Tarihselcilik



Tarihselcilik ya da Katolisizmi Olmayan Kuran-ı Mübin’in Protestanca Okunuşu



Kur’an’ın, lâfzını devre dışı bırakarak ‘evrensel’ duruşunu ihlâl eden tarihselcilik kavram olarak İslam’ın ve genel manada dinin dışında doğmuştur. Kökleri Eski Yunan’a kadar uzanan felsefi bir gelenekten gelmektedir.

Yazar: İhsan Şenocak

İçindekiler



1- Mukaddime



2- Batıda Tarihselcilik



3- Bizde Tarihselcilik ya da Mutlak Doğruyu Mutlak Yanlış Anlama Usulu

3.1 Kur’an Oluş Değil Olduruştur



4-Levh-i Mahfuz

4.1 Ayetlerin Hususi İniş Sebepleri

4.2 Önce Kur’an Vardı

4.3 Kur’an’ın Evrensel Duruşu Bedihidir



5- Doğru Anlayamayanın Yanlış Hükmü

5.1 Kur’an’ın Yalnız Nüzül Dönemine Hitap Ettiği İddiası

5.1.1 Tashih Bir

5.1.2 Tashih İki

5.1.3 Tashih Üç



6- Kur’an Kıssaları Münasebetiyle

6.1 Esatıru’l-Evvelin

6.2 Kur’an Niçin Oğuz Destanından Bahsetmez?

6.3 Kıssaların Hikmeti

6.4 İlahi Olanla İnsani Olanı Değerlendirme

6.4.1 Hz. Meryem Meselesi

6.5 Kur’an Farklıdır

6.5.1 Voltaire



7- Tarihselci Tasavvurun Ahkam Ayetleri Mütaalası



8- Tasavvurun Tenkidi

8.1 İlerlemeci Tarih Anlayışı Bağlamında Tarihselcilik

8.1.1 Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde?

8.2 İslami Anlayış Usulu Açısından Tarihselcilik



9- İslami Anlayış Usulu



10- Hüküm

10.1 İlgili



Mukaddime

Zaman ve mekân üstü duruşuyla bütün insanlığa konuşan, her devrin inşasına etkin olarak katılan ve müminlerinden her halükarda ahkâmının tatbik edilmesini talep eden Kur’an’ı Kerim’in Arapça ve ilk muhataplarının Arap olması, Allah Rasulü’nün (s.a.v.) Kur’ani hükümleri tekit ve tebyin noktasındaki ifade ve aksiyonları, Onun ne olduğu ve niçin gönderildiği noktasındaki muhtemel anlaşılma problemlerini bütünüyle izale etmiştir. Efendimiz’in (s.a.v.) bütün zamanların en hayırlı nesli olarak nitelediği Ashabın1 selüki bir Arapça’ya ve muhkem bir imana sahip olmaları Kur’an’ı doğru anlayış usulünü şifahi olarak yaşatmalarına ve kendilerinden sonraki kuşaklara aktarmalarına yardımcı olmuştur. Bu aktarış İslam’ın ilk yıllarındaki muhtemel ladini tefsir anlayışlarının da önünü kapatmıştır.

İslam coğrafyasının Tabiin devrinde hızlı bir şekilde genişlemesi ve buna paralel olarak farklı din, dil, örf ve kültüre sahip milletleri içine alması, Arap dilinin saf yapısının bozulmasına yol açtı. Dilin aslında mündemiç olan sarf ve nahiv kaidelerine dikkat edilmez oldu. Yazı ve konuşma diline galatın hâkim olması, zındıkların Kur’an’ı Kerim’i ideolojileri doğrultusunda yorumlamalarına müsait bir zemin hazırladı. Fakat Kur’an’ı Kerim’in ashap tarafından cem edilmesi, hafızlar tarafından tevatüren kuşaktan kuşağa aktarılması, farklı metinleri Ona ekleme ya da Ondan çıkarma, gibi tahrif faaliyetlerini bütünüyle imkânsız kıldı. Kur’an’ın lafzına müdahale etmekten aciz kalan zındıklar anlamdan hareketle bir takım sapık tevillere tevessül ettiler. Bu çerçevede her meşrep, kendi yanlışlarını bir takım ladini tevillerle Kur’an’a doğrulatma yoluna gitti. Ayetler Arap dilinin kabul etmediği suretlerde tevil edildi. Dil kaidelerinin tanzim ve tedvin edilmemiş olması sapık tevil cereyanları içinde olanların işini kolaylaştırdı.

Ameli ve itikadı alandaki bu sapık cereyanlara karşı âlimler kayıtsız kalmadılar. İşe öncelikle yanlış anlamaya başlangıç seçilen noktadan başladılar. Bu çerçevede, sarf ve nahiv kaidelerini tespit ettiler.2Zira Arapça inen Kur’an’ı doğru anlamanın ilk şartı bu iki ilmi bilmeye bağlıdır.

Tabiin kuşağını takiben gelen müçtehit imamlar devrinde sarf ve nahivle alakalı çalışmalara paralel olarak Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamanın esasları da kayda geçildi. İmam Şâfiî, Risale adını verdiği telifi ile bu alanda ilk eser veren âlim oldu (Önemli bir bölümü elfaz bahsinden oluşan fıkıh usulü aynı zamanda bir tefsir usulüdür.). Zamanla fıkıh usulünden ayrı olarak Ulum’u Kur’an literatürü oluştu. Bütün bunlardan gaye, Kuranın her asra, her topluma hitap eden “evrensel hakikatlerini” idrak etmenin belli bir disiplin çerçevesinde yapılmasının gerekli olduğunu göstermekti. Zerkeşi (794/1392) ve Suyuti’nin (911/1505) önceki örnekleri de dikkate alarak telif ettikleri “Ulumu’l-Kuran”la ilgili eserleri Kuran ahkâmının “gayelerinin” anlaşılması sürecinde ortaya çıkabilecek batınî ve lâdînî tefsir anlayışlarını bütünü ile tasfiye etti.

Âlimlerin muradı ilahiyi doğru anlama sürecinde, Kur’an ve Sünnet’i temel alarak tesbit ettikleri esaslar, İslam geleneğini oluşturdu. Tecdit/unutulan İslami esasların ihyası, geleneğin içinde onun dinamikleri dikkate alınarak yapıldı. Tecdit kapsamında değerlendirilen bütün açılımların özünde “İslami bir asl”ın olmasına ve bu aslın ölçü kabul edilerek yenilemenin yapılmasına özen gösterildi. Çünkü vahiy olan Kur’an’ı Kerim yine vahiyle/asılla yenilenebilir. Bu yüzden İslami referanslardan mahrum olan her yenileme hareketi bidat olarak değerlendirildi. Allah Rasulü’nün ifadesiyle bidat da, dalalettir.

İslami bir asıldan mahrum olan, Kur’an’ın ne söylediğini anlamaktan ziyade ideolojisini Kur’an’a tasdik ettirerek meşruiyet kazanmayı amaçlayan ve bu yüzden de muradı ilahiyi doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde -bu gün itibariyle- en etkin olanı tarihselciliktir. Kur’an’ın, lafzını devre dışı bırakarak ‘evrensel’ duruşunu ihlal eden tarihselcilik kavram olarak İslam’ın ve genel manada dinin dışında doğmuştur. Kökleri Eski Yunan’a kadar uzanan felsefi bir gelenekten gelmektedir. Son hükümden, “tarihselcilik, Yunan’dan günümüze kadar bütün zamanların mütedavil idrak sistemidir” türünden bir mana çıkarmak doğru değildir. Zira bugünkü versiyonuyla tarihselcilik, aydınlanma devrinde Hristiyanlık içinde dinin değerlerini koruyabilmek için bir anlama biçimi olarak şekillenmeye başlayan ve ilerleyen zaman içerisinde Dilthey, Martin Heidegger ve Gadamer gibi düşünürlerle farklı perspektifleri içine alan bir modern çağ düşünce biçimidir.

Zorlama referanslarla Kur’an’la ilişkilendirilen tarihselcilik; İslami cephede Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Emin el-Huli gibi modernist kimlikli araştırmacılarla temsil imkânı bulmuştur.

Biz bu makalede, kısaca tarihselciliğin menşeini, Batı’daki uygulanış şeklini, oryantalistler tarafından farklı bir forma aktarılarak Kur’an’a tatbik edilişini ve Müslüman modernistlerin bu noktada yaşadıkları düşünce kırılmalarını teşhis ve tenkit ettik. Bütün bu ameliyeler içerisinde hareket ederken ilmin ahlakına da sadık kaldık. Peşinen bir “yanlış” kabul edip sonra da bütün okumaları o yanlışı çürütmek için “delil” toplamaya teksif etmedik. Fakat Allah Teâlâ’nın ayetlerine Efendimiz’in(s.a.v.) hadislerine uymayan her anlayışın yanlış olduğunu, hakikate yalnız bu iki kaynaktan hareketle varılabileceğini tartışmasız doğru olarak benimsedik.

Batıda Tarihselcilik

Aydınlanma Felsefesinin icat ettiği “akıl dini” İlerlemeci Tarih Anlayışının etkisiyle kiliseyi hurafelerin mahşeri olarak niteledi. Güçlü muhalefete uzun zaman dayanamayan kilise hâkimiyetini kaybetti ve neticede egemenlik kiliseden akla geçti.

Ortaçağda kilise, düşünenleri yargılarken, Aydınlanmaya gelindiğinde düşünmenin ölçüsünü yitirenler kiliseyi yargıladılar.

Mitolojilerin içinde hurafeleşen dini yeniden okumak gerekliydi. Fakat akıl yeni okumada öylesine kinci davrandı ki, geçmişin intikamını alayım derken bütünüyle vahyi de reddetti.

Din -akıl çatışmasında kilisenin yanında yer alanlar, dini makulleştirme adına tarihselciliği icat ettiler ve İncil’deki anlatımlara tatbik ettiler. Buna mecburdular. Çünkü sürekli kutsanan İsa (a.s.) insani kimliğini kaybetmişti. Onun yeniden keşfedilebilmesi tekrardan yeryüzüne indirilmesine yani ulûhiyetten beşeriyete taşınmasına bağlıydı. Bu Onun cemiyetin bir parçası haline getirilmesi/anlaşılması için zorunluydu. Zira bütünüyle efsaneye dönüştürülen mevcut İncil’le Hz. İsa’yı (a.s.) insan suretinde anlamak mümkün değildi.3 Bu yüzden Kilise tarihselci bakış açısıyla Hz.İsa’nın (a.s.) dönemine gidip söylediklerini o günün konjonktürü içerisinde anlama sürecini başlattı. Tarihselcilik Pozitivist akla tarih üstü, insanüstü Hz. İsa’yı (a.s.) anlatamayan kilisenin doğrudan yanlışı ayıklama hareketidir. Fakat çıkış noktası aklın saldırılarına bir reaksiyon olduğundan nihai gayeye ulaşamamıştır.

Reform yanlışta yapılır. Kilise yanlış olduğunu ya da yanlış yaptığını kabul etmiş olmalı ki böyle bir ameliyeyi bizzat başlattı ya da destekledi. Yeni Platonculuk, Patristik, Skolastik felsefe derken aslından uzaklaşan Hristiyanlık, tarihselcilikle asla dönüş hareketini başlattı. Tarihselleştikçe içindeki beşeri motifleri ayıkladı. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle rıhtıma kadar geldiler fakat kurtarıcı adımı atamadılar. Yani yaklaştılar fakat doğruların gemisi İslam’a binemediler.

Bizde Tarihselcilik ya da Mutlak Doğruyu Mutlak Yanlış Anlama Usulu

Batıda geliştiği şekliyle bu sekülertarihselci yaklaşım daha sonra müsteşrikler tarafından Kuran’a uygulandı.4Müsteşriklerin tarihsel açıdan Kuran’a yaklaşımlarını Rudi Paret’in ‘Kuran Üzerine Makaleler’inde ve Montgomery Watt’ın‘Hz.Muhammet’in Mekke’sinde5 görmek mümkündür. Örneğin Rudi Paret, malum eserinde şunları söyler: “Kuran’ı anlamaya giden en kestirme yol tarihsel bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken Kuran’i tebliğleri hemen genel geçer mutlak ifadeler olarak kabul etmemek gerekir. Kur’anî ifadeler yedinci asrın şartlarına karşı Peygamberin takındığı somut tarihsel duruşun tezahürleridir.”6

Batı-bilimi ve Batılıların Kuran’a bakışları müstemleke kompleksine kapılan bazı Müslümanları garip hallere soktu. Kur’an’a karşı müsteşrik ve müstağrip koalisyonu oluştu. Bu noktada bilimsel Kuran tefsirleri zuhur etti! Seküler ifadelere İslam kılıfı geçirildi. Batı biliminin metodu, felsefesi, tarihselciliği tahlil edilmeden alındı ve Kuran’ı anlamada kullanıldı.

Kâinatın ilahi bir müdahaleye uğramadan, kendiliğinden oluştuğunu söyleyen pozitivist Batı bilimiyle, kâinatın Allah’ın eseri olduğunu söyleyen Kuran nasıl anlaşılabilirdi? Vahyi inkar temeline dayanan pozitivist bilimle vahyi anlamak ihya ya da tecdit hareketi diye isimlendirilebilir miydi? Müslüman modernistler bütün bu olmazlar içinde olurlar inşa ettiler.

Kur’an Oluş Değil Olduruştur

Müslüman Modernistlerin müsteşriklerden ödünç alarak Kur’an’a uyguladıkları tarihselcilik, nesnelerin ve onlara muhatap olan öznelerin tarih içerisinde sürekli bir değişim içinde oldukları, bu değişimin tarihi ve tarihi yapanları tarihselleştirdiği görüşü çerçevesinde bir anlam kazanmaktır. Tarihselcilik Kuran’ı anlamada “merkez fikir” yapıldığında Kuran tefsirine dair öncekilerden bütünüyle farklı yeni bir usul ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Ayet lafızlarının ifade ettiği mana her an farklılık ifade edecek, buna paralel olarak hitab-ı İlahîye muhatap olanlar da sürekli farklı bir kimlikle Kuran’ın karşısına çıkacaklardır. Çünkü insan tarihseldir. Onun tarihselliği sürekli bir değişim içerisinde olduğunu gösterir. Kuran değişen insanın hayatına konuşabilmek için bu değişime ayak uydurmak zorundadır.

Tarih, insani oluş ve buluşlardan ibarettir. Bütün tarihselci yaklaşımlar da tarihsel olmanın insana ait olmak anlamına geldiğini benimserler. Tarihin tabi mecrasındaki insani oluşlarla alakası olmayan Kur’an’ı Kerim’in tarihsel olduğunu kabul etmek tarihselciliğin kendini izah edişi ile çelişir. Ya da Tarihselciler bu ameliyeleri ile Kur’an’ın ilahiliğini reddetmektedirler.

Kur’an-ı Kerim, tarihin içindeki bir oluş değil bilakis tarihin içene gelen ve ona müdahil olan ilahi bir olduruştur. Belli bir tarihte gelmesine rağmen, yaşayan ve yaşayacak bütün insanlara konuşur. Aksi takdirde Allah Teâlâ’nın tarihin belli bir devresinde yaşayan insanların kurtuluşlarını istediği, sonraki insanlara hitap etmediğinden onların kurtuluşlarını önemsemediği anlamı ortaya çıkar ki bu da ilahi adaletle bağdaşmaz. Yine Kur’an’ın tarihsel olduğunu iddia etmek belli bir zaman geçtikten sonra –örneğin risaletten sonra- Kur’an’ın hakikat ifade etmediğini söylemek anlamına gelir.

Levh-i Mahfuz

Tarihselcilerin Kur’an yaklaşımları, Ulum-u Kur’an (Kur’an İlimleri) ile olduğu gibi, Kur’an’ın kendini ifade edişi ile de çelişmektedir. Çünkü Kur’an, şer-i dilin meşhur ifadesi ile “Levh-i Mahfuz”dan7 yani her şeyin yazıldığı ve tarihi/insani hiçbir gücün müdahil olamadığı varlık sahifesinden8 dünya semasına indirilmiştir. Bu konuda âlimler arasında ihtilaf yoktur. -İhtilaf, sadece inişin keyfiyeti hakkındadır.-9

İhtilaf olmamasının nedeni ise bizzat Kur’an’ın -asıl itibariyle- ‘Levh-i Mahfuz’da olduğunu ifade etmesidir: ‘Hayır o şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfuzdadır.’10 ‘O, elbette değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır (Kitab-ı Meknun/Levh-i Mahfuz).’11Melek işte o ‘Levh-i Mahfuz’dan aldığı ayetleri Allah Rasulüne indirmiştir.12 Bütün bu ayetler ortada dururken Kur’an’ı, kültür içerisinde şekillenen tarihi/insani bir metin olarak kabul etmek daha sonra da tarihselciliğin anlayış ve kavrayış disiplini içerisinde Onun anlamını buharlaştırmak için Levh-i Mahfuz’da önceden var olduğunu inkar etmek13 ilmi bir tavırdan öte oryantalist ezberlere sadakat göstermektir.

Ayetlerin Hususi İniş Sebepleri

Bazı Ayeti Kerimelerin bir takım tarihi sebeplere bağlı olarak inmeleri (esbab-ı nüzül) Levh-i Mahfuz gerçeği ile çelişmez. Zira hususi bir sebeple inen ayetlerin anlamları umumidir. Hususi sebepler bağlamında nazil olmaları ise, birçok hikmete vabestedir. Bu noktada şunlar söylenebilir: Ayetin ifade ettiği hükmün bir hadise üzerine gelmesi, vicdanlarda itirazsız bir şekilde kabul edilmesine etki eder. İffetli bir insana iftirada bulunan müfteriye seksen değneği vurmayı amir olan ayet Abdullah b. Übeyy’in organize ettiği bir grup insanın Hz Aişe’ye iftirada bulunması üzerine inmişti. Cezanın mahiyeti hadisenin çirkinliği ile iç içe değerlendirildiğinde hükmün ne kadar isabetli olduğu itiraza mahal vermeyecek şekilde kabul görür.

Bir diğer hikmet ise, inen ayetlerin sebebi nüzulle temsil imkânına kavuşmasıdır. Efendimiz (s.a.v.) tebliğ ettiği her meseleyi aynı zamanda ameli planda pratize de etmiştir. Bu, dinin doğru anlaşılması ve kolay kavranabilmesi için önemlidir. Diğer dinler bu fırsattan yoksun olduklarından uygulamada birçok eksikle yüz yüze olmuşlar ve bu yüz yüze oluş tahrif edilmelerinde etkili olmuştur. Sebebe bağlı olarak inen ayetlerin kolay kolay unutulmamaları, sürekli hafızalarda canlı kalmaları sebebi nüzulün bir diğer hikmetidir. Tadat edilen bu hikmet zarfına daha farklı hususiyetler de eklenebilir. Fakat bu hususiyetlerden hiç biri ayetlerin ‘Levh-i Mahfuz’da önceden var olduğu gerçeği ile çelişmez. Çünkü ‘nüzul sebebleri’, ayetlerin var oluş sebepleri değil, daha iyi kavranmalarının nedenleridirler.

Önce Kur’an Vardı

Kur’an haber verdiği bütün hadiselerden önce, Kur’an olarak, Levh-i Mahfuz’da vardı. Yani Onun sebeplere/hadiselere önceliği vardır. O sonlu ve sınırlı bir âleme sonlu ve sınırlı yaratıklar için gönderilen ezeli hakikatin bilgisidir.

Kelamullah olan Kur’an’ı, esbab-ı nüzül çerçevesinde değerlendirirken Onun kültürel amillerin etkisi ile oluştuğunu, dolayısı ile tarihi değerler ihtiva ettiğini iddia etmek peşinen Onu hadis ( sonradan olan ) kabul etmek anlamına gelecektir. Kelam-ı İlahinin hudusuna hükmetmek, peşinen o kelamın sahibi olan Allah Teâlâ’ya da hades isnat etmek demek olacaktır. Halbuki O, hades dâhil bütün noksanlıklardan münezzehtir. Ayrıca sonradan olan şeyler sonradan olan varlıklara aittirler.

Şu da bilinmelidir ki Cenâb-ı Hakk’ın iradesinin, fiillerine önceliği vardır. Yani bir şey yaratılmadan önce bilgi olarak O’nun katında ezeli bir surette mevcuttur. Âlem yaratılmadan, yani ‘kün’ (ol) emrinden önce âlemin yaratılacağı Allah Teâlâ katında malumdu. Buna göre, âlemin yaratılmış olması, ona işaret eden ‘kün’ emrinin mana ve lafız itibarıyla yaratılmış olduğuna delalet etmez. Çünkü İlm-i İlahinin varlıklara önceliği vardır.14 Bu yüzden, her şeyin yazıldığı varlık sahifesi olan Levh-i Mahfuzun, Kur’an’ı önceden ihtiva ettiğini anlamamak oryantalist ezberleri değişmez sabiteler olarak kabul etmekten başka türlü izah edilemez.

Hâlbuki Kur’an’ın değişmez hakikat kabul edildiği İslam irfan geleneğinde Levh-i Mahfuz her şeyin öncesinde mevcut kabul edilmektedir. Eğer tarihselciler değer yargılarını, anlayış usullerini şekillendirirken İslam irfan geleneğini dikkate alsalardı, Levh-i Mahfuz’un her şeyin öncesinde var olduğunu kolayca kavrayacaklardı. Nitekim doğru duruşlarından dolayı hadiseyi kolayca kavrayan Sünnet ve Cemaat âlimleri ‘Levh-i Mahfuz’u, her türlü bilginin ilk kaynağı kabul etmişlerdir. Bu yüzden tarih kitapları kronolojik soydan mahlûkatın yaratılışını anlatmadan önce Levh-i Mahfuz’un hakikatinden bahsederler.15

Kur’an’ın Evrensel Duruşu Bedihidir

Kur’an’ı Kerim’in, Levh–i Mahfuz’da önceden var olması onun nüzul gerçeğini ispat, tarihsellikiddiasını ise ait olduğu küfür fideliğine iade eder. ‘Eşya zıddı ile kaimdir.’ kaidesinden hareketle tarihselciliğin tekzibi, buna mukabil evrenselliğin tasdiki güçlü bir hakikat olur. Bu hakikat zarfına bir de Kur’an’ın açıkça evrensel olduğunu ifade eden ayetler eklendiğinde, mesele bedihi bir gerçek suretinde inkişaf eder. Kuran-ı Kerim’in evrensel olduğunu açıkça ifade eden ayetlerden bir kaçı şöyledir:

‘Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.’16 Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı Allah Rasulü’nün belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı, bilakis Onunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı, yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade eder.17

‘O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.’18 Yani sadece indiği toplumu değil, bütün alemleri irşad etmek onun uhdesindedir.19 Daveti zaman ve mekanla sınırlı değildir.

‘Kuşkusuz o âlemler için bir zikirdir.’20 Zikr Hâkim olan Kur’an’ı Mübin, bütün mükelleflere şamil bir kitaptır.21

Açıkça evrensel olduğunu beyan eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vaz etmiştir. Bu bağlamda Onun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz Âdem’e, bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsifi, -özel durumlar hariç- semavi dinlerdeki birçok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması, bütün İlahi dinlerin İslam üst başlığında cem edilişi, İlahi Hitabın öz itibariyle değişmeden bütün zamanlarda aynı kaldığını göstermektedir. Bu yüzden ‘Şer’u men kablena’ (bizden önceki Peygamberlerin şeriatı) birçok konuda Müslümanları da bağlamaktadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim bu konuda şunları söylemektedir: ’Sana ancak senden önceki peygamberlere söyleneneler söylenmektedir.’22

Bizzat Kur’an, İslam’ın, önceki rasullerin şeriatları ile birçok konuda ayniyet ifade ettiğini söylemesine ve fukaha da hükme medar olan kaynakları sayarken, ‘Şer-u menkablana’yı dikkate almasına rağmen, çıkıp da Kur’an’da ki hükümlerin önceki şeriatlara benzemesi, Onun tarihselliğine işaret eder demek, Kur’an’ı anlamamak için ısrar edişten başka türlü izah kabul etmez.

Doğru Anlayamayanın Yanlış Hükmü

Tarihselcilerin, Kur’an’ı Kerim’in tarihselliğine delil gösterdikleri tarihi şahıs ya da olaylarla ilgili ayetler, gerçekte ya genel hükümler için verilen örnekler ya da değişmez sembollerdir. Söz konusu ayetlerde geçen semboller ya meseleyi Müslümanların zihninde müşahhaslaştırmak ya da hadiseye bağlı olarak -örneğin Tebbet Süresi- onlara moral vermek içindir. Bu çerçevede Firavun’la Ebu Leheb aynı gerçekliğe sahip küfrün sembol şahsiyetleridirler. Bu yüzden Kur’an’ın belli bir tarih içinde inmesi, bazı tarihi şahsiyetlerden bahsetmesi, evrenselliğini ihlal etmez. Çünkü O fıtrat itibarıyla başkalaşmayan insana hitap etmektedir.

İnsan; konuşmasıyla, gülmesiyle, düşünmesiyle her devirde aynıdır. Nitekim “Tebbet” suresinin adına indiği “Ebu Leheb”, karakter olarak bütün zamanlarda yaşamaktadır. Bu yüzden surede adı geçen şahsın “tarihi” olması, sureyi tarihselleştirmez. Çünkü Kur’an’ı Kerim, tarihi bir duruştan bahsederken aynı zamanda ondan evrensel hakikatler de çıkarmaktadır. Bu bağlamda ‘Tebbet Suresi’nin evrensel hakikatlerine dair şunlar söylenebilir: “Ebu Leheb” karakteri, ahlaki bakımdan bozuk olacak, İslam’a ve insanlığa ihanet edecek, zulümle abad olacak, fakat kazandıkları dünya ve ahirette ona fayda vermeyecek, perişan bir halde cehenneme girecektir.”

Tarihi şahıslardan bahseden ayetlerde, yaşayan ve yaşayacak olan bütün insanlara dair, öğütler, ibretler ve değişmez ilkeler vardır. Hadisenin bu boyutunu keşfedemeyen Modernist Müslümanların, “tarihi” hadiselerden bahseden ayet ya da sureleri, tarihselciliğe delil göstermeleri, Kur’an’a Fahreddin-i Razi’nin zaviyesi (evrenselliği ifade eden ayetlerin izahına bakılabilir) yerine, Rudi Paret’in ya da Watt’ın perspektifiyle bakmalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yanlış, görülende değil, görendedir. Bu yüzden yanlışın izalesi için değişmesi gereken Kuran değil, modernistlerin duruşlarıdır.

Kur’an’ın, ilk muhatapları olan Ashab-ı Kiram’ın bildikleri nesnelerden hareketle genel hükümlere ulaşması -hurma ağacından bahsedip karayemişten bahsetmemesi ya da deveden bahsedip ayıdan söz etmemesi- de Onun tarihselliğine işaret etmez. Çünkü Kur’an’ın gayesi ne mutlak olarak hurmadan ne de deveden bahsetmektir. Asıl gaye, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) yaratıcı oluşuna ve canlıların yaratılışlarındaki sırlara dikkat çekmektir. Hadiseye gaye çerçevesinden bakıldığında, hurma ya da devenin tarihsel değil evrensel gerçekliğe işaret ettikleri görülecektir.

Bazı ayetlerdeki, müşahhas hitaplardan hareketle Kur’an’ı Kerim’in tarihselliğine hükmedenlerin Arap Dilin mantığını idrak etmekten aciz oldukları aşikardır. Nitekim tarihselcilerin anlayış usullerine delil gösterdikleri ‘Ey Nebi’ diye başlayan- özel durumlar müstesna- ayetler, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olduğu gibi, Onun temsil ettiği ümmet kadrosuna dâhil herkese şamildirler. Madem O Resul’dür, risaletin gereği olarak Ona söylenenler, temsil ettiği kitle içinde geçerli olmalıdır. Nasıl ki bir kurumu temsil eden şahsa yöneltilen ‘Ey falan’ hitabı, aslında onun şahsında bütün kurum üyelerine şamildir. Devlet başkanın bütün reayasını temsil etmesi de bu çerçevede değerlendirilir.

Aslında sadece ‘Ey Nebi’ diye başlayan ayetlerin değil, Kur’an’ı Kerim’in tamamının ilk muhatabı Allah Rasulu’dür (s.a.v.) . Bu durumda, bütün ayetler Hz Peygamber’e (s.a.v.) hitap ediyor, dolayısıyla onlarla diğer insanların amel etmeleri doğru değildir mi diyecekler?! Gerçekten ne kadar çürük bir idrakle karşı karşıyayız. Allah Resul’ünün (s.a.v.) vahiyle olan münasebeti bu çerçevede olmasaydı, risaletin diğer beşeri vasıflardan ne tür bir farkı olabilirdi? Gerçekten tarihselciler hadiseyi mi kavrayamıyorlar yoksa Efendimiz’in (s.a.v.) onlar ve bütün insanlık adına vahye muhatap olmasını içlerine mi sindiremiyorlar? Bilemiyorum, açlık, susuzluk gibi fıtri bir bilgiyi inkâr edenlere ne söylenebilir ki? Hadise çok açık.

Öyle ki isbat değil inkâr delile muhtaç. Fakat birileri ezberlerini bozamıyor. Ulemayı Kur’an’ı bütüncül tefsir edememekle itham edenler23, Kur’an’ı tefsir ederken sadece oryantalistlerin gör dediklerini görüyorlar. Ne var ki, oryantalizmin görülmesini kendilerinden talep ettikleri ayetleri Kur’an bütünlüğü içerisinde değerlendirebilseler (önceki sayfalarda dökümünü verdiğimiz) yine de ayetler onlara Kur’an’ın evrensel olduğunu anlatacaktır.

Kur’an’ın Yalnız Nüzül Dönemine Hitap Ettiği İddiası

Allah’ın (c.c.) Kur’an’ında yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiğini iddia eden İlhami Güler, söylediklerine delil olarak şu ayetleri gösterir: ( 6.En’am, 92; 36. Yasin, 6; 42. Şura,7) Bir paragraf aşağıda da, ‘Ey insanlar..’, ‘Ey inanlar…’ diye başlayan hitap ayetlerinden Kur’an’ın evrenselliğini anlayanları Arapça bilmemekle itham eder.24

Tashih Bir

İlhami Güler’in Kur’an’ın yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiği iddiasına delil olarak gösterdiği; ‘Bu da kentlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindekileri (şehirleri) uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden öncekileri doğrulayıcı bir kitaptır.’25 ayeti hakkında onun sevdiğini tahmin ettiğim Reşid Rıza (Muhtemel sevgisi, Reşid Rıza’nın modernizmin ilk üç atlısından sonuncusu olması hasebiyledir.) şunları söylemektedir:”Ayette geçen ‘Ve men havleha’dan (Mekke’nin çevresindekiler) maksat İbn Abbas’tan da rivayet edildiği gibi bütün yeryüzü halkıdır. Nitekim Mekke yerine ‘Ummu’l-Kura’ (Şehirlerin anası) ifadesinin kullanılması da bu manayı desteklemektedir. Bugün net bir şekilde görmekteyiz ki, insanlar yeryüzünün ona yakın ve uzak her köşesinde içinde Beytullah olan ‘Ummu’l-Kura’ya yönelerek namaz kılmaktadırlar. Bu da bütün yeryüzü halkının ‘Havleha’ya (Mekke’nin çevresi) dahil olduklarının kanıtıdır.”26

Modernistlerin bu ayet üzerinden ulaştıkları tarihselci yorum, Kur’an’ı okurken oryantalistlerin ve bilcümle Allah (c.c.) ve Resul (s.a.v.) düşmanlarının gör dediklerini gördükleri ve tefekkürlerini bu çerçevede örgütleştirdiklerinin şahitlerindendir. Nitekim Kur’an’ın Arap Yarımadasında yaşayanlarla sınırlı olduğunu ilk defa Yahudiler iddia etmişlerdir. Her ne kadar yukarıdaki nakiller böyle bir anlamaya imkan vermiyor olsa da muhal farz, bu iddiayı, yani ayetin Allah Resulü’nün (s.a.v.) risaletinin Kur’an’ın indiği coğrafya ile sınırlı olduğu hezeyanının kabulü, Onun diğer bütün insanlara gönderildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.27 Çünkü Onun risaletinin zaman ve mekan üstü oluşu diğer ayetlerle sabittir. Nitekim bu surenin 19. ayetinde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahy olundu.’28

Tashih İki

Yazarın, Allah’ın Kur’an’ında yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiği iddiasına delil getirdiği ‘Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik)’29 ayete ise iki türlü anlam vermek mümkündür. Birinci anlam ayette geçen ‘Ma ünzire’de (uyarılmayan)ki ‘ma’ yı nafiye kabul ederek verilir ki, yukarıdaki meal buna göre verilmiştir. İkinci ise ‘ma’ ya olumlu anlam vermekle olur. Bu durumda ise ‘ma’, ya mastariyye ya da ‘ellezine’ anlamında ism-i mevsul kabul edilir. Buna göre manalar şöyle olur:‘Gaflet içinde kalmış atalarının uyarıldığı gibi… Gaflet içinde kalmış ataları uyarılan bu toplumu uyarman için…’30

Fahreddin Râzî ayetin, biri babaların uyarıldığını diğeri ise uyarılmadığını söyleyen birbirine zıt iki tefsirinin nasıl anlaşılabileceğine dair oluşacak mukadder suale karşı şunları söylemektedir: ‘Ma’ yı olumsuz/nafiye kabul etmemiz durumunda mananın ‘Babaları uyarılmayan…’ şeklinde olması, önceki atalarının peygamberler tarafından uyarılmış, yakın dönem babalarının ise uyarılmamış olduğu gerçeğine engel olmaz.31 Kaldı ki, Arapların önceki babalarından bu tarafa uyarılmamış olduklarını söylemek tarihi gerçeklerle çelişmektedir.

Zira Araplar, İbrahim Peygamber’in çocuklarıdır. Ayrıca Ben-i İsrail’in bütün Resulleri de onların amcaoğullarıdır. Hem nasıl olur da Allah Teâlâ Hz Adem’denEfendimizin risaletine kadar olan uzun zaman diliminde bir milleti din ve şeriattan yoksun bırakır.32 O halde Ma’nın nafiye olarak alındığı durumda anlam; ‘önceki rasul’un yolundan saptıktan sonra uyarılmayanlar’ şeklinde olur ki, bu durumda Yahudi ve Hıristiyanlarda bu anlama dahildirler. Zira yakın dönemdeki ataları sapıttıktan sonra onlar da uyarılmamışlardır. Bu da Allah Resulü’nün bütün insanlara gönderildiğinin delilidir.33

‘Ma’nın nafiye kabul edilmemesi durumunda ‘Babaları uyarılmayanları uyarman için…’ şeklinde oluşan anlamın sınırlandırma bildirdiğini ve bu sınırlandırmanın Efendimiz’in risaletinin Arap Yarımadası ve Araplarla sınırlı olduğunu, babaları peygamberler tarafından uyarılan Ehl-i Kitab’ı kapsamadığını gösterdiğini söylemek öncelikle Arapça bilmemeye, ikinci olarak da Kur’an’ı tanımadan konuşmaya delalet eder. Şöyle ki: Risaletin, babaları uyarılmayanlara tahsisi/sınırlandırması babaları uyarılanları kapsam dışı bırakmaz. Zira tahsis, özel anlamının dışındaki manaları geçersiz kılmayan bir sebebe sahipse, bu durumda sınırlandırdığı anlamın dışında kalan manaları geçersiz kılması gerekmez. Burada o sebep mevcuttur. Çünkü Mekkelilerin uyarılmaları, Ehl-i Kitab-ın uyarılmasından daha evladır.

Zira Mekkeli müşriklerin uyarılması tevhit ve haşr hususunda iken Ehl-i Kitab’ınki risalet-i inkâr sebebiyledir. Bundan dolayı müşriklerin burada zikredilmesi daha uygundur. Tahsis de başka açıdan değil, sadece bu noktadan dolayı gerçekleşmiştir. Nitekim ‘En yakın akrabalarını uyar’34 ayetindeki tahsis de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Kimse çıkıp da ayetten hareketle “Cenâb-ı Peygamber” (s.a.v.) sadece akrabalarını uyarmakla emrolundu. Onlardan başkalarını uyarması doğru değildir’ türünden bir tahsise gitmemiştir/gidemez de.35

İlhami Güler, tarihselci anlayışın Şeyh-i Kebir-i Fazlurrahman’ın ısrarla üzerinde durduğu bütüncül tefsir perspektifini yakalayabilseydi, en azından ayeti yanlış yorumlayıp, Efendimiz’in risaletinin sadece Araplarla sınırlı olması gibi, yanlış bir yargıya varmamış olurdu. Nitekim ‘Ey Ehl-i Kitab! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı gelmedi demeyeseniz diye, size açıkça anlatan peygamberimiz gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de uyarıcı da gelmiş.’36 ayetinden hareketle Kur’an’ın Ehll-i Kitab’a da gönderildiğini, ‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.’ 37 ayetinden hareketle ise Kur’ani tebliğin zaman ve mekânla sınırlı olmadığını anlayacaktı.

İlhami Güler tefekkür etmek, hakikati anlamak, tarihselcilik iddialarına kanıt toplamak ya da okunan her bir harfe on hasene müjdeleyen hadis-i şerif gereği sevap kazanmak için Yasin Suresini en son ne zaman okudu bilemiyorum. Fakat ‘İnzar’38ayetinden hareketle Kur’an’daki İlahi Hitabın Araplarla sınırlı olduğunu iddia etmesi yakında okumadığını göstermektedir. Ya da okumuş olsa bile ezberlerine aşırı sadakatten dolayı murad-ı ilahiyi görmemiş olmalıdır. Zira Yasin’i Şerif’in yetmişinci ayetinde Cenâb-ı Hakk Kur’an ya da Allah Resulü’nün gönderiliş gayesinin yaşayan herkesi uyarmak olduğunu izhar etmektedir. Söz konusu ayette geçen ‘men’ lafzı İsm-i mevsuldur. İsm-i mevsullerde umum ifade ederler. Buna göre umumîlik ifade eden ‘men’in sınırlı olduğunu bildiren bir muhassıs/sınırlandıran olmadığı müddetçe ‘men’ umumiyet ifade eder ki bu durumda ilahi hitab; yaşayan herkesi kapsamına alır.39

Yazarın, Kur’an’a dair konuşurken, modernistlerin ısrarla üzerinde durdukları bütüncül yorumlamaya riayet etmesi gerekmez miydi? Diyelim yazar Kur’an’ın bütününü tekrardan okumaya vakit bulamadı. En azından Yasin’i okuması gerekmez miydi? Tabi ki bunlar, onların Kur’an’ı anlayış ve ifade ediş sistemlerine göre yapılan önerilerdir. Sünnet ve cemaat anlayışına göre Kur’an’a dair konuşacak kişi kimdir, hangi özelliklere sahip olmalıdır? Bunu bu makale içerisinde, Kur’an’ı anlama usulü çerçevesinde izah edeceğiz.

Hakikat şu ki tek başına ‘İnzar’ ayeti bile İlahi Hitabın evrensel olduğunu ifade etme noktasında yeterlidir. Fakat yazarın ezber yoğunluğu murad edilen manayı anlamasına engel olmuştur.

Tashih Üç

‘Ya Eyyuhe’n-Nas/ey insanlar…’ ifadesinden Kur’an’ın evrensel olduğunu anlayanları, Arapça bilmemekle itham eden yazarın keşke ne kadar Arapça bildiğini bilmiş olsaydım. En azından yanlış yargılarının Arapça bilmemesinden mi yoksa ezberlerine aşırı sadakatinden mi kaynaklandığını yakinen öğrenmiş olurdum. Böylece, her söylediğine şüphe ile bakma illetinden de kurtulurdum. Fakat onu tanımamak bu imkânı elimden alıyor.

İyi bir Arapça eğitiminden yoksun olduklarından Arapça kaleme alınan temel eserler yerine genellikle Batılıların kendi dillerinde neşrettikleri yayınları okumayı tercih eden modernistlerin, gelenek üzerine mütalaalarını okurken sürekli içimde acaba bu görüşü nereden aldılar, şayet Arapça eserlerden aldılarsa okuduklarını doğru anlayabildiler mi türünden bir ukde olagelmiştir. İşte o ukde, her okur gibi benim de “kafa arşivimde” umumiyet ifade lafızları tadat etmemi gerekli kıldı. Baktım ki yine doğru anlayamamışlar. Halbuki doğru anlasalardı hitaptaki ‘Nas’ kelimesinin lafz-ı cins olduğuna, lafz-ı cinsin de onu sınırlandıran bir delil bulunmadıkça cinsin bütün efradına şamil olduğuna hükmedeceklerdi.40Dolayısıyla ‘Ya Eyyuhe’n-Nas…’ hitabının bütün bir beşeriyeti içine aldığını söyleyeceklerdi.

Kur’an Kıssaları Münasebetiyle

Kur’an’ı Kerim’in nüzul dönemi ve coğrafyasında yaşayan insanların kültür dünyasını esas aldığını ve onların bildikleri olaylara atıfta bulunduğunu iddia eden Mehmet Paçaçı bu bağlamda şunları söylemektedir:‘Esatiru’l-evvelin olarak Kur’an’ı Kerim’de anlatılan kıssaların Hicaz merkezli çevre medeniyetlerden bahsettiği halbuki uzak bölgelerde yaşayan Maya Uygarlığından (mö 2600-ms 900) veya Oğuz Han Destanı’ndan tek söz ihtiva etmediği aşikardır. Bu da Kur’an’ın doğrudan nüzül dönemi insanlarına konuştuğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.’41

Esatıru’l-Evvelin

Kur’an’ Kerim’deki kıssaları ‘Esatıru’l-evvelin/öncekilerin masalları mazrufunda değerlendiren yazarın bu değerlendirmesiyle neyi kastettiğini anlayabilmek için öncelikle esatır’ın kulanımına bakmak gerekmektedir. ‘Esatır’ kelimesi ‘satr’ kökünden alınmış bir çoğul sigası/kipi ( Müntehe’l cumu’) ve ya kendi lafzından müfredi olmayan ‘abadid’ gibi bir çoğul ismidir. Bu noktada daha başka ifadelerde vardır. Her hâlükârda ‘esatır’ kelimesi; nizamsız/saçma sözler, yalan ifadeler, masallar, hurafeler, faydasız hikayeler, kitaplardan alınıp aktarılan saçma sapan nakiller gibi anlamlara gelmektedir.42

Nitekim İran’da, Rüstem ve benzeri şahıslarla alakalı öğrendiği haberleri Mekke’de pazarlarken ‘Ben size Muhammed’in anlattıklarından daha güzelini anlatıyorum diye propaganda yapan Nadr b. Haris, -insanlar ondan uzaklaşsın diye- Kur’an’a esatıru’l-evvelin/öncekilerin masalları/yalanları derdi.’43Müşriklerin Kur’an’a bakışları ise, Nadr b. Haris’le ayniyet ifade etmekte idi. Bu yüzden Kur’an’ı Kerim’deki kıssaları ‘Esatiru’l-evvelin’üst başlığında toplamak, Mekke müşriklerine ait bir ameliyedir. Çünkü onlar, Kur’an kıssalarını masallardan, uydurulmuş sözlerden ibaret görmekte idiler.

Yazarın, Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf kıssalarını ‘esatıru’l-evvelin’ olarak nitelemesi -en azından bu hususta- Mekkelilerle bakış açısının ayniyet ifade ettiğini göstermektedir. Artık bundan sonra Kur’an’ın, nüzul dönemi insanlarının kültürünü dikkate alarak indiğini söylemek kolaylaşacaktır. Çünkü yeryüzüne yani kültürün içine indirilen Kur’an için, ileriki adımlar da ‘Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.’44 demenin önünde hiç bir engel kalmayacaktır. Zaten yazara göre Kur’an’ı Kerim kıssalarının Maya Uygarlığı ya da Oğuz Destanı gibi Araplara meçhul olan tarih veya kıssalardan bahsetmemesi vahyin kültürü esas aldığını, yani bir anlamda vahyin yağmur gibi öncelikle yerden göğe ardından da gökten yere indiğini göstermektedir (Tasavvur Nasr Hamid Ebu Zeyd’e aittir.). Bu yüzden kıssalar bir anlamda hâsılı tahsildir.

Kur’an Niçin Oğuz Destanından Bahsetmez?

Yazarın kıssaların bilinirliği ile alakalı söyledikleri de gerçeğe aykırıdır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de anlatılan kıssaların hiç biri ne müşrik Araplar ne de Efendimiz (s.a.v.) tarafından Kur’an’da olduğu şekli ile önceden bilinmekte idi. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk (c.c.) Efendimiz’e (s.a.v.) hitaben şöyle buyurmaktadır: ‘Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Gerçek şu ki, daha önce senin bundan hiç haberin yoktu.’45 Yani yazarın zannettiği gibi bu kıssalar ne Arapların kültürüne göre şekillenen ne de onlara bildiklerini tekrar eden ayetlerden ibaretti. Onlar, Allah Resulü’nün (s.a.v.) önceden hiçbir mecliste duymadığı hiçbir metinde okumadığı hakikatlerdi. Gaybın haberleriydi: ‘İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.’46

Madem kıssalar gaybın haberleridir niçin sadece Mekke ve çevresindeki medeniyetlerden bahsediyor da Maya’dan ya da Oğuz’dan bahsetmiyor diye akla bir soru gelirse, Kur’an o soruyu cevaplama sadedinde şunları söylemektedir: ‘Gerçekten de onların kıssalarında üstün akıllılar için bir ibret vardır. ‘Bu Kur’an uydurulmuş herhangi bir söz değildir’47Buna göre kıssalarda Maya Uygarlığı’ndan ya da Oğuz Destanı’ndan bahsedilmesinin insanların uhrevi hayatlarına yönelik ne tür bir faydası olabilirdi?!

Kıssaların Hikmeti

Bütün bu zihinsel kargaşanın temelinde modernistlerin Kur’an’a rağmen oluşturdukları Kur’an tasavvurları yatmaktadır. Gerçekte onlar, Kur’an tasavvurlarını onun bütünlüğü çerçevesinde geliştirmiş olsalardı: Niçin Kur’an’ın Peygamberler ve onların düşmanlarını anlatan kıssaları ihtiva edip de, Maya’dan bahsetmediğinin hikmetlerini anlamış olacaklardı. Ancak Kur’an eksenli mütalaalarla anlaşılabilecek bu hikmetlerden bir kaçını şöyle sıralamak mümkündür:

1.Hak ile Batılın mücadelesini anlatan kıssalar, müminler için ibret vesikalarıdır. Onlar, Peygamber ve ümmetlerinin Allah yolunda ne tür sıkıntılara katlandıklarının canlı tanıklarıdırlar.

2.Kıssalar, Peygamberlerin Allah Teala’nın dinine davet usullerini, bu süreçteki sabır ve metanetlerini anlatmaktadırlar.

3.Kıssalarda, Allah’a iman ettiklerinden dolayı kendilerine kötülük yapılan fakat buna rağmen hak üzere yürüyüşte kararlılık gösteren müminler için örnek alınacak büyük ruhlu kahramanların hayatları vardır.

4.Kıssalarda, insanoğlunun eğilimleri, mizacı, mizacının çeşitleri ve bunların ferdi ve ictimai hayatı üzerindeki etkileri anlatılmaktadır.

5.Kıssalar, Firavun gibi zalimlerin sahip oldukları mal ve iktidar gücüyle yaptıkları zulümlerin mutlaka hesabının sorulacağından bahsetmektedir.

6.Kıssalar insan, hayvan, bitki, dünya ve yıldızlarla alakalı bugün modern bilimin henüz keşfettiği hakikatleri içermektedir.48

İlahi Olanla İnsani Olanı Değerlendirme

Özelde yazarın, genelde ise tarihselcilerin kıssaların önceden bilinir olmalarını savunmaları oryantalizmin öteden beri fırsatını beklediği bir ameliyenin de önünü açmıştır. O da Kuran-ı Kerimin, kadim medeniyetlere dair anlattığı kıssaları, Tevrat ve İncil gibi muharref kitaplarla ya da tarihi nakillerle karşılaştırmak/test etmektir.

Muhammet Abduh’un49 da ifade ettiği gibi; Kur’an’daki kıssaların, Yahudi ve Hıristiyanların yanındaki, kitaplarda anlatılan kıssalarla örtüştüğü dolayısıyla onlarla test edilebileceği iddiası, ilmi olmadığı gibi ahlaki de değildir. Aynı şekilde, Kuran kıssalarının, tarihi yönünü, tarih kitaplarında anlatılan nakillerle, ispat ya da inkâr yoluna gitmek, “ilahi alanı”, “insani alanla” anlama gayretidir. Böyle bir ameliye de ya insanı Allah Teâlâ’dan daha âlim kabul etme ya da Kur’an’ı Kerim’in bildirdiği hakikatlerden şüphe duymaya işaret eder ki her iki yol da küfre çıkar.

Hz. Meryem Meselesi

İlahi olan Kur’an’ı beşeri olan metinlerle test etme anlayışı Müslüman tarihselcilerin bilinçaltında tarihe tasdik ettirilen ya da ettirilmeyi bekleyen bir Kur’an olduğunu göstermektedir. Bu yüzden müsteşriklerin her hangi bir iddiasından hareketle pekâlâ Kuran’ı Kitab-ı Mukaddes’le ya da tarihi bir metinle karşılaştırabiliyorlar. Mesela diyorlar ki:”Kuran Hıristiyanların Hz. Meryem’i50 ilah edindiklerini söylüyor. Bu ifade Hıristiyanların inancına değil, Hz.Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Müslümanların ya da Arapların Hıristiyanlık hakkındaki malumatına dayanıyor. Ayrıca bu ayet Kur’an’ın “etkin tarihin” tesiri altında olduğunu gösteriyor.”51

Gerçekte ise, -Hz.Meryem meselesindeki- ayet, Müslümanların yanlış bilgilerine değil yanlışı olmayan Allah Azze ve Celle’ye dayanıyor. Ayrıca tarihi araştırmalar da oryantalistleri ve tarihselcileri değil Kur’an’ın hükmünü tasdik ediyor. Suat Yıldırım, “Kuranda Ulûhiyet”52 adlı eserinde Wellhausen ve Blachere gibi müsteşriklerden nakiller yaparak Kur’an’ınHz. Meryem’e dair ifadesinin tarihi verilerle örtüştüğünü anlatmaktadır.

Kur’an Farklıdır

Kuran’ın inişi, toplanışı, çoğaltılışı, noktalanışı, kıraatleri, hıfz edilişi hâsılı bütün yönleri ve tarihi ortadadır. Fakat Kitab-ı Mukaddes metinlerinin yazıldığı ortam, ne zaman ve kim tarafından yazıldıkları, farklı dillere nasıl tercüme edildikleri, hataların, tenakuzların nasıl oluştuğu türünden sorulacak sorular yanıtsız kalacaktır. Bu yüzden Kur’an’ı Kerim’le Kitab’ı Mukaddes metinleri farklı dünyalara aittirler. İncil ya da Tevrat’ı Kur’an’la aynı seviyede değerlendirmek en basitinden uçmadaki müşterekliklerinden dolayı kartala sinek, sineğe de kartal demek gibidir.

Voltaire

Tarihselciler varsın kartala sinek sineğe de kartal desinler fakat Batı cephesinden bir tanık; Voltaire onların ve bu günkü Kitab-ı Mukaddes’in aleyhine, Kur’an’ın ise lehine tanıklık ediyor, şunları söylüyor: ‘Muhammet’in getirdiği din şüphesiz Hıristiyanlıktan daha iyiydi. Onun dininde asla bir Yahudi’yi (Hz. İsa) tanrı edinmiyorlar ve Yahudi bir kadını (Hz. Meryem) tanrının annesi saymıyorlardı. Yine geri kalan Yahudileri kin ve nefret odağı haline getirmiyorlardı. Onun dininde asla Hıristiyanların cinnet gibi küfrüne duçar olmuyorlardı. Bir tanrıyı üç ve üç tanrıyı bir tanrı tanıyarak inanmıyorlardı. Onun dininde asla kişi tanrısını dişleri arasında parçalamıyordu (İşa-i Rabbani’ye işaret ediyor)… Hz. Muhammet’in(s.a.v.) dininin en büyük ve tek esası bir olan Tanrıya imandı.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dini makul, ciddi, temiz ve insanlığın dostu bir dindir. Makuldür. Çünkü hiçbir zaman şirk cinnetine tutulmadı ve tanrıya benzer ve misil yapmadı. Prensiplerini akıldan ve mantıktan yoksun ve çelişik sırlar üzerinde inşa etmedi. Ciddidir. Çünkü kumarı, içkiyi, oyun ve eğlence araçlarını haram bilmiş, bunların yerine günde beş vakit namazı koymuştur. Temizdir. Zira Asyalı yönetici ve hâkimlerin sınırsız ve hudutsuz kadınla evliliklerini dört kadına kadar evlenebilme ile sınırlandırmıştır. İnsanlığın dostudur. Çünkü hemcinslerine zekât verme ve diğer şekillerle yardım etmeyi hac yolundan daha gerekli saymıştır. Bütün bunlar İslam’ın gerçek (din) oluşunun göstergeleridir. Bütün bunlara bir de birbiriyle dayanışma faziletini ekleyiniz.

Allah’ım! Keşke, bütün Avrupa milletleri Müslüman Türklerin yolunu örnek alsaydılar.’53 Bu satırlar bir Hıristiyan filozofa aittir. Hadise, insaf ölçüsü dâhilinde değerlendirildiğinde doğru hükme varmak için, muhakkak Müslüman olmak gerekmiyor. Nitekim Müslüman etiketi her zaman doğru hükme varmak için de yeterli olmuyor. Bir Hıristiyan, dininin tashih edilemeyecek derecede tahrif edildiğini söylerken tarihselci bir Müslüman ise tahrif edilen dinle Kur’an’ı test etmeden yana tavır alıyor.

Kur’an’daki kıssaları; Tevrat’a ve İncil’e doğrulatmak isteyenler yarın da cennete, cehenneme, haşre, neşre dair ayetleri modern bilime doğrulatmak isterlerse ortaya nasıl bir Kur’an tasavvuru çıkacaktır?Kutsal olan bir kitabın akla muhtaç addedilmesi, Onun kutsallığını ihlal etmeyecek midir?! Kur’an’ı tarihin ya da bilimin şehadetine arz etmek, Onun haber verdiklerinden şüphe etmektir.

Ayrıca “n”li değişme özelliğine sahip bilime ve bir kişinin rivayetine dayanan tarihe göre geçmiş ve gelecek zamanların Rabb’i olan Allah’ın Kuranını test etmek metafizik alanda nesnel bilim yapmaya imkân aramak gibi avare bir uğraşı olur. Bunları söylerken Kur’an’ın bilimle, tarihle anlaşılamayacağını söylemiyoruz. Onun anlaşılmasında, tarih ve bilimin “mutlak ölçü” kabul edilemeyeceğini söylüyoruz.

Müsteşrikler ve tarihselciler, bir taraftan Kitab-ı Mukaddes’in tahrif edildiğini, ondaki birçok tarihi olayın efsane olduğunu koro halinde ilan ederken, diğer taraftan ondaki efsaneleri delil kabul edip, Kuran’ın karşısına çıkarmaktadırlar. Oysaki böyle bir ameliye, kıssaları “iman alanından” çıkaracaktır. Çünkü İlahi olan Kuran, ancak ilahilik özelliği devam eden nakillerle karşılaştırılabilir.

Tarihselci Tasavvurun Ahkam Ayetleri Mütaalası

Tarihselciler, Ahkâm Ayetlerini, modern dünya ile külli bir entegrasyona gidebilmenin önünde engel olarak görmektedirler. Bu yüzden, onların bütününden genel ilkeler çıkarılmak sureti ile anlaşılmalarını kaçınılmaz bir doğru olarak kabul etmektedirler.

Vahyi,Peygamberin zihni vasıtasıyla yedinci yüzyıl Arap Yarımadasının sosyo-kültürel şartlarına verilen tepkiden ibaret gören tarihselciliğin öncü ismi Fazlurrahman, iddialarına delil getirme sadedinde şunları söylemektedir. ‘Kur’an’daki fiili yasama, o sırada mevcut olan toplumu, başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır.

Bu açıkça demektir ki, Kur’an’daki fiili yasamanın bizzat Kur’an tarafından lafzi anlamda ezeli olduğu kastedilmiş olamaz.’54 Bu yüzden tarihi olma özelliği taşıyan ‘Kur’an’ın emir ve yasaklarının maksatlarını (illetlerini) ortaya çıkaran ve onları genel ilke ve değerler şeklinde ifade eden, daha sonra bunları sistemleştiren ve nihayet onlardan hüküm çıkaran bir hukuk yöntemi ile çok daha geçerli sonuçlar elde edilebilir.’55

Bu yaklaşıma göre, Kur’an’ı Kerim’deki tekil hükümler bu günün cemiyetine tatbik edilemez, zira bunlar yedinci yüzyılın kültürel durumuna göre şekillenmişlerdir. Dolayısıyla yapılması gereken tekil çözümlerden; adalet, yardımlaşma, gibi genel ilkelere varmak, sonra da bu genel ilkelerden ana hedefler çıkarmak ve bunları tekil sorunlara tatbik etmektir.56

Kur’an’da tekil hükümler kapsamında değerlendirilen; iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşlerin kız kardeşlerin iki katını alması, faizin haramlığı gibi hükümlerin bu gün uygulama alanlarının kalmadığı ileri sürülmektedir.57 Nitekim Ahkâm Ayetlerinin mahalliğine vurgu yapan bir tarihselci şunları söylemektedir: ‘Günümüzün aydın, yüksek tahsilli hanımından, Kur’an’da var diye kendi cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir.’58

Tarihselcilere göre İslam geleneği içerisinde Kur’an’ın var oluş gayesine muvafık anlaşılamamasının bir yansıması olan her ayetin kendi başına delil kabul edilmesinin arka planında fukahanın Kur’an’ı bir hukuk kitabı olarak görmeleri yatmaktadır. Oysaki Onun hukuka kaynaklık etmesindeki asıl gaye, adaletin temini gibi külli bir taleptir.59

Tasavvurun Tenkidi

Kur’an’ı Kerim’in, evrensel olduğunu ifade eden ayetlerden de anlaşılacağı üzere, ahkâm-ı ilahinin herhangi bir tarihi, coğrafi ve ictimai ortamla sınırlı olmaksızın bütün zamanları kapsadığı ve istisnasız her mümini bağladığı tartışmasız bir hakikattir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’in, Allah Resul’ü tarafından uygulanışı, ashabın onu anlayış ve yaşayışı ve on dört asırlık İslam içtihat geleneği ahkâmı ilahinin bütün zamanlar ve nesiller tarafından evrensel anlaşıldığını göstermektedir. Öyle ki, tek bir âlimin Kur’an’ın tarihselliğini ima eden bir beyanını bulmak mümkün değildir.

Bu yüzden tarihselcilerin İlahi hükümleri anlayış noktasında önerdikleri sistem iki açıdan gayrı meşrudur. Bunlardan ilki tarihselciliğin kodlarında geleneği ve ona ait bütün değerleri çağdışı gören, buna mukabil yaşanılan anı bütün zamanların en iyisi kabul eden Aydınlanma artığı İlerlemeci Tarih Tasavvurunun mevcudiyetinin, ikincisi ise, Kur’an ve Sünnet’i anlayış ve yaşayış usulüne zıt anlamları ihtiva edişin var olmasıdır.

İlerlemeci Tarih Anlayışı Bağlamında Tarihselcilik

18.yüzyıl itibariyle Batı düşüncesine hakim olan İlerlemeci Tarih Tasavvuruna göre; mükemmel hayat ya bugündür ya yarındır ya da ondan sonraki gün ve günlerdir. Hayatın terakkisi bilimin terakkisine bağlıdır. Dünyanın yarınları dününden daha iyi olacaktır. Çünkü bilim sürekli gelişmektedir.

Aydınlanmanın İlerlemeci Tarih Tasavvuru bu çıkışıyla merkezinde akıl olan yeni bir din icat etmekteydi. “Akıl dini”ne göre; gerek küfür havzalarında neşv-ü nema bulan politeist dinler gerekse semavi-tarihi dinler insan fıtratındaki doğal dini tahrif etmişlerdi. Ona göre hayat, insanüstü bir gücün müdahalesi ile karşılaşmamıştı. Toplumsal her olayın üzerinde aklın saltanatı olmalıydı. Her şey onun icazetine muhtaçtı.

Akıl dininin pozitivist bilim anlayışı bir yönden “tarihi din”le bir başka yönden de tarih anlayışının kendisiyle hesaplaşma içerisindeydi. Çünkü doğaya, deneye yönelme tarihe, tarihi bilgiye güvensizliği getirdi. Bu yüzden Akıl Dini, tarihi ya da dini değerleri ya yok saydı ya da kısmen kurtarılmalarına müsaade etti. Doğa bilimleriyle bütün zamanlara bedel icatlara imza atan Batılılar, tarihin en mükemmel anlarını yaşadıklarına inandılar.

İslam, İlerlemeci Tarih Anlayışının karşısında, “sahv” halinin usulü ‘Dairesel Tarih Tasavvurunu’ ikame etmiştir. Bu tasavvura göre, hayat bütün teferruatıyla olmasa da birçok yönüyle tekrar etmektedir. Faraza 1000 yıl önce A toplumunda yaşayan insanla bugün B toplumunda yaşayan insan tamamen aynı değilse de tamamen farklı da değillerdir. Balina, filin aynısı değildir fakat ayniyetteki zıtlık, birçok uzvun benzerliğine mani olmaz. Karşılaştırmalı anatomiden hareketle “fildeki şu kemik bana balinadakini hatırlatıyor” demek ne kadar bilimsel değilse, keza “balina ve fil birbirinden o kadar farklıdırlar ki onları karşılaştırmak suretiyle hiçbir bilgi elde edilemez” demek de o derece bilime aykırıdır.

Zamanı, bir daire içindeki dört mevsim suretinde düşündüğümüzde görürüz ki, mevsimler büyük benzerliklerle tekrar etmektedirler. Daire döndükçe mevsimler görünür, fakat yeniden görünen her mevsim aynı mevsim değildir. Zira hiç bir şey bütün renkleriyle aynen tekrar etmemektedir. Fakat yeni dairedeki her bir mevsim eski dairede onun adını taşıyan her bir mevsime yapısal açıdan karşılık gelmektedir. Yani, zaman benzerliklerin esası üzerine kurulan tarihi daire içinde yürümektedir.

Onun için pozitivizmin iddia ettiği gibi ideal anlar yalnız bugünler ve yarınlar değildir. Belki de yarınlar tarihin kışına tekabül edecektir. Bu yüzden İslami ilimlerin teşekkül ve devam sürecinde benimsenen tarih tasavvuru ne Aydınlanmada olduğu gibi tarihi karanlık, yarını aydınlık gören ilerlemeci tarih anlayışı ne de kadim Yunan ve Romalılarda hâkim olan; yalnız maziyi güzel, yarınları kötü gören tarih anlayışı ile örtüşmektedir.

Ayrıca “İlerlemeci Tarih Tasavvurunun” iddia ettiği gibi tarih, mazinin köklerinden doğup sürekli olgunluğa ilerleyen bir fenomen de değildir. O, iyi ya da kötü bir surette zuhur eden dairenin etrafında tekrar eder. Buna göre dün bugünden pekala daha iyi olabileceği gibi şartlara göre bugün de dünden daha iyi olabilir.60 Bütün dünya milletlerinin tarih gerçeği bu çerçevededir. Onun için çağ dışılık yaftasını maziye hasretmek doğru değildir. Çünkü böyle bir ameliye İlerlemeci Tarih Tasavvurunun ürünüdür.

İslam’a göre tarihi dairenin yazı, peygamberlerin yaşadığı anlara tekabül eder. İslami hükümlerin tekrardan yaşanan çağa hâkim olması, dairenin yeniden yaza geldiğini ya da tarihin birçok benzerlikleriyle tekrar ettiğini gösterir. Bu yüzden Peygamber asrına dönmek mazi de olsa, dönülen mazi tarihin en aydınlık zamanıdır.

Dairesel Tarih Anlayışına göre, Kuran’ın indiği zaman güzellikte bütün zamanlara bedeldir. Her yönüyle örnek alınması gereken devir Kuran’ın indiği devirdir. Bu görüş Kuran’ın zaman üstü kimliğine vurgu yapmaktadır. Fakat İslam’a İlerlemeci Tarih Anlayışıyla bakarsanız Saadet Asrını fikren, siyaseten, iktisaden çağdışı görürsünüz. Bu yüzden ahkâm ayetlerinin modern zaman insanını da bağladığını kabullenemez, mühendis, öğretmen ya da doktor bir kadının mirasta erkek kardeşinin yarısını almasına bir anlam veremezsiniz. İlerlemeci Tarih Tasavvuru üzerine tarihselcilik imaretini kuran, ardından da on dört asır önce nazil oldu diye ahkâm-ı ilahiyi çağdışı görenler bilmiyorlar ki;

Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde?

Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde.61

Ahkâm ayetlerinin çağdışı olduğunu söyleyen küfür idraki ile modern mantığın en önemli ayrışım noktası ise ilki ayetleri direkt devre dışı bırakmayı tercih ederken ikincisi sahip olduğu İslami kimlikten dolayı mahallilik ya da tarihsellik etiketi ile muattal kılmayı tercih etmektedir.

İslami Anlayış Usulu Açısından Tarihselcilik

Kur’an’ı Kerim’i muradı ilahi çerçevesinde anlamak tarih boyu Müslümanlar için en mühim mesele addedilmiştir.

İslam’ın ilk yıllarında Ashab-ı Kiram, şeriatın maksatlarının neler olduğunu her hangi bir anlayış usulüne ihtiyaç duymadan idrak edebiliyordu. Çünkü Kur’an’ı Kerim onların içinde, dilleri hatta lehçeleriyle inmişti. Bu cihetle onlar, ayetlerin mantûk ve mefhumunu, delalet ve işaretini, ima ve iktizasını, hakikat ve mecazını, temsil ve istiaresini, umum ve hususunu meleke ve tabii dil vukufiyetleri ile bilebiliyorlardı. Bu noktada dil eğitimine ve usul ilmine ihtiyaçları yoktu. Bilakis arap diliyle alakalı kaideler onların telaffuzlarından, şivelerinden neyi nasıl anladıklarından hareketle tespit edilmiştir.

Bütün bunların ötesinde ashab, İlahi hükümleri irfanın menbaı olan Hz. Şari Rasul’u Ekrem’den (s.a.v.) almışlardı. Ayetlerin inişine, Cebrail’in (a.s.) gelişine tanık olmuşlardı. Bu yüzden Kur’an’ı anlamaları bir anlayış usulünü tedvin ya da tedris etmelerine hacet bırakmamıştı.

Tabiin de Ashab gibi, Arap diline son derece vakıftı. Bu yüzden lafızlardan ayetlerin maksatlarını, direkt olarak anlayabiliyorlardı. Çünkü ashabın talebeleriydiler. Onların birikimi bütünüyle kendilerine intikal etmişti.

Tabiinden sonra durum bütünüyle değişti. Daha onların devrinde İslam coğrafyası hızlı bir şekilde genişledi. Bunun neticesinde hayatın her alanında ciddi gelişmeler oldu. Hukuki olaylar çoğaldı. İhtilaf arttı. Örf ve adetler değişti. Âlimler önceki yıllarda olmayan problemlerle karşılaştılar. Yeni içtihatlarda bulunmak mecburiyetinde kaldılar.

Farklı milletlerin Müslüman olması ve Araplarla kaynaşmaları Arapça’nın bozulmasına neden oldu. Yeni kuşak dile olan tabi vukufiyetini yitirmeye başladı. Bu yüzden Kur’an’ın anlaşılabilmesi bozulmamış Arapça’nın ve ashabın Kur’an’ı anlayış usulünün tesbit ve tedvinini gerekli kıldı. Bu çerçevede bir taraftan sarf ve nahiv ilmi ile alakalı meseleler diğer taraftan da Kur’an’ı anlayış usulü ile alakalı meseleler tesbit ve tedvin edilmeye başlandı.

Nitekim ashab ve onları takip eden kuşakta şifahi olarak oluşan ve varlığını devam ettiren -Kur’an’ı Kerim’i doğru anlamanın yolu ve yöntemi ile alakalı düzenli bilgilerin mecmuasından ibaret olan- Tefsir Usulü, bu dönemde (müçtehit imamlar devri) yazıya aktarıldı ve ilk örneğini İmam Şâfiî’ninRisale’si ile verdi. Fıkıh Usulü olarak bilinen ‘Risale’ tarzı literatür aynı zamanda Tefsir Usulüdür. Zira bu ilim dalının önemli bir bölümü Kur’an lafzının açık ve kapalılık ciheti ile manaya delaletini incelemektedir.

İslami Anlayış Usulu

Sünnet ve Cemaat Âlimleri bütün hükümlerin ilk kaynağı olarak kabul ettikleri Kur’an’ı Kerim’i şu esaslar dairesinde anlamışlardır:

1.Kur’an’ı Kerim lafız ve mana itibari ile Allah Teâlâ’nın kelamıdır.62 Bu yüzden onu anlayabilmek için lügat alimlerinin istikra/tüme varım yolu ile tespit ettikleri kaidelerden hareketle ve mutlaka Onun lafzı dikkate alınarak muradı ilahi anlaşılmalıdır.

2.Kur’an, şeriatın esasıdır. Dolayısı ile dinin özüne, şeriatın temellerine ulaşmak isteyen kişinin Kur’an’ı diğer bütün hükümlerin kendi etrafında döndüğü bir mihver kabul etmesi zorunludur.63

3.Kur’an’ın hükümleri tarihi değil evrenseldir. Bütün zaman ve mekânlar için bağlayıcıdır. Hicaz bölgesi, vahyin dünyaya açılım noktasıdır. Verilen örneklerde ilk muhatapların idrak seviyesi gözetilmekle birlikte aslında insanlığın ortak buluşma noktaları dikkate alınmıştır. Bilinenden bilinmeyene doğru bir seyir izlenmiştir. Bu bilinenlerde bütün insanlık için ortak yönler mevcuttur. Örneğin deveden ya da hurmadan bahsedilmesinden müşahhas olarak deve ya da hurma değil, Allah Teâlâ’nın yaratıştaki eşsiz kudreti kastedilmektedir. Bunun içindir ki, Kur’an’ı Kerim’in deveden bahsetmesi, buna mukabil farklı iklimlerde bilinen bir başka hayvandan bahsetmemesi, ilk muhataplarının anlayış seviyelerinden hareketle anlaşılabilir evrensel hakikatler vaz etme gayesine mebnidir.

4.Kur’an’ı Kerim Allah Teâl’nın gönderdiği kitapların en sonuncusudur. Kendisinden önce gönderilen kitaplarla bazı hükümlerinin ayniyet arz etmesi tarihsel olduğuna değil –önceki kitapları gönderen- Allah Teâlâ tarafından gönderildiğine işaret eder. Çünkü Allah Teâlâ’nın katında hak bütün zamanlarda hep aynıdır.

5.Önceki kitaplara muhalif duran ayetlere gelince; bu da iki esas çerçevesinde izah edilebilir. Öncelikle diğer bütün Semavi kitaplar tahrif edilmişlerdir. Kur’an’ın, insanların elleriyle tahrif ettiği kitapların ifadelerine muvafık olması vahiy gerçeğiyle çelişir. İkinci olarak da önceki ümmetlere farklı konumlarından dolayı gönderilen ahkâm ayetleri Allah Teâlâ’nın İslam ümmetine olan merhametinden dolayı değiştirilmişlerdir. Bu yüzden bütün hükümler önceki kitaplarla ayniyet arz etmezler.

6.Kur’an’ın önceki kitaplarla olan münasebeti; onlarda mevcut olanı ikmal, değiştirilmemiş olanı ibka, değiştirilmiş olanı ıslah ve ilga ya da onlarda hiç olmayanı ibda’ etme ekseninde gerçekleşmektedir. Bu kavramları tanımadan Kur’an’ı Kerim’in önceki kitaplarla olan münasebetini tahlil etmek kişileri sapıklığa sürükleyecektir.

7.Kalp geleni geldiği gibi kabul etme özelliğine sahip olduğundan Kur’an Allah Rasulü’nün (s.a.v.) zihnine değil kalbine nazil olmuştur. Vahiy, yukarıdan aşağıya kulların maslahatını temin için yapılan bir müdahaledir. Bu müdahalede Allah Teâlâ dilediğini dilediği gibi vahy etmiştir. Bunda Hz Rasulullah (s.a.v.) dâhil hiç kimsenin küçük de olsa bir tasarrufu yoktur. Böyle bir anlayış mütevatir haberleri inkâr anlamına geleceğinden küfürdür.

8.Hükümler hikmetlerle talil edilemezler. Bu yüzden fakihler Kur’an ve Sünnetten istinbat ettikleri hükümleri açık olmayan hikmetler yerine zahir ve mundabıt olan illetler üzerine bina emişlerdir. Zira hükümleri hikmetler üzerine bina etmek ahkâm-ı ilahinin keyfi anlaşılmalarına neden olacaktır. Örneğin Ramazan ayında yolculuk yapan kişi için iftar etmek, sefer illetinden dolayı mubahtır. Velev ki yolculuğunda iftarın hikmeti olan meşakkat olmamış olsun. Fakat Ramazan’da iftarın illeti olan hastalık ya da yolculuk durumu olmayan buna mukabil taş ocağı ya da kömür ocağı gibi meşakkatin en üst sınırda olduğu yerlerde işçi olan kişi iftarın hikmeti olan meşakkatin varlığından dolayı orucunu bozamaz.64 Çünkü meşakkat, herkes için bütün hallerde standart sabitelerden yoksundur.

9.Ayetler, genel ilkeler tayin etmenin yanı sıra asıl olarak ifade ettikleri hususlarda lafzın meşru kabul ettiği usuller dairesinde tek başlarına muayyen manalar içermektedirler. Buna göre miras, kadının örtünmesi, faiz gibi muayyen hükümleri ifade eden ayetler sünnetin beyanı istikametinde neye nasıl delalet ediyorlarsa öyle anlaşılmalıdırlar. Usulcülerin ayetlerden hareketle tespit ettikleri ilkeler ise kendi başına bir hüküm oluşturan ayetleri devre dışı bırakmak şöyle dursun onların ifade ettikleri anlamları pekiştirmeyi amaçlamışlardır. Bu yüzden, İslam Âlimleri ilke, maslahat ve hikmet zarfları ile ayeti kerimelerin ifade ettikleri muayyen manaların perdelenmesini gayri meşru telakki etmişlerdir.

10.Zamanın değişmesini gerekçe göstererek miras, şahitlik, faiz… gibi Kur’ani hükümlerin değişmesini talep etmek Allah Teala’nın şeriatını nesh etmek/hükümsüz kılmak anlamına gelmektedir. Hâlbuki Onun ayetlerini yalnız kendisi nesh edebilir.

‘Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr edilemez:’ kaidesi ise, nass ile sabit olan hükümler için değil, örf ve âdete dayalı hükümler için geçerlidir. Buna göre, hükmün kaynakları makamında olan örf ve âdetin değişmesiyle hüküm de değişebilir. Fakat örf ve âdetin değişmesiyle nass ile sabit olan hükümlerin de değişmesini talep etmek, örfü nassdan daha güçlü kabul etmek anlamına gelir. Hâlbuki nass daha güçlüdür. Nitekim örfün batıl olması ihtimal dâhilinde iken nassın her hâlükârda sahih olduğu esastır. Bu yüzden örfü temel alarak nassın değişebileceğini savunmak imanı tehlikeye düşürür.65

Ulemanın Kur’an’ı anlama hususundaki ameliyeleri göstermektedir ki; felsefi, edebi ya da başka tür bir metni okurken takınılan tavırla Kur’an’ı okurken takınılan tavır muhakkak ki farklı olmalıdır. Bu yüzden kutsal olmayan metinlerde cari olan özne-nesne ilişkisi Kuran’a uygulanmamalıdır.

Kur’an’ın dışındaki metinleri okuyan bir özne, istediği gibi yorum yapabilir. Çoğu zaman yazarın anlattığı ile öznenin anladığı, farklılık arz edebilir. Ya da özne anladığında özgürdür. Fakat Kuran’ı okumak her şeyden önce kişiden farklı bir duruş bekler. O, özneyi dinleyen, kendini ise dinlenen görür. Yani Kur’an’ı anlamada Kuran etken, anlayan ise edilgendir.

Kur’an’dan muradı ilahi dışında manalar çıkarmak, Onu anlamamaktır. Bu yüzdenAllah Resulü (s.a.v.) tefsir için gerekli malumata sahip olmadan aklına göre Kuran’ı açıklamaya kalkan kişi için cehennemdeki yerine hazırlansın66buyurmaktadır.

Nitekim ilmi ve idraki noksan kişilerin Kuran’ı tefsir etmelerini önlemek için ulema birtakım şartlar belirlemiştir. Bu bağlamda Suyuti ‘İtkan’ında tefsir için zaruri olan 15 ilimden bahsetmektedir. Ona göre bu on beş ilim şunlardır: Lügat, Kıraat, Nahiv, Sarf, İştikak, Meani, Beyan, Bedi, Kelam, Usulü Fıkıh, Sebeb-i Nüzul ve Kıssalar, Nasih ve Mensuh, Fıkıh ve Mevhibe.’67

Yukarıdaki ilimlerden kısmen nasipdar olanlar ya da cehaletin cesaret aşıladığı kişiler sürekli evrenselliğine vurgu yapan Kuran’ı kendi iç dinamiklerinden doğan ilimler yerine Batılı adamın anlayış usulü çerçevesinde kavramak istediklerinden beşeri metinler üzerine tatbik edilentarihselciliği Kur’an’a da uygulamaktadırlar. Böyle bir yaklaşım farklı âlemlerin esaslarını aynı ölçülerle değerlendirmekten farksızdır.

Hüküm

Batıda özellikle Hristiyanlık içinde, bir anlayış biçimi olarak kendini gösterentarihselcilik etkinlik kazandığı Aydınlanma devrinde, dindar filozofların urve-i vüskası oldu. Çünkü onlar tanrı merkezli bir dünyadan insan merkezli bir dünyaya geçişte imanlarını tarihselciliklegüvence altına aldılar. Skolastik düşünce ile hayattan uzaklaşan, bu yüzden pozitivist bilimin saldırıları karşısında dik duramayan kilise, insanüstü anlatımlara muhatap olan Hz. İsa ve Hz. Meryem’itarihselleştirerek hayatın içine çekmeye çalıştı. Yani Hıristiyanlık içindeki konumuyla tarihselcilik, dini kurtarma operasyonuydu.

Ayrıca tahrif edilen İncil içerisinde beşeri ifadeler vardı, bir anlamda İncil beşerileşmişti. Bu açıdan da tarihselcilik, doğruyu yanlıştan, ilahi olanı beşeri olandan ayıklama ameliyesidir. Başka bir ifadeyle tarihselcilik, Batılı Adam’ı Katolisizmin dogmalarından/hurafelerinden kurtaran, ona özgürlük armağan eden Protestanca bir duruştur.

Tarihselcilik, yirminci yüzyılda Oryantalistler tarafından yeni bir forma aktarıldı ve bu haliyle İslam coğrafyasına taşındı. Müslüman modernistler de oryantalizmin pratiklerinden hareketletarihselciliği Kur’an’ı Kerim’e tatbik ettiler. Modernistler, klasik fıkıh ve tefsir usulüne karşı bir anlayış tarzı olarak benimsedikleri tarihselciğin meşruiyet sorununu giderebilmek için, İslami literatürden kendilerine referans arayışına giriştiler. Bu çerçevede İzzuddin b. Abdisselam, Karafi, Şatıbi gibi âlimlerin vurguda bulunduğu ‘Makasıdu’ş-şeria’sistemini tarihselciliğin üzerine oturduğu bir asıl kabul ettiler. Gerçekte ise Hıristiyanlık içinde bir “anlama biçimi” olarak ortaya çıkan tarihselcilikle, bizzat Kur’an’ın telkin ettiği Mekasıdu’ş-şeriasistemi taban tabana zıttır.

İlki, anlamak istediği metni, tarihin belli bir dönemine hapsedip ondan bir takım indî ilkeler çıkarırken; ikincisi ise metni arka planıyla bütün zamana müdahil kılmaktadır. Yanitarihselcilikte tasavvur edilen metin; tarih içinde edilgen Mekasıdu’ş-şeria’da ise etkendir. Buna göre, İzzuddin b. Abdisselam, Karafi, Şatıbi gibi âlimlerin öne çıkardığı Mekasıdu’ş-şeria sistemi tecdit, Fazlurrahman, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi gibi modernist Müslümanların savunduğu “Kuran Tarihselciliği” ise İslam’da aslı olmayan bir icat /bidattır. Bütün bidatlarda dalalettir.

Eğer tarihselciler, iddia ettikleri gibi“İslam dünyası”nın sorunlarını çözmede samimi iseler lafzı ve manasıyla Kuran’ı Kerim’e dönmeye mecburdurlar. Çünkü sorunsuz çağlar, Kuranın yaşandığı, hükümlerinin uygulandığı çağlardır. Bugünün problemleri ise, tarihselleştirilmesini talep ettikleri Kur’an’ın uygulandığından değil uygulanmadığından doğmuştur. Dolayısıyla problemlerin izalesi, Kur’an’ın tarihselleştirilmesiyle değil, modern değerlerin tarihselleştirilmesiyle gerçekleşecektir. Fakat Batı ve onun değerleriyle hesaplaşmaya cesaret edemeyenler, Batının hedef gösterdiği Kuranla hesaplaşmakta, Ona karşı alenen protestanca bir tavır takınmaktadırlar. Bütün bunlar beyhude uğraşılardır. Sonları hüsrandır. Dün tarihte olduğu gibi bugün de insan ve insana ait olan her şey tarihselleşecek, fakat ilahi olan Kuran vahyedildiği hal üzere kıyamete kadar aynı kalacaktır. Dün, insanlar Kuranı tarihselleştiren bir güç göremediler. Bugün de yarın da göremeyecekler. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir “kulu”nu böyle bir yetkiyle donatmamıştır.

İhsan Şenocak



Dipnotlar

1-⇑ Ebû’l-Hüseyn b. el-Haccac el-Kuşeyri Müslim, Sahih-u Müslim, (tah. M. Fuad Abdulbâki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., 44/Fedâilu’s-Sahabe, 52 (IV, 1962-1965, H. no: 2532,33,34,35,36); Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvîni İbn Mace, Sünen, 13/Ahkâm, 26 ( II, 791, H. no: 2362,2363); Tirmizî, 34/Fiten, 45 ( IV, 94, H. No: 2228,2229).



2-⇑ Muhammed Seyyid Bey, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s. 6-50.



3-⇑ Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası, Konya, ty., s.258.



4-⇑ Mehmet Paçacı,Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara Okulu, Ankara, 2000, s.57.



5-⇑ Rudi Paret, Kuran Üzerine Makaleler, (der. ve çev. Ömer Özsoy), Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995; Montgomery Watt, Muhammed’in Mekke’si, (çev.M.Akif Ersin), Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995,



6-⇑ Paret, a.g.e. s.100.



7-⇑ Levh-i Mahfuzla ilgili mütalalar için bkz. Muhammed Ali b. Muhammed et-Tahanevi, Keşşaf-u İstılahati’l-Funun, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, IV, 70-73.



8-⇑ Kur’an, Yasin (36): 12.



9-⇑ Celaluddin Abdurrahman es-Suyuti, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1978, I, 53; İnişin keyfiyeti hakkında bkz. Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kuran, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 289 vd.



10-⇑ Kur’an, Büruc (85): 21-22.



11-⇑ Kur’an, Hadid (57): 77-7; Fahreddin Razi ve diğer müfessirler Levh-i Mahfuz ile ‘Kitab-i Meknun’un aynı anlama geldiğini söylemektedirler. Bkz. Fahruddin Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 31, 114.



12-⇑ Razi, a.g.e., XXIX, 168.



13-⇑ Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001, s. 47-48.



14-⇑ Nureddin Ahmed Sabunî, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, Elif Ofset, İstanbul, 1995, s.71 vd.



15-⇑ Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, I, 13.



16-⇑ Kur’an, Furkan(25):1.



17-⇑ Razi, a.g.e., XXIV, 40; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, VI, 440;



18-⇑ Kur’an, En’am(6): 90.



19-⇑ Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 505.



20-⇑ Kur’an, Tekvir(81): 27.



21-⇑ Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyh Zade, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 528.



22-⇑ Kur’an, Fussilet(41): 43.



23-⇑ Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, (çev:Alparslan Açıkgenç,M.Hayri Kırbaşoğlu), Ankara, 1990, s.91-95.



24-⇑ İlhami Güler, Soruşturma, İslamiyat Dergisi, Ankara, Ocak-Mart 2004, VII, sy. 1, s. 136.



25-⇑ Kur’an, En’am(6): 92.



26-⇑ Reşid Rıza, a.g.e., VII, 515; Ayrıca bkz. Razi, a.g.e., XIII, 67; Ebu Hayan, a.g.e., IV, 183; Kurtubi, a,g,e, VII, 27.



27-⇑ Razi, a.g.e., XIII, 67; Ebu Hayan, a.g.e., IV, 183; Reşid Rıza, a.g.e., VII, 515.



28-⇑ Kur’an, En’am(6): 19.



29-⇑ Kur’an, Yasin(36): 6.



30-⇑ Razi, a.g.e., XXVI, 38; Şeyhzade, a.g.e., VII, 54.



31, ⇑ Razi, a.g.e., XXVI, 38.



32- ⇑ Razi, a.g.e., XXV, 146.



33-⇑ Kur’an, Şuara(26): 214.



34-⇑ Kur’an, Maide(5): 19.



35-⇑ Kur’an, Sebe’(34): 28.



36-⇑ Kur’an, Yasin(42): 6.



37-⇑ Umum lafızlarla ilgili mutalar için bkz. Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 248.



38-⇑ Zuhayli, a.g.e., I, 245.



39-⇑ Mehmet Paçaçı, Soruşturma, İslamiyat Dergisi, Ankara, Ocak-Mart 2004, VII, sy. 1, s. 132.



40-⇑ Ebu’l-Fadl Cemaluddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1990, IV, 363; Mecdu’d-Din Muhammed b. Yakup b. Muhammed Firuzabadi, el-Kamus, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, II, 111; Esatir kelimesinin ıstılahi anlamları için bkz. Razi, a.g.e., XII, 155; Ebu Hayan, a.g.e., IV, 103; Ahmed Savi, Haşiyetu’s-Savi, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1993, II, 12; Reşid Rıza, a.g.e., VII, 286.



41-⇑ İbn Kesir, a.g.e., I, 573.



42-⇑ Kur’an, Furkan(25):5.



43-⇑ Kur’an, Yusuf(12): 3.



44-⇑ Kur’an; Yusuf(12): 112.



45-⇑ Kur’an, Yusuf(12): 111.



46-⇑ Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkerim Zeydan, el-Mustefad min Kısası’l-Kur’an, Risale, Beyrut, 1998, I, 6,8.



47-⇑ Seyyid Muhammed Geylani, ,el-Müslimun ve’l-Muasırun, Mısır, ty, s.27.



48-⇑ Kur’an, Maide(5):116.



49-⇑ Roger Garoudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, (çev. Cemal Aydın), Pınar Yayınları, İstanbul, 1990, s.65; Watt, Hz.Muhammed’in Mekke’si, Ankara, ty., s.25-26.



50-⇑ Suat Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1987, s.350vd.



51-⇑ M Rıza Hâkimi, İslam Bilim Tarihi, İnsan Yayınları, (çev. Hüseyin Arsalan), İstanbul, 1999, s. 112.



52-⇑ Fazlurrahaman, İslam, (çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), İstanbul, 1992, s.54.



53-⇑ Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, (çev. Adil Çiftçi), Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997, s. 143.



54-⇑ Adil Çiftçi, Fazlurrahman İle İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat, Ankara, 2001, s.260.



55-⇑ Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000, s.118.



56-⇑ Mehmed Said Hatipoğlu, Kur’an’ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, VII, sy. 1, s. 12.



57-⇑ Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr Yayınları, Ankara, 1996, s.121.



58-⇑ R.G. Colling Wood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, (çev.Erol Özvar), Ay Işığı Yayınları, İstanbul, 2000, s.116-144.



59-⇑ Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1967, s.404.



60-⇑ Muhammed Ebu Zehra, Usulu’l-Fıkh, Daru’l-Fikr, Kahire, ty., s.81.



61-⇑ Muhammed Hudari, Usulu’l-Fıkh, Beyrut, 1998, s.212.



62-⇑ Abdulvahhan Hallaf, İlmu Usuli’l-Fıkh, Lübnan, 1940, s.50.



63-⇑ Örnekler için bkz. Ali Haydar, Düreru’l-Hukkam Şerh-u Mecelleti’l-Ahkam, İstanbul, 1330, I, 101,102



64⇑ Suyuti, a.g.e., II,465.



65⇑ Suyuti, a.g.e., II,26



Devamını Oku »

Cihad ve Gençlerimiz



Bu ülkede İslam’ın diğer yönlerini olduğu gibi “cihad” hükmünü ve bu hükmün pratiğini de kendisine “Selefî” diyen kardeşlerimizden öğrenmek durumunda kalmış gençlerimizin sayısı önemli bir yekün oluşturuyor.

Bunda bütün kabahat onların değil şüphesiz. Onlara bunu anlatması gereken bizlerin, yetki sahiplerinin, karar mekanizmalarının başında bulunanların, konuşanların, yazanların.. bu noktada sorumluluğu büyük. Bu noktada kemiyet ve keyfiyet planında daha fazlasının yapılması gerektiği ortada..

Ancak İslam adına öğrenilmesi gereken şeyleri Selefî/Cihâdî diye anılan kesimlerden öğrenme ısrarı gerçekten bir “yoksunluğa” ve “mecburiyet”e mi dayanıyor?

Bu soruya “evet” diyebilmek için bu ülkede bu alanda kayda değer hiçbir çalışmanın yapılmamış/yapılmıyor olması gerekir. Ama hakikat böyle değil. Cihad’ın teorisiyle pratiğiyle hayatın ta merkezinde olduğu bir coğrafya Anadolu. 1071 tarihinden bu yana bu coğrafyada hükümferma olan fetih ve gaza ruhu bugün “Ümmet Coğrafyası”nın büyük bir kesiminin ayakta kalabilmesinin en önemli etkenlerinden biridir.

Sadece bu coğrafya değil, bu coğrafyanın ruhuna sinmiş müstakim İslam çizgisinin hüküm sürdüğü bütün tarihler ve coğrafyalar bu ruhla yoğrulmuş olarak Ümmet’i bugünlere taşımıştır.

21.yüzyılda İslam’ı, modern zamanlarda ortaya çıkmış hareket ve fikir akımlarından öğrenme ısrarında olan gençleri, bakışlarını yaşadıkları coğrafyaya çevirmeye davet ediyorum. Burada, buranın geçmişinde bulamadığınız ne oldu da İslam’ı Suud, İran ya da Batı patentli İslam takdimlerinde aramak zorunda kaldınız?

Bu toprakların ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan insanların önce kendi miraslarını tanıması gerekmiyor mu? Arap kökenli veya başka yerden herhangi bir alimi, hareket ve fikir adamını tanıyıp sevdiğiniz kadar, hatta “en az o kadar” Halil Gönenç’i, Mehmet Emin Er’i, Sadreddin Yüksel’i, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Naim’i, Said Nursi’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahid el-Kevserî’yi…. de (daha gerilere gitmiyorum) kendi metinleri üzerinden tanımış ve onlarla bu anlamda bir aidiyet ilişkisi kurmuş olmanız gerekmiyor mu? Bu bir mükellefiyet, bir ilim ve irfan borcu değil midir?

Denebilir ki: “Bu insanların kimi konulardaki düşüncelerini/yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz.”

Ben de derim ki: Arap dünyasından yakından tanıdığınız ve izlediğiniz insanların tamamının fikirlerine/yaklaşımlarına katılıyor musunuz?

Yine denebilir ki: “İslam’ı bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın tarihine aidiyet hissetmeyen insanlardan öğrenmenin neresi yanlış?”

Benim hassasiyetimin temelini işte bu sorunun cevabı oluşturuyor.

Benim cevabım şu:

Şurası yanlış:

1-İslam’ı Selefî/Cihâdî çizgiden öğrenenler, o çizgiyi temsil edenlerin bu Ümmet’in ana gövdesiyle problemli olduğunu unutuyor. Hicaz bölgesini İngiliz desteğiyle Osmanlı idaresinden ayıranlar sadece idarî/coğrafi bir kopuşu değil, aynı zamanda itikadî, fikrî, kültürel.. olarak da Ümmet’in ana istikametinden ayrılışı öngören bir ideolojik öğretiyle yaptılar bunu. Bu çizgi her ne kadar fikrî olarak İbn Teymiyye üzerinden Ehl-i Hadis’in bir kısmıyla irtibatlansa da, itiraf edelim ki ne İbn Teymiyye ne de daha öncekiler “Ümmet’ten kopuş” üzerine kurulu bir ideolojinin peşinde olmuştur!

2-Bu çizgi, temsil ettiği “kopuş” hareketiyle gerçek anlamda bir “diriliş”i, bir “tecdid”i temsil ediyor olsa elbette kimsenin diyeceği birşey olamaz. Burada problem, bu çizgiyi temsil edenlerin büyük bir yekününün, programını, Ümmet’in geri kalanını küfre varan ithamlarla karalama, itibarsızlaştırma ve yok sayma üzerine kurgulamış olmasıdır. Bu temel bir arızadır ve bu hareket varlığını bu arıza üzerine kurmuştur. Benim insanım İmam Ebû Hanîfe (rh.a)’i niçin icazet sistemiyle ona bağlanan ulemadan değil de farklı çizgilerden ve kaynaklardan tanıyınca ortaya Hanefîlerin Ebû Hanîfe’siyle hiç ilgisi olmayan -tabir yerindeyse- “Selefî” bir Ebû Hanîfe’nin çıkması kaçınılmazdır. Bu, bu ümmetin diğer “değer”leri için de aynıyla geçerlidir.

Bu problemin, bu ülkede yaşayan ve bu coğrafyanın tecrübesini, müktesebatını önemseyen bir müslüman olarak beni doğrudan ilgilendirdiği açık.

Bu coğrafyanın insanlarının, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kendi değerlerine karşı sağır-kör, hatta “düşman” kesilerek başkasına öykünmesi”nin alkışlanacak yanı olamaz.

Bu ideoloji, gençlerimize ilmî ve tarihsel tecrübemizi kendi süzgeçlerinden geçirerek anlatıyor; onlara farklı bir”kimlik” aşılıyor.

Bu açıkça bir “operasyon”dur ve biz bu operasyonun sonuçlarını bugünlerde ülke olarak en acı biçimde yaşıyoruz. Kendi güvenliğini sağlamak ve dinî, tarihsel, kültürel sorumluluğunun gereğini yerine getirmek için Suriye topraklarında askerî mücadele yürütmek zorunda kalan Türkiye’nin elini zayıflatmak için bizim gençlerimizi intihar bombacısı olarak kullananlar bu ideolojik operasyonun kotarıcılarından başkası değil!

Bu “mankurtlaştırma” operasyonunun kurbanı olan gençler İslam’ı tam da böyle bir “yabancılaştırıcı” etkiyle öğreniyor ve öğrendiği “İslam” onu, kendi halkıyla, kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle “cihad etme” noktasına savuruyor!

Bu milletin Batılılaştırılması, Şiileştirilmesi ya da “Selefî”leştirilmesi… hangisi olursa olsun, bu milletin kendi özüne yabancılaştırılması anlamına geldiği için benim açımdan “kabul edilemez”dir.

Bütün derdim budur ve daha önce de pek çok kez söylediğim gibi ömrüm oldukça bu operasyonlarla ilmî zeminde mücadeleye devam edeceğim bi iznillâhi teâlâ.

https://ebubekirsifil.com/yazilar/cihad-ve-genclerimiz/

Ebubekir Sifil

Şubat 2017
Devamını Oku »

İcma Hakkında : el-Gazzâlî



Biz icmâ ile, özellikle muhammed (a.s) ümmetinin dînî bir iş hususundaki ittifakını kastediyoruz. İcmâ´ sözlükte, hem ´ittifak´ hem de ´kesin karar´ anlam­larına gelen müşterek bir kelimedir. Buna göre bir kimse, her hangi bir işi yap­maya karar verince bu şahıs için arapçada ´ecmea´, bir topluluk ittifak edince de ´ecmeû´ denilir. Bu anlamda icmâ, yahudi ve hristiyanların icmâ´ı için kullanıla­bileceği gibi dînî olmayan bir konudaki ittifak için de kullanılabilir. Fakat, örf bu lafzı yukarda verdiğimiz anlam için özelleştirmiştir.

Nazzâm, hüccet olduğu orta­ya çıkmış her sözün, isterse bu söz tek kişinin sözü olsun, icmâ´ olacağı kanaatin­dedir. Bu anlayış hem dile hem de örfe aykırıdır. Fakat nazzâm, icmâ´ı kendi an­layışına uydurmuştur. Çünkü o, icmâ´ın hüccet olmadığı kanaatindedir. Nazzâm, kulaktan kulağa mütevatir olarak yayılan ´icmâ´a aykırı davranmanın haram ol­duğu şeklindeki anlayışı duyunca ´hüccet olduğu ortaya çıkmış her söz icmâ´dır´ demiştir.

2. İcmâ´ın Gerçekleşme İmkanı:

İcmâ´ın gerçekleşmesinin mümkün olduğuna en açık delil, icmâ´ın fiilen vu­ku bulmuş olmasıdır. Nitekim biz ümmetin, beş vakit namazın ve ramazan oru­cunun farz olduğu konusunda icmâ´ ettiklerini bilmekteyiz. Ümmetin tamamı, nasslara ve kesin delillere ittiba ile teabbüd edip duruken ve bunlara muhalefet etmeyi, cezalandırılma sebebi sayarken, artık icmâ´ın tasavvuru nasıl imkansız oiabilir! Nasıl ki, itici sebeplerinin (devâî) uyuşması sebebiyle, insanların yeme-içme üzerinde icmâ´ etmeleri imkansız olmadığı gibi, aynı şekilde gerçeğe (hakka tabi olma ve ateşten korunma üzerinde icmâ´ etmeleri de böyledir.

Denirse ki:

Sayıca çokluğuna ve gerçeği itiraf ve gerçek konusundaki inatçılık hususun­daki devailerinin farklılığına rağmen ümmetin görüşleri nasıl uyum içinde (ittifak) olabilir! Nasıl ki insanların, aynı günde kuru üzüm yeme hususunda ittifak etmeleri imkansız ise, dini bir konuda ittifak etmeleri de aynı şekilde imkansız­dır.

Deriz ki:

Tüm insanları aynı günde özellikle kuru üzüm yemeye yönlendirecek bir et­ken (bâis) yoktur. Halbuki, ümmeti, gerçeği itiraf etmeye sevkeden bir etken var­dır. Üstelik, sayıca çok olmalarına rağmen yahudilerin batıl üzerinde topyekun buluşmaları tasavvur edilebilirken, müslümanların gerçek üzerinde topyekun bu­luşmaları niçin tasavvur olunamasın!

Sayı çokluğu, ancak, benzerliklerin (eşbâh), itici ve vazgeçirici sebeplerin (devai ve savârif) tearuzu durumunda etkilidir.İcmâ´ın dayanağı çoğunlukla, ya mütevatir nasslar ya da karine-i haller ile zorun­lu olarak bilinen şeylerdir. Aklını kullanabilen herkes bu hususta aynı yöntem üzeredir. Tabiatıyla, burada ictihad ve kıyasın icmâ´a müstenid olup olamayacağı gündeme getirilecektir, ilerde geleceği üzere bu konu tartışmalıdır.

3. İcmâ´ın Bilinme İmkanı:

Kimi alimler, ´ümmetin bir konuda icmâ´ etmesi mümkün olsa bile, icmâ´a katılanların değişik bölgelerde bulunduğu düşünülecek olursa, bunu kim bilebile­cektir´ derler.

Deriz ki:

İcmâ´a katılanlar, görüşme imkanı olabilecek sınırlı bir sayıda iseler, bunlar­la yüz yüze görüşerek bunu bilmek imkanı vardır. Tek tek herbiriyle görüşme imkanı yoksa, bir kısmının görüşü, doğrudan görüşme yoluyla, diğerlerininki de, kendilerinden mütevatir olarak gelen haberlerle öğrenilebilir. Nitekim biz, şafiî´nin ashabından herkesin, müslümanın zimmî mukabilinde öldürülemeyece-ği ve velisiz nikahın batıl olacağı görüşünde olduğunu; tüm hristiyanların teslis, tüm mecusilerin tesniye inancında olduğunu bilmekteyiz.

Denirse ki:

Şafiî ashabının ve ebû hanîfe ashabının mezhebi, bir tek kişiye dayanmak­tadır ki bu tek kişi, şafiî ve ebû hanîfe´dir ve tek kişinin görüşünü bilmek elbette ki mümkündür. Yine hrıstiyanlann mezhebi tsa´ya dayanmaktadır. Bunlar baş­langıç itibariyle tek kişiye dayandıkları için bilinebilir. Peki, belli bir sayıya has-redilemeyen bir topluluğun görüşü nasıl bilinebilecektir

Deriz ki:

Muhammed ümmetinin din işleri konusunda söyleyeceği söz de, bunların Muhammed´den anladıklarına ve duyduklarına dayanmaktadır. Diğer taraftan, ´ehlu´l-hall ve´l-akd´, belli bir sayıda olunca, bir kişinin sözünü bilmek mümkün olduğu gibi, ikinci kişinin, onuncu, yirminci kişinin sözünü bilmek de mümkün­dür.

Ehlu´l-hall ve´l-akd´den birisinin, belki de, rum beldelerinde ve kafirlerin elinde esir olabileceği söylecek olursa,

deriz ki, ona da müracaat edip görüşünü öğrenmek gerekir. Tıpkı diğerleri gibi, esirin sözü de nakledilir ve bunu bilmek mümkündür. Bu esir kişinin, diğerlerine muhalif kaldığında tereddüdü bulunan kişi, icmâ´a gerçekleşmiş gözüyle bakamaz.

Bu defa da ´tamam, bu esir kişinin görüşünü öğrendiniz diyelim. Ne bili­yorsunuz, adam belki de bu görüşünden cayacak´ denilerek itiraz edilecek olursa, deriz ki; icmâ kurulduktan sonra onun sonradan caymasının hiç bir etkisi yoktur. Çünkü kurulmuş olan icmâ´, onun yeniden ileri süreceği farklı görüşe karşı hüc­cet olur. İcmâ´a katılan herkesin aynı anda dönmesi de mümkün değildir. Zira bu durumda iki icmâ´dan biri hata olur. Îcmâ´ın hata olması ise, sem´ delili ile im­kansızdır.

İmam Gazzali,el-Mustasfa,trc.Yunus Apaydın,Rey yay. Cild.1
Devamını Oku »

Farz'ın Farziyetini,Haramın Hürmetini İnkar Meselesi


FARZIN FARZİYETİNİ, HARAMIN HÜRMETİNİ [HARAMLIĞINI] İNKÂR NE ZAMAN KÜFÜR OLUR?

Usulün hüküm bahisleri okunurken farz ve vacip arasında bir de haram ile tahrimen mekruh arasında şöyle bir ayrım yapılır:

"Farzın farziyetini, haramın hürmetini inkâr kişiyi dinden çıkarır. Ama vâcibin vücûbunu, mekruhun kerâhetini inkâr kişiyi dinden çıkarmaz. Çünkü farz ve haram; sübut ve delaleti kat'î delillerle sabit olduğundan bunların dinden olduğu kesindir. Vâcip ve tahrimen mekruh ise zannî delillerle sabit olduğundan bunların dinden olduğu kesin değildir."

Burada çoğu zaman gözden kaçan bir husus vardır: Bir şeyin "dinde farz" veya "dinde haram" olması ile "belirli bir mezhepte farz" veya "belirli bir mezhepte haram" olması farklı şeylerdir. İnkârı küfrü gerektiren kısım "dindeki farz ve haramların inkârı"dır.

Mezhepteki farz ve haramların inkârı küfrü gerektirmez. Bir şeyin "dinde farz" veya "dinde haram" olması demek ise o konuda bütün müslümanların icma etmiş olmasını, hiçbir ihtilaf olmamasını gerektirir. Bir şeyin mezhepte farz veya haram olması, o konuda müslümanlar arasında ihtilafın bulunduğu anlamına gelir.

Beş vakit namaz, Ramazan orucu, zekât ve hac "dinde farz" olan hususlardandır. Yine adam öldürme, zina, hırsızlık, kumar ve faiz "dinde haram" olan hususlardır. Bunların inkârı kişiyi kâfir kılar.

Buna karşılık;

a) Mesela "abdestte tertibe riayet ve niyet etmek" Şâfiî mezhebinde farz olduğu halde Hanefîler bunun farziyetini kabul etmez, sünnet olarak kabul ederler. Bu durum onları kâfir kılmaz.

b) Demir ile demir karşılıklı olarak değiştirilirken bu değişimin eşit ya da peşin olmaması Hanefî mezhebine göre haramdır, faiz olur. Ancak Şâfiîler, demiri faize tabi mallardan kabul etmedikleri için bu değişimi caiz görürler. Hanefîler, Şâfiîleri bu mesele sebebiyle tekfir etmez.

c) Kadınların altın gümüş takılarında Hanefîlere göre zekât farzdır. Şâfiîler ise bunu farz olarak kabul etmezler. Hanefîler bu sebeple Şâfiîleri tekfir etmez.

d) Balık dışındaki deniz ürünlerini yemek Hanefîlere göre haramdır, Şâfiîlere göre ise helaldir.

Bu listeyi uzatmak mümkündür. Demek ki bir şeyin "tüm müslümanlarca farz veya haram kabul edilmesi" durumunda onun farziyet veya haramlığını inkâr etmek bütün müslümanların icmaına karşı çıkmak anlamına geldiği için küfrü gerektiriyor. Ama belirli bir mezhebe göre farz veya haram kabul edilen bir şey, bir delile binaen başka bir mezhep tarafından farklı değerlendirildi
ğinde farklı hükmü benimseyenler "kâfir", "fâsık", "bidatçı" olarak görülmüyor. Vallahu a'lem.

(Soner Duman / 02.Mart.2017/Perşembe)
Devamını Oku »

Ahmed İbn Zerruk - İslam Tasavvufunun Temel Esasları KitabındanAlıntılar

Ahmed İbn Zerruk - İslam Tasavvufunun Temel Esasları Kitabından Alıntılar
11. Kaide:

Tasavvufa girmeye kimlerin ehildir.

Her şeyin ehli, vechi, mahalli bir de hakikati vardır.

Tasavvufa ehil olmak, teveccühünde sadık, sevgisinde samimi, mu­hakkik arife, insaflı öğrenciye, hakikatlere bağlı âlime, kolaylıkları önceleyip cehaleti kendine yük etmeyen, iddiasız, araştırması sathi olmayan fakihe mahsus bir meziyettir. Ancak, aptal halk, ilimden yüz çeviren tale­be, tanınmış/önde gelen fakihleri taklitte samimi olmayan mukallitler, bu sıfatı almaya ehil olamazlar.

--------------

12. Kaide:

Amelsiz ilmin, gayesi olmayan vesile olması:

Bir şeyin şerefi/değeri; bazen o şeyin zatından, onun zatını talep­ten, bazen de o şeyin sağladığı yarardan, bazen de o şeyle ilintili başka bir faydadan kaynaklanır.

Bu sebeple şöyle denmiştir: “Amelsiz ilim, gayesizlik/başıboşluk, ilimsiz amel, cinayettir.”

İlimlerin en faziletlisi/değerlisi konusu Allah Teâlâ olan ilimdir. Za­tından dolayı bilinen bilgi en üstün bilgidir. Zira heybet, ünsiyet gibi bil­giler zata dair bilgilerdir. Eğer ilmin gayesi onunla amel etmek ise, ilmi­nin neticesi amelinde ortaya çıkıp görünmeyen kimsenin öğrendiği tüm ilimler onun lehine değil, aleyhinedir. Bazen bu ilmin [zaman içerisinde kendisinden] çıkıp gittiğine de şahitlik eder.

--------------

28. Kaide:
İlmin şartlarını ihlal etmek o ilmin hakikatine ulaşmayı engeller.

Her şeyin bir usulü vardır.

İlim öğrenmek isteyen kimsenin ilk yapacağı şey, ilme kulak verip, kabulle karşılamaktır. Sonra, söz konusu ilmi zihninde tasavvur etme­li, onu anlamaya, ta’lîl(1) etmeye, onunla delil getirmeye çalışmalı, daha sonra da öğrendikleriyle amel edip başkalarına aktarmalı, yani neşretmelidir. Bu sırayı bozup sonra gelmesi gereken aşamalardan bazılarını öne almaya kalkarsa, sözü edilen ilim dalında gerçek ilmi derinliğe ulaşamaz. Tahsil etmeden âlim olmaya çalışan kimse, ilimle dalga geçiyor demektir, öğrendiği ilmi zihninde tasavvur etmeden elde etmeye çalı­şan kimseye itibar edilmez. Tasavvur ettiğini anlayarak korunaklı hale getirmeyen kimsenin ilmi başkalarına faydalı olmaz. Delil ve hüccetle desteklenmeyen bir bilgi gönülleri rahatlatmadığı gibi gerekli yararlı so­nuçları da doğurmaz.

İlmi müzakere etmek, ona hayat vermek demektir. Ancak bunu ya­parken insaf ve tevazu ile hareket etmelidir. Bu, halkın söz konusu ilmi kabul etmeleri için iyi bir yöntemdir.

Kendini ilme ver, başkalarının desteğini arama.
Geri durma ilme yönel.
Tevfik Allah'tandır.

(1)Gerekçe ve dayanaklarını araştırmak, akılla onları temellendirmek.

--------------

34.Kaide

Her hangi bir ilim dalı hakkında konuşan kimsenin o ilmin fer’i olan şeylerini asli olanlarına birleştirmesi ve akli olanlarını nakli olan­larıyla meze etmesi:

Her hangi bir ilim dalı hakkında konuşan kimse, eğer, [o ilim da­lının] fer’i/tali meselelerini asli olanlara katamıyor, aslını ferine uygulayamıyor, makulünü menkulüne bağlayamıyor; menkulünü asli kaynaklarına dayandıramıyor; asli ifadeleriyle, o fennin ehlinin istinbatıyla elde ettiklerini mukayese edemiyorsa, bu durumda onun sus­ması konuşmasından daha iyidir.

Bu durumdaki kişinin isabet yerine hata etmesi, hidayet yerine sapıt­ması daha olasıdır. Değilse ona düşen, sadece derinlikten uzak kuru bir nakilde bulunmaktır. Zira nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki fakih değildir.
Böyle birinin sözüne değil, sadece nakline bakılır.

Tevfik Sübhân olan Allah’tandır.

--------------

36. Kaide:

Bir ilmi, İçinde barındırdığı kurallarıyla birlikte bellemenin önemi

Bir ilmi, içinde barındırdığı kurallarıyla birlikte bellemek çok önem­lidir.

Bu kuralların bilinmesi, [ilgili ilim dalının] içerdiği konuların tespit edilmesini, manaların anlaşılmasını, kelime yapılarının idrakini, onu bildiği iddiasında olanların hatasını ortadan kaldırmayı, kendisine iyi bir şekilde yönelene kılavuzluk etmeyi sağlar, üzerinde düşünenlere yardımcı olur. Bunların yanı sıra, münazara edeceklere delillerini/dayanaklarını öğretir; araştırmacıya [ileri sürüleceği] delilleri izah eder; ehline hakkı/ gerçeği beyan eder; batıl olanın da tespitini yapar, bir konunun hakikatini araştırırken [bu kural ve ilkelerin] örnek konularından [kolayca] elde edilişine imkân verir Fakat insanların farklı anlayışta olmaları bunu [iyi ve hızlı bir biçimde] elde etmelerine engel olur İşte bu yüzden [kaide tespiti işine] sonrakiler değil, önceki âlimler daha çok ehemmiyet vermişlerdir.

Allah Sübhânehû daha iyi bilir..

--------------

39. Kaide:

Hâl tasdik ve teslimiyete dayanır. Hâl ehline ise iktida (uymak) edilmez.

İlim, araştırma ve incelemeye, hâl ise tasdik ve teslimiyete dayanır. Arif bir kimse, ilmi açıdan bir şey söylediği zaman asıl itibariyle Kur’ân, Sünnet’ ve Seleften gelen âsâr’a bakar. Zira ilim, aslıyla itibar kazanır. Hâl bakımından bir şey söylerse, onu bizzat kendisinin yaşadığı varsayılır. Zira hâl, ancak benzeri yaşanılarak bilinebilir. İtibarı da kendisine sahip olunmasıyla elde edilir. Bunu bilmek, sahibine güvenin dayanağıdır. De­ğilse, kendisinde bu nitelik bulunmadığında o uyulmaya değer konum­dan çıkar. Bir üstad müridine bu meyanda şöyle demiştir:

Ey oğul, suyu soğuk iç. Eğer suyu soğuk içersen bütün kalbinle, sıcak­ken içersen nefsi zorlayarak Allah'a hamd etmiş olursun.”

Birisi ona: 'Efendim, suyunun üzerine güneş vurmuş kimse hakkın­da ne buyurursunuz?' deyince, “Kendi payıma bir şey çıkar diye [bunu açıklamaktan] Allah’tan utanıyorum. Sözünü ettiğin adam hal sahibi bir kimsedir, bire bir ona ittiba gerekmez!” karşılığını verir.

--------------

44. Kaide:

Her ilim dalında önder olan kimselerin konuşmalarından elde edilen şeyler aslının bilinmesi ve tedavülde olması (sahada kullanılma­sı) sebebiyle sabit olduğu için hüccettir.

Her ilim dalının önde gelen otoritelerine ait görüş ve içtihatlar, [top­lum tarafından] asli şekliyle ve yaygın olarak bilinmesi, açık manalı oluşu, ele alman konuların şöhretinin ilgili ilim dalında uzmanlaşmış kimseler tarafından tanınması/kullanımı sebebiyle değerlidirler.

Bu önde gelen kişiler, [ilmin dayanakları bakımından] önceki kuşak­larla bağlantılı halde idiler. İşte bütün bunlar nedeniyle, onların görüşleri, -nakledilişi bakımından farklı kanallardan gelseler de- [halk tarafından] ittibaya değer bulundu ve bağlayıcı sayıldı. Görüş ve içtihatları tedvin edilmeyen âlimler ise bu durumda değildirler. Çünkü onların görüş ve düşüncelerini yayıp aktaracak talebeleri ve bağlıları giderek azalmış son­ra da yok olmuştu. Bunun umumi-hususi birçok nedeni bulunmaktaydı. Leys b. Sa’d, Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân b Uyeyne gibi ünlü müçtehit ve fakihlerin mezheplerinin durumu bunun en açık örnekleridir.

Bu mezhep­ler, zamanla bağlıları azaldığından inkıraza uğramış haldeydiler. Bunların dışında dört mezhep hayatiyetini devam ettirdi. Ağırlıklı olarak Malikiler; Kuzey Afrika da, Şâfiîler Acemde (lran-Suriye-Irak), Hanefîler Rum diya­rında (Anadolu) bilinip tanındı. Hanbelîler ise müstakil bir mezhep değil de öteki mezheplerin içerisinde azınlık olarak varlığını sürdürdü. Sözü edilen bu dört mezhebin sahih olarak nakledilen görüşleriyle amel et­mek artık lüzumlu hale gelmiştir. İşte bu yüzden [Mâlikîlerin önde gelen fakihlerinden] Sehnûn ve İbnü’I-Kâtip Mağrip’te Mâlikîliğin dışındaki mezheplerin görüşleriyle fetva vermeyeceklerini söylemişlerdir. Mısır bölgesinde yaşayan halk, bu yöredeki mezhep çeşitliliğinden dolayı her­hangi bir mezhebi tek başına taklide yönelmemişlerdir ki, bendeniz de onların bu konudaki zengin birikiminden haberdarım.

--------------

46. Kaide:

Her bir kişinin fethi ve nuru bağlısı olduğu kimsenin fethi ve nuruna göredir.

Her bir kişinin fethi/keşfi, bağlısı olduğu kimsenin fethi ve nuruna göre meydana gelir. İçinde bulunduğu halin ilmini sadece âlimlerin görüşlerinden alan kimsenin fethi ve nuru, bu âlimlerin fethi ve nuru ile sınırlıdır. Nurunu ve fethini [doğrudan] Kitap ve Sünnet metinlerinden alan kimsenin fethi ve nuru tam olmakla birlikte iktida (uyma/ittiba] nu­runu ve fethini kaçırmıştır, önde gelen din önderleri ise böyle değildir. Mesela [muhaddislerin şahı] İbnul-Medînî(1) (r.aleyh) bu meyanda şöyle demiştir:

“(Abdurrahman) İbn Mehdi, [İmam] Mâlik'in; [İmam] Mâlik, Sü­leyman b. Yesâr’m; O da, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)’ın görüşü benimsemiş­tir. Buna göre [imam] Mâlik’in mezhebi [son tahlilde] Hz. Ömer’in mez­hebi olmaktadır.”(2) Allah onların hepsinden razı olsun!

Cüneyd-i Bağdâdî ise şöyle der:

“Hadis dinlemeyen, âlimlerle düşüp kalkmayan, edebini ediplerden almayan kimse kendisine tabi olanları fesada sürüklemiş demektir! Zira Yüce Allah bu bağlamda şöyle buyurur:

“Deki, 'İşte benim yolum bu. Ben [sizi] basiret üzere Allah’a davet ediyorum. Bana ittiba edenler de öyle.”(Yusuf,108) ve yine:

“[Allah’ın yolundan] başkaca yollara gitmeyin, değilse, [bunlar] sizi onun yolundan ayırır.'(En'am,153) buyurur, iyi anla! 

(1)Bu zat, İmam Buhârî'nin en önde gelen hocalarındandı. İlmi ve takvasıyla şöhret hul |
(2)Müellif bu örneği, bağlısı olduğu Mâliki mezhebinden vermiştir.

--------------

48. Kaide:

' Sözde meydana gelen kapalılık/anlaşılma güçlüğü.

Kelamda meydana gelen sorun ve benzeri şeylerden kastedilen mana ilk bakışta düşünmeden hatıra gelebiliyor/anlaşılabiliyor ve o sorunu anlamak için ciddi bir önem ve ehemmiyet gerekiyorsa- ki bundan soyutl lanmış bir kelam çok azdır - böyle bir kelamın peşinden gitmek oldukça meşakkatlidir; onun birtakım zararları vardır ve bu, hükümlerin maksa­dından da değildir. Bu sorun ve benzeri şeyler, ilk bakışta anlaşılabiliyor; bunun tersi olan kelam ise ancak özel bir ihtimam sonucu anlaşılıyorsa bu kelamda, geçen kaidenin hükmü uygulanır. Kelamda bulunan iki vecihten (kapalılık ve açıklık) anlaşılan şey birbirleriyle mücadele ederse (yani her ikisi de mümkün olursa) bu anlaşılan şey o kelamda bir niza’ya (hangisinin tercih edileceği anlaşmazlığa) sebep olur. Bu işkâl (kelamda­ki kapalılık) hususunda çokluk sınırını aşmak (yani kelamdaki kapalılı­ğın çok olması) ya maksadı ifade edecek olan ibarelerin dar olması (yani amacı karşılamayacak kadar kısa olması)-ki bu durum son dönem sûfi- lerin kitaplarında çoktur. Hatta bundan dolayı tekfir edilmişler ve bidat ehli sayılmışlardır - veya da o kelamın aslının bozuk olmasından dolayı­dır. Sûfîlerîn sözlerini inkâr edenler bu sebepten dolayı inkâr etmişlerdir. Bunların hepsi ortaya çıkan şeyler konusunda mazurdurlar. Ancak inkâr edenler ise daha çok mazurdurlar. İnkâr etmeyip teslimiyet gösterenler selamettedir. Bunlara inananlar ise dikkatli olmadıkları sürece tehlikede­dirler.

Allah Sübhanehu daha iyi bilir.
--------------

53. Kaide:

Zat için hüküm ispatı, arızî sıfatlar için yapılan hüküm ispatı gibi olmaz.

Zat için hüküm ispatı, arızı sıfatlar için yapılan hüküm ispatı gibi olmaz. Rasûlullah (s.a.) Efendimizin:
'Selman bizden, yani, Ehl-i Beyt’tendir.'(1) sözünde zikrettiği Selmân-ı Fârisî (r.a.), dini nispetlerin [kemal sıfatların] hepsini üzerinde ta­şıdığından dolayı, onun hakkında,

“İman, Süreyya yıldızında olsa Fars'tan bazıları gider onu alır.'' buyurmuştur.

Yine Peygamberimiz (s.a.)’in:

“Akrabalar maruf 'a yani iyilik yapılmaya daha layıktır.''(2) sözün­deki yakınlıktan maksadın, Allah'a yakınlık olduğu söylenmiştir. Çünkü Hz. Peygamberin ifadesine göre, “İki farklı dine mensup olanlar birbir­lerine mirasçı olamazlar.”(Ebu Davud,Hd no;2911..)

O halde itibar, dini nispetlere ve onunla bağlantılı olan şeyleredir. Daha sonra tiyniyet yani sahip olunan karakter ve huylar gelir ki, asıl olan [dini] nispeti tekit ederler. Ancak sahibine artı bir meziyet katmazlar. Bundan dolayı Şeyh Ebu Muhammed Abdülkadir (r.a)'in:

Benim ayaklarım [zamanımdaki] bütün velilerin boynu üstündedir; sözü şöyle izah edilmiştir. Yani, o, başkalarında bulunmayan yüksek dini nispet ve sıfatların, değerli ibadet ve ilimlerin sahibiydi. Hiç bakmaz mı­sın ki, o bir gecede 70 defa ihtilam olmuş, her bir için gusül almış birisidir.

Bir de, “Allah'a ibadette hiçbir şeyi ortak koşmayacağına” dair yemin eden bir melik için, Mescid-i Haram’ın tavaf alanın tümüyle boşaltılma­sını, sonra da tek başına tavaf yapması gerektiği, fetvasını vermiş birisidir.

(1)-Hâkim el-Müstedrek, 3/598; Zehebî, senedin zayıf olduğunu söyler. Ancak, Taberânî de kitabı el-Mücemu’l-Kebîr de buna yer verir. Bkz., 6/213.
(2)Bu lafızda hadis yoktur, ancak Hafız Sehâvt, mana olarak Hz. Peygamber’in (sav.) Ebu Talhaya; “...Onu en yakın akrabalarına vermeni düşünüyorum...” hadisinde işaret edilmekte olduğunu söyler. Bkz., İmam Buharî, el-Câmius-Sahîh, Hd.no; 2601. f h

--------------

61. Kaide:

Her şeyin ilmi» kendi erbabından alınır.

Her ilim, kendi erbabından alınır. Fıkıh konusunda sufiye itimat edilmez.

Ne zaman ki, o konuda uzmanlaşır o zaman görüşlerine itibar edilir. Aynı şekilde fakihin tasavvuf hakkındaki sözleri karşısındaki durum da aynıdır. Muhaddis de fıkıh ve tasavvuf hakkında söz ederse bu iki alanda derinleşmedikçe bu alanlarda ifade ettiği sözlerine itimat edilmez. Fıkıh, fukahadan önce Sûfîlere gerekir. Tarikat ehline, bâtınî hallerin ıslahında yardımcı olmaları için başvurulur. İşte bu yüzden Şeyh Ebu Muhammed el-Mercânî (r.a.), kendisi o alanın uzmanı olsa da yine de arkadaş ve dost­larına fıkhi konuları fukahadan almalarını tavsiye ederdi. Nükteyi iyi anla.!
--------------

62. Kaide:

Lafza manasına göre itibar edilir. Mana ise lafızdan alınır.

Lafza manasından dolayı itibar edilir.

Zira mana, lafızdan alınır. İlim talipleri manadan daha çok lafza iti­bar edip özen gösterirler. Birçok talip de lafzı ihmal eder, böyle yapmakla manayı da ihmal etmiş demektir. Derinlik ve öze inme ameliyesi olmak­sızın sadece lafzın ifade ettiği mana ile yetinen kimse ifadenin ve sevk-i lafzın üzerinde daha çok durur. Hâlbuki lafzın yanında mananın hakiki veçhesine yönelerek inceleme ve derinleşmede bulunsa gerçek yöne doğ­ru adım atmış demektir. Çünkü ilimlere bütünüyle kendini vermez, on­lara yönelmezsen onlardan uzak olmaya devam edersin! Senden gayret olmasına rağmen ondan bir hareket yoksa fesat ve dalalet ortaya çıkar. Ondan sana bir yöneliş varken senden ona doğru bir hareket olmazsa bu gelişigüzellik ve taklide yol açar. Yönelim iki taraftan da olursa, tevfık ve tahkik gerçekleşir. Bu yüzden, “Sen, onların durdukları yerde dur; onların yürüdükleri yerde yürü!'' denilmiştir.

--------------

68.Kaide

Hadis âliminin, bir hükme -eğer sahih olarak nakledilmiş ise- nassı ve mefhumu ile birlikte itibar etmesi.

Hadis âlimi, bir hükme -eğer sahih olarak nakledilmiş ise- nassı ve mefhumu ile birlikte itibar eder.

Sahih, hasen veya -mütesahil biri ise- zayıf bir hadise ulaştığı zaman orada durur. (Yani böyle hadisler ile amel eder.) Ancak mevzu bir hadise ulaşır ise -Her ne kadar bunun ile alakalı kaideler olsa da- orada durmaz. (Yani o hadisle amel etmez.)

Bilalî (r.a.) dedi ki:

“Mevzu olan bir hadisin mevzu olduğu bilindiği halde -mevzu ol­duğu açıklanırsa hariç- rivayet edilmesi ve onunla amel edilmesi mutlak surette haramdır.

Reğâib namazları ile haftalık kılman namazlar ve Ubey bib Ka’b’tan sure sure rivayet edilen surelerin faziletleri hakkındaki rivayetler bu kabil­dendir. Ubey bin Ka’b’tan müfessirlerce yapılan rivayette hata yapılmıştır.

İmam Nevevi, Abdu’l-Aziz bin Abdi’s-Selam, bunların dışındaki Şafii âlimler ile Malikilerden Turtuşi, reğâib namazlarının yasaklığı konusun­da fetva vermiştir. lbn-ü”l-Arabi de bu görüşün lehine açıklama yapmıştır. İbn-ü’l Hâc ve diğerlerinin dediğine göre bu görüş mezhebin muktezasıdır.
Allah (c.c.) her şeyi daha iyi bilir.

--------------

82. Kaide: 

''‘Hiçbir kimsenin ulaşılmış olan sahih bilgileri aşması caiz değildir.

Hiçbir kimse için bilgisi olmadığı hususları açıklama amacıyla ula­şılmış olan sahih bilgileri aşması caiz değildir. Yani bilgisinin dışındaki konular hakkında konuşması doğru değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor. "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur."(İsra,36)

Bir bilgiyi inkâr eden onu almamış gibidir. Batıl konusunda mutaassıb olan da bilmediği bir şeyi inkâr eden gibidir.

Musa (a.s.), Hızır’ın (a.s.) yaptıklarını kabul etmedi. Ama bu her ikisinin yaptıkları hakkında bir inkâr değildir. Çünkü onların yaptıkla­rının tamamı bir hikmete vabestedir. Bu sebepten şeyhimiz Ebu-l Abbas el-Hadrami (r.a.) yaptığı bir konuşmadan sonra şöyle dedi.

''Şu konuşmadan kendisine bir şey vahyolunanı inkâr eden ve bunu anlamayan kimse mazurdur. Onun durumu zafiyetten, kusur işlemekten ve selametten korunmuştur. O, korkakların imam gibi iman etmiştir.”

Kim bu konuşmadan bir şey anlarsa bu ondaki imanın kuvvetinden, kendi birikiminin genişliğindendir. Onun görüş alanı son derece geniş­tir. İster kendisinde nur olsun isterse zulmet olsun fark etmez. Bu yetiler hangi vasıf üzere olurlarsa olsunlar kalplere konulmuş olan emanetlere göredir. Bu ise bilinen ve anlaşılan şeydir, »

--------------

99. Kaide:

Nice faziletli şeyler vardır ki birçok fuzuli (gereksiz) şeylere sebep olabilir. Böyle olunca da genel olarak övülen bir şey nispeten kötülen­miş olur.

Bir şeyin kârı, kazancı faydası kadardır.

Bu faydanın da sayıları değil, bizzat kendisi ve maksatları muteberdir.

Çünkü nice faziletli şey vardır ki birçok fuzuli (gereksiz) şeye sebep olabilir. Böyle olunca da tıpkı faziletli şeylerin arkasından gitmek gibi genel olarak övülen bir şey kötülenmiş olur. Âmmenin menfaatine olan işlerde çalışmak zaman ve akıl açısından büyük zararlara sebep olur. Birincisi olmasaydı sûfi, tembel kişilerin uğraştığı batıl şeylerden hiçbirini talep etmezdi. Buna hazine, kimya ve sadece dini, aklı, karakteri ve felahı az olanların istediği şeylerden bunlar gibi olanlar örnek olarak verilebilir.

Böyle bir kimsenin dininin azlığı meselesine gelince o, bu tür işleri talep ederken, yaparken, tasarrufta bulunurken haramdan uzak kalamaz. Bunun en azı ise açıklama yapmamak, ayıp ve kusuru söylememektir.
Aklın azlığı meselesi ise çoğu zaman kesinlikle yetişemeyeceği bir­takım kuruntularla veya ulaşamayacağı zannî şeylerle meşgul olmasıdır.

Karakter azlığı ise o kimsenin işleri ortaya çıkınca sahtekârlık, hıya­net ve sihir yapmaya nispet edilmesindendir.
Âmmenin menfaatine olan işleri yapmayı istemekte ezaya maruz kal­ma durumu ile baş kaldırma durumu gizlenemez.

Allah (c.c.) her şeyi daha iyi bilir.

--------------

102. Kaide:

Bir şeyin yapılmasının ve terk edilmesinin menfaat konusundaki eşitlilıği terkinin tercih edilmesini gerektirir. Çünkü bu daha doğru­dur.

Bir şeyin yapılmasının ve terk edilmesinin menfaat konusundaki eşitliliği terk edilmesinin tercih edilmesini gerektirir. Çünkü terki tercih etmek selameti gerektirdiği için asıldır.

Bundan dolayı bunu tercih edecek bir şeyin olmadığı yerde sükût et­mek konuşmaktan, dünyayı terk etmek onu elde etmekten, özellikle kişi arkadaşından emin olmadığı bir zamanda uzlet sohbetten, açlık tokluk­tan üstün tutulmuştur. Dünyada kaybetmek olarak düşünülen ahirette ise faydalı olan şeylerden bunlar gibi olanlar da örnek olarak verilebilir. Bu hususta (yukarıda yapılması istenilen şeyler konusunda) Allah’a yakınlı­ğa inanmayan bir topluluğa göre de şehvetleri terk etmek bu kabildendir. Bu da ancak bunu mendüba döndürecek bir niyet ile sahih olur. Çünkü Allah (c.c.) bu konuda izin vermiştir. Taraflardan birini yapma ve yapma­ma hususunda biri diğerinden daha evla değildir. Ancak birini diğerine tercih edecek bir sebep varsa o zaman evleviyet söz konusu olabilir.

Allah (c.c) her şeyi daha iyi bilir.

--------------

110. Kaide:

Kul, kendisinin sebep olmadığı bir kusurdan dolayı ayıplanmaz.

Kulun yapması gereken; emredilen şeylerde aşırıya gitmemesi, yasak olan şeylerde ısrarcı olmaması, mendup olan şeylerde de ihmalkârlık göstermemesidir. Eğer şartlar onu zorlayıp da bu sayılanlardan birini yapacak olursa(mesela haram olan bir şeyi yaparsa) hemen tevbe, istiğfar ve iltica ile mevlasına yönelmesi gerekir. Eğer bunlar(yapılmaması gerekenler) kendisi kaynaklı olursa nef­sini kınar ve onu kötüler. Kendisi kaynaklı olmazsa onda kendisinin bir katkısı olmadığından nefsini kınayıp kötülemesine gerek yoktur. Burada delil olarak Hz. Ali ve Hz. Fatımaya (r.anhüma) sorulan bir soru hakkındaki şu hadisi getirebiliriz. Bir vakit Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali ve Hz. Fatıma (r.anhüma) ya gece namaz kılmamalarının sebebini sordu. Hz. Ali de ona cevaben “Allah ruhumuzu kabzetti.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)

''İnsan ne kadar da cedelci”(Kehf,54) diyerek geçip gitti.(Buhari,1075..) Sahabe-i kiram vadi gecesinde uyuyakalmışlardı ve güneş üzerlerine doğmuştu. Hz. Peygam­ber (s.a.v.) ''Allah ruhlarımızı kabzetti.”(Muvatta,26) Buyurdu.

Bu işin aslı şöyledir. Hz. Ali ile Hz. Fatıma (r.anhüma) -İbn Cem- re’nin de işaret ettiği gibi- cenabete sebep oldukları (cünüp oldukları) için kalkamamışlardır. Kendilerine kalkamamalarının sebebi sorulduğu için -her ne kadar gerçek cedel de olsa- özür beyan ederek cevap vermişlerdir.

Vadide uyuyup kalan sahabe-i kiram ise herhangi bir şeye sebebi­yet vermemiştir. Bilakis onlar kendilerini gözetleme işini yapacak birini (bekçiyi) vekil tayin etmişlerdir.
Anla gayri...

--------------

144. Kaide:

Kulun iç hali dış görünüşünden bilinir.

İnsanın alnı gönlünde gizlemiş olduğu şeylere işaret eder ve insanın iç âleminde kurguladığı hile ve desiselerin izleri yüzünde ortaya çıkar.

Ayeti kerimede “Onlar yüzlerindeki secde izleri ile tanınırlar buyrulmuştur. (Fetih-29) buyrulmuştur.

Adamın biri Peygamber efendimizi (s.a.v) görünce “Onu gördüğüm zaman bunun yalancı bir yüz olmadığını anladım demiştir. Hz. Allah münafıklar hakkında Peygamber efendimize “Eğer biz isteseydik onları sana gösterirdik. Sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun sen onları konuşma tarzlarından da tanırsın. Hz. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.(Muhammed 30)

İnsanlar kapalı dükkânlardır. İki adam konuştuğu zaman konuşmaların­dan hangisinin koku sattığı ve hangisinin baytarlıkla uğraştığı ortaya çıkar.

Çünkü söz, konuşanın vasfıdır. Senin içinde her ne varsa ağzından o dökülür.

İnsan üç şey ile tanınır: Konuştuklarından, yaptıklarından ve yaratılış gereği tabiatından. Bunların hepsi de kızdığı zamanki davranış şeklinden anlaşılır. Eğer doğruluktan ayrılmaz, ne olursa olsun hakkı tercih eder ve insanlara müsamahalı davranırsa o kişi iyi kişidir. Böyle değilse o kişi iyi bir kişi değildir. Bunu böylece anla!

--------------

147. Kaide
Kendisinde olağanüstü bir hal meydana gelen kişinin, diyaneti düzgünse bu hal keramet, değilse istidraçtır.

Bir kimseden, kerametten daha umumi yani kerametin dışında is-tidraç gibi başka olağanüstü halleri de akla getiren, olağanüstü bir hal meydana gelirse o hal hakkında, kişinin içinde bulunduğu hallere ba­kılır. Hallerinin düzgünlüğü ile beraber dini konularda da düzgün bir kimse ise o yaptığı iş, keramettir; eğer dinî konularda düzgün olduğu sabit değil ise istidraç veya sihirdir.

Bu kişi hakkında, yüksek bir rütbe ile hüküm verildikten sonra, bu rütbeye zıt bir hareket meydana gelirse duruma bakılır. Eğer bu hareket, herhangi bir şekilde mubah olması yönüyle tevil edilmesi mümkün olan bir hareketse şeriatın hakkının yani şeriatın verdiği hükmün uygulanma­sıyla beraber, yapmış olduğu hareket tevil edilir; açıklaması yapılır. Yap­mış olduğu hareketin herhangi bir şekilde mubah olması ile tevili müm­kün değilse tevil edilmez, verilen hüküm neyse uygulanır.

Tevil yapmak burada uygun değildir. Çünkü hakikatler değişmez.Kişiler üzerine hükümler sabittir. Onun için kişinin yapmış olduğu işin hükmü ne ise onun üzerine o hükmü uygulamak gerekir. Herhangi bir şekilde, mubah olduğuna hüküm verilen işin, tevil edilmesinin delili Hı­zır (a.s.) ile Musa (a.s.) kıssalarında anlatılmıştır. Çünkü birbirlerinden ayrılırken Hz. Musa’ya Hz. Hızır (a.s) şeriata zıt görünen fiillerinin se­beplerini açıklamıştır. Allah her şeyi daha iyi bilir.

--------------

155. Kaide

Bir müslümamn imanına ve salih kişinin veli olduğuna kesin bir şekilde hüküm vermek

Bazen zanni deliller her ne kadar bütün yönleriyle hüküm konusun­da benzemese de kati delilmiş gibi mana ifade edebilir. Kendisinden İslam dinine delalet eden ameller meydana gelen müslümanın, imanına kati bir şekilde hüküm vermek ve yaptığı işlerin, söylediği sözlerin ve hallerinin göstergelerinin bulunduğu makama işaret ettiği, salih kimsenin veli oldu­ğuna hükmetmek gibi.

Bütün bunlar, kendilerine cennete girecekleri ile ilgili şahitlik yapıl­mış 10 kişi gibi Allahtan kendileri için özel hükümler olan kimseler hariç, Allah’ın bu konudaki ilmini kesin olarak bilmeden, bizim kendi ilmimiz­de meydana gelen durumlardır.

Bu konudaki şu hadisler muhakkak sahihtir.

«Mescide gidip gelmeyi adet edinmiş bir adam gördünüz mü onun imanına şahitlik yapınız."(Hakim,Müstedrek 1/332..)

“İki haslet var ki onlar münafıkta bir arada bulunmaz: Güzel ah­lak» dinde fakihlik. İki haslet ise müminde bulunmaz: Cimrilik» kötü ahlak."(Tirmizi,2684)

Hz. Sad’ın (r.a.) bir adamın imanı üzerine yemin etmesi Peygamber efendimizin de bunu “ya da müslim"(Hanbel 1/172..) şeklinde bir karşılık şeklinde bir karşılık verse de reddetmemesi sahihtir.

“Kendisinde üç haslet bulunan kişi münafıktır.”(Buhari,34..)hadisi sahihtir. ''Konuştuğu zaman yalan söyler. Kendisine emanet verildiğinde hıya­net eder. Vaat ettiğinde vadinden döner.” Bu hüküm bu özelliklerin kendisinde bulunan müminlerin tamamını içine almaz. Bilakis bu has­letlerden yani söz, amel ve ahit konusundaki yanlışlıklar kendisinde bu­lunup da buna aldırış etmeyen kimseleri içine alır. Bunun böyle olduğuna Peygamber efendimizin şu hadisi şahitlik eder: “Hainlik ve yalan dışında bütün hasletler müminin tabiatında bulunabilir.”(Hanbel 5/252..)

Peygamber efendimiz de başkasında değil de sadece mümin olan ki­şide böyle bir tabiatın, yani böyle şeyleri tabiat olarak benimsenmesini yasakladı. Münafığın aksine böyle bir tabiat müminde meydana gelirse bu asıl yani kalıcı bir durum değil, araz yani geçici bir durumdur.

Bundan dolayı müminin iman ve tevhit de olsa bile istisna bir durumu olduğunda, her şeyde bu durumun ortaya çıkması doğru değildir. Münafı­ğın ise küfür konusunda bile olsa istisna olabileceği bir durum yoktur.

Bu hadisin bizim bildiğimiz nifak kavramının dışında bir nifak ola­yından bahsetmesi mümkün olabilir. Âlimlerden bir kısmı bu hadise bu manayı vermişlerdir. Allah her şeyi daha iyi bilir.

--------------

158. Kaide

' İnsanların bir insanı sevmesi o insanın, insanların sevdiği ve rağbet ettiği şeylere ortak olmaktan uzak olduğu orandadır.

Hz Allah’ın bir kula yardımı, kulu için güzel olan şeylerden, onların faydalarına ulaşmaktan, zararlı olan şeylerinde zararlarını def etmekten aciz kaldığı oranda olur.

İnsanların bir insanı sevmesi o insanın, insanların sevdiği ve rağbet ettiği şeylere ortak olmaktan uzak olduğu orandadır. Yani onların istediği şeyi ne kadar az isterse o kadar çok sevilir.

Bu sebeple insanların küçük çocuklara ve sübyanlara sevgileri çok güçlüdür.

Objektif bir şekilde incelenecek olduğunda âlimler ve ârifler zahit­lerden daha üstün olduğu halde sırf bu sebepten halk, zahitleri âlim ve âriflere tercih eder. Peygamber efendimiz s.a.v bu olaya şu hadisleri ile işaret etmiştir.

“Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin, insanların elindekine rağbet etme ki insanlar seni sevsin.''(İbn Mace,4102..)

Meseleyi bu şekilde anla. Allah her şeyi daha iyi bilir.

--------------

178. Kaide

Cömert kişi ise hiçbir şey vermemiş olsa bile verme işi kendisine kolay gelen kişidir.

İnsanın yaratılışı gereği kendisinde bulundurduğu ahlaki vasıfları, insanın dışına yansıyan arızi vasıflarla ölçülmez. Ancak bu arızi hallerin, insanın içindeki ahlaki vasıflara dalalet edebileceği göz önünde bulundu­rulur.

Açık bir şekilde bilinir ki cimrilik, vermek işinin nefse ağır gelmesi, cömertlik ise vermek işinin nefse kolay gelmesidir.

Cimri kişi, kendi nefsine hiçbir şey bırakmasa bile verme işinin ken­disine ağır geldiği kimsedir.

Cömert kişi ise hiçbir şey vermemiş olsa bile verme işi kendisine ko­lay gelen kişidir.

Bu sebeple şöyle denildi:

“Bu iki arız yani vermek ve vermemek işleri, bir araya geldiğinde bu ikisi arasında ne yapacağı konusunda tereddüt etmek cimriliktir.”

Kibir her ne kadar en düşük derecelerde bile olsa kişinin bir mezi­yetinin olduğuna inanmasıdır. Tevazu ise çok büyük meziyetleri olsa bile kendisinde bir meziyet görmemektir.

Eğer durum bu anlattığımız gibi olmasaydı muhtaç kişi hakkında ki­birli kişi demek doğru olmazdı. Ancak hadis-i şerifte de belirtildiği gibi fakir kişi, kibirli olması özelliğiyle kötülenmiştir.

Sen meseleyi bu çerçevede anla. Bu meseleyi bu konuda imam olan­ların kitaplarından takip edersen daha güzel ve uygun bir şekilde bulursun. Bu konuyu en iyi bile Hz. Allah’tır.

--------------

195. Kaide

Lafzın hakikatinde manayı doğru anlamak önemli olduğu gibi mananın daha iyi anlaşılması için, lafzın kullanımına da dikkat gereklidir.

Lafzın hakikatinde manayı doğru anlamak önemli olduğu gibi ma­nanın daha iyi anlaşılması için, lafzın kullanımına da dikkat gereklidir. Durum böyle olunca manaların nefiste zapt altına alınması, sonra ise onu açıklamak beyan etmek konusunda lisanın doğru kullanılması lazımdır.

Eğer böyle yapılmazsa birincide konuşan kendisi sapıtır, İkincide ise başkalarını saptırır. İşte bu yüzden imamlarımız genel olarak insanların yaptıkları yanlışları belirlediler ve ibarelerdeki yanlış uygulamalara dik­kat çekerek ikaz ettiler.

Bazı durumlarda muhakkik olan kişi şüphelerden sağlam bir şekilde kurtulduğu bir metotla, maksadının ne olduğunu anlatmaktan ibaresi ek­sik kaldığı, kusurlu olduğu için fasıklıkla, bidatçilikle ve küfre düşmekle itham edilir. Bu duruma en çok maruz kalanlar sûfîlerdir. Hatta ölüler ve diriler açısından onlar aleyhine inkârlar çoğalmıştır. Zarar bazen başka yönlerden olur. Bu zarar, sofilerin nefislerine gelen manaların sofi toplu­mun içerisinde nasıl anlatılacağına dair bir iznin olmamasıdır, öyle ki bir olan hakikat, lafzı ve manası bir olduğu halde bazıları tarafından kabul edilir, bazıları tarafından ise kabul edilmez. Biz bunlara çok şahit olduk. Şeyh Ebu-l Abbas el-Mursi bunları anlattı ve deliller getirdi.

--------------

203. Kaide



Tasdik, tasdik olunan şeyi fethetmenin, açmanın anahtarıdır.

Bir konuda inkârın bulunması, inkâr edilen şeyden veyahut onun nevilerinden kalbin soğuması, nefret etmesi sebebiyle, inkâr edilen şeyin kabulüne engeldir.

Tasdik ise her ne kadar kalbiyle ona yönelmesine bir engel olmasa da tasdik olunan şeyi fethetmenin, açmanın anahtarıdır. Çünkü böyle olma­sına herhangi bir engel yoktur.

Durum böyle olunca üzerinde durulması gereken nokta fakihin fıkıhla beraber herhangi bir zaman, mekân ve kişiyle sınırlamaksızın vehb e fefai kabullenip cevaz vermesi gerekir.

Çünkü kudretin sebepleri hiçbir şey ile ilişkilendirilmez. Aksi du­rumda ise fakih inkâr ettiği şeyden mahrum olmuş olur.

Eğer fakih bu inkârı yaparken, bir asla, bir delile dayanıyorsa bu du­rumda mazur sayılır. Aksi halde bilmediği bir şeyi inkâr etmesinden do­layı mazereti olamaz.

Bu esaslara güven ve selamet bul. Bu konuyu en iyi bilen Hz. Allah’tır.

--------------

204. Kaide

İnkâr, herhangi bir kötülüğün engellenmesine yöneliktir.

İnkâr edilen şeyin inkâr edilmesinin sebepleri inkâr eden kişinin bir içtihada dayanması, bir zararın engellenmesi, gerekli olan derinleşmenin olmaması yani meselenin hakikatinin bilinmemesi, anlayışın zayıf olma­sı, ilim eksikliğinin olması, hükmün sebebinin bilinmemesi, meselenin konusunun karmakarışık olmasından ya da inkâr edenin inatçı olmasındandır.

Sonuncusu yani inat etme sebebinin haricindeki sebeplerden, hak yani gerçek ortaya çıkınca dönülmesi, bunların hepsinin alametidir. Çün­kü inatçı kişi ortaya çıkan gerçeği kabul etmez, davasında tutarlı değildir ve işlerinde herhangi bir ölçü denge de yoktur.

Herhangi bir kötülüğün engellenmesine yönelik sebepte ise, inkâr eden kişi, inkârından dönse bile inkâr ettiği şeyde fesat yönü devam ettiği müddetçe, inkârında devam etmesi gerekir.

Ebu Hayyan’ın(1) Nehr ve Bahr isimli kitapları ile İbnül Cevzi’nin(2) Telbisi İblis’inde yaptıkları sakındırmalar, kendilerinin de iddia ettikleri ve üzerlerine yemin ettikleri gibi kötülüğün giderilmesi türünden inkârdır.

Bunların ikisinde de bu sözlerinin içtihattan kaynaklandığına dair deliller vardır. îbnül Cevzi sûfîlere karşı çıkmakla beraber, tasavvuf eh­linden nakillerde bulunmuştur. Bu da onun sofileri Şeddi zeria ilkesi için inkâr ettiğine delalet etmektedir. Bu konuyu en iyi bilen Hz. Allah’tır.

(1)-Tezkiratul Huffaz,1/23

(2)-Vefeyatül ayan,1,/279

--------------

211.Kaide

İddia sahibinin iddiası, sonuçlarına göre değerlendirilir. Eğer id­dia ettiği şey açık bir şekilde ortaya çıkarsa iddiası doğrudur. Yoksa iddiasında yalancıdır.

İddia sahibinin iddiası, sonuçlarına göre değerlendirilir. Eğer iddia ettiği şey açık bir şekilde ortaya çıkarsa iddiası doğrudur. Yoksa iddiasın­da yalancıdır. Böyle olunca kendisini, takvanın takip etmediği, takva ile desteklenmeyen tevbe batıldır. Kendisinde veranın olmadığı istikamet de, tam değildir. Züht ile sonuçlanmayan vera eksiktir, kendisinde tevekkül bulunmayan züht kuru ve verimsizdir. Allah’ın haricindeki her şeyden alakayı kesip, sadece Allah’a dayanmayı gerektirmeyen tevekkül sadece göstermeliktir Aslı esası yoktur.

Tevbenin gerçek olup olmadığı haramlardan yüz çevirmede, takva­nın mükemmelliği, Allah'tan başka kimsenin muttali olmadığı yerde nasıl davrandığında ortaya çıkar. İstikametin bulunmaması, bidatlere düş­meden zikrine devam etmesinde, veranın varlığı ise, şüpheli durumlarda şehvete düşüp düşmemesinde ortaya çıkar. Eğer nefsin isteklerine uymaz­sa vera sahibi olur. Aksi halde vera sahibi değildir.

Züht ise bir seçim söz konusu olursa dünyayı geri çevirmek, fakat dünya kendiliğinden gelirse kabullenmek, böyle olunca da dünyanın ona yüz vermesine ya da vermemesine önem vermemektir. Tevekkül ise se­bepler ortadan kalktığında bütün insanların ölmesi, yerin ot bitirmemesi, gökyüzünün yağmur yağdırmaması gibi bütün çıkış yönlerinin kapandığı bir durumda meydana gelir.

İşte bu durumda kalp, sükûnet içerisinde ise bu tevekküldür. Eğer böyle değilse o kimse tevekkül sahibi değildir. Vacip ve mendupluğunun düştüğü belli olan her işin, bu durumun bilinmesine rağmen nefis tara­fından hala istenmesi, nefsin hevası yani şiddetle istemesindendir. Her ne kadar bu iş, gerçekte doğru bile olsa böyledir. Eğer bu iş, sadece dü­şürülmek için düşürülmüş ise o zaman bundan maksat niçin yapılması istendiyse onun içindir. Sen böyle anla.

Şeyh Ahmed İbn Zerruk - İslam Tasavvufunun Temel Esasları

(Gelenek Yayınları)
Devamını Oku »

Teokrasi

Bu bahsi bitirmeden, teokrasi konusuna da kısaca değinmenin yararlı olacağını hissediyorum. Teokrasi (theocracy) kelimesi Batı siyaset terminolojisinde aynı zamanda iki anlamı birden içermektedir. 1. Doğrudan doğruya Allah'ın hükmünün hakim olduğu hükümet sistemi, 2. Allah namına papazların (din adamlarının, ruhban sınıfının) idaresi ve böyle idare olunan ülkeler.

Herhangi bir Batı dili metninde bu kelimeyle karşılaşan birinin aklına bir "kavram" olarak bu iki anlam birden gelir. Kelimeye verilen bu iki anlamı ayn ayn düşünmek mümkün değildir. Çünkü Batının laik yönetimlerinde, Allah'ın hükmüyle (daha dar bir anlamda Hıristiyanı hükümle) hükümet etmek ancak ve yalnız "ruhban sınıfına" mahsus bir özellik diye bilinir. Başka bir ifadeyle, Batılı biri, dinî hükümle idare edilen bir hükümet sistemi denilince, bu hükümetin kadrosunu teokratların (theocrat) teşkil ettiğini tabiî olarak düşünür. Teokrasi kelimesine, anlaşılmada kolaylık olsun diye şimdi yaptığımız iki şıklı anlamı ayrı ayrı değil, fakat bir bütün olarak aynı anda verir. Böylece İslâmiyet'te teokratik idare şeklinin mümkün olmayacağını da söylemiş oluyoruz. Çünkü İslâmiyet'te ayn bir ruhban sınıfı olmadığından, ruhban sınıfına mahsus bir idare de söz konusu değildir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler



1) Anlatıldığına göre Harun er-Reşid ile birlikte pekçok fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi. Diğer bir adam onun geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?" dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise, elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler. Sonra alan adama "O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o, aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra, hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği için, bu ikrarından Ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı hesaba katılmaz" dedi.

2) Şâbî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haccac'ın yanında idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil rm?)" ded(. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, (Ya Kitabullah'dan apaçık bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!' dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım. Haccac, "Sakın bana: "Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Ali-imran,61) ayetin delil getirmeyesin?" dedi.

Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın: "Daha evvel de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle mükâfaatlandırırız. Zekeriyyar Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)" (En'am.84-85) ayetidir. Hz.İsa (a.s.)'nın babası kimdi ki Allah onu Hz.Nuh (a.s.)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin" dedi.

3) Hikaye edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla: "Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar: "Evet" dediler.

Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi. Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur. Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife (rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.

4) Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti: "Halisa'nın (güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de şuurum kayboldu." Haltsa, Süleyman b.Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son derece akıllı ve edip idi. Süleyman b.Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman, Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde,getirilmesini emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı.

Süleyman b.Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin?" dedi. O da "Ben bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim: "İncinin Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı, üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon dirhemden daha fazla idi. Süleyman b.Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca, onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.

5) Halife Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı.Bu esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan er Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin dedene(1) karşı çıkıyor. Zira deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dediği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu, insanların sana bi'at etmelerinin vacib olmadığını iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor, sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar) böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi: "Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çıkışta Rebi: "Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bunu başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.

6) Anlatıldığına göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık müslümanın öldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O, müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya toplandılar ve zımmi ile müslümanın velileri huzura getirildiler. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a: "Bu müslümanın (kısasen) öldürüleceğine mi hükmedildi?" dedi. Ebu Yusuf da: "Ey mü'minlerin emiri, o benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından öldürüldüğü gün cizye verdiğine dair kuvvetli bir delil bulunmadıkça müsiümanın öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler. Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.

7) el-Gadban, Haccac'ın düşmanı olan Abdjrrahman b.Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona: "Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar osun.

8) Ubdulmelik b.Mervan şairin "Bizde Süveyd, Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile "Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.

9) Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman b.Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin. Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman b.Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu affetti.

10) Adamın birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş. Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi.

Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan: "Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu cevaba karşılık: "Allah sana, ilim hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.

11) Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği i kimseye birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir" dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz, Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama çatman malların geri verdi.

12) Ebu Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de: "Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allah Teala ondan sonra işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla" dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi.

Onlar da Ebu Hanife'nin bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o: "Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine: "Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.

13) El-Leys b.Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi: "Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa, onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad edemez" dedi. Elleys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir. 14) Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."

15) Bir adam Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi. Haccac: "Kimden şüpheleniyorsun?" dedi. O: '"Hiç kimseyi itham etmiyorum" diye cevab verdi. Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam: "Subhanalah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac artarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans yap" dedi. Attan da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı çağırdı ve ona: "Şu kokudan sürün, başka kimse bundan sürünmesin" dedi. Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun" dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen yakalayın" dedi.

Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?" dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac, parası çalınan adamı çağırdı ve: 'İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi o adamdan alıp sahibine verdi.

16) Harun Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b,İsa'nın çok hoşuna giden bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine ve azad etmeyeceğine yemin etti. Şimdi ise bu yemininden kurtulmak istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi. 17) Muhammed b.Hasan şöyle dedi: "Bir gece uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim. Kapıya bakanlar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler. Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim.

Yanına girince O: "Sana birşey sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da "Sen zâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin. Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun. Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?" dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin hemen bana gönderildiğini gördüm.

18) Anlatıldığına göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek, endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare (çıkış yolu)bul!" dedi.

Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye: "Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince cariye: "Evet" dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben onu çalmadım" dedi.

Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler. Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.

19) Bişr el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini bilmiyor musun?" eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.

20) Bir bedevi Hz.Hüseyin b.Ali (r.a.)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte bulundu ve: "Deden (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum: "Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'an'm hafızından veya ay yüzlü kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi.

Ay yüzlü kimseye gelince ben Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde (Hz.) Hasana ve (Hz.) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hz.Hüseyin: "İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hz.Hüseyin de: "Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı iyiliğe göredir." Yine dedemin de şöyle dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi.

Bunun üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hz.Hüseyin "Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a iman" dedi. Hz.Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hz.Hüseyin: "İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hilimle beraber olan ilimdir" cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?' diye sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan ma' dedi. Hz Hüseyin "Ya bu da yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik " cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Hüseyin güldü ve keseyi ona attı.

(1)-Bundan maksad Abdullah İbn Abbas (r.a)'dır. Zira İbn Abbas'ın "İnaşaallah diyerek (Allah'ın iradesine bağlanmadıkça), hiçbir şey hakkında: "Yarın şöyle yapacağım" deme. Unuttuğunda Rabbini an ve şöyle de: "Umarım ki Rabb'im beni doğruya daha yakın olana eriştirir" (Kehf 23-24) âyetinin tefsiri ile ilgili olarak, şöyle dediği nakledilir: "Inşaallah demeyi unutan kimsenin bir sene dahi geçse demesi caizdir" (Taberanî, el-Hâkim) İbn Abbas hazretlerinin bu sözü hakkında tevcihler bulunmaktadır. Fukahanın çoğuna göze fasıla girmemelidir (Mesela bk. Tefsiru'l-Kasimî).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/301-309.
Devamını Oku »