Stratejik Olarak Ehli Sünnet Bilinci












Bu çalışmamızın amacı, geleneksel Ehl-i Sünnet’in geleneğini ve kimliğini oluşturan temel karakteristik özelliklerine ve bunların tarihteki işlevlerine çok genel olarak ana hatlarıyla temas ettikten sonra, bu işlevleri günümüzde de sürdürüp sürdüremediğini, mümkün olduğunca nedenlerini belirlemeye çalışarak sorgulamaktır. Başka bir ifade ile Ehl-i Sünnet’in avantaj ve dezavantajlarının, İslâm tarihindeki başarıları ve başarısızlıklarının ana hatlarıyla bir muhasebesini yapıp bundan yola çıkarak on üç asırlık bir tecrübenin ve birikimin ürünü olan bu geleneğin bu gün için taşıdığı potansiyel güç ve imkanları ne derece değerlendirebildiğimizi irdelemektir.

EHL-İ SÜNNET NEDİR?

Genel ve yaygın kanaat Ehl-i Sünnet’in itikâdî bir İslam mezhebi olduğu şeklindedir. Oysa Ehli Sünnet hem tarihte hem de günümüzde bir mezhebi, fırkayı, grubu değil İslam ümmetinin ana gövdesini teşkil eder.  Ehl-i Sünnet teriminin Arapça “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâa” şeklindeki asıl orijinal kullanımının anlamı ‘Sünnet ve çoğunluk ehli’ dir. Bu ifadedeki “Sünnet” kelimesi “Hz. Peygamber’in Sünneti” anlamındadır. Fakat sözü edilen Hz. Peygamber’in Sünneti’nden maksat sadece onun bireysel davranışları değil, yine O’nun rehberliğiyle Kur’an’ın fert ve toplum olarak sahabe tarafından yaşanmasıyla oluşan ve daha sonraki nesillerde de devam eden orijinal İslam geleneğidir. “Cemâ’a” dan maksat ise başta ashab olmak üzere her nesildeki İslam ümmetinin çoğunluğu ve ana gövdesi demektir. İşte Ehl-i sünnet  terimi bu sahih, otantik, bozulmamış İslam geleneğine sahip çıkanlar anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e mensup olanlara Sünnî denilir. Bunlar İslam tarihi boyunca ümmetin ana gövdesini ve çoğunluğunu ( es-Sevâdu’l-A’zam) teşkil etmiştir. Ehl-i Sünnet’in karşıtı Ehl-i Bid’at’tır ve bu gelenekten ayrılanları ifade etmek için kullanılır. Bunlar ise tarih boyunca hep azınlıkta kalmışlardır.

Burada yanlış anlamalara meydan vermemek için bir inceliğe dikkat çekmemizde yarar vardır. Ehl-i Sünnet’in orijinal İslam geleneğini temsil etmesi sadece çoğunluk olmasından değil, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde oluşan İslam geleneğini benimsiyor oluşundandır. Yoksa ki çoğunluk olmak tek başına hakkın, hakikatin ve haklılığın ölçütü değildir.  Ümmetin çoğunluğu daima bu geleneğe sahip çıkagelmiş olması sevinilecek bir şeydir. Bu  da, başta âlimler ve idareciler olmak üzere kanaat önderlerinin çoğunluğunun bu geleneğe sahip çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla günümüzde ve gelecekte Ehl-i Sünnet’in hayatiyetini ve tarihteki işlevlerini devam ettirip ettiremeyeceğini, bundan sonra da öncelikle âlimler ve idareciler olmak üzere İslâm ümmetinin önderlerinin bu geleneğe sahip çıkıp çıkmayışları belirleyecektir.

Ümmetin toplumsal bütünlüğü açısından avantaj sağlayan bu ana damar çok farklı görüşleri bünyesinde barındırdığından yekpare, statik ve tekdüze bir yapı değil, İslam tarihi boyunca çok farklı görüşleri ve tarihsel figürleri içinde barındıran dinamik ve çok renkli bir oluşumlar manzumesi veya yelpazesi olarak görülmelidir. Çünkü Ehl-i Sünnet kavramı farklı tarihsel dönemlerde farklı fikrî ekollere isim olarak verilmiş, farklı tarihsel süreçlerde farklı oluşumlar tarafından temsil edilmiştir. Ehl-i Sünneti hakkında “havz-ı kebîr-büyük havuz” veya bir “koalisyon” nitelendirmeleri yapılmıştır. Sünnî gelenek içindeki âlimler arasında da önemli görüş ayrılıkları mevcut olagelmiştir. Örneğin; İslam tarihinin erken dönemlerinde nassların zahir anlamlarını esas alan ve te’viline karşı çıkan, aklî argümanlarla inanç esaslarını temellendirmeye dayanan kelam metoduna cevaz vermeyen Selefî anlayış Ehl-i sünnet’i temsil ederken, ileriki yüzyıllarda kelam metodunu kullanan Eş’arî ve Mâtürîdî gibi imamlar Ehl-i Sünnet’in en önemli temsilcileri olmuşlardır.

Öte yandan Ehlu’r-re’y  ve Ehlu’l-eser hadis ayrışmasının her iki tarafı da Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcileri olarak  Ehl-i Bid’at’a karşı müşterek mücadele vermişlerdir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramının çerçevesini çizmek, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu belirlemek oldukça zordur. Bu çok ciddi, analitik ve empirik bilimsel gayretleri gerektiren bir iştir. Belki en doğrusu bir Ehl-i Sünnet’ten değil, bir çok Ehl-i Sünnet’ten bahsetmektir.

EHL-İ SÜNNET’İN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

Ehl-i Sünnet’in kurucularının İmam Eş’arî ve İmam Mâtürîdî olduğu şeklindeki yaygın kanaat de doğru değildir, ya da sadece ismen doğrudur. Bu iki İmam’dan çok önce Ehl-i Sünnet’in en meşhur prensiplerinin savunuculuğunu yapan ve Ehl-i Bid’at’la mücadele eden âlimler vardır ve bu âlimler çok farklı meşreplere mensup olmalarına rağmen aynı prensipleri savunmuşlardır. İlk akla gelenler arasında başta Ehl-i Hadis olmak üzere, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, İbn Küllâb, Kalanisî, Hâris el-Muhasibî gibi farklı özellikleri öne çıkan şahsiyetler sayılabilir.

Ehl-i Hadîs’e mensup öncüler yazdıkları Kitâbu’l-Îmân ve Kitâbü’s-Sünne’ler ile itikâdî rivayetleri bir araya toplamak suretiyle ve muhtelif fırkalara karşı yazdıkları reddiyelerle Ehl-i Sünnet inancını temellendirirken, Ehl-i Re’y’in baş temsilcisi Ebû Hanîfe “el-Fıkhu’l-Ekber” başta olmak üzere yazmış olduğu itikadî nitelikli risaleleri ve reddiyeleriyle çok erken bir dönemde Ehl-i Sünnet’in asırlar boyu savunulacak temel umdelerini çok kısa ve özlü bir şekilde formüle etmiştir. İmam Eş’arî ve takipçileri Ehl-i Hadîs’in açtığı yolda, İmam Mâtürîdî ve takipçileri ise Ebû Hanîfe’nin açtığı yolda yürüyerek bu oluşumu günümüze kadar taşımışlardır.

Mâtürîdî kelamcıları mezhebin kurucusunun Ebû Hanîfe olduğunu sıkça tekrarlarlar. Eş’arî ise Ahmed b. Hanbel’in yolundan gittiğini bizzat kendisi ifade etmiştir (el-İbane, Dımaşk- Beyrut,1981,17). Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in oluşumunun başlangıcını Hicrî II. yüzyılın başlarına kadar geri götürmek mümkündür. Eş’arî ve Mâtürîdî, Ehl-i Sünnetin kurucuları değil, Ehl-i Sünnet’in iki farklı damarının itikad esaslarını kelam metoduyla kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre yeniden formüle eden ve sistemleştiren kişiler olarak nitelendirilmelidir.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA SÜNNÎ NÜFUS

Sünniliğin öğretilerinin teşekkülünde en etkin olmuş mezheplerden biri olan Mu’tezile başta olmak üzere mezhepler tarihinden bildiğimiz mezheplerin büyük çoğunluğu inkıraza uğramıştır, yani yok olmuştur.

İslam dünyası günümüzde alt gruplarıyla birlikte iki büyük ana fırkaya ayrılmış vaziyettedir: Ehl-i Sünnet ve Şia. Şia’nın üç büyük alt grubu ise İmamiyye, İsmâiliyye ve Zeydiyye’dir.

Hindistan ve Pakistan’daki on milyon civarındaki nüfusuyla Ahmedîler ve Türkiye’deki Alevî ve Bektâşîler yaşayan mezheplerden mensubu en çok olanlardandır. Uman ve Kuzey Afrika’daki  İbadiye, Irak ve Suriye’deki Yezîdîler, Suriye’deki Dürzîler ve Nusayrîler nüfus bakımından oldukça azınlıktır. Kesin rakam söylemek mümkün olmasa da Günümüzde Sünnî nüfus, tarihte olduğu gibi, Dünya Müslüman nüfusunun %85-90 civarında çoğunluğunu oluşturmaktadır.

TEMEL GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE EHLİ SÜNNET’İN İ’TİDALİ, KUCAKLAYICILIĞI, MÜSAMAHASI VE GERÇEKÇİLİĞİ

Ehl-i Sünnet’in öncüleri tarihsel süreçte teşekkül eden itikâdî ve siyasî fırkalarla yaptıkları tartışmalarda bu görüşler karşısında kendi görüşlerini ileri sürerek korumak suretiyle, zaman içerisinde teolojilerini yani inanç esaslarını sistemleştirmişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in durduğu yerin tespiti diğer mezheplerin görüşleri ile mukayeseli olarak ele alınmasıyla mümkündür.

Ehl-i Sünet tarihte çok farklı gruplar tarafından temsil edildiğinden bu grupların ve temsilcilerinin görüşleri üzerinde devasa bir literatür oluşmuştur. Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ele alan çok kısa ve özlü metinlerden tutun da çok ciltli hacimli metinlere kadar çok sayıda eser yazılmıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet’in ana fraksiyonlarını tarihsel süreçte ele almak suretiyle müşterek görüşlerine ve ayrıldıkları noktalara özetle dahi olsa temas edebilmek için bu çalışmanın hacmi yetersizdir. Burada kısaca Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ve bunların arkasındaki temel motifleri ana hatlarıyla özetlemeye çalışacağız.

  • Dinde Aklın Yeri:

İslam âlimleri arasında aklın, beşerî bilginin kaynaklarından birisi olduğunu kabul etmeyen yoktur denilebilir. İtikadî konularda aklın rolü ve akıl–nakil ilişkisinde aklın konumu meselesinde ise aralarında ihtilaf vardır.

Mutezile vahiy bilgisine ihtiyaç olduğunu kabul etmekle birlikte itikadî konuların yani İslam’ın temel ilkelerinin ispatında akla öncelik verir. Bu mezhebe göre Peygamberi ve Kur’anı, Kur’anla ispatlamak mümkün değildir. Gerekçeleri, Müslüman olmayanlara İslam tebliğ edilirken veya onların eleştirilerine karşı savunulurken âyet ve hadislerle ispata çalışmanın işe yaramayacağı, çünkü onların bunların kabul etmediği, bu gibilere aklî delillendirme, gerekçelendirme ve ispat yöntemleri kullanılması gerektiğidir. Çünkü hüsün / kubh yani iyi ve kötü, akıl ile bilinebilir. Mutezile’de dînî deliller sıralaması Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve akıl şeklindedir (Ebu Hilal el-Askerî, elEvâil, Dımaşk, 1407/1987, 255, Özarvarlı, 121).

Ehl-i Sünnet ise daha ince, derinlikli ve sistematik bir akıl analizi yaparak meseleye yaklaşır. Ehl-i Sünnete göre akıl zorunlu ve imkansız olan konuları bilebilir. Bunlar aklın zorunlu kategorileridir ve her akıl sahibi, aklı bir şekilde devre dışı bırakmadığı sürece bu konularda uzlaşıp ittifak eder. Bu ikisi arasında bulunan mümkün alanına gelince burada olasılıklardan doğru olanı yani gerçekte olanı salt akılla tercih mümkün olmadığından haber, tecrübe ve gözlem gibi başka bilgi kaynaklarına ihtiyaç vardır. İşte din alanı da aklın mümkün kategorisinde olduğundan bu konuda insanlar ittifak ve icma’ edemez. Dinin sem’iyyat denilen, beşerî bilginin ve aklın sınırlarını aşan, tecrübe gözleme konu olmayan gaybî / metafizik meselelerinde haber niteliğinde olan vahiy bilgisine zorunlu olarak ihtiyaç vardır. Bu konularda nakil esastır, akıl naklin muhatabı olarak ikincil ve yardımcı konumdadır. Akıl mucizeler sayesinde peygamberliği tasdik ve nassları anlamada etkindir.(Gazâlî, Tehâfüt, Nşr: Macit Fahri, Beyrut, 1982, 82, İslamiyat,58) Mutezile ise gaybî konularda, gâibi şâhide kıyas etmek suretiyle aklî çıkarımlarda bulunmuştur. Böyle bir kıyasın epistemolojik değeri problemlidir.

Dindeki akla, kapasitesinin dışında rol biçen Mutezile ifrat ucunda iken, karşı uçta yani tefrit ucunda akla neredeyse hiç rol vermeyen ve mezhepler tarihinde Haşeviyye terimi altında toplanan muhtelif gruplar vardır. Ehl-i Sünnet akıl nakil ilişkisi konusunda orta yol denilebilecek itidalli ve dengeli bir tavır ortaya koymuştur.



  • Ulûhiyet/Tanrı Anlayışı:

Allah’ın zâtî/selbî/tenzîhî sıfatları konusunda İslam mezhepleri arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, Allah’a görme, işitme, konuşma gibi bazı özellikler yükleyen sübûtî sıfatlar ve haberi sıfatlar denilen insan biçimci benzetmeler türünden olan sıfatlar konusundadır. Bir uçta bu sıfatları, kelamcıların teşbih ve tecsîm kavramlarıyla ifade ettikleri şekilde anlayan Müşebbihe ve Mücessime kategorisi altında mütalaa edilen fırkalar vardır. Bunlar Allah’ın bu tür sıfatlarını yaratıkların sıfatlarına benzetme hatasına düşmektedirler. Karşı uçta ise Allah’a herhangi bir sıfat yüklenemeyeceğini savunan, dolayısıyla ta’tîl’e yani sıfatsız bir uluhiyet anlayışına düşen Mu’tezile vardır. Gerekçeleri şöyledir: Allah’a yüklenen sıfatlar hâdis yani sonradan olma iseler, Allah’ın bundan önce bu sıfatlara sahip olmadığı anlamına gelir ki bu onun için noksanlıktır. Bu sıfatlar Allah’ın zatından ayrı kadîm/ezelî özellikler/varlıklar ise bu durumda birden çok ezelî varlığı kabul etmiş oluruz ki bu da şirktir, Allah’a ortak koşmadır ve İslam’ın en temel ilkesi olan tevhide aykırıdır. Allah, zatından ayrı sıfatlarla değil zatıyla bilir, görür, işitir, konuşur ve yaratır. Mutezile, beş temel ilkesinden birisi olan tevhid  ilkesi doğrultusunda böyle bir anlayışı benimser.

Bu konuda Ehl-i Sünnet teşbihe de ta’tîl’e de düşmeksizin itidal çizgisini korur. Onlar Kur’an’da Allah’ın bu sıfatları kendisine yüklediğini, dolayısıyla bunları tasdik etmek gerektiğini, inkârın küfür olduğunu savunurlar. Yalnız erken dönem Ehl-i Sünnet temsilcileri olan Selef çizgisine mensup olanlar; Allah’ın Kur’an’daki bütün sıfatlarını kabul etmeliyiz ama onların mâhiyeti hakkında konuşmamalıyız derken, sonraki Sünnî kelamcılar sıfatlar meselesini tartışmaya açmışlardır ve bu konuda çok özgün ve derinlikli bir anlayış geliştirmişlerdir. Sünnî kelamcılara göre Allah hakkında ya o ya bu şeklinde dikotomik düşünmek yanlıştır. Allah’ın sıfatları ne Mu’tezile’nin savunduğu gibi zâtının aynı, ne de Mücessime ve Müşebbihe’nin savunduğu gibi zatının gayrıdır. Allah’ın zatının aynı da olmayan gayrı da olmayan ezelî sıfatları vardır.

Sıfatlar Allah değildir, fakat Allah’tan başka da değildir, Allah ile kâimdirler. Ehl-i Sünnet kelamcıları bu konuda tabiri caizse paradoksal ve çok değerli mantıkla düşünmenin öncüleri olmuşlardır. Burada da görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet yine aşırı uçlardan uzak itidal ve orta yolda konumlanmaktadır.

Mu’tezilenin öncülüğünde bazı Abbasî halifelerince yürürlüğe konulan Mihne denilen baskı uygulamasına dönüşen, Kur’anın / İlâhî Kelâm’ın kadîm mi hâdis mi olduğu tartışması yukarıdaki sıfatlar tartışmasının uzantısıdır.

Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile’nin Tanrı anlayışları arasındaki çok önemli bir fark da Allah’a zorunluluk yüklenip yüklenemeyeceği meselesidir. Mutezile’nin beş temel ilkesinden adalet ilkesi gereği Allah kötüyü ve kulların kötülük yapmasını dilemez. Kulların fiillerine müdahale etmez. Kullar için en uygun olanı (eslah) yaratmak ve kulların fiillerine uygun karşılıklar vermek zorundadır. Kullarına va’dettiklerinden vaz geçmesi mümkün olmadığı gibi tehdit ve uyarılarına kulak asmayanları da tevbe etmedikleri sürece affetmesi mümkün değildir. Aksi halde Allah zulmetmiş ve va’dinden dönmüş olur ki bu ona yakışmaz. Bazılarına ilk bakışta çok isabetli gibi görünebilecek olan bu argümanlar çok dikkatle incelendiğinde bu görüşlerin bazı ön kabul ve varsayımlara dayanan bir ölçüde antropomorfik aklî çıkarım ve tasavvurlar olduğu görülür.

Buradaki en temel problem şudur: Allah akıl alanıyla sınırlanmakta, ma’kûlat alanına sokulmakta ve aklîleştirilmektedir. Bu, Allah’ı sınırlamaktır. Bundan da öte Allah’a adâletini savunma adına da olsa ne türden olursa olsun ona herhangi bir zorunluluk yüklemek de mutlak iradesine sınır koymak anlamına gelir ki bu da ulûhiyete / tanrılığa zıttır. Allah kulları için dilediğini yapar. Hakîm’dir yani hüküm ve hikmet sahibidir. Her fiili âdil ve hikmetlidir. Bizim onun dilediklerini ve yaptıklarını iyi-kötü, adaletli-adaletsiz, hikmetli-hikmetsiz diye niteleyebilecek bilgi ve idrake sahip değiliz. Çünkü yaptıklarının hikmetini kavrayamayız. Bizim kötü gördüklerimiz iyi, iyi gördüklerimiz kötü olabilir. Onun yaptıklarının hepsinin bir hikmeti vardır. Ehl-i Sünnet’in bu çok ince hassasiyetlere dayanan bu dengeli ulûhiyet/tanrı anlayışı, bir sonraki kısımda ele alacağımız, Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin konumu konusundaki görüşlerini de şekillendirmiştir.



  • İnsan İradesi ve Hürriyeti:

Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin ve fiillerinin konumu meselesi, İslam mezheplerince en hararetli şekilde tartışılan konulardandır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu konunun Ulûhiyet anlayışı ile çok sıkı ilişkisi vardır. Yine bu konuda da Ehl-i Sünnet, ifrat ve tefrit uçlarına düşmeden itidal çizgisinin temsilcisidir. Bu konuda Cebriye mezhebi, Allah’ın mutlak iradesi karşısında kula hiçbir inisiyatif vermeyerek bir uca sürüklenirken, Mu’tezile mezhebi ise Allah’ın, kullarına dileme gücü verdiği ve kulların fiillerine hiçbir müdahalesi olmadığını savunarak karşı uca sürüklenmektedir. Ehl-i Sünnet bu konuda da itidal ve denge çizgisini hassasiyetle korumaktadır. Bunu şu şekilde sağlamaktadır: İnsan fiillerinin meydana gelmesinde kulun kesbedici (kâsib), Allah’ın ise insanın fiillerinin yaratıcısı olduğu şeklindeki anlayışıyla Allah’ın mutlak iradesini sınırlama hatasına düşmezken, aynı zamanda insana cüz’î irade diye nitelenen bir irade ve fiillerinde kesb kavramıyla ifade edilen bir inisiyatif vermektedir. Kullar ne Mu’tezilenin dediği gibi fiillerinin yaratıcısıdırlar, ne de Cebriyenin dediği gibi rüzgâr önündeki yaprak misali ilahî iradenin figüranlarıdırlar. Fiillerinin kesbedicisidirler ama yaratıcısı değillerdir. Yaratma sadece Allah’a mahsustur. Kul diler, kesbeder, Allah da dilerse yaratır.

Sünnî görüşün iç fraksiyonları arasındaki müşterek noktaları çok kısa ve kabaca bu şekilde ifade edilebilir. Detaylarında Eş’arî ve Mâtürîdîler arasında bazı ince farklar ve tartışmalar bulunmaktadır. Konunun detaylarına girmek bu çalışmamızın sınırlarını aşar.



  • İman Amel İlişkisi:

Hâricîler büyük günah işleyenlerin dinden çıkıp kâfir olduğu görüşündedir. Mu’tezile ise imandan çıktığını fakat hemen küfre düşmediğini, imanla küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) durduğunu, tevbe ettiği ve o günahı terk ettiği takdirde İslâma döneceğini, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak öleceğini savunmaktadırlar. Mürcie ise iman ile amel arasında ilişki olmadığı kanaatindedirler. Ehl-i Sünnet ise imanla amel arasındaki irtibatı koparmaksızın arada ayniyet olmadığını savunur. Onlara göre büyük günah işleyen tevbe etmese bile mü’mindir ama fâsık yani günahkâr mü’mindir. Tevbe etmeden ölürse Allah dilerse affeder, dilerse günahı oranında azap eder. Ne kadar günahkâr olursa olsun kıble ehlinden ölenlerin cenaze namazı kılınır ve onlar için mağfiret dilenir. İnsanlar hiçbir kişi hakkında cennetlik veya cehennemlik hükmü veremez, bunu ancak Allah bilir.

Ehl-i Sünnet bu konularda da yine itidalini ve kucaklayıcılığını sergilemektedir: Mümkün olduğunca ‘Ben Müslüman’ım’ diyenleri İslam dairesinden dışlamayarak kucaklayıcılığını ve kuşatıcılığını ortaya koyarken diğer yandan Allah’ın mutlak iradesine de sınır koymama hassasiyetlerini sürdürmektedirler.

  • Ehl-i Sünnet’in Siyasî ve Toplumsal Görüşleri:

Ehl-i Sünnet’in görüşleri yukarıda zikrettiklerimizden ibaret değildir. Bunlar itikâdî alanda kritik denilebilecek temel görüşleri idi. Bunun yanında diğer mezheplerin iddialarına karşı savunulan salt itikadî nitelikte olmadığı halde bu konudaki tartışmalar arasına sonradan zorunlu olarak dâhil edilen imamet gibi konular da vardır.

Şiîlerin, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından devlet başkanı tayin edildiği şeklindeki iddialarına karşı Ehl-i Sünnet, devlet başkanı belirlemenin ümmete bırakıldığı görüşündedirler. Diğer bazı görüşleri de şöyle özetlenebilir:

  • Devlet başkanı zâlim ve fâsık da olsa isyan etmeyip sabretmek ve ona itaat etmek gerekir.

  • Fâsık imamın arkasında namaz kılınabilir.

  • Kadere iman gerekir,

  • Hayır da şer de Allah’tandır,

  • Mirac, kıyamet alametleri, kabir azabı, ahirette amellerin tartılması (mizan), hesab, sırat köprüsü, kevser havuzu, şefaat ve Allah’ın ahirette mü’minler tarafından görülmesi haktır.

  • Mestler üzerine mesh caizdir.

  • Sahabe faziletçe ümmetin en üstünleridir ve onlara dil uzatmak caiz değildir.

  • Dört halifenin fazilet sıralaması hilafet sıralamasına göredir.

Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşlerini maddeler halinde sıralayan değişik metinlerde farklı ifadelerle de olsa tekrar edilir. Bu son şıkta toplu olarak ifade ettiğimiz görüşlerin her birisi, aksi görüşleri savunan muhtelif mezheplere karşı formüle edilmiştir. Ehl-i Sünnet, siyâsî görüşleriyle mümkün olduğunca Müslümanlar arasında fırkalaşmalara yol açan tarihsel olaylarda taraf olmamaya özen göstererek kucaklayıcılığını sergilemiş ve geçmişi yargılamaktan ısrarla kaçınarak bu acı hatıraların sürekli tartışma ve ayrışma konusu olmasının önüne geçmek istemiştir. Zâlim ve Fâsık İmam’a itaat ve sabrı tercih etmesi de Müslümanların birbirlerinin kanını dökmesini önlemeye matuf realist/ gerçekçi ve şefkatli bir tavrın göstergesidir. Bu konuyu ileride Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştiriler kısmında daha geniş bir şekilde ele alacağız.

Sahabe’ye duyulan derin saygı ise, onların İslâm için yaptıkları eşsiz fedakârlıklara karşı bir vefa borcu olduğu kadar, onlar üzerinden yapılacak tartışmalar vasıtasıyla ümmetin bütünlüğün sürekli tehdit altında bulunmasını önleme endişesi de söz konusudur.

Ehl-i Sünnet’in İslâm Ümmetinin üzerine titremesi ve gelebilecek her türlü tehlikenin yollarını tıkamaya çalışması; Peygamber Efendimiz’in (a.s) engin şefkatini ve onun ümmeti üzerine titremesini kendilerine sünnet edindiklerini göstermektedir.

GÜNÜMÜZDE EHLİ SÜNNET ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE

Günümüzde Ehl-i Sünnet’in görüşleri, akademik bir moda haline gelen yaygın bir eleştirinin hedefi haline gelmiştir. Bu eleştirilerin önemli bir kısmı ciddî ilmî ve metodik problemlerle malûldür.

Yüzyıllardır ümmetin çoğunluğu tarafından benimsene gelen ve içerisinde çok sayıda alt grupları ve farklı görüşleri barındıran bir anlayışın, avantajları yanında dezavantajlarının da olması kaçınılmazdır. Bu nedenle eleştirilerde sadece olumsuzluklarına odaklanan tek yanlı tavırlar yerine eğrisiyle doğrusuyla mümkün olduğunca objektif değerlendirmelerde bulunmak lazımdır. Ayrıca eleştiriler toptan Ehl-i Sünnet’e veya bir alt grubuna yönelik olmamalıdır. Bu tür dinamik, uzun tarihsel macerası olan çoğulcu yapıların yekpare oluşumlarmış gibi genellemelerle değerlendirilmesi bilimsel yönteme taban tabana zıttır. Bu tür oluşumlar bir yandan tarihsel süreç ve zeminde eşzamanlı ve artzamanlı olarak ama anakronizme düşmeden değerlendirilmesi gerekirken, diğer yandan her bir alt grup ve o grubun temsilcisi olan âlimler düzeyinde ele alınıp yine tarihsel zeminde ele alınmalıdır.

Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştirilerin en tipik ve yaygın örneklerinden birisi tarihte ve günümüzde Müslümanların yaşadığı olumsuzlukların pek çoğundan Eş’arîlerin Tanrı ve insan anlayışını sorumlu tutanlar tarafından dile getirilen itikadî temelli eleştirilerdir. Diğeri ise Ehl-i Sünnet’in tarih boyunca iktidarları meşrulaştırdığı ve kutsadığını savunan siyasî görüşlerine yönelik eleştirilerdir. Bu eleştirilerin çoğu detayları atlayan, genelleyici, indirgeyici, ilmî ve metodolojik kriterlere uymayan spekülatif bir nitelik taşımaktadır. Çünkü her şeyden önce sosyal olgular ve fenomenler çok karmaşık sebepler ağı içinde cereyan eder. Dolayısıyla çok sayıda toplumsal olguyu bir nedene bağlamak doğru olmaz. Sosyal bilimlerin geçirdiği tarihsel süreçte toplumsal olguların çözümlenmesi konusunda çok sayıda teori geliştirilmiş ve geliştirilmeye devam edilmektedir. Her şeyden önce bu eleştirileri yapanlar, hangi disiplinin alanı içinde, hangi teorinin bakış açısıyla ve hangi yöntemle olayı ele aldıklarının hesabını verdikten sonra yani durdukları yeri belirledikten sonra eleştiri yapmalıdırlar. Bundan da öte sosyal bilimlerle uğraşan herkesin bildiği harcıâlem bir husus daha vardır ki o da sosyal olgulara yargılayıcı tarzda değil, anlamacı bir anlayışla yaklaşılması gerektiğidir. Toplumsal olguların kodları; sabır, titizlik ve inceleme nesnesine saygı anlayışıyla yaklaşılmadıkça çözülemez.

Bu tür eleştirilerdeki problemlerin daha iyi anlaşılması açısından yukarıdaki eleştiri örneklerimizden ilkini yani Eş’arî anlayışın Müslümanların davranışları üzerindeki olumsuz etkilerine odaklanan eleştirilerdeki yöntem sorunlarını ele alalım: Bu tür eleştiriler Müslümanların algıları ve zihniyetleri ile ilgili olduğundan empirik verilere dayanmak durumundadırlar. Zira algı çalışmaları ve alan araştırması nitelikli çalışmalardır. Masa başında oturarak veya bireysel gözlemlerinize dayanarak bu konularda fikir ileri süremez, değerlendirmelerde bulunamazsınız. Hangi yöntemle, ne zaman, ne kadar sürede, nerede, hangi Müslüman gruplar üzerinde, hangi araştırma programıyla, hangi hipotezlerle, hangi sorular ve problemler üzerinden, hangi çerçevede, ne tür nitelikte ve ne sayıda denek üzerinde, hangi paradigma ve yaklaşımla araştırma ve inceleme yaptığınızı, ulaştığınız sonuçların sayısal analizlerini, bu sonuçların üzerindeki yorumlarınızın dayanaklarını ve gerekçelerini sunup okuyucularla paylaşarak hesabını vermeniz, dünyada aynı konuda yapılmış başka çalışmalar olup olmadığını araştırıp, varsa sizinkiyle o çalışmaların sonuçlarını da karşılaştırmak suretiyle görüş ileri sürmeniz gerekir.

Çalışmanız ancak bu takdirde bilimsel bir nitelik kazanır. Fakat sadece bilimsel nitelik kazanır, söylediklerinizin doğru olduğu anlamına gelmez. Durduğunuz yerin ve kullandığınız yöntemin hesabını vermeniz halinde bilimsel eleştirilere muhatap olabilirsiniz fakat yanlışlarınızın düzeltilme imkanı doğar. Her yönüyle şeffaf ve hesabı verilmiş araştırmalara dayanan görüş ileri sürmenin en önemli avantajı, eleştiriler sayesinde geliştirilmeye açık oluşlarıdır. Bilimin gelişmesiyle ilgili teorilerin çoğu bilimin eleştirilerle geliştiği konusunda hemfikirdir.

Ehl-i Sünnet’in siyasî görüşleri en çok eleştiri alan yönüdür. Bu eleştirilerin başlıcaları kısaca şöyle özetlenebilir:

  • Dört halifenin iktidara geliş biçimlerini model alarak reel durumu dinde idealmiş gibi sunmaları,

  • Zâlim ve fâsık sultana isyan etmeyip sabretmek gerektiğini savunmaları,

  • Reel durumu ve iktidarları meşrulaştırmaları hatta kutsamaları,

  • Emr bi’lma’rûf nehy ani’l-münker gibi en temel İslâmî prensipleri ihmal etmeleri,

  • Devrimci ruha ve muhalefet anlayışına sahip olmayışları,

  • Ve bütün bunların temelindeki kaderci anlayışlarının, suskun, pasif, siyasete ilgisiz, kendi inisiyatifindeki şeyleri kadere yükleyen çarpık zihniyetli bir Müslüman tipinin ortaya çıkmasına yol açtığı.

Bu eleştiriler daha öncekiler gibi son kertede algı ve zihniyet analizi olmaları nedeniyle empirik nitelikli olmalarına rağmen böyle bir temele dayanmamaktadırlar. Öte yandan Sünnî literatürdeki, iktidarın meşruiyetini kaybetmesine yol açan ve devlet başkanının azledilmesini gerektiren durumların tartışıldığı ve itaatin sınırlarının çizildiği metinler görmezden gelinmekte ve değersizleştirilmektedir. Ezberlenmek amacıyla hazırlanmış manifesto niteliğindeki didaktik Sünnî metinlerde tek cümle halinde “Zâlim sultana isyan etmeyip sabretmek gerekir.” türünden kayıt ve şart içermeyen ifadeler bulunduğu doğrudur. Fakat bilimsel eleştirilerin bu tür metinlere dayandırılması doğru değildir. Konuyu İslâmî ilimler perspektifinden ilmî planda ele alan ve tartışan geçmiş Sünnî literatürde kayıtsız şartsız sultana itaat fikri yoktur. Zaten zorla başa geçmiş veya zâlim olan sultana itaat konuları da itaatin sınırlarını tartışma bağlamında ele almaktadır. Ayrıca bu konuda Sünnî âlimler arasında görüş ayrılıkları da mevcuttur.

Bu meseleye bir de bu görüşlerin hangi tarihsel şartlarda ileri sürüldüğü noktasından bakmak ve anlamacı bir yaklaşımla gerekçelerini ve arka planını anlamaya çalışmak ilmî objektiflik, itidal ve hassasiyetin gereğidir.

Her şeyden önce tarihsel dönemlere yönelik bu tür siyâsî eleştiriler yapılırken genellikle günümüzdeki siyâsî kültür ve anlayışlardan, özellikle de demokratik paradigmalardan, çağdaş devrimci düşüncelerden, kısaca günümüz değerlerinden ve bakış açısından yola çıkılarak değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu tam bir anakronizm yani tarih dışı anlayıştır ve günümüz bakış açısını tarihe dayatan bir şiddettir. Aynı dönemlerde tarihte hangi kültürde iktidarlara muhalefet anlayışı vardır da Müslümanlar bunun dışında kalmıştır? Kaldı ki İslâm tarihindeki bunca isyanı nereye koyacağız?

Öte yandan iktidar olgusunu sadece siyasî boyutuyla ele almak da doğru değildir. Günümüzde iktidar olgusu ile ilgili felsefe ve toplumbilim çalışmaları, iktidar ilişkilerinin sadece siyaset tarafından belirlenmediğini, çok boyutlu, karmaşık, sadece yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru da şekillenen bir ilişkiler ağı olduğuna dair veriler sunmaktadır. Dolayısıyla İslam toplumlarındaki iktidar ilişkilerinin olumsuzluklarını Ehl-i Sünnet’in tavrına indirgemek doğru bir yaklaşım değildir.

Ehl-i Sünnet’in siyâsî prensiplerini realist bir tavır olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Kuralları gücün koyduğu bir dünyada güç dengeleri oluşturacak sistemler kuramazsanız, iktidarlara isyanın sonucu hüsran olur. Sünnî görüş bu güç dengesini, devlet başkanı seçimi ve denetimini ehlu’l-hall ve’l-akd  terimi ile ifade edilen ve bir tür güç odağı sayılabilecek toplum temsilcilerine vererek dengelemeye çalışmıştır ama ne yazık ki bu her zaman işe yarayan bir çözüm olamamıştır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet, tarihsel şartlarda iktidar sultasına karşı o dönemlerin kültürü çerçevesinde çözümler üretmekten geri durmamıştır.

Fakat günümüzde de bütün devlet yapılarında sıkça tanık olduğumuz gibi kâğıt üzerindeki veya teamüldeki iktidarı sınırlayıcı mekanizmalar her zaman etkili olmamaktadır. Örneğin demokratik ülkelerdeki iktidarı denetleme ve gücünü dengeleme sistemleri bir şekilde etkisizleştirildiğinde kimse sistemi yani demokrasiyi suçlama yoluna gitmeyip sistemin uygulayıcılarını suçlamaktadır. Ehl-i Sünnet’in iktidarı denetim mekanizmalarının çalışmamasından da Sünnî görüşü değil, uygulayıcıları sorumlu tutmak gerekmektedir.

Ehl-i Sünnet’in iktidara itaat tavsiyesinin altında Müslüman kitleye karşı şefkat ve merhamet, onları sonu gelmez maceralardan koruma, boş yere kardeşkanı dökülmesini önleme güdüsü yatmaktadır. Devlet başkanına isyan meselesinin tartışıldığı metinlerde onu iktidardan indirecek güce sahip olmadan isyan edilmemesi vurgusu hep vardır.

Ehl-i Sünneti, iktidarları meşrulaştırmakla suçlayanlar tarihteki ve günümüzdeki iktidarların gereksiz yere kan dökülmesini başta dînî motifler olmak üzere her türlü yöntemle nasıl meşrulaştırdıklarını da görmeleri gerekir. Ehl-i Sünnet bütün bu meşrulaştırma mekanizmalarının temelindeki tekfir gibi aslî mekanizmalara karşı cephe alarak çok stratejik bir tavır almıştır. Tekfir ve aforoz gibi mekanizmaların istismarı sadece İslam için değil bütün dinlerin tarihinde nice dramlara yol açmış evrensel bir yaradır. Hatta nice Peygamber mevcut dînî anlayışlarca tekfir edilmiş, ölüme mahkûm edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in sınırsız olmayıp genelde bir takım kayıt ve şartlara bağlı olan sultana itaat tavsiyesini, tekfir kapısını olabildiğince kapatma gayreti ile birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm ümmetine şefkat ve merhametin zirve noktasına ulaştığı bir stratejik dehanın izlerini görürüz.

Hz. Peygamber Aleyhisselamın’ın irtihalinden çeyrek asır bile geçmeden hilafet saltanata dönüşmüş, o tarihlerde başlayan ve etkileri günümüze kadar süren siyâsî fırkalaşmalar ortaya çıkmıştır. İç isyanlarda ve Müslüman hükümdarların birbirleriyle kanlı savaşlarında, Haricîlik ve Bâtınîlik gibi terörü meşru gören fanatik grupların faaliyetleri sonucunda akan kandan ve çekilen acılardan Müslümanların ağzı yanmıştır. Bu durum halen de devam etmektedir.

Eleştirilere bir de stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Eleştirinin en temel amacı hataları düzeltmektir. Yani eleştiri nesnesini daha mükemmel hale getirmektir. Eleştiri, bırakın mükemmelleştirmeyi eldekini de kaybettirirse o zaman ‘Bu eleştiri niye ?’ sorusunu sorma hakkı doğar. Bunun için eleştirinin yapıcı, düzeltici, yol gösterici ve yeni ufuklar açıcı olması gerekir. Oysa Ehl-i Sünnet eleştirilerine baktığımızda çoğunun Ehl-i Sünnet’i günah keçisine çevirdiğine tanık olmaktayız. On üç asırdır İslam ümmetinin büyük çoğunluğunun bin bir türlü badireden atlayarak bu güne gelmesinde önemli rolü olan bir anlayışın yapıcı olmak bir tarafa, uluorta, özensiz ve yıkıcı eleştirilerle yıpratılması stratejik düşünce derinliğinden mahrumiyetin göstergesidir. Bunları söylerken kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla olumsuzlukların üstünün örtülmesini veya körü körüne Ehl-i Sünnet hamaseti ve savunusu yapılmasını savunmuyoruz. Söylemek istediğimiz eleştiri nesnesine sevdiklerimizi eleştirir gibi yaklaşmamız gerektiğidir.

Tarih boyu fırkalaşmalardan çok çekmiş hâlâ da çeken Müslümanların, Ehl-i Sünnet gibi kuşatıcı, toleranslı, bütünleştirici, kapsayıcı, dinamik, tarihin maceralarında çözülmeden günümüze kadar gelebilmiş ve ümmetin çoğunluğunu yönlendirmiş ve hâlâ da yönlendiren, kısaca bizleri bu günlere taşımış bir anlayışı mirasyedi gibi savurmak yerine üzerine titremek gerekmektedir. Eleştirellik adına bu anlayışı yıpratmak, bu bloğun çözülmesine ve parçalanmasına yol açmak aymazlıktır. Elindeki cevheri bir pula satmaktır. Ehl-i Sünnet’in her bir ilkesi, anlamacı ve saygılı bir yaklaşımla tarihte ne işe yaradığı ve günümüzde de ne işe yarayabileceği açısından değerlendirilmelidir. Gemiden ağırlıkları atma kolaycılığıyla hareket etme yerine gemiyi en az zayiatla sahil-i selâmete çıkarma anlayışı esas olmalıdır.

Ehl-i Sünnet’in bütün eleştirilerini ele alıp değerlendirmek bu çalışmanın sınırlarını aşar. En tipik, yaygın ve ağızlara pelesenk olmuş olan iki eleştiriyi örnek olarak ele alıp değerlendirmek suretiyle diğer eleştiriler hakkında da genel bir kanaat oluşmasını amaçladık.

Son kertede şunu tekrar ifade etmek durumundayız: Ehl-i Sünnet eleştirilerinin büyük çoğunluğu ileri sürdükleri görüşler ele alınmadan önce, yöntemleri ve dayanakları açısından eleştirilip süzgeçten geçirildikten sonra nazar-ı itibara alınmalıdır. Aksi halde bu eleştirilerle ilgilenenler ya yanlış yönlendirilmiş ya da boş yere zaman ve emek harcamış olurlar.

GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNETİ’İN SORUNLARI VE GELECEĞİ

Yukarıda verdiğimiz nüfus istatistikleri İslâm Dünyası ile Ehl-i Sünnet’in neredeyse birbiriyle özdeşleştiği, birinin durumunun ötekini önemli ölçüde belirlediği, birinin sorunlarının ötekinin de sorunları olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla İslam Dünyası’nın sorunları Sünnî Dünya’nın sorunlarından ayrı düşünülemez. Birine yöneltilen eleştiri ötekine de ulaşır. Birisindeki değişim ötekini de etkiler. Dolayısıyla her ikisinin kaderi ve geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu aynı zamanda Sünnî Dünya’ya, İslam Dünyası’nı en iyi şekilde temsil etme ve sorunların üstesinden gelmede öncü ve etkin rol üstlenme sorumluluğu yükler.

Bütün bu söylediklerimize rağmen Müslüman kitlelerin, Ehl-i Sünnet’in önemini kavradığı, alt grupları arasındaki müşterek temel prensipleri bildiği, öneminin bilincinde olduğu ve ona sahip çıktığı söylenemez. On üç asırlık bu zengin tecrübe birikimi ne yazık ki heba edilmektedir. Bundan birinci derecede ulü’l-emr yani idareci ve âlimler sorumludur. Bu ihmalin acısını hep birlikte çekmekteyiz. Dahası Sünnî tecrübenin değerini idrak edemeyen eleştirmenler özensiz ve derinliksiz eleştirileriyle bu mirası heba etmekte fakat yerine de bir şey koyamamaktadır. Sünnîliğe, değeri idrak edilerek yapılacak olumlu, dikkatli, derinlikli, titiz, imkânlar ölçüsünde objektif eleştiri ve fikrî çile mahsulü çözüm önerilerine ve bunların mükemmel organizasyonlarla hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır.

Günümüzde Sünnî dünyada yaşanan olumsuzlukların bir kısmının Sünnî prensiplerden uzaklaşılmasının rolü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada konuyu bütün boyutlarıyla ele almamız mümkün değildir. İndirgemeciliğe ve kolaycılığa düşmeden bir örnek üzerinden meramımızı anlatmak açısından, günümüz İslam Dünyasındaki fanatik oluşumları ve Müslümanın Müslümana silah çekmesi olgusunu ele alabiliriz. Öncelikle belirtmeliyiz ki bu gün terör diye hepsi bir torbaya doldurulan bütün silahlı eylemler, karmaşık iç dış nedenlerden beslenen, çözümlenmesi basit olmayan birer olgudur. Fakat Müslümana karşı silah çekmeyi meşru görenlerin söylemlerini ve bu söylemlerin arkasındaki zihin yapılarını incelediğimizde,  Müslümanı öldürmenin bir şekilde meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu meşrulaştırmanın en yaygın aracı tekfir yani muhatabın İslam’dan çıktığına hükmetmektir. Ta Hz. Peygamber Aleyhisselam sonrası sahabe dönemindeki Hâricîler’den beri bildiğimiz tekfir sorununa karşı Ehl-i Sünnetin verdiği mücadele ve geliştirdiği argümanlar son derece takdire şayandır. Büyük günah işleyenin imandan/ İslam’dan çıkmayacağı, fâsık imamın arkasında namaz kılınabileceği, ehli kıbleden hiç kimsenin açıkça küfrünü beyan etmedikçe tekfir edilemeyeceği, Ehl-i kıbleden olup da ölen kişilerin ne kadar günahkâr olursa olsunlar cenaze namazının kılınacağı, zâlim devlet başkanına isyan etmeyip sabredilmesi gerektiği şeklindeki sünnî prensipler dikkatle incelendiğinde bunların Müslümanları dışlamadan hepsini kucaklama ve mümkün olduğunca bir arada tutma ve tekfir silahının istismarının önüne geçme amacının göstergeleri olduğu görülür. Peygamberler hariç hiç kimse günahtan masum olmadığına göre bu aynı zamanda realist yani gerçekçi bir yaklaşımdır. Zâlim olan veya zorla başa geçmiş devlet başkanına itaat edilmesi gerektiği prensibine de bu açıdan bakılması gerektiği kanaatindeyiz. Bu da son derece realist bir anlayıştır. Birinci şıkta yani devlet başkanının zorla başa geçmesi durumunda zaten o başkanın gücü reel olarak ortadadır. Onu tasfiye edecek güç olsaydı zaten başa geçemezdi. Bu durumda realist yaklaşım realiteyi kabul etmektir. Günümüzde reel politik denen anlayışa benzeyen bu yaklaşım artı ve eksileriyle birlikte değerlendirilmelidir. Burada, büyük zarardan korunmak için küçük zarara katlanma şeklinde ifade edebileceğimiz ehven-i şerr prensibi de söz konusudur. Devlet başkanına isyanın ortaya çıkaracağı zarar onun zulmünün zararından büyükse iki zarardan en hafif olanı tercih edilir. İslâm hukukunun bu küllî kaidesi Mecellenin girişinde “Ehvenu’ş-şerreyn ihtiyar olunur” şeklinde dile getirilmiş olup evrensel bir hukuk ilkesidir.

Kan dökülmesini meşrulaştıran diğer çok temelli ve yaygın bakış açısı da yüksek hedefler için bireylerin feda edilebileceğidir. Bu anlayış İslam’daki cihad, şehadet gibi kavramlarla da pekiştirilmektedir. Cihadın meşruiyet sebebi ve amaçlarını burada derinlemesine giremeyiz. Fıkıh kitaplarının siyer bölümlerinde çok ilginç detaylar mevcuttur.

Ama kısaca şunları söyleyebiliriz: Cihad bizatihi bir amaç değil bütün çareler tükendiğinde zarureten başvurulan bir araçtır. Şehitlik de bizatihi cihadın amacı değildir. Cihada şehit olmak için değil İslam’ın evrensel ilkelerini hâkim kılmak için gidilir. Fakat en önemlisi Sünnî anlayışta önüne gelen yanına bir grup adam toplayıp ve kendilerine bir hedef seçip cihada karar veremez. Cihad kararı birçok ön şartın gerçekleşmesinden sonra Ümmet’in ulü’l-emr denilen yetkililerince usulüne uygun olarak kararlaştırılırsa meşru olur. Her eline silah alıp etrafına adam toplayan kendisini ulü’l-emr  makamında göremez. Devlet ilan etmekle devlet olmak aynı şey değildir. Devlet olmak devlet olacak nitelikte gücünü diğer devletlere kabul ettirmek demektir.

Ölüm cezasını hak eden Müslüman bireylere bu ceza ancak devlet tarafından verilir ve uygulanır. Hak sahipleri ihkak-ı hak yapamaz yani haklarını kendileri almaya kalkışamaz veya Müslümanlar arasından bir grup kendi kendine görev üstlenip bu cezayı veremez ve uygulayamaz. Bütün bunlar toplum düzenini sağlamak ve kaosu önlemek için zorunlu evrensel ilkelerdir. Devlet zaten bu kaosu önlemek için var olmuştur.

Ehl-i Sünnet’in çağa ayak uyduramadığı şeklinde eleştiriler de yapılabilir. Müslümanların, dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in çağdaş durumun belirleyicilerinden biri olduğu söylenemeyeceğine göre bunda bir ölçüde haklılık payı vardır. Ayrıca tüm ümmeti kucaklamaya çalışan bir yapının sürekli olarak farklı ve birbirine zıt toplumsal dinamiklerin dengelerini gözetme mecburiyeti nedeniyle bütün kuşatıcı yapılarda olduğu gibi değişim yerine istikrarı öne alması anlaşılır bir durumdur. Bu kuşatıcılık özelliği Ehl-i Sünnet’in en önemli vasfı iken aynı zamanda en kırılgan yönüdür, tabir caizse yumuşak karnıdır. Çok farklı kesim ve talepleri karşılama güçlüğü her an çevreden başlayan çözülmelere yol açabilir.

Günümüzde Müslümanlar olmazsa olmaz meselesi topyekûn bir medeniyet ihyasıdır ve bu öyle kolay bir şey değildir. İslam Düşüncesinin yeniden ihyasıyla alakalı bir iştir. Buna Muhammed İkbal’in deyimiyle İslam Düşüncesinin ihyasıyla başlamak gerekmektedir. İslam’a yönelik çağdaş tehditlerle hesaplaşmadan
İslam Düşüncesinin yeniden ihyası mümkün değildir. Geçmiş İslam âlimlerinin ve kelamcıların karşı karşıya oldukları tehditlerle bu günküler çok farklıdır. Bazı son dönem İslâm âlimlerince ortaya atılan “Yeni İlm-i Kelâm” teşebbüsü beklentileri karşılamakta yetersiz kalmıştır. Çünkü bu Kelam uzmanlığını aşan bir iştir. Felsefe ve bilimde topyekûn bir medeniyet bilinciyle yapılacak şeylerle mümkündür. Kelam ilminin mesâil denilen ana problemlerinin çoğu bu gün de güncelliğini korumakla birlikte, yeni meseleler gündeme gelmiştir. Örneğin modernizm, kapitalizm, liberalizm, sekülerizm gibi akımlar globalleşmenin getirdiği imkânlarla tüm dünyada değerlerin belirleyicisidir.

Bu akımlar Müslüman düşüncenin geleneksel zihin kodlarını bozmuş veya yıkmış, yerlerine kendi kodlarını yerleştirmiştir. Müslümanların, hayatlarını Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’a göre belirledikleri iddiası sözde kalmakta, çağdaş dünyanın belirleyicilerinin dayattığı kodlarla düşünmekte ve yaşamaktadırlar. Bu da yaralı ve şizofren bilinçler ve kimlikler oluşturmaktadır. İslam Düşüncesi ve Kelamı bu akımların ön kabulleri, temel tezleri ve ürettiği düşünce yapılarıyla hesaplaşmak ve insan faaliyetlerinin bütün alanlarında Müslümanlara kendi değerler sistemini sunmak zorundadır. Çağdaş dünyada yersiz yurtsuz bir şekilde savrulmaktan kurtulmak için geçmiş tecrübelerimiz ve bunların taşıyıcısı olan geleneğimiz bizim için vazgeçilmez bir zemin teşkil edecektir.

Fakat bu hayatın doğal seyri içerisinde kendiliğinden olacak bir iş değildir. Mükemmel bir organizasyon işidir. Bu organizasyonu nasıl yapacağımızın çözümü bizce meselenin çözümünün yarısıdır. Müslümanlar felsefe, bilim, eğitim, teknoloji, siyaset ve ekonomi gibi alanlardaki organizasyon kabiliyeti bakımından kritik bir sınavla karşı karşıyadırlar. Bu sınavı vermeye niyetlendiklerinde, on üç asırlık Ehl-i Sünnet tecrübesinin en önemli referans kaynaklarından birisi olacağı kanaatindeyiz.













Devamını Oku »

İhlas Suresi Tefsiri

İhlas Suresi Tefsiri

Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla

1- De ki: O, Allah’tır, birdir.

Nakledilir ki Mekke halkı Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme İslâm’ın tebliğ ettiği Allah’ın soyunu (nisbet), bir rivayete göre niteliğini veya herhangi bir kayıt koymadan Allah’ın mahiyetini sormuşlar, bunun üzerine İhlâs sûresi nâzil olmuştur. Buna göre sûre Allah hakkında soru sorulan herkese vereceği cevabı öğretmektedir. Bu sebeple de cevap “kul” (de ki) kelimesiyle tesbit edil­miştir ki Allah hakkında kendisine soru yöneltilen herkese İlâhî hitabın şekli bu olsun ve buradaki “söyle” emri sadece Hz. Peygamber’e yönelik olmasın! Zira bir emrin yerine getirilmesinde emir sîgası ve şeklinin herkese tekrar edilmesi şart değildir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki âyet sadece Resûlullah’a öğretmeyi amaçlamamıştır. Aksine o, böyle bir sorunun mevcudiyeti halinde cevabının öğretilmesinden en çok müstağni olan biridir. Nitekim Hz. Pey­gamber daha önce buradaki sorunun alanını da içeren gerçeği dile getirerek Allah’a davet faaliyetleri göstermiştir ve âyet “kul” emri ile başlamıştır, daima aynı şekilde okunup tekrar edilsin diye! Bir emre özel olarak muhatap olan kimseye düşen görev emri yerine getirmesi, ona muhatap olacağı ve olmaya­cağı zamanlarda emrin tekrar edilmesini istememesidir.

Bu açıklamalarımızla İhlâs sûresinin ilk âyetinin İlâhî irade ve hidayetle uyum içinde olduğu hususu kanıtlanmıştır.

/ Cenâb-ı Hakk’ın “kul” şeklindeki beyanının önceden vâki olmuş bir sual üzerine geldiği ve sorulana cevap teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’da yer alan bütün “kul” emirleri iki konumda bulunur. Ya sorulan bir hususa cevap teşkil etmekte olup benzeri bir soruya muhatap olan herkese bilgi sunmak durumundadır ya da Allah Teâlâ resulünün veya tâbilerinin burada cevabı gerektiren bir suale muhatap olacaklarını bildiğinden, nezd-i İlâhîsinden bir lutuf ve ihsan olmak üzere ehl-i tevhid arasında daima hük­münü icra edecek bir cevabî vahiy indirmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, sûrenin gelişine sebep teşkil eden soru tarzı­nı tamı tamına tesbit etmek sadece olaya şahit olan ve duyan kimseler için mümkündür. Sözü edilen soru tarzı müfessirlerin zikrettikleri ve etmedikleri ifadelere yönelik olabilir. Ancak nâzil olan âyetlerde bütün sorulanlara tatmin­kâr bir şekilde cevaplar mevcuttur, her ne kadar soruların şu veya bu şekilde oluşunun mahiyetine vâkıf değilsek bile! Bununla birlikte suale mâruz kal­dığımız takdirde nakledilenlerle birlikte akıl ve hikmet açısından sûrenin ana fikriyle uyum içinde bulunan cevaplar da verebiliriz.

Âyetteki “hüve” (*) kelimesi. Âlimlerin bir kısmı şöyle demiştir: Bura­daki hüve, cevabı beyan edilip, tarihte vuku bulmuş veya bundan böyle vuku bulacak olan sualin ana konusunu teşkil eden varlıkla ilgilidir. Yani “Hak­kında soru sorduğunuz varlık ahad olan Allah, samed olan Allah’tır” sûrenin sonuna kadar. Bâzı âlimler de hüve Allah’ın en büyük ismidir (* demiştir. Bu yorum Ali b. Ebû Tâlib (r.a.) nesline mensup birinden rivayet edilmiştir, o, duasında şöyle dermiş: “Ey O, ey kendisinden başka gerçek varlık bulunmayan O, ey her varlığın mahiyeti, sayesinde vücut bulan yüce varlık!” (*).

Bu da iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi Allah zâtından ötürü vardır,O’ndan başka herkes kendine nisbetle yokluğa da varlığa da müsaittir, ancak yüce Allah müstesna! O, ezelî ve ebedî olarak vardır; İhlâs sûresinde beyan edilen vahdâniyetinin de gereği olarak hiçbir şey O’nun benzeri değildir. Aynı çizgi üzerinde olmak üzere şöyle denilmiştir: O, zâtı itibariyle birdir, bütün birlerin birliğini yaratandır, kendisinden başka herkesin birlik özelliklerinden münezzeh olandır.

İkincisi, hüvenin dilin ifadeden âciz kaldığı ismine nisbet edilmesidir. Allah’ın yaratıklara bildirmediği ismi budur, yine “Allahım! O ismine teves­sül ederek senden dilekte bulunuyorum ki onun hürmetine istekte bulunana mutlaka verir, onunla dua edene icabet edersin!”(2) diye duada vesile kılman isim de odur. Bu durumda bahis konusu İlâhî isme tevessül ederek talepte bulunmak sözünü ettiğim açıdan bir kinaye konumunda bulunur, dilin buna müsait olması veya insan gücünün yüce varlığı ifadelendirmesi açısından değil!

Yukarıda zikredilen birinci yorum zihinlere daha yakın olduğu gibi hak­kında soru sorulan varlığın anlatılması ve örneği geçmiş şekilde açıklanma­sına da daha elverişlidir.

Âyette yer alan Allah kelimesine gelince, bu kelimenin kuruluşu hakkında Arap dili mütehassıslarınca farklı görüşler benimsenmiştir. Her şeyden önce kelime bildikleri bir kökten mi türemiştir yoksa bilmedikleri bir kökten mi, yani türememiş midir? Çünkü her dilde Arapça’da Allah diye anılan varlık için bir isim mevcut olup onunla adlandırılır, bununla birlikte bu ismin şekli dillerin özelliğine göre farklılık arzeder. / Bundan çıkarılacak sonuç da ifade-i meram ederken ağızdan çıkan harflerle onların oluşturduğu heceler amaçlanan şeyin anlaşılması için olup, kişinin, ismin gerçek mahiyetinin bu harf ve hecelerden ibaret olduğu zehabına kapılmamasıdır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın yaratıkları meydana getirmesinin “kün” (ol!) kelimesiyle ifade edilmesi gibi(3) ki yarat­ma fiilinde kâf ile nûn harflerinin herhangi bir rolü yoktur. Bunun gibi Allah Teâlâ’nın isimlendirildiği bütün kelimeler isimlendirmeyi teşkil eden harflerin mahiyetine bağlı değildir, çünkü bu adlandırma gücü başka bir şey yapmaya müsait olmayanın eseri olup bununla sadece anlatılması istenen varlığı zihin­lere yaklaştırmayı hedeflemiş bulunmaktadır.

Bazıları da şöyle demiştir: Allah Arap dilinde mâbud demektir fakat bu, kelimenin kuruluşundan doğan bir sonuç olmayıp böyle vazedilip kullanıl­ması sebebiyledir. Bunun delili Araplar’ın tapındıkları herkese ve her şeye ilâh demeleridir, halbuki gerçek ilâhtan başka tapınılan hiçbir varlık, kelime­nin türediği kökte bulunduğunu iddia ettiği “duyu üstü olma” (ihticâp) veya “kendisine sığınılma” ve benzeri mânalardan hiçbirine müsait değildir. Yapı­lan bu açıklama ile Allah kelimesinin mâbud için vazedilmiş bir isim olduğu sübut bulmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanı da aynı hususu teyit etmektedir: “Kendi arzu ve hevesim tanrı edinen kimseyi gördün mü?”(Furkan,43) , yani hevâ ve hevesini mâbudu yerine koyanı; burada hevânın mâbud oluşta her­hangi bir fonksiyonu yoktur.

Sonuç olarak hak mâbud sadece Allah Teâlâ’nın olduğu anlaşılmış bulunmaktadır, çünkü her şeyde Allah’ın kulu oluşunun İlâhî bir tesiri ve o yüce varlığın tasarrufu altında bulunuşunun delili mevcut­tur. Şu halde bizâtihî mâbud olan sadece O’dur, yani bütün yaratıkların ken­disine ibadet etmesine, bütün benliğiyle teslim olup O’na boyun eğmesine zâtı itibariyle lâyık bulunan O’dur; nitekim konuyla ilgili her bir âyette bu hususa değinmiş bulunmaktayım. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Bizim benimsediğimiz görüşün nihaî şekli şudur ki Allah bizâtihî hâlik, bizâtihî rahmân ve rahîm olup bunların her biriyle ezelde nitelenmiştir. Bu­nunla birlikte rahmet eserinin ulaştığı, İlâhî tedbir ve tasarrufun kendisinde tecelli ettiği her şey bilâhare vücut bulmuştur, / tıpkı ibadet ve teslimiyetin sonradan varlık kazanan insandan neşet edip devam edişi gibi, ama Allah ezel­den ebede ilâh ve mâbuddur. Nitekim “Ceza ve mükâfat gününün sahibi”'(Fatiha,4) ve “her şeyin rabbi”(En'am,164) gibi İlâhî beyanlar da aynı mahiyettedir, halbuki burada söz konusu edilen “şey”ler ezelde bulunmuş değildir, âhiret günü de. Cenâb-ı Hakk’ın “hâlik” ve benzeri sıfatları da aynı şekildedir.

Konunun taşıdığı bu kritik durum sebebiyle bir grup âlim ilâh kelimesi­nin gerçek mâbudun adı olmasını ya da herhangi bir dilden türemiş bir isim durumunda bulunmasını kabul etmemiştir, çünkü Allah ezelden beri ilâhtır, ibadeti ifa edecek kişi veya kendisinden ilâh kelimesinin türeyeceği dil ise sonradan vücut bulmuştur.

Bize göre aslolan şudur ki Allah Teâlâ nitelendirildiği bütün kavramlarla -şu yaratık bu yaratık bir yana- zâtı itibariyle nitelendirilmiştir, çünkü O, deği­şime, başkalaşmaya ve sonradan vücut bulan bir başkası yoluyla övgüye maz- har olmaya ihtimal taşımaz. O, zâtı itibariyle övülür, yoksa bu türe mahsus olan sıfatlarına, sıfatın konusunu teşkil eden şeyin var oluş zamanına bağlı olarak liyakat kesbetmiş değildir. Âlim ve kadir sıfatları da aynı konumda olup bunlarla ezelden beri mevsuftur, halbuki kendi zâtından başka bildiği ve güç yetirdiği her şey yokken sonradan vücut bulmuştur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Dehhâk “Allah” O’nun ism-i ekberidir demiştir, çünkü her yerde ve her işe onunla başlanmaktadır.

Allah lafzının iştikakının mahiyeti hakkında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazıları aslının ilâh (*) olduğunu söylemiştir; (*) denir, kişi başkasına sığınıp yardım diledi, o da kendisini koruyup güvence altına aldı mânasında. Bu kökten alınarak Cenâb-ı Hakk’a ilâh dendi (fıâl kalıbında), kendisine uyulan kimseye imam denmesi gibi. Sonra tâzim için başına elif lâm getirildi, ardından Kureyş lehçesine uyularak kolaylık sağlamak amacıyla hemze kaldırıldı, / iki lâm birbirine katılarak şeddelendi ve böylece Allah (*) lafzı meydana geldi.

Samed kelimesinin yorumu da buna benzemektedir: Bütün ihtiyaçlarda Allah’a yönelmek, O’ndan yardım istemek ve O’na sığınmak anlamında.

Denildi ki: Allah lafzının iştikakı (velehe yelihu velehen)”dir, Allah’a sığınma mâna­sında, çünkü O, kendisine sığınılan bir varlıktır. Bu mâna lafzatullaha ait bir önceki mânaya yakındır. Ancak bu kökten gelecek ismin sığasının “vilâh” (*) olması gerekirdi. Vâv elife çevrilmiş, vikâf —► ikâf (*)ke­limelerinde olduğu gibi. Hicaz halkı da vâvı elifle değiştirirler. Şair şöyle demiş:

Yavrusunu kaybeden zavallı hayvan şaşkınlık içinde yönelip su kırbala­rının yanına geldi.(4)

Bir başka yorumda da şöyle denilmiştir: Cenâb-ı Halde’a Allah denme­sinin sebebi her şeyi kendisine boyun eğdirip kul edinmesidir.(*) Şair şöyle demiştir:

Senin tanrın bir ve ortaksız olarak âleme boyun eğdirdi
Engin kudretiyle krallara egemen olup yüceliğini ilân etti.

Bazıları da şöyle demiş: Cenâb-ı Hakk’ın Allah diye isimlendirilmesinin sebebi duyulara gizli kalmasıdır. Bu mânadan hareketle “Gizlenmiş, artık görülmez olmuşsun” (*)denir. Şair şöyle demiş:

Benim rabbim bütün yaratıklardan gizlenmiştir
Kâinatın yaratıcısı görülmez fakat bizi görür.

/ Şöyle de denilmiştir: Yüce yaratıcıya Allah denmesi azametini düşün-[nmede zihinlerin hayrete düşmesinden dolayıdır. Meselâ, “Filân şey beni hayrete şevketti, öyle ki şaşkınlığım ileri boyutlara vardı” denil­mesi gibi. “Dehşet verici çöl” (*) deyişi de aynı kökten kaynaklanır, yani azametine bakıldığında akıl hayrete düşer(*)kullanışı bundan gelir. Şair şöyle demiştir:

Orta kesiminde gözün hayrete düştüğü bir güzellik
Engin ovanın kuması imiş gibi kuleleri parlayıp dalgalanan.

{İmam (radıyallahu anh) şöyle dedi:} Bize göre en isabetli davranış bun­lara iltifat etmemektir, çünkü kelimenin türeyişini ve vazolunduğu mânayı tesbit etmeye çalışmak İlâhî emirle hükmün yerinin belirlenmesi hedefine yöne­liktir. Halbuki lafza-i celâli türetmeye çalıştıkları bütün köklerle başkasını da isimlendirmek, kök mânayı ona nisbet edip ilâh demek ihtimal dahilindedir. Buna mukabil İlâhî hakikatin bilinmesini sağlayan muhtevayı yüce Allah’tan başkasına izâfe etmek mümkün olmadığı gibi başkasını bununla isimlendirip nitelemek de söz konusu değildir. Şu halde Allah’ın bilinmesine medar olması amacıyla yapılan bütün türetim ve çıkarımlara ihtiyaç olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü bunlar hedeflenen bilgiye ulaşılması ve kastedilene müttali olunmasına vesileler teşkil etmektedir, halbuki bu hususlar çeşitli âlimlerin zikrettiklerine ihtiyaç kalmaksızın bilinmiştir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bize göre aslolan şudur ki Allah Teâlâ insanları herhangi birine ilâh de­mekten lutuf ve keremiyle menetmiştir, ancak zaman zaman ortaya çıkan bazı durumlar müstesna! Bu durumlarda nitelemeye vasıta olan ismi hakikat mânasına alarak başkasına nisbet etmişlerdir, / bunun da sebebi o şeyde yaratılmışlık üstü bir mahiyet kabul etmeleri değil, Allah’a bir aracı ve yakınlaşma vasıtası olabileceği zannıydı. Böyleleri kanaatlerini şöyle ifade etmişlerdir:

“Onlara, bizi sadece Allah’a yakınlaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.”(Zümer,3) “Onlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir.”(Yunus,18) “Allah bize bunu emretti.”(A'raf,28)

Şu bilinmelidir ki sözü edilen kimselerin Allah’ı bilişleri, akıllarınca kendileri­ni Allah’a götürecek bazı özelliklerin aracı tanrılarda bulunduğu iddiasına dayanır, bu kanaatlerini eskilerinden aldıkları izinle edinip sürdürmüşlerdir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Cenâb-ı Hakk’ı tanıtma yolunda peygamber­lerin kullandığı üslûba gelince, onlar insanları Allah’a yaklaştıran bazı husus­lar çerçevesinde beyanda bulunmuşlardır, meselâ şu âyetlerde olduğu gibi: “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulü’ne havale edin.”(Nisa,59) “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder.”(Muhammed,7) “Kuşku­suz sana biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar.”(Feth,10) Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak kuldan sadır olacak biati, Allah’a, başka bir deyişle dinine yardımı Allah’a yardımda bulunmak ve O’na biat etmekle nitelemiştir, çünkü bu davranışlar bu sonuçlara yaklaştırır.

İşte puta tapanların taptıkları nesnelere ulûhiyyet vasfı vermelerinin se­bebi budur. Aslında onlar putlarını gerçek mânada tanrı diye görmemişler­dir. Bir de putperestler filozoflardan nakledilenler cümlesinden olmak üzere, Allah’ın zâtı bir isminin (veya sıfatının) bulunmadığı, ancak O, filozofun telakkisine göre şeref ve üstünlük ifade eden her bir kavramla nitelendirildiği yolunda fikirler duymuş olabilirler.

Öyle anlaşılıyor ki putperestlerin kanaati­ne göre taptıkları tanrıların konumu kendilerinden naklen söylediğimiz tarz­dadır, bu sebeple de onlara belli ulûhiyyet isim ve nitelikleri atfetmişlerdir; ama onlar hiçbir zaman ilâh isminin gerçek mahiyetini, tanrıları diye kabul edip işlerini kendisine havale ettikleri varlığa nisbet edişleri gibi putlarına izâfe etmemişlerdir. Bu realite Allah’ın kendi fıtratlarına yerleştirdiği bir lutfudur, tıpkı “hâlik” ve “rahmân” isimlendirmesi gibi, / şöyle ki puta tapanlar fiil­leri ne kadar çok, yaratıklara merhameti ne kadar muazzam olursa olsun bu iki ismi Allah’tan başka kimseye vermemişlerdir. Bütün bunlar sözü edilen

İlâhî isimlerin (Allah, hâlik, rahmân vb.) Allah’a mahsus olup mahlûkatının bunlarla vasıflanmasına lutuf ve keremiyle engel olmuştur, hem de bilinmeyen bir yolla!

Azîz ve celîl olan Allah’ın “Kul hüve’llâhu ahad” (*) beyanı “Gerçek şundan ibarettir ki O, Allah’tır, birdir” mânasına gelir. Nasıl ki sen: Durum şudur ki Zeyd ayaktadır, yani “Durum ve vaziyet nedir?” diye soru yöneltene cevap olarak “Durum: Zeyd’in ayakta olduğu şeklindedir” dersin. Eğer sen aynı yerde ayakta duruyorsan “Durum: Zeyd ayaktadır, şeklindedir” dersin, yani bunun için ben de ayaktayım demek istersin. Zeccâc bu görüşe taraftar olmuştur. Sanki o şunu demek istemektedir: Resûlullah “Kul hüve’llâhu ahad” akidesini tebliğ edeceği zaman kendisine “Gerçek durum nasıldır?” diye sorulmuş, o da “Gerçek durum şundan ibarettir ki Allah birdir” diye cevap vermiştir, realitenin böyle olduğunu bilmeleri için!

Azîz ve celîl olan Allah’ın ahad kavli “vâhid” mânasına gelir. Vâhid ise oranlamada benzeri ve dengi nefyeden bir isimdir. Nitekim “O, zamanının vâ- hididir (teki), insanların vâhididir (benzeri bulunmayanı)” denilir ve bununla kendisine nisbet edilenler içinde benzerinin bulunmadığı mânası kastedilir. Vâhid sayı dizisinde de yer alır, kendisiyle sayı ve hesabın başladığı anlaşılır, ama ahad ile başlamaz. Bu noktada ahad tevhidi gerektirme ve benzerleri nefyetme açısından vâhidden daha zengin mânalıdır; bununla birlikte Allah Teâlâ hangi isimle anılırsa anılsın benzersiz olma niteliği O’nda mevcuttur. Allah o vâhiddir ki vahdâniyyetinin herhangi bir yönden İkincisinin veya denginin bulunmasına ihtimal taşıması imkânsızdır. O, birdir, hak mâbuddur, sayı niteliğinden ve benzerlerden münezzehtir.

Allah, bir hakîmin vâhidler (“ahad”ler) konusunda onların dört çeşit olduğunu söylemiştir: a) Katlanama­yan “kül”den ibaret olan bir, çünkü küllü aşması mümkün değildir; b) İkiye bölünmeye ve cüzlere ayrılmaya müsait olmayıp en azdan ibaret olan bir, çünkü o şeylerin en azıdır, / ikiye bölündüğü takdirde yarı parçası kendisin­den az olur; c) İki şıkkın ortasında bulunan bir, böylesi ikiye bölünmeye de katlanmaya da müsaittir; d) Dördüncüsü de bir’lerin, sayesinde var olduğu şey (yaratıcı). O’dur, fakat hüviyeti bilinen bir o değildir, mahiyeti bilin­mekten daha gizlidir. O varlık ki mahiyetini anlatacak dil lâl kesilmiş, ifade bocalamış, akıllar âciz kalmış, anlayışlar hayrete düşmüştür, işte O, âlemlerin yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’tır.(5)

Bu meselede hareket noktası şudur ki, tevhid ilkesinden Arap dilinin (veya mutlak mânada dilin) dışındaki bir yolla söz etmek mümkün değildir. Bu dili kullanarak konuyu insan anlayışına yaklaştırmak ancak dil geleneğinin oluş­ması ve bilgilerin gelişmesi oranında gerçekleşir. Sözünü ettiğimiz bu zaruret sebebiyledir ki gerçek hüviyetiyle tevhid ilkesi aklî ve naklî delillere dayanıla­rak dilin anlatım kapasitesinin belirlediği niteleme çerçevesinde şekillendiril­miştir; tekrar edelim ki dile getirdiğim zaruri durumlar konuyu insan anlayışına yaklaştırmak için bahis konusu olduğu gibi çeşitli bilgileri sunmada belli bir geleneğe dayanan dilin anlatım tarzı için de mevcuttur.

Buna bağlı olarak tevhid ilkesi için vâhid veya ahad kelimesinin kullanılması başka bir varlığın birliği statüsünde değildir, bu statü biraz önce sözü edilen ikiye bölünmeye de katlanmaya da müsait olan “vâsıt” türünden olabileceği gibi azlık ve çokluk türünden de olabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki vâhid statüsünde bulunan herkes bir araya gelmiş birlerin vâhididir, ancak cüz-i lâ yetecezzâ denen ve sadece tasavvurda bulunan vâhid müstesna! Bu konumdaki vâhid genelde başka bir cüzden olup ondan ayrıldığı tasavvur edilir, ancak kendisinin artık bir daha parçalara ayrılmadığı düşünülür, çünkü bu en küçük parçadır ve ger­çek anlamda cüzdür. Cenâb-ı Hak ise / bütün (kül), parça (ba‘z), az ve çok kavramlarından münezzeh olduğu gibi parça veya bütün konumu bulunan ya da az çok derecesi olan vâhid kavramından da beridir, O’nun övgüsü aşkın­dır. Vasfettiğim her şey O’nun mülküdür, anlattığım her şeyi yaratan O’dur ve Allah Teâlâ bunların her biri için bir karşıt yaratmıştır ki beherinin alter­natifi olup çift konumunda bulunsun ve gerçek vahdâniyet O’na özgü olsun. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2. Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olandır.

Cenâb-ı Hak zâtının bir olduğunu zikredişinin ardından vasfettiği birlik ilkesini zihinlere yerleştirmek için samed olduğunu beyan etmiştir. Samed -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- şu mânaya gelir: Allah kendisinden başka herkesi (ve her şeyi) muhtaç konumda tutmuştur; öyle ki herkesin, ihtiyaçları sebebiyle O’na yönelmesi vazgeçilmez bir realite olmuştur: Yaratılış açısın­dan vücut bulmak, var olduktan sonra selâmet ve dirlik içinde olmak ve bir de lütfedilen varlığın devamını sağlamak noktalarında. Yokluktan sonra var oluş O’nsuz gerçekleşmez, elde edilen varlığı sürdürmek de ancak O’nun sayesinde mümkündür. Kâinatta ihtiyaçlar her şeyi kuşatmıştır, ta ki var olmak ve mev­cudiyetini sürdürmek konularında her şeyden müstağni oluş O’na münhasır kalsın ve O’nun bizâtihi var olduğu, bizâtihi varlığını sürdürdüğü, başkası­nın varlık özelliklerinden münezzeh olduğu tam anlamıyla açıklık kazansın. Ulûhiyyet makamının -yukarıda değindiğimiz üzere- beşerî ifade ile anla­tılması dillerin âciz kaldığı bir husustur, sadece bütün kâinatta sıfatlarının tecellilerinden örnekler alınarak insan anlayışına yaklaştırmalar yapılabilir.

Samed hakkında bazı yorumlar ileri sürülmüş olup bunların tamamı bi­raz önce açıkladıklarımızın çerçevesine girer.

Birincisi samed nihaî noktada “efendi” demektir. Bunun, efendilikten anlaşılan muhteva çerçevesindeki mânası ihtiyaçların O’na arzedilmesi ve bütün muhtaçların O’na ümit bağla­ması şeklindedir.

İkincisi “boşluğu olmamak” anlamında şekillenir. Bu, Allah’ın vahdâniyetinin vasfedilmesi ve başkasına ait ahadiyyet özelliğinden münezzeh olu­şunun dile getirilmesi demektir ki bu özellik parçalardan oluşup içi boş imiş gibi yarık ve deliği bulunmaktan ibarettir.

Bir diğer yorum da bir grup müfessirin belirttiği üzere samed, ibarenin seyrine göre Kur’an’ın genel açılımı olup, muhtevası bu sûrede samedden son­ra “Lem yelid...” diye zikredilen kısımdır. Çünkü her evlât sahibi bedeninde boşluk taşıyan insan demek olup çocuk oradan neşet eder. Bu mânada Allah’a evlât nisbet ettiği halde O’nda boşluk bulunmadığını söyleyene ait telakkinin yanlışlığı da vurgulanmış olur. Bir bakıma şöyle demiş olur: O’nun nasıl evlâdı olabilir, oysa siz boşluk taşıyan bir varlık olmadığını pekâlâ bilmektesiniz? Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın “Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı; O’nun eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir?”(En'am,101) meâlindeki kavlinde olduğu gibi. Bu İlâhî beyan Allah’ı eşi bulunmaktan tenzih edenler hakkındadır, halbuki onlar evlât sahibi olmanın eşsiz olamayacağını müşahede edip bilmekteydi, yine onlar doğumun sadece bedeninde boşluk (döl yatağı) bulunan kimseden olabileceğine de şahit olmuşlardı. Sonuç olarak bu âyette sözü edilen zümrenin Allah’ın evlât sahibi olduğu yolundaki telakkisi, boşluk taşımaktan onu tenzih etmeleri yolundaki inançları karşı çıkarılarak çürütülmektedir; nitekim onlar Cenâb-ı Hakk’ı eş edinmekten berî kılmışlardı.

Şöyle bir yorum da ileri sürülmüştür ki bu züm­renin çelişkisi bedenlerinde boşluk taşıyanların çeşitli şeylere muhtaç bulunma­larıyla ortaya konulmuştur. Bu telakki Allah’ın ihtiyaçlar sebebiyle kendisine yönelinen bir varlık olduğu yolundaki ilk yoruma katılmış olur.

/Bazıları, Allah Teâlâ’dan boşluk kavramı nefyedildiği takdirde O’nun yarığı ve boşluğu olmayan kütlemsi bir varlık olduğu imajı ortaya çıkar, bu ise cüzlerin bir araya gelip iç içe girmesi ve yoğunlaşması demektir, tıpkı boşluk taşıyan nesne gibi ki o da yarılıp ayrışan cüzlerin bir araya gelmesiyle oluşur demiştir. Aslında bu iki şıktan herhangi birinden zât-ı ilâhiyyenin tenzihi ger­çekleşince diğerinden de münezzeh olduğu ortaya çıkar, çünkü her iki şekilde de birliğin nefyi ve parçaların birleşme olgusu bahis konusudur.

Bir de şu: Öyle olur ki bazı şeylerden bazı özellikler nefyedilir fakat bu özelliklerin karşıtlan da onlara izâfe edilmez; meselâ arazlardan işitme, görme ve ilim özellikleri nefye­dilir ama bunların karşıtları da arazlara nisbet edilmez, çünkü herkes arazlara başka arazların gelmediğini bilir. Bu söylenenlere bağlı olarak şunu belirtmek gerekir ki Allah’ın birliğinin şuurunda olmak ve O’nun zâtını çift (tek üzerine zait) kavramlardan tenzih etmek yukanda belirttiğim görüşü kanıtlamış olur.

Samed hakkında “daim” yorumu da yapılmıştır. Bu yorum da yukarıda anlattığım üzere Allah’ın değişme, başkalaşma ve ihtiyaca mâruz kalma gibi niteliklere ihtimal taşımaması ve bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinmesi esasına dayanır.

Şairin biri samedin birinci mânası çerçevesinde şöyle demiştir:

Ölüm habercisi sabahın ilk saatlerinde Benî Esed’in en hayırlı iki zâtının ölümünü duyurdu:
Amr bin Mes‘ûd’un ve her muhtacın yöneldiği o efendinin (seyyid).(6)

Arapça’da (*)denilir (*) mânasında. Bu da samedin, “ihti­yaçların belirmesi halinde kendisine başvurulan kimse” şeklindeki mânasını vuzuha kavuşturur.

3. O doğurmamış ve doğmamıştır.

Şöyle de söylenmiştir: Samedin yorumu “lem yelid” diye başlayan âyetin içeriğidir.

{İmam Ebû Mansûr (r.a.) şöyle dedi:} Meselenin nirengi noktası şudur ki Allah Teâlâ zât-ı ilâhiyyeye “evlât sahibi oluşu” nisbet etmeyi -şerikler inan­cını doğurduğu için- alabildiğine büyük bir suç olarak ilân etmiştir. Çünkü doğurma çocuk sahibi olanın kategorisine girme mânası taşır. Böyle olunca da ulûhiyyette şerik alternatifi gündeme gelir, bu ise tevhid ilkesini ortadan kaldırır. İşte zât-ı bârîye evlât nisbet etmek bu çizgi üzerinde seyreder.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak evlât telakkisini en büyük günah addetmiş ve kendisini delillere dayanarak bilen kimseye O’nun zâtını evlâttan tenzih etme vecîbesi [yüklemiştir, çünkü belirttiğimiz açıdan ortaklık oluşmaktadır. Halbuki bütü­nüyle kâinat, fıtratının bir gereği olarak, yaratıcının ortakların ve benzerlerin tamamından berî olduğuna tanıklık etmektedir. Şu halde bütün bu söyledik­lerimizle Allah Teâlâ’ya evlât nisbet edişin temelsiz bir inanç olduğu ortaya çıkar. Bir de tek tek her birine işaret edilmek üzere bütün yaratıklar çift konu­munda bulunmaya veya alternatifli olmaya müsaittir, neslin üremesi de bu yolla olur. Cenâb-ı Hak ise bundan münezzehtir.

Şimdi tek tek her biri dikkate alınmak suretiyle âlemde bulunan bütün varlıklar, ya kendisi başkasından veya başkası kendisinden doğmuştur. Bu doğmak veya doğurulmak fonksiyonları evrenin sahip bulunduğu işleyişe yönelik iki ilke durumunda olup evrendeki her şeyin konumu bu çizgidedir. Allah Teâlâ’nınsa başkasına ait bütün özelliklerden berî olduğu sabit olmuştur, çünkü her bir “başka” bütün özellikleriyle yokken var olmuş, kendi dışındaki varlığın yönetimi kendisini etkilemiş ve başkasının hükümranlık fonksiyonu onun üzerinde geçerli olmuştur. Şayet Allah Teâla’da bu tür özelliklerden her­hangi birinin bulunduğu farzedilecek olsa, bu, O’nun / ulûhiyyetini düşürür, başkasına muhtaç olması gibi bir sonuç doğurur ve kendi dışındaki bir gücün hükümranlığının O’nu emri altına almasını gerektirirdi.

Bu durum da her bir nesnenin taşıdığı yaratılmışlık özelliklerinden berî bir varlığın mevcudiyetini kaçınılmaz hale getirir, ta ki konunun çerçevesine giren O’na ait deliller ken­di mecrasını bulsun ve evrenin dili ve ondaki İlâhî hikmetin mevcudiyetiyle konuşturulan tanıklık bütün berraklığını kazansın. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

4. Kimse O’nun dengi değildir.

İhlâs sûresinin son kısmı da bu çizgi üzerinde seyreder: Kimsenin O’na denk olmayışı. Zira denginin bulunuşu benzeşmeyi gerektirir, benzeşmedeyse ortaklık bahis konusudur. Oysaki O’nun yönetiminde ortaklığın düşünülmesi evrenin düzeninin bozulması sonucunu doğuracağı kanıtlanmış bir gerçektir. Cenâb-ı Hakk’ın alternatifli oluşa ait özelliklerden berî oluşunun gereği de bilinmektedir. İşte ancak bu niteliklerin bulunuşuyladır ki evrenin yönetil­mesi düzene girer ve İlâhî planlama hükmünü yürütür.

İhlâs sûresinin açılımının, insanların üç yoldan biriyle bildikleri Allah Teâlâ’nın en kapsamlı sıfatını teşkil eden tevhid ilkesini pekiştirip yerleştir­mekten ibaret olduğunu söylemek mümkündür.(7)

1.Allah’ı bilmek her insanın diğerinden aldığı telkinle gerçekleşmiş olabilir, bu yöntem nihayette bütün gizlilikleri bilen Allah’a ulaşır. Cenâb-ı Hak insanları bu fonksiyonu icra etmeye âmâde kılmış ve onları bu fıtratta yaratmıştır. Öyle ki bunu inkâra kalkışan kimse eninde sonunda şunu benimsemek durumunda olur ki, kuşak­tan kuşağa açık bir şekilde tevarüs edilen bu telkin etkileşimi gibi bir yönte­min yanlış olması muhtemel değildir, çünkü bu, insanlığın ortak kabullerinin nesilden nesile intikal etmesi statüsündedir, aksi takdirde bütün müşterek bil­gileri ortadan kaldırma sonucu doğar. Halbuki insanlar bunların bilinci içinde yaratılmış ve bu bilgilere dayanılarak çeşitli muamelelere tâbi tutulmuşlardır;/ bu açıdan sözü edilen bilgiler ve dolayısıyla Allah’ ın varlığı insan bilgisinin ilkesi konumundadır.

2. Bir de bu durum inkâr edilemeyen fıtrî bir şey gi­bidir. Ancak özel eğitime tâbi tutmak ve çeşitli taktikler (hiyel) kullanmak suretiyle fıtrî yapılarından çıkarılanlar müstesna.

3.Üçüncü bir yöntem de evreni teşkil eden nesnelerin her birinde Allah’a kılavuzluk ve tanıklık eden hususları incelemektir.

Cenâb-ı Hak İhlâs sûresinin son âyetiyle şunu beyan etmiştir ki burada sözünü ettiğimiz yöntemlerle Allah’ın temel sıfatını öğrenen kimselerin, bu bilgileri çerçevesinde Allah’a benzer ve herhangi bir konuda denk nisbet etmeleri artık bahis konusu olmaz; yine bu kimseler şunu anlayacaklardır ki bunun dışında bir telakkiye sahip olmak zikrettiğimiz üç alternatifin dışında kalır.

Bu tür bir telakki, fıtrî konumu bulunmayan, yeterli ve evrensel telkin özelliği taşımayan ve evrendeki her şeyin yaratılıştan ifa ettiği tanıklık nite­liğinden uzak kalan, bu sebeple de tefekkür ve incelemeye dayanmayan bir telakkidir. Artık Allah’ın temel sıfatını kavrayan kimse bu tür bir nitelemeye iltifat etmez, başka fikirlere değil, gerçek nitelemeyi benimsemeye yönelir. Şunu da belirtmek gerekir ki yukarıda sözü edilen üç yöntemin dışında kalan bir telakki bahis konusu isabetsiz telkinin ve delilsiz iddianın ürünü duru­mundadır, bu konumuyla da daha önce anlattığım yöntemlerden hiçbirine (13) benzerlik arzetmez.

Aslında diğerlerinde bulunabilecek hilkatin tanıklığı ve gerek var edilmesi gerek sürdürülmesi konusunda başkasına olan ihtiyacı gibi olumlu unsurların hepsi gerçek nitelemede de vardır ve bu niteleme başka alternatife yol bırakmayacak bir yönteme bağlı bulunmaktadır. Hatta bu nite­lemede ulûhiyyete her üç yönüyle de işlerlik kazandırmak bahis konusudur. Şöyle ki Allah ihtiyaç durumlarında kendisine yönelinen ve ihtiyaçları yerine getirebilen mânasında sameddir, doğurmamış ve doğmamıştır, O, doğum yoluyla birinden meydana gelmekten ve kendisinden birinin oluşmasından münezzehtir, çünkü söz konusu iki durumda kendisi için her üç yönüyle sabit olan ulûhiyyet niteliği yukarıda dile getirdiğim üzere ortadan kalkar.

Azîz ve celîl olan Allah’ın “Kimse O’nun dengi değildir” beyanının bir yorumu da şöyledir: O’ndan başka herkeste başkasının hükmü altında bulun­duğunu bildiren özellikler vardır, bu husus istisnasız her şeyin boyun eğdiği bir varlığın mevcudiyetine kanıt teşkil eder. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Hidayet sadece ondan istenir.
Yukarıdan beri söz konusu ettiğim hususlar sebebiyle bu sûreye İhlâs sûresi denilmiştir. Sûre özet olarak tevhidin bütün berraklığı ile Allah’a özgü kılındığını, ulûhiyyette benzerleri ve rubûbiyette şeriklerinin bulunmadığını, kendisinden başka her şeyin O’nun hâkimiyet ve tasarrufu altında O’na kul ol­ma özelliği taşıdığını açıklamaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Bütün övgü ve senâlar âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.


Kaynak: Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler, syf:89-101

Tercüme: Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur'ân-ı Kerim in 112. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur.

2)- bk. İbn Mâce, “Dua”, 9.

3)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Bir şeyi yaratmak istediği zaman O’nun yapacağı ‘ol!’ demekten ibarettir, hemen oluverir” (Yâsîn 36/82).

4)- Beyti şâir A‘şâ’ya nisbet eden ve yavrusunu yırtıcı hayvanlara kaptıran bir ineği tasvir ettiğini belirten İbn Manzûr beytin ikinci mısraını şu mânada kaydetmiştir: «Hepsi onu ayıplamış ve hepsi etrafında toplanmış» (Lisânü ’l-Arab, “vlh”).

5)-Mâtürîdî’nin Kitâbü ’t-Tevhid'inde aynı konu şöyle yer almıştır: “Bir âlime “vâhid”in mânası sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: Vâhid dört mânaya gelir: Katlanamayan kül, ikiye bölünemeyen cüz, bir de bölünemeyenin fevkinde ve katlanamayanın dûnunda -çünkü küllün ötesinde bir şey yoktur- bulunması sebebiyle her ikisine de ihtimal taşıyıp arada, dördüncüsü de bu üçünün sayesinde var olduğu şey (yaratıcı). O’dur, fakat hüviyeti bilinen bir o değildir, mahiyeti bilinmek­ten daha gizlidir. O varlık ki mahiyetini anlatacak dil lâl kesilmiş, ifade bocalamış, akıllar âciz kalmış, anlayışlar hayrete düşmüştür, işte O, âlemlerin yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’tır’* (Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, s.57).

6)- bk. Ebü’l-Ferec el-Isfahânî, eî-Eğânî, XXII, 92; Bağdâdî, Hızânetü edeb, XI, 269.

7)- İmam Ebû Mansûr (rahimehullah) anlatımının devamında belirgin bir şekilde sadece iki yön­temden söz etmekle birlikte konuyu işleyişinin seyrinden üçünün de belirlenmesi mümkündür: Telkin, fıtrat-ı selîme ve tabiatın incelenmesi.
Devamını Oku »

Âyetü'l-Kürsi'nin Tefsiri


Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Bakara,255:Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır. O, ebedî hayatla diridir, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare edendir. O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar. Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir, fakat insanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler. O’nun kudret ve hâkimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır, onları koruyup düzeninde tutmak ken­disine zor gelmez. Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.

Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Denildi ki Allah tapınılan varlığın (ma‘bûd) adıdır. Benzer bir şekilde Araplar her tapınılan şeye ilâh demiştir. Bu İlâhî beyanın mânası -nihaî gerçeği bilen Allah’tır- şöyle olmalıdır: ibadet edilmeye lâyık olan ve tapınılması gereklilik arzeden varlık, (ey müşrikler) sizin taptığınız putlar ve kutsiyet verdiğiniz nesneler değil, ken­disinden başka tanrı bulunmayan Allah’tır; putlarınız ki onlara tapınmanız size hiçbir fayda sağlamamakta, tapmamanız da hiçbir zarar getirmemektedir.

Âyet-i kerîmenin bu ilk kısmında “de ki” mânasına gelen bir kelimenin hükmen bulunduğu da söylenebilir: “De ki: Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı­nın ve ilâhın mevcudiyetini kabul ediyorlardı, azîz ve celîl olan Allah’ın şu beyanından anlaşıldığı üzere: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan mutlaka ‘Allah...’ diyecekler”(1); yine şu beyanı: “‘Yedi göğün ve azametli arşın sahibi ve yöneticisi kimdir?’ diye sor, mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir”;(2) yine O’nun beyanı: “‘Her şeyin yönetimini elinde tutan, koruyup kollayan fakat kendisinin korunmasına gerek bulunmayan kimdir, eğer biliyorsanız?’ diye sor, ‘Allah...’ diye cevap vereceklerdir.”(3)

Kur’an’ın ilk muhatapları Allah’ın varlığını kabul ettiklerine göre Âyetü-l kürsî’nin ilk kısmı, mevcudiyetini benimseyip Allah diye isimlendirdikleri varlığın, kendisinden başka ilâh bulunmayan, hay ve kayyûm niteliği taşıyan Allah olduğunu onlara haber veren bir konumdadır.

Âyetü’l-kürsî’nin bu ilk cümlesinin müslümanların bir grubunu amaçlama­sı da mümkündür, şöyle ki onlar Allah Teâlâ’yı tanımışlar, O’na iman etmişler,fakat O’nun nitelik ve sıfatını bilememişlerdir. Ayetin bu kısmı ve devamı Allah’ın hay ve kayyûm ... diye sıfatlarının bulunduğunu onlara bildirip öğretmiştir.

/“O, hay ve kayyûmdur.” Denildi ki: Allah kendinden (bizâtihî) hay ve diridir, yaratıklarda olduğu gibi zâtının dışındaki bir hayatla değil! Yaratıklar öz varlıklarının dışından gelen bir hayatla diridirler, bu sebeple de bu hayatın ardından ölüm mukadderdir. Azîz ve celîl olan Allah ise ölüme mâruz kalmak­tan münezzehtir, çünkü O, kendinden diridir, bütün yaratıklarsa kendilerinden ötürü olmayarak hayat sahibidirler. Azîz ve celîl olan Allah haktan sapanların, hakkındaki iddialardan pek yüce ve münezzehtir.

Bu meselede aslolan şudur ki duyulur âlemde hayatla nitelendirilen kimse kendisine yönelik azamet, saygınlık ve yücelik amacıyla nitelendirilmiş olur. Meselâ “filân hayat sahibidir” denilir. Bunun gibi Allah Teâlâ yeryüzünü, ilkbaharda kıpırdayıp bitki verince canlı diye vasıflandırmıştır, çünkü toprağın bu durumu insanların gözünde övgüye lâyık bir şeydir.(4) Allah Teâlâ da azamet ve yücelik mânasında, bir de her münasebetle çok fazla anılması sebebiyle hay diye nitelenmiştir,şehidlerin insan toplulukları içinde anılmaları sebebiyle canlı diye nitelendirilmesi gibi.(5)

Allah’ın, herhangi bir şeyden habersiz olmasının imkân dahilinde bulunma­ması, yanılgıya düşmemesi, ilminden ve ihtimamından hiçbir şeyin kaçmaması, gökte olsun yerde olsun zerre kadar bir nesnenin O’na gizli kalmaması gerçeğine bağlı olarak da ebedî hayatla diri diye vasıflandırılmış olması muhtemeldir. Hatadan korunma Allah sayesinde mümkündür.

“el-Kayyûm”, yani yaratıkların gerçekleştirecekleri işlerin düzenini ve rızıklarını sağlayan.

Denildi ki kayyûm her şeyin dirlik ve düzenini deruhte edip onu koruyan demektir; “Filân filânın işini üstlenmiştir” denilmesi gibi; bu ifade ile onun işlerini hiçbir kayba sebebiyet vermeden gözetip korumakta olduğu kastedilir. Denildi ki “O, hay ve kayyûmdur” demek yaratıkların hallerinden gafil ve habersiz olmaz demektir.

/“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar.” Denildi ki âyette geçen “sine” kelimesi uyku başlangıcı (ımızganma) mânasına gelir. Yine denildi ki “sine” uy­ku ile uyanıklık arası bir haldir, bu durumda bulunan kimseye “vesnân” denil­miştir. Bir başka görüşe göre “sine” insanın başından gelen bir esinti olup göz­leri bürür; kişi uyuyanla uyanık olan arasında bir konumda bulunur (vesnân).

“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” meâlindeki İlâhî beyanın zât-ı ilâhiyyeden gaflet ve dalgınlığı nefyetme konumunda bulunması da muhtemel­dir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı gaflet ve dalgınlık saracak olsa yenilgiye mâruz kalır, dolayısıyla hay ve kayyûm niteliği ortadan kalkar. Bu, gafleti nefyetme konumun­daki “O’ndan, zerre kadar bir nesne gizli kalmaz”(Sebe,3) beyanına benzemektedir.

Şöyle bir manâ da ihtimal dahilindedir: Allah Teâla sözü edilen halleri kendi zâtından nefyetmiştir, çünkü insanlar dinlenip bedene düzen getirmek, bir üzün­tü, sıkıntı ve yalnızlığı gidermek amacıyla kısa veya uzun süreli uyurlar. Cenâb-ı Hak “O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” buyurmak suretiyle dinlenmeye, üzüntü ve yalnızlığı gidermeye muhtaç olmadığını haber vermiştir.

Şöyle de mâna verilmiştir: Ona bıkkınlık gelmez ve uyumaz, diye.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} Ayette yer alan “nevm” ve “sme” kelimeleri ârız oldukları kişinin dalgınlık ve dikkatsizliğini, dinlenmeye muhtaç bulunduğunu ve aczini gösteren iki halden ibarettir, çünkü bunlar başına üşüştükleri kimseyi baskı altında tutup yenilgiye uğratırlar. Kâinatı yaratan ve yöneten yüce var­lığın kendini, bu tür hallerden münezzeh oluşla nitelemesi çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Allah yaratılmışlara has bütün hallerden yüce olup onları hâki­miyet ve tasarrufu altında tutandır; O’na herhangi bir dalgınlık ve yalnızlık hali gelmez, acz ve ihtiyaç niteliği taşıyan hiçbir vasıf O’nda bulunmaz. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

“Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir.” Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğunu haber vermiştir, kadın erkek herkes O’nun kuludur. Durum yahudi ve hıristiyanların iddia ettiği üzere “Fi­lân Allah’ın oğludur”(6) veya Mekke müşriklerinin ileri sürdüğü gibi “Melekler Allah’ın kızlandır”(7) şeklinde değildir. Aksine bunların hepsi Allah’ın erkek ve kadın kulları ve köleleridir. İnsanlar kölelerinden evlât edinmezler, Cenâb-ı Hak ise bunu yapmamaya elbette daha lâyıktır. Biz bu hususu daha önce açık­lamıştık.

“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki?” Yani O’nun izni olmadan şefaate cüret edecek biri yoktur.

Şefaat hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu‘tezile mezhebinin mensupları şöyle demiştir: Şefaat sadece günahı olmayan veya olup da tövbe eden iyilere yönelik olacaktır. / Onlar bu görüşe Allah Teâlâ’nın şu beyanın­dan hareketle varmışlardır: “Arşı taşıyan ve bir de onun çevresinde bulunan melekler rablerini övgü ile tenzih eder, O’na iman ederler ve öteki müminler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve yakıcı ateşin azabından koru!”(Mü'min,7) Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede meleklerin iman eden, tövbe yolunu tutan ve Allah yoluna uyanlar için bağışlanma talebinde bulunduklarını haber vermiştir. Dünyadaki istiğfar iman eden ve tövbeyi ihmal etmeyenlere yönelik bulunduğuna göre âhiretteki şefaatin de bu nitelikleri taşıyanlar için olacağı anlaşılmaktadır.

Bize göre ise şefaat günahkârlar için olur, çünkü günahı olmayanın şefaate ihtiyacı yoktur. Âyette geçen “tövbe edenler ve senin yoluna uyanlar” ifadesine gelince, bunlar tövbe edilmesi gereken günahlara sahip olanlardır, böylelerinin günahları meleklerin istiğfarıyla bağışlanır. Böylece bağışlanma talebinin günahkârlara yönelik olduğu ortaya çıkmıştır, şefaat de aynı durumdadır.(9)

Denilirse: Adamın biri kölesine: “Şefaate hak kazanacağın bir iş görürsen hürsün” dese, senin kanaatine göre köle, şefaate hak kazanmasına ve sonuç olarak hürriyetine kavuşmasına vesile olacak hangi ameli işlemelidir: Taat mı yapmalı, yoksa mâsiyet mi işlemeli? Bu soruya mutlaka şöyle cevap verilir: Taat yapmalıdır. İşte buna bağlı olarak şefaat de günahkârlara değil taat ve iyilik yapanlara yönelik olur.

Cevap verilir: Günahkârlar lâyık oldukları şefaate, daha önce işleyip dün­yadan göçünceye kadar zayi etmedikleri taatleri sayesinde hak kazanmışlardır, çünkü müminler bazı günah ve mâsiyetler işleseler de onların gerçekleştirdik­leri taatleri de vardır. Onlar bu iyilikleri sayesinde şefaate lâyık bir durumda bulunurlar, Cenâb-ı Hakk’ın iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karış­tırdılar»(9) meâlindeki beyanında olduğu gibi. Dolayısıyla müminin günahı ko­nusunda şefaatte bulunmak onun kötü hal ve amelini düzeltmesine vesile olur.

/ Mu‘tezile mensupları şöyle bir itiraz ileri sürmüşlerdir: Duyulur âlemde [- birinin diğeri hakkında iddia ettiğiniz şekilde şefaatte bulunması söz konusu değildir, çünkü şefaat birinin yanında diğer bir insanın övgüye lâyık yönleri ve meziyetlerinin anılmasından ibarettir, sadece bu kadar. Durum âhirette de farklı değildir.

Mu‘tezile’ye iki şekilde cevap verilir. Birincisi dünyada şefaat edilen ki­şinin meziyetlerinin zikredilme sebebi şefaati kabul edecek kimsenin onun durumunu bilmemesidir. Bu yüzden kişinin iyi yönleri anlatılır ki onu tanısın ve hakkındaki şefaati kabul etsin. Allah Teâlâ ise herhangi bir tanıtıma ihtiyaç olmaksızın bilendir.
İkincisi kendisi için şefaat istenen kimseye ait meziyetlerin anılmasının bir sebebi de benzer bir ihtiyacın şefaati kabul edecek kimse için de bir gün söz ko­nusu olmasıdır. Böyle bir durum özellikle âhiret planında vârit değildir. Aslmda Allah Teâlâ kullarda bulunan ihtiyaçlardan münezzehtir. Bu sebeple de dünya­daki şefaatle âhiretteki şefaat birbirinden farklı konumlara sahip olmuşlardır.

Biri sorarsa: Ayetül-kürsî’de başından sonuna kadar söz konusu edilen tevhid ilkesine ait ifadelerin hepsi iddiadan ibarettir, bu iddianın delili nedir?

Cevap verilir: Bunun delili daha önce bahis mevzuu edilen şu âyetler ola­bilir: “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka Tanrı yoktur. O, rahmân ve rahimdir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde... düşünen toplum için birçok delil vardır.”(10) İkincisi evre­nin yaratıcısını inkâr eden kimse ile önce evrenin yaratılmışlığı ve bir yaratıcıya ihtiyaç hissettirdiği hususu tartışılmalıdır. Evrenin yaratılmışlığı kanıtlanınca yaratıcının varlığı ve birliği konusunda fikir yürütülür. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

/ Biraz önce zikri geçen âyette “bir tek” mânasmda yer alan vâhidin muhte­vası sayı açısından “bir” demek değildir. Çünkü sayı dizisine giren her şeyin söylenenden daha çok veya daha az olması mümkün olduğu gibi uzun, enli, kısa, kesirli ve parçalı (hacimli) olması da muhtemeldir. Binaenaleyh Allah hakkında şöyle denmelidir: O ululuk, aşkınlık ve yücelik açısından birdir. Nitekim insanlar arasında “Filân zamanının ve içinde bulunduğu topluluğun tek adamıdır” denir ve bunu söyleyenler onun topluluk içindeki seçkinliğini, yüceliğini ve onlara yönelik hâkimiyetini kastederler, evet böyle bir söylem olağandır. Ama bu söylemi kullananlar o kişinin birey olarak tek olduğunu dile getirmiş olmazlar, çünkü bireyler sayı açısından çoktur. Nihal gerçeği bilen Allah’tır.

[ *“O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.” Ayette yer alan “mâ beyne eydîhim” şeklindeki İlâhî beyanın “yaratılmadan önce”, “ve mâ halfehünr ’ ise “yaratıldıktan ve fiilen var olduktan sonra” mânasına gelebilir. Ya da İlâhî beyanın birinci kısmı “işledikleri ameller”, ikinci kısmı da “sonraya bırakıp yapacakları işler” anlamına gelir. Bir başka yorumda “mâ beyne eydîhim" iyi davranışlardan kinayedir, yani Allah insanların yaptıkları iyilikleri bilir. “Ve mâ halfehüm” de kötülüklerden kinayedir, işleyip arkalarına attıkları kötülük­ler. Bunun yanında âyette geçen “beyn” ve “half ’ kavramlarıyla insanlara ait bütün hallerin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Buna göre âyetin bu kısmı “Allah insanların bütün hallerini ve kendilerinden sâdır olacak her türlü dav­ranışa vâkıftır” mânasına gelir.

Bu yorum şu âyet-i kerîmenin dayandığı mâna zeminiyle uyum içinde bulunur: “Ona önünden de ardından da hiçbir tutarsızlık gelemez. O, hikmet sahibi ve övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”(11) Yani Kur’an’a hiçbir şekilde tutarsızlık (bâtıl) gelmez, çünkü Kur’an’ın önü ve arkası (beyn, half) yoktur, bunun için murâd-ı İlâhî kaydettiğimiz mâna olmalıdır. İşte bahis konusu ettiğimiz âyet de bu çizgi üzerinde seyreder. Tef­sirini yapmakta olduğumuz âyetle ön ve art diye bir şey kastedilmeyip, İlâhî ilmin insanları kuşattığını haber verme olgusunun hedeflenmiş olması da mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.]

“İnsanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler.” Bu İlâhî beyan Mu‘tezile’nin telakkisini reddetmektedir, çünkü Mu‘tezile mensupları Allah’ı “ilim”le nitelemezler. Halbuki O, Ayetü’l-kürsî’nin bu kısmında ilminin olduğunu haber vermektedir.(12)

/Buradaki ilim gayb ilmi mânasına gelebilir. Bazıları her şeyin bilgisi [ mânasına almıştır, çünkü insanlar nesne ve olaylar hakkında Allah’ın bildir­diğinden başka hiçbir şey bilemezler, tıpkı meleklerin “Senin öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur”(Bakara,32) deyişi gibi. Sözü edilen ilme gayb bilgisi anlamı veren ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanına uyum sağlamaktadır: “Beşerin kavrayış sınırlarını aşan şeyleri O bilir ve O, dilediği Allah elçisi hariç gayb alanını kimseye bildirmez.”(Cin,25-26)

“O’nun kudret ve hakimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır.” îbn Abbas (r.a.) gibi bazı müfessirler buradaki “kürsî” kelimesine “ilmi” mânası vermişlerdir.(13) Diğer bazıları da kürsüsü “kudret”i demektir demiştir. Bu da kudret ve azametle nitelemek anlamına gelir.

Denildi: “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır”; sözlükte kürsî bir , şeyin aslı demektir, nitekim Arap dilinde “kirs” kökü kullanılarak “şunu tesis edip kurdu” denir. Ayetteki kürsüden maksat Allah’ın herkesin güvencesi ve yaratılmışların sığınağı olmasıdır. Sonuç olarak bu da azamet ve kudretle nite­leme anlamına gelir. Yine buradaki kürsünün Allah’ın bir yaratığı olduğu da ileri sürülmüştür.

Yine denildi: Kürsî bilinen kürsü olup Allah Teâlâ onu yaratıklarından dilediğine lütfetmek için halketmiştir.

Şunun da belirtilmesi gerekir ki kürsünün Allah’a nisbet edilişinden insan­lara nisbet ediliş mânası anlaşılmamalıdır; tıpkı “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır”,(Bakara,229) Allah’ın nuru,(14) Allah’ın evi(Şûrâ,11) ve benzerlerinden yaratıklara izâfe edildiklerinde anlaşılan mânaların hedeflenmeyişi gibi. Buna bağlı olarak “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır” meâlindeki beyân-ı İlâhî ile benzeri âyetlerden yaratıklara ilişkin sonuçlar çıkarılamaz. Bunun delili “Hiçbir şey O’nun ben­zeri değildir” meâlindeki âyet-i kerîmedir.

/“Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine zor gelmez.” Yani O’na zor gelmez; bu îbn Abbas’ın (r.a.) görüşüdür denilmiştir. Yine ondan: “ona ağır gelmez” şeklindeki bir yorum da nakledilmiştir.(15) Bir görüşe göre bunun mânası “O’nu yormaz”, diğerine göre ise “Bir şeyi koruyup düzenlemek içjn insanlar gibi çaba sarfetmez” şeklindedir.

Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.” Yani zihinde can­landırılıp arşa veya kürsüye ihtiyaç hissettiren her şeyden yüce ve aşkın (alî), mahiyetinin bilinmesinden münezzeh ve ulu (azîm).

İbn Abbas (r.a.) “kürsüsü kuşatmıştır” demek “ilmi kuşatmıştır” demektir şeklinde yorum yapmış ve ilim esasını âyetin devamında da göz önünde bu­lundurmuştur: “Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine ağır gelmez”, yani her şey O’nun ilmi dahilinde olup onu korumak kendisine ağır gelmez.(16) Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} “Yüce ve aşkın” (alî) demek insanların ve benzeri yaratıkların hallerinden münezzeh demektir. Yine “alî”: Yönetim ve tasarrufu altında bulunduran, yenilgiye uğramayan demektir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:27-34

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)- Lokman 31/25; ez-Zümer 39/38.

2)- el-Mü’minûn 23/ 86-87.

3)-el-Mü’minûn 23/88-89

4)- Müellif Mâtürîdî (r.h.) şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Sen yer yüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Ama ona yağmur indirdiğimizde kıpırdanır, kabanr ve her türden iç açıcı bitkiler verir” (el-Hac 22/5).

5)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyin. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” (el-Bakara 2/154; bk. Âl-i İmrân 3/169-171).

6)-Mâtürîdî şu âyete işaret etmektedir “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih (Isa) Allah’ın oğludur’ demektedir. Bunlar dillerine doladıkları söylenti niteliğindeki ifa­delerdir. Onlar önceki inkârcıların sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onlan! Nasıl da gerçekten saptırılıyorlar!” (et-Tevbe 9/30).

7)-Şimdi puta tapanlardan cevap vermelerini iste: Senin rabbinin kızları var da onların erkek ço­cukları mı var? Yoksa biz melekleri onların gözü önünde ve dişi olarak mı yarattık? Onlar sahte ve realiteye ters temayülleri sebebiyle ‘Allah çocuk doğurdu’ diyorlar, fakat kesinlikle yalan söy­lüyorlar. O, kızlan oğullara tercih mi etmiş?” (es-Sâffat 37/149-153).

8)-Alâeddin es-Semerkandî meseleyi şöyle şekillendirmektedir: “... ve müminler için bağışlanma dilerler”, melekler küfürden dönüş (tövbe) yapıp iman eden ve O’nun yoluna uyanlar için bağış­lanma dilerler. Böyleleri daha sonra bazı günahlara yönelmiş olabilirler. Küfürden dönüş yapmakla birlikte günah hali oluşabilir, ama günah işlemekle küfürden dönüş olgusu ortadan kalkmaz. Buna göre meleklerin bağışlanma talebi bu günahkârlar için olur, şefaat de aynı konumdadır (Şerhu ’t-Te vîlât, 88b).

9)- “Diğerleri ise günahlarım itiraf ettiler, iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar. Umu­lur ki Allah tövbelerini kabul eder. Zaten Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” (et-Tevbe 9/102).

10)- el-Bakara 2/163-164.

*)-Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmının tefsiri ulaşabildiğimiz Tevîlât nüshalarında ve şerhinde yer alma­mıştır. Bu durum başlangıçtan itibaren müstensihlerin bir zühûlü olabilir. Aynca imamın takriri yoluyla meydana geldiği bilinen eserde bu tür hataların müelliften kaynaklanması da mümkündür. Nitekim Te’vîlât’ta bazı takdim ve tehirlerle tekrarların mevcut olduğu mâlûmdur. Biz, Ayetü'l-kürsî tefsirinin eksiksiz olması gerektiği düşüncesiyle Tâhâ sûresinde bulunan (20/110) ve aynı kelime­lerden oluşan kısmın tefsirine burada yer vermeyi münasip gördük (Süleymaniye ktp., Mihrişah Sultan, nr. 8, vr. 478b).

11)-Fussılet 41/42.

12)-Müellif İmam Mâtürîdî (r.h.) Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında tartışma konusu olan “mâna sıfatları” meselesine temas etmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları Allah’a -âyetteki örnekten hareket edilecek olursa- “alim” sıfatını nisbet ettikleri halde “ilim” sıfatını nisbet etmezler. Çünkü onlara göre “Allah alimdir” denildiğinde zihin sıfatla mevsuf arasında ayırım yapmadığı halde  “Allah’ın ilmi vardır” denildiğinde sıfat ile mevsuf ayrı kavramlar olarak zihne gelir, bu da kadîm­lerin çoğalması (taaddüd-i kudemâ) gibi bir sakınca doğurur (bk. Nûreddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, s.71-74). Halbuki tefsiri yapılan Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmında “ilim” kavramı Allah’a râci zamîre muzaf olmak suretiyle O’na nisbet edilmektedir.

13)- Taberî, Câmi ‘u ‘l-beyârı, III, 9; Vâhidî, Tefsîr, I, 183.

14)“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar” (et-Tevbe 9/32).
“İbrahim ve İsmail’e ‘Tavaf edenler, kendilerini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için Evimi temiz tutun’ diye emretmiştik” (el-Bakara 2/125).

15)- Taberî, a.g.e.III, 12.

16)- Taberî, a.g.e., III, 9; Vâhidî, a.g.e., I, 183.
Devamını Oku »

Zümer Suresi 3.Ayet'in Tahkiki


ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN MÜŞRİKLERDEN HİKÂYETLE «BİZ ONLARA (PUTLARA) ANCAK BİZİ TANRIYA İYİDEN İYİYE YAKLAŞTIR­SINLAR DİYE KULLUK EDİYORUZ» MEÂLİNDE BUYURDUĞU ÂYETİN TAHKİKİ

Allah tebareke ve teâlâ; «...Onlar ki Allah’tan başka dostlar (gö­zeticiler) edindiler (ilâh edindiler)...» (Zümer sûresi, âyet: 3), diye âyet-i celilenin başında belirttiği husus, ihlâsın terkinden ibaret olan şirkin iptalini beyan etmekle tevhitten ibaret olan dindeki ih­lâsın doğruluğuna dair bir tahkiktir. Ayette geçen mevsûl ellezîne (Onlar ki mânâsına) kelimesi, müşriklerden ibarettir. Müpteda (öz­ne) olup haberi (yüklemi) aynı âyetin devamında gelen-, «... Şüphe­siz Allah onların çekiştikleri şeyler hakkında hükmedecektir.» (Zü­mer sûresi, âyet: 3) cümlesidir.

Âyette, Allahü Teâlâ’dan başka ma­butları (tapındıkları) ise melekler, îsâ Peygamber, Üzeyr ve put­lar ile daha başka şeylerdir. Allahü Teâlâ’nın onlardan hikâyet ey­lediği; «Biz onlara, ancak bizi tanrıya iyiden iyiye yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.» meâlindeki cümle, kavi kelimesinin takdiriy­le edindiler mânâsına olan «ittehazû» kelimesinde çoğul zamiri olan (vav), müşriklerin Allah’a ortak edindiklerinin keyfiyetini ve din­lerinin Allah için hâlis olmadığını beyan eder.

Âyetteki istisna, istisna-i müferrağdır. Yaptıkları ibadet akla gelen bütün illet ve sebeplere şâmildir. İyiden iyiye yaklaştırmak mânâsına olan (zülfâ), mânâ itibariyle önceden geçen «liyukarri- bûnâ» kelimesinin masdarı (kökü) için bir mef'ûl-ü mutlaktır. Bu­na göre, âyetin meâl-i şerifi: «Allahü Teâlâ’ya ihlâs ile ibadet etme­den, belki yaptıkları şeyi, Allah’tan başkasına yapılan ibadete ben­zetenler, «herhangi bir şey için değil, ancak bizi Allah’a yaklaştır­mak için putlara ibadet ediyoruz.» derler.» Allahü Teâlâ yine bu âyette onlardan hikâyet eylediği bu sözlerinden sonra şöyle buyu­rur:

«...Gerçekten Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında (ha­sından olan dinde ihlâslı kimselerin arasında) hükmedecektir...» (Zümer sûresi, âyet: 3). Karine-i haliyye hasımlarına delâlet ettiğin­den açıkça zikredilmeyip tâbirden hazfedilmiş (atılmış)tir. Sonra âyette, din hususunda aralarındaki tevhid ile işrak konusunun ih­tilaflı ve her taifenin kendi dininin doğru olduğunu iddiasına işa­ret edilerek «... Uyuşmadıkları şeyleri Allah’ın hükmü bildirecek­tir...» ve âyetin sonunda, «...Şüphesiz Allah, yalancı ve inkarcı kim­seyi hidâyet etmez.» Yâni kurtuluş yolu olan doğru yola yalancı ve inkarcı müşrikleri ulaştırmaz; diye buyurur. Bundan maksat, Allah’a inanma hususunda yalan söylemekte aşırı giden ve küfür üze­rine devam edip tevbe etmeyen kimse, hidayetten mahrum kalaçaktır. Yalanlarından murad, tapınmaya lâyık olmayan putları, iba­dete müstehaktırlar diye söylemiş ve itikad etmiş olmalarıdır.

Tapındıkları şeyleri uluhiyyetle tavsif etmeleri, apaçık bir ya­lan olduğu malûmdur. Ayette bahsi geçen küfürleri ise, itikada ait olan küfür olduğu muhtemeldir. Gerçeği de budur. Çünkü bâtıl mabudlarına uluhiyyet atfetmeleri düpedüz yalandır, haklarında uluhiyyet itikat etmeleri de hem cehalet hem de küfürdür. Küfürden maksat, niyet inkârı olduğu da muhtemeldir. Sebebi şudur:

 İbadet, tazimin son derecesidir. Tazimin son derecesi ancak in’- amın son derecesi kendisinden sâdır olana lâyık olup öyle nimet verici ancak Allah subhanehü ve teâlâdır. Mezkûr bâtıl mabutların nimet vermede hiçbir ilişki ve müdahaleleri yoktur. Öyle ise, onla­ra ibadet etmekle doğru nimet vericinin nimetini inkâr etmek icab- eder. Hiç şüphe yok ki, doğru yoldan sapanlar, Allah’tan başka mez­kûr şeylere taptıklarını açıklayıp onlara yaptıkları ibadetlerinin se­bebine dair fasid bir illet ileri sürmüşlerdir ki, o da şu görüştür: Onlara, yaptıkları ibadet kendilerini Allah’a yaklaştıracaktır...

Şer’i kıyasın illeti, fiil için değil, ancak bir şeyin haram veya haram olmaması içindir. Meselâ: İkisinin içilmesinde de iskâr (sar­hoşluk) hasıl olduğundan dolayı nebiz içilmesinin haram olduğu hük­mü, rakının içilmesine kıyas edilmiştir. Bu mesele fıkıh usulü ulema­sının nezdinde güneşten daha açık olup üzerinde ittifak etmişler­dir.

Şayet Allahü Teâlâ, meselâ; putlardan bir rütbe sağlamak mak­sadıyla onlara ibadet edilmesi haram edilmiş diye buyurmuş olsa veya buna işaret etse, veya şer’î illetlerin nev’inden bir nev’ini uyar­mış olsaydı, ancak o zaman müşriklerin yaptıkları fiillerine dair ge­tirdikleri illet, şer’î bir illet (sebep) olacaktı. Halbuki Allahü Teâlâ bunu buyurmadı ve asla ona işaret bile etmedi. Belki Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Allah’tan başkasına yapılan ibadetin haram olmasının ve fâilinin tekfir edilmesinin asıl sebebi, ibadeti, müstehak olan Yaradan’dan başkası için olduğu ve yaptıkları işin yerinde ol­madığı için haram olduğuna işaret edilmiştir.

Böylece, iki defa müşriklerin fasit delillerine binaen fasit bir kı­yas sahasına aşırıca gitmiştir. Fâsit (bozuk) temelin üzerine kuru­lan herhangi bir şey de fâsittir. Kendisi, Müslümanların, «Biz hali­feyi veya bir âlimi veya bir mürşidi Allah için seviyoruz.» dedikleri sözlerine inanmayıp hattâ onları tekfir etmiştir. Ve bundan önce ip­tal ettiğim ve kâfirler hakkında nâzil olan âyetleri Müslümanlara hamleden selefleri Haruriyye tâifesinin görüşünü teyit ve tesbit eden kelâmında, Allahü Teâlâ’nın; «İnsanlardan öyleleri var ki, Allah’a ortak edinirler? onu Allah’ı sever gibi severler...» (Bakara sûresi, âyet: 165) buyurduğu âyet-i celileyi Müslümanlara hamletmiştir. Halbuki herhangi akıllı bir kimse nezdinde, tevessül ile ibadetin ayrı ayrı işler oldukları malumdur. Her ikisinin hakkındaki beyanımız açık olarak geçmiştir.

Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:211-213,Bedir yay.
Devamını Oku »

Livata'daki Çirkinliğin Sebepleri



Üçüncü, mesele, bu işin çirkinliğini gerektiren sebeplerin izahı hakkındadır: Bil ki bu işin çirkinliği, insanların tabiatına adeta yerleşmiş bir şeydir. Binaenaleyh bunun sebeplerini genişçe saymamıza gerek yok. Fakat biz yine de diyoruz ki: Bunun çirkinliğini gerektiren sebepler pek çoktur:

Birinci sebep: Pek çok insan çocuğunun olmasını istemez. Çünkü çocuğun doğması, insanı mal kazanmaya ve kazanç için kendisini yormaya sevkeder. Ancak Cenâb-ı Hak, cinsî münasebeti o büyük lezzetin gerçekleşmesinin sebebi kılmıştır. Öyle ki insan bu (şehevî) lezzeti elde etmek için, cinsî münasebette bulunur. Bu durumda da o kimse istese de, istemese de çocuk olur. İşte bu yolla da insan nesli devam eder ve insan türü sona ermez. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cinsî münasebete bir lezzet vermiştir. Bu tıpkı, bazı hayvanları avlamak için tuzak kuran insana benzer. Çünkü o insan mutlaka bu tuzağa, o hayvanın arzuladığı bir şeyi kor.

Böylece bu, o hayvanın tuzağa düşmesine sebep olur. Bu sebeple Cenabı Hak da o hayvanın arzuladığı bir şeyin tuzağa konulmasına benzer bir şekilde, cinsî münasebete bir lezzet koymuştur. Allah Teâlâ'nın bundan maksadı, en şerefli tür olan insan türünün devamını sağlamaktır. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: İnsan o lezzeti, neticede çocuk yapmaya götürmeyecek bir yoldan elde etme gayretine girerse, istenen hikmet gerçekleşmez ve bu, insan neslinin sona ermesi neticesine götürür. Bu ise Allah'ın hikmetinin hilafına bir davranış olmuş olur.

Binaenaleyh bunun kesin olarak haram kılınması gerekir. Tâ ki bu lezzet, neticede çocuk doğurmaya götüren bir yol ile gerçekleşsin.

İkinci sebep: Cinsi münasebette erkeklikten beklenen vasıf fail olma, kadınlıktan beklenen ise, meful olma (bu faaliyyeti kabul etme) durumudur. Halbuki erkek meful, kadın da fail durumuna geçecek olursa, bu hem insan tabiatının, hem de ilahî hikmetin aksine ve hilafına bir şey olmuş olur.

Üçüncü sebep: Sırf şehevi duyguyu tatmin için uğraşmak, hayvanların yaptığına benzer. Şehvetle meşgul olunduğu zaman, bu, şehveti tatminin ötesinde başka bir manayı da ifade eder. O halde şehveti kadın ile gidermek de, sırf şehevî duyguyu tatmin etmenin ötesinde bir başka manaya gelir ki, bu mana da, bir çocuğun olması ve en şerefli tür olan insan neslinin devam etmesidir. Ama erkeğin şehvetini yine bir erkekle gidermesi, sadece şehveti gidermekten başka bir şey ifade etmez. Binaenaleyh bu, hayvanlara benzeme ve insanın fıtratına uygun olanın dışına çıkma olur ki, son derece çirkin bir iştir.

Dördüncü sebep: Diyelim ki münasebette fail durumunda olan erkek lezzet alır. Fakat özellikle meful durumundaki erkek, ebediyyen zail olmayacak bir utandırıcı leke ile kirlenmiş olur. Halbuki aklı olan bir kimse bir anda sona erecek değersiz bir lezzetten ötürü, başkası sebebi ile, üzerinden hiç silinmeyecek bir ayıba düşmeye razı olmaz.

Beşinci sebep: Bu, fail ile meful arasında köklü bir düşmanlığın doğmasına sebep olan bir iştir. Çoğu kez bu iş, meful durumunda olan erkeğin failden nefretine sebep olduğundan, fail olanı öldürmeye yahut da onu, elinden gelen her yol ile imha etmeye sevkeder. Ama bu işin kadın ile kocası arasında yapılması ise, onlar arasındaki ülfet ve sevginin kökleşmesini, büyük faydaların meydana gelmesini sağlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size, nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ue merhamet yaratması da Allah'ın varlığına işaret eden ayetterindendir" (Rûm, 21) buyurmuştur.

Altıncı sebep: Allah Teâlâ, kadının rahmine, meniyi alabildiğine kendisine çekme kuvveti vermiştir. Dolayısiyle erkek, hanımı ile cinsî manasebette bulunduğunda bu çekme kuvveti güç kazanır, böylece erkeğin meni yolunda ne var, ne yoksa hepsi çıkar. Ama erkek yine bir erkekle münasebette bulunduğunda, meful olan erkeğin dübüründe meniyi çeken bir kuvvet yoktur.

Bu durumda da meninin çekilmesi tam olmaz ve meni yollarında, meni parçacıkları kalır, iyice temizlenmez, bundan dolayı da oralarda kokar, kokuşur ve bu sebeple şiddetli iltihaplar ve önemli hastalıklar meydana gelir. Bu, ancak tıbbî incelemelerle anlaşılan birtakım fayda ve hikmetlerdir. İşte bu (livata-homoseksüellik) işinin çirkinliğini gösteren sebepler bunlardır. Bazı dini zayıf kimselerin şöyle dediklerine şahid oluyorum: "Allah Teâlâ, "Onlar, (Öyle mü 'mirilerdir ki) ırzlarını korurlar. Şu var ki zevcelerine, yahut elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna" {Mü'minûn, 5-6) buyurmuştur. Bu, ister erkek (köle) otsun, ister kadın (cariye) olsun, insanın sahibi olduğu kölesi ile cinsî manasebette bulunmasının helal olmasını gerektirir.

Buna karşı "Biz bu umumi ifadeyi, Hak Teâlâ'nın, "Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanlann içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" (Şuarâ, 165-166) ve "Siz, sizden evvel âlemlerden hiç bir kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?" (A'râf, 80) âyetleriyle tahsis ediyoruz" da denilemez. Çünkü bu iki ayetten herbiri diğerine nazaran, bir yönden daha umumi, bir yünden daha hususîdir. Çünkü "memlûk" (köle), bazan erkek, bazan dişi olur. Erkek de bazan memlûk (köle) olur, bazan olmaz. Durum böyle olunca da, bu iki ayetten birini diğeri ile tahsis etmek, aksini yapmaktan daha evla olmaz. İşte bu bakımdan tercih (üstünlük) bizim görüşümüzden yanadır. Zira Hak Teâlâ'nın, "Şu var ki zevcelerine, yahut elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna" (Mü'munûn, 6) ayeti, Hz. Muhammed'in şeriatıdır.

Lût (a.s)'un kıssasındaki ise, diğer bir peygamberin şeriatıdır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatı ise, kendinden öncekilerin şeriatlarından daha evladır. Hem menfaatlı, faydalı ve lezzetli olan şeylerde asıl olan, onların helal olmasıdır. Yine mülkiyyet (bir şeye sahip oluş), onun üzerinde mutlak tasarruf hakkı sağlar." Sen bu dini kıt kimselere de ki: "İstidlal, ancak ihtimal bulunan yerlerde yapılabilir.

Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinine göre bu işin haram oluşu, (ihtimale yer bırakmtyan) açık bir tevatürle sabittir ve bundan mü'minler alabildiğine nehyedilmişlerdir. İstidlal, mütevatir bir nakle (hadîse) karşı yapıldığında ise, bâtıl olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Lût (a.s)'un, kavmine şöyle dediğini nakletmiştir: "Muhakkak ki siz haddi aşan bir kavimsiniz." Bunun manası şudur: Hz. Lût (a.s) onlara sanki, "Siz bütün her işinizde haddi aşıyorsunuz. Binaenaleyh sizden, böyle bir israfa (bu kötü fiile) yönelmeniz, beklenilmeyen bir şey değil" demek istemiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/497-499
Devamını Oku »