Felak Suresi Tefsiri

(1)

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım sabah şafağının rabbine!

{Fakih (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi:} Sabah şafağının rabbine sığın­manın emredilmesi üç ayrı yoruma açıktır. Birincisi emir öğretim amacına yönelik olup sûrenin nâzil olduğu dönemde vuku bulmuş herhangi bir olayı hedeflemiş değildir. Ne var ki Allah Teâlâ sûrede sözü edilen tiplerin yapabi­lecekleri kötülüğün büyüklüğünü ezelî ilmiyle bilmiş ve insanlara kendisine sığınmalarını emretmiştir. Aslında genellikle tahmin edileceği gibi sûrede zikredilen kötülükler yine orada bahis konusu edilen yollarla insanların başına gelebilir ve bu husus elbette ki İlâhî ilimin çerçevesinin içinde yer alır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şeytanın insanlara düşman olduğunu ve onları farkedemeye- cekleri yönden gördüğünü haber vermesi gibi.(2)

Buradaki İlâhî hikmet insan­ların daima kendilerini hazır tutmaları, uyanık olmaları, Allah’a sığınmaları ve O’nun lutfu sayesinde kötülükten korunmalarıdır.

Felak sûresinde emir şekline bürünmüş bu öğretim Nâs sûresindekinden daha önemlidir, çünkü bu sûrede sözü edilen düşman Nâs sûresinde sözü edi­lenden daha zararlıdır. Şöyle ki orada haber verilen düşmanın zararı, şeytanın çağrı yaptığı hususları yerine getirdiği ve sinsi ayartıcının içine düşürdüğü vesveselere uyduğu takdirde kişi için zararlı olur. / Bu ise insanın kaçınabi­leceği kendi fiilidir. Felak’ta haber verilen zarar ise başkasının etkinliği ile meydana gelmiş olup kişi bunun ne yönden geleceğini bilememektedir, yani düğümlere üfürenlerin ve diğerlerinin şerri. Dolayısıyla bu tür kötülüğün kullara öğretilmesi ve o yüce varlığa sığınılmasının emredilmesi son derece önem taşımaktadır, o varlık ki bahis konusu ettiğimiz tiplerden sudûr eden bu şer filleri, lutuf ve keremiyle, karşı çıkılıp etki altında bırakılabilir katego­risinde tutmuştur.

İkincisi nakledilen şu husustur ki Cebrâil aleyhisselâm Rcsûlullah’a ge­lerek şöyle demiş: “Kurnaz bir cin sana tuzak kurmaya çalışıyor, bu sebeple yatağına gireceğin zaman iki eûzüyü okumak suretiyle onun şerrinden Allah’a sığın!“(3)

Üçüncüsü yahudilerden birinin Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme büyü yapması üzerine nâzil olduğu rivayetidir.(4)

Ebû Bekir el-Asam şöyle dedi: Bu konuda bir hadis naklettilerse de doğru görülmeyen hususlar içerdiğinden onu terkettim.

{Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bize göre Resûlullah’a büyü yapıldığı yolundaki rivayet, onun nübüvvet ve risâletinin kanıtlanması açısından iki yoruma tâbi tutulabilir. Birincisi kendisine büyü yapıldığını vahiy yoluyla bilmiş olması­dır. Büyü kendisine duyurulmadan gerçekleştirilen bir fiildir, kimsenin vahiy dışındaki bir yolla gayba muttali olması da mümkün değildir. İkincisi sihir eylemini Kur’an okumak suretiyle iptal etmesidir. / Onun sihri iptal etmek amacıyla Kur’an okuyuşuna Hz. Mûsâ’nın asâsının konumunu biçmek gerekir; hatta beriki etkinlik ve mûcize olması açısından Mûsâ’nın gerçekleştirdiğinden daha büyüktür. Çünkü asânın etkinliği hem temel madde ve yapısı hem de gözle müşahade edilmesi açısından fiil işleyip fonksiyoner olabilen türden bir iştir, zira asâ artık bir yılan olup sihirbazların yaptıklarını yutmaktadır. Büyünün geçersiz hale getirilmesi ve bunun Kur’an okumak suretiyle ger­çekleştirilmesi ise ancak Allah’tan gelen lutufla mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bu meselede bize göre aslolan şudur ki Cenâb-ı Hakk’ın “Kul eûzü bi- rabbi’l-felak’’ (*) kavliyle sığınma emri sabit olmuştur. Yukanda bu emrin bir tek olayı yansıtması veya öğretim ilkesini içermesi halinde muh­tevasında oluşacak mâna açılımından bahsetmiştik. Buradaki İlâhî hitap zarar ve sıkıntı veren hususlardan korkutulup huzura kavuşmayı amaçlayan bir emir konumundadır. Yapılması gereken şey de kulun, nezdindeki lutuflara ümit bağlayarak Allah’a sığınmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin bilemeyeceği bir yönden ve lutuf ve keremiyle kişiyi zararlı şeylere egemen kılıp onları ortadan kaldırması daima mümkündür. Öyle ki zararı bertaraf etme işini gören kim­senin, yaptığı işin mahiyeti hakkında -zararın ortadan kalkmasını müşahede etmekten başka- hiçbir şey bilmemesi de ihtimal dahilindedir.

Allah Teâlâ’nın, lutuf ve keremi çerçevesinde, kendilerinden doğacak yarar ve zararlar sebebiyle bazı şeyleri emretmesi, diğer bir kısmını da yasaklaması tabii karşılanmalıdır; öyle ki bu hususların mahiyetine nüfuz etme konusun­da insanların herhangi bir etkisi bulunmayıp sadece İlâhî lutuf statüsünde gerçekleşirler. Meselâ Cenâb-ı Hak bazı şeylerin yenmesini yasaklamış, ba­zılarına da emredercesine özendirmiştir.

Bunun hikmeti onlardaki besleyici veya öldürücü özelliklerdir. / Ne var ki biz sözü edilen nesnelerin besleyici veya öldürücü mahiyetlerini bilmediğimiz gibi bu emir ve yasaktaki hikmet ve inceliğe de vâkıf değiliz. Kişinin çocuk sahibi olması amacıyla evlenmesi, Allah’ın yaratıp lütfettiği meyve ve ürünleri ele geçirmesi için sulama ve ekin ekme etkinlikleri göstermesi de buna benzemektedir. O bu etkinlikleri gösterirken yapması ve yapmaması gerekenlerin iç yüzünden ve faaliyetinin varacağı nihaî sonucun mahiyetinden (çoğu zaman) haberdar değildir. İnsanın işitme ve görme duyusuna arzedilen hususları dinleyip görmekle emredilme- sinin hikmetini de bu söylenenlere eklemek mümkündür; aslında algı olayının mahiyeti onun dinleme ve bakma eyleminden ibaret değildir.

Şimdiye kadar anlatılanlara bağlı olarak Allah Teâlâ’nın büyü ve üfürük­çülük gibi etkinlik türlerinin oluşturduğu esrarengiz bir eylemi (nefs fay­da veya zarar amaçlanan bazı fonksiyonlara sebep kılması imkân dahilindedir. Bu durumlarda kişi olup bitenin mahiyetini, anlamını ve kimden kaynaklanan bir fiil olduğunu bilemez, bununla birlikte gerçek bir etkisi bulunduğundan yerine göre yapması ve yapmaması gerekli olan işlerle karşı karşıyadır, her ne kadar gerçekleşen sonuç doğrudan kendi fiilinin eseri olmasa da!

Âyetteki felak kelimesinin mânası hakkında farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazıları felak “sabah” mânasına gelir demiştir. Felak bazı yaratık­larda görüldüğü üzere yarılıp açılan ve böylece içinde bulunanların neden ibaret olduğu anlaşılan her şeydir, diye de bir görüş ileri sürülmüştür, meselâ rahimler, tohum, çekirdek, bazı böcekler ve diğerleri gibi. Felak kelimesinin mânasında “sabah vakti” diye muhteva belirlemesini benimseyenlerin bakış açısı şudur ki sabah vakti gecenin sonu ve yeni bir günün başlangıç noktasıdır. Allah Teâlâ bu gece ile gündüzü inşa edişi çerçevesinde bütün kâinatı düzen­leyip yönetme kanununu koymuştur, öyle ki kimse O’nun gece ile gündüze tevdi ettiği düzenin dışına çıkmaya güç yetiremez. /

Sözü edilen iki faktör, Allah’ın gaybı bildiğine akıl erdirmemizin nihaî vasıtaları konumundadır. Çünkü O’nun gece ve gündüz içinde yer alan zaman birimleri hakkındaki yönetim ve tasarrufu her yıl aynı çizgi üzerinde seyretmiştir. Cenâb-ı Hak gece ile gündüze yaratıklar için rahmet vesileleri tevdi etmiş, imtihan sebep­leri yerleştirmiş, ardarda ve düzenli bir şekilde birbirlerini izlemeleri açısın­dan da onları kendi varlığı ve birliği için birer kılavuz olarak belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında “birabbi’l-felak” demek suretiyle -“birabbi’n-nâs” âyetinde beyan edeceğimiz üzere- bütün yaratıkları zikretmiş gibidir. Sanki O, “birabbi’l-felak” demek suretiyle her bir yaratıkta bulunan özelliği kastetmiş ve bütün kötülüklerden rabbe sığınmayı hedeflemiştir, çünkü hepsinin yara­tıcısı O’dur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.Yarattığı şeylerin şerrinden!

Bu âyet iki yoruma açıktır. Birincisi “yarattığı şerden” şeklindedir, çünkü Allah şerri kendi fiiline (yaratmasına) nisbet etmiştir. Nitekim “filânın fiilinin şerrinden” denir ve “işlediği şerden” mânası kastedilir. İkinci olarak “yaratık­larından sâdır olan şerden” mânası da düşünülebilir. Şunu belirtmek gerekir şerrin Allah’a nisbet edilmesi O’nun her şeyin yaratıcısı olması açısındandır, yani hem yaratıkların fiilini hem de fiili olan ve olmayan (etken ve edilgen) varlıkların yaratıcısı. Bu iki yorumun birincisi daha münasip görünmektedir, çünkü sûrenin devamında yaratıkları sayesinde vâki olan ve onlarca iktisap edilen fakat biraz önce değindiğimiz açıdan Allah’a izâfe edilen hususlar yer almaktadır. Bir de yaratıkların meydana getirdiği her kötülük yaratılması açı­sından Allah’a nisbet edilir, ama o, aynı zamanda işleyeninin fiili ve kesbidir.

“Yarattığı şeylerin şerrinden” meâlindeki İlâhî beyandan murat biraz önce sözünü ettiğim mâna ise sûrenin devam eden kısmının zikredilmesi sanki bir tekrar konumunda bulunur. Bahis konusu birinci mâna kulların etkisi bulun- ] mayan şerler çerçevesinde mutlak bir yaratmaya yorumlanırsa, / Allah’ın yaratmasıyla vücut bulmakla birlikte insanların etkisi bulunan şerlerin zikre­dilmesi artık tekrarlama niteliği taşımaz; bu durumda yapılan yorum yerine oturmuş olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Allah Teâlâ bazan başkasının şer fiiline lutuf ve keremiyle veya onu acze düşürmek suretiyle engel olur. Acze düşürme halinde şer özelliği taşıyan bir fiili işlemeye güç yetiremeyen birinin şerrinden Allah’a sığınmak bahis konusu değildir.

Ne var ki bu durumda da kötülük yapma imkânına muktedir kılınma alternatifi bahis konusudur, bu se­beple de böylesinden Allah’a sığınmak tabii bir şeydir. Çünkü şerre muktedir kılınmakla mahlûktan kötülüğün sâdır olması daima mümkündür. Nitekim biz kendilerinden doğabilecek fayda ve zararlar sebebiyle bazı fiillerin emre- dilmesi veya yasaklanmasının mümkün olduğunu daha önce beyan etmiştik, aslında buradaki asıl etkinlik insanlara ait de değildir. Bunun gibi kötülük yapmaya muktedir kılınacaklarından yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmak yerinde bir davranış olmuştur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Meselenin bu noktasında, kudretin fiilden önce bulunduğunu ileri sü­renlerin (Mu‘tezile) bir tutamağı bulunmaktadır: İnsanın kötülük işlemeye gücü yoksa muktedir olmayanın şerinden nasıl sığınılabilir diye. Bu itiraza iki şekilde cevap verilebilir. Birincisi sığınma, kulun ileride sahip olacağı kudretle yapabileceği şer sebebiyle olur; onun ileride sahip olacağı kudretin mevcudiyeti halinde fiil oluşabilecektir, sözü edilen kudret de eylemi gerçek­leştirecek organların sağlıklı olmasından ibarettir. Etkin kudret ise fiillerin oluşumuna ve kişinin seçimine (ihtiyar) bağlı olarak meydana gelir. Böyle­likle seçim çerçevesine giren kudret ihtiyarî fiillerin icrası sırasında hâsıl olan kudret konumunu almış bulunur, bu sebeple de ondan Allah’a sığınır, çünkü bu kudretin mevcut olduğu kimse müstakillen kendi kudretiyle tasarruf eder gibi bir konum kazanır.

İkincisi özenme ve sakınma (rağbet ve rehbet) alanına giren hususlarda, gelenek olarak vuku bulacağı bilinen bir şey vuku bulduğu tesbit edilmiş gibi telakki edilir. Görmez misin ki insan, aradaki mekân uzaklığı ve zaman geniş­liğine rağmen, zorba ve zalimlerin zulmünden Allah’a sığınır, / çünkü gelenek haline getirildiği üzere böylelerinin zulüm ve baskısı eninde sonunda gelip ulaşabilir, her ne kadar onların bu kişiye yönelik zulmü şu an için bulunmu­yor ve süreklilik arzetmiyorsa da. İşte yukarıda söz konusu edilen sığınma da bunun gibidir.

3.Karanlığı bastırdığı zaman gecenin şerrinden!

Gâsık kelimesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Denildi ki gâsık “karanlık gece”dir, gasak da “karanlık” demektir. Yine denildiğine göre gece­ye gâsık denmesi bu kelimenin soğuk mânasına gelmesi sebebiyledir. Allah şöyle buyurmuştur: “Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de temiz bir içecek. Sadece kaynar su, bir de soğuk ve kokmuş bir sıvı!”(Nebe,24-25) Gece gündüzden soğuk olduğundan gâsık diye anılmıştır.

Bu meselede aslolan şudur ki biraz önce zikredilen gece karanlığı doğru­dan zaran dokunacak bir şey değildir ki kendisinden sığınılsın! Buna mukabil sığınma gece karanlığında veya ay ışığında bulunan ve kendisinden zarar gelen kimseye rucû edip ondan Allah’a sığınılır. Bilindiği üzere kötülüklerin öylesi vardır ki ancak gece karanlığında gerçekleşebilir, öylesi de var ki sadece ay ışığında uygulanır. Cenâb-ı Hak geceleyin olabilecek kötülüklerden sığınıl­masını emretmiştir, ondan gelecek kötülükten değil. Bu, “O, gündüzü görme­ye müsait nitelikte yaratmıştır”(Yunus,67) meâlindeki İlâhî beyana benzemektedir ki burada mâna “gündüzün kendisi görür” değil, görme fiilinin orada gerçekleş­mesi şeklindedir.

Nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya, Felak sûresinin bu âyeti geceyi şerre özgü kılmayı hedeflemiş değildir, zira gecenin doğrudan bir za­rarı yoktur, ne var ki gece münasebetiyle kötülük imkânı doğabilir, çünkü -bilindiği üzere- kötülüğün öylesi var ki ancak onun karanlığında, öylesi de var ki sadece ay ışığında işlenebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak gece gerçek­leşebilecek kötülüklerden kendisine sığınılmasını emretmiştir. Buna bağlı olarak gündüzün şerrinden de Allah’a sığınmayı mümkün görmek gerekir, çünkü gündüz de bazı kötülüklere imkân sağlamakta ve bazı şerler onda yu­valanmaktadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

/ “İzâ vekab” (*) Allah Teâlâ’nın bu kelâmında yer alan vekab keli­mesinin mânası üzerine farklı açıklamalar yapılmıştır. Bunun için “gece gelip bastırdığı zaman”, “sıyrılıp gittiği vakit” gibi mânalar belirtilmiştir. Âyetin anlamının “ay tutulduğu zaman” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlayışa göre Cenâb-ı Hak ayın tutulması halinde kendisine sığınılmasını emretmiştir, çünkü bu durum kıyamet alâmetlerinden biridir, bunun içindir ki “izâ vekab” yani “tutulduğu zaman” denilmiştir, bilindiği üzere ay geceleyin tutulur.

4.Düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden.

Bu İlâhî beyan düğümlere üfleyenlerin şerrinden, sebep olacağı sonuçlar açısından Allah’a sığınmayı içerir; buradaki şer realitede faillerinin bir eyle­midir. Bir önceki âyette söz konusu edilen şer ise insanların herhangi bir tesiri olmaksızın karanlık gece sebebiyle meydana gelir. Bir bakıma Cenâb-ı Hak görünürde kendisinden kötülüğün doğacağından endişe edilmediği bütün şer sebeplerinden ilke olarak Allah’a sığınılmasını emretmiştir, gerçekte şer 0 sebebe bağlı olsun veya olmasın! Cenâb-ı Hakk’ın “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!”(Lokman,33) meâlindeki beyanına bakmaz mısın? Aslında şeytanın gerçek anlamda fiilinin bulunmasına rağmen dünya hayatının böyle bir eylemi yoktur. Bununla birlik­te insanlar her ikisinden de aldanmaktan sakındırılmıştır.

İşte karanlığı basan geceden ve düğümlere üfleyenlerden sığınma olgusu da aynı çizgi üzerinde seyreder, halbuki gecenin kendisine ait bir fiili bulunmayıp sadece şerre za­man teşkil etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında sözü edilen sığınma olgusunda meleklere de bir görev düştüğünü söylemek mümkündür, onların insana gelebilecek belâ ve âfetleri savdırıp kendisini koruma görevleri. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.”(Ra'd,11) Bu âyetin yorumunda “min emrillah: biemrillah” (*),yani “Allah’ın emriyle onun korunması gerçekleşir” denilmiştir.

Bu tür gizli  hususlar ve çeşitli zararlar konusunda Allah Teâlâ’nın melekleri görevlendir­mesi suretiyle korumanın vuku bulması mümkündür; bu nevi olgular ancak uzun gayretler sarfedilmek suretiyle bilinebilecek şeylerdir. Yorumunu yap­makta olduğumuz Felak âyetinde de insanlara ait yiyecek, içecek ve diğer ih­tiyaçların cinlerin ifsadından korunması için benzer mekanizmanın çalıştırıl­ması ihtimal dahilindedir. Bu durumda meleklere de görev düşmektedir; bu görevin şeytanın vesvese vermesi karşısında onların insanı uyarması ve ona yardımcı olması şeklinde gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte Allah’ın cinlere sözünü ettiğimiz beşerî gerekleri bozma imkânı vermeyip sadece ves­vese doğurmalarına müsaade etmesi de bahis konusudur, çünkü Allah lutuf ve keremiyle bilinmeyecek yollarla ifsada mâni olur.

Biraz önce zikredilen Ra‘d sûresi âyetinde yer alan “min emrillah” ifadesinin İlâhî azap ve çeşitli belâlar mânasına gelebileceği de söylenmiştir, melekler Allah’ın gerçekleş­mesini dilediği zamana kadar kişiyi bunlardan korurlar. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

5.Ve kıskançlık duyduğunda hasetçinin şerrinden!

Bu âyette yer alan haset iki yoruma müsaittir. Birincisi kıskanan kimse kıskandığı kişinin dûnundaki bir konuma sahip olursa ona kötülük yapmaya gücü yetmez. Böylesinden gelebilecek kötülük gözünün şerrinden kaynaklanır. Haset etkinliği kıskanılan kimsedeki nimetlerin yok olmasını ve mutluluğunun ortadan kalkmasını istemekten ibarettir.

Allah Teâlâ’nın, sezilmez kudretiyle bazı gözlerde esrarengiz bir etkinlik yaratması mümkündür, bu etkinlik göz­lerin bakıp da güzel telakki ettiği nimetlerin yok olmasını ve kişinin sahip bulunduğu mutluluğun ortadan kalkması sonucunu doğurabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu elîm âkibetten kendisine sığınılmasını emretmiştir. Biz önceki açık­lamalarımızda bazı fiillerden doğabilecek sonuçları sana anlatmıştık; Allah bu tür fiillere insan bilgisinin ulaşamayacağı zarar ve yararlan yerleştirmiştir. Meselâ insanlar, yönelip baktığı takdirde kısa bir zaman içinde gökle yer arasında bulunan birçok şeyi algılayabilen göz organına yerleştirilmiş ilâhı hikmeti anlamak isteseler buna muktedir olamazlar.

İmrân b. Husayn’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle demiştir: “Okunmak suretiyle tedavi sadece göz değmesinden ve zehir­lenmeden olur.”(Ahmed,Müsned,IV,436..) İbn Abbas’ın da (r.a.) “Göz değmesi, olabilen bir şeydir. Eğer kaderin önüne geçen bir şey varsa göz değmesi onun önüne geçebilir”dediği nakledilir.(5) Başka bir haberde de şöyle denilmiştir. “Baykuşta etkile- yici bir durum yoktur, göz değmesi ise vuku bulabilecek bir şeydir.”(6) Bu söy­lediklerimize Hz. Yûsuf’un kardeşlerine ait kıssada yer alan ve Hz. Yâkub’un diliyle ifade edilen şu ilâhı beyan da delil teşkil etmektedir: “Oğullarım! (Göz değmesinden korunmak amacıyla) şehre hepiniz bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin.”(7) Bazıları nazar olayında gözün ne yönden ve nasıl fonksiyoner olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Denilebilir ki bu olgu güneşin bizzat göze olan etkisi gibidir, göz güneşe yönelip bakacağı zaman o kadar uzakta bulunmasına rağmen onu etkiler ve bakmaktan alıkor; bunun da sebebi Allah’ın güneşe yerleştirdiği sezilmez özellikler ve hikmetlerdir. Gözün nazar değmiş kimseye etkisi de buna benzemektedir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

İkincisi kıskananın kapıldığı haset olgusunun entrikalara ve fitnelere yol açacak çeşitli faaliyetlere sebep teşkil etmesidir ki bunlar aslında basit faktörler durumunda bulunmalarına rağmen sonuçta bozgunculuk meydana getiren hususlara başvurma şeklini alabilir. Alî ve münezzeh olan Allah mü­nafıkların niteliği hakkında şöyle buyurmuştur: “Her çığlığı kendi aleyh­lerine sanırlar. Asıl düşman onlardır, kendilerinden sakının.”(8) Cenâb-ı Hak yılgınlık ve zaaflarına rağmen münafıklara karşı dikkatli olmayı emretmiştir. Yine Allah “Şeytanın hile ve tuzağı kesinlikle zayıftır”(9)buyurduğu halde şerrinden sığınmayı da emretmiştir. Haset edenin durumu da bunun gibidir. Doğrusunu bilen Allah’tır, nihaî varış O’nadir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:103-110

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur’ân-ı Kerîm'in 113. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur. Medine’de nâzil olduğunu söyle­yenler de vardır.

2)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yer­lerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yardımcıları, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları inanmayanların dostlan kıldık” (el-A‘râf 7/27).

3)- krş. Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahrü 'l-ulûm, XIII, 528; İbn Kesir, Tefsir, VIII, 550.

4)-“ bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 367; Buhârî, ‘Tıb’\ 47,

5)- Bu metin Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir: Mâlik, el-Muvatta“Ayn”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1254,347,360, VI, 438; Müslim, “Selâm”, 16; tbn Mâce, “Tıb”, 33; Tirmizî, “Tıb”, 17.

6)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 67, V, 70, 379; Tirmizî, “Tıb”, 19.

7)- Yûsuf 12/67.

8)- el-Münâfikûn 63/14.

9)- en-Nisâ 4/76.
Devamını Oku »

Kalbin Islahı ve Devası, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin Islahı, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin ıslahı hüzün ve kaygıdadır; devası ise Allah’ı zikre devam etmektir.

Kalbin fesadı, dünyevi ve nefsanî sevinçlerden kaynaklanır. Hastalığı ise, Allah’ın zikrinden yüz çevirmesi ve Allah’ın zikrinden kendisini uzaklaştıracak şeylere yönelmesidir.

Balık için su ne ise, nefs için de sevinç odur. Balığın hayatı su iledir, karada kaldığı zaman yaşayamaz. Nefs de dünyevi sevinçlerden alı­konulduğu zaman solar gider, güçleri gevşer, zayıflığından dolayı canlılığı azalır. Hüzün, nef­sin yaşamını tehlikeye sokar. İşin sonunda artık kalp kendisine nefs tarafından gelen bu şeyler­den ve nefsin pisliklerinden kurtulur.

Kalp, Allah’a ulaştığı zaman Allah onu diriltir, ona can verir. Allah kalbi dirilttiği zaman ise nefse Allah’ın nuruyla kalbin diriltilmesi sev­dirilir. Kalp, kötü arzu ve sevinçleriyle aslında ölüydü. Sahibi kendisinden razı olup, sevinçleri kalpten uzaklaştırdığı zaman Rabbi ona şükran­la muamele eder. Çünkü kul Allah için hakkıyla mücâhede etmiş, Allah da onu kitabında vaat ettiği üzere kendi yoluna eriştirmiştir: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz” (Ankebut 29/69). Allah o kimseye kapıyı açınca o da yürüyerek kalbiyle Allaha gider. Sonra ona yolun nafakası verilir. En sonunda Allaha ulaşır, Allah da onu nuruyla kendi yakınlığında diriltir. O kimse Allaha yakın kılınan kimselerden (mukarreb) olur. Dünyevi ve nefsanî şeylerle sevinci tattık­tan sonra Allah’la hakiki sevince ulaşır. Allah’ın önde gelen kullarından olur.

Allah’ın zikrine devam etmeyi terk ettiği zaman, kalbi sertleşir. Çünkü zikir, Allah’ın rahmetini kapsar. Allah kitabında kullarına şöyle vaat et­miştir: “Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara 2/152). Rahmet geldiği zaman kalp yumuşar, nefsin harareti söner. Kalbe gelen bu rahmet nefsi cezbeder ve nefsin katılığı, kabalı­ğı, hantallığı gider.

Kalp ve nefs bu bedende ortaktırlar. Kalbin gücü, marifet, akıl, ilim, anlayış, zihin, zeka, muhafaza ve Allah’la hayat bulmaktan gelir. Bu­rada zikredilen şeylerden kaynaklanan sevinç kalbe tesir edip onu güçlendirir, ona can verir. Nefsin gücü ise kötü arzulardan, lezzetlerden, arzulara tabi olmaktan, yükseklik, şöhret, üs­tünlük duygusundan ve arzulara düşkünlükten kaynaklanır. Bu gibi şeylerden kaynaklanan se­vinç nefse tesir eder ve onu güçlendirir. Bunla­rın hepsi hevanm askerleridir. Heva ise nefsin mülküdür. Kalbin mülkü ise, marifettir. Yukarı­da zikrettiklerimiz de kalbin askerleridir.

Biraz önce sayılan şeyler nefse sevimli gelip, nefsin onlardan duyduğu sevinç güçlenirse nefs kalbe baskın gelir. Kalbin kendisine hayat veren şeylerden kaynaklanan canlılığı gider. Kalbin sevinçleri de dünyevi olur.

Nefs kötü arzulardan ve arzulara tabi olmaktan alıkonulursa söner ve gevşer. Zayıflayıp sıkıntıya girer. Kederler ve kaygılar onda bir araya gelir. Arzulardan alıkonulup kesilmesinden doğan kaygılarla nefsin gücü gider. Başta zikrettiği­miz şeylerle de kalp canlanır. Kalp Allah’la se­vinmeye başlar. Bu yüzden Allah “De ki: ‘Ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla se­vinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır ” (Yunus 10/58) demiştir.

Hz. Peygamberin de (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: “İnsanoğlunun nefsi genç bir kızdır. Ancak Allah’ın kalbini takva ile imtihan ettikleri kimseler hariç. Bunlar da azdır.”

Enes b. Malik de (r.a) Hz. Peygamberden şöyle ri­vayet etmiştir: “İnsan yaşlanır fakat onda bulunan iki şey gençleşir: Mal hırsı ve çok yaşama hırsı!’

Hz. Peygamber, ölümü hatırlamaya teşvik etmiş ve şöyle demiştir: “Lezzetleri yok eden şeyi ha­tırlayın!”

Hadiste kastedilen şey şudur: Sen ölümü hatır­ladığında ömrünün çoğunun gittiğini, sonunda yok olup gidecek bir kimse olduğunu anlarsın. Bu hatırlama anında ölümü gözünde küçültür­sün. Daha sonra ise hangi vakit ölüme ansızın yakalanacağını bilmeyen kimse için dünyanın azının çok olduğunu anlarsın. Dolayısıyla ölüm,lezzetleri yok edicidir. Onu hatırladığında sevin­cin gider ve onların yerine kaygı ile hüzün gelir. Açığa çıktı ki, burada iki sevinç vardır. Birisi, kalbin Allah’la, O’nun lütuf ve rahmetiyle sevin­mesidir. Diğeri ise, nefsin şehvet ve lezzetle se­vinmesidir. Kim Allaha ulaşmayı tercih ederse, nefsin kendisiyle sevindiği dinî ya da dünyevî her şeye bir bakar. Sonra bu sevince engel olur ve neticede içindeki gam ve keder zayıflar ve ölür. Kim kötü arzu ve lezzetlerden kaynaklanan se­vince engel olursa, iyi amellerden kaynaklanan dinî sevinçlerle neşelenirse ferahlamış olur. Fa­kat kötü arzu ve lezzetler canlı ve güçlü olmaya devam eder. Çünkü heva her türlü iyi amele ka­rışır, her türlü çabada karışıldığa ve kirliliğe ne­den olur. İnsan çabayı terk ederse, heva kirlerle birlikte kalır. Kirler ve heva bir arada olduğunda ise Allaha ulaşılmaz.

Allah “Allah yolunda hakkıyla mücâhede edin” (Hacc 22/78) buyurmuştur. Hakkıyla mücâhede etmek, kişinin nefste bulduğu dinî ya da dünyevî her türlü sevinci yok etmesidir.

Her türlü iyi amelde lezzet ve eğlenceden bir pay bulunur. Bu durum kişi için iyi bir şey de­ğildir. Bu kimse için uygun olan kendisini lez­zetten korumak gayesiyle başka bir amele geç­mesidir. Çalışıp çabalayarak elinden geldiğince bunu yaptığı takdirde Allah çabucak ona bunun karşılığını verir. Allahın ona vereceği karşılık ise kalbini nurlara açık hale getirmesidir. Bu nur kalbi aydınlattığı zaman nefs kendisine verilen bu güzel şeyler aracılığı ile kendisini dünyanın lezzet ve arzularından alıkoyacak bir şey bulur. Bundan sonra hediyelerin lezzetlerini alıp da kendisini kötü bir duruma sokacak bir tehlike­ye düşmemesi için nefsin korunması gerekir. Çünkü hediyelerin lezzetini alan nefs, (önceki mücâhede sayesinde) sönmüş ve etkisiz hale gelmişken yeniden uyanır ve canlılık kazanır. Büyük tehlike de buradadır. Bu noktada kalp­leriyle Allaha doğru yürüyenlerin çoğu nefsin tuzaklarıyla dolu vadilere düştüler. Bu yazdık­larımın uzantısı ve ikincil meseleleriyle birlikte bin meselenin cevabını senin için güzelce açık­lamış oldum.

Hakim Tirmizi-Edep Ya Hu

Devamını Oku »

MURADULLAH mı,Meal Yazarının Kanaati mi



Doç Dr. Ebubekir Sifil

Giriş:Önce bir soruyla başlayalım: Modern zamanlara özgü "meal yazma" modası ne tür bir ihtiyacın tazyi-kiyle ortaya çıkmış olabilir?Bu soruya, herhangi bir kitabın ihtisar edilme-si/özetlenmesi meselesiyle mukayeseli bir cevap üretmek şu sebeplerle gerçekçi olmaz:

1-Herhangi bir kitap/metin, anlaşılmasını kolaylaş-tırmak için muhtevası basitleştirilerek ihtisar edilir.Kur’ân'ın bir başka dile aktarılmış muhtevası için ise böyle bir şey söz konusu değildir. Sadece "insana"değil, kelimenin bütün kuşatıcılığı ile "varlığa" dair ne varsa ihata eden "ilahî kelam" üzerinde konuşt-ğumuz hatırlanacak olursa ne demek istediğim daha kolay anlaşılacaktır.

2. Herhangi bir kitap/metin, muhtevası konsantre hale getirilerek ihtisar edilir. Bu ise metnin anla-şılmasını zorlaştırmak demektir. Kur’ân'ın muhte-vasının herhangi bir dile aktarılması en temelde"daha kolay anlaşılması" amacına matuf bir faali-yet olduğuna göre bu madde de meal çalışmaları-nın gerekçesi olamaz. Esasen bir önceki maddede olduğu gibi burada da eşyanın tabiatına aykırı bir durum bulunduğu ve "ilahî kelam" hakkında geçerli telakki edilemeyecek bir kıyaslamanın yapıldığı izahtan varestedir.

3. İhtisar faaliyeti, mevcut bir kitabın/metnin ezber-lenmesini ve kavranmasını kolaylaştırmak için yapılır.Oysa meal çalışması için ikisi de söz konusu edile-mez. Zira –meal ezberleyene rastlayanınız var mı bil-mem ama– hem meal ezberlemek "Kur’ân'ı ezberle-mek" değildir, hem de meal yapısal olarak Kur’ân'ın ihtiva ettiği anlamları "kavrama" imkânı vermez.Esasen "ezberciliğe" karşı duruşun ifadesi olarak vücut bulan meal yazma furyasının da böyle bir iddiası hiç olmamıştır.Bu maddelerin her biri hakkında daha fazla söz söy-lemek mümkündür; ama söylenenlerin maksadı hasıl ettiğini düşünerek bundan sarf-ı nazar edelim.Soru hâlâ muallâkta: Meal yazmak ne tür bir ihtiya-cın tazyikiyle ortaya çıkmış olabilir? Kur’ân'la "ilgilenen" okuyucuya Kur’ân hakkında az zamanda çokşey öğretme amacı meal yazma faaliyetinin hedefi olarak tesbit edilebilir mi?

Kur’ân hakkında az zamanda çok şey öğrenmenin mümkün olup olmadığı sorusuyla mukabele edilmeyi hak edecek yapıda olmakla birlikte, bu soru bizi gerçeğe biraz yaklaştırıyor gibi.Modern zamanlarda Müslümanların Kur’ân'la ilişkisi,"Kur’ân'la meal üzerinden ilgilenme" seviyesine inmiş "entelektüel" bir faaliyet olarak tebarüz edi-yor! Akif'in, Kur’ân'ın mezarlıkta okunmak için inme-diğini söylediği dönemlerden bu yana hayatı topra-ğın üstündekinden ibaret saydığımız için Kur’ân'ı da entelektüel faaliyetlerimizin bir parçası gibi algılıyo-ruz. Bu doğru; ama esas meseleyi izah etmiyor.Modern zamanların zaman fukarası müslümanına Allah Teâlâ’nın bizden ne istediği sorusunun cevabın için –mesela– bir "ilmihal" ile değil de, "meal" ileverilir?

İdeolojik Mealcilik

İşin püf noktası burası. Meal yazımı, okuyucudanziyade –hatta ondan bağımsız olarak– meal yazarınınhedefi ile açıklanması gereken bir faaliyettir. Din'inbizden ne istediği konusunda kafası alabildiğine karıştırılmış, Kur’ân'la birlikte, onun açılımı olan Sünnet'in/hadislerin merkezî konumda bulunduğu,bu iki temel kaynaktan belli bir Usul doğrultusunda istinbat edilmiş kalbî ve amelî hükümler istikametin-de "tedeyyün", slogandan başka hiçbir sahiciliği olmayan ideolojik bir söylemle okuyucu zihninde yerini "tasavvur"a bırakmışsa, meal yazarı için son derece uygun bir ortam oluşmuş demektir.

Meal yazarı, "marifet"in "okuyarak öğrenme"ye,"ilm"in "malumat"a indirgendiği bu "verimli" ortam-da meal yazarak, zavallı okuyucuya din öğretmek gibi bir fırsat ele geçirmiştir ve bunu tabii ki değerlendi-recektir!

Bu topraklarda Kur’ân'ın ilk meallerinden (kendi tabiriyle "terceme") birini yazma ayrıcalığıyla övü-nen bir kalemin, Tüccarzâde Hilmi beyin (İbrahim Hilmi Çığıraçan), Kur’ân-ı Kerim'in Türkçe Tercemesi adıyla Osmanlıca olarak neşrettiği çalışmanın öns-özünde meseleyi takdim biçimi bizim için hayli ufuk açıcıdır: "... Bugün milyonlarca Türk, Kur’ân-ı Kerim'in manasını bilmiyor ve bi't-tab' (tabiatıyla)dininin esasına hakkıyla vakıf bulunmuyor. (...)"Kur’ân'ı anlayacak derecede herkes Arap lisanını kolaylıkla öğrenemeyeceği gibi,öyle müfessirlerin yazdıkları on,yirmi ciltlik tefâsîri (tefsirleri) de okumaya vakit bulamaz. "Öteden beri vatanımda bir inkılâb-ı fikrî ve ictimâ'î (fikrî ve top-lumsal devrim) yapmak için var kuvvetle çalıştığımdan ve bu hususta Kur’ân tercemesi en büyük bir amil olduğundan, mebde-i Meşrutiyet'te (Meşrutiyet'in başında) neşr eylediğim Millet gazetesinde ve Balkan harbi esnasında yazdığım Zavallı Millet kitabında bu fikri hararet ve cesaretle ilan ve müdafaa eylemiştim."İşte şimdi muktedir bir heyete yazdırdığım bu nüs-hayı neşr ediyorum. Bilcümle Türk kardeşlerime,tahsilde bulunan evladımıza âyât-ı celîle-i Kur'âniye'yi hakkıyla öğretmek için tercemenin pek sade olmasına itina edilmiştir..."(1)

-Burada, halka ve tahsildeki talebeye "Kur’ân Tercemesi" üzerinden din öğretmek gibi bir amaçla yola çıkıldığı açıkça ifade edilmektedir. Hatta "Kur’ân tercemesi", toplumsal ve fikrî bir devrimin en büyük bir amili olarak devrededir! Meal yazarının çalaka-lem zikrettiği bu husus, o günlerden bu yana din tasavvuru oluşturmak üzere Türkçe meal yazanların temel gerekçesi olarak hiç değişmemiştir!

İdeolojik meal yazarı, halkın atadan-dededen teva-rüs ettiği dinden razı değildir; onun muharref ve problemli olduğunu düşünmektedir. Burada kastedi-len, bid'at ve hurafelere bulanmış, safiyetini yitirmiş din anlayışı değil, yazılı kaynaklara dayalı sahih din şuurudur ve meal yazarı çoğunlukla birinciyi diline dolayarak ikinciye saldırmakta, birinciyle mücadele görüntüsü altında ikincinin varlığına kasdetmektedir."Gelenek"in Din'i şu veya bu biçimde/oranda tahrif ettiği konusunda zaten hayli "malumat sahibi" kılın-mış ve zihni, Kur’ân'ı anlamak adına meal yazarının mesajlarıyla sınırlı bir algı durumuna kilitlenmiş olan modern Müslüman, kıvama gelmiş "alıcı"dır.

Yol-iz bulmanın mümkün olmadığı karanlık bir tarihî geç-miş içinde Müslümanların kendi dinî kaynaklarını kendi elleriyle alabildiğine tahrif ettiği, Kur’ân metni dışında elde bulunan hiçbir şeyin güvenilir olmadığı şeklindeki modernist kurgu marifetiyle çaresizlik içinde meal yazarının önünde diz çöktürülmüş vazi-yettedir artık. Gerisi, meal yazarının insafına kalmış-tır. Onun tensip ettiği din telakkisi "Kur’ân'ın mesajı"olarak okuyucu tarafından sorgusuz sualsiz alınıp gereği yapılacaktır!!"Kelam-ı İlahî"den "İşkence Edilen Metin"e Bu noktada, Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren ulema arasında da meal yazımında bir mahzur gör-meyenler bulunduğu, hatta 18. yüzyılda Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî'nin Kur’ân'ın Farsça mealiniyazdığı hatırlatılarak meal olgusu hakkındaki bu müta-laalarımızın tartışma götürür olduğu söylenebilir.

Böyle bir itirazın, "ideolojik meal yazımı" için geçerli olmayacağını söylemeliyiz. İdeolojik meal yazımı,–"Türkçe ibadet" cinayetine hizmeti göz ardı edilsebile– "yeni bir din tasavvuru" oluşturmak gibi bir maksada hizmet ettiği için reddedilmelidir! Kur’ân metnine hakkıyla vakıf olmak için gerekli alt yapı ve birikimden yoksun bulunan kitleler, meal vasıtasıylaKur’ân üzerinden belli maksatlara kanalize ediliyor-sa, burada elbette mesele farklı bir mahiyet kazan-mış demektir. İtirazımız temelde bu noktayadır.Eldeki Hadis külliyatının –erbabı tarafından sahih olduğu söylenmiş olanlar da dahil– "uydurulmuşluk"şaibesi altında bulunduğu görüşünü "kesin ilmî veri"olarak kabul etmiş bir meal yazarının, "hadis" keli-mesinin olumlu anlamda geçtiği ayetleri "söz",olumsuz anlamda geçtiği yerleri ise "hadis" olarak tercüme etmesi ideolojik meal yazımının tipik örneklerinden birisidir.(2)

-Kader inancıyla problem yaşayan bir meal yazarının,"kader" kelimesinin geçtiği ayetleri "ölçü" ifade ede-cek şekilde yorumlaması ve "Kader "ölçü"dür; kade-re iman Allah'ın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış oldu-ğuna imandır" diyerek kaderi "ölçü"ye indirgemesi ideolojik meal yazımının bir başka örneğidir.(3)

-Ahirette Allah Teala'nın dilediği kullar için ve yine O'nun izniyle şefaat edileceğini bildiren ayetleri,Efendimiz (s.a.v)'in günahkâr mü'minlere şefaat edeceğini haber  vererek tefsir eden mütevatir hadisleri dikkate almadan yapılan şu açıklamalar da zikre değerdir: "Demek ki Allah'ın razı olduğundan başkasına şefâ'atin bir yararı olmaz. Esasen O'nun rızâsı, cennette en büyük ni'met olduğu için O'nun rızâsına mazhar olanın şefâ'ate de ihtiyacı olmaz.Belki şefâ'at onu Hakk'a daha da yaklaştırır. Allah'ın,bazı yüce ruhlara şefâ'at izni verip vermeyeceği kesin belli olmamakla beraber bazı âyetlerden zımnen böyle bir mânâ anlaşılabilir. Asıl âyetlerde sözkonusu edilen şefâ'at, meleklerin şefâ'atidir.

Bu âyetler karşısında Hz. Peygamber'in âhirette büyük günâh sahiplerine şefâ'at edeceği hakkındaki abartılı hadîslerden kuşku duymamak mümkün değildir..."(4)42/el-Bakara suresinin 67. ayetinden itibaren İsrailoğulları'nın kesmesi emir buyurulan inek ile ilgili anlatımlar yer aldıktan sonra 72 ve 73. ayetlerde,"O vakit bir adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle atışmış, (olayı) üstünüzden atmıştınız.Oysa Allah sakladığınızı ortaya çıkaracaktı. Onun içindedik ki: "(kestiğiniz) o ineğin bir parçasıyla o maktule vurun. İşte böyle Allah ölüleri diriltir ve size ayetle-rini gösterir; gerek ki akıllanasınız"buyurulmuştur.

İdeolojik mealciliğin "çarpıcı" örneklerinden birisi de mucize olgusunu aklına sığdıramayan meal yazarı-nın, rasyonel hareket etme güdüsüyle mezkûr ayet-lere verdiği şu manadır: "Çünküey İsrailoğulları siz bir adam öldürmüştünüz ve sonra da bu(suç)un sorumluluğunu birbirini-zin üstüne atmıştınız. Oysa Allah sizin örtbas ettiğiniz her şeyi açığa çıkarmaya kadirdir. Bizdedik ki: Bu (prensib)i bu gibi (çözümlenmemiş cina-yet olay)larının bazılarına da uygulayın. Bu yollaAllah canları ölümden korur ve kendi iradesini sizegösterir ki, (bunu görüp) muhakemenizi kullan(mayıöğren)ebilesiniz."(5)

-Burada ayetin açık ifadesi, ayette geçen kelimeler,bağlam, ilgili rivayetler, müfessirlerin yaklaşımı... hiç-bir şeyin önemi kalmamıştır. Meal yazarı mucizeyi bertaraf etmiştir ya, önemli olan budur!!

Kaç Kur’ân Var?

Hz. Ali (r.a)'ın, Haricîler'le münakaşaya gönderdiği İbn Abbâs (r.a)'la konuşmasını anmanın tam sırasıdır: Onlarla münakaşa ederken Kur’ân'dan delil getirme. - Niçin ey Mü'minlerin Emiri? Ben Kur’ân'ı onlardan daha iyi bilirim; Kur’ân bizim hanelerimizde naziloldu! Doğru söylüyorsun; ancak Kur’ân ayetleri çok anlamlı bir yapıya sahiptir (hammâlun zû vücûh).Binaenaleyh sen (davanı isbat için) bir ayet okursun,onlar da (kendi davalarını destekleyecek başka) birayet okur. Onun için onlarla münakaşa ederken Sünnetlerden delil getir. Sünnetler'den (yorum vetevil yoluyla) kaçamazlar. Tarih kaynakları, hakem tayin etme ve verdiği hükme razı olma meselesi etrafında cereyan eden bu müna-kaşada İbn Abbâs (r.a)'ın, Sünnet ve siretten deliller getirerek binlerce haricînin tevbe edip Hz. Ali (r.a)'ınsafına geçmesini sağladığını kaydeder.(6)

-Kur’ân'ın bu özelliğini vurgulama konusunda Hz. Ali(r.a) yalnız değildir. Efendimiz (s.a.v)'in halasının oğlu olan sahabî ez-Zübeyr b. el-Avvâm (r.a) da oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: Muarızlarına karşı Kur’ân'la mücadele etme; onları iknaya güç yetiremezsin.Sünnet'e sarılmaya bak."(7)

-Tefsir ilminin temelini teşkil eden Ulumu'l-Kur’ân disiplinine vücut veren de Kur’ân'ın bu "çok anlam-lı/çok boyutlu" yapısıdır. Hakkı verilmiş bir tefsir çalışması, Ulumu'l-Kur’ân disiplininin muhtevası yanında rivayeten ve dirayeten Tefsir ilminin müktesebatını da behemehâl dikkate almak durumunda-dır. Aksi halde sadece lafzıyla değil, manasıyla da sonsuz bir umman olan Kur’ân-ı mucizu'l-beyan'ın, meal yazarının sathî nazarının dar kalıplarına hapse-dilmesi hadisesiyle karşılaşmak kaçınılmazdır. Mahzur şüphesizsadece bununla sınırlı değildir. Asıl önemlisi, murad-ı ilahînin berhava edilmesidir ki, "meal üzerine din tasavvuru inşa etme" ameliyesi burada görünür olmaktadır. Her biri "Kur’ân'ın mesajı budur" diyerek okuyucusu-nu farklı bir İslam'a çağıran modern meal yazarları-nın hangisinin takdimi doğru kabul edilmelidir?Kur’ân'da nesh var mıdır, yok mudur? Şefaat hadisle-ri Kur’ân'a uygun mudur, değil midir?

Efendimiz(s.a.v)'in mucizeleri, kabir azabı, sırat, mizan, dahaberiye geldiğimizde kadınla ilgili hükümler, hadd cezaları, başörtüsü, miras paylaşımı, Ehl-i Kitab'ın akıbeti... Bütün bu hususlarda ideolojik meal yazar-larının okuyucuya kendi kabullerini değil de Allah'ın hükmünü aktardığından kim nasıl emin olacak? Bizebu konularda "Kur’ân'ın mesajı" diye sunulan anlam tercihlerinin hepsi aynı anda doğru olamayacağına göre muradullah hangisi?Burada yanlış anlaşılabilecek bir noktayı tavzih ede-lim: Yukarıda Kur’ân'ın "çok anlamlı/çok boyutlu"olduğunu söylemiştim. Bunun anlamı, Kur’ân'ın–hâşâ– birbiriyle çelişik hükümler ihtiva etmesi değil-dir. Sünnet'i ve Sahabe başta olmak üzere nesilden nesile intikal eden Nebevî anlayış üzere yürümüşbulunan Selef'in belirleyici rolünü göz ardı ederek Allah Teâlâ’nın muradına ulaşmak mümkün değildirve yukarıdaki tesbit bunu ifadeye koymaktadır
Dolayısıyla az yukarıda zikrettiğim, nesh meselesin-den Ehl-i Kitab'ın akıbetine kadar bir dizi meselede-ki meal ihtilafı, ya meal/tefsir için gerekli donanıma gerçek anlamda sahip olmamaları veya Sünnet'e itti-ba başta olmak üzere muradullaha ulaşmak için gözetilmesi gereken ilkeleri göz ardı ederken Ehl-iKitab'ın kendi kitaplarına uyguladığı modern anlama metotlarını esas almalarıdır. Birçok ayette Yüce Allah (c.c.), fasıkları, zalimleri,aşırı giden şüphecileri ve kalbinde hastalık bulunan-ları saptırdığını ifade buyurmaktadır.(8)

-Öyleyse Kur’ân'a önyargılı yaklaşmak, kafasındaki şablona ve kalbindeki hastalığa Kur’ân'dan meşruiyet delili ara-mak buradaki ihtilaf ve çelişkinin başlıca sebebi ola-rak tesbit edilmelidir. Ulumu'l-Kur’ân, Tefsir ve Usul-i Tefsir müktesebatı-nın yok sayıldığı, Usul-i Fıkh'ın o muhteşem "anla-ma" sistemine burun kıvırıldığı bir ortamda, üstüneüstlük bir de Ehl-i Kitab'ın kendi kitaplarını kadavra muamelesine tabi tutarak işlettiği tarihsel ve edebîtenkit metotlarını, "hermenötik" tekniklerini ilahî kelama uygulama azmiyle hareket eden birmeal/tefsir yazarı "ben böyle anlıyorum" ukalalığına düşmüşse başka ne söylenebilir ki!

Kur’ân'ı  Kişisel Görüşle Tefsir Etmek

Hiçbir meal yazarı üstüne alınmadığına göre, "Kim Kur’ân'ı şahsî görüşüne göre tefsir ederse ateşteki yerine hazırlansın"yahut "Kur’ân'ı şahsi görüşüyle tefsir eden kimse isabet etse de hata etmiştir"(9)tar-zındaki Nebevî ihtarların kime hitap ettiği sorusu daburada önemlidir. "Kur’ân'ın şahsî görüşle tefsir edilmesi"nden ne anlaşılması gerektiği netleşmeden mezkûr rivayetle-rin kime hitap ettiğini anlamak da mümkün olmaz. "Ulema şöyle demiştir: Kur’ân'ın şahsî görüşle tefsir edilmesi şu durumlarda söz konusu olur: Burada kastedilen, Kur’ân'ı sadece naklî verilere dayanarak tefsir etmek ve istinbatı (dirayete dayalı hüküm çıkarma ve tefsiri) terk etmek olabileceği gibi başkabir durum da olabilir. İlk ihtimal, yani Kur’ân'ı, sade-ce nakle dayalı verilerle tefsir etmek kastedilmiş ola-maz.

Zira Sahabe Kur’ân'ı (dirayet ve istinbatla) tef-sir, bunun sonucunda da birbirinden farklı görüşler halinde ihtilaf etmiştir. Bu ihtilaflarda taraflarcabenimsenen her görüş Efendimiz (s.a.v)'den işitilmiş şeylere dayanmıyordu. Efendimiz (s.a.v), İbn Abbâs(r,a)'a, "Allahım, onu dinde fakih kıl ve kendisine tevi-li öğret"diye dua ettiği halde, aksini düşünmek nasıl mümkün olur? Şayet bu hadiste geçen "tevil", tıpkıayet gibi Efendimiz (s.a.v)'den işitilmiş şeyleri ifadeetseydi, bu duanın İbn Abbâs (r.a) hakkında hususi olmasının ne anlamı olurdu?"Hadiste geçen yasaklamanın, iki durumuhedeflediği söylenebilir:"

1. Kur’ân'ı tefsir eden kişinin, bir konuda benimse-diği bir görüşü vardır; hevası ve tabiatı o görüşe meyletmiştir. O kimse, sahih bir amaç üzere bulun-duğunu ortaya koymak için Kur’ân'ı hevası doğrultu-sunda tevil eder. Eğer önceden o görüş ve hevanın etkisi altında bulunmasaydı, Kur’ân'dan çıkardığı oanlamı çıkarmayacaktı."Kimi durumlarda insan bunu, ayetin muradının o olmadığını bile bile yapar.

Gerçeğin farkında olduğu halde muarızlarına üstünlük sağlamak için böyle davranır. Kimi durumlarda ise bilgisizlik söz konusu-dur. Bu da şöyle olur: Ayet birkaç anlama ihtimalli-dir; kişinin anlayışı onu, amacıyla örtüşecek tarzda anlamaya meyleder. Böylece o anlama biçimi kişinin görüşü ve hevası doğrultusunda teraccuh eder. Eğer önceden benimsediği o görüş olmasaydı, kişi o anla-ma biçimini tercih etmeyecekti."Bazan da kişinin sahih bir amacı olur. O amacına Kur’ân'dan delil arar ve farklı bir şeyin murad edildi-ğini bildiği bir ayetle amacına istidlalde bulunur.İnsanları, kalp katılığıyla mücahedeye çağıran kimse-nin, "Firavun'a git. Zira o pek azdı"(20/Tâ-Hâ, 24;79/en-Nâzi'ât, 17) ayetindeki Firavun'un "nefis"olduğunu söylemesi böyledir."

2. Kişinin, garibu'l-Kur’ân'a ve kapalı lafızlar, ihtisar,hazf, ıdmar, takdim, tehir gibi hususların söz konusu olduğu ayetlere taalluk eden nakil ve rivayetlerden yardım almaksızın, sadece Arapça lafzın zahiriyle yetinerek Kur’ân tefsirine atılması. Tefsirin dış anla-mında öncelikli olarak nakil ve rivayete dayanmak vazgeçilmez bir gerekliliktir. Kişi bu suretle hataya düşmekten korunmuş olur. Bundan sonra anlama ve hüküm istinbat etme aşaması gelir..."(10)Bu son derece isabetli ve hikmetli tesbitler bir nok-tayı dikkatimize sunuyor:

Meal ya da tefsir yazarı,önceden şu veya bu kaynaktan beslenerek benimse-diği görüşlerin etkisi altında hareket etmemelidir.İşte kırılma noktası tam da burasıdır. Kim sahip oldu-ğu görüşlerin "heva kaynaklı" olduğunu söyler ki!Kimin hangi görüşünün heva kaynaklı olduğuna kim karar verecek?İtikadî duruşumuzun ve istikametimizin işin içine doğrudan girdiği noktadır burası. Yukarıda bunu "ideolojik mealcilik" olarak ifade etmiştim. Gerçek şudur ki, Ehl-iSünnet dışı kabul ve inançların tervi-ci için veya onların etkisi altında Kur’ân meali ya da tefsiri yazmak,Kur’ân'ı heva ile tefsir etmek/ meal-lendirmek demektir. Mezkûr riva-yetlerde yerilen tam da budur.

İlle Meal Okunacaksa...

Ahmed Cevdet Paşa merhum,Fatih dersiâmlarından Osman Râşid Efendi başkanlığındaki ilmî bir heyete yazdırılıp 1927 yılında neşredilen meal çalışmasını takdim ederken bu farkı fark etmemizi kolaylaştıracak bir noktaya dikkat çekmiştir:

"Kur’ân'ı Kerim'in acızık mezâyâsına(meziyetlerin-den az bir kısmına) vakıf olabilmek için lisan-ıArab'da pek çok maharet lazımdır. Herkes lisan-ı Arab'da olan meleke ve maharetinin derecesinegöre ânın (Kur’ân'ın) zevkine varır. Hakkıyla başkalisana tercemesi ise kabil değildir. Ancak Arapça bil-meyenlere sathîce ma'ânî-i evveliyesini tefhîm(ayet-lerin birincil anlamlarının yüzeysel olarak kavratıla-bilmesi) için mukaddemâ bazı zevat-ı kiram (daha önce bazı kıymetli zatlar) ânı (Kur’ân'ı) lisan-ı Türkî'ye terceme etmişlerdir...

"Meal üzerinden din tasavvuru oluşturma eylemi ile herkesin müktesebatı ölçüsünde Kur’ân'dan feyizyab olmasına aracılık etmek arasındaki fark bu ifadelerde alabildiğine net bir şekilde kendi-sini göstermektedir.Nitekim Mustafa Sabri Efendi merhum da bu noktaya parmak basmış ve mealin Kur’ân gibi telakki edilerek değil, muhtasartefsir gibi okunması gerektiğine dikkat çekmiştir. (12)"Kur’ân'ı şöyle baştan sona birokuyup Rabbimin bana ne indirdi-ğini görmek istiyorum" gibi bir maksatla yola çıkan okuyucunun dikkat etmesi gere-ken birtakım hususlar olduğunu belirterek bitirelim:

1. Öncelikle Ehl-i Sünnet itikadını sağlam kaynaklar-dan okuyup eksiksiz öğrenmelidir.

2. Meal yazarının Ehl-i Sünnet olmasına; ayrıca mealyazacak birikim ve ilmî kudrete sahip bulunmasına dikkat etmelidir.

3. Okuduğu metnin Allah Kelamı değil, meal yazarı-nın Allah Kelamı'ndan anladığı şey olduğunu sürekli hatırda tutmalıdır.

4. Okuduğu metnin, Kur’ân'ın lafız özelliklerini hiç yansıtmadığını, mana özelliklerini ise kısmen yansıt-tığını bilmelidir.

5. Meal okumalarından elde edilecek şeyin,Kur’ân'ın muhtevası hakkında yüzeysel bilgi olduğu-nu, daha fazlası için mutlaka muteber bir tefsiri ciddi biçimde mütalaa etmek gerektiğini asla unutmamalıdır.

(İbrahim Hilmi)-Kuran Türkçe Tercümesi

2-Yaşar Nuri Öztürk

3-
Devamını Oku »

Ebedi Kurtuluş İçin Reçete: İlim, Amel ve İhlas


Aziz kardeşim!

Bilmelisin ki, ebedî kurtuluşa erişmek için üç temel esasın elde edilmesi insan için mutlaka gereklidir. Bu üç esas ilim, amel ve ihlâstır.


İlim iki kısımdır. Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını/ifa/ı ilmi üstlenmiştir. Diğer bir kısım vardır ki, bundan maksat da sadece kalp için yakîn (kesin kanaat) ve inanç elde etmektir.

Bu kısım, kurtuluşa eren fırkayı temsil eden Ehl-i sünnet ve'1-cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda kelâm ilminde bü­tün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluş beklemeye dahi hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara aykırılık söz konusu olursa iş tehlikede demektir. Bu tespit güvenilir keşif ve açık ilham açısından da kesinlik k zanmıştır. Bunun aksi olma ihtimali yoktur.

Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna tâbi olmaya ve onları taklit etmeye muvaffak olana ne mutlu! Bunlara aykırı yol tutanlara da yazıklar olsun! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını redde­derek bunların cemaatinden ayrılan kimse hem kendi sapmıştır hem de başkalarını saptırmıştır.

Ehl-i sünnet'e muhalif olan bu kimseler, Allah'ın ahirette gö­rülebileceğini ve şefaati inkâr ederler. Resûlullah (s.a.v) ile beraber olmanın ne kadar fazilet ifade ettiğini ve sahâbe-i kirâmın üstün­lüğünü görememişlerdir. Peygamberimiz'in ailesine ve Fâtıma (r.a) validemizin evlatlarına muhabbetten mahrum kalarak Ehl-i sünnet'in nail olduğu birçok hayırdan geri kalmışlardır.

Sahâbe-i kirâm, kendi aralarında en üstün kişinin Ebû Bekir (r.a) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Sahabenin hallerini en iyi bilen biri olarak İmâm Şâfiî (rh.a) der ki: "İnsanlar Resûlullah'tan (s.a.v) sonra zora düştü ve gök kubbenin altında Ebû Bekir'den (r.a) daha hayırlı birini bulamadı­lar ve onu başlarına halife seçtiler."

İmam Şâfiî'nin bu sözü açıkça işaret etmektedir ki, sahâbe-i kirâm Ebû Bekir'in (r.a) en üstün kişi olduğu konusunda ittifak etmiştir. Bu da, onun sahabenin en üstünü olduğu konusunda icma olduğunu gösterir. Dolayısıyla Ebû Bekir'in (r.a) en üstün ol­duğu hükmü kesin olup inkâr edilemez.

Resûlullah'ın (s.a.v) Ehl-i beyt'i de Nuh'un (a.s) gemisi gibi­dir. Ona binen kurtulur, geri kalan ise helak olur. Bazı arifler der ki: Resûlullah (s.a.v) ashabını yıldızlara benzetmiştir.(Deylemi,el Firdevs,nr.6497)

"Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar" (Nahl, 16/16).

Resûlullah (s.a.v) kendi ailesini de Nuh'un (a.s.) gemisine benzetmiştir. Bu da gösteriyor ki, Nuh'un (a.s.) gemisine binenle­rin helakten emin olmak için mutlaka yıldızları takip etmesi gere­kir. Yıldızları gözetmedikçe kurtuluş imkânsızdır.

Şu da bilinmelidir ki, onların birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek gibidir. Zira onlar Resûlullah (s.a.v) ile beraber olma nime­tinde ortaktırlar. Peygambere beraber olma fazileti ise bütün fazi­let ve kemâlâtın üstündedir. Bu nedenle tâbiînin en hayırlısı olan Veysel Karanı, Peygamberimizle beraber olanların en aşağı dere­cesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir.

Ne olursa olsun, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile birlikte olma şere­fine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların imam, Nebî (s.a.v) ile beraberlikleri ve vahyin inişine şahit olmaları vesilesiyle müşahe­deye dayalıdır. Sahabeden sonra imanın bu derecesi hiç kimseye nasip olmamıştır. Ameller ise imanın dallan sayılır. Bu bakımdan amellerin olgunluğu imanın olgunluğuna bağlıdır.

Sahabe arasında cereyan eden bazı görüş ayrılıkları ve siyasî tartışmalar, onların üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırılmalıdır. Bu tartışmalar nefsanî arzuları ve cahillikleri sebebiyle olmamıştır. Aslında bu olaylar dinî içtihat ve bilgiden kaynaklanmıştır. Onların bir kısmı içtihadında hata etmiş olsa bile, hata edene de Allah katında mükâfat vardır.

İşte bu anlayış, ifrat ve tefrit arasında bulunan Ehl-i sünnet'in seçtiği orta yoldur. Ayrıca en güvenli ve sağlam yol da budur.

İmam Rabbani, Mektubatı Rabbani, cild:1

(SEMERKAND YAY.)
Devamını Oku »

Dünyaya Aldanmamak

Dünyaya Aldanmamak

Bilmelisin ki, bu dünya dış görünüşü itibariyle tatlıdır. Gö­rünüşte bir cazibeye sahiptir. Fakat o gerçekte öldürücü zehir ve boş bir metadır. Dünyaya dönük olan alaka ve irtibatın arkasında bir fayda yoktur. Dünyanın makbul gördüğü kimse rezil, ona kendini kaptıran da delidir. O tıpkı altınla donatılmış pislik ve şe­kere bandırılmış zehir gibidir.

Akıllı kimse odur ki, böyle kuru bir metaa aldanmaz ve bu­nun gibi bozuk bir mala ilgi duymaz. Bu nedenle fakihler demiş­lerdir ki: "Bir kimse malının akıllı kimselere verilmesini vasiyet etse, malın zahit kimselere verilmesi gerekir." Zira onlar dünyadan yüz çe­virir, ona değer vermezler. Bu da onların akıllarının ve zekâlarının üstünlüğüne işaret eder.

İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1
Devamını Oku »

Vesvesenin Türleri ve Vesveseden Kurtuluşun Çareleri



Vesveseden kurtuluş nasıldır? Vesveseci, vesve­sesi tesir etmediği zaman kula ısrar eder mi? Bil ki, vesvese iki türlüdür: Birincisi, şeytandandır. Şeytan gelip de kişiye vesvese verdiği zaman, vesvese Allah’ı zikretmek suretiyle defedilir ve şeytanın burnu sürtülür. Bu yüzden şeytan “hannâs” olarak isimlendirilmiştir.

İkincisi ise nefstendir. Bu vesvese daha güçlü ve daha zordur. Her ikisi de Kuran’da “insan­lardan ve cinlerden ’ (Nas 114/6) ifadesinde zik­redilmiştir. Cinler ifadesiyle şeytan, insanlar ifadesiyle nefs kastedilmiştir. Şeytan, cin olarak isimlendirilmiştir. Çünkü İblis kendilerine cin denilen meleklerden olan bir cindi ve onların başkanıydı. Yeryüzündeki cinler meleklerden değil, sıcak bir rüzgârın ateşinden yaratılmış­lardır. İblis gurur ateşinden, melekler ise izzetin nurundan yaratılmışlardır.

İnsanların insan olarak isimlendirilmelerinin se­bebi kendilerinde bulunan ünsiyettendir. İnsan­lar ünsiyet yoluyla birbirleriyle yakınlık kurarlar. Bundan yoksun oldukları zaman yalnızlaşırlar. Nefs kişiye her türlü arzu ve lezzetlerle vesvese verir. Bu yüzden nefsin vesvesesi daha güçlü ve daha zordur. Bu tür vesvesenin defedilmesi ölümü hatırlamakla mümkün olur. Çünkü ölümü hatırlamak, nefste süreklilik kazandığında nefsteki ar­zular ölür. Yok olacaklarını ve durumlarının deği­şeceğini bilmekten dolayı nefs o arzuları gözünde değersizleştirir, hor ve küçük görür. Nitekim Hz. Peygamber ölümü hatırlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni hatırlayın!” Hadis-i şerif şu anlama gelmektedir: Ölüm her şeyi ayan beyan görmektir. Bu yüzden, ölümün hatırlanması nefsi dehşete düşürür. Sahip oldu­ğu azıcık şey kendisine çok görünür ve “Bugün ya da yarın ölürüm” der durur. “Yarın öleceğim. Bununla ne yapayım ki, ölüm beni istiyor” diye düşünür. Bu, tul-i emel sahibi olmayan, emelini kısaltan kimse içindir. Bu sebeple Hz. Peygam­ber şöyle demiştir: “Dünyada züht, emeli kısalt­maktır.” Kul, bu iki zikirle yani Allah’ı anmak ve ölümü hatırlamakla her daim bu iki vesveseyi de yok eder. Öyle ki, bu zikir kulun kalbine hâkim olur. Sadrı aydınlanır. O, Allah’ın daha çok lütfuna mahzar olur ve Allah’tan daha çok korkar. Kalp korkuya bağlandığı zaman vesve­seden arınır. Çünkü kalpte marifetin hâkimiyeti gerçekleşmiştir. Kalp, yönetici olmuştur. Sadır ise halvet ve sükûnet halinde adeta bu dünyada­ki bir yönetici konağı gibi olmuştur ki orada her türlü ses duyulur ve hiç kimse ne bir ayak sesi ne de bir fısıltı çıkarmaya cesaret edemez. Zira onları bu yöneticiyi görmenin ve ona yakın ol­manın heybeti sarmıştır. Aralarındaki söz fısıltı şeklinde, yürümeleri dikkatli bir şekildedir.

Bundan önceki gürültü patırtı ve şamata ise nefstendir. Nefs bunu sadra gönderir. Haşyet havf, fark ve Allah’ın yüceliğinden kaynaklanan korkularla nefste marifetin hâkimiyeti tesis edi­lince nefs olduğu yerde ölüverir. Sesleri, gürültü patırtıları artık diner.

Bir de Haşan Basrî’den (r.a) nakledilen bir söz vardır. Bir adam kendisine vesveseden şikâyet ettiğinde ona “Ondan bizde çokça vardır” de­miştir. Işte bu, imanın vesvesesidir. Çünkü kul­ların kalbinde bulunan iman gözükmez, ondan Allah’tan başkasının haberi yoktur. İmanda nifak bulunduğu zaman kullar bunu bilmeye­bilirler. Şeytan tamahkârlığı herkeste buluna­bilir, şeytan kendisine verilen şeyle bunu bütün kullara bulaştırabilir. Sadırdaki kalp gözü ara­sına bu atıldığı zaman kalpteki iman közünden bir kıvılcım uçar ve bu atışı yakıp yok eder. Bu durumda şeytan kaçar ve kendi yerinde ezilmiş büzülmüş olarak kalır. Sadırdaki bu kıvılcım, delip geçen bir parıltı haline gelir. Bu, imanm nurudur. Bu en iyi ve en yüksek mertebedir. Çünkü iman örtülü bir haldeydi. Böylece ışığı ve parıltısı ortaya çıkar ve aydınlatır. Bu, kal­bin fiili ve kazanımıdır. Yöneticinin yani kalbin kazanması ile bir hizmetçinin -ki hizmetçiler, organlardır- kazanması birbirine eşit değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber kendisine bundan şikâyet eden kimseye “İşte saf iman budur” de­miştir. Hz. Peygamber, onu saf olarak isimlendirmiştir. Çünkü imanın üzerini kaplayan kirli­likler dağılmış, örtüler açılmıştır.iman üzerin­deki örtü Allah’tan olup bir rahmettir. İnsanın yapıp ettiklerinin neticesinde imanın üzerinde biriken kapalılık ise kulun imanında ortaya çı­kan bir şeydir, dünyevi ilgi ve arzulardır. Bu du­rumda kapalılık dağılır, örtü açılır ve iman sadrı aydınlatır. Işıtır ve parlatır. Bu, saf imandır. Hz. Peygamberin sözü de, düşmanın getirdiği pis­liklere dair değil, bu közden ortaya çıkan kıvıl­cım hakkındadır.

İnsanoğlunun kalbi, çakılan bir çakmaktaşı me­sabesindedir. Nice taş vardır ki ateşi tutuşturur. Nicesi de vardır ki ateşi tutuşturmaz. Sen taşı taşa vurup çakarak ateşi tutuşturmaya çalışırsın. Tutuştuğu zaman bir kenara koyarsın ve ihtiya­cın olduğunda kullanırsın. Tutuşturmadığın­da ise atarsın. Şeytan da bu şekilde çakmağım atar. Onunla senin kalbine vurduğunda sadrın­da, kalbindeki marifet nurundan bir kıvılcım ortaya çıkar. Şeytan onu yerinden alır ve sana vesvese ile sıkıntı vererek senden bir şey çalma­yı umar durur. İman düğümünü çözmeye güç yetiremezse onu bozar. Çünkü iman düğümü korunmuştur ve iman da organlara sirayet eden inanç kategorisine giren amellerdendir. Şeytan attığı zaman imanın bulunmadığı kalbi vurur. Bu kimse münafıktır. Onun imanı sözündedir, sadece organlarının amelindedir. Bu atış kalbe vurduğu fakat bir ateş ya da kıvılcım tutuşturmadiği zaman şeytan onun hiçbir şeye sahip olmayan ve Allaha ihtiyacı bulunmayan boş bir kalp olduğunu anlar. Onda Allah’ın olmadığını fark eder. Onu yerine bırakır. Durumunu bu­naklığına verir ve onunla meşgul olmaz. Çünkü o zaten onundur. Zira şeytan ancak bir şeyi boz­mak için vesvese verir. Bozulacak bir şey gör­meyince onu kendisine saklar ve terk eder.

Şeytan ancak kendisine bir şey atılan ve bu atı­lan şeyin de kalbinin batınından iman nurunu tutuşturduğu kimseyle meşgul olur. O vakit onun yakını olur. Paçaları sıvar ve kıskançlığın­dan dolayı kendini onu bozmaya adar. Bu, Hz. Peygamberin (sav) ashabının vesveseyi kaybet­tiklerinde düşmanlarının eksik kaldığına dair gelen hadisin tevilidir.

İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: “Müminin duasının kabul olduğunun alameti, vesvesedir.” Zira ehl-i kitaba vesvese verilmez. Çünkü düş­man onların işlerini boş vermiştir. Onlar artık düşmanın olmuşlardır. Ehl-i kitap ile müşrikle­rin kalpleri harap olmuş bir ev gibidir. Hırsızlar fakirlerin evlerine uğramazlar, zenginlerin evle­rine yönelirler.

Kalpler çeşit çeşittir. Bazıları harap olan ve düş­manın uğramadığı kalplerdir, bazıları ise pek çok hayır ve iyilik bulunan kalplerdir. Sonun­cu türden kalpler, kendisinde pek çok zengin­lik ve meta bulunan bir ev gibidir. Hırsızlar bu eve girmek ister. Ne hırsız kendi işini bırakır ne de evin sahibi evini koruma noktasında bir gaflet gösterir. Zira ev sahibi gaflet etse, metamı kaybeder. Yöneticinin konağında da cevherler vardır. Hırsızların bunlara ulaşma ümidi ise ke­silmiştir. Çünkü ev güzelce korunmaktadır. Pek çok bekçisi vardır. Yöneticiye karşı işlenecek bu suçun cezası da büyüktür. Bu ceza ya ölümdür ya da asılmadır.

Kalpler üç türlüdür. Birincisi kâfirin ve müna­fığın kalbidir. İkincisi, Allah’ın tevhit ehli kul­larının kalbidir. Üçüncüsü, Allah’ın veli ve has kullarının kalbidir. Bu kalp Allah’ın koruması altındadır. Onu Allah kullanır. Düşman ise ves­veseleri ile bu kalbi meşgul etmekten ümidini kesmiştir. Hz. Peygamberin (sav) şu sözünü görmüyor musun: “Şeytan Ömer’le ancak yü­züstü yere kapanarak karşılaşır.” Bu Ömer’in kalbine hâkim olan şeyden dolayıdır. Hz. Pey­gamber (sav) ayrıca “Kim Allah’ı yüceltirse Al­lah da onu her şey karşısında yüceltir” demiştir. Bu yüzden Saad b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Namazdan başka beni hoşnut eden bir şey ol­madı.” Namazda vesvesenin kesilmesi, Allah’ın azametiyle dolmuş kalplerde olur. Allah’ın aza­metinin nuru onların kalplerini aydınlatmıştır. O kimse azamet ummamnda yüzmektedir. Şeytan ona dünyalık sözlerden bahsetmeye ne zaman güç yetirsin! Ya da bu kalp bu ummanda şaşkın şaşkın dolaşırken ne zaman bir şeye yönelebilsin!

Hakim Tirmizi-Edeb Ya hu (hayykitap yay.)



Devamını Oku »

Hz.Ali'den Seçme Şiirler

Hz.Ali'den Seçme Şiirler

Eğer zaman seni ısırırsa, selâmeti bekle; zîrâ selâmet onu bekleyene elbette gelip konacaktır.

Eğer sana zarar dokunursa, ve ona dûçâr olursan, sabret, zîrâ ferahlık onun akîbindedir.

Hastalıktan kalkmış nice adamlar hastalıkların­dan inlediler, ve nice inletenler uykusuzluktan göz kapayamadılar.

Nice zahmet çekenler telaşlarındadır, ve nice belâ düşkünleri korkularından uyuyamaz.

Gecelerinin akşamında mesrûr olan nice adamla­rı sabahleyin musibet kaplar.

Zamana arkadaşlık eden adam onun arkadaşlığı­nı zemmeder, hâlbuki onun berrağına da bulanı­ğına da destres olur.
--------------------------------------------------

Dünyaya tama* etmeyi bırak, ve ma‘îşette tama‘kâr- lık etme.

Dahi maldan çok şey toplama, zîrâ kime bırakaca­ğını bilmezsin.

Hem bilmezsin ki kendi toprağına mı yoksa baş­kasına mı atılacaksın.

Zîrâ rızık taksim olunmuştur, ve insanın çabala­ması fâide vermez.

Her tamakârlık eden adam züğürt, ve her kanaat­kârlık eden zengindir.
--------------------------------------------------



Câhil ile görüşme, ve kendisinden sakın; zîrâ nice câhiller, bir hakime karındaşlık gösterdikleri sıra­da, kendisini helâk etmişlerdir.

İnsan yoldaşlık ettiği adama kıyâs olunur;zîrâ bir gönül diğer bir gönle ulaşınca ona numûne olur.
--------------------------------------------------

Ey cehâletten dolayı soyla tefâhür eden adam, bil ki bütün insanlar bir anadan ve bir babadandır.

Onların gümüşten ya demir ya bakırdan yâhûd altından yaratıldıklarını görüyor musun ?

Mallarından yaratıldıklarını görüyor musun? Et­ten ve kemikten ve sinirden başka bir şeyden mi­dirler ?

îftihâr ancak akl-ı metinle ve haya ve iffet ve terbiye ile olunur.
--------------------------------------------------



Hakîkaten dünya dâr ı fenâdır, dünyanın pâyidârlığı yoktur; dünya ancak örümceğin dokuduğu ağa (eve) müşâbihtir.

Ey dünya talebkârı, hakikatte sana ondan bir parça azık yetişir; zîrâ hayatım hakkı için, az vakit sonra dünya üzerindeki adamların cümlesi ölmüş olacaktır.
--------------------------------------------------

Ölü iken, diri oldun; çok geçmeden de ölü olacak­sın.

Fâni olan bu dâr-ı dünyada ev pahâlıdır; o hâlde bâki olan dâr-ı âhirette bir ev binâ et.
--------------------------------------------------

Kendilerine acıdığım adamlar gitti, ve onlardan ayrıldıktan sonra yalnız kaldım.

Toprağın içinde senin ile kendisi arasında iki karış mesafe bulunan zât senden nihâyet dere­cede uzaktır.

Halkın enzârı önünde toprağının tabakaları açılsa, efendi kölesinden fark olunmayacaktır.

Ayağını toprağa basmaya kıyamayan adam yumuşak yanağını toprağa sürüyor.
--------------------------------------------------

Birtakım adamlar geçen zamana kabahat bulur­lar; hâlbuki geçen zaman asla değişmez.

Geceyi görüyorum, ki bildiğim gibi geçiyor; gün­düz dahi bize dönüyor.

Gök dahi bizden yağmuru hapsetmedi; ne de gü­neşimiz ve ayımız tutuldu.

İmdi zamanın sûret-i murûruna kabâhat bulana söyle ki: Zamana haksızlık ediyorsun, insana kabahat bul.
--------------------------------------------------

İlim bir süstür, bunun için tahsîl-i ilim etmelisin; ve yaşadıkça, ilmi arayıp kazanmalısın.

Dahi ilim ile rahatlan, ve Hakk Teâlâya itimâd edip, mâsivâdan müstağni ol; ve yumuşak, aklı metin ve perhizkâr ol.

İlim ile doyma, zîrâ bir gün ya ilme hırsnâk ola­caksın ve yâhûd içine dalıp müstağrak olacaksın.

Dahi takvâ-yı mahzla ibâdet eder perhizkâr bir mert olup, dîni ganimet bil, ve ilmi kapmaya çalış.

Ve bil ki onunla doğru yolu bulursun, zîrâ ilim suyu berrak bir ırmaktır, ki hâheşkeri için iyiliğin­den revân olur.
--------------------------------------------------

 Vefâdârlık ve sadâkat öldü, bunun için insanlarda ne ihsan ne ümit vardır, ümitsizlik ve sabırsızlıkla kederden başka bir şey kalmadı.

İmdi Cenâb-ı Hakk’a i‘timâd ederek sabret, ve hoşnûd ol; zîrâ Hakk Teâlâ kendilerinden ümit olunanların ve kendilerine tebe‘iyyet edilenlerin en sehîsidir.
--------------------------------------------------

Zaman ve günler geçti, ve meydanda günahtan başka bir şey yoktur; sen ise hevâ ve hevesine tâbi‘ olarak, Hakktan gaflet üzeresin.

Dünyada sevincin aldanmaktan ve hasretten, ve dünyada yaşayışın mümkünsüz ve boş şeylerden ibârettir.

Dünyadan azığını hazırla, zîrâ elbette yolcusun; ve çabuk ol; zîrâ ölüm şüphesiz gelicidir.

İyi bak! Zîrâ dünya bir atlının indiği konak gibidir, ki o atlı akşam istirahat edip, sabahleyin yine yolcudur.
--------------------------------------------------

Nefs dünyaya ağlar, halbuki biliyor ki dünyadan selâmeti ondaki şeyleri bırakmasıdır.

İnsan için ölümden sonra ikâmet edecek ev yok­tur, ölümden evvel binâ ettiği evden başka.

İmdi onu iyilikle binâ etmiş ise, ikâmeti güzel olur; ve eğer kötülükle binâ etmiş ise, sakini mahrûm olur.
İmdi insan o ümitleri döşetir, zaman ise devşirir, kişi onları yayar, ölüm ise toplar.Ölüm korkusu altında bile olsa, herkesin kendisi­ne kuvvet verir birtakım ümitleri vardır.

Mallarımızı mirasçılar için topluyoruz, ve evleri­mizi, zaman vîrân etsin diye, binâ ediyoruz.

Dünyada nice şehirler binâ edilip de, vîrân oldu­lar, ve ahâlîsi ölüm mücâzâtına uğradılar.
--------------------------------------------------



Zaman ancak bir uyanıklık ile bir uykudan ve bunların arasında bir gece ile bir gündüzden baş­ka bir şey değildir.

Birtakım adamlar yaşıyorlar, ve birtakım adam­lar ölüyorlar; zaman ise melâmet kabul etmez bir hâkimdir
--------------------------------------------------



Sabır emel ve arzu olunan şeylerin anahtarıdır, ve her bir iyilik onunla olur.

Her ne kadar sabır geceleri uzun sürse dahi, sab­ret, zîrâ sabır ile çok defa harûn at muti* olur.

Ve çok defa sabır ile insan o şeye nail olur, ki hak­kında: “Nafile! Bu olmaz,” denilmişti.
--------------------------------------------------

Devamını Oku »

Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

75.MEKTUP

  • Mirza Bedîüzzaman’a yazılmıştır

  • Önce akideyi düzeltmek, sonra fıkhın bilinmesi gere­ken hükümlerini öğrenmek gerektiği; iki cihanın efen­disine tâbi olmaya teşvik

Allah Sübhânehû sîzlere selamet ve afiyet ihsan eylesin.

Bilmek gerekir ki; dünya ve ahiret saadetinin temini, pey­gamberlerin efendisi Resûl-i Ekrem'e, Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde tâbi olmaya bağlıdır. Allah o âlimlerin bu yol­daki gayret ve çabalarını makbul buyursun. Bu da öncelikle bu büyük insanların görüşleri doğrultusunda akideyi düzeltmek; he­lal, haram, farz, vacip, sünnet, mendup, mubah ve şüpheli olanları öğrenmek ve mutlaka bu bilgiyi uygulamakla mümkündür.

İnanç esasları ve uygulamayla ilgili bu iki kanada sahip ol­duktan sonra, şayet ebedî saadet için İlâhî inayet de olursa ulvî âleme doğru yükseliş mümkün olur. Aksi takdirde boşa kürek çe­kilmiş olur.

Bu değersiz dünyanın insana yaptıkları herkesçe malum ol­duğu halde nasıl arzulanır? Dünyaya ait emeller, makamlar ve mevkiler nasıl ulaşılması gereken hedefler haline gelir?

Yüksek gayelere ulaşmayı hedeflemek gerekir. Allah Teâlâ'dan kula nasip olacak her şey mutlaka bir vesileyle gerçekle­şir. O halde O’na ulaştıran vesileyi aramak gerekir.

İşte asıl mesele budur; gayrisi nafile!

Tam bir yönelişle himmet talep ettiğiniz için size müjdeler olsun. Sağ sâlim ve kazançlı olarak geri dönmenizi dilerim.

Ancak mutlaka gözetilmesi gereken bir şart vardır; o da tek bir yöne yönelmektir. Yönelişin birden fazla olması, sâlikin kendi­sini dağıtması demektir. Meşhur bir sözdür: "Bir mahalde ikamet eden, her yerdedir. Ancak değişik yerlerde dolanıp duran hiçbir yerde değildir."

Allah Sübhânehû size ve bize Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) şeriatında istikamet üzere olmayı nasip eylesin.

Selam hidayete ve her daim Hz. Muhammed Efendimize (s.a.v) tâbi olanların üzerine olsun.



İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1

(Semerkand Yay.)

Devamını Oku »

Dünya Nedir Bilir Misin?

Dünya Nedir Bilir Misin?

Ey oğul!

*Dünya nedir bilir misin? Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöh­ret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû'dan uzak­laştıran ve O'na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır. Boş şeyler­le meşgul olmak da dünyaya dâhildir.

Ahiret işleriyle ilgisi olmayan ilimler de dünyadan kabul edilir. Astronomi, mantık, geometri, aritmetik vb. faydasız ilimleri tahsil etmek faydalı olsaydı filozoflar kurtuluşa ererdi.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlanın bir kuldan yüz çevirdiğinin işareti, kulun kendi­sini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmasıdır. (Beyhaki,ez-Zühd,nr.72)

Kim kalbinde hardal tanesi kadar da olsa Hak aşkının dışında bir şey taşırsa, o hastalıktır.

Namaz vakitlerini bilmek için astronomi öğrenmenin gerekli olduğunu söyleyenler, "Namaz vakitlerinin bilinmesi ancak astro­nominin öğrenilmesiyle mümkündür" şeklinde bir şey kastetmiyorlar. Kastettikleri, astronominin vakitleri bilme yöntemlerinden bir tanesi olduğudur. İnsanların çoğu astronomiden haberleri ol­mamasına rağmen namaz vakitlerini astronomi âlimlerinden çok daha iyi bilmektedir. Yine bu meyanda mantık, aritmetik vb. ilim­lerin genel anlamda bazı şeriat ilimlerinin anlaşılmasında katkısı olduğunu belirtmişlerdir.

Hülasa bu ilimler ile meşgul olmak için ancak zorlama bir cevaz bulunabilir ki bu cevaz da bir şarta bağlıdır. Bu ilimlerin öğ­renilmesi şer’î hükümleri bilmek ve inanç esaslarını güçlendirmek gayesine dönük olmalıdır. Aksi takdirde bu ilimlerle meşgul ol­mak kesinlikle caiz olmaz.

İnsaflı düşünmek gerekir; mubah bir işle meşgul olmak, bir vacibin kaçırılmasına ya da ihmal edilmesine sebep oluyorsa bu iş mubahlıktan çıkar mı çıkmaz mı? Elbette çıkar! Şurası bir gerçektir ki bu ilimlerle meşgul olmak zaruri olan şeriat ilimlerinin ihmal edilmesine sebep olmaktadır.

İmam Rabbani,Mektubatı Rabbani,cild:1

Semerkand Yay.

Devamını Oku »

Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin AlternatifiOlabilir?

Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin Alternatifi Olabilir?

  • Duyularımız gerekli mi gerekli, gözümüz olmadan gö­remeyiz, kulağımız işitemeyiz.

  • Ama gördüğümüz ve işittiğimiz şeyin ne olduğunu bil­mek için duyularımız yetmez akla ihtiyacımız vardır.

  • Aklımız var, lazım mı lazım, aklımız olmasa düşüne­meyiz.

  • Düşünemezsek hayvanlardan bir farkımız kalmaz zaten.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız duyularımızın yerine geçebilir mi? - Kesinlikle hayır.

  • Duyularımız fiziksel âlemde işe yarar, nesneleri görü­rüz, çiçekleri koklarız...

  • Aklımız da fiziksel âlemde işlevseldir, hesap kitap yapa­biliriz, uçsuz bucaksız denizlerde yolumuz bulabiliriz. Gü­neş in ne zaman tutulacağını hesaplayabiliriz.

  • Peki, ya sıra fizik ötesine gelirse! Örneğin ilk yaratılışı, yaşamın anlamını, aşkı, ölüm ötesini aklımızla kavrayabilir miyiz?

  • Bir dereceye kadar kavrayabiliriz. Ama örneğin “aşkı anlamak” başka şeydir, “aşkı yaşamak” başka şeydir!

  • İşte tam burada duyularımızın ve aklımızın ötesinden bir kavrayış gücüne ihtiyaç duyarız; bu da KALP’tir.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız kalbimizin yerine ge­çemez. Bunun tersi de doğrudur, kalbimiz aklımızın aklımız duyularımızın yerine geçemez.

  • İnsan-ı Kâmil, duyularının ve aklının yanı sıra kalbini son haddine kadar kullanan insandır.

  • Sûfıler kalbin yerine geçme iddiasındaki akla karşıdır; yoksa aklı harekete geçirmek, düşünmek Hazret-i Kuran’ın en çok vurguladığı taleplerden biridir.

Terapistin Sufi Olursa-Ali Rıza Bayzan
Devamını Oku »