Fatiha Niçin Allah'ın Beş İsmini İhtiva Eder?



"Bu fasıl, Fatiha Sûresi'nin bu beş ismi İhtiva etmesinin sebebi hakkındadır."

Bunun sebebi şudur: İnsanın durumlarının beş mertebesi vardır.

Birincisi, yaratılma.

İkincisi, dünya menfaatları hususunda eğitilme.

Üçüncüsü, mebde'i tanıtma hususunda yetiştirilme.

Dördüncüsü, me'âdı tanıtma hususunda yetiştirilme.

Beşincisi, ruhların bedenler âleminden ahiret âlemine nakledilmesidir.

İmdi "Allah" İsmi, yaratmanın, yoktan var etmenin, tekvinin ve ibda'ın (bir örneği olmaksızın yaratmanın) kaynağıdır. "Rabb" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, çeşitli lütuf ve ihsanları ile kullarını terbiye ettiğine delâlet eder. "Rahman" ismi, mebde'i (dünyayı) tanımadaki terbiye-i ilâhiyeye delâlet eder. "Rahim" ismi, kulların neyi yapacaklarını ve neden sakınacaklarını göstermek için, me'âdi (ahireti) tanıma hususundaki ilâhî terbiyeyi gösterir. "Melik" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, insanları dünya yurdundan ceza (ahiret) yurduna nakledeceğine delâlet eder. Sonra kul, bu makamlara erişince sözünü, gayb (sîgasın)dan muhâtab (sığasına) çevirerek "Sadece Sana ibadet ederiz " der.

Bu ifadesi ile, sanki Cenâb-ı Allah, kuluna şöyle demiştir: Bu beş mertebede, bu beş isimden istifade edip âdeta Ceza Yurduna geçmiş gibi olunca, sanki Allah'ı görecek bir duruma geldin. İşte bu sebeble, O'nunla karşı karşıya imiş gibi konuş, gıyabında imiş gibi konuşmayı bırak da " de.

Böylece kul: "Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen, yaratan Allah'sın Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen rızık veren Rabbi-sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen Rahmân'sın. Ancak Senden yardım dileriz, çünkü Sen Rahîm'sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Meliksin. Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen Mâliksin" demiş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kulunun dünya yurdundan ahiret yurduna; kötülükler yurduna, sürûrlar yurduna geçeceğine delâlet eder.

İşte bunun için O, "Bugün için bir azık ve hazırlık gerek. Bu da ibadettir" der. Bu sebeble kul: der Sonra kul: "Kendi gücüm ve kudretimle kazandığım şey azdır. Bu uzun günde (yolculukta), bana yetmez" der de, Rabb'inden yardım talebinde bulunarak: "Yanımda bulunan azdır. O halde rahmet hazinelerinden, bu uzun günde bana yetecek kadar ver" manasında der.

Ahiret günü için azığı elde edince, "Bu uzun ve zor bir yolculuktur. Yollar çok ve çeşitlidir. İnsanlar bu çölde şaşırmıştır. Sâlikleri (yola gidenleri) irşada lâyık olan zattan isteyeceğim yoldan başka çıkar yol yoktur" diyerek "Beni doğru yola hidayet et (ilet) talebinde bulunur. Sonra, bu yola sülük edenlere (girenlere) bir arkadaş, bir muhafız ve bir rehber gerektiği için "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (ilet)" der. Cenâb-ı hakkın kendilerine nimet verdiği kimseler de peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlih kimselerdir.

Buna göre, peygamberler delil; sıddîkler muhafız; şehitler ve sâlihler ise arkadaştırlar Sonra kul; "Kendilerine gazab olunanların ve sapıtanların yoluna değil." der.

Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk'a varmaya engel olan perdeler iki kısımdır. Biri ateşten olan perdelerdir ki bu, dünya âlemidir Diğeri ise nurdan olan perdelerdir ki bu da ruhlar âlemidir. Her iki engelden de Allah Teâlâ'ya sığın ki gönlün, ne ateşten perdelerle ne nurdan perdelerle meşgul olmasın.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/403-404.
Devamını Oku »

Gök Kubbesinin Bina Olması Meselesi



O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı...(Bakara 22)

Gökyüzünün bir bina oluşunun izahı hususundadır. Câhız şöyle demiştir: "Bu âlem hakkında tefekkür ettiğinde, onu, içinde, ihtiyaç duyulan herşeyin bulunduğu bir ev gibi bulursun."

Buna göre gökyüzü adeta bir tavan gibi yükseltilmiş, yeryüzü bir halı gibi yayılmış, yıldızlar birer kandil gibi ışıklandırılmış ve insan da bu evde İstediği gibi tasarruf eden ev sahibi kılınmıştır. Buradaki çeşitli bitkiler insanın faydası için hazırlanmış, çeşitli hayvanlar onun yararına yöneltilmiştir.

İşte bu, alemin kâmil bir nizam, şümullü bir takdir, yüce bir hikmet ve sınırsız bir kudret ile yaratılmış olduğunu gösteren açık bir cümledir. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın: "(O Allah), Gökten yağmur indirdi ve onunla sizin için rızık olarak meyveler çıkardı "(Bakara, 22) ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaratıp, yeryüzü, üzerine Hz.Âdem ile zürriyetinin bırakıldığı bir inci, bir sedef gibi olunca O, ademoğlunun çeşitli ihtiyaçlarını bildiği için, sanki Hz.Âdem (a.s.)'a şöyle demiştir: "Ey Âdem! Seni, annen mesabesinde olan şu yeryüzünden başka hicbirşeye muhtaç kılmayacağım."

İşte bu sebeble, Hak Teala: "Hakikat biz, o yağmuru (yeryüzüne) bol bol dökdük, sonra toprağı yardıkça yardık "(Abese, 25.26) buyurmuştur.

Buna göre O şöyle buyurmaktadır: "Ey kulum! Bir bak, sence en kıymetli şey altın ve gümüştür. Şayet yeryüzünü altın ve gümüşten yaratmış olsaydım, ondan bu faydalar elde edilir miydi? Dünya bir hapishane (gibi) olmasına rağmen, bu dünyadaki şeyleri bu şekilde yarattım. Cennetteki durum ya nasıl olur?"

Netice olarak diyebiliriz ki:Yer senin annendir, belki annenden de daha şefkatlidir. Çünkü annen sana bir tek çeşit süt verirken, yeryüzü sana çeşit çeşit yiyecekler tattırır. Sonra Cenâb-ı Allah: "Sizi o (topraktan) yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Tâhâ, 55) buyurmuştur ki bunun manası "Sizi yine şu anneniz olan (toprağa) döndüreceğiz " demektir. Bu bir tehdid değildir. Çünkü kişi, annesi ile tehdid olunamaz.

Bu böyledir, çünkü seni doğuran annenin karnındaki yerin, yeryüzündeki yerinden daha dardır. Sonra sen annenin karnında dokuz ay kaldın da sana hiçbir açlık ve susuzluk dokunmadı. Sen büyük annen olan yeryüzünün karnına girdiğinde durum nasıl olur? Fakat bu büyük annenin karnına girme şartın, küçük annenin karnındaki şartlar gibidir. Çünkü sen küçük annenin karnında bulunduğun zaman, büyük günah şöyle dursun, senden bir küçük günah bile çıkmadı. Tam aksine, Allah tek bir defa seni dünyaya çıkmaya çağırdığında O'na itaat ederek, Rabbine bir itaatin olmak üzere, dünyaya kendi kendine çıktın. Halbuki bugün Cenab-ı Hak, seni namaza defalarca çağırıyor da, ona yürüyerek gitmiyorsun.

Cenâb-ı Hak yerden ve gökten bahsedince, bundan sonra, insanlar üzerlerindeki ve altlarındaki varlıkların durumlarını iyice tefekkür etsinler de, böylece bunları ancak zat ve sıfatta onlardan başka olan bir zatın meydana getirebileceğini, bunun da Hakim olan Yüce Yaratıcı Allah olduğunu bilsinler diye, gökten yere su indirdiğini; o su ile de yerden, insan oğluna rızık olarak çeşitli meyveler ve canlıların üremesinden meydana gelenlere benzer şeyler çıkarınca, adeta yer ile gök arasında bir nikah akdi bulunduğunu beyan etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/128-129.
Devamını Oku »

Allah Teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât



Bil ki Allah Teâlâ, senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine riayet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak: "Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin, ben de size olan ahdimi yerine getireyim (Bakara. 40) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ahdini, veya sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle buyurmuştur: "Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara, 177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn, 8); "Ey iman edenler, ahidlerinizi yerine getirin" (Mâide 1) ve: "Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Sad. 2-3).

Allah Teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'adi) hususunda ise şöyle buyurmuştur: "Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, 111). Sonra O, babamız Hz. Adem'e nasıl ahidde bulunduğunu beyân ederek: "Daha önce Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak: "Ey Ademoğulları, ben size ahdetmedim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur. Daha sonra İsrailoğullarına nasıl ahidde bulunduğunu, "Allah, bize hiçbir peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)" (al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmekte olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir. Bu muahede (ahidleşme) hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor.

Buna göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), ancak hizmet ve kulluk sözüdür. Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür (ahdidir). Sonra akıllı kimse bu ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ahdini devamlı surette bozduğunu, Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gösterdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun temel noktalarına değinerek şöyle deriz:

a) Allah'ın sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, diriltmek, akıl ve onu kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad etmekten tenzih ederek: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz onları ancak bir hak ile yarattık" (Duhan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır" (Sad, 27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü’minun, 115) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zariyat, 56)buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ, seni yaratmış, diriltmiş; sana her türlü nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış olmast bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.

b) Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Senden olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı teşbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine kesinlikle vefa göstermedin.

c) Allah'ın verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun.. Sonra bu nimet, Allah tarafındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur.

Bu nimet O'ndan olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahu Te-âlâ bu nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küfre sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allah'u Teâlâ ahdini yerine getirdiği halde sen ahdinde durmadın..

d) Onun nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki sen bunu yapmadın. muhakkak ki insan, kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).

e) Fakirlere lütufta bulunasın diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim O, "Ve ihsan edin; muhakkak ki Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu insanlara eziyyet etmek ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edindin. Nitekim (onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.

f) Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir bak bakalım; büyük bir hükümdar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse.. Sonra sen de onun huzurundan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle meşgul olsan.. Söyle bakalım, sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada da böyledir. Şunu bilmek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine nasıl vefa gösterdi-; -ı ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.

Sonra biz O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun nimetlerinin farkına varıp, onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanıyamadık. Sonra, Allahu Teâlâ, bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından sonuna kadar sadece noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecelerimizi fazlalaştırdık. Halbuki Allahu Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olursa, bundan sonra O'nun bize olan nimeti daha fazla müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin otur. Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/428-432.
Devamını Oku »

Allah'ın, İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti

Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana- babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız...(Bakara,83

Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri getirilmiştir.

Bunun birçok sebebi vardır:

1) Kulun üzerinde en çok nimeti olan, şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden önce gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür.

Bunun sebebi şudur: Çünkü anne ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'-âm (iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları (in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyiliklerinin, Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyüğü olduğu ortaya çıkar.

2) Allah Teâlâ, insanın meydana gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince, peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.

3) Alluhu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı,sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da çocuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemezler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimetler vermesine çok benzemektedir.

4) Allahu Teâlâ kuluna nimet vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirgemez. Anne baba da böyledir; onlar da çocuklarına in'âmda bulunmaktan usanmaz ve her ne kadar çocuk anne babasına asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.

5) Şefkatli bir babanın , çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu noksanlaşmadan ve kalitesinin düşmesinden korumak için tasarrufta bulunması gibi, Hak Teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur. Sonra Allah'u Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden bir şey yapar, fanî mallarını bakî hale getirir. Nitekim Hak Teâlâ, 'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bulunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.

6) Allah'ın nimeti, her ne kadar anne babanın nimetinden daha büyük olsa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile; ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki, Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimetleri azdır. Bu sebeple, bu yönden her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstünlük ve rüçhaniyyet, Allah'ın nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine nisbetle ikinci derecede kata I ettik..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/180-181.
Devamını Oku »

Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri



Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler

Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir. Ahiret âlemi ise, sefa âlemidir.Buna göre dünyaya nısbetle âhiret, fere nisbetle asıl ve gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu se-beble dünyada bulunan her şeyin ahirette bir aslının bulunması gerekir. Aksi halde dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi.

Ahirette bulunan herşeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde ahiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlul gibi olurdu.

Buna göre ruhanî âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir. Ruhanî varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı olduklarında şüphe yoktur. Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükemmeli ve en değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasakları altında olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, '(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir.Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 20-21) buyurur.

Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli, en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır.

İkinci itaat olunan ise, cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii, ikincisi de süflî âlemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat mercii arasında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir.

Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir; tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette, mutluluklar tamamlanır. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün durumunun kemâli, Allah'a davet etmesinde görülür.

Bu davet ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da; "Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285).

Peygamberlerin hükümleri arasında; "O'nun peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulunur.

İşte bu dört husus, rubûbiyyet bilgisi olan, 'mebde" (başlangıç) bilgisine taalluk etmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir ki, bu da iki şeye dayanır.

Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise "kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın; "Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür. Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol almak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak, O'nun bağışlamasını ve affetmesini istemektir.

Sonra, zikredilen bu dört aslın bilgisi ile,Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu "mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz.

Bu da, Cenabı Hakk'ın "Dönüş Sanadır" sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde", "vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç olduğu ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur.Bu dört şey, Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat" olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan "Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı diliyoruz"u anlamakla mükemmel olur. "Meâd"ın bilgisi ise, tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna göre, işin başlangıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur. Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, yakarma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.

Birinci mertebe: Hakk Teâlâ'nın "Ey Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler, Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb,41) "Unuttuğun zaman, Rabbini an." (Kehf,24) "İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf, 201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" {insan. 25) buyurmuştur.

Bütün bu zikir ve anmalar, ancak sözü ile elde edilir.

İkinci mertebe: "Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" (Bakara. 286) ayetidir.

Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " el hamdu lillahirrabbil alemin"sözüyle elde edilir.

Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme" (Bakara. 286) ayetidir. Bu da,Cenâbı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir. "Er rahmanirrahim""sözü de, bunu ifade eder.

Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın "bizi affet"sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun, "maliki yevmiddin"sözüdür.

Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür. "Çünkü dünyada biz sana ibadet ettik ve her işimizde senden yardım istedik." Bu da"İyyake na'budu"sözüdür.

Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. 'Çünkü, bizi dosdoğru olan yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."

Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, binaenaleyh kâfir kavimlere karşı bize yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da"Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn"sözünden kastedilendir.

İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi mertebeyi, Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde söylemiştir. Miracdan inince, kaynağın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu.

Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni okursa, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan masdara doğru yükselirler.

İşte bu sebebten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Namaz, müminin miracıdır" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/369-371.
Devamını Oku »

"Elhamdulillah” Cümlesindeki İncelikler



Bu fasıl" elhamdulillah"sözünün incelikleri ve Fatiha Sûresi'nde yer alan beş ismin faydaları hakkındadır. "Elhamdulillah"sözünün inceliklerine gelince bu dört nüktedir.

Birinci nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Cenâbı Hakk'a, şunu sormuştur: "Ya Rabbî sana deyip hamdedenin mükâfaatı nedir?" Cenâb-ı Allah:"elhamdulillah" şükrün hem başı hem sonudur" diye cevab vermiştir.Hakikat ehli şöyle demişlerdir:"elhamdulillah" ifadesi şükrün başı olduğu için, Cenâb-ı Allah onu Kur'ân'ın başlangıcı yapmış, yine bu şükrün sonu olduğu için, Cenâb-ı Hakk onu cennetliklerin de son sözü kılmış ve "Onların dualarının sonu, "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" (demeleridir)" (Yûnus. 10) buyurmuştur.

Hz. Ali (r.a.)'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah, aklı, ezelî ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış; ilmi onun canı; anlayışı onun ruhu; zühdü onun başı; hayayı onun gözü; hikmeti onun dili; hayrı onun kulağı; acımayı onun kalbi; merhameti onun düşüncesi ve sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra akla, "konuş" denildi. Bunun üzerine o da: "Eşi; zıddı, misli ve dengi olmayan; izzetinden ötürü her şeyin zelil olduğu Allah'a hamdolsun" dedi.

Bunun peşi sıra da Cenâb-ı Allah: "İzzetim ve celâlime yemin ederim ki Benim katımda senden daha değerli olan bir mahlûk yaratmadım" demiştir." Yine nakledildiğine göre, Hz. Adem (as.) aksmnca, dedi. Böylece onun ilk sözü de bu oldu. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, mahlûkatın en üst derecesi akıl, en alt derecesi ise Adem (a.s.)'dır. Aklın ilk sözünün " Âdem (a.s.)'ın da ilk sözünün yine olduğunu nakletmiştik.

Böylece, sonradan yaratılmışların ilki olan varlıkların ilk sözünün ve sonradan yaratılmışların sonuncusunun ilk sözünün bu kelime olduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk bu kelimeyi kitabının başlangıcı kılmış, buyurmuştur.

Yine, Allah'ın kelimelerinin ilkinin sözü, peygamberlerinin sonuncusu Hz. Muham-med (s.a.s.) olduğu ve bu ikisi {ilk ile son) arasında bir münasebet bulunduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk, sözünü, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiği kitabın ilk ayeti kılmıştır.Durum böyle olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e "hamd" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş) iki isim vermiştir. Biri, "Ahmed" diğeri ise "Muhammed'dir. işte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ben gökte Ahmed. yerde ise Muhammed'im (Bu isimlerle bilinirim.)" buyurmuştur. Çünkü gök ehli Allah'ı övmekle meşguldür.

Allah'ın Resulü ise onların Allah'ı en çok hamdedenı (Ahmed)dir. Allahu Teâlâ da, "İşte bunların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isrâ. 19) buyurduğu gibi, yeryüzü ehlini övmektedir Resûiullah (s.a.s.) ise insanlar içinde, Allah'ın en çok övdüğü {Muhammed)dir.

İkinci nükte: Hamd, ancak nimet ve rahmete ulaşıldığı zaman olur. Hamd, kelimelerin ilki olunca, nimet ve rahmetin de fiil ve hükümlerin ilki olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü; Cenâb-ı Allah, hadîs-i kudsîde. "Rahmetim gazabımı geçti.(Müslim)demiştir.

Üçüncü nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir ismi de "Ahmed"dır. Bunun manası ise,hamdedenlerin en çok hamd-u sena edenidir. Bu sebeble. Allah'ın Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'e verdiği nimetlerin daha çok olması gerekir. Çünkü hamdın çok olmasının nimet ve rahmetinin çok olmasından dolayı olduğunu açıklamıştık.

Durum böyle olunca, Allah'ın rahmetinin Hz. Ahmed (s.a.s.) hakkında, bütün âlemlere verilenden daha çok olması gerekir, İşte bu sebeble, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik." (Enbiyâ. 107) buyurulmustur.

Dördüncü nükte: Hz. Muhamrned (s.a.s.)'i peygamber olarak gönderen Allah'ın da, "rahmet" kökünden iştikak etmiş iki ismi vardır. Bunlar: "rahman" ve "rahîmdır. Bu iki isim mübalâğa ifade ederler. Resûlullah'ın da "rahmet" manasından türemiş iki ismi vardır: Bunlar. "Muhammed" ve "Ahmed"tir. Çünkü, hamdin meydana gelmesinin, rahmetin meydana gelmesine bağlı olduğunu açıklamıştık.

Buna göre,Muhammed ve Ahmed isimleri, "rahmet edilen" ve "merhametli" yerine geçer.

Bir kısım rivayetlerde. 'Hamd". "Hâmıd" ve "Mahmûd" kelimelerinin de Hz. Peygamber'in isimlerinden olduğu bildırılmıştır.Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.s.)e ait bu beş isim "rahmet'e delâlet eder.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki Cenâb-ı Hakk, "Kullarıma haber ver ki: Hakikaten Ben, (evet) Ben çok bağışlayıcı ve merhametliyim " (Hicr 49) buyurmuştur. Ayetteki "haber ver" kelimesi. Hz. Muhammed (a.s.)'a işarettir. Burada Hz. Peygamber (a.s), diğer kullardan önce zikredilmiştir."ıbâdî (Kullarım) kelimesindeki "ye" zamiri, Allah'a aittir."عِبَادِي"deki "ye" zamiri de O'na aittir.

Yine"أنا"(Ben) zamiri de Cenâb-ı Allah'ı gösterir. Ayetteki "gafur" ve "rahîm" vasıfları da Allah'ın iki sıfatıdır, Böylece, bu beş lâfız, kerîm ve rahîm olan Allah'a delâlet eder. Kıyamet günü kullar, öncüleri de rahmete delâlet eden beş ismi ile Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğu halde, arkalarında da, Allah'ın rahmete delâlet eden beş ismi olduğu halde yürürler. Peygamber (s.a.s.)'in rahmeti çoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ise sınırsızdır Nitekim O, Rahmetim, her şeyi kaplar"(A'râf, 156) buyurur. Günahkârın, rahmetle dopdolu bu on denizin yanında, kaybedeceği nasıl düşünülebilir?

Bu sûrede geçen beş ismin faydaları birçoktur. Bunlardan:

Birinci nükte: Fatihada on şey vardır Beşi, rubûbiyyet sıfatlarındandır. Bunlar, Allah, Rab, Rahman, Rahîm ve Mâlik isimleridir.Beşi de ubûdiyyet (kulluk) sıfatlarındandır Bunlar, ubûdiyyet, istiâne (yardım talebetme), hidayet isteme, istikamet isteme ve nimet istemedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet" buyurmuştur.

İşte bu beş isim, o beş hale mukabil olur Sanki şöyle deniliyor. "Ya Rabbî! Sadece Sana ibadet ediyoruz. Çünkü sen Allansın. Sadece Senden yardım taleb ediyoruz. Çünkü Sen Rabb'sın. Bizi dosdoğru yola hidayet et, çünkü Sen Rahmân'sın. Bize istikâmeti rızık olarak ver, çünkü Sen Rahîm'sin. Bize nimet ve kerem yağmurlarını indir, çünkü Sen din gününün mâlikisin."

İkinci nükte: İnsan, beş şeyden meydana gelmiştir. Bedenî, şeytanî nefsî, şehvanî nefsi, gadabî nefsi ve melekî,aklî özü.. Cenâb-ı Hakk, buna göre, bu beş ismiyle şu beş mertebeye tecellî etmiştir. Allah ismi, melekî, aklî, felekî ve kudsî ruha tecellî etti de, böylece ruh Allah'a boyun eğip, itaatta bulundu. Nitekim O, "Dikkat ediniz, kalbler Allah'ın zikriyle sükûnete erer" (Ra'd. 28) buyurmuştur. Şeytanî nefse de, Rabb isminin göstermiş olduğu, iyilik (birr) ve ihsanla tecellî etmiştir.

Böylece nefs. Allah'a isyan etmeyi bırakmış, Deyyân olan Allah'ın taatine boyun eğmiştir Gadabî nefse de, kahr ve lütuftan meydana gelmiş Rahman ismiyle tecellî etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: " "Gerçek mülk, o vakit Rahman olan Allah'ındır" (Furkân 26) buyurmuştur. Böylece nefis, düşmanlığı terket-mıştir. Şehvanî ve behîmî (hayvanî) nefse de, Rahîm ismiyle tecellî etmiş de, nefse mubah ve güzel olan şeyleri helâl kılmıştır. Nitekim, "Temiz şeyler size helâl kılındı'' (Mâıde 4) buyurmuştur Böylece, o nefis yumuşamış ve Allah'a isyan etmeyi terketmıştir.

Cesed ve bedenlere, "maliki yevmiddin"sözünün kahrı ile tecellî etmiştir. Çünkü beden katı ve yoğundur. Dolayısıyla çok güçlü bir kahr gerekir. Bu da kıyamet gününün korkusundan meydana gelen kahrdır. Hakk Subhânehû, bu mertebelere beş ismiyle tecellî edince, cehennem kapıları kapanır, cennet kapılan açılır. Sonra bu mertebeler, geri dönmeye başlarlar da, böylece bedenler itaat eder ve"İyyake na'budu" derler.

Şehvanî nefisler, itaat eder ve lezzetleri terketme ve şehvetlerden yüz çevirmek hususunda "ve iyyake nastain"derler.

Gadabî nefisler itaat eder, "bize hidayet et" , bize doğru olan yolu göster ve dininde bizi sebatkâr kıl, der.

Şeytanî nefis, itaat eder, Allah'tan doğruluk ve hak yoldan sapmadan onu korumasını ister de, "ihdinessırâtel müstakîm"der.

Kudsî melekî ruhlar baş eğer ve Cenâb-ı Allah'tan kendilerini kudsî, yüce, tertemiz ve muazzam ruhlara ulaştırılmalarını talep ederler." O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil."derler.

Üçüncü nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.): İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namazı dosdoğru kılmak; zekât vermek; Ramazan orucunu tutmak ve Kabe'yi haccetmek(Buhari) buyurmuştur.

Buna göre, Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet etmek, Allah isminin nurunun tecellîsinden; namaz kılmak Rabb isminin tecellîsinden meydana gelmiştir. Çünkü Rabb "terbiye" kökünden türemiştir. Kul da, imanını namazın yardımıyla terbiye eder. geliştirir. Zekât vermek Rahman isminin tecellîsinden meydana gelir. Çünkü Rahman merhamet etmede mübalâğayı ifade eder. Zekât verme işi de, fakirlere acımaktan ötürü tahakkuk eder.

Ramazan orucunun farz olması. Ra-hîm isminin tecellîsindendir. Çünkü oruçlu kimse acıktığı zaman, fakirlerin açlıklarını hatırlar da, onlara muhtaç oldukları şeyi verir. Yine oruç tutan kimse, acıktığı zaman hissî bazı lezzetlerden kesilir. Ölürken de, bu kimseye, lezzetlerden ayrılmak kolaylaşır. Haccın farz olması isminin tecellîsindendir. Çünkü kişi hac yaptığında, vatanından ayrılması ve çoluk çocuğunu terketmesi gerekir. Bu da, kıyamet gününün yolculuğuna benzer.

Yine hac yapan kimse, yalınayak, başı açık ve çıplak olur. Bu da, kıyametteki insanların haline benzer.

Hülâsa, diyebiliriz ki, hac ile kıyametin durumları arasında gerçekten pek çok benzerlikler vardır.

Dördüncü nükte; Beş çeşit kıble vardır; Beyt-i Makdis, Kabe, Beyt-i Ma'mûr, Arş ve Allah'ın celâlinin dergâhı. Allah'ın Fâtiha'daki beş ismi, bu beş kıbleye bölüştürülmüştür.

Beşinci nükte: Duyular beştir:

1-) Görme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah "Ey basiret sa-hibleri siz bundan ibret alın " {Haşr, 2} buyurmuştur

2-) İşitme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar söze kulak verir ve onun en güzeline uyarlar" (Zûmer, 18) buyurur.

3-) Tatma duyusu. Cenab-ı Hakk, "Eypeygamberler, temiz ve helâl olan şeylerden yeyin, sâlih ameller işleyin " (Mü’minûn, 51) buyurur.

4-) Koklama duyusu. Cenâb-ı Allah " Bana bunak demezseniz, inanın ki (şimdi) Yûsufun kokusunu duyuyorum " {Yûsuf, 94) buyurur.

5-) Dokunma duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar ırzlarını koruyanlardır" (Mü'minûn.5) buyurur. O halde ey insan, Allah'ın bu beş isminin nuru ile, şu beş düşmanın zararlarını defetme hususunda yardım talep et.

Altıncı nükte: Fatiha Sûresi'nin birinci yarısı beş ismi ihtiva etmekte olup, buradan sırlara nurlar saçılır. İkinci yarısı ise kulun beş sıfatını ihtiva etmektedir ki, buradan da bu nurların basamaklarına sırlar yükselir. Bu iki durum sebebiyle kulun namazdaki miracı gerçekleşir.

Birinci durum iniş, ikinci durum ise bir yükseliştir. Bu Fâtiha'nın iki kısmı arasındaki ortak çizgi ile arasını ayıran çizgidir.

Bunu şöyle izah edebiliriz:

Kulun ihtiyacı ya dünyayı isteme hususundadır, ki bu da zararı defetmek ve menfaati elde etmek diye iki kısma ayrılır, yahut da ahireti istemek hususundadır, ki bu da cehennemden kaçmak olan zararı defetmek ve cenneti istemekten ibaret olan hayrı talebetmek diye iki kısma ayrılır. Böylece bunların toplamı dört eder. En şereflisi olan beşinci kısım ise, bir şey istemek için veya bir şeyden korktuğundan dolayı değil de, sadece Allah, Allah olduğu için, O'na hizmet etmeyi, itaati ve ibadeti istemektir. Eğer "Allah" isminin nurunu müşahede edersen, Allah'tan. Allah'tan başka bir şey istemezsin. Eğer "Rabb" isminin nurunu müşahade edersen, O'ndan cennetin hayırlarını talebedersin.

Eğer Allah'ın "Rahman" isminin nurunu müşahede edersen, O'ndan bu dünyanın hayırlarını istersin. Eğer, O'nun "Rahîm" isminin nurunu müşahede edersen, Allahtan, ahiret zararlarından seni korumasını istersin.

Ve eğer "Mâliki-i yevmid-dîn" isminin nurunu müşahede edersen, Ondan ahiret azabına uğramaman için seni bu dünyanın afetlerinden ve çirkin fiillerinden muhafaza etmesini istersin.

Yedinci nükte: Bu beş ismi, şu meşhur zikirde adı geçen beş mertebeye yerleştirmek de mümkündür:

Allah'ı tenzih ve teşbih ederiz, Hamd Allah'a mahsustur, Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Güç ve Kuvvet, ancak Yüce ve büyük olan Allah'tandır." Bu zikirdeki, sözümüz, İsrâ Sûresi'nin ilk ayeti olan "Kulu (Muhammed'i) geceleyin yürüten (Allah) ne münezzehtir" (isra. 1) ayetidir.

"Elhamdulillah"sözümüz ise beş ayrı surenin başlangıcıdır (Fatiha, En'âm, Kehf, Sebe, Fâtır sûreleri). sözümüz bir sûrenin (Âl-i İmrân Sûresi'nin) başlangıcıdır. Bu da "Elif, lâm, mim, Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır" (Âli imrân. 1) ayetidir.

"Allah-hu Ekber"sözümüz, Kur'ân-ı Kerîm'de, açıkça olmaksızın, bir yerde kelimesine, bir yerde de kelimesine muzâf olmak üzere, iki yerde: Muhakkak ki Allah'ı zikrederek namaz kılmak) en büyüktür" {Ankebût. 45). "Allah'tan olan bir rızâ ise en büyüktür" (Tevbe. 72)La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim"sözümüze gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça zikredilmemektedir. Çünkü bu, cennet hazinelerindendir. Hazine ise saklı olur, açıkta olmaz.

Fatiha Sûresi'nde zikredilen beş isme gelince, bunlar şu beş zikrin başlangıçlarıdır: "Allah"sözümüz, "Subhanallah"sözümüzün; ''Rabbi"sözümüz,"elhamdulillah"sözümüzün;"errahman"sözümüz,"lailaheillallah" sözümüzün karşılığıdır.

Çünkü bizim, sözümüz, ancak, kendisinin kâmil bir kudreti ve mükemmel bir rahmeti olan zata yakışır. Böyle olan da Rahman olan Allah'tır. Yine bizim "errahman"sözümüz. " Allahu ekber""sözümüze tekabül eder.

Bunun manası ise, zayıf kullarına merhamet etmemekten yüce olduğudur. "Malikiyevmiddin" sözümüz ise, " la havle vela kuvvete illa billah"sözümüze karşılık olmaktadır.Çünkü melik ve mâlik olan bir kimse, iradesi hilâfına kullarının hiçbir şey yapamayacakları zattır. Allah en iyi bilir.

Fahruddin Er-Râzi,Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/398-403.
Devamını Oku »

İstiaze Hakkında Nükteler



İstiaze Sözünün İhtiva Ettiği Nükteler(İncelikler)

Birinci nükte:"eüzübillah" sözünde yaratılmıştan Yaratana ve mümkin varlıktan Vâcibu'l-vucûd'a (Allah'a) yükselme vardır. İşin başında tutulması gerekli olan yol budur. Çünkü herşeyden önce Yaratanı bilmenin yolu, kulun, kadir ve herşeyden müstağni olan Hakk'ın varlığına muhtaç olduğunu istidlal etmesiyledir. O zaman "euzu" sözü, bu mutlak ihtiyaca işaret etmektedir.

Çünkü böyle bir varlığa ihtiyaç söz konusu olmasaydı, istiazede bir fayda olmazdı. "Billahi"sözü de, Hakk olan Allah'ın mutlak müstağnî olduğuna işaret etmektedir. Buna göre kulun,"euzu" demesi, kendisinin yoksulluğunu ve ihtiyaç içinde olduğunu;"billahi" demesi de, şu iki durumu ikrar etmesidir:

Birincisi, Allah Teâlâ'nın bütün hayırları yaratmaya ve bütün şerleri de savuşturmaya kadir olmasıdır.

İkincisi ise Allah'dan başkasının bu sıfatla nitelenemeyeceği, dolayısıyla, bütün ihtiyaçlara ancak O'nun cevap verebileceği ve bütün hayırları da ancak O'nun verebileceği inancıdır. Kul bu durumu müşahede ettiği zaman, kendisinden ve Allah'dan başka herşeyden kaçar, bu kaçışında da Allah Teâlâ nm "Hepiniz Allah'a kaçın" (Zâriyat, 50) sözünün sırrını temaşa eder: Kul dediğinde bu durum meydana gelir.

Sonra O, böylece Hakk'da kaybolma aerecesine ulaşıp, Hakk'ın celâlinin nurunda garkolunca, Allah Teâlâ'nın: "Sen, 'Allah" de (geç) de sonra onları bırak." (Enam. 91) sözünü müşahede eder. İşte bu esnada da "euzubillahi" der.

İkinci nükte: "euzu billahi"demek, insanın nefsinin acizliğini, Rabbin kudretini itiraf etmektir. Bu ise, Allah'a yaklaşmanın yolunun, ancak acz ve inkisar (kırık gönüllü olmak) olduğuna delâlet eder. Sonra Peygamberimiz (a.s.)'ın "Kendini bilen Rabbini bilir.(Keşful Hafa) sözü peygamberlik kelimelerindendır.

Bunun manası: kim nefsinin güçsüz, aciz olduğunu bilirse, (o nisbette) Rabbisinin her-şeye kadir olduğunu; kim nefsinin hiçbirşey bilmediğini bilirse, (o nisbette) Rabbisinin fazlını ve adaletini; kim nefsinin halinin bozuk olduğunu bilirse o nisbette Rabbisinin kemâl ve celâlini anlamış olur.

Üçüncü nükte: Hayr işleri yapmak, ancak şeytandan kaçmakla kolaylaşır: Bu kaçış da Allah'a sığınmayla olur. Ne var ki Allah'a sığınma (istiâze) da taat tu derindendir. Eğer taata yönelmek, istiâzenin o taatten önce yapılmasını gerek-tirseydi, bu istiâze de daha önce yapılacak olan diğer bir istiâzeye muhtaç olurdu. Böylece teselsül gerekirdi. Eğer taate yönelmek, ondan önce istiâze etmeye muhtaç olsaydı, bu durumda da istiazeden bir fayda elde edilemezdi.

Buna göre sanki o kula şöyle denilir: "Taata yönelmek, ancak ondan önce istiâze yapılmasıyla tamamlanır. Bu da, nihayeti olmayan bir işi yapmayı gerektirir. Bu ise senin kudretin dahilinde değildir. Ancak sen Ey kulum! Bu durumları bilir, aczini müşahede kusurunu itiraf edersen, taatlerin yerine getirilmesi hususunda sana yardım eder ve bu taatlara nastl dalınacağını sana öğretirim. Öyleyse sen"euzu billshi mineşeytanirracim"de.

Dördüncü nükte: İstiâzenin sırrı, senden afetleri savuşturan kadir bir varlığa sığınmaktır.Şeytanın vesvese verdiği işlerin en başta geleni Kur'ân okumaktır. Çünkü Her kim Kur'ân okur, onunla Rahman olan Allah'a ibadete niyet eder, O'nun vadini, vaîdini, apaçık ayetlerini ve açıklamalarını düşünürse itaat olan işleri daha çok arzular, haramlardan daha fazla çekinir. Kur'ân okumak taatların en büyüğü olduğu içindir ki şeytan, Kur'ân'dan insanları uzaklaştırmaya daha çok çaba sarfe-der. Kulun, kendisini şeytanın şerrinden koruyacak olan bir varlığa ihtiyacı da o nisbetle artar.

İşte bu hikmete binaen istiâze bilhassa Kur'ân-ı Kerim'in okunmasına tahsis edilmiştir.

Besinci nükte: Şeytan insanın düşmanıdır; Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Şeytan sizin bir düşmanımzdır. Onun için siz de onu bir düşman tutun." (Fâtır, 6). Rahman olan Allah ise insanın efendisi, yaratıcısı, bütün işlerinin düzenleyenidir. İnsan, taata ve ibadetlere başladığı zaman, düşmanından korkar da kendisini bu düşmanının sıkıntısından kurtarması için efendisinin rızasını araştırıp elde etmeye çalışır.

İnsan, huzur-u ilâhiye varır da ilâhî güzellik ve ikramın her ceşidini müşahede ederse, düşmanı unutur ve bütün varlığı ile sevdiğinin hizmetine koşar. Öyleyse birinci makam sözünün göstermiş olduğu, kaçış makamıdır, ikinci makam sözünün göstermiş olduğu, Cebbar ve mutlak hükümran olan Allah'ın huzur-u ilâhîsine yerleşme makamıdır

Altıncı nükte: Cenâb-ı Hak "Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez." (Vakıa. 79) buyurmuştur. Kalp, Allah'dan başkasıyla ilgilenince, lisan da Allah'dan başka şeyleri söyleyip durunca o kalp ve lisanda bir nevi kir meydana gelir, binaenaleyh temizlik yapmak gerekir. Kul deyince, bu temizlik meydana gelmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın zikri olan gerçek namaza hazır hale gelir de, der.

Yedinci nükte: Ehl-i tasavvuf şöyle demiştir: Birisi zahir, birisi de bâtın olmak üzere, senin iki düşmanın vardır. Sen bunların her ikisiyle de savaşmakla emro-lundun. Cenâb-ı Hak zahir (görünen) düşman hakkında "Allah'a inanmayanlarla savaşın" (Tevbe, 29): batın (görünmeyen) düşman hakkında da, "Şeytan sizin bir düşmanmızdır. Onun İçin siz de onu bir düşman tutun" (Fâtır, 6) buyurmuştur. Sanki Cenâb-ı Hak, bu ayetlerle şöyle demek istemiştir: Zahirî düşmanınızla savaştığında, senin yardımcın mutlak hükümran olan Allah olur. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle imdat edecektir." (Ali İmran, 125) buyurur.

Batınî düşmanınla savaştığında da senin yardıncın, yine mutlak hükümran olan Allahtır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Benim gerçek kullarım (var ya) Senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur." (isrâ, 65) buyurur. Keza, gizli düşmanla savaşmak açık düşmanla savaşmaktan daha önemlidir. Çünkü açık (zahirî) düşman eğer bir fırsatını bulursa, seninle dünya malı hususunda savaşır. Gizli (bâtınî) düşman ise, fırsatını bulursa din ve kesin hakikat bilgisi hususunda savaşır. Aynı şekilde, açık düşman bize galip gelse de yine ecrimizi alırız. Ama gizli düşman bize galip gelirse, o zaman fitneye düşeriz. Bunun gibi, açık düşmanın öldürdüğü kimse şehit olur, gizli düşmanın öldürdüğü kimse ise Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılır. Bundan dolayı gizli düşmanın şerrinden kaçınmak daha evlâdır. Bu da ancak kişinin kalbi ve diliyle demesiyle olur.

Sekizinci nükte: Müminin kalbi, en şerefli yerdir; Yeryüzünde müminin kalbinden daha şerefli olan güzel bir belde, hayranlık uyandıran daha bakımlı bir bostan ve göz alıcı bir bahçe yoktur. Daha doğrusu müminin kalbi, temizlik bakımından bir ayna gibi hatta ondan da üstündür. Çünkü aynanın önüne bir perde gelirse onda hiçbirşey gözükmez. Ama müminin kalbini yedi kat gökler, Kursî ve Arş bile perdeleyemez.

Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Güzel kelimeler ancak O (AHah)a yükselir. Onu da iyi amel (ve hareket) yükseltir." (Fâtır 10). Hatta hatta bütün bu perdelerle birlikte yine de kalp, Rubûbiyyetin celâlini müşahede eder ve O'nun semadanî sıfatlarını ilmen kuşatır. Kalbin en şerefli yer olduğuna birçok şey delâlet eder.

Birincisi: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kabir (ya) cennet bahçelerinden bir bahçedir.'(Tirmizi) Kabir ancak, ölmüş salih bir kulun yattığı yer ise böyle olur. Kalbin, marifetullâhın (Allah'ı tanımanın) yatağı ve O'nun ulûhiyyetinin tahtı olduğu zaman, en şerefli yer olması gerekir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle diyor: "Ey kutum! Senin kalbin, Benim bahçem; Benim cennetim de senin bahçendir. Ne zaman ki sen, Bana karşı bahçende cimrilik göstermeyip bilakis Benim marifetimi oraya kondurursan; Ben sana karşı bahçemde nasıl cimrilik yapar ve seni oradan men ederim?

Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah, kulun cennet bahçesinde konaklama keyfiyetini anlattı da şöyle buyurdu: "Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)'ın yanındadırlar." (Kamer. 55) Allah Teâlâ bu ayette, sadece (Mülkü çok yüce Allah'ın yanında) dememiştir.

Sanki, "Ben bu gün kudret sahibi bir melikim. Kullarım da birer padişah (gibi)dirler; ancak ne var ki onlara benim kudretim altındadırlar." demiştir. Bu mukaddimeyi anladıysan deriz ki Cenâb-ı Allah, adetâ şöyle diyor: "Ey kulum! Ben cennetimi sana has kıldım. Sen de cennetini (kalb bahçeni) bana has kılmıştın. Fakat sen Bana insaflı davranmadın (ilâhlık hakkımı gözetmedin). Cennetimi şu anda gördün mü, girdin mi oraya?" Kul, "Hayır, Rabbim" diye cevap verir.

Cenâb-ı Allah da der ki: "Ben senin bahçene girdim mi?" Kul şöyle demek zorunda kalır: "Evet, Ya Rabbi!" Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Henüz cennetime girmemiştin, Ama girmen yaklaştığı zaman, sen oraya konaklayasın diye şeytanı cennetimden çıkarmış ve ona; "(Her yönden) zem ve tahkire uğramış ve (rahmetimden) koğulmuş olarak çık o (cennetkien." (Araf. 18) demiştir.

Böylece senin düşmanını, sen cennete inmeden önce çıkarmıştım. Sana gelince, yetmiş sene senin (kalp) bahçende konakladıktan sonra, Benim düşmanımı oradan çıkarıp kovmaman hiç yakışık alır mı?" der. O zaman kul cevap verir ve der ki: "Ey Allahım! Sen o şeytanı cennetinden çıkarmaya kadirsin, bense aciz ve zayıfım; onu oradan çıkaramam."

Cenâb-ı Allah bunun üzerine şöyle buyurur: "Âciz bir kul, tam bir hâkimiyeti olan Hükümdarın himayesine girdiği zaman güçlü olur Binâenaleyh sen de Benim himayeme gır ki, düşmanını kalbinin bahçesinden çıkarabilesin.

Eğer, "Madem ki kalp. Allah'ın bahçesidir. O halde şeytan oradan niçin çıkmıyor?" denilirse,

deriz ki: Tasavvuf ehli şunu söylemiştir: Sanki Cenâb-ı Hakk, kula, "Marifet sultanı (Allah'ı) kalbinin odasında konaklatan sensin. Kim, can odasında bir sultanı ağırlamak isterse, bu odayı süpürüp temizlemek ona düşer, sultana düşmez. Öyleyse sen, kalbinin odasını vesvese kirinden temizle

Dokuzuncu nükte: Allah Teâlâ âdeta şöyle buyurur: "Ey kulum! Bana karşı insaflı davranmadın. Benimle şeytanın arasının neden bozulduğunu biliyor musun? O, bana meleklerin ibadet ettiği gibi ibadet ediyordu. Zahirde ilâhlığımı Nabul ediyordu. Onunla benim aramı, ona baban Âdem'e secde etmesini buyurmam, onun da bu emri yerine getirmemesi bozdu. O büyüklendiğinde ben de onu hizmetimden kovdum. O, gerçekte senin atana düşmanlık yapmadı, ama aslında bana hizmetten kaçındı. Sonra o, yetmiş senedir sana düşmanlık ediyor, sense onu seviyorsun. O, bütün hayırlarda sana engel oluyor, sense onun bütün isteklerine boyun eğiyorsun. Artık bu kötü yolu terket, ona karşı düşmanlığını göster ve de.

Onuncu nükte: Baban Âdem (a.s.)'in kıssasına baktığın zaman, o şeytanın Adem (a.s.)'in iyiliğini isteyenlerden olduğuna yemin ettiğini görürsün. Sonra, bu işin sonu, şeytanın Hz. Adem (a.s.)'i cennetten çıkartmaya gayret etmesi olmuştur. (Ey insanoğlu!) Senin hakkında ise, o seni saptırıp azdıracağına yemin edip, "Senin izzetine (mutlak kudretine, kahrına) anttederim ki, bende artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlasa ermiş (mümin) kulların müstesna." (Sâd, 82-83) demiştir. İyiliğim istediğine dair yemin ettiği kimseye davranışı bu olursa, saptıracağı ve azdıracağına yemin ettiği kimseye karşı muamelesi nasıl olur?

Onbirinci nükte: Cenâb-ı Allah sadece "euzubillah"dedi de, Allah isminden başka isim zikretmedi. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Allah'ın diğer isim ve sıfatlarına nazaran günahlardan nehyetme hususunda en etkili olanıdır. Zira, ilâh ibadete müstehak olandır. O, ancak Kadîr ve Hakîm olduğu zaman ibadete müstehak olur. "Euzubillah" sözü, "Kadîr Hakîm olana sığınırım" demek yerindedir. Bu üç sıfat, kulu günahtan son derece alıkoyucudur. Çünkü, sultanın kudretini bilen hırsız, bazan onun malını çalabilir. Zira hırsız, şunu bilmektedir ki, bu sultan her ne kadar kudretli ise de, değildir.

Kudret tek başına mani olmaya kafi değildir, doğrusu onunla birlikte ilminin de bulunması gerekir. Aynı şekilde kudret ve ilimde manı olmaya yeterli değildir. Çünkü sultan, bir kötülük görse, fakat onu nehyet-mese, onun orada bulunması kötülüğe mani değildir. Ama kudret, ilim ve çirkinliklere mani olan hikmet bir arada bulunsa, işte o zaman orada tam bir men etme meydana gelir. Kul "euzubillah"dediği zaman, sanki "Kadîr ve Hakîm, hiçbir kötülüğe razı olmayan Allah'a sığınırım." demiş olur.

Böylece de eksiksiz bir yasaklama gerçekleşir, Onikinci nükte: Kul, dediğinde bu, onun şeytana komşuluk yapmaya razı olmadığına delâlet eder. Buna razı olmamıştır; çünkü, şeytan asîdir ve onun asîliği de gerçekte bu müslümana zarar veremez. Kul, isyan edenin komşuluğuna bile razı olmayınca, isyânınkine haydi haydi razı olmaz.

Onüçüncü nükte: "Şeytan" bir isimdir; "Racîm" ise sıfattır. Allah Teâlâ, sadece isimle yetinmemiş onun sıfatını da zikretmiştir Böylece Allah {c.c.) sanki şöyle demekte: "Bu şeytan binlerce yıl bizim hizmetimizde bulundu. Sen, hiç onun bize zarar verdiğini ya da bize kötülüğü dokunacak bir iş yaptığını duydun mu? Bununla birlikte biz onu lanetledik, hatta huzurumuzdan tard ettik. Sana gelince, bu şeytan seninle bir an otursa, seni ebedî ateşe atar. Öyleyse niçin onu kovmak ve lânetlemekle meşgul olmuyorsun. O halde haydi de".

Ondördüncü nükte: Bir kimse şöyle diyebilir; "Derecesi en küçük melek, şeytanı defetmeye kâfi iken niçin (Meleklere sığınırım) dememiştir? Bu köpeği, Cenâb-ı Allah'ın, isminin karşılığında anmasının sebebi nedir?

Bunun cevabı şudur: Cenâb-ı Allah sanki şöyle diyor: "Ey kulum! Sen o şeytanı görmesen de o seni görüyor" Zira Cenâb-ı Hakk "Çünkü O da, kabilesinden (olanlar) da siz insanları, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yer(ler)den muhakkak görür(ler)." (Araf, 27) buyurmuştur Onun tuzağı içinize nüfuz etmiştir. Çünkü siz onu göremediğiniz halde, o sizi görmektedir. O hâlde siz de şeytant gören, ama şeytanın kendisini göremediği varlığa sımsıkı sarılın. Bu varlık Cenâb-ı Allah'tır. O hâlde deyiniz."

Onbeşinci nükte:"şeytan" kelimesinin başında cins ifade etsin diye elif-lam (harf-ı tarif) getirildi. Çünkü görünen ve görünmeyen şeytanlar çoktur. Daha doğrusu görünen ve görünmeyen şeytanlar çoktur. Daha doğrusu görünenler çoğu kez daha şiddetlidir.

Bir vaizin sohbetinde şöyle dediği nakledilir: Bir adam ta-saddukta bulunmak istediği zaman ona yetmiş şeytan gelir ve ellerine, ayaklarına, kalbine yapışır da onu sadaka vermekten meneder. Orada bulunanlardan birisi bunu işitince: "Ben bu yetmiş şeytanla savaşacağım." dedi ve mescidden çıkıp evine gelerek eteklerini buğdayla doldurdu. Evden çıkıp onu tasadduk etmek istedi. Fakat birden hanımı ilen atılarak onunla tartışıp cedelleşmeye başladı. Derken eteğindeki buğdayı döktürdü.

Bunun üzerine adam morali bozuk olarak mescide gen döndü. O va'z-u nasihat veren kişi ona "Ne yaptın?" diye sordu. Adam cevaben dedi ki: "O yetmiş şeytanı hezimete uğratmıştım. Derken onların anaları geldi ve o da beni hezimete uğrattı." şeytan" kelimesindeki elif ve lamın (lam-ı tarifin) ahd (muayyen bir şeytanı) ifade ettiğini söylemek de mümkündür. Çünkü bütün günahlar bilinen bu şeytanın (iblisin) rızası ile olur. Birşeye razı olansa o şeyi yapan gibidir.

Bunu eğer uzak bir ihtimal görüyorsan şu şer'î meseleyle mukayese ederek öğren: Ebû Hanife'ye göre, imamın kıraati, ona razı olması ve arkasında susması cihetinden, o imama uyanın tla kıraati sayılır.

Onaltıncı nükte: Şeytan kelimesi, uzaklaşmak anlamına gelen kelimesinden türetilmiş ve Allah'ın rahmetinden uzak olduğu için iblise kötü bir isim olarak verilmiştir. İtaat eden kişi ise, Allah'a yakındır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Secde et yaklaş" (Aiak. 19). Allah da sana yakındır. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kullarım (Habîbim) sana Beni sorunca (haber ver ki) işte Ben muhakkak yakınımdır." (Bakara, 186) "Racîm" kelimesine gelince, lanet ve bahtsızlık okuyla vurulmuş olması manasında, mercûm (lanetlenmiş, taşlanmış) demektir.

Sana gelince, ey mü'min, sen mutluluk ipine tutunmuşsun. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle der: onları "takva" sözü üzerinde durdurdu." (Feth. 26), Bu, Cenâb-ı Hakkın, şeytanı kendisinden uzaklaştırdığı ve kovduğuna; seni de kendisine yakın kıldığına delalet etmektedir. Sonra Cenab-ı Hakk uzaklaştırdığı şeytanı, kendisine yaklaştırmayacağını haber vermiştir.

Zira O, şöyle buyurmuştur: "(Hayır) sen Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın" (Fatır. 43). Böylece Cenâb-ı Hakk seni kendisine yakın kılınca, seni kovmayacağına ve seni rahmetinden uzaklaştırmayacağını bildirmiş olmaktadır.

Onyedinci nükte: Cafer es-Sadık şöyle buyurmuştur: "Kıraatten önce mutlaka "euzu"çekmek lâzımdır. Ama taat olan diğer ibadetlere gelince, onlarda çekilme-yebilir.

Bunun hikmeti şudur: Kul lisanını bazen yalanla, gıybetle ve koğuculuk-yapmakla kirletmiş olabilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, lisanı temiz olsun diye kuluna istiâzeyi emretmiştir. Bu durumda o, temiz, güzel olan Rabbi tarafından indirilen kelâmı temiz bir lisanla okumuş olur.

Onsekizinci nükte: Cenâb-ı Allah sanki şöyle diyor: O, kovulmuş, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış bir şeytandır. Ben ise, Rahman ve Rahîm'im. O halde Rahman ve Rahîm'e ulaşabilmen için, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış şeytandan uzak ol.

Ondokuzuncu nükte: Şeytan senin düşmanındır. Sen ise ondan habersizsin ve onu görmüyorsun. Zira Cenâb-ı Allah: "Çünkü o da, kabilesinden olan(lar) da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğinizi yer(ler)den muhakkak görür(ler)." (A'râf, 27) buyurmuştur. Buna göre senin görünmeyen bir düşmanın ve herşeye galip bir sevenin var. Çünkü Allah Teâlâ, Allah emrinde (hâkim ve galib-dir." (Yûsuf, 21) buyurmuştur. O halde'bu görünmeyen düşmanın sana saldırdığında, herşeye hükümran olan sevenin (Allaha) sığın, iltica et. Noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ettiğimiz yüce Allah kendi muradını en iyi bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/122-128.
Devamını Oku »

Besmeleden Çıkartılacak Bazı İncelikler



Birinci nükte: Mûsâ (a.s.) hastalandı ve karnının ağrısı iyice şiddetlendi de hâlini, Cenâb-ı Allah'a arzetti. Allah da ona, sahradaki bir otu gösterdi. O da, ondan yedi de, Allah'ın izniyle şifa buldu. Sonra, bir başka zaman bu hastalık ona tekrar musallat oldu. Bunun üzerine, aynı otu yedi. Fakat hastalığı arttı. Hastalığı, artınca şöyle dedi: "Ya Rabbî, ilk önce bu otu yedim ve ondan faydalandım. İkinci defa onu yediğimde ise, hastalığım arttı."

Bunun üzerine Cenâbı Hakk şöyle buyurdu: "Çünkü sen, birincide seni ota sevkeden Ben idim, böylece onda şifa meydana geldi. İkincisinde ise, sen kendin ota gittin de, bunu müteakip hastalığın arttı. Bilmiyor musun ki, bütün dünya öldürücü zehir, onun panzehiri de benim ismimdir."

İkinci nükte: Rabiatü'l-Adeviyye, bütün geceyi teheccüd ve namaz ile geçirdi. Tan yeri ağarınca, uyudu. Derken, evine hırsız girdi. Elbiselerini aldıktan sonra, kapıya doğru yöneldi. Fakat kapıyı bulamadı. Bunun üzerine elbiseleri bıraktı, kapıyı da buldu. Bu işi üç defa tekrarladı. Bunun üzerine, evin köşe-bucağından, "Kumaşı bırak ve çık. Şayet seven uyuduysa. onun Sultanı uyanıktır" diye nida edildi.

Üçüncü nükte: Ariflerden birisi koyun otlatıyordu. Sürüsünün içinde, koyunlara zarar vermeyen kurtlar da bulunuyordu. Derken kendisine birisi uğrayarak, ona şöyle seslendi: "Ne zaman koyunlarla kurtlar anlaşma yaptılar?" Çoban şöyle dedi: 'Bunları otlatan, Allah'la sulh yaptığından beri!".

Dördüncü nükte: "Bismillah" sözünün manası, "Allah'ın adıyla başlıyorum'dur. Kolaylık meydana gelsin diye, başlıyorum) kelimesi düşürülmüştür. Bu nedenle, "Bismillah" dediğinde, sanki sen demiş olursun. Bundan maksat, işe başlamadan önce, işinin kolaylığa, hafifliğe ve müsamahaya dayanmakta olduğuna kulun dikkatini çekmektir.

Böylece, sanki Cenâb-ı Hakk, senin için zikrettiği kelimenin daha başında, onu, seni affedeceğine, sana lütufta bulunacağına delil kılmıştır.

Beşinci nükte: Anlatıldığına göre Firavun, Tanrılık iddiasında bulunmazdan önce, bir saray yaptırttı. Ve, sarayın dış kapısına da, besmelenin yazılmasını emretti. Ulûhıyyet iddiasına kalkışıp da, Hz. Mûsâ peygamber olarak ona gelip, O'nu hak dine davet edince, onda doğruya ulaşma istidadı görmedi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ şöyle dedi: "Ya Rabbî, onu ne kadar dine davet ettimse de, onda her hangi bir hayır görmedim."

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: "Ey Mûsâ, belki de sen, onun küfrüne bakarak, onu helak etmemi istiyorsun. Halbuki Ben, onun sarayının dış kapısının üzerine yazmış olduğu besmeleye bakıyorum."

Buradaki incelik şudur: Kâfir de olsa, kim bu kelimeyi dış kapısının üzerine yazarsa, helak olmaktan emin olur. Kim bu kelimeyi, ömrünün başından nihayetine kadar, kalbine yazarsa, onun durumu nasıl olur, var sen düşün!

Altıncı nükte: Cenâb-ı Hakk kendisini Rahman ve Rahîm diye adlandırdı. O halde, nasıl merhamet etmesin? Anlatıldığına göre, bir dilenci zengin bir kimsenin kapısında durarak, bir şeyler istemişti. Bunun üzerine kendisine çok cüz'î bir şey verildi. İkinci gün, elinde bir baltayla geldi ve kapıyı kırmaya başladı. Ona, "Ne yapıyorsun?" denilince, şöyle cevap verdi: "Ya kapı, bahşedilene uygun veyahut da yapılan bağışın kapıya uygun olması gerekir." Ey Rabbımiz! Merhamet denizleri, senin rahmetine nisbetle, zerrenin senin Arşına olan nisbetinden daha küçüktür. Kitabının başında rahmetinin sıfatını, kullarına bildirdin. Binâenaleyh, bizi rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakma.

Yedinci nükte: Allah lâfzı, hükümranlığa, kudrete ve yüceliğe işarettir. Cenâb-ı Hakk, Allah lâfzının peşinden lâfızlarını zikretmiştir ki, bu da O'nun rahmetinin, kahrından daha çok ve daha mükemmel olduğuna işarettir.

Sekizinci nükte: Çoğu kez, hükümdarın kölelerinin, at, katır ve eşek gibi hayvanları satın aldıklarında, hükümdarın düşmanlarının bu matlarda gözü olmasın diye, hükümdarın damgasını bunun üzerine vurdukları görülür. Tıpkı bunun gibi, tan diye bir düşmanın vardır.

Öyle ise bir işe başladığında, düşmanın onda gözü olmasın diye. "Bismiİlahirrahmanirrahîm" diyerek, ona damgamı vur.

Dokuzuncu nükte: Nefsini, Allah'ın zikrine arkadaş kıl ki, her iki dünyada O'n-dan uzak olmayasın. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, şu rivayet edilmiştir. O, Hz. Ebû Bekr'e yüzüğünü vermiş ve ona şöyle demişti: "Bu yüzüğe, "Lâ ilahe illallah" yazdır." Bunun üzerıne.Hz. Ebû Bekr yüzüğü, nakışçıya vererek ona, "Lâ ilahe illallah Muhammedun Resulullah" yaz dedi. Nakkaş, yüzüğe bu cümleyi yazdı. Daha sonra Hz. Ebû Bekr yüzüğü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e getirdi de, Hz. Peygamber yüzükte, "Lâ ilahe illallah Muhammedun Resululiah Ebû Bekr es-Sıddîku" diye yazıldığını gördü. Bunun üzerine, "Ya Ebâ Bekr, bu ilâveler ne?" dedi. Ebû Bekr de, cevaben, "Ya Resûlellah, senin ismini, Allah'ın isminden ayrı düşürmeye gönlüm razı olmadı.

"Ebû Bekr es Siddîku" (Ebû Bekr de siddîk, yani çok sâdıktır.) cümlesine gelince, bunu ben söylemedim, dedi ve utandı. Bunun üzerine Cebrail çıkagelerek şöyle dedi: Yâ Resûlellah "Ebû Bekr esSıddîku" cümlesini ben yazdım. Çünkü Ebû Bekr, senin isminin Allah'ın isminden ayrı olmasına razı olmadı. Allah da, onun isminin senin isminden ayrılmasına razı olmadi."

Buradaki incelik şudur: Hz. Ebû Bekr (r.a,), Hz. Muhammed'in isminin Allah'ın isminden ayrılmasına razı olmadığı için bu ikrama nail olmuştur. Kişi, Allah'ı yâdetmeyi hiç terketmediği zamansa durum nasıl olur? Var sen düşün.

Onuncu nükte: Hz. Nûh (a.s.) gemiye bindiği zaman "Geminin akıp gitmesi ve demir alması Allah'ın ismiyledir." (Hûd. 41) deyince, Besmelenin yarısıyla umulan kurtuluşu elde etmiştir. Ömrü boyu bu kelimeye devam eden kimse, kurtuluştan nasıl mahrum kalır? Bunun gibi, Hz. Süleyman (a.s.) "Bu mektup Süleyman'dan gelmektedir. O, "Bismillahirrahmanirrahîm" diye başlamaktadır." (Neml. 30) sözüyle dünya ve ahi-ret mülkünü elde etti. Kulun, bu kelimeyi söylediğinde, dünya ve ahiret mülküne ulaşacağı umulur.

Onbirinci nükte: Birisi, Hz. Süleyman'ın, diyerek, kendi ismini, Allah'ın ismine niye takdim etmiştir? diyebilir. Buna birçok bakımdan cevap verilebilir.

Birincisi: Belkıs, odasına hiç kimsenin girmesi mümkün olmadığı halde, mektubu yastığının üzerine konulmuş olarak buldu. Duvarın üzerinde, Hüdhüd'ü gördü. Onu görünce, bu mektubun Hz. Süleyman'dan olduğunu anladı. Mektubu eline aldı ve "Mektub, Süleyman'dandır" dedi. Mektubu açınca, "Bismillahirrahmanirrahîm" ifadesini gördü ve dedi. Buna göre, anlaşılıyor ki, ifadesi, Süleyman (a.s.)'ın sözü olmayıp, Bel-kıs'ın sözüdür.

İkincisi: Belki de Hz. Süleyman (a.s.) mektubun zarfına diye; mektuba da, bütün mektublarda olduğu gibi, diye başlamıştır. Belkıs mektubu alınca, zarfın üstünü okudu da, " "Bu, Süleymandan" dedi. Zarfı açınca da, " cümlesini okudu da bunun üzerine, "Bu mektub, " " ile başlıyor" dedi.

Üçüncüsü: Belkıs, kâfir idi. Süleyman (a.s.), Belkıs mektuba baktığı zaman, Allah'a dil uzatmasından korktuğu için, bu dil uzatma kendisine olsun, Allah'a olmasın diye, kendi ismini Allah'ın isminden önce zikretti.

Onikinci nükte: kelimesindeki "bâ" harfi, kelimesinden müştaktır.

Berr" kelimesi de, dünya ve ahiretteki çok çeşitli ikramları ile, müminlere iyilik yapan manasınadır. Cenâb-ı Allah'ın iyilik ve ikramının en yücesi, kıyamet günü müminlere kendi Cemâlini göstermesidir.

Birisinin, Yahudî olan komşusu hastalandı. Bu zat şöyle anlatıyor: Ziyaret için, hastanın yanına girdim ve ona. Müslüman olsana, dedim. O da bana, niçin Müslüman olayım, dedi. Cehennem korkusundan emin olman için, dedim. O da, cehenneme aldırış etmiyorum, dedi. Ben de, öyleyse cennete kavuşman için, Müslüman ol. dedim. O, cenneti istemiyorum, dedi. Ben de. öyleyse ne istiyorsun, dedim. Yahudî, Cenâb-ı Allah'ın, kerim yüzünü bana göstermesini istiyorum, dedi. Ben de, bu arzuna nail olmak için Müslüman ol, dedim. O, bunu yazı ile yaz, dedi. Ben de. bunu onun için yazdım. Bunun üzerine o. Müslüman oldu ve hemen öldü. Cenazesini kıldık ve defnettik. Onu rüyamda, sanki gururlanır bir durumda gördüm ve ona: "Şemon! Rabbin sana nasıl muamele etti" diye sordum. O da cevaben: "Allah beni bağışladı ve bana, Bana olan şevkinden dolayı Müslüman oldun, dedi." "Bismi"kelimesindeki "sîn" harfi, Cenâb-ı Allah'ın "Semî" (hakkıyla duyan, işiten) isminden gelmektedir. AHahu Teâlâ, Arş'tan toprağın altına kadar, bütün mahlûkatın duasını duyar.

....

Onüçüncü nükte: "Besmelede" bu üç ismin zikredilmesinin hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de, muhatap alınanların üç kısım olmasındandır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Onlardan, nefsine zulmeden vardır. Onlardan orta yolu tutan vardır. Ve onlardan, hayırlarda, en önde olan vardır" (Fatır, 32) Bu ayette Cenâb-i Hakk, sanki şöyle: buyurmaktadır: "Ben, hayırlarda en önde olanların Allah'ıyım. Orta yolu tutanların Rahmânı'yını. Zulmedenlerin de Rahîm'iyim." Aynı şekilde "Allah" lütuflarda bulunan; Rahman, seçkin kullarının (evliya) zel-lelerini (küçük hatalarını) bağışlayan; Rahîm de, kabalığı (cefa) bağışlayandır. Rahmetinin kemâlinden dolayı, Cenâb-ı Allah âdeta şöyle diyor: "Ey kulum! Ben senin öyle durumlarına muttaliyım ki, eğer anne ve baban onları bilmiş olsaydı, seni terkederlerdi. Eğer hanımın onları bilseydi, sana cefa ederdi. İnsanlar bilseydi, hemen senden kaçarlardı. Komşun bilseydi, evini yerle bir etmeye çalışırdı. Ben bütün bunları biliyorum ve fakat, benim Kerîm bir Rabb olduğumu bilesin diye, lütfumla onları örtüyorum."

Ondördüncü nükte: "Allah" ismi, Allah'ın dostluğunu gerektirir. "Allah, iman edenlerin dostu (yardımcısı)dur."(Bakara, 257). "Rahman" ismi, Allah1 m muhabbetini gerektirir "Hakikaten, iman edip de, salih ameller işleyenler yok mu? Rahman, onların gönüllerinde (kendi) sevgisini yaratacaktır." (Meryem, 96) "Rahîm" ismi ise, Allah'ın rahmetini iktiza eder."Allah, müminlere merhametlidir." (Ahzab,43)

Onbeşinci nükte: Hz. Peygamber (ş.a.s.) şöyle buyurmuştur "Kim, üzerinde besmele yazılı bir kâğıdı Allah'a saygısından dolayı yerden kaldırırsa, Allah katında sıddîklerden yazılır, ana babasının, müşrik de olsalar azabla-n hafifletilir."

Bu konuda Bişru'l-Hâfi'nin hikayesi meşhurdur. Ebu Hureyre (ra)'den, Peygamberimiz (s.a.s.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Ebâ Hureyre, abdest aldığında "Bismillah" de. Zira, abdestini tamamlayıncaya kadar senin Hafaza Meleklerin sana sevab yazmayı bırakmazlar. Hanımınla münasebette bulunduğunda "Bismillah" de. Zira, sen gusledinceye kadar, Hafaza Meleklerin sana sevab yazarlar. Eğer bu münasebetten bir çocuk olur ve o çocuğun da nesli devam ederse, hiç bir istisna olmaksızın, soyundan gelenlerin nefesleri sayısınca sana sevap yazılır.

Ey Ebû Hureyre, bir hayvana bindiğinde, "Bismillah, elhamdülillah" de. O zaman, hayvanın adımları sayısınca sevap yazılır. Bir gemiye bindiğinde de "Bismillah, elhamdülillah" de. O zaman, ondan ininceye kadar sana sevab yazılır.

Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (as.) şöyle buyurmuştur: "İnsanların elbiselerini çıkardıkları zaman "Besmele" çekmeleri, insanların mahrem yerleri İle cinlerin gözleri arasında perde olur."(Suyuti,Camiussağır,2/32)

Bu hadiste şuna işaret edilmiştir: Besmele, bu dünyada senin ile cinlerden olan düşmanların a-rasında perde olursa, ahırette de senin ile zebaniler arasında perde olmaz mı?

Onaltıncı nükte: Bizans İmparatoru, Hz. Ömer (r.a.)'a, devamlı bir baş ağrısı olduğunu, bunun için kendisine bir ilaç göndermesini yazmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) bir fes gönderdi. İmparator bu fesi başına koyduğunda, baş ağrı-sı duruyor, çıkarınca başı yeniden ağrımaya başlıyordu. Bunun üzerine İmparator hayret ederek, fesi kontrol etmeye başladı. Fesin içinde "Besmele"nin yazılı olduğu bir kâğıt buldu.

Onyedinci nükte: Hz. Peygamber (s.a,s.) şöyle buyurmuştur: "Kim abdest alır da besmele çekmezse, sadece yıkadığı azaları temizlenmiş olur. Kim de abdest alır ve besmele çekerse bütün vücûdunu temizlemiş olur." Abdestte besmele çekmek, bütün bedeni temizlediğine göre, o besmeleyi samimî kalb ile çekmenin, kalbi küfür ve bidatlardan temizlemesi evlâ olur.

Onsekizinci nükte: Birisi. Halid b. Velîd.(r.a.)'dan bir delil istemiş ve "Sen müs-lüman olduğunu iddia ediyorsun. O halde m üslü m an olmamız için bizfe bir delil göster" demiştir. Bunun üzerine Hâlid b. Velid {r.a.): "Bana öldürücü bir zehir getirin" dedi. Ona bir tas zehir getirildi. Tası eline aldı ve "Bismillahirrahmânirrahîm" diyerek hepsini içti. Allah'ın izni ile sapasağlam kalktı. Bunun üzerine Mecusîler: "İşte bu gerçek dindir' dediler.

Ondokuzuncu nükte: Hz İsâ (a.s.), bir kabrin yanından geçerken azap meleklerinin bir ölüye azab ettiklerini gördü. İşini görüp tekrar döndüğünde, aynı kabre uğradı. Bu sefer de, yanlarında nurdan tabaklar bulunan rahmet meleklerini gördü ve bu hale taaccüb etti. Bunun üzerine Hz. İsâ (a.s.) namaz kılıp Allah'a dua etti de, Cenâb-ı Allah ona şunu vahiy ile bildirdi: Ey İsâ, o, âsî ve günahkâr bir kul idi. Öldüğünden beri azabımda idi. Geride hanımını hâmile olarak bırakmıştı. Hanımı bir çocuk doğurdu ve büyüyünceye kadar onu terbiye etti. Daha sonra onu mektebe verdi. Hocası ona besmeleyi öğretti. İşte bu nedenle, oğlu yer yüzünde Benim adımı söylerken. Ben, yerin altında kuluma ateşimle azab etmekten haya duydum."

Yirminci nükte: Kadın sûfîlerın büyüklerinden olan 'Umretü'l-Ferğâniyye'den, "cünüp ve hayızlı kimsenin besmeleden değil de, Kur'an okumaktan menedil-mesindeki hikmet nedir?" diye soruldu da, O şu cevabı verdi: "Besmele çekmek, dostun ismini anmaktır Dost ise, dostunu anmaktan menedilmez."

Yirmibirinci nükte: "Rahîm" ismi hakkında şöyle denmiştir: Allah Teâlâ, insanlara altı yerde rahmet eder: Kabir ve kabirden çıkıp toplanmada, kıyamet ve kıyametin karanlıklarında, mîzan (terazi) ve derecelerinde, amel defterlerinin okunması esnasında ve onun korkusunda, sırat ve korkusunda, cehennem ve tabakaları hususunda.

Yirmikinci nükte: Ariflerden birisi besmeleyi yazdı ve bunun kefenine konulmasını vasiyet etti. Bunun üzerine ona, "Bundan ne umuyorsun?" denildi. O da: "Kıyamette şöyle derim: Allahım! Sen bir kitab gönderdin ve başına besmeleyi koydun. O halde bana. kitabının bu başlığına göre muamele et."

Yirmi üçüncü nükte: Besmelenin harflerinin ondokuz tane olduğu söylendi. Bunda iki fayda vardır.

Birincisi: Zebanîler de ondokuz tanedir. Böylece Cenâb-ı Allah, bu ondokuz harfe karşılık, zebanilerin azabını savuşturur.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, gece ve gündüzü yirmidört saat olarak yarattı. Sonra beş ayrı saatte beş vakit namazı farz kıldı.

Binâenaleyh besmelenin bu ondokuz harfi, yirmi dört saatten geriye kalan ondokuz saatte meydana gelen günahlar için kefaret olmuş olur.

Yirmidördüncü nükte: Tevbe Sûresi, savaş emrini ihtiva ettiği için, başına besmele yazılmadı. Yine bir hayvanı keserken uyulması gereken sünnet de böyledir, "bismillahi vallahu ekber"denilirde,"bismillahirrahmanirrahim" denilmez. Zira savaş ve öldürme zamanında, Rahman ve Rahîm kelimelerini söylemek uygun olmaz. Her gün besmeleyi, farz namazlarda onyedi defâ(Şafiide) söylemeye muvaffak kıldığına göre, bu, Allah'ın seni, öldürmen ve azab etmen için değil, merhamet, iyilik ve lütufta bulunman için yaratmış olduğunu gösterir. Allah Teâlâ doğru olana götürendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/235-241.
Devamını Oku »

Ahmed b.Hanbel(r.a)'ın Akidesi



Ahmed b. Hanbel’in akidesi, Allah’ın kitabında varid olan mü-teşabih (âyet) ile sahih hadîste sabit olan müteşabih şeyler hakkında diğer müctehid imamlar ve sâlih selefler gibi, te’vili gerekli olanın, te'vil cihetine gidilmesidir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de, zahiri mânâsı «Rabbin geldi»(Fecr,22) (Rabbinin emri geldi); «Her nerede bulunursanız O (Allah) sizinledir»( Hadid,4), âyetleri ile Peygamber efendimizin «Siyah taş (Kâbe-i Muazzama’nın bir köşesinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen taş) Allah’ın yeryüzünde sağ elidir»(1) buyurduğu hadîs-i şerifin tevili gibi.

Âyet ve hadîslerdeki müteşabihlerin te’vili, muayyen olmayanların ilmini Allah’a havale etmekle, Allah’ın hâdis olan şeylere benzemekten tenzih edilmesidir.

İbnü’l-Cevzi, «Menakibül-İmam Ahmed» adlı eserinin yirmi- birinci babında der ki: Açıkça Ahmed b. Hanbel’in usûlü’d-din (akaidi’deki itikadı: îman, kavil ve ameldir. Ziyadeleşir ve noksanlaşır. Tüm iyilik, hayır, imanın parçasıdır. Günah, imanı azaltır. Kur’- ân hakkında da diyor ki: O, Allahü Teâlâ’nın kelâmı olup mahlûk değildir. Mahlûktur (sonradan yaratılmıştır), diyen kimse kâfirdir. Fakat Kur’ân’ı okuyup da, telâffuz ettiğim kelimeler mahlûktur, diyen kimse, Cehmiye tâifesindendir.

Ahmed b. Hanbel, müteşabih hadîsler hakkında da diyor ki: Ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olan mü’minin bazı sıfatları, şudur: Bilmedikleri şeylerin mânâsını Allah’a havale etmektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) ’den rivayet olunan, «Şüphesiz cennet halkı Rabbini göreceklerdir», hadîsini tasdik eder. Ona hiç meseller getirmezler.

İşte dünya çapındaki müslüman âlimlerin, üzerine ittifak ettikleri şey budur.

Sahabelerin biribirlerine karşı faziletçe üstünlükleri hakkında, îmam Ahmed b. Hanbel’in akidesi: Evvelâ Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman’dır. Bu üç zâtdan sonra, şûrâ heyeti olan beş kişidir ki, Hz. Ali, Hz. Zübeyir, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman ve Hz. Said’tir. Hepsi de, hilâfete lâyık kişilerdir. Hz. Ali’nin hilâfetini hak görmeyen kimse, kabilesinin eşeğinden daha sapıktır. Yine diyor Ki: Gerçekten, Peygamber (s.a.v.)’den rivâyet edilmiştir.

Yine Îbnü’l-Cevzî, mezkûr babın sonunda, Ahmed b. Hanbel’- den şöyle rivayet eder: Resûlullah’tan sonra insanların efdali, (üstünü) Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Resûlullah (s.a.v.)’in amcası oğlu Ali’dir. Allah hepsinden razı olsun!

El-Hafız Ebu’l-Hasan ed-Dârekutni’nin çağdaşı olan el-Hafız Ebû Hafs b. Şahin demiş ki: îki sâlih adam olan Câfer b. Muhammed ve Ahmed b. Hanbel, birçok kötü arkadaşlarının belâsına çarpılmışlardır. El-Hafız Ebu’l-Kasım b. Asâkir (Tebyinu kazıbi’l-müf- teri fimâ nüsibe ilâ-İmam Ebi’l-Hasani’l-Eş’arî) adlı kitabında bunu El-Hafız Ebu’l- Hasan’a isnad ederek demiş ki: Rafıziler, Câferi Sâdık b. Muhammed el-Bakır’ın onlardan berî olduğu birçok çirkin meseleleri kendisine isnad ettiler. Keza Ahmed b. Hanbel’in de, bâzı talebe ve tabileri, Allah’ın cisim olduğu mânâsında birçok bâtıl sözü kendisine isnad etmişlerdir. Halbuki, Ahmed b. Hanbel bu sözlerden uzaktır. Şüphesiz İmam Ahmed ile ilk tâbilerinin, Kur’ân ve hadiste geçen birçok muhal tâbirleri, te’vil ettiklerini gösteren rivâyetler sabit olmuştur.

Takiyyüddin el-Husani, «Defu’ş-şübhe men teşebbehe ve temer- rede ve nesebe zâlike ile’l-İmam Ahmed» adlı kitabında, açıkça der ki:

İmam Ahmed, Kur’ân-ı Kerim’deki «Rabbin geldi»(Fecr,22) meâlinde olan âyetin hakikî mânâsının, «Rabbin emri geldi» demek olduğunu söylemektedir.

Kadi Ebû Ya’lâ ise şöyle der:

İmam Ahmed, bu âyetten maksadın, Rabbin kudreti ve emri olduğunu söyler. Nitekim Allahü Teâlâ bunu, «O kâfirler, Rabbinin emrinin gelmesini bekliyorlâr»(Nahl,33) âyeti ile beyan eylemiştir. İlk âyet mutlak olup ondan mukayyed bir mânâ irade edildiğine işaret ediyor ve bu tâbirin üslubu, Kur’ân, hadîs, icma-i ümmet âlimlerinin kelâmında çokça geçer. Çünkü ilk âyetin zahirinden nakil anlaşılmaktadır. Nakil ise, Allah sübhanehu hakkında câiz değildir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, «Rabbim gecenin bir kısmında, dünya göğüne iner», buyurduğu hadîsin durumu da buna benzer; te’vil edilir. Bunu açıkça îmam Evzaî ile îmam Mâlik de söylemişlerdir. Çünkü intikal ve nakil, hâdis sıfatlarıdır. Aziz ve yüce Allah, zâtını hâdis sıfatlardan tenzih etmiştir.

Bu müteşabih âyete ve hadise benzeyip te’vili lâzım olan âyet lerden biri de Allahü Teâlâ’nın, «Allah, Arş üzerine istivâ etti»-(2) âyet-i celîlesidir. Avam tabakasından biri, bunun mânâsını sorarsa, «Allah’ın, Arş üzerine istivâsı (istilâsı) malûmdur. Keyfiyeti ise (istilânın ne şekilde olduğu), bizce meçhuldür. Ona iman etmek vacip olup, ondan sual edilmesi, bid’attır diye kendisine cevap verilir. îmam Rebîa ancak bu şekilde cevap vermiş, talebesi Mâlik de, bu hususta, ona mütabaat etmiştir. Zira avam tabakası, Arapça olan istivâ kelimesinden, zahire göre hadis (sonradan olan) sıfatlardan olduğunu anlıyorlar.

Halbuki Allah sübhanehu ve Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de «O’nun (Allah’ın benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyle işiten, kemâliyle görendir» (Şura sûresi, âyet: 11), diye kendini o sıfatlardan tenzih eylemiştir. Demek ki, Allah’ı zerre kadar bir şeye benzetmek, Kur’ân'a inanmamak demektir. Bundan küfür lâzım gelir. İmamlar, mezkûr âyetteki, istivânm mânâsını sormanın bid'at olduğunun sebebini şöyle açıklamışlardır:

Fıkıh ve diğer bâzı ilimlere mensup olan birçok kimseler, müteşabih olmayan âyet ve hadîslerin mânâlarını idrak edemiyorlar-, müteşabihlerin mânâlarını nasıl idrak edecekler? Müteşabih âyet ve hadîslerin mânâlarını ancak Allah sübhanehu bilir. Kur’ân ve hadisler, aziz ve yüce olan Allah’ı, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmekle dolup taşmaktadır. Allah’ın bir ismi de Kuddûs’tür (hissin duyduğu şeylerden münezzeh ve Zat-ı Bârisi noksan sıfatlardan beridir). Bu ismin mânâsında, Allah'ın noksan sıfatlardan çok tenzih edilmesi ve teşbihi (benzetmeyi) hayale getirilmemesi işareti vardır. Allahü Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de, «(Ya Muhammed) de ki: Allah, birdir, Her şey O’na muhtaçtır. Doğurmuş değil, doğurulmuş da değildir? O’na hiçbir kimse eş olmuş da değildir.»(İhlas) meâlen buyurduğu âyetlerde de, bu işaret vardır. Çünkü bu âyetlerden Allah'ın cinsiyet, cüz’iyet ve daha başka noksan sıfatlardan münezzeh olduğu anlaşılır.

İmam Ahmed, «Hadîsleri nakil olundukları gibi nakledin», diye buyuruyordu. Talebeleri, İbrahim el-Harbî, Ebû Davud ve Esrem gibi yüce tâbiin ve muhakkik âlimlerden olan Ebu’l-Hüseyin el-Mü- nadi, Ebu’l-Hasan el-Temimî ile Ebu Muhammed Rızkullah b. Ab-dülvahhab ve bu mezhebin direklerini teşkil eden diğer âlimler, İmam Ahmed’in sözlerine göre hareket edip, kendisi Abbasî halifesinin işkencesine uğramadan önce ve daha sonra söylediği sözlere uydular. Zamanının halifesinin emri üzere kamçıyla dövülürken de, «(Allah ve Resûlü tarafından) denilmeyen sözü (Kur’ân mahluktur, sözünü) nasıl diyeyim?» derdi. Kur’ân-ı Kerim’de geçen mezkûr istivâ kelimesinin mânâsı için «İstivânın mânâsı, Allah’ın irade eylediği gibidir.» diyordu, öyle ise, istivânm mânâsı hakkında Allah’ın sıfât-ı zatiyesi veya sıfât-ı fiiliyesindendir veya istivâ kelimesinin zahirine göre (oturmak) mânâsınadır, diye Ahmed b. Hanbel’den rivayet eden kimsenin ona iftira edip, aziz ve yüce Allah’ı kâinata benzetmek mânâsını ifade eden ve sarahaten küfür olan şeyleri ona isnad edenin muhasebesi Allahü Teâlâ’ya aittir. Çünkü ona, isnad edilen, Allah hakkındaki bu tür sözler, bizzat Allah’ın kendini o şeylerden tenzih eylediğine muhaliftir. Allah sapıkların söylediklerinden uzaktır.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:30-33,Bedir yay.

Dipnotlar:

(1)-Bu hadîs-i şerifte geçen «sağ el», teşrif ve kerem mânâsına hamledilmiştir. Yâni «sag el» mübarek olduğu gibi Allahü Teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş; onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vaz’etmiştir. Geniş bilgi için, İhyâıı Ulûmi’d-din’in akaid kısmına bakınız.

(2)- îstivâ; kelimesi Kur’ân-ı Kerim’in birçok sûresinde geçtiği gibi, A’raf sûresinin 54’üncü âyetinde de geçmektedir. Mezkûr sûredeki âyetin meâl-i şerifi şöyle-dir: «Rabbiniz cdur ki; gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Ars’a hükm (istivâ) etmiştir».

İmam Gazâli de, «İhyâu Ulûmi’d-Dîn» kitabının Akaid bahsinde der ki:

Kur’ân’da geçen «istivâ» kelimesi, ‘istikrar’ ve «temekkün» mânâsına telâkki edilirse, mütemekkin olanın Arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. O cisim, ya Arş kadar veya Arş’tan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icabeder. Bütün bunlar Allahü Teâlâ için muhaldir. Muhale götürücü bir şey de elbette muhaldir. öyle ise, istivânın lügavî mânâsı, muhaldir.

Bu babda en doğru yol, selefin cumhurunun mezhebidir. Selef imamları bu gibi rriüteşabihlerin Allah'ın şanına lâyık olduğu veçhile hakikatına iman ve bizim hakkımızda müteârif olan zahirî şeklin Şâriin matlubu olmadığını beyan etmişlerdir. Binaenaleyh selef hudûs şaibelerinden Allah’ı tenzih ile beraber, böyle nassların zahirindeki yed, vech, gadab, rahmet, istivâ, nüzûl gibi müteşabihleri te’vil yoluna gitmemişlerdir.

Şârih aynı özetle şöyle diyor: Nüzûl, intikal, i’lan, kavi, teveccüh vs bir hüküm suduru mânâlarına kullanılmıştır. Bu mânâların hepsi lügatçılar arasında malûm şeylerdir. Madem ki nüzûlün böyle müşterek mânâsı vardır. Allahü Teâlâ’nın kendisiyle tavsifi câiz olan bir mânâya hamledilmesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle dileklerini vermekle, mağfiret etmek suretiyle teheccüd sahiplerine teveccüh buyurmasıdır, denilebilir. Bu, bir te’vil değil, fakat lafzı, medlûlü olan müşterek mânâlardan birisine hamletmektir ki, îmam Mâlik gibi seleften bâzılarının te'villeri de hep bu şekilde bir te’vildir. Hakikatta bu te’vil değil, bir nevi mânâ tercihidir.

Nevevî de bu hadîs hakkında şunları söylüyor:

Bu, müteşâbih hadislerdendir. Bunda âlimlerin iki mezhebi vardır. Bîri, selefin cumhuru ile bâzı kelâmcıların mezhebidir ki, onlar Allah’ın intikal, hareket vb. mahlûk alâmetleri olan mahlûk sıfatlardan tenzihine itikat ederek bunun Allahü Teâlâ'ya yakışacak surette hak olduğuna, hakkımızda müteâref olan zahirinin kasdedilmemiş olduğuna inanıp te’vili hususunda kelâm etmezler.

İkincisi, birçok kelâmcıların ve seleften birtakım cemaatların mezhebidir: Bu, müteşabihler çeşitli yerlere göre ve lâyık olacak surette te’vil olunur. Bu esas üzerinde onlar bu hadîsi iki türlü te’vil ettiler: Biri Mâlik b. Enes ve diğerlerinin te’vilidir ki hadisin mânâsı» Allah’ın rahmeti, emri yahut melekleri iner demektir. Nitekim tâbiler hükümdarın emrini yerine getirdiklerinde de, «Sultan şöyle şöyle yaptı...» denir. İkincisi, bunun istiare üzere olmasıdır. Bunun da mânâsı Allah'ın dua edenlere icabet ve lütufla teveccühüdür. Allah, yegâne bilendir (Nevevi).

Devamını Oku »

Ehl-i Sünnet Kitaplarının Tahrifi,Sinsice Yapılan İlaveler



EBÛ CÂFER B. CERÎR VE EBU’L-HASAN EI-EŞ’ÂRÎ ZAMANINDAN BERÎ EHL-Î SÜNNET ULEMASININ YAZDIKLARI KİTAPLARDAKİ TÂBİRLERİN SİLİNİP GİZLİCE » TEŞBİH DERÇ VE TAHRİFLERİ YAPILMASI

Bid’atçılar, Eş’ârî ile diğer İslâm âlimlerinin kitaplarına, sayılamayacak kadar çok şeyleri gizlice ilâve etmişlerdir. Meselâ: İmam İbn Cerîr et-Taberi’nin Kur’ân-ı Kerim’deki: «Rabbin seni (ey Muhammed) bir alkışlanacak makama yükseltecekir.»(İsra,79) âyetine yaptığı tefsir yerine kapalı bir ifade kullanarak ondan tecsim anlaşılan bir tâbiri sokmuşlardır. Hindistan’da basılmış İmam Ebu’l-Hasan el-Eş'ari’nin «El-İbâne» adlı eserine, teşbihi (Allah’ı mahlûkata benzetmeyi) ifade eden şeyleri; Kurtubî’nin, «O (Allah), kullarının üzerinde galibdir»(En’am,18) mealindeki âyet-i celileye yaptığı tefsire ilâve yapıp ondan teşbih anlaşılan tâbirleri dercetmişlerdir. Mezkûr tefsiri mütalâa eden kimse, ibarede çelişki olduğunu anlayacaktır. Teymiyeciler de, Alûsî’nin tefsirine çok şeyler ilâve etmişlerdir. Hele kendini meşhur selefi diye lakablandıran Münir Ağa'nın tabettiği tefsirde...

Kendisi birçok kitap tabetmiş ve kitaplarda birçok fâsid yorumlarda bulunmuştur. Alûsî’nin tefsirine gizlice soktuğu en önemli ibaresi, Allahü Teâlâ’nın «Ey iman edenler! Allah’ın azabından sakınıp O’na yaklaşmaya yol arayınız» (Maide sûresi, âyet: 35) meâlinde buyurduğu âyet-i celilenin tefsirindedir. Orada söylediği uzun sözünü mütalaa eden sonu evvelini nakzettiğini (çeliştiğini) anlar. Teşbih inancını, Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin «Gunye» adlı eserine de gizlice sokmuşlardır.

Ulemanın eserlerinden sözlerini silip, tahrif etmişlerdir. Bu hususta Tacü's-Subkî, «Tabakat» kitabının cerh ve ta’dil(1) kaidesinin altında, Basralı Ahmed b. Salih’in hal tercümesi bahsinde şöyle der: Araştırılması lâzım olan meselelerden biri de, Şeyhu’l-îslâm İbn Dakik el-îd’in de belirttiği gibi, birçok sûfiye tâifesi ile hadîs âlimlerinin arasmda vaki olan ihtilâflı konulardır ki, yekdiğerine dil uzatmalarına sebep olmuştur. Nitekim bâzıları, Haris el-Muhasibî ve daha başkaları aleyhinde konuşmuşlardır. Bu tartışmaların hakikatte en mühim sebebi akaid ile ilgili farklı itikatlardır. En büyük belâ, ise, taassup ve nefsanî arzuya dayanan inançlardır. Evet, dünyevî arzu ve mal toplama hırsı da bunlardandır. İyi olmayan bu ahlâk, Mütekaddimîn (evvelki)lerden daha çok, muteahhirın (son gelen) âlimlerde mevcuttur. Halbuki hakikî îslâm akidesi nazarında her iki zümre de birdir. Zamanımızdaki bâzı Mücessime taifelerinin durumları o safhaya varmıştır ki. Nevevî’nin Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhdeki müteşabih hadîsler hakkındâki ibaresini şerhten çıkarıp yazmamışlardır. Zira, Nevevinin akidesi Eş’âriye akidesidir.

Demek ki, bu kâtip Nevevi'nin inancından hoşlanmayıp müellifin dediğini yazmayı hazmedememiştir. Bence bu, büyük günahlardan dır. Çünkü, bu durum Şeriat’ı tahrif etmek (değiştirmek), İslâm âlimlerinin eserlerine ve halkın ellerindeki İslâmî kitaplara karşı bir itimatsızlıktır ve itimatsızlık kapısını açmaktır. Allah böyle yapanı, kötüleyip utandırsın! Öyle yapan kimsenin, Nevevfnin şerhini yazmaya ihtiyacı ve şerhinde ona ihtiyacı yoktu. Burada Tacü’s- Subki’nin dedikleri sona erdi.



Ben de şunu derim ki, âlimlerin eserlerinden sözlerini silme bayrağını bu zamanda elinde tutan kimse Mecelletü’l-Menar’ın sahibidir. Yaptığı hatâların bâzısı şunlardır: Hocalarımızın hocası olan Muhaddis Falih ez-Zahiri, nakil eylediği «Encehu’l-mesai fî sıfati- yi’s-sâmi’ ve'l-vâî» adlı eserinin Ahkâmü’l-Mesâcid bahsinde, daha kitabı basılmadan önce, Muğni b. Kudametü’l-Hanbeli’den, ölen ve hayatta kalan evliyâ ve sâlih zatlardan tevessülün mübah olduğuna dair «İslâmiyet’teki her dört mezheb sahipleri ittifak etmişlerdir» diye nakletmiştir. Bu «El-Menar» kitabını tabedince kitapta yazılı bu nakli yazmayıp içinden çıkardı. Ulemanın kelâmını tahrif etmesi, onlara iftira edip yermesi, kendi arzusuna ve İbn Teymiyecilerin arzularına uygun olmayan meseleleri ve hadisleri kendi mecellesinde ve yorumlarında tahrif etmesi sayılamayacak kadar çoktur.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:96-98,Bedir yay.

Dipnotlar:

 1) Cerh ve ta’dil: Cerh: sözlükte yaralamak ve sövmek mânâsında kullanılmıştır. Hadîs usûlünde terim mânâsı: «Hafız ve mütehassıs bir hadîs âlimi'nin günahkârlık,telhis,yalancılık gibi bâzı sebeplerle bir râvinin rivayetini reddetmesidir.>

Tadil: Düzetmek. temizlemek gibi, sözlük mânâsından alınarak, hadîs ilminde bir raviyi,rivâyeti kabul olunacak şekilde vasıflandırmaktır.
Devamını Oku »