İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi



İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi..Miraç var mı? Peygamber Efendimiz bedenen göklere yükseldi mi? Mescid-i Aksa nerede?:

İsra ve Miraç hususunda Ehl-i Sünneti eleştirmekte ittifak halinde olan mealciler kendi içlerinde herhangi bir fikir birliğine varamadılar..Oysa Kuran ayetlerinin açık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış olduğunu savunur ve bu yüzden de Kuran tefsirinde hadisleri lüzumsuz görürler. Kuran’ın mücmelini tafsil, genelini tahsis, mutlakını takyid ve feri aslına ilhak gibi Sünnette yer alan hususlar, Kitab’ın hükümlerinin anlamlarını şerh ve tefsir konumundadırlar. Bu fonksiyonu inkar eden mealciler apaçık ve anlaşılması kolay gördükleri ayetleri yorumlamada bin parçaya bölündüler..Saldırmakta usta oldukları anlaşılan mealcilerin "peki öyleyse bu işin doğrusu sizce nedir?" sorusuna kendi aralarında çelişki olan fikirlerle cevap vermektedirler:

1-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e ve Ruhen:

1. Mehmet Okuyan: Miraç yoktur..İsra ise ruhen Mekke'den Kudüs'e ruhen yaptığı bir bilinçlendirme seyahatidir..O yatay bir seyahattir. Ruhen yapılmış, o da bedenen filan değil. Peki bunun Kudüs'ten göklere doğru çıkış kısmı var mı? Hayır yok.(1)

2. Bayraktar Bayraklı:

Bayraktar Bayraklı'ya göre de Mescid-i Aksa Kudüs'teki Mesciddir:

İşte gece yürüyüşü dediğimiz İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullah)dan başladı, yani bereket ve hidayet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız.Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir.
[Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.]



2-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e değil:

3. İsrafil Balcı: Kuranı Kerim Miraç'tan asla ve kat'a bahsetmiyor...Böyle bir şey yok. Hiçbir ayette de bu meseleyle uzaktan yakından ilintili değil..Bu tamamen rivayetlerden müteşekkil bir anlatı..Miraç rivayeti ve özellikle Kudüs'ü öne çıkarma Emeviler döneminde..Kudüs ve Şam'la ilgili pek çok İsrailiyat rivayeti de taşınmıştır..(2)

Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescit değil: Emeviler döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi olması ve bu bağlamda Kudüs’ün dini politik kimliği gibi nedenler halifelerin bu bölgeye özel önem vermelerinde etkili olan unsurlardandır. Bu bağlamda özellikle Abdülmelik döneminde Kubbetüssahre gibi görkemli bir mabedin yapılması ve akabinde Mescit-i Aksa’nın inşası bölgenin önemini ve Müslümanların nazarındaki kutsallığını daha da artırmıştır. Özellikle inşa edilen camiye ayette geçen el-Mescidü’l-Aksa adının verilmesi, zamanla yanlış bir anlamayı da beraberinde getirmiş ve adeta ayette zikredilen el-Mescidü’l-Aksa’nın bu camiyle alakalı olduğu gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Oysa bu mabetlerde isra ve miraç hadiseleri arasında herhangi bir ilişki yoktur.

(http://ihvanisafaa.blogspot.com.tr/2014/07/isra-ve-mirac-gercegi-israfil-balc.html#sthash.iIwNb19J.dpuf)

Değerlendirme: Bu durumda İsrafil Balcı'nın Mescit-i Aksa'nın yerde olduğunu ama hangi mescit olduğunu açıklamadığını görüyoruz..Madem ki bu mescit Kudüs'teki Mescit değil, hangisidir?

4-Ercüment Özkan : Biliyorsunuz İsra, Arapça gece yürüyüşü demektir..(3)

Sohbetten anlaşılana göre Ercüment Özkan miracı inkar ediyor..İsra'yı maddi bir bedenle yapılabilirliğine kapıyı kapatmıyor..Kudüs'ten bahsetmiyor..

(http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/ahadtek-hadis-bile-olsa-hadisi-hafife.html)

5. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamberin bedenen göklere yükseldiğini söyleyen değil tam tersine yükselmediğini söyleyen ayet-i kerime var...Bu ayet İsra suresinin içerisinde geçmektedir..İsra (90-94) (4)

İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)

6-Hüseyin Atay: İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)



3-) Miraç Var, Mescid-i Aksa'nın nerede olduğu tartışmalı olmakla birlikte Kudüste'ki Süleyman Mabedi en kuvvetli ihtimal: 

7-İslamoğlu:

İslamoğlu'na göre Mirac vardır:

Bu bir anahtar kelimedir dedik subhan. Neden böyle bir anahtarla giriyor. Miraç gibi, isra gibi ruhani bir müşahede için konulan bir sınırdır aslında. Burada bir tasavvur inşa ediliyor. Muhatabın tasavvuru inşa ediliyor. Bir sınır konuluyor. Miracı ve İsrayı, yani insanın Allah’a yürüyüşü gibi sırlarla dolu muhteşem ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken ey insanoğlu gözetmen gereken birinci sınır; Allah’ı kişileştirmemek. Allah’ı indirgememek. Allah’ı yaratıklar dünyasına indirgememek zihninde. Tasavvurunda Allah’ı yaratılmışlarla özdeşleştirmemek.

İşte böyle bir uyarı. İlk anahtar. Mirac’ı, İsra’yı, Yani insanın Allah’la buluşması gibi çok gaybi, sırri, sembolik ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken dikkat etmen gereken ilk şey; Allah’ın aşkın, müteal varlığını içkinleştirmemek. Yani yaratıklar seviyesine indirmemektir. Buna çok dikkat etmelisin. Onun için Subhanelleziy diye başlar. Yani aşkın olan, her türlü kişiselleştirmeden uzak olan. Varlıklara, yaratıklara benzemekten uzak olan O Allah’ki. Bu birinci anahtar.

Burada bir Allah tasavvuru inşa ediliyor. Onun için bu sınıra riayet edeceksin ey muhatap, ey vahyin muhatabı. Eğer Miraç gibi, İsra gibi bir olayı doğru anlamak istiyorsan, her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir diyen arifin bu sınırını iyi hatırlamak lazım. leyse ke mislihî şey’ (Şura/11) ayetinin bu bir yorumudur aslında. O hiçbir şey gibi değildir. Yani hiçbir şey de onun gibi değildir elbette.

İkinci anahtarımız da var manasını verdiğim yerde, o da nedir? Bi abdiHİ kulunu. Buda ikinci sınırdır. Birinci Subhan sözcüğünde Allah tasavvuru inşa edildi vahiy tarafından, abdiHİ ile de muhatabın insan tasavvuru inşa ediliyor. Yani içkin, aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle.Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. İkinci anahtar olması da bu yüzden. Yani İsra ve Mirac gibi İnsan Allah buluşmasına tekabül eden sırri, gaybi ve derûni bir müşahedeyi anlamak için ey insan, Allah’ın aşkın varlığını bir kere, bir çıta olarak göreceksin. İkincisi de insanın içkin varlığını, beşeri varlığını, yani ilahi bir varlık olmadığını, sınırlı bir varlık olduğunu. Bunu da ikinci çıta olarak göreceksin. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu Bi abdiHİ olduğunu aklından çıkarmayacaksın.
Hatta min âyâtina. Burada bu yorumumuzu destekleyen de bir şey var. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor. min âyâtina yani hepsini değil. Gaybi sembollerimizin tamamını göstermedik, sadece bir kısmını gösterdik. Onun için bu da abdiHİ’yi destekleyen bir başka ibare.

inneHU HUves Semiy’ul Basıyr Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip her şeyi gören.Ayetin bu sonuncu cümlesi de 3. çıtadır, 3. sınırdır. Nasıl 3. sınır? Her şeyi yalnızca Allah görür. Peygamber gösterileni görür min âyâtina ayetlerimizden linüriyehu min âyâtina ayetlerimizden bir kısmını gösterelim ona diye. Her şeyi mi? Hayır. Onu sadece Allah görür.

Burada geçen Mescidi Aksa, en uzak mabed anlamına gelir. Ki başından beri İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor. İslam tefsir geleneği en uzak mescidi, ora ile tefsir etmiş. Fakat ender de olsa Hamidullah gibi bir takım muttaki alimler bu el Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğu uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Kudüs; İlya adıyla bilinirdi Resulullah döneminde. Ki hadislere de ilya olarak geçmiştir. Bu ismi Romalılar koymuşlardı Elya. Elinin şehri anlamına Haddi zatında Kudüs’ün adından yola çıkarak bu ayete herhangi bir mana vermek de zor. Fakat şunu söyleyeyim ki İslam geleneğinde daha ilk nesilden itibaren El Mescidül Aksa’nın kapsamına Kudüs’ün alınmış olması ve Miraç hadislerinde Resulallah’ın Kudüs’ten söz etmesi her halükarda bu yüce ve mukaddes yolculuğun kapsamı dahilinde Mescidi Aksa’nın Kudüs’ünde bulunduğunu hükmetmemizi gerektirir. Fakat El Mescidül Aksa eğer Hamidullah üstadımız gibi alimlerin yorumu doğruysa Kâbe’nin aslı olan gökteki en uzak mescitse o zaman bu ayet sadece İsra’dan değil, aynı zamanda miracdan da söz eden bir ayet olur ki, İsra’yı da kapsamış olur, içine almış olur bu yolculuk.(4)

Gerekçeli mealinde ise şunları söylemektedir: 

5 el-Mescidu'l-Aksa:''en uzak mabed'' veya mescid'in lügat anlamıyla ''secde edilecek en uzak yer''. Tefsirlere göre bu, Kudüs'te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (Krş:7:137; 21:71,81) Süleyman Mabedi ve onun çevresinde yer alan verimli topraklardır. Buradaki problem,ayetin indiği tarihte Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin tamamen harap bir halde bulunmasıdır. MS.70'teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri Hristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu halde bulunuyordu. Bu durumda iki ihtimal vardır:

1) Ya Allah Rasulü'ne İsra müşahedesinde gösterilen el Mescidu'l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmasından önceki halidir ve bir mucize olarak gösterilmiştir.

2) Ya da buradaki el-Mescidul Aksa tıpkı Tur 4'teki el-Beytu'l-Ma'mur gibi göklerin ötesindeki ''en uzak mescid'' anlamına gelir. 30:3'te Filistin topraklarının ''yakın'' olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder. Bazıları, Ezraki ve Vakıdi'nin rivayetine dayanarak, bu mescidin müminlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke'ye on mil mesafedeki Cirane'de olduğunu söyler. '' En uzak mescid'' ile Medine'deki Mescid-i Nebi'nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır. İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür. Secde'nin hakikatinin, kulun Allah'a bağlılığını sunması olduğunu hatırlanacak olursa, el-Mescidu'l-Aksa'nın karşılığı şu olur: ''insanın Allah'a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam''. Fakat ayetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrailoğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber'e müşahede ettirilen mescidin Süleyman Mabedi'nin orijinal halinin görüntüsü olduğunu teyit eder. Bununla şu mesajı verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının varisi sensin ey Muhammed! Allahu a'lem.



4-) Miraç yok, İsra bedenen, Mescid-i Aksa Mekke'de:

8-Hakkı Yılmaz: 

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre namaz, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakiki Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir. (5)

Değerlendirme: Hakkı Yılmaz kendi metoduyla çelişmiştir..Kuran ayetlerinin anlaşılmasında Vakıdi'den önemli bir yardım almıştır..Delil getirdiği rivayet yok sayıldığında yaptığı yorumları destekleyecek akli bir şahidi kalmayacaktır..

9-Yaşar Nuri Öztürk : Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi? yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..." vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Aişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz, Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. (6)

Değerlendirme: Burada yazının bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum..Y.Nuri: "Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir". Hakkı Yılmaz ise tam bunun aksine bir iddiada bulunmakta :Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah'a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kuan'ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır.

(http://www.istekuran.com/isra.html#VVYKwOEGBYoQSmwe.99)



5- Göklere çıkış var, miraç bedenen, Mescid-i Aksa gökteki beyti mamur:

10-Abdülaziz Bayındır:  Mescid-i Aksa meleklerin tavaf ettiği gökteki Beyt-i Mamur'dur. (7)

Allah, ayetleri, ayetlerle açıklamıştır. O yola girmeyince Kur’ân-Sünnet bütünlüğü bozulmakta ve çelişkiler oluşmaktadır. Açıklamayı Kur’ân’dan aldığımızda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürüz:

“(Orada Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı.” (Necm, 53/17)

Gözün kaymaması ve sınırı aşmama, ancak ruh ve beden birleşince olabilir. Bu sebep bu olay uyanıkken ve ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşmiştir. (8)

*

Sonuç: Hemen hemen her hususta birbirleriyle çelişki içinde olan bu insanlar ehl-i sünnete saldırmadan önce kendi içlerinde tutarlı, birbirini destekleyen bir noktaya gelmeleri gerek..Yorumlardan açıkça anlaşılıyor ki bir mealcinin dediği diğerini tutmuyor..Birinin hak dediği diğerine göre batıl..Mescid-i Aksa yerde mi gökte mi diye sorsan kimisi yerde kimisi gökte diyecektir..Yerde diyenler de kimisi Kudüs'te kimisi Mekke'de diyecektir..İsra, bedenen mi ruhen mi diye sorsan kimisi ruhen kimisi bedenen diyecek hatta bazısı  ne ruhen ne bedenen, zihnen diyecektir..Her bir beyin adetince ihtilaf vukuya geliyor..Bu karmaşaya aldanıp birbirlerinden herhangi bir üstünlüğü olmayan mealciler içinden gelişigüzel yapılan tercihle sahih hadislerin bize verdiği bilgileri görmezden gelmek akıllı kişinin işi değildir..Hakkı Yılmaz gibi birinin zora düşünce Vakidi'den nasıl faydalandığını gördük..Mealcilerin bu çaresiz halleri düşünüldüğünde ehl-i sünnetin yolunun ne kadar aydınlık ve çelişkiden uzak olduğu daha rahat anlaşılıyor..Hadisleri inkarın nasıl bir kaos oluşturduğunun güzel bir örneği..

***

(1) -https://www.youtube.com/watch?v=3P9ojWHwom8&t=09m09s
(2) -http://www.dailymotion.com/video/x18p639_kur-an-isra-olayini-anlatir-mirac-ise-rivayetlerle-inanc-haline-gelmistir-prof-dr-israfil-balci_school
ayrıca bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PMRfVyhdtNQ
(3) -https://www.youtube.com/watch?v=-RA2CEx-pDY
(4) -https://www.youtube.com/watch?v=l72Yae067hs
(5) -http://www.istekuran.com/isra.html#JgjoqeJIQllR3phC.99

(6) -Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(7) -https://www.youtube.com/watch?v=jJ2iDnaNQqI
(8) -http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/08/isra-ve-mirac-hususunda-mealcilerin.html
Devamını Oku »

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerindenİbaret midir ?

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerinden İbaret midir ?

Evvela şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber ( s.a.v) 'in Kuran dışında vahiy almadığı konusunun delalet-i kat'iyye sarahatinde ifade eden bir Kur'an ayeti mevcut değildir.Yazarın yaptığı gibi ( Yaşar Nuri Öztürkten bahsediyor ) mesela '' O arzusuna göre konuşmaz. O ( bildirdikleri ) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir '' ( en-Necm, 3-4 ) , '' Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının '' ( el-Haşr,7 ) gibi- pek çok sahabi , müçtehit ve müfessire göre Sünnet'e de delalet eden - bir kısım ayetler konusunda '' Bu ayetlerde kast edilen Kur'andır '' diyerek kestirme hükümlerle meseleyi ört -bas etmeye çalışmak [1] ilmi yaklaşım ile bağdaşmaz. İlmi yaklaşım, bu ayetlerde kastedilenin Kur'an olduğunu yine Kur'an ayetlerine dayanarak ortaya koymayı gerektirir. Ancak yazarın bunu, ilmi araştırma vasfı verilecek ciddiyet ve boyutta gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildir...

Son tahlilde bu ve benzeri ayetlerin Kur'an'a delalet ettiği kadar Sünnet'e de delalet etiği veya Sünet'i de kapsadığı hususu bir '' ihtimal '' bile olsa , bunu gözden uzak tutmak mümkün değildir.

Şüphesiz Hz. Peygamber ( s.a.v) in Kur'an dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldğını rahatça söylemek mümkündür. Ancak biz, kitabın başında belirttiğimiz yöntemden ayrılmayacak ve bu konuda da doğrudan Kuran ayetlerinden hareket ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.''

''Kur'an , önceki peygamberlerin yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celi ( açık vahiy ) yanı sıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allah'tan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber ( s.a.v) hakkında niçin kabul edilmesin ? Esasen Yüce Allah'ın Kadir'-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme / iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır.

Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır ? sorusuna,yine bizzat Kur'an'dan hareketle '' evet'' demek durumundayız.

Yüce Allah şöyle buyuruyor :

1 - '' Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.''- ( bakara 151 )

2- ''.... Allah'ın ayetlerini eğelenceye almayın, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın, Allah'tan korkun...''- ( bakara 231 )

3- '' Andolsun ki, içlerinden , kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur... '' ( Al-i İmran 164 )

4- '' Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. '' ( Nisa,113 )

5- '' ( Ey Peygamber hanımları ! ) Allah'ın , evlerinizde okunan ayetlerini ve Hikmet'i anın ! ( Ahzap,34 )

6- '' Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temzileyen, onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber gönderen O'dur ...'' ( Cuma,2 )

Bu ayetlerde geçen '' Kitap '' kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. O halde buradaki Hikmet nedir ?

Elmalılı Hamdi YAZIR merhum, başka hiçbir yerde bulunamayacak şekilde detaylarına inerek bu kelimenin 29 ayrı tanımını vermekte ve her bir tanımın uzun uzadıya açıklamasını yapmaktadır ki [2] bunların toplamından çıkan netice yine kendi ifadesi ile şudur :

'' Bunların bazısı mana-yı masdar, bazısı hasl-ı masdar, bazısı ism-i mahz olmakla beraber bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine raci olduğundan bu tafsilat kısmen misal ve tarife hamledilmek suretiyle mecmuu üç tefsire irca olunabilir ki ameli nafia müeddi olmak haysiyetiyle ilim, ilme müteratib olmak hasyiyetiyle amel-i nafi, biri de ilm-ü amelde ihkam, tabir-i aherle kavil ve fiilde isabet veya ilim ve fıkıh manalarıdır '' [3]

Her ne kadar içlerinde İmam eş-Şafi'i 'nin de bulunduğu bir grup alim, Kur'an'da yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde geçen Hikmet kelimesini doğrudan Sünnet olarak anlamışlarsa da [4] biz peşinen bu yargıya varmayalım ve mezkur ayetlerden hareketle bu kelimenin ne anlama geldiğini araştıralım.

Elmalılı merhumun alabildiğine tafsilatlı olarak zikrettiği görüşlerinden yine kendisinin çıkardığı sonuca bakılırsa Hikmet şu üç anlamı bünyesinde toplayan bir kelimedir :

1- Faydalı amele götüren bilgi.
2- Bilgiyle irtibatlı olması yönüyle faydalı amel.
3- Söz ve fiilde doğruya isabet.

Bu üç maddede özetlenen Hikmet'in Kur'an'dan daha genel bir anlama sahip olduğunu [5] ve burada geçen '' fayda '' ve '' doğru '' kelimelerinin , '' ilahi irade ve rızaya uygunluğu '' ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Şu halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet verildiğini belirten ayetler O'nun , söz ve fiillerinde ilahi irade ve rızaya uygun hareket etme özelliğine sahip kılındığını anlatıyor demektir. '' Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir '' ( ahzab,21 ) ayetinin Hz. Peyagmber ( s.a.v) 'in mü'minler için güzel bir örnek olduğu vakıasını- tekitli bir biçimde - belirtmesi, aynı zamanda Hz. Peygamber ( s.a.v)in Hikmet'e uygun söz ve fiillerinin mü'minler için örnek teşkil ettiği noktasına güçlü bir vurgudur. Mü'minlerin nihai amacı Yüce Allah ( c.c.)'ın rızasına ve ahirette ebedi kurtuluşa ulaşmak olduğuna ve Hz. Peygamber ( s.a.v) de onlar için bu yolda güzel bir örnek teşkil ettiğine göre mü'minler dünya hayatınaki rotalarını Hz. Peygamber ( s.a.v)'in söz ve davranışlarını esas alarak ayarlayacaklar demektir.

Hz. Peyamber ( s.a.v)'de mevcut bulunan bu özellik, Yüce Allah ( c.c. ) tarafından O'na '' indirilmiş '' tir. Yüce Allah ( c.c.) 'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'e indirdiği şeyin - adına vahy-i hafi, ilham veya başka birşey denmesi farketmez- netiecede vahiy olduğu ise ayrıca belirtilmesine gerek bulunmayacak kadar müsellem bir husustur. Çünkü Hz. Peygamber ( s.a.v)'in , Yüce Allah ( c.c. ) tarafından kendisine gönderilen bu mesaj sayesinde, özellikle dinin tebliği hususunda yanılmayacağı, yanlış veya kusurlu hareket etmeyeceği, ederse yine bu fenomen tarafından derhal düzeltileceği aşikardır. Aksi halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'in peygamberlik görevinde kusurlu veya hatalı davranabileceği ihtimali gündeme gelir. Şu halde Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e hangi türden vahiy yoluyla olursa olsun Allah tarafından '' indirildiğini '' söylemek bu durumda tek çıkar yol olarak kalmaktadır.

Bu noktaya, mezkur ayetlerde kullanılan '' enzele '' ( indirdi ) fiilinin, aynı zamanda '' var etme '', '' ortaya koyma '' , '' yaratma '' anlamına da geldiği söylenerek itiraz edilebilir [ 6]

Ancak bu durumda cevaplandırılması gereken bir soru gündeme gelmektedir : Şayet bu ayetlerdeki '' enzele '' filini '' var etme '' , '' ortaya koyma '', '' yaratma '' anlamında alacak olursak, Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' ve '' yaratılmış '' bir özellik olduğunu sonucuna varırız. Ne var ki , yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde aynı '' enzele '' fiili '' Kitap '' için de kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle Kitap ve Hikmet kelimeleri , bir tek fiilin , '' enzele '' filinin mef'ulü durumundadır.

Bu da - sözkonusu itirazı yerinde kabul edecek olursak- Hikmet'le birlikte Kitab'ın da Hz. Peygamber ( s.a.v ) 'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış '' olduğunu söylememiz gerekir. Bununsa hem ilahi Kelam'ın kadim olma vasfıyla bağdaşmayacağı, hem de vahiy olgusunun mantığına ters düşeceği açıktır. Dolayısıyla Kur'an'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış'' olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Geriye bu fiilin ; Kur'an söz konusu olduğunda '' indirme '' , Hikmet sözkonusu olduğunda ise '' var etme '', '' ortaya koyma'' veya '' yaratma '' analmına gelmesi ihtimali kalkmaktadır. Aynı cümledeki iki ayrı mef'ule ilişkin bir tek fiilin, bu mef'ullerden birisinde bir anlama, diğerinde başka bir anlama gelebileceği ne mantıken ne de gramatik açıdan söylenemeyeceğine göre, bir nokta kendiliğinden ortaya çıkmaktadır : O da hem Kitab'ın , hem de Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e '' indirildiğini '' söylemektir.

Bu söylediklerimize ikinci bir itiraz da şu şekilde ileri sürülebilir : Kur'an , Hikmet'i Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır kılmamakta, aksine başkalarına da Hikmet veridlğini bildirmektedir.

Şu ayetler bu hususa örnek gösterilebilir :

i- '' Allah Hikmet-i dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir '' ( bakara 269 )

ii- ( Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkındaki sözlerine şöyle devam ettiler : ) Allah ona yazmayıi Hikmet-i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek '' ( Al-iimran,48)

iii-'' Hani Allah peygamberlern, '' Ben size Kitap ve Hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz '' diye söz almış, '' Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi ? '' dediğinde '' Kabul ettik '' cevabını vermişler, bunun üzerine Allah, '' O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim '' buyurmuştu '' ( Al-i imran 81 )

iv- '' Yoksa onlar , Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar ? Oysa İbrahim soyuna Kitap ve Hikmet'i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik '' ( Nisa,54 )

v- '' Andolsun biz Lokman'a , '' Allah'a şükret'' diyerek Hikmet verdik.... '' ( Lokman,12 )

vi- '' Onun ( Davud'un ) hükümranlığını kuvvetlendirmiş , ona Hikmet ve güzel konuşma vermiştik '' ( Sad, 20 )

Buradan da ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verilen Hikmet Sünnet değildir.

Hemen belirtelim ki, bu ayetler içinde 2. , 3. ve 4. sıradakiler, az yukarıda Hikmet'in de '' indirildiğini '' söylerken ileri sürdüğümüz argümanları destekler mahiyettedir. Zira bu ayetlerde Hikmet ile birlikte verildiği / öğretileceği bildirilen '' Kitap''ların vahiy yoluyla verileceğinden / öğretileceğinden kuşku edilmez. Ayrıca bu ayetlerde Kitap(lar) ve Hikmet de öğretme / verme fiillerinin mef'ulüdür. Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet indirildiği bildirilen ayetler üzerinde dururken söylediklerimiz aynen burada da geçerlidir.

Öte yandan biz Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır olduğunu ve başka hiç kimseye Hikmet verilmediğini zaten söylemiyoruz. Hikmet'in yukarıda ELMALILI merhumdan naklen özetlediğimiz üç anlamı göz önünde bulundurulacak olursa, bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Zira sözkonusu özelliklerin sadece Hz. Peygamber ( s.a.v)'de bulunduğunu söylemek aklen de adeten de mümkün değildir.

Bizim söylediğimiz şudur: Kur'an tarafından başkalarına da verildiği bildrilen Hikmet, veridlği kimselerde doğruya isabet, faydalı bilgi ve amel olarak tezahür etmektedir ki bu özelliklerin Hz. Peygamber( s.a.v) tarafından dini tebliğ bağlamında ortaya konan söz, tavır ve davranışlarda tebellür etiğinde kuşku yoktur. Yani Hz. Peygamber ( s.a.v)', Yüce Allah ( c.c.) tarafından kendisine verilen bu Hikmet sayesinde Allah, Kur'an, insan, varlık ve eşya hakkında doğru bilgilere uğaraşacak, tebliği ile görevli bulunduğu dini insanlara iletip öğretirken bu bilgileri insanlığın önüne şaşmaz kılavuzlar olarak koyacaktır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ( s.a.v) 'e Yüce Allah ( c.c.) tarafından verilen ve Kur'an dışında başka birşey olduğu [ 7] malum bulunan işbu Hikmet'in ümmet-i Muhammed açısından bir önemi olmalıdır. Eğer böyle olmasaydı ve O'na verilen Hikmet sadece O'nun şahsıyla sınırlı kalıp, başka insanlar için herhangi bir kıymet ve önem arzetmeseydi, Ümmehat-ı Mü'minin'e ( Hz. Peygamber ( s.a.v)'in pak zevcelerine ) Kur'an'la birlikte Hikmet'i de anmalarının Kur'an tarafından emredilmesinin bir anlamı olmaz. Hz. Peygamber ( s.a.v)'in özellikleri meyanında ümmetine Kitap ile birlikte Hikmet'i de öğretmesi zikredilmez [8] ve nihayet Hikmet'in , Allah tarafından insanlara '' öğüt vermek'' için '' indirildiği'nin bilhassa belirtilmesine gerek bulunmazdı... [9] ''

7- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip,bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber,‘Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi’dedi.” (et-Tahrim,3)

Bu ayetin sonunda Hz. Peygamber (s.a.v), meseleyi kendisine Yüce Allah (c.c)’ın bildirdiğini açıkça belirtmektedir.
Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın, bu ayette belirtilen hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirdiği hakkında hiçbir ifade yoktur. Bu da göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine gizli bir şey söylediği eşinin o sözü başkalarına aktardığını Yüce Allah (c.c) Kur’an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirmiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha bulunmaktadır:

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hanımına gizlice söylediği sözün ne olduğunu bilmiyoruz.[10] Şu halde bu söz, dinin tebliğine ilişkin olabileceği gibi, şahsî bir mesele de olabilir. Şayet dinin tebliğine ilişkin olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in o sözü eşine “gizlice” söylemesi düşünülemezdi. Çünkü dinin özüne ilişkin olan bir hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’in bütün ümmetine duyurmayıp ya da duyurulmasını istemeyip, eşlerinden birisine sır olarak söyleyebileceğini düşünmek mümkün değildir. (Bunu söylerken Hz. Peygamber (s.a.v)’in hassas ve özel konumu gereği, hanımına verdiği bir sırrın da önemli olacağını inkâr ediyor ve söz konusu sırrın konjonktür gereği o an için gizli tutulması gereken bir şey olabileceğini görmezden geliyor değiliz. Ancak burada meseleyi sırf nazarî planda ele aldığımızın hatırdan çıkarılmaması gerekir.)

O halde Hz. Peygamber (s.a.v) ile eşi arasındaki o söz,yine ikisi arasındaki özel bir mesele hakkında olmalıdır.
Bu türlü şahsî bir mesele Kur’an dışı bir vahiyle Hz.Peygamber (s.a.v)’e bildirilebilir iken, dinin özüne ilişkin olan ve dolayısıyla daha büyük bir önem arz eden hususlar niçin böyle bir vahiyle bildirilmesin?..

8- “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden[11] birinin sizin olduğunu vadediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz...”(Enfal-7)

Bu ayette ve devamında Yüce Allah (c.c), mü’minlere [Sahabe’ye] hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse
kervana saldırıp Kureyş’li müşriklerin ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke’den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah (c.c) Mü’minlere zafer ve kazanç vadettiğini bildirmektedir.

Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah (c.c) Müslümanlara hitaben “Hatırlayın ki,Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vadediyordu” buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat Müslümanlara Yüce Allah (c.c) tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur’an’da daha önce Müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, söz konusu vaat Cibril (a.s) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

9- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal-9)

Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayetmevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah (c.c)’ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibril (a.s) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

10- Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir...'' ( el isra, 1)

el-İsra suresinin, zikrettiğimiz ilk ayetinde Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz.Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’yagötürülmesinin sebebi de budur Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:

Kur’an’ın zikrettiği bu “birtakım ayetler” nelerdir?

Yazarın da ( Y. Nuri Öztürk ) katıldığını belirttiği ifadelerinde Süleyman Ateş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Cibril (a.s)’i Sidretü’l-Müntehâ yanında görmesi olayının İsra hadisesinden önce vuku bulduğunu söylemektedir. [12] Dolayısıyla burada zikredilen “ayetler”den,Hz. Peygamber (s.a.v)’e Cibril (a.s)’in görünmesi kastedilmiş olamaz. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v) o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber (s.a.v) o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında Mü’minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihmalli davrandığı anlamına gelmez mi?

Yine eğer böyleyse “O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendisinde tutacak kadar cimri değildir” ( tekvir 24 ) [13] ve “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan,O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”( el-Maide 67 ) gibi ayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nübüvvet görevini en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerine getirdiği hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için “bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir” diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur’an’da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir? -Üstelik (17/el-İsra) suresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allah (c.c)’ın tesbih, ta’zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir.

Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, madem ki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur’an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır?

11- Zeyd b. Harise (r.a) ile Zeyneb bt. Cahş (r.anha) arasındaki evlilik ve bu evliliğin sona ermesi anlatılırken şöyle buyurulmaktadır:

“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilikettiğin kimseye, ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun.Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine
getirilmiştir. ( ahzap 37 )

Bu ayetin Kur’an dışı vahye delalet vechi üzerinde daha önce de durulmuş[14] ancak bu konuda söylenenler eleştirilmiştir. [15]

Ne ki bizce burada gözden kaçırılan bir nokta vardır: Dikkat edilirse ayette “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” buyurulmaktadır. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, içinde “bir şey” gizlediği belirtilmekte ve Allah’ın onu açığa vuracağı bildirilmektedir. Bu şey ne olabilir?

Ortaya şu ihtimalleri koyabiliriz: I- Bu şey, Zeyd-Zeyneb (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgilidir. II- Bu şey söz konusu evlilikle ve o şahıslarla ilgili değildir.Ayetin ifadesi ve siyak-sibakı göz önünde bulundurulacak
olursa, bu ihtimallerden ilkinin doğru olduğu anlaşılacaktır.

Zira özellikle “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” cümlesi bu evlilikle ilgisi koparıldığında bu bağlamda hiçbir şey ifade etmemekte, daha doğrusu ne ifade ettiği anlaşılmamaktadır. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v)’in, söz konusu çiftin evlilik hayatı ile ilgili olarak içinde gizlediği şey üzerinde durmak gerekiyor: İhtimaller şunlar:

1- Bu şey gayri meşru bir şeydir.
2- Bu şey meşru bir şeydir.

Bu iki ihtimalin açılımını ise şu şekilde yapabiliriz: Bu şıklardan ilki behemehâl düşünülemeyeceğine göre, ikincisi üzerinde durmamız gerekiyor. O halde meşru olan bu “şey” nedir?

A- Meşru olan ve Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgili bulunan bu şey, Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmemiş, O’nun, kendiliğinden düşündüğü ve tamamen kendi içinde başlayıp biten bir düşünce veya temennidir.

B- Bu şey Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmiş bir hüküm veya haberdir.

Birinci ihtimal üzerine kafa yoralım:

A/l- Mesele söz konusu evlilik ile ilgili olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine gelmiş bir vahiy söz konusu olmaksızın bu evliliğin devamını istemiş olabilir.Ancak ayet Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd (r.a)’e bu doğrultuda görüş bildirdiğini zaten açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde sakladığı ve Yüce Allah (c.c) tarafından açıklanacağı belirtilen şey bu olamaz. Demek ki bu ihtimalin üstü çizilecektir.

A/2- Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde gizlediği şey, bu evliliğin bozulması ile ilgili olabilir. Yukarıdaki ihtimal geçerliliğini yitirdiğine göre, üzerinde durulmaya değer ihtimal bu olmalıdır. O halde devam edelim. Hz. Peygamber (s.a.v) bu evliliğin bozulmasıyla ilgili olarak içinde ne gizlemiş olabilir?

a- Zeyneb (r.anha) ile evlenme arzusunu gerçekleştirebilmek için bu evliliğin bitmesi temennisi.Hz. Peygamber (s.a.v)’in, neticede peygamberliğine halel getirecek böyle bir şeyi içinden geçirmiş olması muhaldir. O’nu bundan bin kere tenzih ederiz. Zira “emredildiğin gibi dosdoğru ol”( Hud 112 , Şura 15 ) ayetine muhatap olan bir kimsenin bu emre muhalefet etmesi, bırakalım Mü’minler için örnek konumundaki bir peygamberi, takva sahibi, Allah’tan korkan ve “Allah’ın kendisine şah damarından bile yakın olduğunu”84 bilen sıradan bir Mü’minin bile yapamayacağı bir davranıştır. Böyle bir ihtimali ancak kalbinde İslam ve Müslümanlar için en küçük bir iyi düşünce taşımayan müsteşrikler gündeme getirebilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, özellikle de Allah onu açıklayacağını bildirmişken- içinden, “insanlardan çekinmesini gerektirecek” böyle bir düşünce geçirmesi mümkün olmayacağına göre, burada başka ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor.

b- Zaten zoraki yürütülen huzursuz bir evliliğe son verip, eşlerden her birinin kendi yolunu çizmesini sağlamak. Bu makul bir ihtimaldir; ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in, problemi böyle makul bir yoldan çözme imkânına sahip iken bu düşüncesini açığa vurmaması ve içinde gizlediği halde Zeyd (r.a)’e bu evliliği devam ettirmesi yolunda telkinde bulunması anlamsızdır. Üstelik böyle bir düşüncenin insanlar tarafından yanlış anlaşılabileceğinden endişe etmenin de anlaşılacak bir yanı yoktur.

c- Bu evliliğin sona ermesi ile Mü’minlere cahiliye döneminden kalma bir törenin şer’an geçerli olmadığının fiilen gösterilmesi. Yani evlatlıklar tarafından boşanan eşler ile, şer’î olarak geçilmesi gereken süreyi doldurduktan sonra nikâh kıyılabileceği hükmünün bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yaparak ortaya konması. İşte asıl üzerinde durulması gereken ihtimal budur.Söz konusu evliliğin bitmesi de zaten bunu intaç etmiş ve Zeyneb (r.anha), bizzat Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikahlanmak suretiyle bu konudaki sert hüküm açıklanmıştır. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir evlilik yapacağının Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle daha önce bildirilmiş olması, böylesi hassas bir konuda toplumda kök salmış bir adetin bir anda ortadan kaldırılması anlamına gelecek bir adımın atılması sonucunu doğuracaktı.

Gerçi 33/el-Ahzâb suresinin, bu ayetten daha önce gelen 4. ayetinde “... evlatlıklarınızı da (sizin) öz çocuklarınız saymadı” buyurulmuş idi. Ancak başta Yahudiler ve müna-fıklar olmak üzere Medine’de yeni bir toplumun çekirdeğini oluşturmuş bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in her hareketini sıkı sıkıya kontrol eden ve fitne çıkarabilmek için durmadan malzeme arayan kesimlerin, böyle bir evlilik hakkında oluşturacakları menfi kampanyanın boyutlarını da Hz. Peygamber (s.a.v) pekala bilmekteydi. işte bunun için Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle bildirilen söz konusu evliliğin bozulacağı ve kendisinin Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yapacağı vakıasını açığa vurmamış, içinde gizlemişti. Belki de bu olayın vukuunu biraz olsun geciktirip, toplumda bu konuya gösterilebilecek tepkileri azaltmanın zeminini hazırlamak düşüncesinde idi. Ancak Yüce Allah (c.c) Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu tutumunu kınarcasına “Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır” buyurmuş ve daha önce bildirdiği hükmü, hem de nikâhı kudret-i ilahiyyesi ile bizzat deruhte ederek fiilen uygulamaya koymuştur.

Netice olarak, ancak yukarıdaki “B” şıkkının açıklayıcı olduğunu kabul etmek ve bu konudaki hükmün Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirildiğini söylemek zorundayız. Bir başka deyişle Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin ayrılacağı ve Zeyneb (r.anha) validemizin, bu konudaki şer’î hükmü fiilen göstermek amacıyla Hz. Peygamber (s.a.v) ile evleneceği Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle önceden bildirilmiştir.

12- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar, ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksi niz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.’ Onlar size, ‘Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir.” -(Feth,15)

Bu ayette, münafıkların Hayber savaşına katılmalarının yasaklandığı, bu savaşa sadece Hudeybiye’de bulunanların katılacağı ve bunun Hz. Peygamber (s.a.v)’e daha önce bildirildiği belirtilmektedir. Oysa Kur’an’da bu hususu bildiren bir ayet mevcut değildir. Bu da söz konusu haberin Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle iletildiğini göstermektedir.

Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da Yüce Allah (c.c)’tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Sünnet’in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğunu söylüyoruz. Bu bakımdan gerek teşri faaliyetleri bağlamında, gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse mugayyebat vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamber (s.a.v)’den sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de Mü’minleri bağlayıcıdır...

Şimdi tekrar esas konuya dönerek diyoruz ki: Allah ile Peygamber’in arasını açarak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an vahyini kendi kafasına göre yorumladığını, O’nun, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışlarının kendi şahsî içtihatlarının neticesi olmakla -ki biz Hz. Peygamber (s.a.v)’in içtihatlarının da vahyin kontrolünde bulunması hasebiyle hatadan korunduğunu ve bizler için bağlayıcı olduğunu düşünüyoruz- Mü’minleri bağlayıcı özelliğe sahip bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Burada, özellikle “dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları” diyoruz; çünkü bu noktada mesele şahsîlik boyutunu aşmış, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarruflar kıyamete kadar gelecek olan bütün bir Ümmet’i bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v)’in, gerekse sair elçilerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş olan bir kimse, akidesini yeniden gözden geçirmek ve tashih etmek zorundadır. Zira böyle bir akide, iman ilkelerinin vazgeçilmezleri bakımından zedelenmiş demektir.

Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi? Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v)’e emrediyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ( Ali imran, 31) Bu ayette iki ilgi çekici nokta vardır:

1- Ayette, “Allah’ı seviyorsanız Kur’an’a veya Allah’ın emirlerine uyun” denmeyip, münhasıran Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymanın emredildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Demek ki Allah’ı sevmenin göstergesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktır. Başka ifadeyle bir kimsenin Allah’ı sevdiği iddiası, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu/itaat ettiği takdirde ciddiye alınacaktır. Aksi halde onunki kuru bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. Meseleyi tersinden ifade edecek olursak, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat etmeyen kimse Allah’ı sevmiyor demektir. Zira ayetin ifadesi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

2- Bu ayette yer alan ikinci hassas nokta da şudur: Yüce Allah (c.c), kullarının günahlarını bağışlamayı, onların Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaatine bağlamıştır. Yani Allah’ı sevdiğini iddia eden kişi, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu takdirde Allah da kendisini sevecek ve günahlarını bağışlayacaktır.

Ebubekir Sifil - Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi,1

Dipnotlar:

[1 ] Mesela bkz. Yaşar Nuri '' Kur'andaki İslam '' 51,512

[2] Elmalılı , 2,915-29

[3] Elmalılı 2,929

[4] eş-Şafi'i, '' er- Risale '' , 32,7,91, 3 ; el-Kurtubi, 3 ,104 , 14,119 ; İbn Kesir, 1, 183,96,281...

[5] Bkz.. Mevdudi, '' Tefhim '' , 4,417

[6] Böyle bir itiraz için bkz. KIRBAŞOĞLU, '' İslam Düşüncesinde Sünnet '' ,267.
İlginçtir, KIRBAŞOĞLU'nun bu itirazı öne sürerken dayanak olarak aldığı görüş, el-Hasanu'l-Basri'ye aittir. el-Kurtubi' nin belirttiğine göre ( 17,169 ) el-Hadid 25. ayetinde geçen '' ve enzelna'l-hadide '' ( biz demiri de indirdik... ) ifadesini, el-Hasanu'l-Basri '' demiri de var ettik , yarattık '' şeklinde tefsir etmiştir.
Ancak aynı el-Hasanu'l-Basri, Kur'an'la birlikte Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verildiği belirtilen Hikmet'in Sünnet olduğunu söyleyenlerdendir. Bkz. İbn Kesir,, 1,184

[7] el-İsra Suresinin, mü'minlere yönelik birtakım emirler ihtiva eden ayetlerinden sonra gelen, '' işte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir..'' mealindeki 39. ayeti öne sürülerek yukarıdaki ayetler geçen '' Hikmet'' kelimesinin de Kur'an ayetleri anlamında kullanılış olabileceği söylenebilir.

Ancak bu bakış açısı bize göre doğru değildir. Çünkü Hikmet'in Kur'an'dan daha geniş bir anlama sahip bulunduğu ve varlık hakkında doğru bilgi ihtiva etmesi hasebiyle Kur'an'ın da bir Hikmet olduğu noktasında bizim herhangi bir itirazımız olamaz. Bir başka şekilde ifade edecek olursak ; Kur'an tümüyle Hikmet'tir ancak Hikmet tümüyle Kur'an değildir.Ayrıca Hikmet kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelime ile birlikte yazı, Kur'an, Tevrat, İncil gibi başka şeylerin de zikredilmesi , Hikmet'in bunlardan daha farklı bir çerçeveye sahip bulunduğunu gösteren önemli bir işarettir.
[8] el-Bakara, 151 ; Al-i İmran, 164

[9] el-Bakara , 231

[10] Bu konuda birçok rivayet bulunmakta ise de, biz bu kitabın başında,hücciyyeti konusunda en küçük bir tereddüdümüz bulunmayan ve fakat muhataplarımız tarafından tartışma konusu yapılan Sünnet’in delil olma vasfına yine Sünnet’ten delil getirmenin bağlayıcı olmayacağı düşüncesinden hareket ettiğimiz için prensip olarak rivayetlere atf-ı nazar etmeyeceğimizi belirtmiştik. Bu sebeple burada da meseleyi sadece Kur’an’la
sınırlı tutuyoruz.

[11] Burada kastedilen iki taifeden biri Ebû Süfyân idaresinde Şam’dan gelmekte
olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehîl komutasındaki Kureyş
ordusudur.

[ 12 ] - “Kur’an’daki İslam”, 56.

[13] وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ “Vemâ hüve ale’l-ğaybi bi danîn.” Bu ayetin ne ifade ettiği konusunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf, söz konusu ayetin son kelimesinin bir harfinin nasıl okunacağı konusundaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.
Bir kısım kıraat imamlarına göre burada “danîn” şeklinde kaydettiğimiz kelimenin ilk harfi “dat”dır. Bu haliyle bu kelime, “cimrilik” anlamındaki“dann” kelimesinin “fe’îl” kalıbına dökülmüş halidir. Bu durumda ayetin tefsiri şöyle olur: “O peygamber, gayb üzerine, yani kendisine öyle vahiy geldiğine ve gayba ilişkin diğer hususlara dair vermiş olduğu haberler gibi sizin his ve tecrübenize dahil olmamış bulunan gaybe ait hususlarda da kıskanç değildir.”Diğer bazı kıraat imamlarına göre ise, bu kelimenin baş harfi “zı”dır. Budurumda da kelime ya “töhmet” ya da “zayıflık ve azlık” anlamındadır. Bu kıraate göre de ayetin tefsiri şöyle olur: “O, gayba ilişkin verdiği haberlerde maznun, töhmet altında değildir; emin ve güvenilirdir. Yahut o,nefsinde kuvvesi zayıf, hafızası çürük, vehim ve zan ile konuşan; heva ve hevese kapılan bir kimse de değildir. Yani vahyi alması ve tebliğ etmesi hususunda hiçbir zaafı yoktur.” (Bu açıklamalar Elmalılı tefsirinden kısaltılarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.) Bu ayet hakkındaki farklı tefsirve görüşler için bkz. ibn Kesîr, IV, 480; Elmalılı, VIII, 5622-3; Mevdûdî,“Tefhim”, VII, 55 ve diğer tefsirler.

[14] Bkz. Afzalurrahmân, “Sîret Ansiklopedisi”. II, 544.

[15] Bkz. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam Düşüncesinde Sünnet”. 264-5.

Kırbaşoğlu önce ayet hakkında “Sîret Ansiklopedisi’’nde ileri sürülen şu görüşü nakletmektedir:“Ayet, Rasûlullah’ın (s.a.v.) Zeyd’in boşanmış hanımı ile evleneceğinin Allah’ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur’an’da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden bu hüküm Allah’ın Rasûlüne Kur’an’dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.” Daha sonra da Kırbaşoğlu şöyle demektedir: “Ancak dikkatle okunacak olursa Rasûlullah’ın Zeyneb (r.a.) ile “evleneceğinden” değil, Allah’ın onu Rasûlullah ile “evlendirdiğinden” bahsettiği açık bir şekilde görülür. Bundan ötürü ayetten Rasûlullah’ın (s.a.v.) daha önce gelmiş olan Kur’an dışındaki bir vahiyle evlendirildiği sonucunu çıkarmaya gerek yoktur. Aksine akla yatkın olan, bu ayet üzerine Zeyneb’in Rasûlullah’a eş yapılmış olmasıdır. Nitekim tefsirlerde bu ayetin inmesinden sonra Rasûlullah’ın Zeyneb’in yanına eşinin yanına girer gibi izinsiz girdiği, ayetin hükmü ile yetinilerek ayrıca bir nikâh kıyılmadığı ve bu durumun Rasûlullah’a mahsus olduğu da zikredilmektedir.

“Bu durumda Zeyneb’in Rasûlullah ile evlendirilmesinin bu ayetle gerçekleştiği; bu evliliğin Kur’an dışında başka bir vahiyle olduğu iddiasının gerçekleri yansıtmadığı anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla bu ayeti Kur’an dışında da vahiy bulunduğunu ispat için delil olarak kullanmak doğru değildir.” Her ne kadar söz konusu ayetin, konuyla ilgili kısmının “lemmâ” harfi ile başladığı, bu harfin burada zarf edatı olarak işlev gördüğü ve “hîne” anlamında olduğu, dolayısıyla bu edat ile başlayan cümlenin cevabı olan “zevvecnâkehâ” ve devamının da bu cümlenin mazrufu olduğu, yani tıpkı Zeyneb (r.anha)’nın, Zeyd (r.a) tarafından boşanmasında olduğu gibi, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikâhlanmasının da geçmiş zamanda meydana geldiği, bu itibarla ayetin anlamının Elmalılı merhumun tatlı üslubuyla,“... derken vakta ki Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesti (...) o vakit biz onu, o hatunu sana tezvic eyledik” şeklinde olduğu... ileri sürülerek Kırbaşoğlu’nun bu itirazına cevap verilebilirse de biz burada bu nokta üzerinde durmayacağız.
Devamını Oku »

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Ebu Cafer Muhammed b. Musa ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ben dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Allah'a varan yolun başı nedir?"

Dedi ki: "Allah'ın bildirdiği şekilde Allah'a dönmektir."

Ben: "Peki, Allah’a dönmenin manası nedir?" dedim.

O: "Tevbedir delikanlı!" dedi ve ekledi: "Bak, Said b. Cübeyr; ‘Allah tevbe edenler için çok bağışlayıcıdır.'(isra, 17/25) ayetindeki 'tevbe edenler' kelimesinin anlamının, Allah a dönenler' olduğunu söylemiştir."

Bunun üzerine ben, "Tevbe nedir?" diye sordum, şöyle cevap verdi: "İşlenen kötü fiillerden pişmanlık duymak, bir daha böyle bir şey yapmamaya, günahta ısrar etmemeye, tevbeyi bozmamaya azmetmek, günaha götürecek sebeplerden korkup uzaklaşmaktır. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘Onlar yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler*’ (Al-i imran, 3/135)

Sonra şöyle sordum: "İnsan tevbeye nereden başlama­lıdır?"

Şöyle cevap verdi: "Önce günahı işlemeyi terk etmelidir, içinden geçen günah arzusunu temizlemelidir, insanlarla ve

Allah'la olan ilişkilerinde münafıklık yapmamalıdır, başkalarına yaranmak için her türlü görüşe evet dememelidir, haklıya hakkını teslim etmeli, zulme karşı durmalıdır, Allah'a ve kullara karşı tüm görevlerini yerine getirmelidir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve bunu beyan edenler müstesna. İşte bunları bağışlarım. Evet, ben çok bağışlayıcıyım, merhamet sahibiyim(Bakara, 2/160)

Dedim ki: "Peki sonra ne yapmalıdır?"

Dedi ki: "Rızkını ıslah etmeli, helal yoldan kazanmalıdır; çünkü helal rızkın dindeki konumu, başın vücuttaki konumu gibi önemlidir. Baş sağlıklı ise vücut da sağlıklı olur. İşte bunun gibi, nzık helal olursa insanın dini de sahih olur delikanlı!Uzuvlar Allah'a itaat ile arınıp temizlenir."

Dedim ki: "Peki ya sonra?"

Dedi ki: "Geçmişte yapılan kötülüklere ve kaybedilen se­vaplara üzülmek ve geleceği ıslah etmeye bakmak gerekir. Yani geçmişte yapılan hatalara pişman olmak ve gelecekte günah işlememeye çalışmak gerekir. Geçmiş günahların afft için dua etmek, o günahlara yönelik arzulan kalpten silip atmak, helal olmayan şeyleri bir daha yapmamaya azmetmek, işlenmiş olan haramlar için pişmanlık duymak ve Allah'tan af dilemek gerekir.İnsan bu şekilde devam ettiği sürece, özrünün ve tevbesinin kabul edileceği kimseler arasına girmesi umulur."

Dedim ki: "İnsanı tevbeye yönelten şey nedir? Ne zaman artık tevbe etmem gerektiğini, tevbe etmenin benim için farz olduğunu anlayacak ve tevbede geç kalmaktan korkar olacağım?"

Dedi ki: "Allah'ın tevbe etmeyi farz kıldığını O'nun kitabından öğrendiğinde bunu yaparsın, nitekim tevbenin farz olduğu şu ayetlerde açıkça beyan edilmiştir:'Ey İman edenler! Topluca Allah'a tevbe ediniz. Böylece umulur ki kurtuluşa erersiniz.'(Nur, 24/31), 'Ey İman edenler! Nasuh bir şekilde (samimiyetle) Allah'a tevbe ediniz' (Tahrim, 66/8)

Delikanlı! İnsan kendisine tevbenin farz olduğunu Yüce Allah'ın ayetlerinden anlamadıktan sonra en hikmetli vaazlardan bile nasiplenemez. Şu ayeti hiç duymadın mı: 'Tevbe etmeyen­ler var ya! İşte onlar zalimlerin ta kendileridir., (Hucurat, 49/11)

İşte bu ayetler sana tevbeyi farz kılmakta ve eğer tevbeden geri kalırsan zalimlerden olacağını bildirmektedir. Bu yüzden gerçek kul, tevbeyi kendisine zorunlu kılar ve ondan geri kalmanın korkusunu hep hisseder."

Dedim ki: "Peki bu tevbe isteğini bende güçlendirecek olan şey nedir?"

Şöyle cevap verdi: "Ölümün çok yakın olduğunu, ecelin aniden gelip yakalayacağını, Allah'tan isteyeceğin şeyleri istemeden öleceğini her daim düşünmek ve günahta ısrar etmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkanlara verilecek azabın korkusunu her daim hissetmek tevbe isteğini güçlendirir. Bak, Lokman evladına nasıl nasihat veriyor: 'Evladım! Sakın tevbeyi erteleme, unutma ki, ölüm insana ansızın geliverir.'

Bundan başka sendeki tevbe arzusunu kuvvetlendirecek üç haslet daha vardır:

Birincisi; geçmişteki günahlarını hatırlamak, şehvetleri terk etmek ve yeme içmeyi azaltmak,
İkincisi; hep ölümü hatırlamak ve bütün kalbinle Allah'tan dilediğin şeye yönelmek,
Üçüncüsü ise bütün bunlan hep hatırda tutmaya ve yap­maya çalışmaktır. Bunlar sana tevbe etme yönünde güçlü bir tesir bırakacaktır."

Bunun üzerine: "İnsanı tevbeye yönelten ve gaflet uyku­sundan uyandıran şey nedir?" diye sordum.

"Allah'ın azabından her zaman korkmak ve onun vaat ettiği ödülü hep ümit etmektir. Çünkü Allah kullarını korku ve ümit vererek kendisine davet etmiştir, onlara cehennem azabını bildirerek korku vermiş, cennet nimetlerini sayarak ümitlerim artırmıştır. İşte kulu durumunu göden geçirip ıslah etmeye ve kendisî için, en iyi olana yönelmeye sevk edecek şey budur.' diye cevap verdi.

Dedim ki: “İnsanın tevbesinde sadakat sahibi olduğunun alameti nedir?”

Dedi ki: "Tembellik ve oyun-eğlence içinde geçen ömre hayıflanmak, tevbesinin kabul edilip edilmediği konusunda her daim endişe içinde olmak, amellerini sadece Allah rızası için yapmak ve bunlarla beraber; bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendisine dar geleceği ve Allah'tan başka sığını­lacak hiçbir makam olmadığın anlayacağı gün gelmeden önce her zaman hüzünlü ve boynu bükük halde olup hevadan ve günahlardan kaçarak devamlı surette salih amel işlemeye gayret etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. ‘Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah'ın azabından yine O'na sığınmak­tan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.' (Tevbe, 9/118)İşte sadakat ile tevbe eden kimsenin özellikleri bunlardır."

Dedim ki: "Bundan başka?"

Dedi ki: “Evet, bundan sonra kalbinden başlamalıdır. Allah'ın kendisine tevbe imkânı nasip etmiş, kendisini buna muvaffak kılmış olmasından dolayı şükrü kalbinden eksik etmemelidir. Böylece kalbi hep Allah nzası için amel etmeye yönelir. Hatta belki de tevbe ile kalbine dolan bu ferahlık, tevbeye başlarken hatırında tuttuğu bu nimetleri itiraf ediyor ve şükrünü eda ediyor olmanın verdiği bir ferahlıktır."

Dedim ki: "İnsan tevbede bu dereceye ulaştığı zaman yapması gereken başka bir şey var mıdır?"

Dedi ki: "Evet, asla müstağni kalamayacağı bir şey vardır; O da Allah'ın kendisine icabet edip tevbe etme imkânı bah­şetmiş olmasına karşı şükürdür."



2.Fetret (Gevşeklik)

Dedim ki: "Peki tevbeden sonra en gelir?”

Dedi ki: "Fetrete dönmek, gevşekliğe düşmek gelir.”

Dedim ki: "Allah sana rahmet etsin, fetrete dönmenin ilk adımı nedir?”

Dedi ki: "Hevanm isteklerinin yeniden ortaya çıkması ve nefsinin ona icabet etmesi sonucunda, çaba ve gayreti terk etmenin verdiği ruh ile fetret haline girip gevşekliğe düşmendir.”

Dedim ki: "Bu gevşeklik insana böylesine yoğun bir şe­kilde nereden gelir?”

Dedi ki: "Kaçırdığı İlahî nimetler hakkındaki bilgisinin azlığından, Allah'tan kendisine gelen devasa nimetleri azım­samasından.”

Dedim ki: "Peki be gevşeklik insanı nereden yakalar?"

Dedi ki: "Kalbin dünya vadilerine girip dolaşmasından, her şeyin kolay ve ruhsat yanma meyletmesinden yakalar. İşte o zaman insan fetrete meyleder, gaflet onu kuşatır ve kendisine esir eder.”

Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, fetretin belirtisi nedir? Kalp bunu anlayabilir mi?"

Dedi ki: "Evet, anlayabilir delikanlı! Fetretin başı tembellik­tir. Eğer vazifelerine riayet ederse bu tembellik yok olur gider, aksi takdirde tembellik gittikçe artar ve nihayetinde yerini yas ve mateme bırakır. Eğer bu durumda iken Allah korkusu kendisine galip gelip de onu bu halde kurtarırsa ne ala, aksi takdirde bu tasa hali artar ve İlahî emirlere itaat etmekten uzaklaşmaya dönüşür. Eğer bu durumda iken kalbindeki salih niyet onu ıslah ederse ne ala, aksi takdirde bu uzaklaşma gittikçe artar ve nihayetinde hakkı terk etmiş avare dolaşan ve doğru yoldan iyice kopmuş biri olur çıkar. Allah cümlemizi böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin.

Neticede bu duruma düştüğünde Allah korkusunun egemenliğinden çıkar ve kendisini emniyet içinde hissetme ve halinden memnuniyet duyma durumuna geçer. Böylece hataları, günahları onu helake sürükleyecek kadar genişler, çoğalır, artık alenen günah işlemeye başlar, halinden mem­nuniyet ve kendini beğenme durumu onu rezil perişan eder. Bütün bunlar insanın kendi nefsini çok fazla hesaba çekme­mesinden kaynaklanır."



3.Nefis muhasebesi ve Hevanın kalpten temizlenmesi

" Allah sana merhamet etsin, muhasebe nedir?" diye sordum.

"Aklın harekete geçip nefsi kontrol etmesi, onun hıyanetine karşı nefsi muhafaza etmesi, eksiğini fazlasını incelemesidir" şeklinde cevap verdi.

Dedim ki: "Biraz daha açık bir şekilde anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Yaptığın her işi şöyle bir gözünün önüne getir­melisin: bunları ne için ve kimin için yaptığını düşünmelisin? Eğer bu amelleri Allah için yapıyorsan devam edersin, aksi takdirde o amelden vazgeçmelisin. Bu durumda seni hevaya sürüklediği ve bu sonuca getirdiği için nefsini kınamalı, ceha­letini yüzüne vurmalı, aklın karşısında ne kadar rezil rüsva halde olduğunu beyan etmelisin. Böylece nefsinin sana düşman olduğun anlarsın; çünkü seni yaratanından uzaklaştıracak olan kötü fiillere çağırmış bulunmaktadır."

Dedim ki: "İnsanı muhasebeye yönelten şey nedir?"

Dedi ki: Kusurların ve noksanlıkların korkusundan, ihmallerin utancından ve daha fazla ilahi rıza kazanma arzu- sundan kaynaklanır. Nitekim ortaklar birbirini herhangi bir ihmal veya zarar ortaya çıkmasın ve kar oranı artsın, sermaye çoğalsın diye kontrol eder, hesaba çekerler. Zünnûn-ı Mısrî (vf. h. 245) ibadet ehli bir kadına, 'İlahî rızaya daha fazla nasıl ulaşılır?' diye sormuş ve ‘nefsi kontrol ve muhasebe etmekle' şeklinde cevap almıştır.’'

Dedim ki: "Peki, Hz. Ömer'in, ‘Mizana çekilmeden önce nefsinizi mizana çekiniz' sözünün anlamı nedir?"

Dedi ki: "Bunun anlamı; nefsi zerre kadar dahi olsa bâtıla meyletmesine firsat vermeyecek şekilde hesaba çekmek
demektir."

Dedim ki: "Muhasebe'nin bize kazandıracağı şey nedir?"

Dedi ki: "Basiretin artar, fetanetin gelişir, marifetin genişler.Tabi bütün bunlar kalbini ne kadar teftiş ettiğine bağlıdır."

Dedim ki: "Kul nefsini muhasebe konusunda nasıl güç kazanır?"

Dedi ki: "Üç haslet ile:

Birincisi; kendisini tamamen muhasebeye vermesini engelleyen şeylerden ilişkisini kesmektir. Çünkü kendisini
günahları konusunda hesaba çekmek isteyen kimse kalbini diğer meşguliyetlerden arındırır.

İkincisi; muhasebeden umduğu şeyi elden kaçırma korkusu ile hareket etmesi ve kendi irade ve ihtiyarı ile sadece muhasebeye yönelmesidir.

Üçüncüsü ise; Hz. Peygamberin;'Mü'minin önem vermesi gereken dört vakit vardır. Bunlardan biri nefsini muhasebe edeceği vakittir...' sözünde buyurduğu gibi muhasebede kusur ettiği mevzularda Yüce Allah tarafından hesaba çekilmekten korkmasıdır."

Dedim ki: "Kalpler neden nefis muhasebesinden geri durur?"

Dedi ki: "Şehvet ve hevanın galebe çalmasından dolayı.Çünkü bu ikisi ilim, nazar ve beyana (düşünmeye, anlamaya ve gerçeğin ortaya çıkmasına) engeldirler, bu yüzden de insanı nefis muhasebesinden geri bırakırlar, nazarı köreltirler. Artık nefis, istek duyacağı bir güzellik veya kaçınacağı bir çirkinlik göremez olur."

Dedim ki: “Allah sana merhamet etsin, bana insanı nefis muhasebesinden alıkoyan hevadan bahset"

Dedi ki: "Heva; nefsin şehvetlere tutkun ve rahata meyilli olmasıdır. Şehvetler ne kadar çoğalırsa nefis o kadar zaafa uğrar ve gitgide heva oraya hâkim olur."

Dedim ki: "İşlediklerine karşı nefsimi nasıl cezalandırı­rım?"

Dedi ki: "Onu istediklerinden uzaklaştır, haşyet kamçı­sıyla ve her yaptığı işte devamlı kontrol ederek onu cezalar­dır, evradını kat kat artırarak onu zorla, meşakkatini artır, lezzet ve gıdasını azalt keyif aldığı şeylerden onu uzak tut. İlahî tehditlerle onu sıkıştır ki, senin gözetiminin gücü onun kibrinin gücüne üstün gelsin. İşte bunu başardığın zaman ey delikanlı, nefsin boyun eğecek, kibrine son verecek, şerrinde vazgeçecek, yaratıcısına doğru yola koyulacaktır.” Muvaffa­kiyet Allah’tandır.



4.Düşmana (Şeytana) karşı müdafaa ve muhalefet

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, nefis ve hevaya karşı muhalefeti açıkladın, şimdi de insanı, düşma­nına, yani şeytana karşı muhalefet etme konusunda güçlen­direcek şeylerin neler olduğunu söyler misin?"

Dedi ki: "Düşman olan şeytana karşı mücadelede en güçlü ve etkili sebep, Allah'ın onunla mücadele ve muhalefet etmeyi bizlere farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:''Şeytan sizler için apaçık düşmandır, o halde siz de onu düşman belleyin.'' (Fatır, 35/6);''Kim şeytanın adımlarını iz­lerse bilsin ki şeytan insana hep kötülüğü emreder.''(Nur, 24/21)

İşte bu ayetler, Yüce Allah'ın bizlere şeytanla mücadele etmeyi emrettiğinin delilleridir ve bu farziyet, ona karşı mü­cadelede seni güçlendirecektir. Çünkü Allah'ın sana emrettiği şeyi yerine getirmemenin korkusu her daim içinde mevcut olacaktır.

Görmez misin ki, Allah sana şeytana muhalefet ve düş­manlık etmeyi, onunla savaşmayı emretmiştir. Bu durumu biliyor olman seni ona muhalif olma hususunda kuvvetlendi­recek, ona olan öfkeni artıracak, nefsini ondan muhafaza etme gayretini çoğaltacak, seni yoldan çıkarmasından ve bildiğin yahut bilmediğin bir şekilde seni nefsinin meylettiği şeylere sürüklemesinden, Rabbinin katındaki değerini düşürmesinden, imanını zayıflatmasından, düşmanınla mücadelede sadakatini azaltmasından duyduğun korkuyu büyütecektir.

Dedim ki: "Bana düşmanıma muhalefet etme, onun ves­veselerini savma hususunda yardım edecek olan hal nedir? Bunu biraz açıklar mısın?"

Dedi ki: "Allah'ın buyurduğu şeylere çağıran ile şeytanın isteklerine çağıran arasındaki farkı iyi anla ve hangisinin uyulmaya daha layık olduğunu bir düşün! Seni helak olmana, uzun yaşamın boyunca nefsini telef etmene, maişet ve kazanç hususunda seni yoran, yıpratan ve seni fakirlikle korkutup kuruntulara düşüren şeytana uyman mı daha hayırlıdır; yoksa ezelî vahdaniyetinde seni unutmayan, başından beri sana büyük nimetler ihsan eden, ebedi-ezelî ilminin gaybı içerisinde seni iman ile şereflendiren, seni cennetine, fazl-ı keremine, sonsuz ihsanına ve sana olan nimetini tamamlamaya çağıran Yüce Allah'ın çağrısına icabet etmen mi daha hayırlıdır?

Şeytanın bütün istediği, seni su-i zannıyla, ümitsizliğiyle, şüpheleriyle ve hileleriyle, boş kuruntularıyla aldatmak, nefisinin isteklerini yerine getirmeni sana hoş göstermek ve böylece seni Rabbinden, Mevla'ndan, efendin olan Allah Teâlâ'dan uzaklaştırmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:'Şeytan onlara amellerini süsleyip güzel gösterdi ve onlan doğru yoldan alıkoydu.' (Nem, 27/24)

Evet, o seni Mevla'ndan uzaklaştırmak, Allah'a ve O'nun nihai nimetlerine varan dosdoğru yoldan saptırmak ister, sana şüpheler ve vesveseler ilga eder, içindeki sekînet ve huzuru alır, yerine ıstırap ve sıkıntı verir, ciddiyet ve vakarını alır, yerine gevşeklik ve malayanilik verir.

Allah'a olan güvenini, O'nun vaadine olan itminanını alır, seni hırsa boğar, başına fakirlik korkusunu ve bitmez tükenmez arzulan sarar, Rabbinin vaatleri hakkında su-i zatı ptmpnp sebep olur, niyetini bozar, azimetini, kararlılığını kırar, tevbeyi hep ertelemene ve Allah'ın istediği şeyleri yapma hususunda gevşek ve duyarsız davranmana sebep olur. Neticede o, senin, Mevlan olan Yüce Allah katında rezil rüsva olmanı ister.

İşte onu bu şekilde tanır, sana düşman olduğunu iyice beller ve gerektiği gibi onunla mücadele edersen ondan tiksi­nirsin. Hatta bu marifetin sana verdiği ‘şeytan nefreti', onu dış görünüşü ile görecek olsan sende uyanacak olan tiksintiden bile daha fazla olur. Artık onunla herhangi bir şekilde uzlaş­maktan ve bu sebeple İlahî azaba maruz kalmaktan korkar hale gelirsin."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, insan nasıl olur da kendisine düşman olan bir varlığın davetini kabul eder? Nasıl olur da kendisini helake sürükleyen varlığa itaat eder?"

Dedi ki: "Gaflet yüzünden tabii ki! Zira insan aslında inan­cında dolayı şeytana muhalefet ediyor iken gafleti nedeniyle furû konularda ona uyar. Nitekim iman etmekle her insan şeytana düşman olmuş, ona buğz etmiş olur. Ona düşman olmaya inanmış, onun nasihatini kabul etmemeye, vesvese ve fitnelerine icabet etmemeye ahd etmiş olur. Bunlar asıl olan iman meseleleridir. Ama iş ayrıntılara, fiırûât konularına gelince, işte insan orada gaflete düşer ve şeytanın isteklerini kabul eder, onun çağrılarının pek de zararlı olmadığını dü­şünür. Zira heva ona baskın çıkmış, gaflet onu esir almıştır. Artık bu furûât konularında şeytanın egemenliğine girdiği için hep ruhsatlara sarılır ve gitgide basireti körelir. Oysa iman konularında ona muhalefet etmektedir.

Böyle bir tehlikeden kurtuluşun yolu, şeytana her zaman muhalefet etmek, onun aldatmasına karşı hep uyanık ve dikkatli olmak, en ufak haramlara dahi düşmemek için azami dikkat ve gayret göstermekten (vera'dan) geçer."

......

11.Akıl ve özellikleri

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl nedir?”

Dedi ki: "İnsanlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir.”

Dedim ki: "Senin cevabın nedir?”

Dedi ki: "Akıl Allah'ın kalplere yerleştirdiği basiret nurudur. Kul onun sayesinde, kalbine gelen düşüncelerin hak olanlannı bâtıl olanlarından ayırt eder, düşmanının, yani şeytanın ve nefsinin vesveselerini fark eder ve kulluğunu yaparken nelere riayet etmesin gerektiğini bilir.”

(Dedim ki):"Akıl insanın kazandığı, elde ettiği bir şeydir, isteyen herkse onu elde eder, o halde akim bu bilgisi nereden geliyor? Beni şu hususta aydınlatınız: Akıl Allah tarafından mı verilir, yoksa kul kendisi mi onu kazanır. Ayrıca akıl kadim/ezelî midir yoksa yaratılmış mıdır?" diye sordum.

Dedi ki: "Yüce Allah akıllan yaratmış ve kullarına taksim etmiştir. Neticede akıl, Allah'ın kalbe yerleştirdiği bir İlahî lütuftur. Dolayısıyla kalp bu ilahı lütuf sayesinde Allah'tan ilim öğrenir, aklı sayesinde en güzel İlahî lütuflara mazhar olur ve onun sayesinde ciddiyetle çalışıp gayret eder ve rızkını kazanır."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Akıl nedir söyler misin?”

Dedi ki: "Evet delikanlı! Akıl, doru sözün doğruluğunu, yanlış sözün yanlışlığını gösteren bir özelliktir. O bir cisim veya duyu değildir. Gözle görülmez. Fakat insan gözle gördüğü cimin varlığını anladığı gibi gözle görmediği ‘tabiat'm varlığını da anlar. Nitekim insan 'midem bulanıyor' veya ‘içim kuruyor’ dediği zaman ona ‘bu senin vücudunun tabiatından gelen bir şeydir’ denilir. Evet delikanlı! İşte bunun gibi insanın dili ve konuşmaları de aklının varlığına işaret eder. Eğer konuştuğu şeyler doğruysa ona ‘akıllı’ derler, yok eğer konuştukları yanlışsa ‘ahmak' derler. Demek ki dil/konuşma, insan bedeninde bir nurun var olduğunu göstermektedir. İşte bu nur, akıldır.”

Dedim ki: "Anladığım kadarıyla siz aklın bedende bulunan bir hal olduğunu, fakat sınırının olmadığını söylüyorsunuz."

Dedi ki: "Evet, ama aklın sınırı olarak beden vardır ya, daha başka sınıra ne hacet!"

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl artar ya da eksilir mi, yoksa olduğu gibi mi kalır?"

Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Aferin sana! Baban seni çok güzel eğitmiş, hem güzel bir edep ve terbiye kazandırmış hem de küçük yaşta birçok meseleyi öğretmiş, imdi; bilesin ki akıl bizatihi yaratılmış bir huydur ve iki türlüdür. Birincisi huy şeklinde olan, yani Allah tarafından verilmiş olan akil, İkincisi ise tecrübe ile edinilen akıldır, insan ikinci aklını/tec­rübelerini birinci aklıyla, yani Allah'ın verdiği akıl ile kazanır. Diğer taraftan Allah'ın verdiği aklın ne olduğunu da tecrübe sayesinde, yani kazandığı aklı ile idrak eder."

.....

19.Sabır
Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, sabır nedir?”

Dedi ki: "Sızlanıp şikâyet etmeyi bırakarak Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmakta kararlı ve sabit olmaktır. Bunu açıkla­mak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Rablerinin rızasını umarak sabah akşam dua edenlerle birlikte sen de sabret! (Kehf,18/28). Tabiin âlimlerinden Mücahid bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: Sabret demek kendini tut demektir. Burada sabrın anlamı, nefsi ubudiyet makamında tutmak, hapsetmek ve bu arada şikâyet ve sızlanmayı kesmektir. Çünkü şikâyet ve sızlanma sabrın tam tersidir. Nitekim ‘kul sızlanmayı kesti' dediğin zaman, onun artık sabırda ubudiyet makamına varmış olduğunu ifade etmiş olursun.”

Dedim ki: "Sabır neye karşı olur?”

Dedi ki: "Üç şeyde sabır söz konusu olur: Allah'a itaat etme konusunda sabırlı olmak, Allah'a isyan etmeme konusunda sabırlı olmak ve dünya musibetlerine karşı sabırlı olmak."

Dedim ki: "Sabırlı olma konusunda beni güçlendirecek olan şey nedir?”

Dedi ki: "Birçok şey vardır.”

Dedim ki: Bazılarını söyler misiniz?”

Dedi ki: "Birincisi, Allah'ın sana sabrı farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:'İçinizden sabredenleri ve cihad edenleri ortaya çıkarmak üzere sîzleri imtihan edecek ve sözlerinizi doğruluğunu sınayacağız.'(Muhammed, 47/31)

İkincisi, sabır karşısında elde edeceğin sevabın ne kadar büyük olduğunu bilmektir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: 'Sabretmelerine karşılık onlara cennet ve ipek giysiler bahşetmiştir." (İnsan, 76/12)

Dedim ki: "Peki nasıl sabredeceğim? Hangi sebeple sabredeceğim? Sevap ümidiyle sabretme haline ne zaman ulaşırım?"

Dedi ki: "Şu ayeti hiç duymadın mı?:'Musa ona, ‘Bildiğin dosdoğru ilimden bana öğretmene karşılık sana tabii olayım mı?' dedi. O ise: 'Sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, hakkında bilgi sahibi olmadığın şeylere nasıl sabredebilirsin ki?'dedi.(Kehf, 18/66-68). Neticede ne için sabrettiğini bilmezsen, sabrın sıkıntılarına tahammül edemezsin."

Dedim ki: "Peki sabnn sıkıntılarına ne zaman katlanabi­lirim, bu sıkıntılar ne zaman gözümde hafifleşir?"

Dedi ki: "Allah'ın vereceği sevap için sabrettiğini ve sab­redenlerin Allah katındaki değerinin ne kadar üstün olduğunu bilsen, bu bilgi kalbinde yer etse işte o zaman sabra tahammül edersin, bütün o sıkıntılar gözünde küçülür, hepsinin üstesin­den gelmek sana kolay gelir. Bütün uzuvların gönüllü olarak Allah'a itaat etmeye başlar ve bundan lezzet alır."

Dedim ki: "Hangi manevî/batınî ilimler sabır gücünü artırır?"

Dedi ki: "Kalp ile ahireti müşahede ilmi ve yakîn nuru sabrını artırır. Nitekim Sahabeden Hz. Harise şöyle demiş­tir: '...sanki Rabbimin arşını ayan beyan görüyor ve ona bakıyordum, sanki cennet ehlinin nimetler içindeki halini ve cehennem ehlinin çektikleri azabı apaçık görüyordum. Bu sebeple artık gündüzleri su içmekten ve geceleri uyumaktan bile imtina ediyorum."

Dedi ki: "İnsan nasıl olur da uzun süren zorluklara, meşak­katlere katlanır ve bütün bu zorlukların acısını hissetmez?"

Dedi ki: "Bu sık sık olur, zira İlahî heybet kalbe yerleşir ve marifet orayı kaplarsa işte o zaman kalp, Allah'a yakın kimse­lerin makamlarına ulaşacağına ve bütün gayretleri ile ibadet eden kimselere verilen İlahî lütuflara nail olacağına dair kesin inanç ile aydınlanır. Sonra İlahî kudretin gücü ve yaratılıştaki mükemmellik karşısında hayrete düşer, sonra düşünceler kalbini kaplar,nihayet içine düştüğü bu şaşkınlık, hayret, marifet ve yalan sayesinde bütün yorgunluğunu unutur, artık kendisini yoracak şeyleri düşünmeye bile firsat bulamaz. Zira kalp gözüne inkişaf etmiş olan şeyler o kadar muazzamdırlar ki, artık başka bir şeyi düşünemez olmuştur."

Dedim ki: "Daha iyi anlayabilmeme için bir örnek vere­bilir misiniz?"

Dedi ki: "Yusuf kıssasını bilmez misin? Nitekim Mısır Azizinin kansı o kıssada şöyle demişti: ‘Çık onların karşısına. Kadınlar onu görünce şaşkına döndüler ve ellerini kestiler. Ve dediler ki: ‘Aman Allah'ım! Bu insan değil, olsa olsa yüce bir melektir.' (Yusuf, 12/31)

Delikanlı! Görmez misin ki, kadınların kalpleri ve akılları, Yusufu ansızın karşılarında görünce şaşkına dönmüşler ve farkına varmadan ellerini kesmişler, bunun acısını bile duymamışlardır. Ancak bu hal geçince acıyı hissetmeye baş­lamışlardır.

İşte bunun gibi insanın kalbi de Allah'ın kudret ve nimetleri karşısında şaşkına döner ve acılarını unutur, sıkıntılarını his­setmez hale gelin çünkü ilahî azametin, kudretin ve nimetlerin büyüklüğü bu acılan hissetmesine engel olur."

Dedim ki: “Peki sabrı kuşanmak nedir?“

Dedi ki: "Sabn kuşanmak nefsi zorluklara, acılara, hoşlan­madığı şeylere zorlamaktır. İnsan bunu yaparak sevap kazan­mak ve günahlarını temizlemek ister. Sabırlı kimsenin amacı, ibadet ve itaatlerin en ileri derecesini yerine getirmektir.

Sabrı kuşanan insan birçok acı ve kederle karşılaşır, sab­reden kişi ise artık bu acı ve ıstırapları hissetmez olmuştur. Artık onun amelleri, her şeyi hoş karşılama ve güzel düşünme anlayışına dayalıdır.“

Dedim ki: “Sabır ve sabrı kuşanma arasında bir başka hal de var mıdır?“

Dedi ki: “Evet, bu ikisi arasında 'nimetlenme' denen bir hal vardır.“

Dedim ki: “İnsan böylesine zor bir halde iken nimetlenme ne demektir?“

Dedi ki: “Kul sabrı kuşandığında Allah onun bu uzun gayretini bilir ve ona ahirette sabırlı kimselerin ulaşacağı makamları bildirir. Böylece o kul, sabra devam etmenin tadını hisseder, ibadet ve itaatin değerini anlar ve bu durumun Allah tarafından kendisine ihsan edilmiş bir nimet, bir lütuf oldu­ğunu kavrar. İşte bu noktada marifet ile nimetleri mülahaza etme hali bir araya gelir ve kalp, bu nimetlerin sevinci ile dolar. İşte bu hal de onu, sabrı kuşanma makamından sabır makamına yükseltir.

Dedim ki: “Sabır hali üzere olanlar hep aynı mıdırlar, yoksa aralarında derece farkları var mıdır?"

Dedi ki: “Elbette vardır, bazıları diğerlerinden daha faziletlidir.“

Dedim ki: “Peki bu farklılık nereden kaynaklanır?“

Dedi ki: “Akıllarının ve himmetlerinin farklılığından kaynaklanır delikanlı! Düşünsene, bir adama yorucu bir iş karşılığında belli bir ücret verilse, diğer bir adama ise aynı iş karşılığında bunun iki katı ücret verilse ve bir diğerine de kat kat daha fazlası verilse ne düşünürsün? Bunların üçünün de aynı işi yaptıklarını mı düşünürsün?”

Dedim ki: "Nasıl yani? Biraz daha anlatsanız?”

Dedi ki: “Bunlardan her biri, alacağı ödülün büyüklüğünü bilmesine bağlı olarak işinde ciddiyet ve sabırla çalışacaktır. İşte sabır makamında bulunanlar da böyledir. Bunlar bu makama yerleştiklerinde, Allah'ın vereceği sevap ve ödül hakkındaki marifetlerine göre birbirlerinden farklılık arz ederler, buna bağlı olarak da sıkıntılara ve zorluklara katlanma güçleri farklılaşır."

Dedim ki: "Sabrımı artıracak bir hal anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Sen sıkıntılara katlanıp sabrederken Allah'ın sana nazar etmekte olduğunu, onun gözetiminde olduğunu bilmen seni bu hususta güçlendirecektir. Nitekim rivayetlere göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:'Zorluklara katlananlar, benim rızam için sıkıntılara tahammül edenler benin ilmim ve gözetimim dâhilindedir. Onların amellerini zayi edeceğimi yahut onları unutacağımı mı sanırsın?! Nasıl böyle yaparım! Ben ki kerem ve ihsan sahibiyim, benden yüz çevirenlere bile ihsan ederim. Bana yönelmiş olanlara nasıl olurda ihsan etmem?!

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Sabır yolu çok az insanın yürüyebileceği zor bir yoldur. Bana bu yolda yürürken güç verecek bir hal tarif etseniz."

Dedi ki: "el-Hakîm'in şu sözünü duymadın mı?;

Razıyım, yeter ki beni kızdıracak şey,

Rabbimi razı eden bir şey olsun, ondan da razıyım,

Günlerim sabırla geçiyor ki sonu hayırlı olacaktır,

Sabır tıpkı adı gibi sabırdır.

Dedim ki: Kul, sabır halinden sonra hangi makama geçer?"

Dedi ki: "Rıza makamına." ,



Haris el Muhasibi - Tevbenin İlk Adımı,syf;49-59 , 79-81 , 99-105
Devamını Oku »

On haslet

On haslet

Şimdi sayacağım hasletler, nefislerini muhasebe eden azimet sahibi Allah dostlarının tecrübe etmiş oldukları şeylerdir. Onlar bu hasletlere sahip olduklarında, bunları yerine getirdiklerinde, Allah'ın izni ile yüksek derecelere ulaşmışlardır:

Bunlar elbette ki azimetin kuvvetine, heva ile mücadele­deki kararlılığa göredir. Yani azimeti kuvvetli olan, kararlılık sahibi olan kimse, Allah'ın izni ile hevasına karşı muhalefet etme konusunda kuvvetlenir. Azimeti kuvvetli olan kimse çok geçmeden kalp faziletlerine sahip olur, Allah ona kapılar açar, yardım eder. İşte burada sayacaklarım, tecrübe edilmiş hasletlerdir. Senden önce Allah'ın nice kullan bunlarla ken­dilerini terbiye etmişler ve bu sayede çok şerefli makamlara ulaşmışlardır.

Bu hasletlerin ilki; ister doğru söz üzerine, ister yalan üze­rine, ister kasten ister sehven Allah adına yemin etmemendir. Zira Allah'ın adını anarak yemin etmeme konusunda hassas davranırsan bu hassasiyet senin Allah adına doğru-yanlış, kasten veya sehven hiçbir şekilde yemin etmemeni, bu tür yeminleri terk etmeni sağlar. İşte bu ahlakı edinir ve bunu alışkanlık haline getirirsen, o zaman Allah sana birtakım kapılar açar ve sen bu kapılar sayesinde hem dinini, azimetini, basiretini, kardeşler arasındaki övgünü, komşular arasındaki saygınlığını artıracak hem de Allah katındaki dereceni yükseltecek şey­lere sahip olursun. Seni görenler sende bir heybet-mehabet görürler ve sana uyarlar.

ikinci haslet, şaka veya gerçek, her türlü durumda yalan­dan uzak durmandır. İşte bu ahlakı edinir ve bunu alışkanlık haline getirirsen, o zaman Allah senin göğsünü açar, amelini saf ve berrak kılar. Sonuçta sanki yalanı hiç tanımamış gibi olursun. Birinin yalan söylediğini işittiğinde onu ayıplar ve düzeltmeye çalışırsın, böylece sevabını alırsın.

Üçüncü haslet, insanlara söz verip de o sözü yerine ge­tirebilme kudretine sahip olduğun halde yerine getirmemek gibi bir şeyden uzak durmandır. Eğer bir söz verirsen, çok açık bir özrün bulunmadıkça o sözü yerine getirmelisin. Hatta en doğrusu, hiç söz vermemendir. Böylesi daha sağ­lam ve emindir. Çünkü verdiğin sözü yerine getirmemen, bir tür yalandır. Eğer bu hususta hassas davranırsan Allah sana bolluk kapılarını açar, haya mertebesi bahşeder, sadık insanlar arasına alır ve seni sever, katında yüce bir makam verir inşallah.

Dördüncü haslet, hiçbir mahlûka lanet okumaman ve zerre kadar bir şeyi dahi incitmemendir. Doğrusu bu, iyilik sahibi (ebrâr) ve sadık kimselerin ahlakıdır. Ahlaka sahip olmanın, Allah tarafından dünyada muhafaza edilmek gibi güzel bir akıbeti vardır. Aynca Allah'ın senin için ahirette hazırlayacağı büyük dereceler de vardır. Bu ahlaka sahip olursan Allah seni helak olmana sebep olacak şeylerden ve insanların şerrinden muhafaza eder, ibadet ve itaat ehli (abid) kullarına olan rah­meti ile seni rızıklandırır, hem kendi katında hem insanlar nezdinde yer edinmeni sağlar.

Beşinci haslet, Allah'ın yarattığı hiçbir şeye beddua etmemendir. Sana haksızlık etseler bile, onların bu kötülüğünden dolayı beddua etme, sırf Allah rızası için bunlara tahammül et, sözlü ya da fiili olarak onlara karşılık verme.

Unutma ki, bu hasletler insanı yüksek mertebelere ulaştırır. İnsan bu hasletlerle kendisini terbiye ettiği, bunları alışkanlık edindiği zaman hem dünyada hem ahirette çok şerefli merte­belere sahip olur, bütün mahlûkatın kalbinde sevgi kazanır onları hayra davet ettiği zaman karşılık bulur, mü’minlerin gönlünde hürmet ve izzet uyandırır. Allah cümlemize, lütfü ve keremi ile böyle hasletler bahşetsin.

Altıncı haslet, kıble ehli Müslümanlardan hiçbirinin müşrik, kâfir veya fasık olduğunu söylememen, bu hususta şehadet etmemendir. Çünkü bu davranış hem daha merhametlicedir, hem sünnete daha uygundur. Ayrıca böyle yapmak, Allah'ın ilminde olan şeylere müdahale etmemek, dolayısıyla Allah'ın gazabını çekmemek, onun rızasına ve rahmetine nail olmak demektir. Bu haslet çok şerefli bir kapıdır ve buna sahip olan kişiye Allah bütün mahlûkata yönelik rahmet bahşeder. Bu yüzden bu haslete dikkat et ve sakın Allah'ın koyduğu çizgiyi aşıp aşırı gitme. Allah cümlemizi bu haslete sahip olanlardan, göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa sünnetten ayrılmayanlardan eylesin.

Yedinci haslet, Allah'ın haram kıldığı günahların hiçbirine göz dikmemen, el uzatmaman, gizli-açık her durumda onlardan bütün uzuvlarını uzak tutmandır. Şunu bilesin ki bu haslet, insana dünya hayatında en hızlı şekilde mükâfat getirecek olan kalp ve uzuv amellerinden biridir. Üstelik bunun ahirette de çok büyük ödülü vardır. Allah cümlemize böyle ameller nasip etsin, kalplerimizden şehveti söküp çıkarsın.

Sekizinci haslet, kimseye küçük ya da büyük hiçbir sıkıntı vermemendir. Senden kaynaklanabilecek hiçbir sıkıntının ve zorluğun hiçbir mahlûka isabet etmesine firsat verme. Gücün yettiğince bunu yapmaya çalış. Çünkü bu, ibadet ve itaat ehli (abid) kulların izzetini tamamlayan, takva sahiplerinin şerefi olan hususlardandır. Bunu yaparsan, insanlara iyiliği emre­dip onları kötülükten sakındırma [emri bil maruf nehyi anil münker) konusunda işin kolaylaşır, bütün mahlûkat senin gözünde, hak itibariyle eşit düzeyde olur. Eğer böyle olursan Yüce Allah senin makamını yükseltir, seni zenginlik, yakın ve kendisine güven makamına ulaştırır.

Sırf kendi arzularına, hevana uyarak hiç kimseyi yüceltme, hiç kimseyi alçaltma, hak itibariyle insanlar senin gözünde aynı seviyede olsun. Bil ki bu haslet, takva sahiplerinin izzeti, mü'minlerin şerefidir ve ihlâsa en yakın olan kapıdır. Allah cümlemize bu hasleti bahşetsin, günahlarımız nedeniyle bizi bundan mahrum eylemesin. Bunu bahşetme gücü ve kudreti yalnız Allah'a aittir.

Dokuzuncu haslet, insanlardan beklentilerini kesmendir. Onlann elinde olan hiçbir şeye tamah etme. İşte en büyük izzet ve en saf zenginlik, en yüce saltanat ve en ulu kıvanç/övgü budur. Saf ve kâmil yakîn, sahih ve şâfî tevekkül budur. Bu, zühdün kapılarından biridir. Vera' bu sayede kazanılır, yap­tığın ibadetler bununla mükemmelleşir. Bu haslet, kendisini tamamen Allah'a adamış kimselerin alametlerinden biridir.

Onuncu haslet ise ibadet ve itaat ehli (abid) kulların derecesini yükselten, onlan tevazu bineğine bindiren, hem Allah katında hem insanlar nezdinde onlara yüksek izzet ve konum sağlayan, Allah'ın izni ile her dilediklerine kadir hale getiren bir haslettir.

Bu haslete sahip olmadıkça, buraya kadar sayılan dokuz hasletten hiçbirine sahip olamazsın. Çünkü bu haslet bütün ibadetlerin aslı-esasıdır. Takvanın kemal noktasıdır. Allah'tan gizli-açık her durumda razı olan salih kulları, bulundukları menzile ulaştıran şey budur.

Bu haslet şudur; . Belki de -sen öyle olmadığını düşünsen bile- karşılaştığın kişi Allah katında senden daha hayırlıdır, senden daha yüksek derecelere sahiptir.

Eğer bu kişi yaş olarak senden daha küçük ise şöyle de­melisin: Ben bu kadar yıl yaşadım ve Allah'a çok isyankârlık ettim, çok günahlar işledim, oysa bu benden daha az yaşadı ve benden daha az günah işledi. Dolayısıyla benden daha hayırlıdır.

Eğer karşılaştığın kişi yaş olarak senden büyük ise o zaman da şöyle demelisin: Bu, Allah'a ibadet etmeye benden daha önce başladı.

Eğer karşılaştığın kişi âlim bir zat ise şöyle demelisin: Bu kişi benim sahip olmadığım şeylere sahip olmakla na- siplenmiştir, benim ulaşamadığım şeylere nail olmuş, benim bilmediğim şeyleri öğrenmiştir. Amellerini ilim ile birlikte yapmaktadır.

Eğer karşılaştığın kişi cahil ise şöyle demelisin: Bu kişi Allah'a isyan edip günah işlemiş olsa bile, o günahları ceha­letten dolayı yapmıştır, oysa ben günahları bilerek işledim. Üstelik ömrümün sonunda benim sonum nasıl olacak, onun sonu nasıl olacak bilemem.

Eğer karşılaştığın kişi kâfir ise şöyle demelisin: Kim bilir belki de bu şahıs -Allah'ın ilminde mukarrer olduğu üzere- Müslüman olacak ve ömrünü bu şekilde tamamlayacak, ben ise (Allah muhafaza) kâfir olup ömrümü öyle tamamlayacağım! Böyle düşünerek, seni küfürden ve dalaletten muhafaza bu­yurduğu için Allah'a hamd etmeli, Allah'ın emrine itaat ederek kâfir kişiye buğz edip ondan uzak durmalı, bununla beraber kendi sonunun kötü olmasından da korkmalısın.

Gerçek şu ki, senin nefsinin seni meşgul edecek o kadar çok hali vardır ki, bu durumda başkasını küçük veya kötü görmen mümkün değildir. O halde, -eğer karşındaki kişini gerçekten kâfir ve sapkın olduğunu ve Allah'ın iman sayesinde seni ona üstün kılmış olduğunu, seni küfürden muhafaza etme nimetini ihsan etmiş, sana tevhid lütfunda bulunmuş olduğunu bildiğine göre- ahir ömründe bu hal üzere olarak ölüp ölmeyeceğin hususunda emin olmamalı, kâfir kişinin de iman etmeden öleceği konusunda emin olmamalısın. Bu durumda, nefsinin akıbetinden endişe duyduğuna, ömrünü nasıl tamamlayacağından emin olmadığına göre, nefsinin kesin olarak kurtuluşa ermiş olduğunu düşünmemeli, o kâfir gibi küfür üzere ölme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu unutmamalısın. Eğer böyle düşünürsen kibrini yok olur, gu­ruru bırakırsın ve nefsinin seni azaba sürükleyecek türden bir değişikliğe asla uğramayacağı konusunda emin olmazsın.

Eğer karşılaştığın kişi bidat ehlinden ise de aynı kâfir kişide davrandığın gibi davranmalısın. Her ne kadar bu kimselere buğz beslemen, onlardan uzak durman, onların bâtıl ve sapkın inançlarından seni muhafaza buyurmak suretiyle Allah’ın seni onlara üstün kıldığını bilmen gerekiyorsa da kalbinden şunu hiç çıkarmamalısın: Senin de işlemiş olduğun nice günahlar vardır. Üstelik gaybı bilen Allah'ın ilminde senin geleceğin kim bilir nasıl yazılmıştır? Bunu bilemediğine göre, kendini şu andaki durumda kâfir ve bidat ehli kimselerle mukayese edip de ahirette onlardan daha hayırlı bir durumda olacağından, sen kurtuluşa ererken onların helak olacağından emin olamazsın. Çünkü gelecekte onların ve senin hallerinizin nasıl olacağı ile ilgili ilmi Allah sana bahşetmemiş, bunu senin için "gayb" kılmıştır. Evet, bu kimselere buğz beslemeli, onlardan uzak durmalı, onların bâtıl ve sapkın inançlarından seni muhafaza buyurmak suretiyle Allah'ın seni onlara üstün kıldığını bilme­lisin; ama bu arada, sanki geleceği biliyormuş gibi, kesin bir şekilde kendini kurtuluşa ermiş, onları ise helak olmuş olarak görmemelisin. Böyle yaparsan kibirden uzak durmuş, onları küçümsemekten kurtulmuş, kendini onlardan daha hayırlı zannetme yanlışına düşmemiş olursun.

İşte bu; şefkat ve korku kapısıdır, nasihatin ve tevazuun başı da sonu da budur. Eğer bu hale vasıl olursan -inşallah- Allah, rahmetiyle seni bütün şerlerden muhafaza buyurur. Böylece Allah için nasihat eden kimselerden, Rahman'm dostlarından ve sevdiklerinden, Allah düşmanı olan şeytanın ise düşmanlarından olursun.

Bu vuslat ve rahmet kapısıdır. Bu kapıya ulaşırsan kibir ve kendini beğenme (ucb) yollannı geçmiş, din ve dünya ko­nusunda kendini aziz bilme noktasını aşmış, yüce makamlara ulaşmış bulunursun.

İbadetin özü, esası budur. Abidlerin, zahidlerin ve kendini Allaha kulluğa adamış olanların (nâsiklerin) varabileceği nihai şeref makamı budur. Bundan öte fazilet yoktur.

Bununla beraber bütün mahlûkat karşısında dilini tutmasını bilmelisin. Amellerin ancak böylelikler tamama erer. Kalpteki kin, haset, kötülük ve kibir ancak böylelikler çıkar. İnsan her halinde bu tür kötülüklerden ancak böylelikle kurtulur. Dilin, konuşman, yürüyüşün ve davranışların gizli açık her durumda bir/aynı olmalıdır, bütün insanlar nasihat konusunda senin gözünde aynı olmalıdır.

Allah'ın yarattığı herhangi bir varlığı kötü bir şekilde anıp yahut onu ayıplayıp ya da yanında onun kötü bir şe­kilde anılmasını isteyip veya buna razı olup da diğer taraftan insanlara nasihat eden kimselerden olma. Unutma ki böyle bir davranış ariflerin afeti, nâsiklerin ve zahidlerin helakidir. Ancak Allah'ın kalbini ve dilini muhafaza buyurduğu kimseler bu afetten beri olurlar.

İşte burada saydığımı on hasleti esas al, bunları muha­faza et Böyle yaptığın takdirde müjdeler olsun sana; zira bu hasletler seni Allah'a daha yaklaştıracak, onun fazlından dana çok nasiplenmene vesile olacaktır. Allah cümlemize bu hasletlere sahip olmayı, bunlarla amel etmeyi lütfetsin. Doğ­rusu bu hasletlerden mahrum olan kimse, helak olmuş, hem de sonsuza dek helak olmuş demektir.

Şunu bil ki, şeytan ve yandaşları her fırsatta seni helake sürüklemek istemekte, bunun için her vesileyi değerlendir­mektedirler. Ne zaman bir hayra yönelsen şeytan hemen onu boşa çıkarmaya çalışır. Seni hem dünyada hem ahirette mahrum etmek ister. Bu sebeple çok dikkatli olmalı ve ona karşı muhalefette çok ciddi ve gayretkeş davranmalısın.

Haris el Muhasibi – Tevbenin İlk Adımı,syf;182-188

Devamını Oku »

Bir Hadis ve Sırrı



Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlercesine sadaka verir" hadisindeki sır

'Demirin dağlara karşı gücü bellidir; ateşin demir karşısındaki üstünlüğü de açıktır. Çünkü ateş demiri eritir, sertliğini ve şiddetini giderir. Suyun ateş karşısındaki üstünlüğü de bellidir, çünkü su ateşi söndürür. Rüzgârın da su karşısındaki üstünlüğü açıktır; rüzgâr suyu hareketlendirir ve dalgalandırır, onu dağıtır.

Burada insanların çoğunun dikkat etmediği gizli bir sır vardır ki bu, insanın rüzgârdan üstünlüğü ve Hakk'ın bunu meleklerine bildirmesindeki sırrın bilinmesidir. Ben şöyle derim: Şüphesiz ki insanın zâhirî bir sağı ve solu vardır; bunlar insanın suretine ait ellerdir. İnsanın iki tane de bâtinî sağı ve solu vardır; bunlar da onun ruhaniliği ve tabiatıdır. Şeriat bunları dikkate almıştır: “Arz o gün bütünüyle onun kabzasıdır ve ''gökler elinde dürülmüştür" âyeti buna işaret etmektedir. Çünkü semalar ruhların mahalli ve onlar aracılığıyla Hak'tan sâdır oldukları için, bunların ruhlar âlemine nispet edilmeleri daha kuvvetlidir; bu nedenle de Allah onları sağ eline nispet etmiştir.


Allah yeryüzü ve içerisindeki tabiî suretleri de diğer eline nispet etmiş, bunu da kabza diye ifade etmiştir. Camiu'l-Usul kitabında sahih bir hadiste şimal lafzıyla belirtilmiş ve zikredilen manada Hakk'a nispet edilmiştir.

Bunu anladıktan sonra şu da bilinmelidir ki:

Hz. Peygamber'in Rabbinden aktardığı "Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlercesine sadaka verir" hadisindeki sır şudur: Bu kişiyi sadaka vermeye sevk eden sebep, bütün tabiî hükümlerden uzak olan ruhani-rabbani bir âmildir. Bunu yapmak ise gerçekten zor bir iştir. Bu fiilin zorluğunun sebebi insanın tabiî ve ruhani özelliklerin ve bunların birleşimlerinin bir toplamı olmasıdır.

Bu bağlamda ruhaniliği güçlenip tabiatının herhangi bir etkisi ve dahli olmadan ruhuyla tasarrufta bulunacağı şekilde tabiî özellik ve kuvvetleri ruhaniliğinde yok olan kişi, son derece kuvvetli ve güçlü birisidir. Hatta bu kişi bu durumuyla meleklerin pek çoğundan daha üstündür. Çünkü meleğin fiillerinin tabiî özelliklerden uzak olması meleğin yaratılışının bir gereğidir. Bu durum garipsenmez ve büyütülmez de çünkü bu noktada herhangi bir tartışma yoktur.

Fakat insanda tabiî kuvvet ve özelliklerinden kaynaklanan bir kavga vardır. Tabiatın otoritesi gerçekten çok güçlüdür. Nasıl olmaz ki! İnsanın ruhu tabiî mizacından sonra ve o mizaca göre ortaya çıkmaktadır, insanın ruhu ve manevi sağ tarafına izafe edilen özellikleri, bütün ruhani fiillerinde tabiatının şüphe ve hükümlerinden kurtulacak şekilde, sol tarafına izafe edilen tabiî mizacına karşı sadece rabbani destek, teyit, güç ve şiddet sayesinde galip gelebilir ki daha önce buna işaret edilmişti; bununla birlikte ruhani sıfatlarla tabiî sıfatlar arasında bir karışma ve irtibat devam eder.

Bunu anlarsan Allah'ın izniyle doğruya ulaşırsın.

Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi,çev:Ekrem Demirli

Devamını Oku »