhiliyyeye ilişkin bir bilgi verildiği için "eyyamü'l-câhiliyye" başlığı altında ele almıştır. Nitekim Kurtubî bu konuda şöyle demiştir: "Şayet bu rivayet sahih ise Buharî'nin buna yer vermesi Amrîın cahiliye dönemine ilişkin zanmnı onaylamak anlamında değil yalnızca Amr'ın cahiliye dönemine yetişen birisi olduğunu ifade etmek içindir." (el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'ân, 1,442)

•  Amr b. Meymun, câhiliyede şahit olduğu bir olayı -şayet böyle bir olay gerçekten yaşanmışsa- tamamen kendi kurgusu / tasavvuru/algısı ile anlatmıştır. Zira hayvanlar arasında (özellikle de maymunlar arasında) kavga, mücadele, birbirine vurma, taş, meyve vb. şeyler atma sıklıkla görülen bir durumdur. Muhtemelen Amr b. Meymun da gözleri önünde cereyan eden bir çiftleşme sonrasında maymunlar arasında meydana gelen bu olayı kendi kurgusuyla bu şekle dönüştürerek anlatmıştır.

•Hayvanların dince mükellef olmadığı, hayvanların fiiline sevap, günah bağlanmadığı, dolayısıyla onların çiftleşmesine nikâh ya da zina denilemeyeceği ittifakla kabul edilen bir husustur.

•Amr bin Meymun'un gördüğünü kendi yorumlarıyla bu şekilde anlatmış olmasına gerek klasik dönemde gerekse günümüzde özellikle ehl-i hadis içinden çeşitli itirazlar yöneltilmiştir.

İbn Kuteybe, bu rivayete yönelik olarak ileri sürülen itiraza cevap verirken, bunun tamamen Amr b. Meymun'un kendi zihinsel çıkarımı olduğunu, yoksa maymunların kendilerinin böyle bir şeyi haber vermelerinin söz konusu olmadığını, onlar hakkında zinanın da söz konusu olmayacağını belirtmiştir. (Tevilü muhtelefil-hadis, s. 255-256)

İbn Abdilberr bu rivayet ile ilgili olarak "ilim ehlinin bir grubuna göre maymunlara zina izafe etmek ve onların had cezası uyguladığını ileri sürmek münker bir durumdur" diye belirtmiştir, (el- Istîâb, IH, 1206)

Modern dönemde ehl-i hadisin önde gelen simalarından Elbânî de bunun şu açılardan münker bir durum olduğunu belirtmiştir: Bir maymunun zina ettiği nasıl söylenebilir? O maymunun daha önceden başka bir maymunla evli olduğunu nereden bilebiliriz? Hayvanların birbiriyle nikâhlı olduğu söylenebilir mi ki? Farz edelim ki bunların hepsi mümkün, peki Amr b. Meymun, maymunların taşlamasının bu sebeple olduğunu nereden bilebilir ki?

Sonuç:

•Söz konusu rivayet Buharî'nin hüküm çıkarmak veya içeriğini tasdik etmek için değil, câhiliye dönemine yetişmiş olan bir şahsa dair bilgi vermek üzere aktardığı bir rivayettir.

•Bu rivayette anlatılan olay tamamen ravi tasavvur ve tasarrufuna dayanmaktadır.

• Bu rivayette anlatılan olayı saçma, akıl dışı bulmak veya akla uygun bulmak sonuçta bir inanç meselesi değildir.

•Olayın kendisinin saçma ya da akıl dışı olduğu varsayılsa bile, bu durum, kişisel tecrübesini kendi yorumlarıyla aktaran Amr b. Meymun'un sorunudur. Buna yer veren Buharî'nin güvenilirliğini zedelemez. Siz, "ben havada uçuyorum" diyen birinin sözünü başkasına "filan kişi havada uçtuğunu söylüyor" diye aktardığınızda yalan söylemiş olmazsınız, havada uçuyorum diyen kişinin hezeyanını "sahih" bir şekilde aktarmış olursunuz. Vallahu alem.(1)

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:326-330

Dipnotlar:

(1)- İbn Abdilberr "zina ve recim" hükmünü maymunlara isnat ettiği için bu rivayetin sahih olmadığım, şayet sahih ise, bunların maymun kılığına girmiş cinler olduğunu belirtmiştir. Humeydi de bunun asıl Buharî'nin nüshalarında bulunmadığını bildirmiştir. Ancak, İbn Hacer, bu gibi tereddütlere mahal olmadığını, kendisinin Buharî'nin nüshalarının çoğunluğunu gördüğünü ve hepsinde bu rivayetin yer aldığım söylemiştir. Ayrıca şunu da ifade etmek mümkündür: Rivayette yer alan "zina-recim" kavramlarının maymunlar hakkında kullanılmış olması, -benzetme yoluyla -yapılan mecaz bir ifadedir. Dolayısıyla, bu ifadelerden maymunların mükellef oldukları, zina yapmaları onları mesul edeceği, cezasının da recim olduğu hükmü çıkarılmaz. Öyle anlaşılıyor ki, kıssayı anlatan Amr b. Meymun, kıssayı daha da süslendirmek, muhatapların hayretlerini arttırmak, zina suçunun cezasının ne kadar adil ve fıtri olduğunu belirtmek için, maksadını mecaz yoluyla, insanlar için kullanılan aynı kavramları kullanmayı uygun görmüştür. Bununla demek istemiştir ki; zina olarak ifade edilen suç o kadar çirkindir ki, maymunlar bile buna tahammül etmezler. Keza recim cezası o kadar uygundur ki, maymunlar gibi hayvanlar bile yabancı bir maymunla yatması durumunda onu recm eder.
Devamını Oku »

İslamoğlu'ndan bazı inciler!



Bilemiyorum, insan bir noktaya kilitlendi mi, artık gözü başka bir şey görmüyor. Kesin tarih vermek zor, ancak en iyi tahminle Üç Muhammed'den sonra bariz bir dönüşüm ortaya çıktıktan sonra bü­tün himmetler hadisleri delil olmaktan nasıl çıkarırız ateşine odun toplamaya sarfedilmiş gözüküyor. İşte onlardan bir kaçı: "Sünnet/ hadisi vahiy ilan etmek cerh-ta'dil ulemasına bir sözün vahiy olup olmadığını belirleme hakkı vermektir. Bir başka ifadeyle vahyin tes­pitini içtihada bırakmaktır. Ravi 'güvenilir' diyene göre vahiy ilan edilen bir davranış veya söz ravi 'güvenilmez' diyen öbür hadisçiye göre vahiy olmaktan çıkmaktadır.

Bu düpedüz beşerî olanın ilahıleştirilmesidir. Kur'an'ın bilgi sisteminin iki ayağını oluşturan gayb ve şehadetin yanına zanna dayalı protez bir ayak eklemektir. Zannın hiçbir türü hakikatin yerini tutamaz. Zanna dayalı spekülatif bilgiyi hakikatin içine katmak, zannı hakikat yapmaya yetmez, fakat haki­kate şaibe bulaştırır."

Bu ifadeleri şöyle değerlendirmek mümkündür: Bir kere çak­tırmadan cerh-ta'dil ilminin sübjektifliğine vurgu yapılarak bu ilimle mi hadislere güvenilecek iması verilmektedir. Bunun üzerinde durmayacağım. Şu kadarını söyliyeyim ki, bu ilim, hadisin h'sini anlamayanlar tarafından hele de masa başında kurulmamıştır. Bu ilim, ümmetin alimlerinin gayretleriyle ve sahabeden bu yana işlene işlene ortaya çıkarılan bir dantel gibidir. Sübjektiflik başka ilimlerin (hatta fizik bilimlerin bile) tabiatında olduğu gibi bunda da elbette vardır. Bu ilimdeki sübjektiflik ya da şöyle diyelim, raviler hakkında verilen bilgilerin tutarsızlığı yapılan araştırmalara göre yüzde 15-20 civarındadır. Bu ise insan unsurunun devrede olduğu bir faaliyette oldukça düşük bir oran olup sistemin tutarlılığını ve güvenilirliğini ortaya koymaktadır.

Gelelim esas meseleye. Vahyin tespitini içtihada bırakmak ta­birine bakar mısınız? Vahiy derken insanların aklına Kur'an'ın gel­mesi amaçlanmıştır. Böyle olunca insan hemen "Kur'an içtihatla nasıl tespit edilir!" tepkisi verilsin diye. Oysa hinlik yapılmaktadır. Hinliğin birinci yönü sünnetin vahiyle hiçbir bağının olmadığını id­dia etmektir. Bize göre sünnetin hepsi vahiy değildir, ama sünnet­te vahiy unsuru bilgiler muhakkak vardır. Konu uzun olduğu ve başka çalışmalarımızda ele aldığımız için şu kadarını söyliyeyim ki, Kur'an'da Kur'an dışındaki iletişimler için vahiy kelimesinin kul­lanılamayacağına dair en ufak bir işaret yoktur, tam aksine çeşitli iletişimler için Allah vahiy kelimesini kullanmıştır. Yine Kur'an'da Allah'ın Kur'an dışında Resul'u ile iletişim kurduğunu gösteren ayetler vardır.

Hinliğin asıl ikinci yönüne gelince cerh-ta'dil ule­masına, kısaca muhaddislere hiçbir zaman vahyi belirleme yetkisi verilmemiştir ve amaçları da vahyi belirlemek olmamıştır. Onların amacı, Hz. Peygamber'e isnad edilen bir sözü tespit etmektir. Yani sözün Hz. Peygamber'e ait olup olmadığını belirlemektir, onun va­hiy olup olmadığını değil. Bir alim bir raviye güvenilir dediğinde o sözün zann-ı galip ile, (yani yüzde yüz bile değil) Hz. Peygamber'e ait olduğu anlaşılır. Aynı raviye başka bir alim güvenilmez dedi­ğinde o alime göre o sözün Hz Peygamber'e ait olma ihtimalinin zayıf olduğu anlaşılır. Dolayısıyla cerh-ta'dil alimleri sözün vahiy olup olmamasını değil, aidiyetini tespit etmektedir. Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki, Islamoğlu bir ravi hakkında iki zıt gö­rüşe sahip alimlerden örnek vermektedir. Bu da ayrı bir hinliktir.

O zaman şunu soralım: İslamoğlu bir ravi hakkında alimlerin ittifak ettiği durumları -ki, bunlar diğerinden daha çoktur- vahiy olarak kabul edecek midir? Yani ihtilaf olmadığına göre o hadisleri vahiy kabul etmek durumunda kalsa gerektir. Bu onun sorunu, ama biz yine de vurgulayalım ki, tüm muhaddisler ittifak etse de onların itti­fakı o sözün vahiy olduğunu göstermez, sadece büyük bir ihtimalle o sözün Hz. Peygamber'e ait olduğunu gösterir. Bundan sonra ikin­ci aşama gelir ki, o da bu sözün bağlayıcılık değerini veya vahiyle irtibatını ortaya koymaktır. Bu da fakihin yahut akaid alimlerinin değerlendirme alanına girmektedir.

Bu noktada denilebilir ki, Hz. Peygamber'in söz ve davranışları içinde vahiy olanlar da vardır, ol­mayanlar da. Ve muhaddis bunun bilincindedir. Hz. Peygamber'in sözü sabit olduktan sonra sözünün vahiy olup olmaması ciddi bir değerlendirme konusudur. Zaten ulema da bu konuda cehd göster­miş, çeşitli tasnifler yapmış ama bazen ihtilaftan da kurtulamamış­tır. İşin tabiatında da bu vardır.

Yukarıdaki iddiada geçen "zannın hiçbir türü hakikatin yerine geçemez" ifadesi mugalatadan başka bir şey değildir. Hadîs Tarihi ve Usulu adlı çalışmamızda hadis-zan konusunu detaylı bir şekilde ele aldık, ancak burada şu kadarını söyliyelim:

Bir: Zandan mak­sat şekk veya şüphe ise bu doğrudur. Yani şekk ve şüpheli bilgiden yola çıkarak amel veya inanç inşa edilemez.Ancak zannın ne mana­da kullanıldığı sürekli karıştırılmaktadır. Bu da tartışmaları tetiklemektedir. Ki, bağlama bakılırsa zan denince yakın, yani kesin ol­mayan şey kastedilmektedir. Bu durumda kesin olmayan şeyler içine de zan, şekk ve vehim de girmektedir. Bu da zannı şekk veya vehim eşitlemektedir. Oysa zan ile diğerileri farklıdır. En basit ifadesiyle Mutezile dahil tüm alimler yakinî ve zannî bilginin amel değerini tartışmışlar,Mutezile dahi en azından zannî bilginin amelî değeri­ni kabul etmiş, ancak şekkî bilginin durumunu bahis konusu bile etmemişlerdir. Herhalde zannı şekk-şüphe yerine kullanmak, çoğu kere Türkçe'de kazandığı anlam dikkate alınarak karıştırılmaktadır.

İki: Zandan maksat şüphe değil de galip zan ise (bunu kastettiklerini pek zannetmiyorum ya!) bu durumda "hakikat" denilerek bir başka yanlış yapılmaktadır. Yani zann-i galip hakikat adına hiçbir anlam gelmemekte midir? O zaman hakikat ne demektir? Şayet maksat Allah, tevhid, ahiret, nübüvvet gibi temel imani konular ise elbette zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Kur'an'ın hakikat karşısında zanna hiçbir değer vermemesi de bu anlamdadır. Ancak bu ifadelerin bağlamına baktığımızda hakikat de genel kullanılıyor.Sadece itikad değil, sanki her türlü bilgi kastediliyor. Böyle ise zannın hakikat ifade etmeyeceği önermesi külliyen hatadır. En azından amelî meselelerde zannın amelî gerçeği ortaya koyması bütün mezheplerce ittifakla kabul edilen bir noktadır.

Son bir iddiaya değinelim. Buna göre, "sünnet vahyini kabul etmenin Kur'an'ın yetersiz olduğu düşüncesinden kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. Kur'an'ın yetersizliği düşüncesi de Yahudi- lerin Tevrat'ın yetersizliği düşüncesini hatırlatmaktadır." İlginç bir mantık örgüsü kurulduğu anlaşılmaktadır. Sünneti bir delil kabul eden hiç kimse ama hiç kimse bunu temellendirirken Kur'an'ın ye­tersiz olması gibi bir argümanı hiç mi ama hiç dillendirmemiştir. Böyle bir ifade söylenebilir mi? Ne demek Kur'an'ın yetersizliği? Kur'an'ın yetersizliği eksik oluşunu çağrıştırır. Böyle bir şey denile­mez ve denilmemiştir. Sünnet ancak Kur'an'ın beyanı olabilir. Hatta yeni ortaya çıkan meselelerde ulemanın içtihadı da Kur'an'ı beyan olarak anlaşılmalıdır. Ulema bu meselelerde Allah'ın muradını tes­pit etmeye çalışmışlardır. Bu yetkiyi de onlara Allah vermiştir.

Şim­di "Kur'an bu meselede bir şey dememiş mi ki, ulema kalkıp İslam adına konuşuyor? Kur'an bu konuda yetersiz mi ki, ulema bu eksik­liği gideriyor?" denilebilir mi? Olacak iş değil! Bunun cahillikten öte bir anlamı yoktur. O halde tekrar vurgulayalım ki, ulema tarafından en güzel ifadesiyle "sünnet Kur'ân'ın beyanıdır, tefsiridir" denilmiş­tir. Biraz daha ileri bir ifadeyle "Kur'an sünnet üzerine değil, ama sünnet Kur'an üzerine kadîdir, hükmedicidir" denilmiştir. Bununla kesinlikle sünnetin beyan edici özelliğine mübalalağalı bir ifadeyle vurgu yapılmıştır. Yani bundan maksad bellidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, sünnetin delil veya vahiy oluşuna sıcak bakmayanlar önce
meseleleri yanlış anlamakta ısrar etmektedir.473

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf;223-227
Devamını Oku »

Allah'dan Korkma Ne Demektir?



Allah Teala'nın "Ancak benden korkunuz "(Bakara, 40) sözüne gelince, bil ki "Rehbet" korkmaktır. Kelamcılar, Allah Teala'dan korkmanın, O'nun cefasından korkma manasına olduğunu söylemişlerdir. Bazan mükellef hakkında, iki manada korktuğu söylenir:

Birincisi: ilim ile (bilerek) korkmak, diğeri ise zann ile korkmak. İlim ile olan korkmaya gelince bu, insanın kendisine emredilen herşeyi yaptığına, yasaklanan bütün şeylerden de kaçındığına kesin inanırsa, onun korkusu ancak gelecekle ilgilidir. İşte melekleri ve peygamberleri bu korku çeşidi ile niteliyoruz. Cenab-ı Allah, melekler hakkında: "Kendilerine hükümran olan Rablerinden korkarlar"(Nahl, 50) buyurmuştur. Zann ile olan korkuya gelince bu, kul emredilen şeyleri yapmış olduğunu, nehyedilenlerden de sakınmış olduğunu kesin olarak söyleyemediği zaman, onun sevab ehlinden olamamaktan korkmasıdır.

Bil ki dünyada korkusu çok olan kimse kıyamet gününde emin olur ve dünyada emin olan,kıyamet günü korkar. Rivayet edildiğine göre bir münadi, kıyamet günü şöyle seslenir: "İzzetime ve celalime yemin ederim ki kulumda iki korkuyu (dünya ve ahiret) ve iki emniyet halini bir arada bulundurmam. Dünyada kim benden emin olursa, kıyamet günü onu korkuturum. Kim de dünyada iken benden korkmuş ise, kıyamet günü onu emin kılarım." Arifler şöyle demişlerdir: "Korku iki çeşittir, cezadan korkmak, celal-i ilahiden korkmak. Birincisi zahir ehlinin nasibidir, ikincisi ise gönül ehlinin nasibidir. Birincisi yok olabilir ama ikincisi yok olmaz.

İyi bil ki, ayet-i kerimede şu hususlara delalet vardır: Nimetlerin çok olması, yapılan günahın büyüklüğünü de o nisbette artırır; ahdin önceden bildirilmesi, ona muhalefetin günahını büyütür; Hz.Peygamber (s.as) Araplara gönderildiği gibi, İsrailoğullarının da peygamberidir." "Ancak benden korkunuz" {Bakara, 40) âyeti insana, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini gösterir. Bu, korku hususunda sözkonusu olduğu gibi, ümid ve arzu hususunda da aynıdır.

Bu ayet ayrıca, herşeyin Allah Teala'nın kaza ve kaderi ile olduğuna delalet eder. Çünkü kul, eğer kendi fiili hususunda tamamen hür olsaydı, Allah'dan korktuğu gibi kendisinden de korkması gerekirdi. Çünkü o zaman "Ancak benden korkunuz " âyetinin ifade ettiği hasr manası (ancak benden manası) batıl olurdu. Hatta o zaman sadece kendisinden korkması gerekirdi. Çünkü bu durumda sevab ve ikabının anahtarları Allah'ın elinde değil kendi elinde olmuş olurdu ve böylece de Allah'dan hiç korkmaması gerekirdi. Bu ayette mükellefe, ibadetlerini korku ve ümid sebebi ile yapması gerektiğine ve ibadetlerin sıhhati için bunun lüzumlu olduğuna delalet vardır. Allah en iyi bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/463-464.
Devamını Oku »

Kur'an'da Tesbih Manası

Tesbih

'venahnu' deki vav, vav-ı haliyedir. Nitekim senin "Ben iyiliğe daha layık iken sen falancaya mı iyilik yapıyorsun" demen gibi. "Tesbih", Allah'ı kötü ve çirkin vasıflardan uzak tutmadır. "Takdis" de böyledir. Bu ifadeler, suda yüzüp uzaklaştığı zaman Suda yüzüp uzaklaştı yerde uzaklaştı "denmesinden alınmiştır.

Bil ki eğer uzaklaştırma ile kötü vasıflardan uzaklaştırma murad edilirse bu tesbihdir,hayırlardan uzaklaştırma murad edilirse bu lanettir.

Biz deriz ki kötü vasıflardan uzaklaştırma, ifadesine, Cenab-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından kötülüklerden uzaklaştırma dahildir. Zatı bakımından, kötülükten tenzih etmeye gelince bu, Zat-ı İlahi'nin imkana mahal olmamasıdır. Çünkü O'nun zatını kötülükten ve imkandan yani ademden menetmek ve "mümkün olma" vasfını O'ndan nefyetmek "kesretin" yokluğunu gerektirir. Kesretin yokluğu da cisimlik ve arazlık sıfatlarının yokluğunu; O'nun eşi benzeri olmadığını, mutlak vahdetini ve zatı itibarı ile vacib oluşunu ifade eder.

Sıfatları bakımından Allah'ı kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu O'nun cehaletten münezzeh olması, her türlü malûmatı çepeçevre kuşatması, güç yetirilecek herşeye kadir oluşu, sıfatlarının her türlü değişikliklerden uzak olması demektir. O'nu fiilleri bakımından kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu, O'nun fiillerinin menfaat elde etmek ve zararları gidermek için olması, fiillerinin kamil olmak için başka birşeye muhtaç olmaması, fiillerinin tam olması, her türlü mevcudat ve ma'dumattan müstağni olması ve hertürlü mevcudatı ve ma'dumatı (yoklukları) yok etme ve var etme hususunda hükümran olması demektir.

Ehl-i Tezkir (irşad erbabı) şöyle demişler:

Tesbih, Kur'an'da bazan tenzih, bazan taaccüb manasına gelmektedir.

Tenzih manasına çeşitli şekillerde gelmiştir:

a) "Ben, benzeri ve şeriki olmaktan münezzehim. "O, bir ve kahhâr Allah dır. (Zümer, 4)

b) Gökleri ve yeri idare eden benim. "Göklerin ve yerin Rabbi yücedir; münezzehtir." (Zuhruf, 82).

c) Bütün alemleri düzenleyen benim. "Alemlerin Rabbi olan Allah noksan sıfatlardan da münezzehtir"(Neml, 8).

d) Ben, zalimlerin söylediklerinden berîyim. "Galebe sahibi Rabbin onların İsnad ettikleri vasıflardan münezzehtir"(Saftat, 180).

e) Ben, herşeyden müstağniyim: "O Allah ganidir"(Yunus, 68)

f) Ben, benim dışımdaki herşeyi, emr ve hâkimiyeti altına alan bir hükümdarım. "Herşeyin melekûtü (mülkiyeti) kudret elinde olan Allah'ı tenzih ederiz "(Yasin, 83).

g) Ben, herşeyi bilenim. "Allah'ı onları isnad ettikleri! vasıflardan tenzih ederim. O, Allah,gaybı bilendir"(Saffat, 159). Ben, hanımı ve çocuğu olmaktan münezzehim. "O Allah'ı tenzih ederim. Onun nerden çocuğu olacak"(Nisa, 18).

ı) Ben, onların isnad ettikleri vasıflardan ve sözlerden münezzehim. "O, Allah'ı müşriklerin dedikleri sözlerden, şirk koştukları ortaklardan ve O'na isnad ettikleri vasıflardan tenzih ederim "(Enam. 100).

Tesbihin taaccüb manasına gelişi de aynı şekildedir:

a) Ben, güçlü hayvanları güçsüz insanların emrine verenim "Bunu bizim emrimize veren Allah ne yücedir "(Zuhruf, 13).

b) Ben, yorgunluktan ve bitkinlikten uzak olduğum halde alemi yaratanım. "O bir işe hükmettiğinde ne yücedir "(Meryem, 35);

c) Ben, en iyi bilenim. Ama öğretmenlerin öğretmesi, irşad edenlerin irşadı ile değil. "Ya Rabbi sen ne yücesin! Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir şey bilmiyoruz "{Bakara, 32).

d) Ben, bir saatlik tevbe ile yetmiş senelik günahı giderenim. "O halde güneş doğmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et" (Taha, 130).Sonra Allah şöyle der: "Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbihatta bulun. O'nu sabah akşam tesbih edin!" (Ahzab, 42). Belalardan kurtulmayı istiyorsan, tesbih et, çünkü "İlah olarak ancak sen varsın, sen münezzehsin, muhakkak ki ben, zulmedenlerdenen "(Enbiya. 87).

Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbih et! "Gecenin bir kısmında ve gündüzün iki tarafında Rabbini tesbih et! Umulur ki, razı olursun "(Taha, 130). Eğer ateşten kurtulmayı İstersen, tesbih et! "Seni' noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizi ateşten koru!, "(al-i imran, 191).

Ey kul, devamlı beni tesbih et. Allah'ın şanı ne yücedir. Öyleyse sen tesbih et, sizler tesbih ediniz. Çünkü sen, beni tesbih etmezsen, bunun sana zararı olur. Çünkü beni tesbih edenler var: Arşı taşıyan melekler bunlardandır. "Eğer onlar büyüklenirlerse, bilsinler ki Rabbinin katında olanlar O'nu tesbih etmektedirler" {Fusilet, 38).

Mukarreb melekler de bunlardandır. "Onlar, Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz. Sen bizim velimizsin"(Sebe, 41). Diğer melekler de bunlardandır: "Onlar, Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz. Bize., yakışmaz"(Furkan, 18).

Peygamberler de bu tesbih edenlerdendir. Nitekim Hz.Yunus (Zü'n-nûn (a.s.):"Senden başka ilah yoktur. Sen ne yücesin"(Enbiya, 87) demiştir. Hz.Musa (a.s.) da "Seni tesbih ederim. Ben sana tevbe ettim "(Araf, 143) demiştir. Sahabe de Allah'ı tesbih edenlerdendir. Nitekim onlar "Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz, Öyle ise bizi cehennem azabından koru "(aı-i imran, 191) demişlerdir.

Her şey, haşerat, hayvanlar ve zerreler Allah'ı tesbih eder. "Allah'ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur"(İsra, 44) Hatta taş, çamur, kum, dağ, gece, gündüz, karanlık, aydınlık, cennet-cehennem, zaman, mekan, bütün elementler, rükunlar, ruhlar ve cisimler, Cenab-ı Hakk'ın: "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı tesbih eder"(Haşr, 1) ayetinde belirttiği gibi, O'nu tesbih ederler.

Sonra O şöyle buyurur: "Ey kulum, benim bu eşyaların tesbihine ihtiyacım yok. Bunlar canlı değiller. Dolayısı ile bunların, tesbihin mükâfaatına ihtiyaçları yoktur. Onların tesbihatının mükâfaatı zayi olur. Bu ise bana yakışmaz. "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında olanları boşuboşuna yaratmadık"(Sad, 27). Fakat ben, bana hizmet için çalışan kimseye bütün alemi hizmetçi kıldığımı herkes bilsin diye bu varlıkların mükafaatını sana veriyorum."

Diğer bir incelik şudur: "Beni kulluğumu göstererek yâdet. Çünkü bundan ben değil, sen istifade edeceksin. "Galebe sahibi Rabbinin şanı ne yücedir"(Saffat, 184). Sen beni, tesbih ederek anarsan, ben de seni günahlarından temizlerim. "Öyleyse O (Allah'ı) sabah akşam tesbih ediniz"(Ahzab, 42). Bana borç verin (Benim rızam için borç verin). "Allah'a güzel bir borç verirler"(Hadid. 18).

Eğer ben, sana bire karşılık on misli sevab verecek bir gani (zengin) de olsam bana borç verin. "Kim Allah (rızası için) güzel bir borç verirse, işte O (Allah) bunu kat kat artıracaktır"(Hadid, 11) Her nekadar senin yardımına ihtiyacım yok ise de, sen benim yardımcım ol. "Göklerin ve yerin orduları Allah'a aittir"(Feth, 7).

Keza benim orduya da ihtiyacım yok. "Cenab-ı Allah dilese, onlardan intikam alır"(Muhammed, 4). Fakat sen bana yardım edersen, ben de sana yardım ederim. "Eğer Allah(ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder "(Muhammed,7). Beni zikretmeye devam et. "Allah'ı belli günlerde anınız "(Bakara. 203). Benim, senin zikrine ihtiyacım yok. Çünkü herkes beni zikreder. "Sen onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı" diye sorarsan, "Allah" diyecekler"(Lokman, 25).

Ancak eğer sen beni zikredersen (anarsan), ben de seni anarım. "Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim "(Bakara, 152), Bana (benim dinime) hizmet et. "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz "(Bakara, 21). Ben senin hizmetine (ibadetine) muhtaç olduğum için değil... Çünkü ben melikim. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir"(Casiye,27). "Göktekiler ve yerdekiler sadece, Allah'a secde ederler"(Ra'd, 15). Fakat, çok rahat elde etmen için şu sayılı günlerinde benim hizmetime yönel. "Allah" de ve onları bırak "(En'am, 91).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/255-258
Devamını Oku »

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark



Bizi affet, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen Mevlâmızsın bizim. Kafir toplumlara karşı da bize yardım et" (Bakara, 286).

......

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark

İkinci soru: "Afv", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri arasında ne fark vardır?

Cevap: Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırmak ve rezil-rüsvay etmek azabından koruyarak, onun suçunu örtmektir.

Buna göre kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, kurtulunduğunda hoş olur.."

Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir.

Bu da iki kısımdır: Cismânî mükâfaat ki bu cennet nimetleri, onun lezzetleri ve oradaki hoş ve güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî bir mükâafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının o kimseye tecelli etmesi ve, takati nisbetinde Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesi, zuhur etmesidir. Bu da, o kimsenin Allah'ın dışında bulunan herşeyden sıyrılarak, tamamiyle Allah'ın celâlinin nuruna boğulmasıyla, istiğrakıyla mükmün olur.

Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfaatı; O'nun bundan sonra demesi de, "ruhanî mükâfaatı" ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır. Belki de kelâmcılardan pek çoğu, bu açıklamaları tuhaf görür ve bunların tâat kabilinden söylenilmiş şeyler olduğunu söylerler.

Yemin ederim ki, onlar söyledikleri şeylerde doğru söylemektedirler, zira onların ilimdeki dereceleri budur. "Şüphesiz ki Rabb'in, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ulaşmış olan kimseleri de pek İyi bilendir" (Necm, 30).

Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğunda bir başka anlam daha vardır. O da şudur: Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz işte bu sebeple, kullar duâ ederken, Allah'ın lütfü ve ihsanına dair söz ederlerken kendilerinin, ancak Cenâb-ı Hakk'ın tedbiriyle işlerinin tamamlanacağı bir çocuk ve, ancak Mevtasının ıslâhıyla işlerinin yoluna gireceği bir kul durumunda olduklarını; Allahu Teâlâ'nın, gökler ve yerin Kayyûm'u olduğunu, bütün işleri yoluna koyan olduğunu, "Ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı" (Enam. 40) âyetinde de belirttiği gibi, hakikatte her şeyin müdebbiri (yöneticisi) O olduğunu izhar etmişlerdir.

Bu âyetin bir benzeri de, "Allah, imân edenlerin dostudur" (Bakara, 257); yani, "yardım edenidir", "Muhakkak ki Allah, onun dostudur" (Tahrim, 4) ve "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah muhakkak ki imân edenlerin dostudur. Kâfirlerinse dostu yoktur" (Muhammed, 11) âyetleridir.

Daha sonra Cenâb-t Hak Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" buyurmuştur. Yani, "Onlarla savaşırken, onlarla hüccetleşirken ve, Hak Teâlâ'nın, "Onu diğer bütün dinlerden üstün kılmak için" (Saf,9)âyetinde de buyurduğu gibi, İslâm devletinin onların devletlerinin üzerine çıkması hususunda, onlara karşı bize yardım et." demektir.

Muhakkik ulemâdan, "Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" duasından maksadın, "Ruhanî- melekî kuvvetlerle, mâsivâullah'tan başkasına çağıran cismanî güçleri kahretme konusunda Allah'tan yardım istemek olduğunu" söyleyenler de bulunmaktadır. Bakara sûresi bu ifâdelerle sona ermektedir.

Vahidî (r.h), Mukâtil İbn Süleyman'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahu Teâlâ"Peygamber "imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Binâenaleyh, sen O'ndan iste, ve O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s), Hz. Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretir.. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak sanadır" deyince de, Allahu Teâlâ, "Şüphesiz ben sizi bağışladım!" der.

Hz. Peygamber, "Bizi muâhaze etme!., "deyince, Allah(c.c), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurur. Hz. Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davran m ayacağım" buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s), "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurur. Hz. Muhammed: "Bizi atfet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahu Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve, kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurur.

Bazı rivayetlerde Hz. Muhammed (s.a.s) bu şekilde duâ ederken, meleklerin "Amîn" (= kabul buyur) dedikleri de yer almıştır.

Bu kelimelerin yazarı şu yoksul, fakir, muhtaç kimse de şöyle der: "Ey Allah'ım, ey efendim! Araştırdığım ve yazdığım her şey ile, sadece senin rızanı ve yüce cemâlini gözettim. Eğer isabet ettiysem, senin muvaffak kılmanla isabet etmişimdir. Sen bunları, lütfün ve ihsanınla, bu yoksul ve muhtaç kimseden kabul et!.. Eğer hata ettiysem, ey ısrar edenlerin ısrarının canını asla sıkmadığı ve isteyenlerin isteklerinin de kendisini meşgul etmediği Allahım! Sen lütfü kereminle, benim günahlarımı bağışla..." Bunlar, bu sûrenin tefsiri hakkında söylediğim son sözlerdir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Salât ü selâm ise, efendimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) ile O'nun âline ve ashabına olsun..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/114-116.
Devamını Oku »

Cihad ve Gençlerimiz



Bu ülkede İslam’ın diğer yönlerini olduğu gibi “cihad” hükmünü ve bu hükmün pratiğini de kendisine “Selefî” diyen kardeşlerimizden öğrenmek durumunda kalmış gençlerimizin sayısı önemli bir yekün oluşturuyor.

Bunda bütün kabahat onların değil şüphesiz. Onlara bunu anlatması gereken bizlerin, yetki sahiplerinin, karar mekanizmalarının başında bulunanların, konuşanların, yazanların.. bu noktada sorumluluğu büyük. Bu noktada kemiyet ve keyfiyet planında daha fazlasının yapılması gerektiği ortada..

Ancak İslam adına öğrenilmesi gereken şeyleri Selefî/Cihâdî diye anılan kesimlerden öğrenme ısrarı gerçekten bir “yoksunluğa” ve “mecburiyet”e mi dayanıyor?

Bu soruya “evet” diyebilmek için bu ülkede bu alanda kayda değer hiçbir çalışmanın yapılmamış/yapılmıyor olması gerekir. Ama hakikat böyle değil. Cihad’ın teorisiyle pratiğiyle hayatın ta merkezinde olduğu bir coğrafya Anadolu. 1071 tarihinden bu yana bu coğrafyada hükümferma olan fetih ve gaza ruhu bugün “Ümmet Coğrafyası”nın büyük bir kesiminin ayakta kalabilmesinin en önemli etkenlerinden biridir.

Sadece bu coğrafya değil, bu coğrafyanın ruhuna sinmiş müstakim İslam çizgisinin hüküm sürdüğü bütün tarihler ve coğrafyalar bu ruhla yoğrulmuş olarak Ümmet’i bugünlere taşımıştır.

21.yüzyılda İslam’ı, modern zamanlarda ortaya çıkmış hareket ve fikir akımlarından öğrenme ısrarında olan gençleri, bakışlarını yaşadıkları coğrafyaya çevirmeye davet ediyorum. Burada, buranın geçmişinde bulamadığınız ne oldu da İslam’ı Suud, İran ya da Batı patentli İslam takdimlerinde aramak zorunda kaldınız?

Bu toprakların ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan insanların önce kendi miraslarını tanıması gerekmiyor mu? Arap kökenli veya başka yerden herhangi bir alimi, hareket ve fikir adamını tanıyıp sevdiğiniz kadar, hatta “en az o kadar” Halil Gönenç’i, Mehmet Emin Er’i, Sadreddin Yüksel’i, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Naim’i, Said Nursi’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahid el-Kevserî’yi…. de (daha gerilere gitmiyorum) kendi metinleri üzerinden tanımış ve onlarla bu anlamda bir aidiyet ilişkisi kurmuş olmanız gerekmiyor mu? Bu bir mükellefiyet, bir ilim ve irfan borcu değil midir?

Denebilir ki: “Bu insanların kimi konulardaki düşüncelerini/yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz.”

Ben de derim ki: Arap dünyasından yakından tanıdığınız ve izlediğiniz insanların tamamının fikirlerine/yaklaşımlarına katılıyor musunuz?

Yine denebilir ki: “İslam’ı bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın tarihine aidiyet hissetmeyen insanlardan öğrenmenin neresi yanlış?”

Benim hassasiyetimin temelini işte bu sorunun cevabı oluşturuyor.

Benim cevabım şu:

Şurası yanlış:

1-İslam’ı Selefî/Cihâdî çizgiden öğrenenler, o çizgiyi temsil edenlerin bu Ümmet’in ana gövdesiyle problemli olduğunu unutuyor. Hicaz bölgesini İngiliz desteğiyle Osmanlı idaresinden ayıranlar sadece idarî/coğrafi bir kopuşu değil, aynı zamanda itikadî, fikrî, kültürel.. olarak da Ümmet’in ana istikametinden ayrılışı öngören bir ideolojik öğretiyle yaptılar bunu. Bu çizgi her ne kadar fikrî olarak İbn Teymiyye üzerinden Ehl-i Hadis’in bir kısmıyla irtibatlansa da, itiraf edelim ki ne İbn Teymiyye ne de daha öncekiler “Ümmet’ten kopuş” üzerine kurulu bir ideolojinin peşinde olmuştur!

2-Bu çizgi, temsil ettiği “kopuş” hareketiyle gerçek anlamda bir “diriliş”i, bir “tecdid”i temsil ediyor olsa elbette kimsenin diyeceği birşey olamaz. Burada problem, bu çizgiyi temsil edenlerin büyük bir yekününün, programını, Ümmet’in geri kalanını küfre varan ithamlarla karalama, itibarsızlaştırma ve yok sayma üzerine kurgulamış olmasıdır. Bu temel bir arızadır ve bu hareket varlığını bu arıza üzerine kurmuştur. Benim insanım İmam Ebû Hanîfe (rh.a)’i niçin icazet sistemiyle ona bağlanan ulemadan değil de farklı çizgilerden ve kaynaklardan tanıyınca ortaya Hanefîlerin Ebû Hanîfe’siyle hiç ilgisi olmayan -tabir yerindeyse- “Selefî” bir Ebû Hanîfe’nin çıkması kaçınılmazdır. Bu, bu ümmetin diğer “değer”leri için de aynıyla geçerlidir.

Bu problemin, bu ülkede yaşayan ve bu coğrafyanın tecrübesini, müktesebatını önemseyen bir müslüman olarak beni doğrudan ilgilendirdiği açık.

Bu coğrafyanın insanlarının, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kendi değerlerine karşı sağır-kör, hatta “düşman” kesilerek başkasına öykünmesi”nin alkışlanacak yanı olamaz.

Bu ideoloji, gençlerimize ilmî ve tarihsel tecrübemizi kendi süzgeçlerinden geçirerek anlatıyor; onlara farklı bir”kimlik” aşılıyor.

Bu açıkça bir “operasyon”dur ve biz bu operasyonun sonuçlarını bugünlerde ülke olarak en acı biçimde yaşıyoruz. Kendi güvenliğini sağlamak ve dinî, tarihsel, kültürel sorumluluğunun gereğini yerine getirmek için Suriye topraklarında askerî mücadele yürütmek zorunda kalan Türkiye’nin elini zayıflatmak için bizim gençlerimizi intihar bombacısı olarak kullananlar bu ideolojik operasyonun kotarıcılarından başkası değil!

Bu “mankurtlaştırma” operasyonunun kurbanı olan gençler İslam’ı tam da böyle bir “yabancılaştırıcı” etkiyle öğreniyor ve öğrendiği “İslam” onu, kendi halkıyla, kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle “cihad etme” noktasına savuruyor!

Bu milletin Batılılaştırılması, Şiileştirilmesi ya da “Selefî”leştirilmesi… hangisi olursa olsun, bu milletin kendi özüne yabancılaştırılması anlamına geldiği için benim açımdan “kabul edilemez”dir.

Bütün derdim budur ve daha önce de pek çok kez söylediğim gibi ömrüm oldukça bu operasyonlarla ilmî zeminde mücadeleye devam edeceğim bi iznillâhi teâlâ.

https://ebubekirsifil.com/yazilar/cihad-ve-genclerimiz/

Ebubekir Sifil

Şubat 2017
Devamını Oku »