''Eline,Diline,Beline Sahip Ol''



''Eline,Diline,Beline Sahip Ol''

Hacı Bektaş Veliye ait “Eline, diline, beline sahip ol!” sözü, Sûfi Yolunda çok önemli bir ilkedir. Bu sözde geçen

  • “el”in esi (elif) harfi,

  • “dirin dsi (dal) harfi,

  • “berin b’si (be) harfi

Arapça’ya göre bir söz oyunuyla bitiştirilirse ortaya “edeb” kelimesi çıkar.

Sûfi Yolunda edebin çok özel bir yeri vardır. Bunun için “Edeb Ya Hû” “İlla edeb” sözleri sûfilerin dilinden düşmez.

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Meczubun Gönül İlacı

Meczubun Gönül İlacı

Önde gelen sûfilerden Bayezid-i Bistamî (ö. 878) ilaç ya­parken rastladığı bir hekime:

Ey tabib! Sende benim hastalığıma da ilaç var mı? dedi. Hekim sordu: Hastalığın nedir?

Bayezid: Günah hastalığı, cevabını verdi.

Hekim ellerini iki yana açarak: Ben günah hastalığının ila­cını bilmem, dedi.

O esnada orada bulunmakta olan meczub bir genç söze karışıp: Baba, senin hastalığının ilacını ben biliyorum, dedi. Bayezid de sevinçle: Söyle ey delikanlı, dedi.

Halkın meczub gördüğü, ancak hakikatte bir irfan sahibi olan genç, günah ilacını şöyle tarif etti:

On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhid tokmağı ile döv! İnsaf ele­ğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..

Bunları dinleyen Bayezid içini çekti ve:

- Senin gibi irfan sahiplerine mecnun/delirmiş diyerek ken­dilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!, dedi.



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Kalp,Aklın Ötesindedir

Kalp,Aklın Ötesindedir
Akıl bağımlıdır...
• Kalp ise bağımlı değildir...
• Kalp aklın ötesindedir.

Hakikatin gerçekten bilinmesi ancak kalp iledir.
Muhyiddin İbn Arabi

İnsan, samimiliğini kaybettiği anda Allah'tan uzaktadır. Samimilik, kalbinin yolunda yürümek demektir.
Nurettin Topçu

Hisse:
• Duyularımız zaman ve mekânla sınırlıdır, aklımız zaman ve mekanın ötesini ne olduğunu değil, ne olmadığını kavrayabilir ancak.
• Ruhumuz ise ilahi bir nefestir; bu bakımdan sonsuz olan Allah’ı gerçek anlamda ruhumuzla kavrayabiliriz. Kalp, ruhun temsili üssüdür.
• Kalp, aklın ötesinde algılayıcı bir güçtür. Sadece insan kalbi, sonsuzu bilebilir.



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olurs
Devamını Oku »

Hüzün İnsanın İçini Yeniler

Hüzün İnsanın İçini Yeniler

Mevlana gam/hüzün konusunda sıradışı bir yorum ya­par: Mevlana’ya göre gam/hüzün gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bit­mesine yardım eder, insanın içini yeniler:

Her gün, gönüle gelen düşünce o gün, sabah çağt gelen ko­nuğa benzer, ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur. Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek, ağırlamak ve nazını çekmektir.

Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir.

... Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.

O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.

Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, dal­dan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.

Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski se­vinci, kökünden çeker, çıkarır.

Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, pörsümüş olan eski kökü yerinden söküp çıka­rır.

Gam, gönülden neyi döker, yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.

Hele derdin, gamın, yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuflarda bulunur.

Bulutla şimşek, asık suratlılık, ekşi yüzlülük göstermese asma yaprağı, doğuya benzeyen gülümsemelerini gösterir mi hiç? ‘’



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Ah ! , Allah Hu !

Ah ! , Allah Hu !

ÂH!

Allah isminin ilk ve son harfi bir araya getirilirse, “Âh” meydana çıkar. Âh, Allah isminin kısa yazılış şeklidir. O hal­de “Âh”, Allah demektir. Sûfi’nin “Âh” demesi, Allaha sığın­ması demektir.

Fuzûlinin divanının gazeller kısmında “Âh”ın geçtiği ilk beyitte Allaha seslenir:

Yok bende bir amel sana şâyeste Âh eğer amalime göre vere bişâret-i afv-i hatâ bana

(Allahım ben sana lâyıkıyla ibadet edemedim. Allah yap­tığım işlere göre hatamın affedileceği müjdesini versin)



......

ALLAH HÛ

Allah kelimesinde dört harf vardır (Arapçada sessiz harf­ler esas alınır.):

  • Bir tane Elif

  • İki tane Lâm

  • Bir tane He

  • Elif çıkarılacak olursa kalanı “Lillâh” okunur: “Hakk için” anlamına gelir.

  • Birinci lâm da çıkarılacak olursa kalanı “Lehû” okunur: “Onun için” anlamına gelir.

  • İkinci lâm da çıkarılacak olursa kalanı “Hû” okunur: “O” anlamına gelir; Hû da Allah’ın isimlerinden birisi­dir.



 Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Çalgı Aletleri Hakkında

Çalgı Aletleri Hakkında

İslâm’a göre çalgı ve çalgı aletleri haram mıdır? Çalgı çalıp şarkı türkü söyleyen­ler günah mı işliyorlar? Buna cevap vermeden önce çalgı aletlerini sınıflandırmamız ve çalındığı, yani icra edildiği yeri ve dinleyici kitlesini belirtmemiz gerekmektedir.

Çalgı aletlerinin deri kaplı olan tef ve benzeri aletlerin Resûlullah Efen­dimiz (s.a.v.) zamanında kullanıldığını ve Efendimiz’in buna ruhsat verdiğini görüyoruz. Musikiye gelince, genel anlamda duygu ve düşünceleri sesle ifade etme sanatıdır diyebiliriz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğin­de Medineliler onu tef çalıp neşide yani manzume, nağme, ezgi ile karşıladılar ve Efendimiz onların bu davranışını engellemedi. Sahih kaynaklarımız bu olayı çok detaylı biçimde aksettirmekte olup ilim adamları Resûlullah’ın musikinin bu kadarına ruhsat verdiğini istinbat etmektedirler.

O halde gerek deri kaplı tef ve benzeri çalgı aletlerini kullanmaya, gerekse nağme, ezgi ve benzeri sesli neşideler söylemeye bir ölçüde ruhsat verilmiş bulu­nuyor. Ancak bu ölçünün sınırı nedir? Müstehcen olmadığı, ahlaki değerlere ters düşmediği, şer’i ölçüleri aşmadığı, aile yapısını zedelemediği, toplumu ve aileyi gayesizliğe, havailiğe sürüklemediği, kadınlarla erkekleri birarada bulundurma­dığı takdirde İslâm’ın verdiği ruhsat geçerliliğini korur.

Kur’an’da eğlenilip güldürücü anlamda söz ve nağmeden bahsedilmiştir. Çalgı ve çalgı aletleriyle ilgili sarih (açık, net) anlamda bir âyet yoktur. Ancak insanları güldürüp eğlendiren söz ve ses üzerinde durulmuş ve bu anlamda kap­samlı bir ifade kullanılmıştır: “İnsanlardan bir kısmı bilgisizce Allah yolundan sap­tırmak ve Allah sözünü eğlence edinmek için sözün alaylı (güldürücü, eğlendirici) olanını edinip (söyler). İşte onlar için aşağılayıcı, rüsvay edici bir azab vardır.” (Lokman, 6) Kur’an’daki bu âyetle daha çok üç husus üzerinde durulmuştur:

a-Lehve’l-hadis

b-Bilgisizce Allah yolundan saptırmak. .

c-Allah sözünü alaya almak.

Birincisi, oyun ve eğlenceyi doğuran lehv tabiri ile belirtilmiştir. Lehv: Oyun faydasız ve yaramaz iş, güldürücü, eğlendirici müstehcen çalgı ve nağme gibi ma­nalara delalet eder. Allah sözünü alaya alanlarla halkı müstehcen ve çılgınca eğ­lendirmek için cazlı sazlı, sesli eğlencede bulunanlar arasında bir bağ kurulmuştur.

Celal Yıldırım bu âyeti şöyle yorumlamıştır: “Kur’an Kerim ilgili âyetle, bütün aşırılık, çılgınlık ve ölçüsüzlüğe yol açacak olan müstehcen anlamdaki çalgı, eğlence ve güldürü sahneleri üzerinde duruyor. Şehveti tahrik eden, ibadetten alıkoyan, kadın-erkek ayırımı yapmaksızın hepsini aynı çatı altında toplayıp yine şehevi ve gönül eğlendirici anlamda eğlenceler tertip ederek Allah yolundan çeviren her fiil ve davranışı “lehve’l-hadis” kapsamına alıp takbih ediyor. Zira insanoğlunun şu dünyaya çok daha önemli ve yararlı işlerle meşgul olup olgunlaşmak ve bu düzeyde Hakk’ın rızasını kazanıp salih emellerde bulunmak üzere getirildiğinde hiç şüphe yoktur, Cenab-ı Hak bu hususu şöyle açıklamaktadır: “And olsun kî ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım...” (Zâriyat, 56)

Çalgı çalmak, şarkı, türkü söylemek hakkında farklı ictihad ve görüşler orta­ya çıkmıştır. Bunların hepsini biraraya getirip te’lif etmek istediğimizde şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Edep, terbiye, ahlak ve mahremiyet sınırlarını aşan, müs­tehcen hareketler doğuran, şehveti tahrik eden, kadın ve erkeklerin birarada toplanıp eğlenmesine yol açan, kişiyi namaz ve ibadetten, Allah’ı anmaktan alıkoyan her oyun ve eğlence, her çalgı ve şarkı ve türki haramdır. Derecesine göre mekruh olanı da söz konusudur.

Şer’i sınırları aşmayan, ahlaki değerleri tahribe yönelmeyen, edep ve terbi­ye sınırlarım aşmayan, mahremiyeti ihlâl etmiyen, kadın ve erkeklerin bir araya gelmesine imkan vermeyen, namaz ve ibadetlere engel teşkil etmeyen çalgılar­dan bir kısmına şarkı ve türki, şiir ve ezgiye ruhsat verilmiştir

a-Bazısına göre teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) haramdır. Bunları dinlemek günahı gerektirir.

b-Kafiye düzenliyen, güzel konuşmayı ilham eden teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) de bir sakınca yoktur. Bunun gibi

c- Söylenen şiirlerde (teğanni şeklinde ifade edilenlerde) ibret, hikmet ve dünya ile ahirete yarayacak bilgi ve mana yer alırsa, kerahet kalkar.

d-İmam Ebû Yusuf’a “düğün dışında tef çalmak, mesela kadının şer’i sınırları aşmadan çocuklar için tef çalması mekruh mudur?” diye sorulmuş, imam şu cevabı vermiştir: “Ben bunu mekruh görmüyorum. Ama oyun ve eğ­lenceyi had safhaya vardıran tef çalma ve benzeri aletleri kullanmayı mekruh görüyorum.”

e- Bayram günleri yine şer’i sınırları aşmamak kaydıyla tef ve benzeri deri kaplı aletleri çalmakta bir sakınca görülmemiştir.



Prof.Dr.Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

İnsanın Başını Derde Sokan Dört Şey

İnsanın Başını Derde Sokan Dört Şey

Çoğu zaman insanın başını derde sokan şu dört şeydir:
* Gözün,
* dilin,
* kalbin,
* arzun.

* Gözüne sahip çık, onunla helal olmayan şeye bakma.
* Diline sahip ol, Allah Taâlâ’nın kalbinde olduğunu bildiği şeyin aksini söyleme.
* Kalbine dikkat et, gönlünde hiç bir Müslüman için kin ve haset hissi bulunmasın.
* Arzuna sahip ol, kötü olan bir şeyi arzu etmiş olmıyasın.

Abdullah bin Hubeyk (Sûfi ö. IX. yüzyıl)



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Tasavvufun Dinde Bid’at Oluşu İddiası

Tasavvufun Dinde Bid’at Oluşu İddiası

Gelenek-Yenilik

Tasavvuf sadece bir bilgi alanı, bir ilim değildir. Kelâm ve fıkıh gibi ilimlerden farklı olarak aynı zamanda bir yaşama tarzı, dini algılama şekli ve dünya görüşüdür. Bu özelliği itibariyle canlı bir organizmaya benzer: Oluşur, gelişir, güçlenir, her tarafa dal-budak salar, çeşitli süreçlerden geçer. Böyle olunca ilk zahid ve sûfîlerin, zühd ve tasavvuf adı altında yaşamış oldukları dinî ve manevi hayatın bazı yeni unsurlar içereceği ve değişiklik göstereceği, bu niteliği itibariyle Hz. Peygamber ve sahabesi dönemindeki dinî ve manevi hayattan az çok farklı olacağı, başka bir deyişle tıpatıp onun aynısı olmayacağı aşikardır. İşte bu tür tali farklara ve değişimlere takılıp kalan, habbeyi kubbe, pireyi deve yapan abartma yanlısı kişiler o farkları ve değişimleri büyüterek eleştiri ve tartışma konusu hâline getirirler. Genellikle bu tür hususları, İslâm’ın özüne ve doğasına aykırı bulup ret ve inkar ettikleri de olur.

Başını selefîlerin ve hanbelîlerin çektiği bir gruba göre İslâm dini Allah Resulü’nün vefatından kısa bir süre evvel tamamlamış, ikmal edilmiş,son şeklini almıştır. Bundan sonra bunu ayneet ve bir hüküm çıkarmak ve bir yana koymak ne ise ona sonradan yeni bir akide, ibadet ve hüküm eklemek muhafaza etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Kemale eren ve nihaî şeklini alan İslâm’dan bir akide, bir ibadde aynı şeydir. Tam ve kâmil bir şey, hiçbir şekilde çıkarma ve ekleme kabul etmez. Bu tür hususlar tahrif sayılır, İslâm’ın asliyyetine ve özgka yapılacak bir şey yoktur. Kemale eren ve nihaî şeklini alan İslâm’dan bir akide, bir ibadde aynı şeydir. Tam ve kâünlüğüne aykırı düşer.

Diğer yandan söz konusu din anlayışına sahip olanların çok geniş ve oldukça kapsamlı bir bid’at anlayışı vardır. Bunlar Hz. Peygamber veya sahabe döneminden sonra ortaya çıkan her şeyi, bütün değişiklikleri ve yenilikleri bidatınkapsamına alır ve reddederler. Bunu yaparken de muhakkak ki sözlerin en hayırlısı Allah'ın sözü olan Kur’an, hidayetlerin en hayırlısı ise Hz.Muhammed'in hidayeti olan, sünnetidir. En şerli/kötü şeyler ise sonradan ortaya çıkarı hususlardır. Her bid’at dalalettir.”mealindeki hadise ve benzeri diğer bazı hadislere dayanırlar. Bu hadise bazen “Her bid'at cehenneme girme sebebidir." gibi bir ekleme de yapılır. Bu gruplar bid'at-ı hasene ve bid’at-ı seyyie ayrımı da yapmazlar.

Bid'at kavramının kapsamını geniş tutanlar “Hz. Peygamber zamanında mevcut değildi, .sonradan ortaya çıktı." gerekçesiyle yemek yerken kaşık-çatal kullanmayı, seccade ve post üzerinde namaz kılmayı, abdest aldıktan sonra yüzü ve elleri mendil ya da havlu ile silmeyi, ekmeği  bıçakla kesmeyi, bisiklete binmeyi ve benzeri şeyleri de sakıncalı görür ve terk ederler. Her türlü değişime, gelişmeye ve yeniliğe, bu şekilde kapıyı kapatanların sonradan kurulan bütün islâmi ilimleri, bu arada zühd ve tasavvuf hayatını eleştirmeleri doğaldır. Bu kadar aşırı, gelenekçi ve tutucu olan ekstremist ve müfrit tiplere, bu kadar anane-perest ve tutucu olan marjinal ve fundamentalist (radikal) gruplara bütün toplumlarda ve dinlerde rastlanır.

Her toplumda olduğu gibi Müslüman toplumlarda da gelenekçiler ve yenilikçiler vardır. Gelenekçilere göre yenilikçiler daha hür, serbest ve makul düşünürler, gelişme fikrine, değişme ve yeniliğe açıktırlar. Yenilikçiler “Allah Teâlâ her yüz senede dinini yenileyen bir müceddid/ yenilikçi gönderir.” hadisine dayanırlar.” Hz. Ömer, Gazâlî ve Fahreddîn Razı gibi âlim ve mütefekkirler ümmete dinini yenileyen, yeni baştan yorumlayan müceddidler ve cedidciler olarak gösterilir.

Allah Resulü zamanında Ramazan ayında teravih namazı cemaatle kılınmazdı. Bu durum ilk defa Halife Hz. Ömer zamanında uygulanmaya başlandı. Hz. Ömer bu düzenlemeye “Ni’me’l-bid’at-hazihi” yani “Bu güzel bir bid’at/düzenleme oldu.” demişti. Demek ki bid’atların iyi/ hasen ve kötü/seyyie olanı var, her bid’at dalalet olsaydı Hz. Ömer böyle bir düzenleme yapmaz, böyle bir ifade kullanmazdı.

Her toplumda yenilikçiler ve gelenekçilerin mutedil ve makul olanları bulunduğu gibi müfritleri ve mutaassıpları da bulunur. Bu tür marjinal gruplara gâliye/aşırılar veya mutaassıplar/fanatikler denir. İslâm ifrat ile tefrit arasındaki, yani iki aşırılık ve uç ortasındaki itidal yolunu esas alan bir din olmakla beraber her zaman Müslüman toplumlarda aşırılık yanlıları, tutucular, fanatikler, radikaller ve fundamentalistler de olmuştur. Bunların bulunduğu yerde sert eleştirilerin, şiddetli mücadelelerin ve ağır suçlamaların olacağı tabiîdir.

Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler tefekküre, düşünmeye, ibret almaya, akıl yürütmeye, kıyas yapmaya, muhakemede bulunmaya ve yeni bilgiler üretmeye davet edilmişlerdir. Bu emir ve tavsiyelere uyup akıl yürütenlerin her zaman aynı sonuçlara varmayacağı bellidir. Farklı neticelere ulaşınca da aralarında ihtilaf çıkar, bu da tartışmaya ve eleştiriye yol açar. İslâm, müminlerin temel konularda ayrılığa düşmemeleri ve ayrı ilkelere inanmamalarını ister. Bu gibi ortak noktalar Müslümanlar arasında birliği sağlar. Fakat İslâm dini ayrıntılarda Müslümanların farklı düşünmelerini tasvip eder ve bunu rahmet sayan “Ümmetin ihtilafı rahmettir. ‘’Müçtehid imamlar arasındaki ihtilaf buna örnektir. Fıkıhta ve kelâmda olduğu gibi tasavvuf sahasında da farklı düşünen mutasavvıflar vardır, bunların belli bir usul ve edep dahilinde birbirlerini eleştirmelerinde yadırganacak bir şey de yoktur. Aşırı gelenekçiler bazen tali ve teferruat sayılan hususları esas ve usul meselesi olarak algılarlar ve buna karşı çıkanlara yüklenirler. Bu da eleştirinin şiddetini artırır.



Süleyman Uludağ - Tasavvuf ve Tenkid
Devamını Oku »

İmam el-Gazzâlî'nin Mişkatu'l Envar Adlı Eserinden Alıntılar...



İmam Gazzali'nin Mişkatu'l Envar Adlı Eserinden Alıntılar...

İncelik

Nurların bir tertip üzere bulunduğunu anladıysan bilmiş ol ki bu tertip sonsuza değin uzanmaz. Bilakis İlk Kaynağa kadar çıkar. İlk Kaynak zatı için ve bi­zatihi nurdur, nur ona bir başkasından gelmez. Bü­tün nurlar tertipleri üzere nurlarını ondan alırlar. Şu halde şimdi bir düşün, nur ismine nurunu başkasın­dan alan mı daha lâyıktır, yoksa zatında aydınlatıcı olup kendinden başka bütün varlıklara nur veren mi ? Bu husustaki gerçeğin sana gizli kalacağını zannetmi­yorum. Böylece tahakkuk etmiş oldu ki nur ismi, üs­tünde başka bir nur olmayan, diğer nurların kaynağı olan en üstün, en yüce nura lâyıktır.



Hatta çekinmeden şunu da söylüyorum: Nur ismi ilk Nur’dan başkaları için sırf bir mecazdan ibaret­tir. Çünkü Ondan başkaları zatları itibarıyla dikkate alınacak oldukları takdirde kendi zatları bakımından herhangi bir nura sahip değildirler; bilakis nurâniyetleri başkasından ödünç alınmıştır ve bu nûraniyet kendi başına kaim olmayıp başkasıyla kaimdir. Ödünç alın­mış olan şeyin ödünç verene nisbeti ise tamamen bir mecazdan ibarettir. Mesela birisi diğerinden bir elbise, bir at, bir binit, bir eğer ödünç alsa ve ödünç vere­nin izin verdiği sürece ve müsaade ettiği ölçüler da­hilinde hayvana binebilse, hakikaten mi mecaz anla­mıyla mı zengin sayılır? Doğrusu ödünç alan gerçekte eskisi gibi fakirdir. Zengin olan, ödünç veren ve ih­san edendir. Geri alma hakkı da ona aittir. Öyleyse Hak Nur, halk ve emr elinde olan, evvela nurlandınp sonra bunu devam ettiren Zattır. Bu ismin hakikati ve buna hak kazanma konusunda kimse kendisine ortak değildir. Yalnızca isimlendirmede bir benzerlik vardır ki burada da kölesine mal verip onu mal sahibi ola­rak isimlendiren efendinin kölesine olan üstünlüğü ilişkisi vardır. Kul bu hakikati anladığı zaman kendi­sinin ve sahip olduklarının tamamıyla, ortaksız ola­rak efendisine ait olduğunu bilir.



-----------------------------------------------



Herşeyin iki ciheti vardır: Kendi nefsine yöne­lik ciheti, Rabbine yönelik ciheti. Herşey kendi nef­sine yönelik cihetten ademdir, Allah Teâlâya yönelik olan cihetten ise mevcuttur. Öyleyse Allah Teâlâ’dan ve Onun vechinden başka bir mevcut yoktur. Ve ezelen ve ebeden “O nun vechinden başka herşey he­lak bulucu dur. Böylelerinin Bâri Teâlânın “Kimin­dir bugün mülk-ü saltanat? Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır.”(Gafir,16) nidasını duymaları için kıyametin kop­masına gerek yoktur. Bu nida onların kulaklarından ebediyen ayrılmaz. Bunlar “Allahu ekber” sözünden de Allah'ın başkalarından büyük olduğunu anlama­mışlardır -haşalillah- çünkü vücudda Onunla bir­likte başkası yoktur ki O onlardan daha büyük olsun. Diğerlerinin, bağımlılık cihetinden başka herhangi bir varlıkları yoktur. Şu halde mevcut olan yalnız Onun vechidir. Ve Onun kendi vechinden büyük olduğunu söylemek de muhaldir.Allah-u Ekber’in manası,Allah’ın kendisi hakkında izafet ve mukayese yoluyla en büyük olduğunun söylenmesinden başkasının-ister ne bi olsun,ister melek olsun-O’nun kibriyasını idrak etmesinden yüksek olduğudur. Allah’ı tam anlamıyla yalnız Kendisi bilir. Nitekim her bilinen şey, bilenin bir şekilde hüküm ve tasarrufu altındadır. Bu ise [başkasının Onu tam olarak bilebilmesi] Cenab-ı Hakk ın Celâl ve Kibriya’sına aykırıdır. el-Maksadul- Esnâfi Şerhi Esmâillahıl-Hüsnâ adlı eserimizde daha önce bu hususta açıklamada bulunduk.

İşaret

Arifler, hakikat semasına yükseldikten sonra, var­lıkta Vâhid-i Hak’tan başkasını görmedikleri konu­sunda ittifak etmişlerdir. Ancak kimisi bu hali ilmi bir irfan olarak, kimisi ise tadarak, zevki bir hal şek­linde tecrübe etmişlerdir. Kendilerinden kesret bütü­nüyle zail olmuş, mutlak teklik içerisinde müstağrak olmuşlar, akılları başlarından gitmiş, o hal içerisinde mebhût olmuşlar, ne Allah’tan başkasını, ne de ken­dilerini hatırlamaya mecalleri kalmamıştır. Kendile­rinde Allah’tan başkası kalmamış, öyle bir sarhoş ol­muşlardır ki önünde aklın hükm-ü saltanatı yok olup gitmiştir. Bunlardan kimisi “Ene’l-Hak” demiş, diğeri “Sübhânî mâ a’zama şâni! = Teşbih ederim kendimi, şanım ne yücedir!”, bir başkası da Cübbemin içinde Allahtan başkası yoktur.” demiştir. Aşıkların sarhoş­luk halindeki sözleri gizlenir, söylenmez. Bunlardan sarhoşluk gidip Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıllarının hükmüne dönünce, anlarlar ki bu durum, hakikaten birleşme (ittihad) olmayıp ittihadın ben­zeridir. Bu durum, âşığın fart-ı aşk esnasında söyle­diği şu söze benzer:

Ben sevdiğim, sevdiğim de ben Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

İnsan birdenbire bir aynayla karşılaşıp ona balonca aynanın kendisini görmeksizin, orada gördüğü kendi suretinin aynanın sureti olduğunu sanabilir. Yine cam­daki şarabı görür, camın şarap renginde olduğunu zannedebilir. Bu durum kendisine iyice açıklık ka­zanıp ayağı burada sebat bulunca şöyle der:

Cam inceldi, şarap saflaştı Birbirlerine benzediler, iş karıştı.

Sanki şarap var da kadeh yok, yahut kadeh var da şarap mevcut değil.

Şarap kadehtir demekle kadeh gibidir demek ara- sında fark vardır. Bu hal galebe ettiğinde, hal sahibine nispede buna “fenâ”, hatta “fenâu-l-fenâ” denir. Çünkü kendinden geçtiği, fenâ bulduğu gibi kendinden geçi­şinden dahi geçmiştir. Nitekim bu haldeyken kendini bilmediği gibi kendini bilmediğini de bilmez. Şayet kendini bilmediğini bilecek olsaydı, kendini de bilmiş olacaktı. Bu hal, buna müstağrak olan kimseye izafe­ten mecaz diliyle ittihad ve hakikat diliyle de tevhid diye isimlendirilir. Bu hakikatlerin ötesinde de çeşitli sırlar vardır ki açıklamak uzun sürer.



----------------------------------------------------



....Diğer bütün nurlar ödünç alınmıştır, hakikî olan O’nun nurudur. Herşey Onun nurudur, hatta O herşeydir. Diğer varlıkların nurluluğu ancak mecaz yoluyladır. Öyleyse O’nun nurundan başka nur yok, diğer nurlar bizzat değil, bağlılık cihetiyle nur sayılırlar. Vecih sahibi herşeyin vechi O’na yöneliktir: “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.”(Bakara,115) O halde O’ndan başka ilah yoktur; çünkü ilah, kulluk ve uluhiyet bakımından yüzlerin -yani kalp yüzlerinin, çünkü nurlar bunlardır- ken­disine çevrildiği Zattır. O ndan başka ilah olmadığı gibi, O ndan başka O da yoktur. Çünkü “O” (hüve) her ne şekilde olursa olsun işaret edilen şeyden iba­rettir. İşaret ise ancak O na yönelik olabilir. Hatta nereye doğru işarette bulunsan, hakikatte bu işaret O’nadır; her ne kadar bahsettiğimiz hakikatlerin ha­kikatinden gafletinden dolayı bundan bihaber olsan dahi bu böyledir. Bilmiş ol ki güneşin nuruna işa­ret ettiğin zaman güneşe işaret etmiş gibisindir, as­lında güneşin nuruna değil güneşe işaret sözkonusu- dur. Varlıkta olan herşeyin O’na olan nisbeti, misale göre nurun güneşe olan nisbeti gibidir. Şu halde “La ilahe illallah = Allah tan başka ilah yoktur’’ avamın, La ilahe illa hû = O ndan başka O yoktur” ise ha­vassın tevhididir.



-------------------------------------

Bil ki Allah’ın semâların ve yerin nuru oluşunun mânâsını, zâhirî-görülen nura kıyasla anlayabilirsin. Mesela günışığında ilkbaharın nurlarını ve yeşilliğini gördüğün vakit renkleri gördüğünden şüphe etmez­sin. Belki de renklerle birlikte başka birşeyi görme­diğini zanneder, mesela yeşillikle beraber yeşillikten başka bir şey görmüyorum dersin. Bu nokta üzerinde bazıları ısrar etmiş ve nurun herhangi bir mânâsı ol­madığını, renklerle beraber başka bir şey bulunma­dığını zannetmişlerdir. Böylece varlıkların en âşikârı olmasına rağmen nuru inkar etmişlerdir. Nur nasıl mevcut olmaz ki varlıklar onun sayesinde zuhur eder; o hem kendisi görülmekte, hem de onun vasıtasıyla başkaları görülmektedir, nitekim bu husus daha önce geçmişti. Ancak güneş battığı, kandilin yok olduğu, gölgenin düştüğü zaman gölgelik yerle ışıklı yer ara­sında zarûrî bir ayırım yaptılar ve nurun renklerden farklı bir mânâsı olduğunu, renklerle beraber idrâk edildiğini, hatta renklerle olan birleşmesinin şidde­tinden ötürü idrâk edilemediğini, zuhurunun şidde­tinden dolayı gizli kaldığını itirafa mecbur oldular. Kimi zaman zuhurun şiddeti gizliliğin sebebi olur. Bir şey sınırını aştığı zaman zıddına dönüşür.

Bunu anladıysan bil ki basiret sahipleri ne gördülerse onunla beraber Allah ı görmüşlerdir. Bazen kimileri buna şunu da ilave ettiler: “Ne gördümse onun önce­sinde Allah ı gördüm.” Kimisi varlıkları Onunla görür, kimisi de varlıkları görür, Onu da varlıklarla görür. Bunların ilkine: “Kâfi değil mi bu ki Rabbin herşeye şahit!”(Fussilet,53), İkinciye de “İleride biz onlara âfâkta... ayet­lerimizi göstereceğiz.” (Fussilet,53)kavl-i şerifleri işaret eder. İlki müşahede sahibi, İkincisi Allah’ın ayetleriyle istidlal sahibidir. Birincisi sıddîkların derecesi, İkincisi râsih âlimlerin derecesidir. Bunlardan sonra da yalnız per­delenmiş gafillerin derecesi bulunur.

Bunu kavradıysan bilmiş ol ki göze herşeyin zâhirî nur vasıtasıyla zuhur edişi gibi basirete de herşey Al­lah ile görünür. O, herşeyle beraber olup bunlardan ayrılmaz, herşeyi izhâr eder. Aynen nurun herşeyle birlikte olup nesnelerin onunla zuhur edişi gibi. An­cak burada bir farklılık vardır: zâhir nurun, güneşin batışıyla kaybolup gölge ortaya çıkana kadar gizli kalması tasavvur edilebilir. Herşeyin kendisiyle zu­hur ettiği ilâhî nurun ise kaybolması tasavvur edi­lemediği gibi değişime uğraması da imkansızdır. O her daim varlıklarla beraber kalır. Bundan dolayı tefrika (ayırım) ile istidlâl yolu kapanmıştır. Onun kayboluşu tasavvur edilecek olsa semâlar ve yer yı­kılır; kendisiyle eşyânın zuhur ettiği varlığı bilmek ancak onunla (ilâhî nur) mümkün olan şey, tefrika yoluyla idrâk edilirdi. Fakat bütün varlıklar, Hâlıkının vahdâniyetine aynı şekilde şehâdet etmekte oldukla­rından -çünkü bazı şeyler değil, herşey; kimi vakit­ler değil, her dâim Onu hamdiyle teşbih eder- tef­rik ortadan kalkmış ve yol gizlenmiştir. Çünkü açık olan yol, eşyâyı zıtlarıyla bilmektir. Zıttı ve değişimi olmayan için, kendisine şehadet etmede bütün hal­ler birbirine benzer. Böylece gizli oluşunun, açıklığı­nın şiddetinden ve kendisinden gafletin, aydınlığının parlaklığından ileri gelmesi uzak değildir. Zuhuru­nun şiddetinden dolayı yaratılmışlardan gizlenen, nurunun parlaklığından ötürü onlardan perdelenen Allah’ı teşbih ederim.

Belki bu kelamı da bazı eksik akıllılar tam an­lamıyla kavrayamazlar da “Allah herşeyle beraber­dir, nurun varlıklarla beraber olması gibi” sözümüz­den Onun her mekânda olduğunu anlayabilirler. O mekâna nispet edilmekten yüce ve mukaddestir. Her­halde bu hayali uyandırmaktan en uzak şey, “O her- şeyden önce, herşeyin üstünde, herşeyi zuhur ettiren­dir.” sözümüzdür. Basiret sahibinin marifetine göre zuhur ettiren, zuhur ettirilenden ayrılmaz. İşte “O herşeyle beraberdir.” sözümüzün mânâsı budur.

Ayrıca sana gizli kalmaz ki izhâr eden, izhâr edi­lenle beraber olmakla birlikte ondan önce ve onun üstündedir. Ancak onunla beraberliği bir yönden ve ondan önceliği başka bir yöndendir. Bu sözün çelişik olduğunu zannetme; senin irfan konusundaki derece­nin ölçüsü olan mahsûsâtı dikkatle incele. Elin hare­ketinin nasıl hem elin gölgesinin hareketiyle beraber, hem de ondan önce olduğunu düşün. Artık kimin idrâki bunu anlamaya kâfi değilse ilmin bu çeşidini terketsin. Nitekim her ilmin kendine mahsus adam­ları vardır ve herşey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.



--------------------------------------------------



“Rahmanın sureti üzere demekle “Allah’ın sureti üzere” demek arasında fark vardır. Çünkü İlâhî Hazrete bu sureti veren İlâhî Rahmettir.

Sonra Ademe lütfederek ona âlemde bulunan her sınıf varlığı içine alacak şekilde muhtasar bir su­ret verdi. Öyle ki o bütün bir âlem gibi veya âlemin muhtasar bir nüshası gibi oldu. Ve Adem’in bu sureti Allah’ın hattıyla yazılmıştır. Bu, rakamlarla alâkası olmayan ilâhı hattır; nasıl O’nun kelâmı ses ve harf­lerden münezzeh ise, hattı da rakam ve harflerden münezzehtir. Aynı şekilde kalemi tahta veya kamış olmaktan, eli de et ve kemikten münezzehtir. Eğer bu rahmet olmasaydı insanoğlu Rabbini bilmekten âciz kalacaktı; çünkü ancak nefsini bilenler Rabbini bilir. Öyleyse bu rahmet eserlerinden biri olunca, Allah’ın değil Rahmanın sureti üzere oldu. Nitekim İlâhiyet Hazreti; Rahmet Hazretinden, Mülk Haz- retinden ve Rubûbiyet Hazretinden ayrıdır. Bundan dolayı bütün bu Hazretlere ayrı ayrı sığınmakla em­rederek şöyle buyurdu: “De ki: insanların Rabbine, Melikine, İlâhına sığınırım.” (Nas,1-3) Eğer mânâ böyle ol­masaydı, “Allah Adem’i yarattı” sözü lafzen düzgün olmaz, “kendi sureti üzere” demesi gerekirdi. Hal­buki sahih hadiste “ Rahman’ın sureti üzere” şek­linde geçmektedir.



---------------------------------------------------------



“Kur anın zahiri, bâtını, haddi ve matla-ı vardır.” Bu söz bazen mevkûf olarak Hz. Ali'den de nakledilir.

Benim söylediğim şu: Hz. Musa iki ayakkabının çıkarılması emrinden, iki âlemi [dünya ve ahiret] terkedip atmayı anlamış ve emre zâhiren ayakkabılarını çıkarmak, bâtınen de iki âlemi terkederek uymuştur.

İşte ‘itibar’, yani bir şeyden diğerine, zâhirden sırra in­tikal etmek budur. Resulullah’ın (s.a.v.) “İçinde köpek olan eve melek girmez.” hadisini işitip de köpek bes­lemeye devam eden ve “Bu sözden murad zâhir değil­dir, aksine murad kalp evini gazap köpeğinden uzak tutmaktır. Çünkü meleklerin nurlarından hâsıl olan marifete engel olur. Çünkü gazap aklı örten şeydir.” diyenle; bu emre zâhiren uyup kalpteki kötü huyları temizleyen ve: “Köpek, yalnız suretiyle köpek değil­dir, esas olarak mânâsıyla köpektir. O mânâ da yırtı­cılık ve et yiyiciliktir. Şu halde kişinin varlığının ve bedeninin meskeni olan evi köpeğin suretinden uzak tutmak vacip olduğuna göre, kalp evini -ki hakîkî ve has cevherin meskenidir- de köpekliğin şerrinden uzak tutmak daha önemlidir.” diyen arasında fark vardır. Kim ki zâhir ile bâtını birleştirir, o kâmildir. “Kâmil odur ki marifetinin nuru, vera inin nurunu söndürmez.” sözüyle de bunu kastetmişlerdir. Bun­dan dolayı kâmilin, kemâl-i basiret sahibi olmasına rağmen şeriatın herhangi bir emrini terketme konu­sunda nefsine müsamaha etmediğini görürsün.



--------------------------------------------------------------------

İncelik

Resulullah (s.a.v.): “Abdurrahman b. Avf’ın  cen­nete emekleyerek girdiğini gördüm.” buyurduğunda zannetme ki O bu durumu gözleriyle görmedi; bi­lakis uyuyanın rüyada görmesi gibi o da -Abdur­rahman b. Avf mesela o sırada bedenen evinde uyu­yor olsa dahi- uyanıkken bu durumu öylece gördü. Uyku bâtın-ilâhî nur üzerinde duyuların sultasını kırdığı için böylesi müşahedelerde tesirlidir. Nite­kim duyular bâtın-ilâhî nuru meşgul eder, onu du­yular âlemine doğru çeker, yüzünü gayb ve melekût âleminden döndürür. Bazı nebevî nurlar kimi za­man öyle kuvvetli, öyle baskın olur ki duyular on­ları kendi âlemine çekmekten âciz kalır ve meşgul edemez. Böylece peygamber başkasının uykuda gör­düğünü uyanıkken görür. Sonra bu nur kemâlin zir­vesinde bulunursa idrâki yalnız gözle görülenlerden ibaret olmaz, bunlardan sırra geçer, imanın cennet diye isimlendirilen âleme, zenginlik ve malın ise süflî âlem olan şu hayata doğru cezbettiği kendisine keşfolunur. Dünyevî meşgalelere doğru cezbeden daha kuvvetli veya öbürünü engelleyici nitelikte ise, cen­nete doğru gidişe sekte vurur. Eğer iman cezbedi- cisi diğerinden daha kuvvetli ise, kişi cennet yolunda zorluk ve yavaşlık ile birlikte ilerler. Bunun şehadet âlemindeki misali ise “emeklemektir. Böylece sırla­rın nurları Peygambere hayal camlarının (zücâcât) ardından zuhur eder. Burada Resulullah’ın (s.a.v.) müşahedesi Abdurrahman b. Avf ile sınırlı ise de, hükmü yalnız Abdurrahmana mahsus değildir. Bi­lakis basireti kuvvetli ve imanı muhkem, serveti de imanıyla yarışacak kadar çok olan, ancak iman kuvvetinin ağır basmasından dolayı servetinin ima­nına mukavemet edemediği herkes için bu durum geçerlidir.
İşte bu sana peygamberlerin suretleri görüş ve su- rederin ardındaki mânâları müşahede ediş keyfiyetini gösterir.

------------------------------------------------



Hatime

…….

Çünkü nur hidayet için istenir. Hi­dayet yolundan çevrilmiş olan ise bâtıl ve karanlıktır, hatta karanlıktan da kötüdür. Çünkü karanlık hakka götürmediği gibi bâtıla da götürmez. Kâfirlerin akıl­lan ve diğer algıları onlar hakkında ters işler ve onları dalâlete götürmekte yardımlaşır. Böylelerinin misali şöyle bir adama benzer: “Karanlık bir deniz içinde­dir, dalga etrafını sarmıştır; üstünden bir dalga, üs­tünden bir bulut... karanlıklar, bazısı bazısının üs­tünde bulunan karanlıklar (içindedir).” Karanlık bir deniz; içinde bulunan bütün helak edici tehlike­leriyle, değersiz meşguliyetleriyle, kör edici bulanık­lıklarıyla dünyanın kendisidir. Birinci dalga, hayvânî sıfatlara, hissi zevklerle uğraşmaya ve dünyevî ihtiyaç­ları tatmin etmeye davet eden arzulardır. Buna uyan­lar hayvanlar gibi yerler ve zevklenirler. Bu dalganın karanlık olması tabiidir, nitekim bir şeyi sevmek se­veni kör ve sağır yapar.



İkinci dalga, yırtıcı hayvanlara, mahsus gazap, düş­manlık, buğz, kin, haset, Övünme, kibirlenme, çok­luk sahibi olma sıfatlarına yönelten dalgadır. Bunun da karanlık olması tabiidir, çünkü gazap aklı ortadan kaldırır. Üstteki dalga olması da tabiidir, çünkü ço­ğunlukla gazap arzular üzerinde hakimdir, hatta ga­zap kişiyi sardığı zaman arzuları unutturur, istek du­yulan zevkleri bir yana bıraktırır; arzu hiçbir zaman harekete geçmiş olan gazaba karşı duramaz.

Bulut; kâfirle iman arasında, hakkı bilmek ile Kur’an ve akıl güneşinin nuruyla idrâk etmek ara­sında perde olan kötü inançlar, yalancı zanlar, asılsız hayallerden ibarettir. Nitekim bulutun özelliği güne­şin nurunun aydınlatmasına perde olmaktır.

Bütün bunlar karanlık olduğuna göre bunların birbiri üzerine yığılmış karanlıklar olması tabiidir.

Bu karanlıklar uzaktaki şeyler şöyle dursun ya- kındakilerin dahi bilinmesine perde olduğu için­dir ki, kâfirler yanıbaşlarında zuhur etmiş olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en küçük bir düşünce ile anlaşı­labilecek olan hallerini bilmekten perdelenmişlerdir. Bundan dolayı onların elini çıkardığı zaman neredeyse göremeyecek’ olduklarını söylemek yerindedir.

Bütün nurların kaynağı İlk-Hak Nur olduğuna göre, her muvahhidin ‘Allah’ın kendisi için bir nur yapmadığı kimsenin nuru olmadığına itikad etmesi gerekir.



İmam Gazzali-Mişkatul Envar(Büyüyenay yay.)
Devamını Oku »

Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı

Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı

İnsanlar farklı anlama kabiliyetlerine sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi ictimai hususları, kimi de iktisadi konuları kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda mütebahhirdir. Gazali gibi ilgilendiği bütün ilimleri eba d-ı selase si ile kavrayan alimler ilim tarihinin şaz kahramanlarıdır.
Ademoğlu anlamaktan aciz olduğunu anlayınca büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin oluş zuhur eder. Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.

İrfana ulaşmak bir mevhibe-i rahmani dir. Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler vardır. Hakikat şu ki Her bilenin üzerinde bir bilen olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir nokta var ki orası aklın Sidre-i Münteha sıdır. Onu tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.

Kur an ın vahy edilişinin yegane gayesi anlaşılmaktır. İslami ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslam ın erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin edecek usuller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantuk ve mefhumunu doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemeldir.

Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, talebelerin usul bilgilerini kavramadan icazet almaları yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki yanlış anlama, doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu bulmuştur. Fıkıhtan kelama, tefsirden siyere kadar telif edilen binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.

Yanlış anladığını kabul etmeyen ve bu yüzden hatayı yegane doğru olarak addeden zümre, sorun çözmekten ziyade sorun üretmektedir. Ulemanın yerine ihdas edilen akademisyen-aydın kesim iki asırdır etkin olmasına rağmen çözüm bekleyen meselelerde bir ilerleme kaydedememiştir. Ne İslam coğrafyasının madden kalkınması gerçekleşti ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mücit-müellifler yetişti.

Dünya milletleri yeniden var oluş projelerini hazırlarlarken medeni birikimlerini temel alıp yenilenmelerini onun üzerine kurdular. Yani geleneklerini doğru anlamayı yenilenmenin hareket noktası kabul ettiler. Batı, rönesansını gerçekleştirmeden önce mevcut birikimini tahlil ve terkip edecek anlayış usulünü tespit etti. İslam dan aldığı doğrularla kilisenin bakiyesini birleştirerek Dekart ı Kant ı yetiştirdi. Batı nın rönesansı öz itibariyle yanlıştan kurtulma hareketi olduğundan, aydınlar medeni birikimlerini yeni usule göre okumada şartlı davranmadılar. Ciddi bir öz-posa ayrımına gittiler.

Kilisenin ürettiği yanlıştan kurtulurken akl-ı selimi kullanan Batı, İslam ın hakikatini alırken aynı samimiyeti göstermedi. Ahd-i Cedit yerine Gazali yi okuyan kilise talebeleri, İslam dan istifadeyi İslam ın doğrularını kiliseye mal etmek ve kilisenin hakimiyeti için kullanmak şeklinde anladı. Bunun için yenileşmeleri nisbi bir arınmayla sınırlı kaldı.

İslam coğrafyasında zuhur eden yenileşme arayışları Batı nın İslam dan aldığı ve kiliseye uyarladığı usulü, kilise formatında kabul edip İslam a tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada tashih eden esaslar sahih İslami birikimi muharref bir yapıya dönüştürdü. Tıpkı Hasta bir adama verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp onların sağlıklarını bozmak gibi.

İslam coğrafyasının daimi krizler yaşamasına sebep olan bu yanlış anlama geleneğinin arka planında bir çok neden vardır. Her şeyden önce insanlar farklı niyet , teakkul ve tefakkuh a sahiptirler. Herkes kapasitesine göre hakikatten pay alır. Kimi kasıtlı olarak kimi de sehven yanlış anlar. Yanlış anlama nedenleri farklıdır fakat netice aydır: mülevves bilgi . İnsan bu bilgiyi öğrenme ya da taklit yoluyla sahiplenir.

Allah Teala nın mübelliğ olmanın yanında mübeyyin sıfatıyla da gönderdiği Hz. Resulullah, Kur an ı yaşayarak izah etmesine rağmen insanlar Kur an ın en açık hükümlerinde dahi zaman zaman niza ettiler. Kaderiye den Cebriye ye, Şia dan Mu tezile ye kadar bir çok mezhep bu nev i yanlış anlamadan kaynaklanan nizalarla doludur.

İlmin ve gerçeğin kudretine kafa tutan yanlış anlamayı, hangi nedenler besler ya da insanlar niçin yanlış anlar. Bunu örnekler bağlamında tahlil edelim.

İdeolojik Okuma

İnsanlar küçük yaşlarda taklit yoluyla ya da farklı telkinlerin etkisinde kalarak benimsedikleri ideolojileri ilerleyen yaşlarında savunmayı vazife kabul ederler. Hatta bunun için ayet ya da hadisleri en olmaz şekillerde te vil etmekten geri durmazlar. Bu nev i müevvillerin çoğu yaptıklarının doğru olmadığına müdriktirler. Fakat ideolojilerini yaşatma uğruna Kur an ı gözden çıkarırlar.

Mazisinde Cahız gibi Arap Dili nin inceliklerine vakıf edebiyatçıları barındıran Mu tezile, Esasu l-Belağa gibi şah eserler kaleme alan Zemahşeri nin elinde büyük yanlışlara imza atmıştır. Zemahşeri Kur an daki ceale fiilinin yarattı anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için Biz Onu Arapça Kur an indirdik. ayetini Biz onu Arapça Kur an yarattık [1] şeklinde açıklamış ve meşhur tefsirine Hamd Kur an ı yaratan Allah a mahsustur. diye başlamıştır.[2]

Farklı anlayışların etkisinde kalan günümüz müfessirlerinin bir çoğunda aynı yaklaşım malesef ki mevcuttur. Yanlış yaptıklarını bildikleri halde tahrife devam etmektedirler.

Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etme

İnsanlar, içinde doğdukları cemiyetin değerlerini içselleştirir, hurafelere de kutsallık isnat ederler. Cahiliyye toplumunun İslam ın doğrularını idrak edememesinin arka planında bu yaklaşım vardır.

Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. ayeti inince Mekke li Müşrikler onu anlamakta güçlük çektiler. Çünkü onlara göre ilah insanların görüp ulaştığı ve kendi dünyalarına ait bir varlık olmalıydı. İlah büyük kalabalıklara sahip olamazdı. Bu yüzden Kur an ın bildirdiği ve bütün insanları kapsayan Allah Azze ve Celle yi anlayamıyorlardı. Nitekim; Tek bir ilah bu kadar insana nasıl yeter diye itiraz ediyor[3] tevhide akli deliller istiyorlardı. Onların talebi ardından şu ayet nazil oldu: Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzen gemilerde Allah ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır. [4]

Günümüz Kur an muharriflerinin İslam algısı Mekkeli lerle ayniyet arz etmektedir. Zira onlar, oryantalizmin İslam aleyhinde telif ettikleri fikirleri önce kabullendiler, sonra da onları baz alarak İslam ın mutlak doğrularını reddettiler. Nüzul-ü İsa dan Ehl-i Kitab ın Cennet e girme meselesine kadar bir çok mevzu bu baba dahil edilebilir.

Makam Sevdası

Her din ve ideolojinin kendi çapında kanaat önderleri vardır. Onlar, nüfuzlarını kullanarak insanlar üzerinde baskı kurarlar. Mevkilerini kaybetmemek için de yanlış olduğunu bildikleri bir çok meseleyi hakikat zarfı içerisinde sunarlar.

Yahudiler in alimleri Hz. Resulullah ı Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına [5] rağmen makamlarını korumak ve tebalarını kaybetmemek için O nun (s.a.v.) Tevrat taki sıfatlarını zıtlarıyla değiştirdiler. İnsanlar sorunca da değiştirdikleri sıfatları gösterdiler.[6]

Tarih, iman zafiyeti yaşayan bir çok müellifin makam sevgisiyle hakikati çarpıttığına tanıklık etmiştir. Yahudiler Tevrat ı, Hıristiyanlar İncil i menfaatlerinin devam ve bekası için değiştirdiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül zihniyetiyle aynı ameliyeyi Kur an a da tatbik etmek istediler. Fakat Kur an ın Mushaf haline getirilmesi fiili tahrife mani oldu. Onlar da te vil yoluyla tahrifi denediler. Ve neticede ortaya yığınla mezhep çıktı. Hepsi bir takım batıl te villerle meşruiyetini Kur an a nisbet etti.

İslami İlimleri tedris eden fakat okuduğu Kur an boğazından aşağıya geçmeyen bir çok akademisyen yaptıklarının yanlış olduğunu bilmesine rağmen yanlışı hakikat niyetine müdafaaya devam ediyor.

Kur an ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını Zannetme

Hevalarına esir olan bazı insanlar ayetlerin bir kısmına iman etmenin mümin kalabilmek için yeterli olduğunu düşünür. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirleri yerine getirir fakat faizin haram olduğunu kabullenemez. İslam ın sosyal hayata müdahil olmasına rıza göstermez.

Tasavvuru bir örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: Ben-u Kurayza ve Ben-u Nadir kardeş iki Yahudi cemaatiydi. Aralarında zuhur eden ihtilaflar neticesinde birbirlerinden uzaklaşmış her biri diğerinin şerrinden korunmak için Arap kabileleriyle birliktelik anlaşmaları imzalamışlardı. Bu çerçevede Ben-u Nadir Hazreç ile Ben-u Kurayza da Evs kabilesi ile yakınlaşmıştı. Aralarında savaş patlak verdiğinde anlaşma gereği Ben-u Nadir Hareç in Ben-u Kurayza da Evs in safında savaşa katılırdı. Muharebe etmemeye, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaya dair Allah a söz vermelerine rağmen güçlü olan zayıfı öldürür, yurdundan sürer, mallarını gasp ederdi. Tevrat ta haram olmasına rağmen bunu yapmaktan istinkaf etmezlerdi. Harp bitince de galip gelen Yahudiler anlaşmalı Arap kabilesinin elindeki Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. Kendilerine savaştığınız insanları niçin fidye vererek kurtarıyorsunuz dendiğinde Tevrat ta kendilerine böyle emredildiğini, Ona göre amel ettiklerini söylerlerdi.[7]

Kur an ı Kerim Allah ın emirlerinin bir kısmını ihlal edip bir kısmıyla amel eden Yahudi zihniyetinin iman algısını reddetmektedir: Yoksa siz Kitab ın (Tevrat ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. [8]

Kur an ı mahza bir ibadet kitabı olarak gören modern anlayış mezkür Yahudi telakkisinden farksızdır. Nitekim iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşin kız kardeşlerin iki katını alması gibi çağdaş telakkilere aykırı hükümlere sıcak bakmamaktadır. Bir tarihselci şöyle serzenişte bulunmaktadır: Günümüzün aydın, yüksek tahsilli hanımından, Kur an da var diye kendi cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir. [9] Bu nev i bir yaklaşım Yahudilerin vahiy telakkisinden farklı olmadığı gibi aralarında sebep ve netice itibariyle de tam bir benzerlik vardır.

Okuduğunu Anlayamama

Klasik usulde Alet ilimleri başlığı altında okutulan dersler yılları alırdı. Her bir ilim dalında dört-beş tane kitap okunurdu. Öğrenci, ibare mevzuunda meleke kesbedince Ali ilimler denen gaye derslere başlardı. Ali Haydar Efendi ve Zahid Kevseri gibi klas duruş sahibi allamelerin arka planında bu nev i tedrisat vardır.

Alet ilimleri noktasında çözülmelerin başlamasıyla yanlış anlamalar hız kazandı. Zira doğru okuyamayanların ibareyi yanlış anlamamaları olağanüstü bir durumdur. Sıradan insanlardan olağanüstülük beklemek de saflık olur.

Geçenlerde muhterem bir hoca efendi telefon açtı. Titrek bir sesle şöyle diyordu: Ya Hz. Osman İslam ın ruhuna muhalif bir karar aldı ya da İmam Kurtubi Ona iftira ediyor. Hadise nedir diye sorduğumda, Hoca efendi;

- Hz. Osman ın devr-i hilafetinde bir kadın altı ayda doğum yapıyor, olay kendisine intikal edince kadının zina ettiğini, evli olduğundan dolayı da recm edilmesi gerektiğini söylüyor ve kararını infaz ediyor. Hz. Ali haberi öğrenince Halife ye muhalefet ediyor fakat bu esnada kadın recm edilmiştir.

Hoca efendi; Nasıl olur da Hz. Osman böyle bir yanlışa irtikap eder, masum bir kadını öldürür diye feryat ediyor.

Gerçekte hata yapan Hz. Osman değil, Kurtubi nin ibaresini doğru okuyamayan ve bu yüzden yanlış anlayan Hoca efendi idi. Hadisenin aslı şöyledir: Hz. Osman a altı ayda doğum yapan bir kadın getirilir. Halife ona had cezası uygulamak ister. Hz. Ali ise aşağıdaki ayetleri gerekçe göstererek kadına had cezası verilemeyeceğini söyler. Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. [10] Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. [11] Bu durumda Süt emme süresi yirmi dört , hamilelik ise altı aydır. Kadın altı ayda doğum yaptığına göre bu hamileliğin en alt sınırı olan zamana tekabül eder. Bundan dolayı da kadın recm edilmez. Hz. Ali nin açıklamalarını dinleyen Halife, ilk beyanından döner ve kadına had cezası uygulamaktan vaz geçer. [12]

Okuduğunu yanlış anlayanlar doğru anladık zannıyla büyük hatalara imza atarlar. Yanlış üzerine faraziyeler bina eder, mutlak hakikati tezyif ederler. Geçen yıllarda fıkıh kitaplarında evlilik bahsi anlatılan yerlerde zikredilen pîr-i fani yi pire-i fani diye okuyan bir zat, İslam pirelerin kadınlarla evlenebileceğini farz eden bir dindir. diye yüksek sesle cehaletini izhar etmişti.

Okunan bir metni doğru anlamak anlamanın baş rüknüdür. Öyle ki bir noktanın ihlali küz/göz kür/kör eder. Şimdi ortalık körü göz, gözü de kör edenlerle dolu.

Eksik Bilgi

Peygamberler dahil bütün insanların bilgisi sınırlıdır. Kemal sadece Allah Teala ya mahsustur. İnsanın bilmediğini bilmesi gerçekte en büyük irfandır. Allah Resulü bilmiyorum demeyi ilmin bir parçası saymıştır. Sahabe bilmediği konuda tek kelime etmekten sarf-ı nazar etmiştir. Hz. Ömer, minberde acziyetini itiraf etmekten çekinmemiştir. Ebu Hanife cevabını veremeyeceği meselede bilmiyorum der, çözmek için uğraştığı konuyu karara bağlayınca sevincinden Allah-u Ekber diye bağırırdı. Fakihler, Allah Resulü nün cehennemle tehdit ettiği iki nev i kadıdan biri olmamak için bilmedikleri konularda tek kelime etmezlerdi. Gazali ahir ömründe bir hocadan Buhari okumayı planlamıştı.

İlim ilahi bir lütuftur. Büyük alimler bazen sıradan meseleleri bilemezler. Nitekim Efendimiz .a.v.) bir defasında müminin halini bir ağaca benzetmiş, haziruna da özelliklerini tadat ettiği bu ağacın ne olduğunu sormuştu. Ebu Bekir gibi büyük sahabilerin bulunduğu cemaatten hiç kimse doğru cevap veremedi. Ağacın ne olduğu yalnızca Abdullah b. Ömer in aklına geldi. Ne var ki o da utancından huzurda konuşmadı. Bunun içindir ki Hz. Ömer müçtehit sahabilerin Medine dışına çıkmalarını yasaklamıştı. Bir mesele olduğunda onları toplar cemaat halinde içtihat ederlerdi. Ebu Hanife nin 744 talebesi vardı. İçtihat ederken onların özellikle de içtihat derecesine ulaşan 44 talebesinin beyanlarını mutlaka dikkate alırdı.

İlimle iştigal eden kişi yetersiz olduğunu bilmeli ve sürekli kendisini yenilemelidir. Bilmediği konularda sukut etmeyi ve başkalarının müktesabatını değerlendirmeyi fazilet kabul etmelidir. Zira yetersiz bir malumatla görüş beyan etmek insanların dini hayatını imar adına tahrip eder.

Hadiseyi bir örnek çerçevesinde izah edelim. Modernist kimlikleriyle öne çıkan İlahiyatçıların gündemde tuttukları konulardan biri de kadınların özel hallerinde namaz kılıp, oruç tutmalarıdır. .

Halbuki mevzu ile alakalı çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya [13] buyurmuştur. Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu meru) [14] söyledi. Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.

Aişe validemiz kadınlara özel hallerde yapılmayan ibadetler hakkında ne yapılacağını anlatırken Künna nü meru ifadesini kullanmaktadır. Bu, sürekliliği işaret etmektedir. Çünkü kane , fiili muzari ile kullanıldığında sürekliliğe işaret eder. Bu durumda anlam şöyle olur. Biz her özel halimizde namaz ve orucu terk eder daha sonra ise sade orucu kaza ederdik.

Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz e; Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı diye sorduğunda Allah Resulü; Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak [15] buyurdu.

Allah Resulü Abdurrahman b. Avf ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir.[16] İslam ın erken asırlarından günümüze kadar Müslüman kadınların özel günlerinde namaz kılmayıp oruç tutmamaları ve aksi yönde bir delilin varit olmaması bütün müçtehitleri hayızlı kadının namaz kılmayıp, oruç tutmaması[17] yönünde görüş beyan etmeye icbar etmiştir.

Mevcut hadisleri bir takım gayr-i ilmi gerekçelerle hükümsüz addedip aykırı fetva verenler, Kur an da olmamasını gerekçe göstererek kadınların özel hallerinde namaz kılabileceklerini söylüyorlar.[18] Onlar, aynı mantıktan hareketle namazların rekatları, haccın rükünleri, zekatın miktarı gibi Sünnet le tayin edilen meseleleri de ret mi edecekler !

Eksik bilgi, yanlış anlamanın ana damarıdır. Molla Kasım tiplerini bu damar beslemektedir. Yunus Emre ye nisbet edilen hikaye hadiseyi ne de güzel anlatmaktadır:

Molla Kasım adındaki Şeriat bilgini bir ırmak kıyısında oturur ve Yunus un şiirlerini okumaya başlar. Bin şiir okur ve bunları şeriata aykırı bulur, tamamını yakar, sonra bin şiir daha okur, onları da uygun bulmaz, uygun bulmadıkça da suya atar. Üçüncü bin şiirin birinci şiirinde kendisinin bu merhametsiz hükmünü ima eden bir şiirle karşılaşır. Bu sefer hatasını anlar ve böylece geriye bin şiir kalmış olur. İşte insanların okuduğu şiirler bu şiirlerdir.[19]

Eksik bilgiye sahip insanların alemi olan Molla Kasım, şiirlerin üçte ikiden fazlasını okuyunca onların İslam a muvafık olduklarını anlar fakat iş işten geçmiştir.

Eksik bilgi, kişiyi gülünç hallere sokar. Devlet-i Aliye de Kazasker rütbesine kadar yükselmiş birisi bir gün Şeyhulislam ın yanına girer. Şeyhulislam önündeki mangalda yanan ateşi işaret ederek;

- En-Nar-u fakihetu ş-şita (Ateş/nar kışın meyvasıdır.)der.

- Kazasker Evet efendim! Narın en iyisi Manisa da çıkar. cümlesini ilave eder. Kazasker in nar ın Arap Dili nde ateş anlamına geldiğini bilmemesine ve onu Türkçe deki meşhur meyva anlamında anlamasına üzülen Şeyhulislam cehaletin bu derece derinleşmesine teessüf eder.

Huzurdaki Kazasker çıkar biraz sonra içeriye başkası gelir. Şeyhulislam ona da hadiseyi olduğu gibi anlatır. Bu da;

-A efendim o herif cahildir; Taif i görmemiş; Narın en iyisi Taif te çıkar der; Hadise üzerine Şeyhulislam ın sinirleri büsbütün gerilir. Yüksek sesle adama bağırmaya başlar. Gürültü üzerine içeriye giren bir üçüncü Kazaskere iki kişinin verdiği cevapları nakleder. Üçüncü şahıs;

- Bağırın efendim bağırın! Onlar cahil heriflerdir. Sallatellahu l-Kelbe ale l-Hınzır (Allah köpeği domuza musallat etsin.) diyerek Şeyhulislam ı köpek yerine koyar. Ve bu yaklaşımı ile diğerlerinden daha da cahil olduğunu gösterir.[20]

İnsanlar irfani derinliğe erdikçe cehaletten özgürleşip İslam ın hakikatine ulaşırlar. Bunun içindir ki İslam ı gerçek duruşuyla tanıyan farklı din mensupları Müslüman olmayı tercih etmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Sorumluluktan Kaçma

İnsanlar yapmak istemedikleri işleri anlamamaya vurarak sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Gerçekte ise böyle bir ameliye deve kuşunun başını kuma gömerek gizlendiğini zannetmesinden farksızdır.

Sorumluluktan kurtulmayı gaye edinen yanlış anlamanın en çarpıcı örneği Bakara Suresinde anlatılan inek bahsidir: Ben-i İsrail de çokça malı olan buna karşın çocuğu olmayan kısır bir adam vardı. Kardeşinin oğlu da onun varisi idi. Varis, amcasını öldürdü cesedini de gece taşıyarak kendilerinden birisinin kapısına bıraktı. Sabah olunca gerçek katil suçu masum olanların üzerine attı. Neticede birbirleriyle savaşmak için silahlandılar. İçlerinde derin akıl sahibi birisi; Allah ın Resulü içimizde olduğu halde birbirimizi mi boğazlayalım dedi. Musa aleyhisselam a gelip hadiseyi naklettiler. Şu ayet nazil oldu: Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor. Onlar, sen bizimle eğleniyor musun dediler. Musa, Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah a sığınırım. diye karşılık verdi.[21]

Yahudiler eğer Peygamber e itiraz etmeselerdi normal bir sığır onlar için yeterli olacaktı. Fakat anlamamaya vurarak işi yokuşa sürdüler. Allah Teala da her ısrar edişlerinde işlerini zorlaştırdı. Neticede kendilerine kesmeleri emredilen sığıra ondan başka hayvanı olmayan bir kişinin yanında ulaştılar. İneğin sahibi vallahi onu ancak derisi dolusu altına veririm dedi. Sığırı deri dolusu altın karşılığında aldılar, kestiler ve bir kısmı ile adama dokundular. Seni kim öldürdü dediler. Kardeşinin oğlunu göstererek bu dedi. Ardından tekrar öldü.[22]

Ben-i İsrail herhangi bir sığırın kesilmesi ile Allah ın emrinin yerine getirileceğini biliyordu. Maddi külfet altına girmemek için sığıra dair ek açıklama istiyorlar, bu sayede ilahi emri yerini getirmekten muaf tutulacaklarını bekliyorlardı.

Hakim Gücü Memnun Etme Arzusu

İnsanlar gücü takdis ederler. Muhataplarından ziyade güce hürmet gösterirler. Kur an söz konusu olduğunda gücü memnun edebilmek için en olmaz te villere girişirler. Ayetleri hakim gücün istekleri doğrultusunda ya inkar ya da tefsir ederler. Yunus Vehbi Yavuz un yaklaşımı gücün ne derece etkin olduğunun fevkalade bir örneğidir. Diyor ki: Nisa suresinin 34. ayetinde dayak meselesi var ve her zaman temcit pilavı gibi önümüze getiriliyor. Bilhassa İslam a soğuk bakan kadınlar taifesi diyor ki Kur an kadına dayak atmayı emrediyor. Çünkü ayette vellati tehafüne nüşüzehünne fei zuhunne vehcürühunne fi lmezaci ı ve zrıbuhunne. [23] buyruluyor. Ünlü tefsirler ayeti, serkeşliğinden korktuğunuz kadınlara vaaz edin, öğüt verin, olmadı yataklarında onları yalnız bırakın, bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız onları hafifçe dövün şeklindedir. Ben bu ayette ki ıdrıbuhunne ifadesini lügat açısından inceledim, dövmek onun bir manasıdır. Diğer manaları seyahat etmek, terk etmek, yüz çevirmek, vazgeçmek, şeklindedir.[24]

Vehbi Yavuz, hakim zümreye ayeti izah etmede güçlük çektiğinden siyak-sibakı hiçe sayarak izafi bir bakış açısıyla ayeti tefsir/tahrif ediyor. Yavuz Hoca aynı mantıktan hareketle İslam a soğuk bakan kesim faiz, baş örtüsü, içki gibi hükümleri kabul etmiyor diye onları da ret mi edecek !

Yakın dönem modernist tefsircilerden Muhammed Abduh ve Reşit Rıza[25] dahil bütün müfessirler ve dribuhunne ifadesinden kadının dövülmesini anlamışlardır.[26] Çünkü ayetin hem siyak-sibakı bunu gerektiriyor hem de Kur an ın mübeyyini Efendimiz den bu noktada bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu yüzden Yavuz Hoca nın ve dribuhunne ifadesini garip te villere sokmasına hacet yoktur. Zira ayette dövün ifadesi Efendimiz tarafından fazilet olarak görülmemiştir. Allah Resulü Sizin en hayırlılarınız elbette kadınlarını dövmezler. buyurmaktadır. Size isyan ettiklerinde kadınları hafif bir şekilde dövebilirsiniz. [27] hadisinde ki ğayra müberrihin/hafif bir şekilde ifadesinden ne anlaşılması gerektiği İbn Abbas a sorulduğunda şöyle demiştir: Kadın yalnızca Misvak vb. şeylerle dövülebilir [28] Efendimiz kadının aile içerisinde yeniden kazanılmasında nasihat cihetinin kullanılmasını, dayağın hafifte de olsa çirkin addedildiğini ifade etmektedir: İçinizden biri hanımını köle döver gibi dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi [29] İmam Şafii de dövmenin mübah terk etmenin ise efdal olduğunu söylemektedir.[30]

Dayak kadını aile içi düzene uydurmada baş vurulan en son çaredir. Bir anlamda o, tedavi için kullanılan acı bir ilaç gibidir.

Batılı adamın kadın telakkisine ya da modern kadının İslam tasavvuruna bakıp ayetleri anlamak en basit ifade ile tahriftir. Sonra en ziyadesiyle dayak yiyen kadınlar İslami değerlere riayet etmeyen çevrelerdedir. Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde gazetelerde bir mankenin yediği dayaktan dolayı bir kulağının duymadığı yazmakta idi. Batılı adamın kadın telakkisine gelince, Elmalılı Hamdi Yazır onun kadın telakkisine dair şunları söylemektedir: Zamanımızda Kur an ın dövünüz emrini kötü bir şekilde yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu ayetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş bir Fransız karısının açtığı davaya karşı, hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının, yediği dayaktan dolayı boşama davası açmasına hakkı olmadığına hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu. [31]

***

Doğru anlamak için ilim, irade ve iyi niyet olmalıdır. Bunların tamamından ya da birinden yoksun olanların hakikati idrak etmeleri muhaldir. İslami İlimler in özellikle de fıkıh usulünün imkan ve sınırlarını tanımayan kişilerin onların yetersizliklerinden bahsetmeleri ezbere reçete yazma alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.

Klasik metinleri okuyup-anlama noktasında ciddi sorunları olan modernistler klasiği anlayabilselerdi bugün ortada tarihselcilik gibi yanlış anlama ucubeleri olmayacaktı. Tarihin derinliklerinde saklı kalan Mu tezile ve Kaderiye gibi mezhepler ise bütünüyle cehaletin ürünleridir. Cehalet yer yer hakikatin anlaşılmasına mani olmuştur. Hz. Ömer döneminde bir bedevi Medine ye gelir ve kim bana Kur an okur. der. Bir sahabi ona Berae suresini okutur. Bu esnada Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır. [32] ayetindeki rasul kelimesini ref yerine cerr ile okur. Bunun üzerine A rabi Allah, Resulü nden uzak mıdır Şayet Allah resulünden uzak ise ben de O ndan uzak olurum. der. Hazirun A rabinin bu ifadesini yadırgar ve konuşmayı Halife Hz. Ömer e taşırlar. Halife, A rabi yi çağırıp Sen Peygamberden beri misin der. Arabi: Ey müminlerin emiri! Hadise şöyledir. Medine ye gelmiştim. Kur an la alakalı hiçbir malumata sahip değildim. İnsanlara bana kim Kur an okutur diye sordum. Yanındakini işaret ederek bu adam bana Berae suresini okuttu. Onun okuttuğuna göre surenin üçüncü ayetinin anlamı Allah müşriklerden ve peygamberden uzaktır. şeklinde idi. Bunun üzerine ona; Allah Peygamberinden beri midir Eğer peygamberinden uzak ise bende o peygamberden uzağım dedim. Hazreti Ömer;

- Ey A rabi! Ayet böyle değildir.

- O halde nasıldır.

- Resul kelimesinin merfu okunması gerekir. Buna göre anlam Allah ve resulü müşriklerden uzaktır. şeklindedir.

Hadise üzerine Hz. Ömer Kur an ı Arap Dili ne vakıf olan kişilerin okutmasını emretti. Ebu Esved e de Kur an ı harekelemesini söyledi.[33]

Sonuç Niyetine

Muharriflerin belli başlıklar altında toplanan yanlış anlama gayretleri, onları hakikate taşımaktan mahrumdur. Çünkü ortada bir usulsüzlük vardır. Bu durumda onlarla herhangi bir meseleyi ilmi bir zeminde konuşma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira usulsüzlerle neyi, nasıl konuşacağınızı tespit edemezsiniz. Bunun içindir ki eslafımız usulsüz vüsul olmaz. demiştir.

Kabil ile başlayan usulsüzlük , peygamberlere Biz senin dediklerini anlamıyoruz. diyerek karşı çıkan küfür yobazları tarafından temsil imkanı bulmuştur. Abdullah b. Selül yanlış anlamım nasıl en sahih anlama kalıbında takdim edileceğini gösteren tipik örnektir. İslam tarihinde Mu tezile, Kaderiye, Cebriyye gibi anlayış usulleri yanlış anlamının hareket bazında temsilcileridirler.

İşlerine gelince mevzu hadis le istidlal eden işlerine gelmeyince de haber-i ahad zan ifade ediyor deyip Sünnet i reddeden modernistlerin usulsüzlüğünü Merhum Ahmed Davudoğlu nun şu teşbihi ne kadar güzel ifade etmektedir: Trenin yük taşımasına içerlenen Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük düşürmeye karar verir. Yarışa koyulurlar, tren beygiri geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini tarladan yukarı sürüp, makiniste gücün yetiyorsa gel de beni tarla da geç diye bağırır.

***

Usulden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı. Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir hocanın a dediğine bir başkası pekala b diyebiliyor. Bu ise farklı delilleri kullandıklarından değil, ya delili hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından kaynaklanıyor. Nitekim süt akrabalığı ile alakalı hadisleri dolayısı ile de onlar üzerine ibtina eden hükümleri bilmeyen ve bu yüzden yeğen ile dayının evlenebileceğini kail olan fakihler(!) zuhur edebiliyor.

-----------------------------------------------------------------

[1] Kur an, Zuhruf(43): 3.

[2] Ceale fiilini Allah Kur an ı indirdi yerine yarattı anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine yarattı kelimesini daha sonra indirdi şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki t-Tenzil ve Uyuni l-Akâvil fî Vucuhi t-Te vil, Daru l-Ma rife, Beyrut, ty, I, 3.

[3] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Cami-u li-Ahkami l-Kur an, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2000, II, 129.

[4] Kur an, Bakara(2): 164.

[5] Kur an, Bakara(2): 146.

[6] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu t-Tefasir, Daru l-Kur an i l-Kerim, Beyrut, 1981, I, 73.

[7] Bkz. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsiru t-Taberi, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I, 442-6.

[8] Kur an, Bakara(2): 85.

[9] Mehmed Said Hatipoğlu, Kur an ı Kerim de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, VII, sy. 1, s. 12.

[10] Kur an, Ahkaf(46): 15.

[11] Kur an, Bakara(2): 233.

[12] Kurtubi, a.g.e., XVI, 128.

[13] İmam Müslim in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade muttefekun aleyh dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ lau s-Sünen, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.

[14] Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.

[15] Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü l-Evtar, Daru l-Kütübi l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.

[16] Şevkani, a.g.e., I, 290.

[17] Ebû l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu l-Müctehid ve Nihâyetu l-Muktesid, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 70.

[18] Yaşar Nuri Öztürk, Kur an daki İslam, İstanbul, 1994, s. 451 vd.

[19] Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989, s. 30.

[20] Bir takım tasarruf ile nakledilmiştir. Bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 21 nolu dip not , Eser Matbaası, İstanbul, 1977, I, 238.

[21] Kur an, Bakara(2): 67.

[22] Ebû l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali es-Sabuni), Daru l-Kur an i l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 76.

[23] Kur an, Nisa(4) 34.

[24] Yunus Vehbi Yavuz, Asr-ı Saadet te ve Günümüzde Kur an a Bakış Açısı başlıklı tebliğin müzakeresi, Kur an ı Nasıl Anlamalıyız , Rağbet, İstanbul, 2002, s. 59.

[25] Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru l-Kur ani l-Hakim, Beyrut, 1999, V, 60-3.

[26] Taberi, a.g.e., IV, 69-71; Kurtubi, a.g.e., V, 113; Razi, a.g.e., 73; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru l-Muhit, Beyrut, 1993, III, 251.

[27] Bkz. Kurtubi, a.g.e., V, 113.

[28] Kurtubi, a.g.e., V, 113.

[29] Buhari, Nikah, 93.

[30] Razi, a.g.e., X, 73.

[31] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur an Dili, Azim, İstanbul, II, 559.

[32] Kur an, Tevbe(9): 3.

[33] Sabuni, a.g.e., s. 161.





Recep Yıldız
Devamını Oku »