Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (2.Yazı)

Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (2.Yazı)

Marco Polo Çin Yollarında

Avrupa ile Moğolların Müslüman devletlere karşı siyasî-askerî ittifak arayışları, ticarî ve kültürel alanda yeni ilişkilerin doğmasına neden olmuş­tur. Bunun tarihte bilinen en meşhur örneği, Marco Polo’nun Çin seyaha­tidir. 1260 civarında Venedikli iki tüccar kardeş, Nicolo ve Maffeo, Gü­ney Rusya’da bulunan Altın Ordu Devleti ile ticaret yapmak için yola çıkar. Uzun ve belirsiz yolculukları onları birkaç yıl sonra Kubilay Han’ın makamı­na götürür. Kubilay Han, Venedikli tacir kardeşleri dinler, Papalık hakkın­da bilgiler alır ve Venediklileri şaşırtan ve heyecanlandıran bir talepte bulu­nur: Papa’nın kendisine, “İsâ’nın yolunu bilen, Yedi İlimlerde mahir ve mü­nazara yapabilecek kabiliyette” yüz tane Hristiyan din adamı göndermesi­ni ister.(37)

Kubilay Han’ın amacı Hristiyanlık’ı yaymaktan ziyade, idaresi al­tındaki farklı Hristiyan gruplar ve diğer din adamları üzerinde tam bir ha­kimiyet sağlamaktı. Moğol Hanı, ayrıca Kudüs’teki Kutsal Tapınak Kilisesi’nin üstünde yanan kandilden bir miktar yağ (bir başka rivayete göre Ku­düs’ten bir miktar toprak) getirmesini ister. Nicolo, 1269 yılında Venedik’e geri döner ve 15 yaşındaki oğlu Marco’ya yeniden kavuşur. Bu vakitte Pa­pa ölmüş, yeni Papa da henüz seçilmemiştir. Bu yüzden Nicolo Marco, Ku­bilay Han’ın talebini iletecek bir merci bulamaz. Uç yıl sonra, bu sefer oğ­luyla beraber tekrar yola çıkar ve 1275’te Kubilay Han’la buluşur. Marco Polo’nun 20 yılı aşkın süren Çin ve Orta Asya seyahati de böylece başlamış olur. 1295’te Venedik’e geri dönen Marco Polo, görüp geçirdiklerini yaz­maya karar verir. Seyahatnamesini, hapishanedeyken bir hücre arkadaşının yardımıyla dikte ettirir.(38)

Marco Polo’nun ‘seyahatleri’, Avrupa’da Çin, Asya ve Moğollar hakkın­da en önemli bilgi kaynaklarından biri haline gelir. Marco Polo, hem Çin’de ve Moğol başkentinde gördüklerini, hem de gidiş ve geliş güzergâhında müşahede ettiklerini Avrupalıların anlayacağı bir dille -Avrupa’nın diğer toplum­lar ve kültürler hakkındakı varsayımlarını, önyargılarını, efsanelerini, beklen­tilerini dikkate alarak— anlatır. Aktardıklarının ne kadar gerçek, ne kadar ha­vai ürünü olduğu tarihçiler arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. Ki­tabını dikte ettirdiği hapishane arkadaşı ‘hayalet yazar’ın, seyyah Marco Polo’dan dinlediklerine neler ekleyip neler çıkarttığı da meçhuldür. Fakat ke­sin olan bir şey varsa o da Marco Polo’nun anlattığı Çin, Asya ve Moğolla­rın, 13. yüzyıl Avrupasının Haçlı-Moğol ittifakı arayışlarına destek sağlaya­cak şekilde aktarılmış olduğudur.

Marco Polonun Kubilay Han’ın dinî çoğulculuk politikaları hakkında an­lattıkları, kendisinden önce Möngke Han’ın huzuruna çıkan William of Rubruck’un aktardıklarını teyit eder mahiyettedir. “Avrupalıların zihninde Hris- tiyanlara karşı müsamahalı olan ve maiyyetinde Hristiyanlara yer veren Ku­bilay Han, neden Hristiyan olmadı?” sorusuna, Marco Polo şu cevabı verir: Kubilay Han, dünyada dört büyük peygamberin olduğunu söyler. Yahudiler Mûsâ'ya, Hristiyanlar İsa’ya, Müslümanlar Muhammed’e, putperestler de Sagamoni Borcan’a inanırlar. “Ben bunların hepsine saygı duyarım” diyen Mo­ğol Hanı, bunların hepsinin üstünde bir Mutlak Kadir’in olduğunu ve O’ndan kendisine vardım etmesini istediğini söyler. Kubilay Han’a göre, tebası arasında bu dinlere mensup insanlar bulunduğundan, bunlardan birini seçti­ğinde diğer din mensupları bundan rahatsız olacak ve devletinde düzen kal­mayacaktır. Kubilay Han’ın bu reel-politik yaklaşımını aktaran Marco Polo, yine de Moğol hanının Hristiyanlık’ı diğer dinlerden üstün tuttuğunu söy­ler. Ona göre Papa, Han’ın istediği yüz din adamını gönderebilseydi, Kubilay Han ve tebası kesin Hristiyan olacak ve Avrupa’nın doğudan gelmesini bek­lediği o büyük müttefik ve kudretli komutan, mutlaka Hristiyan Avrupa’nın yardımına koşacaktı.(39)

Bütün çabalara ve eskatolojik beklentilere rağmen, Islâm dünyasına karşı Haçlı-Moğol ittifakı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Orta Asya halkları ve Moğollar hakkında eksik ve yanlış bilgilere sahip olan Avrupalılar, kendi siyasî tasavvurları çerçevesinde farklı imgeler inşa ettiler ve tarihin akışını bu im­gelere göre okudular. Fakat Uzak Doğu’dan bekledikleri büyük kurtarıcı hiç­bir zaman gelmedi. Orta Asya steplerinden şiddetli ve yıkıcı bir enerji ile ge­len Moğolların tarih sahnesine çıkışı ne kadar ani ve beklenmedik idiyse, çe­kilmeleri de o kadar hızlı ve kesin oldu. Bir dönem Müslüman devletleri yı­kan, şehirlerini yerle bir eden ve halklarını esir alan Moğollar, 14. yüzyıldan itibaren etkin bir siyasî güç olmaktan çıktılar. Bir kısmı Müslüman olurken bir kısmı da kendi topraklarına geri çekildi. Böylece İslâm-Batı ilişkilerinde oynaması beklenen büyük rolleri de tarihin kayıt defterine küçük bir not olarak düşüldü.


Haçlılar ve İslâm İmajı

Haçlılar, Islâm topraklarına kitleler halinde ayak basan ilk Avrupalılardı. Kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için yola çıkan Avrupalı askerler, şövalyeler, finansörler, din adamları ve sıradan insanlar, İslâm top­raklarına geldiklerinde Müslüman şehirlerini, yollarını, pazarlarını, kervansa­ray, cami ve saraylarını ilk elden görme imkânına sahip oldular. Seferler bo­yunca Doğu İslâm topraklarından Avrupa’ya pek çok şey gitti: Hikâyeler, ef­saneler, kelimeler, kitaplar, haritalar, ipekli ve pamuklu kumaşlar, kâğıt, ko­ku, şeker kamışı, baharat, ipek hah, Doğu tarzı çanak-çömlek, yeni mimari tarzlar ve daha pek çok maddî-kültürel meta. Avrupa’ya gelen efsane ve söy­lentiler, bir tarafta İslâm kültürüne yönelik bir merakın ve yer yer hayranlı­ğın doğmasına neden olurken, öte tarafta Müslümanların zevk, lüks ve şeh­vet içinde yaşadıkları yönündeki ön kabulleri güçlendirmekteydi.

Dinî argü­manlara dayalı nefret duygusuna zaman içinde kültürel hayranlık duygusu eklendi. Bazı tarihçilere göre Haçlılar, Müslümanların savaş meydanlarında­ki askerî yeteneklerinden o kadar etkilenmişlerdi ki bu kadar iyi savaşan in­sanların kendilerinin uzak akrabaları, bir tür ‘kayıp kabile’ mensupları olabi­leceklerini dahi düşündüler.(40) Örneğin, Salâheddîn Eyyûbî’nin annesinin ne­sebi üzerinden asil Fransız kanma sahip olduğu inancı, Ortaçağların yaygın efsanelerinden biriydi. Asaletin kan bağı ve irsiyet yoluyla aktarıldığına ina­nılan bir çağda, savaş meydanındaki hayranlığın bu tür ‘karışık duygulara’ ve şüphelere yol açmasına şaşırmamak lazım.

Bu ikircikli ruh hali, Katolik Kilisesi’nin Avrupa üzerindeki etkisini yitir­meye başladığı 15. yüzyıldan sonra ilginç sonuçlar doğuracaktır. Bunların en Önemlisi, giderek din dışı bir atıf çerçevesini benimseyen Avrupalı aydınların ve edebiyatçıların, Kilise’nin karşısında Islâm medeniyetine olumlu atıflarda bulunmaya başlamasıdır. Her ne kadar İslâm dünyası hakkında sınırlı bilgi' ye sahip olsalar da, Avrupalı kalem erbabı, Hristiyanlık’ın mutlak doğrunun kendisinde olduğu iddiasına karşı, başarılı bir kültür ve hayat formu olarak İslam’dan bahsetmiş ve Rönesans’ın İslâm algısının temelini atmıştır. Ortaya çıkan sonuç şudur: Rönesans, din olarak İslâm’dan nefret eder; ama kültür ve medeniyet olarak ona hayranlık duyar.

Buna rağmen Haçlılar döneminde ortaya çıkan ve yaygınlaşan İslâm ve Müslüman imajı, önceki dönemlerden daha iyi değildi ve İslâm dünyasının gerçeklerinden çok ‘Chrtstendom’ın yani Hristiyan Avrupa aleminin zihin ha­ritasını ortaya koyuyordu. Ortaçağlarda olduğu gibi İslâm yine sapık ve akıl dışı bir din, Müslümanlar da barbar, despot, akılsız, irrasyonel, şehvet düşkü­nü, şiddet yanlısı, vs. insanlar olarak tasvir ediliyordu. Bu imajın inşa sürecin­de bir dizi kavram setinin ve fantastik kurguların belirleyici olduğunu söyle­mek mümkün. Bunlar arasında özellikle iki tanesi, ‘paganlık’ ve ‘büyü’, mer­kezî bir yere sahip. Ortaçağ Hristiyan tahayyülünde pagan, her tür kötülü­ğün kaynağı ve sembolü olarak görülür. Pagan sadece sapık bir dine mensup değildir; o aynı zamanda şeytanın sevk ve idaresi altındadır. Şeytanın asker­leri olan paganların dış görünüşleri siyah, kaba-saba, boynuzlu, büyük dişli dev yaratıklar şeklindedir. Pagan, şeytana tapar ve bu yüzden büyüyle de ya­kından ilgilidir.

İnançlı Hristiyanlara karşı her tür kötülüğü planlarken, gü­nahların en büyüklerinden biri olan büyüye başvurur. Ona insanüstü güç ve­ren şey de bu büyüdür. ‘Sarasen’ olarak adlandırılan Müslümanlar, savaşlarda­ki başarılarım şeytanın onlara verdiği bu büyü gücüne borçludur. Pagan-şey- tan-büyü bağlantısından dolayı Müslüman, ya insanüstü, ya gayr-ı İnsanî ya da insanaltı bir niteliğe sahiptir. Savaşlarda galip geldiğinde insanüstü niteli­ği öne çıkar, ama bu olumlu bir şey değildir. Zira bu başarısını şeytana ve bü­yüye borçludur. İnsanlık dışı ve insanlık altı nitelikleri kendini onun barbar­lığında, vahşetinde ve şehvetinde gösterir.(41)

Büyü, sihir ve bâtınî güçlerin Müslümanlık’la özdeşleştirilmesi, Orta­çağ Avrupa tasavvurunun yaygın temalarından biridir. Müslümanların mad­dî ve askerî başarıları bu kötücül ve lanetli güçlere dayandığı için, bu konu­da Hristiyanların dikkatli olmaları gerekir. Dahası İslâm’ın hızla yayılması da büyü ile ilişkilendirilmiştir: Hz. Muhammed, takipçilerini büyü yoluyla kandırmış ve onlara dünyada ve ahirette sahte cennetler vadetmiştir. Bu inancın bir tezâhürü olarak Avrupa’da pek çok büyü-sihir kitabı ortaya çıkmış ve unların çoğunlukla İslâm kaynaklı olduğu varsayılmıştır. Arapçadan tercüme edilen astroloji, büyü, sihir vb. konularla ilgili kitaplar Avrupa’da yayıl- mış ve Islâm’ın büyü ve sihri dinen yasakladığı unutularak, büyücülüğün İs­lâm’ın temel kaidelerinden biri olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Bunun pik örneklerinden biri, Batı’da Picatrix olarak bilinen büyü ve sihir konulu en büyük kitap koleksiyonudur. Mecritî’nin Gâyetu’l-hakîm fi's-sihr kitabına dayanan Picatrix, Latincede birkaç katı genişlemiş ve üzerine pek çok şerh ve haşiye yazılmıştır. Bu eserlerde kötücül büyücüler, genellikle Arap-Müslüman isimleriyle anılır.

Bütün bu ‘şeytanî’ nitelikler, bir tarafta Müslümanların maddî ve dünyevî başarılarını izah ederken, diğer tarafta Hristiyanlara kısmî bir rahatlama duy­gusu verir. Zira savaş meydanında Müslümanların kılıcıyla can veren Hristi- yan askerler ve şövalyeler, herhangi bir düşmana değil, şeytanın desteklediği ordulara karşı mücadele etmektedirler; yenilmelerinin sebebi de budur. Fa­kat böyle bir kötülüğe karşı mücadele ettikleri için her birinin ölümü özeldir, kutsaldır ve epik boyutlardadır. Böylece Müslümanlarla Hristiyanlar arasın­daki her savaş, iki milletin yahut ordunun değil, mutlak iyi ile mutlak kötü­nün, aydınlık ile karanlığın karşı karşıya gelmesidir. Tapınak Şövalyeleri gibi Ortaçağ Hristiyan tarikatlarının dünya görüşü ve ahlâk kodu, bu tasavvura dayanmaktaydı. Bu yüzden Haçlı seferleri esnasındaki İnsanî temaslara ve et­kileşimlere rağmen İslâm ve Müslümanlar paganlık, şeytanî güç, büyü, sihir, şiddet, şehvet gibi temalarla beraber anılmaya devam etti.


Bu izah biçimleri ancak bir noktaya kadar makul ve etkili olmuştur. Şey­tanîleştirme propagandasının yanı sıra Müslümanların asaletinden, cesaretin­den ve doğruluğundan bahseden mülâhazalara da rastlıyoruz. Örneğin, Bi­rinci Haçlı Seferi’nde İznik ve civarındaki Selçuklu Türkleriyle ilk defa kar­şı karşıya gelen Avrupalılar, hasımlarının savaş meydanındaki disiplin ve ce­saretinden etkilenmişti. Bu yüzden Türklerin askerî üstünlüğü ve kahraman­lığı, Ortaçağların sıkça karşımıza çıkan temalarından biridir. Fakat son tah­lilde hasım kabul edilen Türklerin bu başarısını, düşman muhayyilesi içinde izah etmek gerekiyordu. Ortaçağlar boyunca önce Selçuklu ardından Osman­lı Türkleri hakkında uydurulan ve popüler kültürün bir parçası haline gelen efsane, hikâye, mit ve tipolojilerin kaynağı burasıdır. Örneğin, Birinci Haçlı Seferi’ne katılan Normandiyalı bir şövalye, Türklerin savaş meydanında ne kadar kahramanca çarpıştıklarını anlattıktan sonra sözü, Türklerin ve Frenklerin Truvalıların torunları olduğu efsanesine getirir. Truva bağlantısından do­layı, bu iki milletin ortak düşmanı, Yunanlardır. Bu, Avrupalıların o dönem­de Bizans Imparatorluğu’na duydukları husumetin tipik tezâhürlerinden bi­ridir. Fakat Ortaçağ muhayyilesi içinde Türklerin Frenklerle aynı asalet kö­kenine sahip olması, gelecek beklentileri açısından da önemli tazammunları haizdir. Gesta Francorum adlı bir eserin de müellifi olan Normandiyalı Şö-valye, bu bahsi kapatırken, Türklerin Hristiyan olması halinde önlerinde hiç­bir şeyin duramayacağını söyler(42)

Kur'ân Latîncede

Haçlılar döneminin beklenmedik ve dikkat çekici gelişmelerinden biri, Kur’ân ın ilk defa Latinceye tercüme edilmesi olmuştur. Tercümeyi yaptıran, dönemin büyük ilahiyatçılarından Aziz Peter’dir. Tercümeyi yapma görevi, Ketton’lu Robert (ö. 1156) adlı bir İngiliz’e verilir. İngiliz mütercim, Muhammed adlı bir Müslüman’ın da yardımıyla yaptığını söylediği oldukça serbest ve eksik tercümesini, 1147 yılında tamamlar ve Peter’a takdim eder.(43) Tercüme­nin amacı, tahmin edebileceğimiz gibi, “Sarasenler”in kutsal kitabı Kur’ân’ı doğru anlamak değil, düşmanı yakından tanımak, onu kendi silahıyla alt et­mektir. Peter’ın sipariş ettiği tercümeler, Ortaçağ Avrupasında yapılmış ilk ve en önemli tercümelerdir ve bunların ileride ele alacağımız Endülüs’le doğru­dan irtibatı vardır. 1142 yılında İspanya’ya giden Peter, burada Müslüman­ların ve Hristiyanların barış içinde birlikte yaşadıklarını görür. Orada Toledo’lu Peter adında yetenekli bir mütercimle tanışır ve Hristiyan teolog ona, Kindî’nin Risâle’si de dahil olmak üzere bir dizi Arapça eseri Latinceye tercü­me ettirir. Böylece Toledo, Kurtuba ve Sevilla’yla birlikte Arapçadan Latince­ye yapılan tercümelerin en önemli merkezlerinden biri haline gelir.(44)

Peter’in bu küçük tercüme hareketini başlatması, Müslümanların ikna yoluyla Hristiyanlık’a dönecekleri inancına dayanmaktaydı. Dindaşlarından gelebilecek tenkitleri tahmin eden Peter, bu girişimini şöyle gerekçelendirir:

Bu çalışma lüzumsuz görülebilir, zira düşman bu tür silahlara karşı ko­runmasız değildir. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki büyük Kralın Cum­huriyetinde bazı şeyler savunma, bazıları süs, bazıları da her ikisi içindir. Barış timsali (Hz.) Süleyman savunma için silahlar yapmıştı ve bunlar kendi zamanı için gerekliydi. Dâvûd (peygamber) ibadethane için süsler yapmıştı, fakat bunları onun zamanında kullanma imkânı yoktu... Aynı şey bizim çalışmamız için de geçerlidir. Müslümanlar bu çalışma yüzün­den Hristiyan olmasalar da en azından bilgi sahibi kişilerin, en ufak şey­lerden etkilenen Kilisedeki zayıf kardeşlerine destek olmaları gerekir.”(45)

Peter’in bu inancı öylesine köklüdür ki Müslümanların Mezhep yahut Sap­kınlıklarına Karşı adlı kitabında, kendisiyle Müslümanlar arasında çarpıcı mu­kayeseler yaparak onlara neden kılıçla değil de akıl yoluyla ulaşmak istediği­ni açıklar. Bu ünlü paragrafta Peter, bir Avrupalı olarak kendisine ait ‘ben’ bi­lincini, Müslüman kültür ve medeniyetinin tam karşısına koyar ve Doğu-Batı ayrımının çarpıcı örneklerinden birini verir:

Sizden uzaklarda, başka bir dili konuşan, sizinkinden farklı bir yaşam bi­çimine sahip olan, sizin örf ve adetlerinize yabancı biri olarak Batı’nın uzak diyarlarından Doğu’da ve Güney’de yaşayan sizlere bu (satırları) yazmam ve hayatımda hiç görmediğim ve muhtemelen hiçbir zaman gör­meyeceğim kişilere kelimelerle saldırmam garip görünebilir. Fakat ben si­ze, bazılarımızın çoğu zaman yaptığı gibi, silahla değil, sözle; kaba kuv­vetle değil, akılla; nefretle değil, sevgiyle saldırıyorum.(46)

Her hâlükârda Kur’ân’ın Latinceye tercüme edilmesi, tarihî nitelikte bir olaydır. Zira tercüme, Islâm kültürü hakkında başka çalışmaların yapılması­na zemin hazırlamış; eksik ve hatalı yanlarına rağmen, Hristiyan yazarların dayandığı temel bir metin haline gelmiştir. Müteakip asırlarda Fransızca ve İngilizce gibi Batı dillerine yapılan Kur’ân tercümelerinde de referans olarak kullanılmıştır.(47)

Şövalyeler Dönemi

Haçlı seferlerinin İslâm-Batı ilişkileri açısından beklenmedik neticelerin- | den biri de Ortaçağların en önemli iki Hristiyan savaşçı tarikatı olan Tapınak şövalyeleri (Knights Templar; Arapça kaynaklarda Dâviyye olarak geçer) le Hospitalier Şövalyeleri (daha sonra Rodos Şövalyeleri ve son olarak Malta Şövalyeleri; Arapça kaynaklarda İsbitâriyye olarak zikredilir) tarikatlarının ortaya çıkışıdır. İki tarikat da Haçlı ordularının 1099 yılında Kudüs ve civa­rını ele geçirmesinden sonra kurulmuş ve uzun bir müddet Avrupa ile Suri­ye ve Filistin arasında dinî-askerî, malî ve kültürel bir köprü vazifesi görmüş­tür. Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’nın içlerinden Kudüs’e kadar kurduğu geniş ağ sayesinde döneminin en güçlü teşkilâtı haline gelmiş ve hem Haçlı asker­lerine lojistik ve muharip destek sağlamış, hem de Hristiyanların kutsal ka­bul ettiği toprakları ziyaret eden Avrupalı ziyaretçilere güvenlik hizmeti sun­muştur. Hospitalier Şövalyeleri daha uzun bir ömre sahip olmuş ve günümü­ze kadar devam etmiştir.

Tapınak Şövalyeleri’nin kuruluşu 1120 yılına geri gider. Tarikatın ku­rucusu olan Fransız şövalye Hugues de Payens, Kudüs kralı II. Baldwin e ve Kudüs Başpiskoposu Warmund’a, Avrupa’dan Kudüs’e gelen ziyaretçile­ri haydutlara ve eşkıyaya karşı korumak için bir dinî teşkilât kurmayı tek­lif eder. Teklif kabul görür ve yeni tarikata Mescid-i Aksâ’nın Krala ait olan saray kısmında bir yer tahsis edilir. Kendilerine verilen yerin Hz. Süleyman Tapınağı’nın üstünde olduğuna inanan yeni teşkilâtın mensupları, bu mekâ­na atfen tarikatlarının adını Tapınak Şövalyeleri koyarlar. Bu yüzden Haçlı­lar, bugün Hz. Ömer Cami’nin ve Kubbetu’s-sahrâ nın bulunduğu Mescid-i Aksâ’ya ‘Süleyman Tapınağı’ olarak atıfta bulunmuşlardır. Başlangıçta kı­sıtlı imkânlara sahip olan Tapınak Şövalyeleri kısa sürede Avrupanın orta­larından Filistin ve Suriye’ye kadar Hristiyan aleminin en büyük, en güçlü, en zengin ve en organize teşkilâtı haline gelir. St. Bernard’ın kurduğu Sisteryan tarikatını model alan Tapınk Şövalyeleri az yemek, yemek yerken konuşmamak, haftada üç defadan fazla et yememek, mallarını paylaşmak, cinsel ilişkiye girmemek, yalan ve hırsızlıktan uzak durmak gibi dinî ve as­kerî kurallara bağlı yaşamakla mükelleftirler. Üzerinde kırmızı haç olan be­yaz bir cübbe giyerler.(48)

Muharib şövalyeler Haçlılara ciddi askerî destek vermekte ve bazı du­rumlarda öncü güç olarak görev yapmaktaydılar. Haçlı ordularının Hittin Savaşı’ndan on yıl önce 1177 yılında Salâheddîn Eyyûbî’ye karşı Montgisard Muharebesi’nin kazanılmasında kilit bir rol oynadığı bilinmektedir. Bu zafer Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyan alemindeki şöhretini arttırmış ve kralların ve din adamlarının desteğinin devam etmesini sağlamıştır. Tapınak Şövalyeleri’nin güçlenmesinde en önemli rolü oynayan Hristiyan din adamı, şüphesiz yukarıda adı geçen St. Bernard of Clairvaux’dur. Müslümanlara karşı aklî argümanlarla misyonerlik faaliyeti yapılması gerektiğini savunan St. Bernard aynı zamanda İkinci Haçlı Seferi’nin düzenlenmesi için çaba sarf etmiş ve Tapınak Şövalyeleri’ne destek olmuştur. 1130’ların başlarında kaleme aldığı ‘Ye­ni Şövalyelik Yoluna Övgü’ adlı mektubunda St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyanlık tarihinde yeni bir yolu temsil ettiğini ve Tanrı’ya adan­mış rahiplerden ve askerlerden daha üstün bir vasfa sahip olduklarını söyler. Zira bu yolun mensupları, kendilerini hem kılıç yoluyla maddî olarak koru­makta, hem de nefs tezkiyesi yoluyla manevî olarak Tanrı’ya adamaktadır­lar.

Dünyevî şövalyelerin yaptığı, kendi zayıf nefslerinin elinde oyuncak ol­maktan ve savaşçılık oynamaktan öteye gitmez. Oysa gerçek manevî şövalye­nin amacı, kendini Tanrı’ya adamak sûretiyle asil bir karaktere sahip olmak­tır. Bu yolda ölmek ve öldürmek, ne günahtır ne de beyhudedir. Kötü birini öldüren bir şövalye, katil değildir; zira o, bir kötülüğü ortadan kaldırmak sû­retiyle Kilise’ye ve insanlığa hizmet etmektedir: “Hristiyan kişi pagan birinin öldürülmesinden şan ve şeref duyar; çünkü böylece İsâ şereflenir.” St. Ber­nard bununla “Her paganı yani Hristiyan olmayan kişileri ve özellikle Müs­lümanları öldürün çağrısında bulunmuyorum” der; fakat daha büyük kötü­lüklerin engellenmesi için kâfirlerin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer Hristiyan askerlerini İsâ için kılıçla­rına sarılmaya davet eder:

Ey şövalyeler! Güven içinde ilerleyin ve sağlam bir kalple İsâ’nın haçı­nın düşmanlarını geri püskürtün. Şunu bilin ki ne ölüm ne de hayat si­zi sadece İsâ Mesih’te bulunan Tanrı sevgisinden alıkoyabilir. Her teh­like karşısında “Yaşasak da ölsek de biz Rabbimize aitiz” deyin. Böyle bir savaştan zaferle dönmek ne büyük şereftir! Burada şehit düşmek ne büyük kutsiyettir! Ey cesur savaşçı! Eğer yaşar ve Tanrı için galip ge­lirsen, buna sevin. Fakat ölür ve Tanrı’ya kavuşursan, bunun şerefi da­ha da büyüktür. Şüphesiz hayat verimli bir şeydir ve zafer kazanmak şereflidir; fakat kutsal bir ölüm ikisinden de daha önemlidir. Tanrı yo­lunda ölenler mukaddes ise, Tanrı için hayatını verenler ne kadar mu­kaddestir, sen düşün!(49)

Tapınak Şövalyelerinin muharip olmayan mensupları kutsal mekânla­rı ziyaret, finans, toprakların işletilmesi, haberleşme gibi hizmetler sunmak­la mükelleftiler. Avrupa da ilk ‘çek’ sistemini kuranların Tapınak Şövalyele­ri olduğu söylenir. Avrupa’dan yola çıkan ziyaretçiler, para ve değerli eşyala­rını yanlarında taşımak yerine Tapınak Şövalyeleri’ne teslim etmekte, bunun karşılığında bir belge (‘çek’) almakta, gideceği yere ulaştığında bu belgeyi ib­raz ettirmekte ve yanında para taşımadan seyahat edebilmekteydi. Böylece Avrupa’da bankacılık sisteminin ilk nüvesi teşkil etmeye başlar. Bunun yanı sıra Haçlı seferlerine katılan zengin Avrupalılar, mal ve mülklerinin işletme­sini Tapınak Şövalyeleri’ne bırakmakta ve bunun karşılığında senet türü bel­geler almaktaydılar. Bu sayede büyük bir zenginliğe kavuşan tarikat, İngilte­re’den Macaristan’a, Suriye’den Filistin’e kadar çok geniş bir coğrafyada mu­azzam bir finans sistemi kurdu. Papa II. Innocent’in 1139 yılında yayınladı­ğı Omne Datum Optimum adlı genelge ile Tapınak Şövalyeleri, yerel kanun­lardan ve vergilerden muaf tutuldu. Böylece tarikat onlarca şehirde kanunî sınırlama olmadan ve vergi ödemeden şube açma, bağış toplama ve iş yap­ma imkânına kavuştu.

Fakat Mısır, Suriye ve Filistin bölgesindeki Müslüman yöneticilerin ve or­duların Salâheddîn Eyyûbî’nin komutası altında birleşmesiyle beraber tarihin seyri farklı bir mecrada akmaya başlar. 1187 yılında Kudüs’ü geri alan Salâ­heddîn, Haçlıların bölgedeki askerî ve ekonomik hükümranlığına son verir. Kudüs’ün 1229 yılında kısa süreliğine geri alınması genel tabloyu etkilemez ve Haçlılar, Suriye ve Filistin topraklarından tamamen çekilmek zorunda ka­lır. Bu gelişmeler Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer askerî-dinî Hristiyan tarikat­larını doğrudan etkilemiş ve iç çekişmelerin de katkısıyla ortadan kalkmala­rına neden olmuştur. Merkezlerini Akra’ya taşıyan Tapınak Şövalyeleri daha sonra Tarsus, Atlit ve Kıbrıs-Limasol gibi yerleri üs olarak kullandılar. Haç­lı seferlerinin sona ermesi ve şövalye tarikatlarının askerî önemini yitirmesi, Hristiyanlar arasında büyük kavgaların doğmasına neden oldu. İngiltere ile girdiği savaş yüzünden Tapınak Şövalyeleri’ne yüklü miktarda borcu bulunan Fransa Kralı IV Philip, Papa V Clement’e baskı yaparak Tapınak Şövalyele­ri’ne karşı Avrupa çapında büyük bir kovuşturma başlattı. Tarikat mensupla­rı gizli ayinler yapmak, dinsizlik, sapıklık, eşcinsellik, hırsızlık, dolandırıcı­lık gibi ağır suçlarla suçlandılar; işkence altında ‘itiraflar’da bulundular; ama daha sonra bu ifadelerini reddettiler.

Müslümanlara karşı ‘sempati’ besledikleri söylentisi, Tapınak Şövalyelerinin güçlü olduğu yıllarda da muhalifleri tarafından dile getirilmekteydi. Öyle ki, tarikat mensuplarının taptığı ikonlardan birinin adının ‘Baphomet’ olduğu, bunun da İslâm Peygamberi Hz. Muhammed ile ilişkili olduğu bile ileri sürülmüştü. Şüphesiz bu iddia tarihî gerçeklere dayanmıyor. Bu, muhteme­len şövalyelerle Üsâme ibn Munkız gibi Müslüman şahsiyetler arasında kuru­lan sınırlı ama önemli dostlukların beslediği bir düşünceydi. Her hâlükârda bu tür örnekler, insanî-kültürel etkileşimin savaş ortamında da devam ettiği­ni göstermesi bakımından önemlidir.

Fransa Kralı 13 Ekim 1307’de Tapınak Şövalyeleri liderlerinin tutuklan­masını emretti. Papalık yayınladığı bir genelge ile Avrupa’daki bütün tarikat mensuplarının tutuklanmasını ve mallarına el konulmasını talep etti. Engi­zisyon mahkemesinin verdiği karar neticesinde tarikatın son ‘büyük üstadları' Jacques de Molay ve Geoffroi de Charney, 1314 yılında Paris’te diri diri yakıldı. Kurtulabilenler Hospitalier tarikatına katıldılar ve yaşamlarının geri kalanını sessiz bir şekilde geçirdiler.(50)

Tapınak Şövalyeleri, Batı’da dinî düşünce ve edebiyat tarihinde her za­man merak konusu olmuştur. Tarikatın yasaklanmasından sonra neler oldu­ğu, müntesib şövalyelerin intikam peşine düşüp düşmediği, tarikatın yer al­tında yaşamaya devam edip etmediği ve Hz. Süleyman Tapınağı’nda ele ge­çirdikleri varsayılan hâzineleri ne yaptıkları gibi konular hikâye, roman, ef­sane ve filmlere konu olmuştur. Umberto Eco’nun Foucault’s Pendulum, Dan Brown’in The Da Vinci Code ve The Lost Symbol, Robyn Young’ın Brethren adlı romanları; Steven Spielberg’in yönettiği ve Harrison Ford ve Sean Con­nery’nin başrol oyandığı Indiana Jones and the Last Crusade, Jon Turtelta- ub’un yönettiği ve Nicolas Cage’in başrolü oynadığı National Treasure film­leri, ayrıca Assassin’s Creed, The Secret World ve Broken Sword gibi bilgisayar oyunları, bu popüler kültür eserleri arasında zikredilebilir.

Tapınak Şövalyeleri gibi Hospitalier Şövalyeleri de Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesiyle ortaya çıktı ve Ortaçağlar boyunca benzer bir misyona sa­hip oldu. Müslümanlara karşı verdikleri savaşlarla tanınan Hospitalier Şö­valyeleri, Tarsus ve Antakya’dan Kudüs’e kadar pek çok yerde kaleler, as­kerî üsler, askerî depolar, cephanelikler, kiliseler inşa ettiler. Hristiyan Kudüs Krallığı’nın 1291’de yıkılmasından sonra Kıbrıs’a gittiler; ardından Rodos’u kendilerine üs edindiler. Burada Rodos Şövalyeleri olarak anılmaya başlayan grup, 1444’te Mısır Sultanı, 1480’de Fatih Sultan Mehmed tarafından muhasara edildi.

1522’de Kanuni Sultan Süleyman büyük bir orduyla Ro­dos adasına çıktı ve Rodos Şovalyeleri’nin buradaki hakimiyetine son verdi Sonraki yıllarda Rodos ve Malta Şövalyeleri ile Osmanlı donanması arasın­da çeşitli muhabereler yapılmış ve Hrıstiyan şövalyeler ile Osmanlı askerle­ri Tunus, Trablus ve Malta’da karşı karşıya gelmiştir. Sicilya Kralı V. Char­les, Rodos’tan çıkan şövalyelere 1530’da Malta, Gozo ve Trablus’u verir ve böylece bu tarikatın tarihindeki üçüncü aşama olan Malta Şövalyeliği döne­mi başlar. 1565 yılındaki Malta kuşatmasını püskürtmeyi başaran Malta Şö­valyeleri, dönemin en güçlü padişahı olan Kanuni yönetimindeki Osmanlıılara karşı bu zaferi kazanmak süretiyle Avrupa’da yeniden büyük bir şöhre­te kavuşur.

Dahası, Osmanlıların deniz hakimiyeti ve yenilmezliği sorgula­nır hale gelir. Nitekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı’nın kaybedilmesi, bu al­gıyı daha da güçlendirecektir.Sonraki dönemlerde Malta Şövalyeleri dinî kimliğini tamamen yitirmiş ve özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlamış­lardır. Avrupa’da dinî reform hareketleri, sekülerleşme ve Vatikan’ın otori­tesinin sarsılması gibi gelişmeler karşısında dinî şövalyelik kurumu anlam ve önemini tamamen yitirmeye başlayacaktır. Günümüzde Malta Şövalyele­rinin resmî merkezi Roma’dadır. Bir hayır kuruluşu olarak faaliyet gösterdi­ğini söyleyen tarikat, yüzün üzerinde ülkede sağlık hizmetleri vermekte ve İn­sanî yardım faaliyetleri yapmaktadır.

Kökenleri Haçlı seferlerine giden Tapı­nak Şövalyeleri, Hospitalier (Rodos ve Malta) Şövalyeleri, Teutonik Şövalye­leri ve benzeri dinî-askeri Hrisriyan tarikatları, İslâm’ın 11. ve 12. yüzyıllar­daki hızlı yayılımının bir neticesi olarak ortaya çıkmış ve hilal-haç çatışması­nı, kimliğinin kurucu bir unsuru olarak kabul etmiştir. Bu tarikatlar özellikle 13. ve 17. yüzyıllar arasında Ortadoğu’da ve Akdeniz’de, Müslüman toplumlarla ve Osmanlılarla savaş ve barış dönemlerinde ilişki ve etkileşim içerisin­de olmuşlardır. Salâheddîn Eyyûbî’nin kahramanlığını, şövalye ruhunu, cö­mertliğini ve asaletini vurgulayan Batılı eserlerin kaynaklan arasında, onun­la ve askerleriyle bizzat temasa geçen Haçlı askerleri, şövalyeler, tacirler ve seyyahlar bulunmaktaydı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Avrupa’da şövalye­lik tarihini ele alırken dinî-askeri tarikatların Islâm toplumlarıyla olan bu et­kileşimini göz ardı etmek şüphesiz mümkün değildir.(51)

Runciman’a göre, genel açıdan bakıldığında Haçlı seferleri Avrupadan “muazzam bir fiyasko” ile sonuçlandı.(52) Zira, takriben üç yüz yıl boyunca yapılan seferler, ne Hristiyanların birliğini sağladı ne de İslâm’ın yayılışını engelleyebildi. Haçlılar İslâm dünyasının içlerine kadar gelen ilk Avrupalılar olmalarına rağmen, Avrupa’nın İslâm imajı ve Müslüman algısı olumlu bir gelişme göstermedi. Avrupa’dan gelen Haçlılar, Doğu Hristiyanlarıyla yapıcı ilişkiler kuramadılar. Esir düşen bazı Haçlılar, Müslümanlık’ı kabul ederek Memlûk ordusunda önemli mevkilere geldiler.(53) Avrupa’ya dönenler ailelerine ve dostlarına yaşadıkları acıları, sıkıntıları, hayal kırıldıklarını, he­yecanları anlattılar.


Müslümanların Gözüyle Haçlılar

‘Frenkler’ ve ‘Sâlibiyyûn’ olarak anılan Haçlılar, İslâm dünyasının Avru­pa ve Batı Hristiyanlığı hakkındaki tasavvurunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Savaş meydanında karşılaşmak, tanımamn ve tanışmanın en iyi yolu değildir şüphesiz. Hele ki bu karşılaşma iki asırdan fazla bir süreye yayılıyorsa, Anadolu, Şam, Irak ve Filistin topraklarında yaşayan Müslüman toplumların, Avrupa halkları hakkında savaşçı ve hasmane bir algıya sahip ol­ması kaçınılmazdır. Şamlı şair İbn Hayyât (ö. 1123), Haçlı ordularının sefer­berlik hareketini “Müşrikler, taşan nehirleri bile korkutan bir sel gibi akarak/ Sürüklenen dağlar gibi bir orduyla Frenk diyarından kopup geldiler” ifade­leriyle tasvir eder.(54) Akın akın gelen Haçlı ordularının geçtikleri şehir ve ka­sabalarda yaptıkları talan, hem Batılı hem de İslâm kaynaklarında detaylı bir şekilde anlatılır.

Haçlıların, Doğu’da yaşayan pek çok Hristiyan cemaat ara­sında da rahatsızlık ve husûmet yarattığı bilinmektedir. Müslümanların bu sü­reçteki en büyük avantajı, Hristiyanlık hakkında temel bilgilere sahip olma­sı ve Müslümanlar arasında azınlık olarak yaşayan Hristiyan bireylerle temas kurabilmesiydi. İslâm’ın Ehl-i Kitap kabul edilen Yahudi ve Hristiyanlara hu­kukî bir statü vermesi ve temel dinî inançlarını, can ve mallarını güvence al­tına alması da Müslümanların, Avrupa’dan gelen Hristiyanİarİa olan müna­sebetlerinde önemli bir unsurdu. İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 1350), Ehl-i Ki­tap olan Yahudi ve Hristiyanlar için geçerli olan zımmî hukukunun tavizsiz bir şekilde uygulanmasını savunurken, adalet ilkesinin gözetilmesini tavsiye eder ve Müslüman olmayanlara karşı savaşın ancak karşı tarafın saldırması durumunda meşru olacağını söyler.(55) İbn Kayyim’in bu satırları, Haçlı sefer­lerinin etkisini yitirdiği, fakat hatırasının yaşamaya devam ettiği bir dönemde yazdığını akılda tutmak gerekir. Müslüman hukukçular, savaş meydanında ve barış ortamında Hristiyanlara ve dolayısıyla Avrupalı Haçlılara karşı adaletli davranılmasını salık vermiş, aşırılıklara kaçılmasını yasaklamıştır. Müslüman liderler ve komutanlar genellikle bu ilkeye riayet etmişleridir.

Müslüman yazarlar, tarihçiler ve şairler, Haçlılara karşı savaşan Müslü­man liderlere, komutanlara ve askerlere övgüler yazmış ve onların savaş mey­danındaki cesaretini teşvik etmiştir. İbn Münîr, İbn Kayserânî, İmâdeddîn el-İsfehânî, Kadı el-Fâdıl, İbn Sa‘atî, Üsâme ibn Munkız, İbn Senâ el-Mülk, İbnü’l-Kalânisî, İbnü’l-Esîr, Kemâleddîn ibnü’l-Adim, Bahâeddîn ibn Şeddâd, İbn Abdizzâhir ve Makrîzî gibi yazarlar ve tarihçiler, Müslüman komutanla- n överken Haçlı seferleri dönemi hakkında da bize önemli bilgiler aktarmış­lardır. Bu yazarların eserlerinde İmâdeddîn Zengî, Nûreddîn Zengî, Salâheddîn Eyyûbî ve Sultan Baybars gibi komutanların askerî başarıları, müca­deleleri ve cesaretleri hakkında methiyeler, şiirler ve ağıtlar yer alır.(56) Bu ko­mutanlar, Haçlı ordularına karşı savaşan birer kahraman olarak takdim edi­lir ve İslâm’a yaptıkları hizmetlerden övgüyle bahsedilir. Edebî bir form ola­rak bu eserler soyluluk, zekâ, cesaret, kahramanlık, sadakat ve ihlâs gibi te­maları öne çıkartır ve Kudüs’ün alınması gibi tarihî olayları tasvir ederken, aynı zamanda Müslüman okuyucuya yüksek ahlâkî idealler hakkında hatır­latmalarda bulunur.

Bu eserlerde Haçlılar hakkında kayda değer bilgilere rastlıyoruz. Haçlı­ların muharebe taktikleri, kılık-kıyafetleri, ünlü komutanları, kralları, bazı adet ve gelenekleri, dinleri, kadın-erkek ilişkileri, vb. konularda yapılan tas­virler, büyük oranda tarihî gözlemlere dayanırken, aynı zamanda birer ‘tipoloji’ haline getirilmiş ve böylece Haçlılar, Frenkler ve Avrupalı Hristiyanlar hakkında belli bir tasavvurun inşa edilmesine zemin sağlamıştır. Yer yer Haç­lılar hakkında olumlu değerlendirmeler yapılmakla birlikte, çoğunlukla Haçlıların güvenilmez, kaba saba, yalancı, temizlik konusunda lakayt, vb. oldu­ğu ifade edilmiştir. Burada dikkat çekici olan nokta, hu tür negatif tasvirlerin Hristiyanlar hakkında kökten olumsuzlayıcı ve total bir ötekileştirmeye yol açacak özcü mülâhazalara dönüşmemiş olmasıdır.

Avrupadaki Müslüman al­gısı genellikle teolojik temelli bir şeytanîleştirme ve ötekileştirme olarak kar­şımıza çıkar. Yalancı, kaba-saba gibi somut ve tikel gözlemlere dayalı nega­tif tasvirler, bu büyük anlatının destekleyici unsurlarıdır. Ama merkezde tarih-üstü ve teolojik ötekileştirme kategorileri vardır. Müslüman kaynaklarda Haçlılarla ilgili yapılan tasvirlere baktığımızda ise olumsuz değerlendirmele­rin somut ve tikel örneklere dayandığını ve teoloji temelli bir şeytanîleştirme ameliyesine dönüşmediğini görürüz.

Buna bir örnek olarak Şamlı şair İbn Sa'atî’nin Salâheddîn Eyyûbî için yazdığı şiirde karşımıza çıkan Haçlılar tiplemesine bakabiliriz. Haçlıların ver­dikleri sözü tutmadığını ve ahde vefa göstermediğini söyleyen İbn Sa‘atî, on­ları şu sözleriyle hicveder:

Sancakların karşısında düşmanların siyah ciğerleri tiril tiril titredi

Nice haç ve kiliseler, Salâheddîn karşısında aciz kaldı

Yemin ederken yalan yere yemin eden bir topluluk

Nasıl olur da peygamberlerin yurdunda yaşayabilir?(57)

İbnu’l-Kayserânî, Nûreddîn Zengî için yazdığı bir methiyede benzer bir gözlemde bulunur ve bir Haçlı dükünün ihanetine atıfta bulunur:

Hilekâr Comes’ın bağırışını görüyorum

Azdı ve zulmetti

Hukuk gözetmeden yapılana ihanet etti

Ama artık saklanacağı bir ini kalmadı

Hainin kurduğunu, iyilik helâk etti.(58)

Bu tür şiirlerin yanı sıra, Haçlıların gündelik yaşamları, adet ve örfle­ri hakkında da çeşitli tasvirlerin yapıldığını görmekteyiz. Bu tasvirler, hem 12. ve 13. yüzyıllarda Haçlıların günlük hayatları, hem de Müslüman yazar­ların onlara bakış açıları hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Bu ya* zarlar arasında Üsâme ibn Munkız’in özel bir yeri var. Salâheddîn Eyyûbî dö­neminde yaşamış olan ve gözlemlerini Kitâbu’l-İtibâr adlı eserinde bir ara­ ya getiren Üsâme ibn Munkız, “Frenkler” dediği Haçlılar hakkında dikkatli ve yer yer renkli gözlemlerde bulunur. Her ne kadar onları dinî inançları ve gündelik adetleri nedeniyle aşağılarsa da, Frenklerin arasında cesur, sözüne sadık, dürüst insanların bulunduğunu belirtir. Kendi başından geçen bir ha­diseyi aktarırken, dost edindiği bir şövalyenin, ülkesine geri dönerken Üsâme’nin 14 yaşındaki oğlunu kendisiyle göndermesini ve böylece Avrupa’da “savaşçılarla (tanışarak) bilgelik ve şövalyelik” öğrenebileceğini söyler. Üsame bu söz karşısında şaşırır ve oğlunu böyle bir maceraya göndermek iste­mez. Lakın şövalye arkadaşını kırmamak için ona şu cevabı verir: “İnan ben de hep bunu düşünürdüm. Beni bundan alıkoyan tek şey, ninesinin ona çok düşkün olmasıdır. Öyle düşkün ki mesela şimdi onu kendisine geri götürece­ğime dair yemin almadan benimle gelmesine izin vermedi.” Bu cevap üzerine şövalye, Üsâme’ye annesini üzmemesini ve ona itaat etmesini söyler.(59)

Üsâme’nin ‘Frengistan’ dediği Avrupa’dan gelen savaşçılarla, bölgede uzun süredir yaşamakta olan Hristiyanları birbirinden ayırması önemli bir noktadır. Zira diğer kaynaklar da İslâm topraklarına savaşmak için gelen Av­rupalı Hristiyanların zaman içinde yerel kültür ve adetleri benimsediklerini; bir kısmının kültürel olarak asimile olduğunu ve bazılarının da Müslümanlı­ğı seçerek kendi ülkelerine hiç dönmediğini bildirmektedir. Bu noktaya dik­kat çeken Üsâme, “Frenkler arasında Müslümanlara alışıp uyum sağlayanlar da vardır. Bunlar Frenk topraklarından yeni gelmiş olanlara nazaran daha iyidir” der.(60) Buna örnek olarak da bir dostunun başından geçen bir hadiseyi aktarır. Üsâme’nin Theodoros Sophianos adlı arkadaşı, Üsâme’nin dostunu Antakya’daki Frenk arkadaşının evine davet eder. Sofra kurulur. Üsâme’nin dostu yemek istemez. Bunun üzerine ev sahibi şövalye şöyle der: “Gönül ra­hatlığıyla yiyebilirsin. Ben Frenk yemekleri yemem. Yemekleri, kendi pişir­diklerinden başka bir şey yemeyen Mısırlı kadınlarımız pişiriyor. Ayrıca evi­me kesinlikle domuz girmez.”(61)

Üsâme, kültürel alışverişe örnek teşkil eden bu tür konuların yanı sı­ra Haçlıların tedavi yöntemleri hakkında da bilgi verir ve Avrupa’dan gelen Frenklerin çoğunun tıp ve cerrahî müdahale alanlarında geri olduğunu söy­ler. Ayrıca Frenk erkeklerinin kadınlarını kıskanma ve namuslarını koruma konusunda lakayt ve özensiz olduklarını aktarır. Haçlıların cehalet ve kabalıklarına örnek olarak, Mescid-i Aksâ’da namaz kılarken bir Frenk’in kendisi, ne saldırmasını ve doğuya doğru namaz kılması için fizikî müdahalede bulun­masından bahseder. Diğer Haçlılar adama birkaç kez müdahale eder ve Üsâme’yi serbest bırakmasını söyler. Usâme şu notu düşer: “O iblis herifin kıb­leye doğru ibadet eden birini gördüğündeki davranışı, yüzünün renginin de­ğişmesi, titremesi, hâlet-i rûhiyesi beni hayrete düşürmüştü.”(62)

Nûreddîn Zenginin ve Salâheddîn Eyyûbî’nin sekreterliğini yapan ve ta­rih ve edebiyat alanında önemli eserlere imza atan İmâdeddîn Zengî, Frenk kadınları konusunda iki farklı hikâye anlatır. Her iki hikâye de tarihî nüans­ları yansıtması açısından önemlidir. İmâdeddîn birinci bölümde, Avrupa’dan getirilen fahişelerden bahseder. Sayıları üç yüzü bulan fahişeler, savaşan Haç­lı askerlerini eğlendirmek için gönderilmiştir. Yazarımız, kutsal savaş ve Ku­düs için yola çıktıklarını söyleyen Haçlıların böyle bir ahlâksızlığı nasıl meş­ru gördüklerini anlamakta zorlanır. Birkaç zayıf Müslümanın da fahişelerin cazibesine kapılıp şehvet âlemlerine katıldığını söyler ve bu işe karışan Hris- tiyanları ve Müslümanları zemmeder. Bunun ardından Hristiyan kadınların zaman zaman savaşlara büyük bir cesaret ile katıldığını ve bu vesileyle cenne­te gitmek istediklerini söyler. Bu kadınlar savaşta en az erkekler kadar yiğitçe savaşırlar. Miğferlerini çıkartana kadar onların kadın olduğunu kimse anla­maz. Bunlar arasında savaşta başarılı olanlar bulunduğu gibi, yaralanan, esir düşen, köle olarak satılan ve dul kalan kadınlar da vardır. İmâdeddîn, Haçlı­lar arasında çok sayıda yaşlı ve dul kadının bulunduğuna dikkat çeker ve bun­ların bazen bir yük ve ayak bağı olarak görüldüğünü söyler.(63)

Haçlılar dönemi, İslâm-Batı ilişkilerinde uzun bir döneme tekabül eder. Siyasî müzakereler, savaşlar, askerî zaferler ve hezimetler, ticarî ve kültürel et­kileşim, dinî algılar ve İnsanî ilişkiler ağı etrafında şekillenen bu dönem, hem Avrupa hem de İslâm tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuş ve etkile­ri modern zamanlara kadar devam etmiştir. Haçlı seferleri sırasında ve takip eden asırlarda yaşanan hadiseler, İslâm ve Avrupa toplumları arasında yeni ilişki biçimlerinin ve etki alanlarının da ortaya çıkmasına zemin hazırlamış­tır. Burada özellikle 12.-14. yüzyıllar ayrı bir öneme sahip. Zira Ortaçağ Av­rupa Hristiyan düşüncesi bu dönemde tebellür etmiş ve kendi kimliğini bul­muştur. Fakat bu dönem aynı zamanda Batı düşünce ve kültürünün İslâm me­deniyetinden en fazla etki aldığı zaman dilimlerinden biridir...

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;87-128

Dipnotlar:

1- Jonathan Riley-Smith, “The Crusading Movement and Historians”, Jonathan Ri- ley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades (Oxford: Oxford University Press, 1995), s. 4-5.

2. Robert the Monk, Historia Iberosolimitana, RHC Occ. Ill, s. 727-8’den aktaran Thomas Asbridge, The First Crusade: A New History (Oxford: Oxford University Press, 2004), s. 1.

3. Bkz. Thomas Asbridge, The First Crusade, s. 31-39.

4. Asbridge, The First Crusade, s. 318-320.

5. Carole Hillenbrand, The Crusades: lslamic Perspectîves (Edinburg: Edinburg Uni* versity Press, 1999), s. 47-48.

6. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanmda Türkiye: 1071-1328 (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2002; 7. Baskı), s. 98-111 ve Amin Maalouf, The Crusades Through Arab Eyes (New York: Schocken, 1984), s. 3-18.

7. Işın Demirkent, “Haçlılar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul, 1996), Cilt 14, s. 539.

8. Haçlı seferlerine İslâm-Batı ilişkileri açısından bakan derli toplu bir değerlendirme için bkz. Rollin Armour, İslam, Christianity and the West: A Troubled History (New York: Orbis Books, 2003), s. 63-79.

9. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev. Fikret Işıltan (Ankara: Türk Tarih Ku­rumu Yayınları, 2008; 3. Baskı), Cilt III, s. 249.

10. Ramazan Şeşen,“ Salâheddîn Eyyûbî”, TDVİslâm Ansiklopedisi, cilt 36, s. 337-340.

11. Batı edebiyatında Salâheddîn Eyyûbî teması için bkz. Margaret Jubb, The Legend of Saladin in Western Literature and Historiography (London: Mellen Pres, 2000).

12. Allenby’nin Kudüs’e girdiği gün, İngiliz mizah dergisi Punch bir karikatür yayımlar: ‘Son Haçlı Seferi’ başlığını taşıyan karikatürde, İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard zırhım giymiş bir şekilde atının üzerinde ve elinde kılıçla şöyle der: “Rüyam niyahet gerçek oldu-\Bkz Frederick Quinn, The of All Heresies: The Image of lam in Western Thought (Oxford: Oxford University Press 20081 , m

13-Ilan Pappe,The Ethic Cleansing of Palestine (Oxford: Oneworld, 2008), s. 218.

14, Demirkent, “Haçlılar”, s. 537; Runciman, Haçlt Seferleri Tarihi, III, s. 47.

15. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 212.

16. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 213.

17. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 214.

18.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, III, s. 65.

19. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 216-7; Hamilton Gibb, The Life of Sa-ladin (London: Saqi Books, 2006; ilk baskı 1973), s. 88-90; Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyûbî ve Devlet (İstanbul: Çağ Yayınları,1987).

20. James Reston, Warriors of God: Richard the Lionheart and Saladin in the Third Cru- sade (New York: Anchor Books, 2002), s. xviii.

21/La Chanson de Roland ve diğer şarkı ve şiirler için bkz. Michael Routledge, “Songs” Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades s. -91-111.

22. Demirkent, “Haçlılar”, s. 525-546.

23. Bkz. Courbage ve Fargues, Cbristians and Jetvs under İslam, s. 44-56.

24, The Travels of ibn Jubayr, tr. Roland Broadhurst (London, 1952), s. 316-7. Courba- ge ve Fargues, a.g.e., s. 48’de, Amin Malouf, The Crusades Through the Arab Eyes s. X’da aynı paragrafı nakleder. Müslüman tarihçilerin Haçlı seferleri hakkındaki de­ğerlendirmelerini içeren önemli bir derleme için bkz. Francesco Gabrieli, Arab His­torians of the Crusades (New York: Barnes and Nobles, 1993).

25. The Travels of Ibn Jubayr, s. 300-1.

26. Cardini, Europe and İslam, s. 75.

27. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 211, dipnot 11.

28. Peter Jackson, The Mongols and the West: 1221-1410 (Edinburgh: Pearson/Long­man, 2005), s. 97.

29. William of Rubruck, The Journey of William of Rubruck to the Eastern Parts of the World, 12S3-S5 with Two Accounts of the Earlier Journey ofJohn of Pian de Carpine (London: The Hakluyt Society, 1900; yeniden basım New Delhi: Asian Educati­onal Services, 1998), s. 235.

30. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 259.

31. Jackson, The Mongols and the West, s. 20-1 ve 97-99.

32. Güyük’ün mektubu ve diğer yazışmalar için bkz: Christopher Dawson, The Mongol Mission: Narratives and Letters of the Franciscan Missionaries in Mongolia and Chi­na in the Thirteenth and Fourteenth Centuries (New York: 1955), s. 86. Ayrıca bk. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 221.

33- Rene Grousset, Histoire des Croisades III, 1188-1291 (Paris: Perrin, 1936), s. 650.

34. De considerations, III, I, 3-4, zikreden Benjamin Z. Kedar, Crusade and Mission: European Attitudes toward the Muslims (Princeton: Princeton University Press, 1984), s. 61.

35. Robert Burns, “Christian-Islamic Confrontation in the West: The Thirteenth Cen­tury Dream of Conversion”, The American Historical Reviewr Vol. 76, No. 5 (1971 h s. 1390 (1386-1434).

36.Olcaytu’nun Budizm ve Hristiyanlık’ı etraflı bir şekilde inceledikten sonra İslâm’ı kabul etmesi ve Şîa mezhebini benimsemesi, hem Müslüman-Hristiyan ilişkileri hem de Şiîlik tarihi açısından tarihî bir olaydır. Moğolların İslâm’ı kabul edişine gösteri­len Hristiyan tepkiler için bkz. David Bundy, “The Syriac and Armenian Christian Responses to the Islamification of the Mongols”, John Victor Tolan (ed.), Medieval Christian Perceptions os İslam(New York/London: Garland Publishing, 1996)

37. The Travels of Marco Polo, haz. Aldo Ricci (London: 1931), s. 6-7.

38. John Man, Kublai Khan: The Mongol King who Remade China (London: Bantam Books, 2006), s. 366 yd.

39- The Travels of Marco Polo, s. 110-2.

40. Marcus Bull, “Origins”, Jonathan Riley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the CrusadeSy s. 18.

41. Cardini, Europe and İslam, s. 79-81.

42. Cardini, Europe and Islam, s. 83.

43. Ketton’ın terümesi için bkz. Mane-Thérèse d’Alverny, “Deux Traductions Latines du Coran au Moyen Age” Archives d'histoire doctrinale et littéraire du Moyen Age 16 (Paris: Librairie J. Vrin, 1948); makale yazarın şu kitabına alınmıştır: La connais­sance de l’Islam dans l'Occident médiéval (Great Britain: Variorum, 1994), I, s. 69- 131. Yazar burada Toledo’lu Mark’ın yaptığı Latince Kur’ân tercümesini de değer­lendirir. Ayrıca bkz. James Kritzeck, “Robert of Ketton’s Translation of the Qur’an”, Islamic Quarterly, II: 4 (1955), s. 309-312.

44. Peter’in tercüme faaliyetleri için bkz. James Kritzeck, Peter the Venerable and Islam (Princeton: Princeton University Press, 1964), s. 24-36.

45. Nakleden R. W. Southern, 'Western Views of Islam, (Cambridge: Harvard University Press, 1962), s. 38-9. s. 38-9.

46. Nakleden Kritzeck, Peter the Venerable and Islam, s. 161.

47. Cf. Kenneth M. Setton, Western Hostility to Islam and Prophecies of Turkish Dootn (Philadelphia: American Philosophical Society, 1991), s. 47-53.

48.Desmond Seward, The Monks of War' The Military Religious Orders(London p?guin Books, 1995), s. 30-31.

49. St. Bernard of Clairvaux, ‘In Praise of the New Knighthood’, The Works of St. Ber­nard of Clairvaux, Volume 7, Treatises III, (Michigan: Cisterian Publications, 1977), s. 128.

50. 2001 yılında ortaya çıkartılan Chinon belgesine göre Papa V. Clement, 1308 yılında Tapınak Şövalyelerinin masumiyetini kabul etmiş ve dinsizlik ve sapıklık suçlamalarını reddetmiştir. Vatikan’ın bugünkü resmî pozisyonuna göre Tapınak Şovalyeleri’ne yapılanlar haksızlıktı ve Papa, akrabası olan Fransız Kralı Philip’in yoğun baskısı altında bu yola başvurmak zorunda kalmıştı.

51.Şovalye Tarikatları, Haçlılar ve İslâm dünyasıyla ilişkiler hakkında daha fazla bilgi içinAlan John Forey,Military Orden and Crusades (Hampshire: Variorum, 1994) ve aynı müellif, The Military Orden From the Twelfth to the Early Fourteenth Cen- tunes (Basingstoke: Macmillan Education,1992).

52. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 396.

53. David Nicolle, The Crusades (Michigan: Fritzboy Dearborn Publishers, 2001), s. 81*

54. İbn Hayyât, Dîvân, s. 182, nakleden İbrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006), s, 175.

55. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâm ehli’z-zimme, neşreden Subhi es-Sâlih (Beyrut: Dâ- rul’l-ilm li’l-âlemîn, 1983), Cilt I, s. 17.

56.Bu kaynaklar için bkz. Francesco Gabrieli, Arab Historians of the Crusades (New York: Barrnes and Noble, 1993; ilk baskı 1957) ve Ibrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006).

57. İbn Sa‘atî, Dîvân, nakleden Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 183.

58. Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 184.

59: Üsâme ibn Munkız, İbretler Kitabı, tercüme eden Yusuf Ziya Cömert (İstanbul- Ses
Yayınları, 1992), s. 182.

60. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 182.

61. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 189.
62. Üsâme ibn Munkız, s. 183. W

63. Nakleden Gabrieli, Arab Historians of the Crusades, s. 204-7.
Devamını Oku »

Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (1.Yazı)

Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (1.Yazı)



Kabaca 1000-1500 yıllarını kapsayan klasik ve geç Ortaçağlarda İslâm-Batı ilişkileri birkaç koldan ilerlemiştir. Kuzey ve Batı Avrupa, İslâm dünyasına kapılarını kapattığı halde bilim ve felsefe alanlarında Müslüman düşünürlerden derin etkiler almıştır. Güney İspanya ve Sicilya’da yaşanan ''convivencia” tecrübesi Müslüman, Yahudi ve Hristiyanları bir araya getirmiş ve ortak bir kültürün inşasına imkân sağlamıştır. Öte yandan 11. yüzyılın sonunda başlayıp 13. yüzyılın ikinci yarısında sona eren Haçlı seferleri,Avrupalı Hristiyanları İslâm topraklarına getirmiş, Müslümanlara da Frenkleri’ savaş meydanlarında, barış müzakerelerinde, pazar ve çarşılarda, kalelerde, yolculuklarda tanıma imkânı vermiştir. İki asırlık bu mücadele dönemi, iki kültür üzerinde derin etkiler bırakmış ve hatırası modern zamanlara kadar korunmuştur.

Her ne kadar Haçlı seferleri deyince akla Doğu-İslâm topraklarına yapı­lan askerî seferler geliyorsa da Avrupalı Hristiyanlar ve yöneticiler orta, Ku­zey ve Güney Avrupa’ya da çeşitli Haçlı seferleri düzenlemişler ve bu bölgele­re açtıkları savaşları Haçlı sancağı altında tanımlamaya çalışmışlardır. 1187’de Kudüs’ün tekrar Müslümanların eline geçmesiyle beraber Haçlı seferleri Doğu’nun yanı sıra Avrupa’nın güney bölgelerine de yönelmeye başlar. 1187- 1260 arasında İspanya ve Kuzey Afrika’ya seferler düzenlenir. Endülüs MüsIumanlarına karşı yürütülen mücadele, diğer Haçlı seferlerinden farklı görülmez. 1236’da Kurtuba, 1248’de İşbiliye ve 1253’te Belensiye alınır. 1492 Avrupa’nın son Müslüman ve Yahudi toplulukları ireconquista' seferberlik çerçevesinde yurtlarından ihraç edilir.

Güney İspanya’nın yanı sıra Baltık bölgesine de Haçlı seferleri düzenlenir; 12. ve 13. yüzyıllarda Estonya, Finlandiya ve Polonya’ya karşı savaşlar açılır. Papanın düşmanı kabul edilen ve sa­pık addedilen gruplara karşı Almanya, Fransa, Aragon, Bohemya, Bosna  İtalya’ya seferler tertip edilir. Yunanlara ve Ortodoks Ruslara karşı da sefer­ler düzenlendiği bilinmektedir.(1)Bu geniş manada Haçlı seferleri ve Haçlı as­kerleri, Avrupa tarihinde güçlü bir dinî ve siyasî içerik kazanmış ve Hristiyanlık’ın askerî tarihinin en iyi bilinen sembollerinden biri haline gelmiştir.Haçlı seferleri, 1095 yılının Kasım ayında Fransa’nın Clermont şehrinde Papa II. Urban’ın başkanlık ettiği bir toplantıyla başlar. Toplantının bittiği 27 Kasım günü Papa, meydanda dramatik bir konuşma yapar ve bütün Avrupa’yı kutsal toprakları “dinsiz sapıkların” yani Müslümanların elinden kurtarmaya davet eder. Konuşmasında dinî argümanlar kullanan II. Urban, Kudüs’ün de içinde bulunduğu kutsal toprakların Hristiyanlara ait olduğunu, Hz. Isâ’nın burada doğup vaftiz edildiğini, ilk kilisenin burada kurulduğunu ve “Tanrı’nın Krallığı”nı yeniden tesis etmek için bu toprakların mutlaka Hristiyan idare­sine geçmesi gerektiğini söyler. Hristiyan Avrupa derhal harekete geçmeli ve kutsal toprakları tekrar Kilisenin idaresine katmalıdır.

Papa’nın etkili bir vaaz olarak irad ettiği konuşması 11. yüzyılın sonun­da Avrupa’nın genel düşünce dünyasını ve İslâm dünyasına yönelik tutum­ları anlamak açısından önemli ipuçları sunar. Haçlı seferlerini dinî bir teme­le oturtmak için kullanılan argümanlar, Hristiyanlık’ın savaşa ve kıtale bakış açısını ortaya koyması açısından da önemlidir. Haçlı seferleri, Avrupa’daki diğer savaşlardan farklı olarak, bizzat Kilisenin sevk ve idare ettiği ve kıtala­rarası siyasete müdahil olduğu bir süreçtir.

Papa II. Urban, Haçlı seferlerine gerekçe olarak Kudüs’te Hz. İsâ’nın medfun olduğuna inanılan yere yapılan Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’nin Fâtımî sultanı Hakîm bi-Emrillah tarafından yıktırılmasını ve Filistin’de­ki Hristiyanlara baskı yapılmasını gösterir. Fâtımî sultanının, 11. yüzyılın ba­şında giriştiği bu uygulama, hem Fâtımî hem de genel İslâm tarihi açısından istisnai bir durumdur. Hakîm’in eksantrik kişiliği, tarih ve biyografi kaynakla­rında detaylı bir şekilde anlatılır. 1005 yılında Dâru’l-ilm adlı bilim merkezini kuran, Mescidül-hakim adlı büyük caminin inşasını tamamlayan Hakîm, ay­ni zamanda Şîîlik in bir alt kolu olan Dürzîlik’in ortaya çıkışında da etkin bir rol oynamıştır. Kutsal Mezar Kilisesi’ni yıktıran aynı Hakîm, birkaç yıl sonra yıktırdığı bazı kiliseleri yeniden yaptırır ve Hristiyanlara karşı tekrar müsa­mahalı politikalar izlemeye başlar. Papa II. Urban’ın çelişkilerle dolu Hakîm dönemini Önemli bir fırsat olarak değerlendirdiğinde şüphe yok.

Hristiyanlık’ı benimsemiş Avrupa halkları, Haçlı seferleri gibi ulus ve devlet ötesi bir çağrıya kıılak vermeye hazırdılar. İnsanların dünyaya günah­kâr geldiği ve bundan kurtulmak için bu dünyada iyi ameller yapması gerek­tiği, lâkin nihai hükmün Hz. İsâ’ya ait olduğu inancı, Hristiyan otoriteleri­nin dinî bir savaş çağrısı yapmalarını kolaylaştıran bir unsurdu. Öte yandan Bizans İmparatorluğu kutsal savaş, kahramanlık, şövalyelik, onur, savaşçılık gibi kavramları, Hristiyanlık’ın dinî argümanlarına ve onayına ihtiyaç duy­madan seküiler bir çerçevede zaten kullanmaktaydı. Fakat özellikle Konstantin’den sonra kadim Roma-Bizans savaş kültürüyle Kilisenin takdis edici oto­ritesi birleşecek ve kime karşı yapılırsa yapılsın, imparatorluğun bütün savaş­larına dinî bir renk katacaktır. Bu manada Roma-Bizans’ın Müslüman dün­yasına karşı başlattığı savaş -Haçlı seferleri ve diğerleri- bir dinler çatışması olmaktan ziyade bir güç mücadelesinin ifadesiydi. Kilisenin onayı ve takdisi, kitleleri harekete geçirmek ve kamuoyu vicdanını kendi tarafına çekmek için gerekliydi. Bu iki kültürün -Roma-Bizans ve Hristiyanlık- bu şekilde bir ara­ya gelmesi, 11. yüzyıl Avrupa tarihinin önemli kırılma noktalarından biridir.

Bu çerçevede Papa II. Urban, ilk defa St. Augustine’in formüle ettiği ve daha sonra St. Thomas Aquinas’ın geliştireceği ‘haklı/meşru savaş’ {jus ad bellurtı) kavramını kullanarak yaptığı çağrıya dinî ve siyasî bir temel oluşturma­ya çalışır. Ortaçağ Hristiyan düşünürlerinin geliştirdiği ‘haklı/meşru savaş’ te­orisi, prensipte şiddeti en son çare olarak görür ve saldırı, katliam ve nefs-i müdafaa gibi gerekçeleri savaş için temel sebep kabul eder. Aynı şekilde sa­vaş esnasında uyulması gereken bir dizi kural belirler ki bunlara da jus in bel­le adı verilir. Bu ilkeler ışığında büyük bir dinî seferberlik ve savaş başlatabil­mek için II. Urban, Hz. İsa'nın doğduğu ve yaşadığı yer olması hasebiyle kut­sal kabul edilen Kudüs’ün barbar ve despotik Tanrı-tanımazların elinde acı çektiğini, burada yaşayan Hristiyanların zulüm gördüğünü, kadınlarının kirlendiğini, çocuklarının kaçırıldığını, kiliselerinin yakıldığını, vs. anlatan bir söylem geliştirir ve şöyle der:

Tanrıya tamamen düşman olan bir kavim Hristiyan topraklarını işgal etmiş ve insanları kılıçla,işgalle ve ateşle hükmü altına almıştır. Bu insanlar şen-i amellerinin kirlettiği kutsal adak yerlerini yıkmıştır. Hristiyanları zorla sünnet etmiş ve buradan çıkan kanı, kutsal adak yerlerine ya da vaftiz çanaklarına saçmışlardır, Ve işkence yapmak istedikleri kişilerin karınlarını deşmiş, hayatî organlarım parçalamış, bir kazığa bağla­yarak onları sürüklemiş ve kırbaçlamış, böylece onları öldürmeden önce bütün iç organlarını dışarı çıkartmıştır. Kadınlara karşı uygulanan şidde­te ne diyeyim? Bıı şiddet o kadardır ki onun hakkında konuşmak, susmaktan daha kötüdür.

Milletler arasında Tanrı size savaşta fevkalâde bir üstünlük, büyük bir kalp, size karşı gelen herkesi susturabilecek hafif ve güçlü bir beden ver­mişken, bunun intikamını almak ve bu durumu düzeltmek kime düşüyor?(2)

Oysa bu iddiaların hiçbiri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyordu. Zira Doğu Hristiyanları ve özellikle Kudüs ve civarında yaşayan gayr-ı Müslim toplu­luklar baskı altında değillerdi. Herhangi bir sistematik yahut toplu öldürme söz. konusu olmadığı gibi, Yahudi ve Hristiyanlar Ehl-i Kitap olarak “zımmî” hukukunun kendilerine sağladığı haklardan istifade etmekteydi. Doğu Hristiyanları Abbasî Devleti’nde ve diğer beylik ve sultanlıklarda bürokrat, dok­tor, maliyeci, muhasib, mütercim, vb. olarak görev yapmaktaydılar ve bu du­rumu Roma yahut Vatikan yönetimine tercih ediyorlardı. Bu manada Haçlı seferleri için yapılan çağrıda kullanılan dil ve üretilen efsaneler, Papalık dü­zeyinde İslam karşıtı propaganda faaliyetlerinin ilk örneğidir.

Papa II. Urban’ın davetine göre, bu seferin amacı sadece kişisel günahlar­dan kurtulmak değil, aynı zamanda Hz. Isâ için zorluklara katlanmak ve bel­ki de onun yolunda ölmek sûretiyle cenneti garantilemekti. Buna, Avrupa’da yayılmaya başlayan Islâm karşıtı polemikler, efsaneler, ön yargılar ve husu­met eklenince asker, asilzade, sıradan vatandaş, tüccar, meraklı ve maceracı insanların oluşturduğu orduların kısa sürede yola çıkması işten bile değildi. Böylece Kilise hiyerarşisi dışında kalan ve dinî bir yetki ve sıfata sahip olma­yan insanlar da büyük bir dinî eylemin içinde, hatta merkezinde rol alma şan­sına sahip olmaktaydı. Kendisi de basit bir kökenden gelen II. Urban’ın kitleleri harekete geçirmek için bu hissi etkili bir şekilde kullandığı görülüvor.(3)

Bu hissiyatla harekete geçen kitleler “Tanrı’nın emri, Tanrı’nın emri” sloga­nıyla yollara döküldüler.Fakat Haçlı seferlerinin sadece dinî gerekçelerle yapıldığını söylemek ha­ta olur. Papanın dini otoritesini siyasî bir güç haline getirme kaygısının yanı sıra başka etkenlerin de süreçte önemli bir rol oynadığını ifade etmek gere­kir. Bunların başında Batı ve Doğu Hristiyan topluluklarını birleştirme çaba­sı gelir. Asırlardır ayrı dinî ve siyasî otoritelere bağlı olan Hristiyan cemaat­lerinin birleşmesi, Avrupa devletleri için tarihî bir fırsat olabilirdi. Papa, Av­rupa'nın dinî ve siyasî birliğini sağlama konusunda imparator ve derebeyleri­nin tam desteğine sahipti ve kendini onlardan güçlü görüyordu. Dinî birlik, Avrupa’nın siyasî sınırlarını Arap Yarımadası’na kadar genişletebilirdi. Bu ma­nada Haçlı seferlerinin asıl misyonu, Papa, krallar ve derebeylerinin öncülü­ğünde bir “birleşik Avrupa” yaratmaktı.

Avrupa’yı tek bir siyasî önderlikte, Hristiyanlık’ı da Katolik Kilisesi’nin dinî otoritesi altında birleştirme projesi, Nesturîler başta olmak üzere Doğu­lu Hristiyan cemaatlerinin kahir ekseriyeti tarafından reddedilecektir. Nes­turîler, İznik Konsili’nin sonuç bildirgesine ilk karşı çıkan gruptu. Nesturîlik, Antakyalı bir din adamı olan Nestorius tarafından kurulmuştu. Nesturi inan­ana göre Hz. İsâ, Tanrı’nın kelimesinin kendisinde tecellî ettiği bir insandır. Monofizitler ise İskenderiye Piskoposuna bağlı olup Hz. İsâ’nın tamamen İlâhî bir tabiata sahip olduğuna inanıyorlardı. Bu dönemde Irak’ta yaşayan Hristiyanların büyük çoğunluğunun Nesturi olduğu tahmin ediliyor. Hristiyanlık’ı resmî din haline getiren Roma imparatorları, İstanbul’un Hristiyanlık’ın ikin­ci başkenti olmasını ve bütün dünya Hristiyanlarının kendilerine bağlı olma­larını istiyorlardı. Hz. İsâ’nın Baba ve Oğul’dan oluşan hem İlâhî hem de İn­sanî iki tabiatı olduğu öğretisi bütün Hristiyanlara empoze edildiğinde, gös­terilen tepkiler dinî olduğu kadar aynı zamanda siyasî idi. Teolojik tartışma­ların ötesinde Doğu Hristiyanları, Roma yahut İstanbul’un hakimiyetini ka­bul etmeye yanaşmıyordu.

Haçlı Seferleri Başlıyor

1096 yılında başlayıp 1270 yılında sona eren Haçlı seferlerinden sekiz tanesi önemlidir. 1096-1099 yılları arasında yapılan ve bütün seferler içinde Batıklara tek zafer getiren ilk seferde Haçlılar Kudüs’ü ele geçirdiler ve Su­riye ve Filistin’de “Latin Devletleri ”ni kurdular. Bu devletler; Urfa Kontlu­ğu (1098-1144), Antakya Eyaleti (1098-1268), Kudüs Krallığı (1099-1187), Trablus Kontluğu (1109-1289), Edessa Eyaleti (1098-1144) ve Kilikya’daki Ermenistan Krallığı’dır (1098-1375). Bu eyalet ve kontluklar, Anadolu’nun doğu ve güney bölgelerinde ve Suriye-Filistin hattında kurulmuş ve Haçlı seferlerinin devam etmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat bu siyasî yapılar, zaman içinde zayıflayarak ortadan kalkmıştır.

Beş haftalık bir kuşatmadan sonra 1099 yılında Haçlıların eline geçen Kudüs, uzun tarihinin en dramatik ve acılı anlarından birini yaşadı. Haçlılar hiçbir ayrım yapmadan şehirde büyük bir katliam yaptılar. Kubbetu’s-sahrâ’ya ve Mescid-i Aksâ’ya sığınan Müslüman halk dahi bu katliamdan kurtulama­dı. Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle şehirdeki Yahudiler de kat­ledildi; sinagogları yakılarak ateşe verildi. Mescid-i Aksâ talan edildi ve de­ğerli eşyalar çalındı. Müslümanların mabedleri kilise, misafirhane, depo, vb. yerlere çevrildi. Kudüs’te yapılan katliam, Batılı kaynaklarda dahi büyük bir trajedi olarak anlatılır. Tarihçi Raimundus Aguliers, şehrin ele geçirilmesin­den bir gün sonra Harem-i Şerif mahallesine giderken ceset yığınları arasın­dan geçtiğini ve akan kanın dizlerine kadar sıçradığını aktarır. Altın ve mü­cevher gibi kıymetli taşların bulunduğu gerekçesiyle pek çok Müslüman Ku­düslünün karınlarının deşildiği rivayet edilmektedir. Kaynaklar, şehrin bir­kaç gün içinde ceset ve kan kokusuyla dolduğunu; salgın hastalıkların başla­ması ihtimalinden dolayı temizlik yapılması talimatı verildiğini aktarır. Müs­lümanların cesetlerini bir araya getirip topluca yakmak işi de şehirde kalan Müslümanlara zorla yaptırılır.(4)

Birinci Haçlı Seferi’nin Kudüs’ün ele geçirilmesiyle neticelenmesinin çe­şitli sebepleri olduğunu ifade etmek gerekir. Avrupa tarihinde ilk defa dinî bir ihtirasla yola çıkan on binlerce Hristiyan birkaç yıl içinde böyle büyük bir zafere imza atacağını muhtemelen tahmin etmiyordu. İlk Haçlıların büyük bir direnişle karşılaşmadan Anadolu’yu ve Suriye topraklarını geçerek Filis­tin’e kadar gelmesinde İslâm dünyasının 11. yüzyılın sonunda içine düştüğü siyasî dağınıklık ve iç ihtilaflar da önemli bir rol oynamıştır. Şam, Halep ve Musul’da bulunan Müslüman güçleri birlik olabilseydi, Haçlı ordusunu An­takya civarında durdurabileceklerdi. Fakat Selçuklular, Abbâsîler ve Fâtımî- ler arasındaki siyasî çekişme, merkezî ve birleştirici bir gücün ortaya çıkma­sına imkân vermedi. Melikşah’ın 1092 yılında vefat etmesinin ardından Sel­çuklu Devleti’nin bölünmeye başlaması da bunda etkili oldu. Müteakip dö­nemlerde ve özellikle Salâheddîn Eyyûbî’den sonra birlik içinde hareket eden İslâm dünyası, yeni Haçlı seferlerinin başarılı olmasını engellemiştir.(5) Müslüman yönetici ve komutanların hazırlıksız yakalanmasındaki bir diğer etken, Trenkier’ olarak bilinen Haçlı ordularının, zafiyet içindeki Bizans ile aynı kabul edilmesiydi. Kudüs ve civan kaybedilinceye kadar ne Selçukluların, ne Abbâsîlerin, ne de Fâtımîlerin Haçlıların gerçek gücü ve kapasitesi hakkında doğru bir bilgiye sahip olmadığı anlaşılıyor.

Bunun en canlı örneği, ilk Haçlı ordusuna karşı önemli askerî başarılar elde eden Selçuklu sultanı I. Kılıçarslan’dır. 1096’da İznik’i kuşatan Haçlı­lar, Selçuklular için bir sürpriz olmuştu. Zira Haçlılar, Bizans’la münasebet­lerinden tanıdıkları ‘efrene’lerden farklıydılar. Dilleri, kılık kıyafetleri, ko­muta yöntemleri, askerî taktikleri daha önce görmedikleri niteliklere sahipti. Avrupa’dan gelen bu insanların sayısını ve gerçek niyetini de kimse bilmiyor­du. Malatya civarında Danişmendoğulları’yla uğraşmak zorunda kalan Kılıçarslan, ilk Haçlı ordusunun İznik çıkartması karşısında hazırlıksız yakalan­mış ve eşinin ve çocuklarının esir alınmasına engel olamamıştı. Buna rağmen Selçuklu sultanı, Haçlı ordusunu yenmeyi başarır. 1097 yılında ikinci bir or­dunun yaklaşmakta olduğu haberi gelince Kılıçarslan ve komutanları, bir yıl önceki başarılarını esas alarak bu tehdidi fazla önemsemezler. Fakat Haçlıla­rın gerçek gücü ve boyutu burada ortaya çıkar. Kılıçarslan’ın büyük bir başa­rıyla uyguladığı vur-kaç taktikleri, Haçlı ordusuna önemli kayıplar verir, ama Anadolu topraklarını geçerek Kudüs’e ulaşmalarını engelleyemez.(6)

İkinci Haçlı Seferi 1147-1149 yılları arasında yapılır. Avrupa’nın en ka­labalık ordusunun katıldığı bu sefer, Haçlılar açısından hiçbir önemli neti­ce vermemiştir. 1188-1192 yılları arasındaki üçüncü seferin amacı, 2 Ekim 1187’de kaybedilen Kudüs’ü tekrar Hristiyan hakimiyeti altına almaktı. Dör­düncü sefer 1201-1204 yılları arasında gerçekleşir. Haçlılar bu sefer sırasın­da İstanbul’u talan ederler. Venedik’te toplanan Haçlı ordusu, deniz yoluyla İstanbul’a gelir ve gemilerini Haliç’e çeker. Hazırlıksız yakalanan Bizans im­paratoru, sağa sola saldıran çapulcu grupları kontrol altına alamaz. Şehir 13 Nisan 1204’te Haçlıların eline geçer ve yağmalanır. Bizans ve Avrupa kay­naklarının bildirdiğine göre İstanbul’daki saraylar, kiliseler, manastırlar, kü­tüphaneler, işyerleri talan edilir. Mücevherat, tablo, ikon gibi kıymetli eşya­lar parçalanır veya çalınır. Venedikliler ele geçirdikleri kıymetli eşyaları Venedik’e götürürler. Kudüs’ü kurtarmak için yola çıkan Haçlılar, İstanbul’u ta­lan etmekle yetinirler. Neticede zaten zayıflamakta olan Bizans İmparatorluğu, Dördüncü Haçlı Seferi’yle beraber artık çökmeye başlar. Paradoksal bir şekilde bu hadise, Anadolu Selçuklu Devleti’nin hakimiyetini tahkim etmesi- ne yardımcı olur. Zira artık Avrupa’dan ve Bizans’tan bir askerî tehdidin gelmeyeceğini gören Selçuklular, Akdeniz’de Antalya ve civarını, Karadeniz’de Samsun ve Sinop’u ele geçirir.(7)
1217-1221 yılları arasında yapılan beşinci sefer, Mısır’ı hedef alır. Haç­lılar yenilir ve Müslümanlarla anlaşma imzalamak zorunda kalırlar. 1228- 1229 yıllarına rastlayan altıncı sefer, Alman imparatoru II. Frederik’in Ku­düs’ü kısa bir süreliğine hakimiyeti altına almasıyla sonuçlanır. Fakat bu uzun sürmez ve Kudüs tekrar Müslüman idaresine geçer. Yedinci ve sekizinci Haç­lı seferleri sırasıyla 1248-1254 ve 1270 yıllarında gerçekleşir. Her iki sefer­de de Haçlılar büyük yenilgiler alır. Avrupalılar yorulmuştur. Haçlı seferle­ri, artık sadece tarihî bir semboldür.(8) Kudüs’ü yeniden ele geçirme umutları­nı yitiren Avrupalılar, bölgede küçük Latin krallıkları kurarlar. Fakat Kudüs, Hristiyan Avrupa’nın kızıl elması olmaya devam eder. Son Haçlı seferini dü­zenleyen Fransız Kralı ‘Aziz’ Louis, dünya gözüyle göremediği ama ele geçir­mek için ömrünü harcadığı Kudüs’ten son nefesine kadar vazgeçmez. Ölüm döşeğinde ağzından dökülen son kelimeler “Kudüs, Kudüs!” olur.(9)

Kudüs’ün Fethi

Bu dönemin en kayda değer hadisesi şüphesiz Kudüs’ün tekrar Müslü­manların eline geçmesidir. Kudüs’ün Müslümanlardan alınması, Haçlı se­ferlerinin ana sebebi olarak kabul edilmiş, binlerce insan bu fikre inana­rak hayatlarının en büyük macerasına çıkmış ve büyük bedeller ödemişler­di. 1099 yılında alman Kudüs, 1187 yılına kadar Hristiyanların idaresin­de kaldı. Kilise, Avrupalı krallar ve doğudaki Haçlı devletleri, tarihin akış seyrinin artık kendilerinden yana olduğuna inanıyordu. Bu kurgu, Salâhed- dîn Eyyûbî (1138-1193) adında bir kumandanın tarih sahnesine çıkmasıy­la değişecektir.

Eyyubîler hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı olan Salâheddîn Eyyû­bî, Tikrit’te dünyaya geldi. Siyasî ve askerî hayatının önemli bir kısmını Mı­sır, Suriye ve Irak’ta birlik ve istikrarı sağlamaya hasretti. Fâtımî Devleti’ne son vererek bölgede siyasî birliği tesis etti. Haçlılara karşı ilk seferini 1177’de Gazze-Askalan bölgesine yaptı. 1185’te Musul ve civarını tahkim etti ve ordu­sunu güçlendirdi. Uzun yıllardır hayalini kurduğu Kudüs’ü fethetmek için ar­tık yeterli güce sahip olduğunu gören Salâheddîn Eyyûbî, Kudüs Krallığı’nın iç çatışmalarını da iyi değerlendirerek harekete geçti. Mısır, Suriye ve diğer vilayetlerden gelen askerlerle birlikte 12 bin kişilik bir süvari ordusu teşekkül etti. 3-4 Temmuz 1187’de Hittin adlı bölgede Haçlıları ağır bir yenilgiye uğ­rattı. Ardından bugün Filistin topraklarında bulunan Akka, Taberiye, Nablus ve Gazze dahil irili ufaklı bir dizi şehri ele geçirdi. 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşattı. Miraç kandiline denk gelen 27 Receb 583 yani 2 Ekim 1187 günü Kudüs’e girdi. Vefat ettiği 4 Mart 1193 tarihine kadar hem Kudüs’ü hem de civar şehirleri Haçlı ordularına karşı korudu. İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard’ın 1191’de Akka’yı ele geçirmesi dahi Salâheddîn’in kurduğu Kudüs hattına her hangi bir zarar vermedi.

Kaynakların ittifakla aktardığına göre Salâheddîn Eyyûbî adaletli, dira­yetli, dindar, cömert, vakur ve iyi eğitim almış bir kişiydi. Siyasî ve askerî ha­yatında büyük başarılara imza atan Kudüs fatihi, İlmî ve sanatsal çalışmaları bizzat takip ederek destekledi. Filistin, Hicaz, Yemen ve Mısır’da çok sayıda da kale, köprü, medrese, cami ve zaviye inşa ettirdi. O’nun döneminde Mısır ve Suriye, İslâm dünyasının önemli ilim ve fikir merkezleri haline geldi.Mekke ve Medine’nin imarıyla hususî olarak ilgilendi ve “Hâdimü’l-Harameyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) ifadesini ilk defa kullanan devlet adamı oldu.(10)

Salâheddîn Eyyûbî, sadece “Kudüs Fatihi” olarak İslâm dünyasında de­ğil, Avrupa’da da bir efsane haline gelir. Şehri aldıktan sonra geniş bir ‘eman’ yayınlar ve kendisine karşı savaşan Tapınak ve Hospitalier Şövalyeleri dahil herkesin can ve mal güvenliğini garanti altına alır. Hristiyanların çok cüz’î miktarlarda fidye ödeyerek Kudüs’ü terk etmelerine izin verir. Lâkin savaş sırasında katliam yapanların öldürülmesini emreder. Kudüs Kralı Guy de Lesignan’ın hayatını bağışlar; fakat pek çok Müslümanın kanına giren ve Hristiyanların da tepkisini çeken Renaud de Chatillon’u bizzat kendisi öl­dürür. Mescid-i Aksâ ve diğer İslâmî mekânları tekrar aslî fonksiyonlarına irca eder. Haçlılar tarafından kovulan ve uzun bir süredir Kıbrıs’ta bulunan Yahudi hahamını Kudüs’e davet eder.

Hristiyanlara ait dinî mekânların ida­resini Ortodoks Kilisesine teslim eder. Kudüs’te barış ve adaleti tesis etme­ye çalışan Salâheddîn Eyyûbî, böylece siyasî ve dinî bütün tarafların takdi­rini toplar. Cephede savaştığı düşmanlarına karşı sulh masasında asil ve âli- cenab tutumuyla dikkat çeken Salâheddîn, Ortaçağlar boyunca Avrupa’da en iyi bilinen Müslüman kahraman haline gelir. Müslüman filozoflar örne­ğinde gördüğümüz gibi Salâheddîn de yer yer gizli bir “Hristiyan şövalye” olarak anlatılır. Dante, Salâheddîn’i Limbo’daki “erdemli paganlar” arası­na yerleştirir. Walter Scott’ın The Talisman (1825) adlı eserindeki Salâhed­dîn betimlemesi, Kudüs fatihine gösterilen romantik ilginin dikkat çekici ör­neklerinden biridir. Ridley Scott’ın Cennetin Krallığı (2005) filminde Salâ­heddîn, tarihî gerçeklerle uyumlu bir şekilde adil ve dirayetli bir komutan olarak tasvir edilir.(11)

Hıttin Savaşı’ndan sonra Kudüs, altı buçuk asır boyunca Müslümanların hakimiyeti altında kalmıştır. İngiliz General Edmund Allenby, Aralık 1917 yı­lında Kudüs’ü Osmanlılar’dan aldığında, Arslan Yürekli Richard’ın yarım kal­mış projesini tamamladığını ima eder.(12)

Hittin Savaşı’nın yapıldığı yerin hem Haçlılar hem de Filistin tarihinde özel bir yeri var. Taberiyye Gölü’ne sekiz kilometre mesafede bulunan Hittin, Salaheddm Eyyûbınin hatırasını taşır. Salaheddîn, Haçlı ordularını yen­dikten sonra Kudüs ün kapılarını açan bu zaferin anısına Hittin’in en yüksek noktasına Kubbetu n-nasr adında bir bina yaptırır. Bina zaman içinde cami­ye dönüşür ve yüzyıllar boyunca Hittin zaferinin sembolü olarak hizmet ve­rir. Şuayb Peygamber’in makamının burada olduğu kabul edilir. 1948’de İs­rail’in eline geçen Hittin o tarihten itibaren sistemli bir nüfussuzlaştırma po­litikasına tabi tutulur. İsrail, Dürzîlerin Şuayb Peygamber’in makamını ziya­ret etmesine, daha sonra da makamın himayesini üstlenmelerine izin verir. Buna mukabil, Salâheddîn’in yaptırdığı caminin restore edilmesi engellenir. 1990’lı yıllarda 73 yaşındaki Ebû Cemel adlı bir Filistinli, Hittin’de Filistinli çocuklar için bir yaz kampı yapmak ister ve bu vesileyle camiyi restore ede­bileceğini düşünür. Fakat İsrail hükümetinin bürokratik engel ve oyalamala­rı neticesinde bu proje hayata geçmez. Bugün Hittin, İsrailli işgalci yerleşim­cilerin hayvanlarını otlattığı bir yer olarak kullanılıyor.(13)

Salâheddîn Eyyûbî ve ‘Arslan Yürekli’ Richard

Salâheddîn Eyyûbî’yi anlatırken İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard dan bahsetmemek olmaz. Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesi üzerine Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa 1189 yılında büyük bir orduyla yola çıkar. Balkanlar’ı ve Orta Anadolu’yu geçerek Toroslar üzerinden Silifke ye kadar gelir. Silifke çayını geçerken boğularak ölmesi üzerine ordusu dağılır. Fakat Avrupalıların kutsal topraklara olan ilgisi ortadan kalkmaz. 1189 da babası Henri’nin ani vefatı üzerine tahta geçen Richard ve Fransız Kralı II. Philippe August, 1190’da Vezelay’da buluşur ve güçlerini birleştirerek Kudüs’e doğru yola çıkarlar. Ayrı yollardan Akka’ya gelen Fransız ve İngiliz kralları, şehri 11 Temmuz 1191’de ele geçirir. Akka’nın düşmesi, hem Salâheddîn hem de böl­gedeki Müslüman emirler için beklenmedik bir gelişme olur. Akka’nın payla­şılması konusunda İngilizlerle Fransızlar arasında ihtilaf çıkınca Fransa Kralı ülkesine geri döner ve böylece bütün kumanda Richard’a geçer.

Akka’nın düşmesi Salâheddîn’i hem öfkelendirmiş, hem de endişelendirmişti. Zira şehir, onun onayı olmadan teslim edilmişti. Salâheddîn bir an hısımıyla esirlerin mübadelesini temin etmek ister. Bunun için kendi elinde­ki esirleri bırakır. Richard’ın amacı ise Akka’da kalmak değil, bir an önce gü­neye doğru ilerleyerek Kudüs’ü almaktır. Bütün asillerin serbest bırakılmadı­ğı bahanesini ileri süren Richard, Akka’da bulunan 2700 Müslüman esirin eş ve çocuklarıyla beraber kılıçtan geçirilmesini emreder. Bu korkunç katliam­dan geriye bir ceset yığını kalır. Parçalanmış ve kokmaya başlayan cesetleri şehrin girişinde bırakan Haçlılar güneye doğru ilerlemeye başlarlar. Katliam haberi Kudüs’te bulunan Salâheddîn Eyyûbî’ye ulaştığında artık barış görüş­melerinin bir anlamının kalmadığı anlaşılır.(14)

Akka zaferi Richard’ı ve askerlerini umutlandırmıştır, ama Kudüs’e ele geçirmek için büyük bir taarruz yapacak kuvvetleri yoktur. Bunun farkın­da olan Salâheddîn, Akka’daki katliama rağmen diplomatik yolları ustaca kullanmaya devam eder. Kendisiyle yüz yüze görüşmek isteyen Richard’ın talebini “Krallar ancak bir anlaşma yaptıktan sonra görüşürler; zira birbir­lerini tanıdıktan ve bir lokma ekmeği paylaştıktan sonra savaş yapmaları makul değildir” diyerek reddeder. Richard, şöhreti Avrupa’ya kadar ula­şan Salâheddîn’i bizzat tanımak istediğini gizlemez. Salâheddîn ve komu­tanlarına göre, İngiliz kralının amacı barış yapmak değil, Müslüman ordu­larının gerçek gücünü ölçmektir. Müslüman tarafı da yeni Haçlı kuvvetleri­nin kapasitesini öğrenmek istemektedir. Salâheddîn görüşmeleri yürütmek üzere kardeşi Melik el-Adil’i görevlendirir. Bu noktada Salâheddîn, Haçlı ordusunu Akka’dan başlamak üzere Filistin sahillerinden bütünüyle söküp atamayacağının farkındadır. Üstelik malarya hastalığı kendisini bitkin dü­şürmekte ve eski kudreti hakkında emirleri arasında şüphelerin doğması­na neden olmaktadır. Salâheddîn durumun farkındadır; birinci hedefi, Ku­düs’ü tahkim etmektir. Ve bunu, tek bir askerini cepheye sürmeden başar­manın yollarını arar.

Richard ile Salâheddîn arasındaki diplomatik müzakereleri yürüten el-Adil, 1191 yılının Eylül ayında İngiliz kralından bir mesaj alır. Kral iki taraf­tan pek çok kayıpların olduğunu, şehirlerin yerle bir edildiğini ve bir anlaş­ma yapmanın zamanının geldiğini söyler. Bunun için üç şart öne sürer: Ku­düs, Gerçek Haç ve toprak. Buna göre, Kudüs Hristiyanlara teslim edilecek; Salâheddîn’in elinde bulunan ve bizzat Hz. İsâ’dan kalma olduğuna inanılan Gerçek Haç, Richard’a verilecek ve Ürdün’ün batısından itibaren Akdenize kadar olan kısım Haçlılara bırakılacaktır. Salâheddîn bu şartları duyunca te­bessüm eder; kâtibi çağırır ve şu cevabı yazdırır:

Kudüs, sizin için olduğu kadar bizim için de kutsaldır, fakat bizim için daha önemlidir; zira Peygamber Efendimiz mirâc’a buradan yükselmiştir ve ümmet kıyamet gününde burada cem olacaktır... Toprak meselesine gelince, buralar her zaman bizim vatanımız oldu. Sizin işgaliniz ise geçi­cidir. Müslümanlar zaafa düştüğü için buraları ele geçirdiniz. Savaşacak gücümüz olduğu müddetçe size burada rahat yok... Gerçek Haç ise eli­mizde büyük bir ganimettir ve onu ancak İslâm’ın hayrına olacak bir iş için size iade ederiz...(15)

Salâheddîn’in bu net cevabı, Richard’ı bu sefer yeni ve şaşırtıcı bir tek­lif yapmaya sevk eder. Buna göre, Salâheddîn’in kardeşi Melik el-Adil, Ingi­liz kralının kız kardeşi Joanna ile evlenecek; kralın ele geçirdiği Askalan ve diğer sahil bölgeleri çeyiz olarak verilecek; kan ve koca Kudüs’te oturacak; Hristiyanların serbestçe ziyaretlerine izin verilecek; Gerçek Haç iade edile­cek; esirler serbest bırakılacak ve Tapmak ve Hospitalier şövalyelerine Filis­tin’deki mülkleri geri verilecektir. Bütün anlaşmalar yapıldıktan sonra Ric­hard, ülkesine geri dönecektir. Teklifi duyan Salâheddîn, bunun bir şaka yahut savaş hilesi olduğunu düşünüp gülümser. Lâkin kardeşinin teklife olumlu baktığını görür ve itiraz etmez. “Evet” cevabı karşı tarafa iletilir. Bu arada kralın kız kardeşi böyle bir teklifin yapıldığını duyduğunda dehşete kapı- lir; ortalığı birbirine katar ve bir Müslüman emirle asla evlenmeyeceğini söy ler. İşlerin sarpa sardığını gören Richard, bu sefer el-Adil'e Hristiyan olmasını söyler. El-Adil, tıpkı abisi gibi bu teklife müstehzi bir tebessümle kara­lık verir. Plan suya düşer. Richard, kız kardeşi Joanna yerine, yeğeni Bretagne prensesi Eleanor’u vermeyi teklif eder. Hatta bunun için Papa’dan bir ‘izin belgesi’ almayı bile planlar. Ama bu girişim de sonuç vermez. Böylece Salâ­heddîn, Richard’ın, kardeşi el-Adil’i kendisine karşı kullanma hesabını da bo­şa çıkartır. El-Adil ve Richard, bir akşam ziyafetinde bir araya gelir; karşılık­lı iltifat ve hediyeleşmelerde bulunur ve ayrılırlar.

Bu sırada Salâheddîn boş durmaz ve Richard ile ilişkileri gergin olan Ti­re hakimi Conrad ile gizli müzakereler yürütür. Amacı, Richard’a karşı bir it­tifak kurmak ve Haçlı cephesini bölmektir. Arslan Yürekli Richard, Salâhed­dîn ile yüz yüze görüşmek için yeniden randevu talep eder. Salâheddîn ise aynı cevabı verir:



Krallar ancak bir anlaşma yapıldıktan sonra buluşur. Her hâlükârda ben senin dilini anlamam, sen de benimkini. Bu yüzden ikimizin de güvene­ceği bir tercümana ihtiyaç vardır. Bu yüzden bu adam (şu andaki elçi) aracı olarak görevine devam etsin. Bir anlaşmaya varırsak, bir araya ge­liriz. O zaman aramızdaki dostluk bâkî olur.(16)

Müzakereler devam eder; fakat Richard artık yorulmuştur. Dahası, İn­giltere’de kardeşinin haddini aşan tasarruflarda bulunduğu haberleri, onu ra­hatsız eder. Son bir hamle yaparak hiç olmazsa Askalan’ı ona bırakması için Salâheddîn’e adeta yalvarır. Aksi halde bu kışı da bölgede geçirmek zorunda kalacağını söyler. Bu üstü örtülü tehdit karşısında Salâheddîn, Richard’ın el­çisini karşısına oturtarak, Kral’a şunları aktarmasını söyler:

Krala de ki: Askalan’ı ona vermem söz konusu olamaz. Kışı burada ge­çirme meselesine gelince, bu zaten kaçınılmaz görünüyor; zira, kralın bu toprakları terk ettiği anda her şeyi kaybedeceğini gayet iyi biliyor. Kışı gerçekten burada, ailesinden ve ülkesinde uzakta mı geçirmek istiyor? Hay hay! Ben kışı da, yazı da, bir sonraki kışı ve bir sonraki yazı da bu­rada geçirmeye hazırım. Zira burası benim vatanım. Burada çocuklarımla ve akrabalarımla beraberim.Kış için bir ordum,yaz için bir başka ordum var.Ben artık yaşlı bir adamım.Ve dünya zevkleriyle işim olmaz. Cenab-ı Hak ikimizden birine zafer nasip edene kadar beklerim!'(17)

Bu cevap üzerine Richard daha fazla mesafe katcdcmcyeceğini anlar ve 1192 yılının Eylül ayında beş yıllık bir anlaşmaya razı olur. Haçlılar, Tire ve Yafa arasını alır ve karşılığında Salâheddîn’in Kudüs dahil bütün bölgedeki hakimiyetini tanır. Anlaşma üzerine Haçlı savaşçıları ziyaret için Kudüs’e gi­der. Salâheddîn gelenleri âlicenab bir şekilde karşılar. Bazılarını kendi sofra­sına davet eder. Haçlıların ısrarlı davetlerine rağmen Arslan Yürekli Richard, Kudüse gitmeyi reddeder. Böylece fethetmek için geldiği Kudüs’ü hiç göre­meden ve hayranlığını gizlemediği Salâheddîn ile yüz yüze görüşemeden ül­kesine geri döner.(18)

Anlaşmadan birkaç ay sonra Salâheddîn’in durumu kötüleşir. Batıda Ma- imonides, Yahudi aleminde Rambam olarak tanınan ve Akit Karışıklar İçin Kı­lavuz (Delâletti'l-hâirîn) kitabının yazarı ünlü Yahudi düşünür Mûsâ ibn Meymûn, Salâheddîn’in kişisel doktoru olarak Şam’da huzura çağrılır. Fakat bü­tün müdahalelere rağmen Kudüs fatihi, 4 Mart 1193’te 55 yaşındayken ve­fat eder. Salâheddîn’in biyografisini yazan Bahâeddîn’in aktardığına göre, Emir’in başında Kur’ân okunur. “Allah’tan başka ilah yoktur ve biz sadece O’na güveniriz”ayetine gelindiğinde Salâheddîn tebessüm eder, yüzü aydın­lanır ve ruhunu teslim eder.(19)

Salâheddîn’in erken ve beklenmedik vefatı, Suriye ve Kudüs başta olmak üzere bütün İslâm alemini büyük bir üzüntüye gark eder. Ölümünün Avru­pa’da nasıl yankılandığını bilmiyoruz. Fakat Salâheddîn’i Kudüs ve civarında gören, onunla selamlaşan, sofrasında yemek yiyen, kendisini görmediği halde şöhretini duyan pek çok Haçlı askeri, rahip ve din adamı ve Yahudi haham­ları ondan saygıyla ve övgüyle bahsederler. Hem tarihî bir şahsiyet hem de kültürel bir sembol olarak Salâheddîn, İslâm dünyasının ve Avrupa’nın hafı­zasında asırlar boyunca canlı kalır. Modern dönemde Filistin için verilen öz­gürlük mücadelesi, onun hatırası etrafında şekillenmiştir. Kudüs’ü ve Filistin topraklarını İsrail işgalinden kurtarmak için mücadele edenlerin kendilerini Salâheddîn’in evlatları olarak görmeleri bir tesadüf değil. Avrupalılar da bu mirasın farkında olduklarını her fırsatta ifade ettiler. 11 Aralık 1917’de İngiliz General Edmund AJlenby, Yafa’yı Osmanlı’dan teslim aldığında, Avrupa basını hadiseyi Üçüncü Haçlı Seferi’ne atıflar yaparak verir. Daha drama tik bir sahne ise 1920’de yaşanır ve Fransız Generali Henri Gouraud, Şam’a girdiğinde atının üzerinde doğrudan Salâheddîn’in Emevîyye Camii’nin ya­nındaki türbesine giderek “Ey Salâheddîn! İşte döndük. Benim buradaki var­lığım, haçın hilâle galebe çalmasının teyididir” der.(20)

Roland’ın Şarkısı

Kudüs etrafında şekillenen mücadelenin siyasî ve askerî yönü kadar kültü­rel boyutu da önemlidir. Her bir Haçlı seferi, İslâm dünyası ve Müslümanlar hakkında Avrupa’ya yeni hikâyelerin, efsanelerin, hatıraların ve doğru-yanlış anekdotların aktarılmasını sağlamıştır. Bu dönemde Avrupalılar arasında ya­yılan popüler eserlerde ve şarkılarda tarihin birkaç defa yazıldığına şahit olu­ruz. Haçlılar açısından Müslümanlara karşı verilen mücadele öylesine önem­lidir ki Avrupa’nın siyasî ve askerî tarihi sekizinci yüzyılın sonunda ve doku­zuncu yüzyılın başında hükümran olan Şarlman döneminden itibaren yeni­den kaleme alınır. Fransız edebiyatının bilinen en eski şiiri olan La Chanson de Roland (Roland’ın Şarkısı), 778 yılında Pirenneler civarındaki Renceval şehrine askerî sefer düzenleyen Şarlman’ın (rivayete göre) Müslümanlara kar­şı kazandığı zaferi bir kahramanlık hikâyesi olarak anlatır. Şiirde savaş büyük bir çarpışma olarak anlatılır, ama tarihen bunu tevsik etmek mümkün değil. Bu dönemde Müslümanların Renceval bölgesine büyük bir orduyla çıkartma yapması soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Fakat burada önemli olan, tarihî doğruluktan ziyade Roland’tn Şarkısı'nın vermek istediği duygudur.

Dört binin üzerinde dizeden oluşan şiir, Şarlman’ın Müslümanlara kar­şı verdiği savaşı ve Roland’ın üvey babası Ganelon’un ihanetini anlatır. Saragosa’yı Şarlman’a kaybetmek üzere olan Müslüman Emir, bir elçi göndererek Frenklerin Fransa’ya dönmeleri halinde Hristiyan olacağını ve hâzinelerini Şarlman’a vereceğini söyler. Savaşmaktan yorgun düşen Şarlman ve askerleri teklifi kabul eder ve müzakereleri yürütmek üzere bir elçi atar. İyi bir savaşçı olan Roland, üvey babası Ganelon’un gitmesini önerir. Buna öfkelenen Ganelon, Müslüman emire Frenklerin ordusunun geri dönüş güzergâhını bildirir ve böylece artçı birlikleri pusuya düşürebilecekleri yerin haberini verir. Roland bu birliğe komuta etmektedir. Planlandığı gibi Roland ve askerleri pusuya dü­şürülür.

Frenkier cesurca savaşırlar, ama sayıları yetmez. Roland yardım çağ­rısında bulunmayı reddeder. Yardım istemek için artık çok geçtir. Roland yar­dım borusunu üflerken ölür ve ruhu azizler tarafından cennete götürülür. Şarlman geldiğinde savaş meydanında Roland’ın cesedini bulur. Müslüman ordu­nun peşine düşer ve onları Ebro Nehri’ne sürerek hepsini öldürür. Bu arada Babilon Kralı Baligant, Müslüman kumandana yardım etmek için Ispanya'ya gelir. Şarlman onu da yener, Saragosa’yı alır ve Fransa’ya geri döner. Olay­dan sonra Ganelon’un ihaneti ortaya çıkar ve Ganelon ölüme mahkûm edilir.

Roland’ın Şarkısı, ortaçağ Hristiyan cengâverliğini anlatan en meşhur eserdir. Şarkı, birinci ve ikinci Haçlı seferleri sırasında popüler hale gelmiş ve aradan geçen üç yüz yıllık sürede yaşananlara aldırış etmeden günün en önemli meselesi olan Kudüs’ün geri alınması ve Müslümanların hezimete uğ­ratılması istikametinde güncellenmiş, revize edilmiş ve yeniden yazılmıştır. 12. yüzyılın başlarında kaleme alman şarkı, Avrupa’nın kurucu babası kabul edilen Şarlman’ ın Hristiyan misyonu ile Müslüman dünya arasındaki çatışma­nın canlı bir şahidi haline gelir ve böylece Haçlı seferlerinin arka planı olarak okunur. Buna göre, Kilisenin çağrısına kulak veren Avrupalılar, üç asır önce Şarlman’ın yerine getirdiği tarihî misyonu kendi dönemlerinde hayata geçir­mek için mücadele vermektedirler: Müslümanların ilerleyişini durdurmak ve kutsal toprakları Kilisenin hizmetine sokmak.(21)

Haçlılar döneminde popüler hale gelen eserlerde belirgin bir Müslüman ve Türk imajının inşa edildiğini görüyoruz. Şarlman ve diğer Bizans impara­torlarının sekizinci yüzyıldan itibaren Müslümanlara karşı savaştığı bilinmek­teydi. Roland’tn Şarkısı ve benzeri eserlerde Müslüman Araplar barbar, vahşi, despotik, şehvet düşkünü, irrasyonel, yobaz, tutucu, Tanrı düşmanı vs. ola­rak tasvir edilmişlerdi. Haçlı seferleriyle beraber bu resme Türk imajı da ek­lenir. Zira Salâheddîn Eyyûbî’den önce Haçlılara karşı duran ilk Müslüman topluluk, Türklerdi. Papa II. Urban’ın çağrısı üzerine plansız ve kontrolsüz bir şekilde yola çıkan ve Pierre l’Ermite’in kumandasında İstanbul’da bir ara­ya gelen ilk Haçlı grubu, İznik civarında Selçuklu Türklerine saldırmış ve I. Kılıçarslan tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Haçlı orduları Filistin’e gitmek için Anadolu topraklarını kullanmak zorundaydılar ve Anadolu Sel- çukluları’yla sık sık karşı karşıya geldiler.

Suriye ve Musul atabekleri olarak da bilinen Türk Zengîler Devleti sultanı İmâdeddîn Zengî ve oğlu Nûreddîn Mahmud Zengî, Haçlı ordularının amansız düşmanıydılar ve şöhretleri Avru­pa’nın içlerine kadar yayılmıştı. Salâheddîn Eyyûbî’den sonra Memlüklü Sul­tanı Baybars, Haçlıların ilerlemesini büyük oranda durdurmuştu. Son Haç­lıları 1291 yılında Akka’dan süren komutan da Türk Memlûk Devleti Sulta­nı Eşref Halil’di.(22) Haçlılar ile Türk ve diğer komutanlar arasında iki asırdan fazla süren askerî mücadele, Avrupa’da Türk imajının şekillenmesinde belir­leyici bir rol oynamıştır. Osmanlıların Balkanlara ve Avrupa’ya ayak basma­sından bir buçuk asır önce Avrupa’nın ‘korkunç Türk’ imajı zaten inşa edil­mişti. Müslüman ile Türk kimliklerinin özdeş görülmesi de bu döneme ge­ri gider. Zira Hristiyan Avrupa’nın gözünde Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Tatar bütün Müslüman topluluklar son kertede hasım bir dinin mensuplarıydılar.

Bu dönemde yaşanan gerilimlere paralel olarak ve bazen onlara rağmen, Doğulu Arap ve Hristiyan cemaatlerinin ve Yahudilerin Haçlılara karşı za­man zaman Müslüman ahalinin yanında yer almayı tercih ettiklerini görüyo­ruz. Bunda, Müslüman idarecilerin esnek din-kültür politikaları kadar, Orta Doğu’daki cemaatlerin Roma’da bulunan Papa’nın merkezî otoritesine karşı dinî ve siyasî bağımsızlıklarını koruma arzusunun da payı vardır. Bu nokta­da Haçlılar, bütünüyle yanlış bir varsayımla hareket etmekteydi: Müslüman­ların elinde zulüm gören ve Roma-Papa idaresini arzulayan bir Doğu Hristi­yan cemaati hiçbir zaman var olmadı. Bu yüzden Haçlılar kalabalık ordula­rıyla gelip Latin devletlerini kurdukları dönemlerde bile yerel Hristiyan ce­maatleri mobilize edip kendi taraflarına çekmede başarılı olamadılar. Dahası Haçlıların acımasız savaş taktiklerinden Müslümanlar kadar Arap Hristiyan- lar da nasiplerini almıştı. Bu dönemde kültürel olarak Araplaşmış olan Do­ğu Hristiyanları, kılık-kıyafetleri, adetleri ve konuştukları dilden dolayı Av­rupalı Haçlılar tarafından bazen Müslüman sanılarak öldürülmüş ve bu olay pek çok kez tekerrür etmişti. Avrupalı Haçlıların Doğu Hristiyanlarına kar­şı duyduğu güvensizlik ve nefret her alanda görülmekteydi. Adını bilmediği­miz bir Haçlı askerinin şu ifadesi oldukça çarpıcı: “Türkleri ve putperestle­ri kutsal topraklardan sürdük; ama Rum (Yunan), Ermeni, Süryanî ve Yaku- bî sapıklardan kurtulamadık”.(23) Kısacası Haçlılar, Doğu Hristiyanlarına kar­şı, en az Müslümanlara olduğu kadar uzak ve acımasızdılar.
Fakat burada da birkaç tarihin aynı anda cereyan ettiğini tekrar belirt­meliyiz. İki asırdan fazla doğuda Müslüman topraklarında yaşayan Frenkler,süreç içerisinde Arap-İslâm kültürüne asimile oldular. Siyasî hakimiyetlerini garantiye alan Hristiyan yöneticiler, idareleri altındaki Müslüman (ve kısmen Yahudi) tebaya kargı daha müsamahalı davrandılar, özellikle 13. asrın ortala­rına doğru, Hristiyan yönetimi altındaki Müslümanlar belli bir huzur ve gü­vene sahiptiler. Bu döneme ait İslâm tarihi kaynakları, bu Müslüman toplu­lukların görece iyi durumunu detaylı bir şekilde anlatır. Bu yıllarda Kudüs ci­varını ziyaret eden Endülüslü seyyah İbn Cubeyr, “Frenklerin yönetimi altın­da huzur içinde yaşayan Müslümanlardan bahseder ve tek yükümlülükleri­nin “hasat zamanı ürünlerinin yarısını vermek ve bir dinar ve yedi kırtaslık bir vergi ödemek” olduğunu söyler. Ve ekler:



Müslümanların talihsizliği, dindaşlarının yönettiği ülkelerde yöneticile­rin adaletsizliklerinden sürekli şikâyet etmeleridir. Oysa burada adaleti­ne her zaman güvendikleri Frenklerin davranışlarından ancak memnun kalmaktadırlar.(24)

İbn Cubeyr, İslâm-Batı ilişkileri tarihinde karşımıza sıkça çıkan ‘eş-zamanlı tecrübeler’ hakkında da kıymetli gözlemlerde bulunur: Müslüman ve Hristiyan orduların birbirlerini savaş meydanlarında kırmasına rağmen, sıra­dan vatandaşlar ticaret, alışveriş, vergi, seyahat, sanat, zenaat, ilim, vb. ko­nularda özgürce hareket etmekteydiler. Nitekim 1184 yılının Ağustos ayında Salâheddîn Eyyûbî’nin büyük bir orduyla Kerak’a doğru yola çıktığını akta­ran İbn Cubeyr, bu askerî hazırlık ve gerilim döneminde Müslüman ve Hris­tiyan seyyahların, kervanların ve tüccarların hem Müslüman ve hem de Hris- riyan (‘Frenk’) topraklarında hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce hareket et­tiklerini söyler.(25)

Gerçekleşmeyen Bir Hayal: Haçlı-Moğol ittifakı

13.yüzyılın ikinci yarısında Haçlıların Kudüs ve Suriye civarındaki ha­kimiyetinin sona ermesi, bölge halkı için bir rahatlama dönemi olabilirdi.

Bunun yerine, Müslümanlar tarihlerinin en büyük ve kanlı istilâcılarıyla karşılaştılar: Moğollar. Moğol orduları 13. yüzyılın başında Mezopotam­ya bölgesine nüfuz etmeye başlamışlardı. Suriye bölgesine yönelik saldırıla­rı 1250’li yıllarda ivme kazandı ve pek çok şehrin ele geçirilip talan edilme­siyle neticelendi. Hiilâgû’nun komutasındaki Moğol güçleri, 1256’da Haşhaşîlerin merkez üssü olan ünlü Alamut kalesini aldı. 1258’de Bağdat’ı ele geçirerek Ahhâsî Devleti’ne son verdiler. Moğolların Bağdat’ta yaptığı ta­lan ve katliam, tarih kaynaklarında hazin ve etkileyici bir dille anlatılır. Ka­dim Mezopotamya coğrafyasının ve İslâm medeniyetinin parlayan yıldızı Bağdat’ta binlerce insan kılıçtan geçirilir; mabedler, saraylar, evler, iş yer­leri yerle bir edilir; kütüphaneler yakılır ve kitaplar nehre atılır. Moğol is­tilâsı sırasında Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep renginde aktığı anlatı­lır. Haçlıların 1099’da Kudüs’te yaptığı yıkım, 1258’de Bağdat’ta bu sefer Moğolların eliyle tekrar edilir.

Bu dönemde İslâm dünyası bir tarafta batıdan gelen Haçlı orduları, diğer tarafta doğudan gelen Moğolların saldırılarına maruz kalmıştır. Her ne kadar bu dönemde Haçlılar eski güçlerini büyük oranda yitirmiş olsalar da Moğol­ların gelişi Avrupa’da ve doğudaki Haçlı devletleri arasında yeni beklentile­rin doğmasına neden olmuştur. 13. yüzyılın başında tedavüle giren ve Avru­pa şehirlerinde konuşulan bir söylentiye göre, Moğollar Müslüman ordula­rını tek tek bertaraf ettikten sonra Kudüs’ü ele geçirmişlerdi ve kutsal şehri Hristiyanlara teslim etmek için hazırlık yapıyorlardı.26 Papa, Haziran 1221’de gönderdiği bir mektubunda “Kutsal Ülke’yi (Kudüs’ü) kurtarmak üzere uzak doğudan gelen savaş birliklerinden” bahsetmekteydi.(27)

Avrupalılar Moğollar hakkında çok kısıtlı bilgilere sahipti. Nasıl bir millet oldukları, kural ve törelerinin ne olduğu, sosyal ve dinî yaşamları, vs. konularında güvenilir bilgileri yoktu. Fakat yaygın olan bir kanaate gö­re, Moğollar arasında pek çok Hristiyan vardı ve bunların bir kısmı Mo­ğol Devleti’nin en üst kademelerine kadar yükselmişti. Moğol Hanına gi­den Avrupalı elçiler de bu inancı teyit eder mahiyette bilgiler veriyordu.28 Mamafih bu bilgilerin eksik, yanlış ve abartılı olduğunu aktaran şahitler de yok değildi. 1253’te Fransız Kralı IX. Louis’nin temsilcisi olarak Moğol Hanı Möngke’ye gönderilen ve kendisine Moğolları Hristiyanlaştırma gö­revi verilen Fransisken misyoner William of Rubruck, uçsuz bucaksız Moğol topraklarını geçtikten ve Karakurum’a vardıktan sonra, Asya’nın de­rinlerindeki bu topraklarda gördüğü dinî çoğulculuktan ve kozmopolit şe­hirlerden hayretle ve biraz da kerâhetle bahseder. Moğollar Şaman dinine mensup olmakla beraber, siyasî kazanımları önceleyerek neredeyse sınırsız bir dinî tolerans politikası izlemektedirler.

Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Budistler ve tabii Şamanlar ve diğer din mensupları özgürce yaşa­makta, yönetici sınıfı arasında yer alabilmekte ve devlet politikalarını etkileyebilmektedir. William of Rubruck, bu gözlemlerini Moğollar ve Asya hakkında önemli bilgiler içeren seyahatnamesinde detaylı bir şekilde anla­tır ve 13. yüzyıl Avrupasına Moğol dünyası için bir kapı aralar. Fakat şunu da açık bir şekilde not eder: Moğollar için hangi dine mensup olduğunuz önemli değildir. Asıl olan siyasî sadakat ve tabiyettir. Bu yüzden Şaman­lar kadar Müslümanlar ve Hristiyanlar da eşit imkânlara sahip olabilirler. Bu, Moğolların Hristiyan olduğu ya da Hristiyanları diğerlerine tercih et­tiği anlamına gelmez. Nitekim William, Möngke Han’ın kendisine “Nasıl Tanrı bize elin farklı parmaklarını vermişse, insanlara da farklı yollar gön­dermiştir” dediğini aktarır.(29)

Kendisi Şaman olmakla birlikte Hristiyanlara toleranslı davranan, çocuk­larının Hristiyan Keraitlerin kızlarıyla evlenmesine izin veren Cengiz Han, Hristiyan Avrupa’nın doğudaki müttefiki olabilir; dahası Haçlıların ve Mo­ğolların İslâm topraklarındaki bu buluşması, tarihin seyrini değiştirecek bir gelişme haline gelebilirdi. Moğol istilâsı sırasında Avrupalı Hristiyanların en büyük umudu, “Ta(r)tarlar” olarak bilinen Moğolların Hristiyanlık’a geçme- siydi. Bağdat şehrini alan ve Abbâsî Devleti’ni sona erdiren Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Hanı Hülâgû’nun Hristiyanlık’a eğilimi olduğu bilinmek­teydi.

Hülâgû’nun gizlice Hristiyan olduğu söylentisini güçlendiren göster­geler de yok değildi. Hülâgû’nun eşi Dokuz Hatun, aslen Türk kökenli Keraitler soyundandı ve diğer Keraitler gibi o da Nesturî bir Hristiyan’dı. Bunun yanı sıra Hülâgû, Bağdat’ın teslimini müzakere etmek için kendisine temsil­ci olarak Nesturî din adamı II. Masisa’yı seçmişti. Hülâgû’nun Bağdat’ı yer­le bir etmesi İslâm dünyasında derin bir sarsıntıya neden olmuş, fakat Hris­tiyanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Stephan Orbelian, Hülâ­gû ve Dokuz Hatun’dan yeni Konstantin ve yeni Helena olarak bahsediyor,

Bağdat’ın İkinci Babil olacağı söyleniyordu. Moğollar, İsâ’nın düşmanlarını bertaraf eden iyilik güçlerinin yeni adıydı!(30)

Bu gelişmeleri takip eden Avrupalılar, 1220’lerden itibaren hem merke­zi Karakurum’da bulunan Moğol hanlarına, hem de daha sonra İran’ı ele ge­çiren İlhanlılara çeşitli elçiler, mesajlar ve hediyeler gönderirler. Temasların ana ekseni aynıdır: Hristiyan krallar ve din adamları Moğol hanlarını kendi dinlerine davet ederler, Moğol hanları da onları Moğol hükümranlığına tabi olmaya. Bu elçi ve yazışma trafiği, bir tarafta ortak düşmana karşı ittifak cep­helerine kapı aralarken, diğer tarafta yeni algı biçimlerinin, tasavvurların, ef­sanelerin, fantezilerin ve kurguların ortaya çıkmasına neden olur.

Bu dönemde yayılan bir efsaneye göre, Keşiş Yohannes (Prester John) adında erdemli ve güçlü bir Hristiyan kral, doğuda bir yerde (çeşitli riva­yetlere göre Moğolistan, Çin, Hindistan ya da Etiyopya’da) bulunan büyülü krallığından çıkıp gelecek ve Müslümanlara karşı Haçlılara yardım edecek­tir. Keşiş Yohannes’in krallığı, Büyük İskender’in Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı in­şa ettiği İskender’in Kapısı ve ölümsüzlük getiren Gençlik Pınarı gibi muci­zeleri de beraberinde getirmektedir. Pagan milletler arasında bir yerlerde ol­duğuna inanılan Yohannes’in krallığı, Moğollar’m batıya doğru ilerlemeleri üzerine popülerlik kazanır. İlk günlerde bu efsanevî Hristiyan krallığın, Mo­ğollar olduğuna inanılır. Bu inancın yayılmasında, Haçlıların Müslümanlar karşısındaki askerî hezimetlerinin payı olduğu kadar, Avrupa Hristiyanlarının inşa ettiği hayalî kurguların ve milenyalist beklentilerin de payı vardır. 1221 yılında beşinci Haçlı seferinden eli boş dönen Akra Piskoposu Jacques de Vitry, Keşiş Yohannes’in büyük bir orduyla yola çıktığını ve İran’ı fethet­tikten sonra Bağdat’a doğru yürüdüğünü haber verir. Bahsettiği kişi, Cengiz Han’dan başkası değildir.(31)

Bu efsaneler, Haçlı seferlerinde başarısız olan Hristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı apokaliptik bir beklenti içinde olduklarını gösteriyor. Cephede savaş kaybeden ve Müslümanlara karşı maddî üstünlük sağlayama­yan Hristiyanlara Tanrı elbette bir gün yardım edecekti. Bu yardımın doğu­dan gelmesini engelleyen bir mania da yoktu. Lâkin bu beklenti ve umutlar, Cengiz Han’ın 1227’deki ani ölümünden önce bile yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştı. Zira Moğollar sadece Bağdat, Rey, Kum, Zencan, Kazvin, Heme- dan, Bakü ve Merağa gibi İslâm şehirlerini yerle bir etmediler. Aynı zaman­da Kafkaslar’daki Hristiyan Gürcü, Ermeni, Kıpçak ve Rus şehirlerini de ta­lan ettiler. Moğolların Kore’den İran’a, Sibirya’dan Hint Okyanusu’na kadar uzanan muazzam imparatorluğu, Avrupanın uzak şehirlerinde yaşayan kral­lar, prensler, vassallar ve Vatikan yetkilileri için de bir korku kaynağı haline gelmeye başlamıştı.

Bu korkuya rağmen Papalığın ve Avrupa krallarının Müslümanlara karşı Moğollarla ittifak yapmak için girişimlerde bulunmaya devam ettiklerini gö­rüyoruz. 1245’te Papa IV. Innocent, Moğol Hanına iki elçi gönderir. Fransis- ken Jean du Plan Carpin başkanlığındaki heyet, 1246 Ağustos’unda Karakurum yakınındaki Sıra Ordu’ya ulaşır ve Büyük Kurultay’da Güyük’ün tahta çıkışına tanıklık eder. Güyük, Papa’nın elçilerini dostça kabul eder. Fakat Papa’nın mektubunda kendisini Hristiyanlık’a davet ettiğini görünce sinirlenir ve Papa’ya, kendisinin hükümranlığını tanıyarak Avrupa’nın bütün hüküm­darlarıyla beraber kendisine biat etmek üzere yanma gelmesini emreden bir mektup yazdırır. Aksi halde Moğol Hanı, Avrupa’nın kapılarına kadar yürüye­cek ve hayatlarında tatmadıkları acıları onlara yaşatacaktır. Doğuda güçlü bir Hristiyan müttefik bulma planları bir kez daha ertelenmek durumunda kalır.(32)

İlhanlı Devleti’nin İslâm şehirlerini ele geçirmesi ve Kudüs’e doğru iler­lemesi, bölgedeki Hristiyan devletleri arasında yeni ittifak sistemlerinin ku­rulması fikrini doğurdu. 1243’te Gürcistan Kraliçesi Rusudan, İlhanlılara ta­bi oldu. Bunu 1247’de Kilikya Ermeni Kralı Hethum takip etti. Hethum, di­ğer küçük Hristiyan devletlerinin de Moğol-İlhanlı idaresi altına girmesini öneriyordu. Bunun için kardeşi Sempad’ı Karakurum’a gönderdi. Sempad'ın Moğollar hakkında yazdığı olumlu mektuplar, Avrupa’da kısa süreli de olsa bir Moğol sempatisi oluşmasını sağladı. Bu dönemde Moğollara karşı aman­sız bir mücadele veren Memlûk sultanı Baybars, Hristiyan devletlerini Mo­ğollarla ittifak yapmaya karşı uyarıyordu. Baybars, 1271’de VI. Bohemond’a gönderdiği mektupta sert bir dil kullanır ve Moğol komutanı Abaka ile ittifa­kına son vermezse bunun sonuçlarına katlanacağını söyler.(33)

Siyasî ittifak kurma çabalarının dinî boyutu her zaman tek taraflı yürümemiştir. Hülâgû’nun torunu Olcaytu (ö. 1316), atalarının yolundan ayrıla­rak Müslüman olur, fakat ezelî düşmanı Memlüklere karşı Hristiyan Avru­pa’yla ittifak arayışlarına devam eder. 13 05’te Fransa Kralı IV Philip’e, İngiltere Kralı Edward'a ve Papa V Clement’e mektuplar yazar. Bu çağrı üzerine Avrupalılar yeni bir Haçlı seferi için harekete geçer, ama bir netice ala­mazlar. Timur, 15. yüzyılda benzer bir çabanın içerisine girer ve Memlüklere ve Osmanlılara karşı Avrupalılarla ittifak yapmaya çalışır. Timur’un özellikle Osmanlılara karşı kazandığı askerî zaferler Avrupa’da yeni beklentilerin doğ­masına neden olur. Fakat Timur’un 1405 yılındaki vefatı, bu umutları da suya düşürür. Bu tarihten sonra Haçlı-Moğol ittifakı arayışları terk edilir. Fakat Avrupalı yazarlar ve din adamları, başka yöntemleri devreye sokmaya başlarlar.

Kılıç ve Kalem

12.yüzyılın iki önemli Hristiyan düşünürü St. Bernard of Clairvaux ve Raymond Lull, Müslümanların sadece kılıç zoruyla değil, aynı zamanda ik­na yoluyla Hristiyanlaştırılmasını öngörmekteydi. İkinci Haçlı Seferi’nin dü­zenlenmesinde önemli bir rol oynayan ve Sisteryan tarikatının kurucusu olan St. Bernard, Müslümanlar arasında misyoner faaliyetlerinin azlığından şikâ­yet ediyor ve şöyle diyordu: “Hristiyan inancının onlara kendiliğinden gel­mesini mi bekliyoruz? Kimin şans eseri imana geldiği görülmüş? Eğer biz on­lara anlatmazsak, nasıl imana gelecekler?”(34) St. Bernard, Avrupa’daki Yahu­dilerle uğraşmaktansa Müslümanlara yönelmek gerektiğini düşünüyordu; zi­ra Yahudilerin Hristiyan olma vakti Tanrı tarafından takdir edilmişti ve bu vakti “öne almak mümkün değil”di.(35) Aksi yönde hareket etmek, Tanrı’nın planına karşı çıkmak anlamına gelecekti. Bu yüzden Endülüs Müslümanların Hristiyanlaştırma çabası 11. ve 12. yüzyıllarda hız kazanmış, fakat hiç­bir netice vermemişti. Haçlı seferlerinin bir amacı da doğudaki Müslümanla­rı gerek ikna, gerek kılıç yoluyla Hristiyan yapmaktı.

Haçlı seferleri sırasın­da bundan da netice alamayan Katolik Kilisesi ve misyoner tarikatları, baş­ka yollar denemek zorundaydı. Moğolların ortaya çıkması ve İslâm dünyası­nın en büyük ve güçlü şehirlerini tek tek ele geçirmesi, farklı bir beklentinin doğmasına neden oldu. St. Bernard’ın ‘misyon’ çağrısı, Moğolların tarih sah­nesine çıkmasıyla yeni bir boyut kazanacaktır.Bu çerçevede Moğolların istilâ hareketini bir fırsât olarak gören kuzey bölgelerindeki Frenk komutanlar, Moğollarla işbirliği yaptılar ve Moğol yürüyüşünü kolaylaştırdılar.

Fakat bu uzun sürmeyecek, Kutuz komutasındaki Memlüklerin Moğolları 1260’ta Ayn Calut’ta yenmesinin ardından işbirlikçiler cezalandırılacak ve Kilikya’daki Ermenistan Krallığı’na ve Antakya Prensliği’ne son verilecektir. Dahası Hristiyanların tek umudu olan Olcaytu, kendisine sunulan İslâm, Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm dinleri arasından İslâm’ı seçerek Batı’daki apokaliptik beklentileri sona erdirir.(36) Her ne kadar Moğollar 1258 yılında Bağdat’ı almış ve Abbâsî Devleti’ne son vermişlerse de, kısa sürede asimile olarak İslâm’ı kabul edecek, böylece kanlı mirasları tarihe gömülecektir. Haçlı hatırası ise sembolik bir uyarıcı olarak günümüze kadar yaşayacaktır.

Müslümanların kitleler halinde kalem ya da kılıç yoluyla Hristiyan ola­cağı inancı, 12. ve 13. yüzyıl Avrupasının en yaygın ve heyecan verici düşün­celerinden biriydi. Kâhinler kehânette bulunurken, St. Bernard ve Aziz Peter gibi din adamları meselenin teolojik yönü üzerinde çalışıyordu. Filozof kim­liğiyle öne çıkan Roger Bacon ise gözünü bütün dünyada ün salmış Müslü­man filozoflara dikmişti. Bacon’a göre İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi büyük İslâm filozofları zaten gizlice Hristiyan olmuşlardı. Şimdi bu fırsatı kullanıp Müs­lümanları, ayrıca Moğolları, Budistleri ve diğer paganları Hristiyanlaştırma­nın tam zamanıydı. Bunun için güçlü argümanlara, sağlam delillere ve doğru bir akıl yürütmeye ihtiyaç vardı. Hristiyan olmuş Müslüman tiplemesi, ta­rihî bir gerçek olmaktan ziyade hayal gücüne dayanıyordu; ama Avrupa’nın bu dönemde en fazla rağbet gören temalarından biriydi. Halk edebiyatında bunun iyi bilinen bir örneği, İslâm’ı bırakarak kendi aklı ve iradesiyle -yani Bacon’ın delilleriyle ikna olarak- Hristiyanlık’ı seçen Renouard idi. Renouard halk muhayyilesinde öyle bir şöhrete kavuşur ki Dante onu İlahi Komed- ya'da büyük epik savaşçıların arasına koyar. Marco Polo, Seyahatnamesinin giriş bölümünde, Bağdat’taki halifenin nasıl ‘gizlice’ Hristiyan olduğunu an­latır.

Bu dönemde Kubilay Han’ın idaresindeki Çin’de misyoner faaliyetleri artmış, Çin vilayetlerinde kiliseler açılmış ve bazıları Hristiyan olmuştu. Moğolların da aynı yolu izleyeceğini düşünen Avrupalıların heyecanı, birleştirici bir unsur haline gelmişti. Fakat Müslümanların kalem ya da kılıç yoluyla dindeğiştireceği inancı 13. yüzyılda zirveye ulaştıktan sonra inişe geçecek ve bir müddet sonra Avrupa’nın gündeminden çıkacaktır.

Devamı için bkn:

http://ilimcephesi.com/hacli-seferleriuzun-bir-savasin-ogrettikleri-2-yazi/





Devamını Oku »

Napolyon Bonapart’ın Mısır Macerası

Napolyon Bonapart’ın Mısır Macerası

Aslında bu, Hindistan’la sınırlı bir durum değildi. Avrupa sömürgeciliği, elinin uzanabildiği bütün dünyaya bir hayal, arzu ve tahakküm nesnesi ola­rak bakıyordu. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, Fransa İmparatoru Napol­yon Bonapart’ın 1798 Mısır çıkartması ve buna Mısırlı tarihçi Abdurrahman el-Cebertinin (1753-1825) verdiği cevaptır. İngilizlere karşı harekete geçe­rek büyük bir donanmayla İskenderiye’ye giden Napolyon, Mısır’ın işgali için kapsamlı planlar yaptığında henüz 28 yaşındaydı. 300 gemi, 50 bin asker ve 151 ilim adamından oluşan devasa ordusuyla yola çıkan Napolyon’un ama­cı, Mısır’ı almak süretiyle Büyük İskender gibi tarih yazan bir imparator ol­duğunu bütün dünyaya ispat etmekti. “Büyük şöhretler ancak Doğu’da elde edilir. Avrupa (bu iş için) çok küçük...”(7) diyordu, Fransız komutan.

Diplomatik hamleleriyle şöhret bulan Napolyon, İskenderiye’ye varır var­maz bütün Mısır’da dağıtılmak üzere Arapça bir ferman yayınlar. Fermanın amacı, hem Mısırlıların ayaklanmasını önlemek, hem de İngilizlere ve Mem­lûk yöneticilerine karşı siyasî ittifaklar kurmaktır. Cebertî’nin daha sonra sa­tır satır okuyarak yapı-çözümüne tabi tuttuğu ferman şöyle der:
“Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla. Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun bir oğlu olmadığı gibi mülkünde ortağı da yoktur. Özgürlük ve eşitlik ilkesi üzerine kurulu olan Fransız Cumhuriyeti adına, Fransız ordu­larının başkumandanı General Bonapart, uzun bir süredir Mısır üzerinde sulta kuran sancakların, Fransız topluluğuna karşı kötü ve aşağılayıcı bir şekilde davrandığını, tüccarlarına her tür eziyeti yaptığını, bundan dola­yı da ceza vaktinin geldiğini bütün Mısır halkına ilan eder.

Ne yazıktır ki Gürcistan ve Çerkez dağlarından getirilen bu Memlükler, yeryüzünün en güzel beldesinde asırlar boyunca fecr ü fesad içerisinde hareket etmişlerdir. Fakat alemlerin Rabbi olan Allah, artık onların hük­münün sona ermesini takdir etmiştir.

Ey Mısırlılar! Size benim buraya dininizi ortadan kaldırmak için geldi­ğimi söylüyorlar. Bilin ki bu bir yalandır ve bu tür sözlere değer verme­yin. Onlara şunu söyleyin: Ben buraya sizin haklarınızı zalimlerin elin­den almak için geldim. Ve ben Allâhu Teâlâ’ya Memlüklerden daha faz­la kulluk eder, O’nun peygamberi Muhammed’e ve kitabı Kur’ân-ı Kerim’e onlardan daha fazla hürmet ederim.

Onlara aynı zamanda şunu söyleyin: Allah katında bütün insanlar eşittir. Üstünlük ancak akıl, fazilet ve ilimledir. Fakat insanları üstün kılan bu akıl, fazilet ve ilimden Memlükler ne nasip almışlar ki bu dünyada hayatı tatlı kılan her şeye sadece onlar sahip olmak istiyorlar? Nerede münbit bir toprak bulunsa, Memlükler el koyuyor. En güzel köleler, en iyi atlar, en güzel yurtlar hep Memlüklere ait oluyor. Eğer Mısır diyarı Memlüklerin mülkü ise, o zaman onlar da Allah’ın emrettiği vergiyi ödesinler. Fakat alemlerin Rabbi, insanlara karşı merhametli ve adildir. O’nun yardımıy­la bu günden itibaren hiçbir Mısırlı önemli mevkilerden men edilmeye­cek, onlar arasından akıllı, adil ve ilim sahibi kişiler kendi işlerini yöne­tecek ve böylece bütün halkın işleri adaletle yapılacaktır.

Eskiden Mısır topraklarında büyük şehirler, geniş kanallar ve canlı bir ti­caret vardı. Bütün bunları yok eden, Memlüklerin hırs ve despotluğun­dan başka bir şey değildir.

Ey kadılar, şeyhler ve imamlar! Ey Şurbeciyya ahalisi! Halkınıza şunu söy­leyin: Fransızlar da sadık Müslümanlardır. Ve bununla uyumlu olarak on­lar Roma’yı işgal etmiş ve Hristiyanları İslâm’a karşı savaş yapmak için kışkırtan Papalık merkezini yerle bir etmiştir. Daha sonra Fransızlar Mal­ta adasına gittiler ve Müslümanlara karşı savaşmak için Tanrı’dan emir aldıklarına inanan Şövalyeleri oradan kovdular. Dahası Fransızlar, ken­dilerini her daim Osmanlı Sultanı’nın -Allah onun saltanatım daim kıl­sın- en sadık dostu, düşmanlarının en yaman düşmanı olarak ilan etmiş­tir. Buna karşılık Memlükler, Osmanlı Sultanı’na itaat etmemiş ve emir­lerini yerine getirmemişlerdir. Aslında onlar kendi hırslarından başka hiç­bir şeye itaat etmemişlerdir.

Hiç gecikmeden bizimle uyum içinde hareket edecek Mısırlılar için rah­met üstüne rahmet vardır; çünkü onların durumu hemen düzeltilecek ve mevkileri yükseltilecektir. Aynı zamanda evlerinde oturup iki düşmandan birinin tarafını tutmayan, fakat bizi yakından tanıyınca bütün kalpleriyle bize yardıma koşacak olanlar için de büyük nimetler vardır. Memluklerle ittifak edip bize karşı savaşlarında onlara yardım edenleri ise büyük bir felâket beklemektedir; çünkü onlar hiçbir kaçış yolu bulamayacak ve onların hiçbir izi kalmayacaktır.

Birinci Madde

Fransız ordusunun geçtiği yerlere üç saat uzaklıktaki bütün köyler ordu komutanına, teslim olduklarını ve beyaz, mavi ve kırmızı renklerden olu­şan Fransız bayrağını astıklarını söyleyen bir temsilci göndermekle mü­kelleftirler.

İkinci Madde

Fransız ordusuna karşı ayaklanan bütün köyler yakılacaktır.

Üçüncü Madde

Fransız ordusuna teslim olan bütün köyler Fransız bayrağını, ayrıca dos­tumuz Osmanlı Sultanının —ilelebed yaşasın— bayrağını asmak zorundadır.

Dördüncü Madde

Her köyün önde gelen kişileri Memlüklere ait bütün mülk, ev ve diğer mal varlıklarını derhal mühürleyecek ve hiçbir şeyin kaybolmaması için azamî gayret gösterecektir.

Şeyhler, kadılar ve imamlar makamlarında durmalıdır. Böylece bütün aha­li kendi evinde huzur içinde olacak ve camilerde namazlar adet olduğu üzere kılınmaya devam edecektir. Bütün Mısırlılar Memlüklülerin ikti­darını ortadan kaldırdığı için Allâhu Teâlâ’nın rahmet ve inayetine şük­redecek ve yüksek bir sesle şöyle diyecektir: Allah Osmanlı Sultanının şanını daim kılsın! Allah, Fransız ordusunun şanını muhafaza etsin! Al­lah, Memlüklere lanet etsin ve Mısır halkını ıslah etsin.

İskenderiye ordugâhında, Fransa Cumhuriyeti’nin kuruluşunun (6. yılı olan) Messidor ayının 13. gününde, yani Hicrî (1213 yılının) Muharrem ayının sonunda (2 Temmuz 1798) kaleme alınmıştır.”

Napolyon’un Mısır’a çıktığı gün İskenderiye’de bulunan Abdurrahman el-Cebertî, yaşanan hadiseleri Acâıbu’l-Âsâr fi’t-Terâcim ve'l-Ahbâr adlı ese­rinde günbegün anlatır. Cebertî’nin kitabı, dönemin Mısır toplumu hakkın­da önemli ve yer yer eğlendirici bilgiler içerir. Fransız aydınlarının Descriptionda tasvir ettiği canlı, aydınlık, muhteşem yani işgal edilmeyi hak eden ve bekleyen Mısır portresi, Cebertî’de tam tersi bir değerlendirmeye konu olur. O, 1798’e tekabül eden H. 1213 yılının bir “yıkım, bozulma, fesat, savaş ve fitne dönemi” olduğunu söyler.(8) Fransızların askerî üstünlüğüne karşı direnecek güçlerinin olmadığını gören Ceberti, dönemin cihad çağrılarına kalemiyle destek verircesine Müslüman Mısır’ın manevî değerlerine vurgu yapar. Fransız donanmasına karşılık Müslümanların sarsılmaz bir imanı olduğunu söyler.

Batı’nın maddî gücü gerçektir, ama geçicidir. Asıl İnsanî değerler Mısır’ın Müslüman kültüründe yaşamaya devam etmektedir. Avrupa’nın maddî üstünlüğü, onun iyi ve doğru olduğu anlamına gelmez. Dahası Cebertî, tıpkı Ortaçağ Avrupa Hristiyanlarının İslâm’ı ve Osmanlıları Tanrı’nın günahkâr Hristiyanları cezalandırmak için gönderdiği bir bela olarak görmesi gibi, Mısır’ı işgal eden Fransızları da Allah’ın Müslümanları cezalandırmak için üzerlerine saldığını söyler. Buna göre, Müslümanlar dinlerinden uzaklaştıkları için, bu tür işgallerden kurtulamayacaktır. Avrupa emperyalizminin topyekûn saldırılarından kurtulmanın yolu da yine Müslümanların kendi nefslerinde olanı düzeltmesinden ve Kur’ân ve Sünnet’e geri dönmelerinden geçmektedir.

Napolyon’un fermanını dikkatle okuyan Cebertî, metin hakkında uzun bir değerlendirme yapar. Metindeki anlam tutarsızlıklarını eleştirir ve dil hatalarını düzeltir. Bundan maksadı, Fransızların sadece söylediklerinin de­ğil, söyleyiş biçimlerinin de yanlış olduğunu göstermektir. Cebertî’ye göre Napolyon’un “Allah’tan başka ilah yoktur; O’nun bir oğlu olmadığı gibi...” cümlesiyle başlayan fermanı, Fransız komutanının, Müslümanlık dahil bü­tün dinlerle uyum içinde olduğunu ima etmektedir. Fakat Fransızlar Hristi- yan olduğu ve teslîse inandıkları için, Napolyon’un bütün dinlere iman et­tiğini ileri sürmesi, aslında onun hiçbir dine inanmadığını göstermektedir. Fransızların ‘özgürlük ve eşitlik’ öğretilerini eleştiren Cebertî, bu ilkenin ço­ğu zaman Fransızlar tarafından ihlâl edildiğini söyler ve ekler: “Onun ‘... herkes Allah katında eşittir’ sözü bir yalan ve aptallıktan başka bir şey de­ğildir”. Zira Mısır’ı işgale gelen Fransızlar hiç de böyle bir tavır içinde de­ğildir. Cebertî, Fransızların temizlik adetlerini ve kadın-erkek ilişkilerini de sert bir dille tenkit eder.

Mısırlı tarihçimizin asıl hedefi, Napolyon’un fermanının ve Mısır’daki mevcûdiyetinin siyasî ve dinî temellerini yıkmaktır. Bu yüzden Cebertî, me­tinde yer alan “ ...sonunun gelmesini Allahu Teâlâ takdir etmiştir...” şeklin­deki cümleyi büyük bir kibir ve küfür nişanesi olarak yorumlar. Böyle diyen Fransızlar, kendilerini “Allah’ın sırlarını kontrol eden kişiler” olarak görmek­tedirler; bu ise küfrün en kötü şeklidir, çünkü küfürden daha büyük bir nan­körlük yoktur. Napolyon’un, “Ben sizin dininizi ortadan kaldırmak için gel­medim” sözü ise Cebertî’ye göre Ronapart’ın söylediği ilk yalandır. “Ben Al­lah’a Memlüklerden daha fazla kulluk ederim” sözü, Napolyon’un aklını ka­çırdığının ve aptallığının bir göstergesidir. Aslında Napolyon’un bu ifadesi, “Benim Memlüklerden daha fazla param ve askerim var” demekten başka bir şey değildir. “...Papalık merkezini yerle bir ettik...” cümlesine gelince, bu da Fransızların hem Müslümanların hem de Hristiyanlarm düşmanı olduğunu ve hiçbir dine inanmadıklarını gösterir. Cebertî analizini şu cümlelerle biti­rir: “Allah onların üzerine bela ve musibet yağdırsın; dillerini lallıkla helak etsin; birliklerini bozsun, onları dağıtsın, akıllarını bağlasın, nefeslerini alsın. O, bunu yapmaya kadirdir ve (duamıza) cevap vermek ancak O’na aittir.”(9)

Cebertî’nin Napolyon’a verdiği cevap, dönemin ruhunu çarpıcı bir şekil­de yansıtır. Fransızların Müslüman alimleri ve emirleri etkileme gayreti, kısa vadede bir sonuç vermez. Cebertî ve biraz sonra değineceğimiz Haşan el-Attâr gibi canlı şahitler, Fransızların sunduğu bilim ve medeniyet tasavvuruna ge­nellikle kuşkuyla, ama bazen de hayranlıkla bakarlar. Örneğin Mısırlı alimler, Kahire’de kurulan Fransız Enstitüsü’ne ilk zamanlar uzak durur, daha sonra da isteksiz giderler. Fakat orada farklı ve ufuk açıcı birtakım çalışmaların ya­pıldığını da teslim ederler. Kendi topraklarında, işgal altında, Fransız Aydın­lanmasının akılcı kibrine maruz kaldıklarının farkındadırlar. Frenklerin bilim ve teknolojideki görece üstünlüğü, onların işgalci bir güç olduğu ve İlâhî ve İnsanî hukuku ihlâl ettiği gerçeğini değiştirmez. Napolyon’dan aktarılan bir hadise bu noktada dikkat çekicidir.

Napolyon ve yanındaki Fransız ilim adamları, Mısırlı alimleri etkilemek ve biraz da gösteriş yapmak için bir gün onları bir kimyasal deney gösterisi­ne davet ederler. M. Berthollet adlı kimyagerin yaptığı deneyin, misafirleri etkilemesi ve hatta eğlendirmesi beklenir. Fakat misafirler deneyi hiçbir tep­ki vermeden izlerler. Napolyon’un da hazır bulunduğu kimyasal deney bi­tince, Şeyh Bekrî, mütercim aracılığıyla Berthollet’e “güzel” der. Ve hemen ekler: “Sor bakalım; beni aynı anda hem Fas’ta hem de burada var edebilir mi?” Fransız kimyager omuz silkerek ve biraz da hayal kırıklığı içerisinde “ha­yır” cevabını verir. Bunun üzerine Şeyh Bekrî, “O zaman (denildiği gibi) bu zat bir yarım büyücü bile değil demek ki!” der.(10) Şeyh Bekrî’nin mesajı açık­tır: Eğer maksadınız bizi bilimsel buluşlarınızla etkilemekse, bunda muvaf­fak olamayacaksınız.

Napolyon’un Mısır seferinde bulunan Avrupalı bilim adamlarının serüve­ni de ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Napolyon, askerî ve siyasî ikti­darın ancak kültürel iktidar ile mümkün olacağını biliyordu. Bunun için Avru­pa’nın seçkin bilim adamlarını da ordusuna katmıştı. Nitekim bu bilim adam­ları heyeti, Mısır’da yaptıkları çalışmaları 1809-1828 yılları arasında Desc­ription de l ’Egypte adlı 24 ciltlik devasa eserde bir araya getirdiler. Eser, Av­rupa emperyal vizyonunun rafine örneklerinden biridir. Avrupa intelijensiya-, işgal etmeye çalıştığı Mısır’ı en ince ayrıntısına kadar tasnif ve tahlil eder. Tanımlama ve sınıflandırma, sömürge gücünün etkin bir silahı haline gelir.

Fransız bilim adamları İskenderiye’yi ilk gördüklerinde hayal kırıklığına uğrarlar. Kitaplarda okudukları, Büyük İskender’in kurduğu, Aristo’nun bo­tanik gözlemler yaptığı şehrin yerinde başka bir kültür, başka bir dünya bulurlar. Yeni bir “İskenderiye Okulu” kurma hayalleri kısa sürede suya düşer.]

Laik Fransızlar için" Kahire fazla dini ve mistiktir. Sıcak, tozlu, yavaş ve tem­kinli akan bir hayat, dilini ve ritmini anlamadıkları bir kültürün dışlayıcı et­kisi bir kısmını yıldırır. Fakat diğerleri Doğuyu aydınlatmak, aklın ışığın, ge­ri kalmış cahil insanlara ulaştırmak için çabalarlar. Kahire sokaklarındaki ha­yatın akışına kısmen nüfuz etmeye başlarlar. Birbirlerini bindikleri eşeklerin üzerinde Fransızca “sakıt, salut” diye selamlarken, Kahirelilerin muzip ba-kışlarına ve gülüşlerine şahit olurlar; ama yapacakları fazla bir şey de yoktur.

Mısır ulemasıyla ve  ve yerel halkla temas kurmaya çalışırlar, ama bir türlü kabul görmezler.Zira gittikleri her yerde onlara işgal için geldiklerinin bilindiği hissettirilir.Tarih boyunca nice günler geçirmiş,nice işgalci güçler görmüş olan Mısır'ın onlarında geri geleceği günü beklediğini fısıldarlar kulaklarına.Mısırlıları bilim ve teknolojiyle etkileme çabaları sonuç vermez.''Biz de Müslüman olmak istiyoruz''dediklerinde kendilerine,“O zaman sünnet içkiyi bırakın denir. Söylediklerine pişman olurlar. Bir gün Napolyon, “Asya’yı ele geçirmek için bir şalvar ve bir sarık takmak çok mudur? diyerek bir Türk kıyafetiyle sokağa çıkar.(11) Lakın bu da sonuç vermez. Mısır halkı olup bitenin farkındadır.

Mısır seferinin en büyük keşfi, Rosetta Taşı’nın bulunmasıdır. 1799 un Temmuz ayında Fransızlar, Nil Nehri kenarında kanal çalışması yaparken, üze­rinde birtakım şekil ve yazıların olduğu siyah bir taş bulurlar. Pierre-Franço- is Xavier Bouchard adlı mühendis, granit taşın kıymetli olacağını düşünerek Rosetta’daki (Reşit’teki) Fransız generale haber verir. Taş üzerindeki Yunanca yazılar hemen fark edilir ve tercüme edilir. Fakat demotik ve hieroglif diğer yazıların çözülmesi, ancak yirmi üç yıl sonra Champollion adlı Fransız dil bi­limciye nasip olacaktır. M. Ö. 196 yılında Yunan Kralı V. Ptolemy’nin yazdır­dığı kitâbe, yüzlerce yıl sonra keşfedildiğinde kadim Mısır ve Yunan tarihine ışık tutan muazzam bir buluş haline gelir. Taşın kıymetinin farkında olan İngilizler, bu ganimetin peşini bırakmazlar. İskenderiye’yi Fransızlardan aldık­larında , Napolyon’un Mısır seferinin belki de tek kazana olan Rosetta/Reşit Taşı da îngilizlerin eline geçer. Taşın bugün Louvre Müzesi’nde değil de British Müzesi’nde olması tarihin cilvelerinden bir» olsa gerek.(12) Rosetta Taşı’nın neden Mısır’da olmadığı ise apayrı bir tartışmanın konusu.

Napolyon işlerin kötüye gittiğinin farkındadır. Beklediği fetih gerçekleş­memiş, Mısır fatihi Büyük İskender hayali, Mısır çöllerinde kâbusa dönüş­meye başlamıştır. Sıcak, yorgunluk, toz ve salgın hastalıklarla boğuşan Fran­sız ordusundan yaklaşık on bin kişi kısa sürede hayatını kaybeder. Fransa’da­ki ve bölgedeki gelişmelerin tersine döndüğünü görür ve ülkesine dönme ka­rarı alır. Ağustos 1799’da Kahire’den ayrılmadan önce, Suriye ve Filistin top­raklarında bir sefere çıkar. Burada Osmanlı askerlerinin mukavemetiyle karşı­laşır. iki gün süren yoğun çatışmalar neticesinde Napolyon, Caffe’yi ele geçi­rir. Burada, savaş esiri olan dört binden fazla Osmanlı askeri öldürülür. Kay­nakların verdiği bilgiye göre, barut ve mermisini harcamak istemeyen Na­polyon, Osmanlı askerlerinin deniz kenarına götürülerek tüfeklerin ucunda­ki süngülerle öldürülmesini emreder. Napolyon’un kendi sekreteri Bourrien- ne, “Bu sahne her aklıma geldiğinde titriyorum” diyerek dile getirir bu olayı.(13)

Mısır seferinin kariyerini ve şöhretini yok edeceğini gören Napolyon, Fransa’ya döndükten sonra Avrupa’da yeni maceraların peşine düştü. Konu­muz Napolyon’un hayatı olmadığı için, bu safhaya girmeyeceğiz. Fakat Na­polyon, 1821’de Rio’nun dört bin kilometre doğusundaki Güney Atlantik Okyanusu’nda bulunan Aziz Helena Adası’nda henüz 51 yaşındayken vefat ettiğinde, îngilizlerin elinde bir esirdi. Bu dünyadan ayrıldığında, geride sa­dece Avrupa tarihinin en tartışmalı miraslarından birini bırakmadı; aynı za­manda Fransız emperyalizminin Mısır’a uzanan tarihinde karanlık bir sayfa­ya da imza attı. Güç, tahakküm ve temellük hırsıyla başlayan Mısır seferi, İslâm-Batı ilişkileri tarihinde de derin izler bıraktı. Fransızların bir Osmanlı vi­layeti olan Mısır’ı ele geçirmesi ve Filistin kıyılarında dört binden fazla si­lahsız Osmanlı askerini katletmesi, İstanbul’da gidişatın vehameti hakkında alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Napolyon’un İskenderiye kıyıların­da “Ben Osmanlı Sultanının sadık bir dostuyum” sözlerini sarf ettiği günlerde, Pây-ı Taht’ın Fransa Büyükelçisini hapse atması ve Fransa’ya savaş ilan etmesi de fayda vermemişti. Tarihin rüzgârları başka bir yönden esmeye başlamıştı.

Siyasî ve askeri alanda yaşanan bu hadiselerin düşünce ve kültür atanla­rında farklı tepkilere neden olmasını belki normal karşılamak gerekir. Abdur­rahman Cebertî’nin ve onlarca Mısırlı alim, fakih ve tarikat şeyhinin Fransız işgaline karşı çıkması ve bunun için İstanbul’a mektuplar yazması elbette önemlidir. Fakat Müslüman alimlerin ilim, düşünce ve eğitim alanında bir çıkış yolu arayışında olduğu da bir gerçek. Bunun kayda değer örneklerin­den biri, Cebertinin çağdaşı ve yakın dostu olan Haşan el-Attâr’ın (ö. 1835) Fransız işgalinin ardından takındığı tavırdır. Aslen Faslı bir alim olan Attâr, Cebertî gibi, Fransız askerlerinin Mısır topraklarında görmekten son dere­ce rahatsızdır. Bu yüzden işgalin ardından o da Asyut’a gider. Fakat bir müd­det sonra Kahire’ye döner ve Fransız ilim adamlarıyla temasa geçer. Onlara Arapça öğretir; kendisi de onlardan Fransızca ve modern bilimleri öğrenir. Fransızların Mısır’ı terk etmesinden sonra Hicaz, Suriye, Anadolu ve İstan­bul’u kapsayan uzun bir seyahate çıkar. İşkodra’da evlenir ve bir müddet bu­rada ikamet eder. 1813’te Mısır’a geri döner ve Ezher’de ders vermeye baş­lar. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın takdirini kazanır ve Mısır’ın ilk resmî gazetesi el-Vekâ’i'u’l-Mısriyye’nın başyazarlığına getirilir. 1830’da Ezher Şey­hi olur ve vefatına kadar bu görevi sürdürür.(14)

Dil, edebiyat, mantık, fıkıh, kelam ve astronomi gibi farklı alanlarda yet­kin eserler veren Attâr, geleneksel İslâmî ilimlere ilave olarak Avrupa dilleri­ni ve bilimlerini öğrenmenin artık kaçınılmaz olduğuna inanır. Ezher eğitim sisteminin başındaki kişi olarak “Artık ülkemizin değişmesinden başka çare yoktur... Henüz ülkemize gelmemiş olan yeni ilimleri öğrenmek zorundayız. Fransızların elde ettiği başarılar baş döndürücü mahiyette...” der.(15)

Geleneksel bir alim olarak Attâr, bir paradoksla karşı karşıyadır: Bir tarafta modern Batı­lı bilimlerin İslâm eğitim kurumlarında öğretilmesini savunmakta, öte tarafta bu ‘seküler’ bilimlerin geleneksel İslâmî ilimlere bir meydan okuma olduğu­nu görmektedir. Attâr’ın İslâmî ve Batılı ilim geleneklerini telif etme çağrısı, İslâm dünyasında modern dönemdeki reform çağrılarının ilk kayda değer ör­neklerinden birini oluşturur. İşrâkîlik üzerinden İbn Arabî mektebine bağla­nan Attâr, reform yanlısı Sûfî geleneğine uzak değildir. Şam ve İstanbul’daki temasları, bu konudaki kanaatini güçlendirir: Fransızların Mısır’ı işgali men­fur bir tecavüzdür. Fakat İslâm dünyası ayakta kalacaksa, modern Batılı bilim geleneğine büsbütün bîgâne kalamaz. Attâr, çağdaşı pek çok düşünür gibi, Ba- tı’yı araçsallaştırır ve asıl amacın ümmetin bekası olduğunu söyler.(16)

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;291-301

Dipnotlar:

7.Juan Cole, Napoleon's Egypt: Invading the Middle East (New York, 2007), s. 17.

8-Abdurrahman el-Cebertî, Acâibu’l-âsâr fi’t-terâcim ,ve’l-Ahbar Beyâni’l-Arabî, 1967), Cilt 4, s. 284.

9.Cebertinin değerlendirmeleri için bkz. Al-]abart i’s Chronicle of the French Occu­pation 1798: Napoleon in Egypt, Shmuel Moreh (Princeton: Markus Wiener Pub­lishers, 1997).

10-Bourrienne, Private Mémoires of Napoléon Bonaparte (London, 1830), s. 279; nak­leden J. W Livingston, ‘Shaykhs Jabarti and ‘Attar: Islamic Reaction and Response to Western Science in Egypt’, Der İslam, Bd. 74, 1997, s. 94-5 (s. 92-106).

11-‘ Nina Burleigh, Mirage: Napoleon’s Scientists and the Unveiling of Egypt (New York* Harper Perennial, 2008), s. 79

12.Burleigh, Mirage, s. 113-4, 145 ve 212-18

13.Burleigh, a.g.e., s. 126.

14.Hulusi Kılıç, “Attar, Hasan b. Muhammed”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 98-9.

15- Aktaran Livingston, “Shaykhs Jabarti and ‘Attar”, s. 97.

16.Attâr ve dönemi hakkında bir değerlendirme için bkz. Peter Gran, The Roots of Isla­mic Capitalism (Austin, Texas, 1979). Gran’in bazı değerlendirmeleri spekülatif ol­makla beraber Attâr’ı tarihî ve entelektüel bağlamına oturtması bakımından önem­lidir.
Devamını Oku »

Hasan el-Vezzân yahut Afrikalı Leo’nun Maceraları

Hasan el-Vezzân yahut Afrikalı Leo’nun Maceraları



1483’te Granada’da doğup Fez’de büyüyen ve Kahire’den Fez’e dönerken İspanyol korsan Bobadilla tarafından 1518’de kaçırılan Hasan el-Vezzân 16. yüzyıl Akdeniz dünyasında yaşanan paralel tarihlerin, iç içe geçişlerin, kültü-, rel alışverişlerin ve çok katmanlı insan hikâyelerinin canlı şahitlerinden biri­dir. Cervantes’in hikâyesini andırır bir şekilde Hasan el-Vezzân da bir esir ola­rak başka bir kültür dünyasına intikal ettiğinde, ortaya hiç beklenmedik bir durum çıkar. Seyyah, coğrafyacı, fakih, diplomat ve kültür adamı Vezzân, or­taçağların Afrika hakkındaki en büyük eserlerinden biri olan Afrika'nın Tasvirini (Italyancası: La Descrittione deli’Af rica, Arapçası: Vasfu İfrikiyye) Ro- ma’da Papa X. Leo’nun himayesinde -en azından zâhirde- bir Hristiyan ola­rak kaleme alır. Olağanüstü şartlarda sıra dışı bir dizi hadise sonucunda kale­me alman bu eser, coğrafya ve kültürel antropolojinin ötesine geçer ve iki dün­ya arasında hayata tutunmaya çalışan Afrikalı Leo’nun hikâyesi haline gelir.

Endülüs’ün ve Mağrib’in zengin kültürel ortamını özümseyerek yetişen Hasan el-Vezzân, Fas Sultanı Muhammed Burtukalî’nin elçisi olarak görev yapar. Gençlik yıllarını Portekiz’de esir olarak geçirdiği için “Burtukalî” adı­nı alan Fas Sultanı, el-Vezzân’ı çeşitli görevler için Kahire, İstanbul ve Akde­niz’in ve Afrika’nın diğer merkezlerine gönderir. Sultan Selim, 1517’de Mı­sır’ı alıp Memlûk Sultanlığı’na son verdiğinde el-Vezzân, Burtukalî’nin tem­silcisi olarak İstanbul’da bulunmaktadır. Mısır’dan gelen haberler üzerine Kahire’ye gider ve Memlûk saltanatının son günlerini ve yeni Osmanlı idaresi­nin ilk günlerini yerinde müşahede eder. Burada Sultan Selim yahut temsilci­si ile görüşmüş olması muhtemeldir; fakat ne kendisi ne de haricî kaynaklar böyle bir görüşmeye doğrudan atıfta bulunmamaktadır.(35)

El-Vezzân, Kahire’deki büyük değişimi gözlemledikten sonra hac yap­mak için Mekke’ye gider. Tekrar Mısır’a döner ve bu seyahatinde gördükle­rini Fas Sultanına aktarmak üzere Fez’e doğru yola çıkar. Muhtemelen Tunus
açıklarında İspanyol korsan Don Pedro de Cabrera y Bobadilla'nın saldırısı sonucu “ Tûrkle beraber” esir düşer.

Bobadilla, korsanların adeti olduğu üzere,kimlerden fidye alınacağı ve kimlerin esir pazarına gönderileceğine karar vermek üzere yeni esirleri inceler. Hasan el-Vezzân’ın kim olduğu­nu öğrendiğinde, büyük bir hazîneyle karşı karşıya olduğunu anlar. 1518 yı­lında Fas Sultanının elçisi —ve İspanyollar açısından Sultanın muhbiri— olan ve İstanbul ve Kahire ile irtibatları bulunan bir kişi, mutlaka yüksek kıymeti haiz olmalıdır. O yıllarda Robadilla’nın kardeşi, Saiamanca piskoposudur ve Roma da ikamet etmektedir. Papa ile olan irtibat noktası, el-Vezzân’ın Vati­kan’a hediye olarak gönderilmesi fikrini güçlendirir. Haber Roma’ya ulaştı­ğında gönderilen esirin kimliği konusunda bir kargaşa yaşanır. Bazıları ge­len kişinin Osmanlı Sultanının elçisi ve ajanı olduğunu söyler. Bazılarına gö­re ise elçi, Tunus Sultanının hizmetkârıdır. Neticede Hasan el-Vezzân, Ro­ma’ya gelir ve Cem Sultan’ın 1483 ya da 1484’te başlayan İtalya esareti sı­rasında takriben altı yıl kaldığı Sant Angelo Kalesi’ne kapatılır. El-Vezzân’ın mutasavver Türk bağlantısı, Cem Sultan’ın Roma’ya getirilmesi gibi bir he­yecana yol açmış olabilir. Zira Osmanlı Sultanının önemli bir adamının ele geçirilmesi, Akdeniz’deki güç ve hakimiyet mücadelesi açısından büyük tazammunları haiz olabilirdi. El-Vezzân’ın Cem Sultan olmadığı kısa sürede anlaşılır. Lâkin Fas Sultanının bu zeki ve kültürlü elçisi, başka imkânlara ka­pı aralayacak görünmektedir.

Hasan el-Vezzân, sıradan bir seyyah ve elçi değildir. İyi yetişmiş bir ilim ve kültür adamı olarak gittiği yerlerde keskin gözlemlerde bulunur, ilim mec­lislerine katılır, siyasî gelişmeleri takip eder, yerel tarih hakkında bilgi alır, farklı bölgelerin antropolojik özelliklerini kaydeder —yanında her zaman bir dizi kitap ve yazı yazacak teçhizat vardır- ve böylece ülkelerin, kavimlerin ve milletlerin tarihi hakkında muazzam bir bilgi birikimi oluşturur.

Vatikan’da önce İtalyanca daha sonra Arapça olarak kaleme aldığı Afrika'nın Tasviri ki­tabı, bu birikimi çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Fakat daha bu kitabı yaz­maya başlamadan önce el-Vezzân’ın sıra dışı nitelikleri Roma’daki sahipleri tarafından keşfedilir. Bu keşfi yapanlar arasında en önemli kişi şüphesiz Papa X. Leo’dur. 1513’te Katolik Kilisesi’nin başına geçen X. Leo, İslâm dünyası­na yeni Haçlı seferleri düzenlenmesi ve bütün Müslümanların Hristiyanlaştırılması konusunda kararlıydı. Bu yıllarda Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’da­ki başarıları, Avrupa’yı yeniden alarma geçirmişti. Papa; İngiliz, Fransız ve İs­panyol krallarının Osmanlı ya karşı bir sefer düzenlemeleri için girişimlerde bulundu. Venedik üzerinden kıymetli istihbarî bilgiler geliyordu. Venedikli bir tüccar/elçinin 1518’de bildirdiğine göre, Sultan Selim, Büyük İskender’in hayat hikâyesini okuyor ve tıpkı bu büyük kumandan gibi Afrika, Asya ve Avrupayı birleştirmek istiyordu, Osmanlı'nın deniz ve kara gücünün arttığı bir dönemde tek başına bu haber bile bütün Avrupa'da “Türkler bu yıl Romaya girecek mi?” korkusunun yayılması için yeterliydi.(36)

Böyle bir ortamda, Hasan el-Vezzân gibi birinin ele geçirilmesi stratejik öneme sahipti. Onun birinci elden sahip olduğu bilgiler, alınacak kararların şekillenmesinde önemli bir rol oynayabilirdi. Papa’nın, el-Vezzân’in sunacağı kıymetli bilgilerden istifa­de etmek isteyeceği açıktır. Fakat bir Müslüman elçinin vereceği bilgilere güvenmek  ne kadar doğru olur?

Esaret yılları sırasında Hasan el-Vezzân'ın Vatikan Kütüphanesinde bu­lunan Arapça eserleri okuduğunu, bazılarının gramer hatalarını düzelttiğini ve tashih ettiği kitapların başına ya da sonuna Arapça olarak kendi adını yaz­dığını biliyoruz. Bu meşguliyet, el-Vezzân’ı bir miktar rahatlatmış ve zihnini esaret hayatından bir nebze uzaklaştırmış olabilir. Fakat belirsiz bir kaderin elinde her gün acı çekmek ne kadar mümkün?

Daha bir yıl önce dünyanın en güçlü yöneticisinin, Sultan Selim’in huzurunda bulunan; Fas Sultanının elçisi olarak Akdeniz’de, Afrika’da, Mağrib’de özgürce dolaşan Hasan el-Vezzân, bu esaret hayatından kurtulabilecek miydi? Siyasî entrikalar içinde hayatının bir garantisi var mıydı? Sıradan bir köle olarak satılıp hayatını bir vassalın çamur ve pislik içindeki bir çiftliğinde sona erdirmeyeceğinin garantisi var mıydı?

Bu sorular el-Vezzân’ın zihnini meşgul etmiş olsa gerektir. Kendisinin na­sıl bir muhasebe ve plan yaptığını bilmiyoruz. Ancak Hristiyan olması için belli bir baskıyla karşılaştığını da kaynaklar aktarmaktadır. Neticede 6 Ocak 1520 günü Hasan el-Vezzân, Vatikan’daki Aziz Peter meydanında Papa X. Leo tarafından vaftiz edilir ve Papa’nın kendisine verdiği “Joannes Leo” is­mini alır. Romalılar onu “Afrikalı Giovanni Leone” olarak tanır. Kendisi ise bu ismin Arapçasını benimser ve kendisine Yuhanna el-Esed (‘Aslan’ Yuhan- na) adını verir.(37)

İlme ve dillere zaten meraklı olan el-Vezzân, kısa sürede İtalyanca ve La­tince öğrenir; Roma, Napoli ve Bologna’da papazlara ve öğrencilere Arapça dersleri verir. 1525’te Joannes Gabriel’in Latince Kur’ân tercümesinin tas­hihlerini,(38) 1526’da da büyük eseri Afrika'nın Tasvirini tamamlar. Yaklaşık bin sayfalık hacimli kitabında, Afrika’nın bölgeleri, halkları, kabileleri, şehir­leri, iklimi ve günlük yaşamı hakkında önemli bilgiler verir. Afrika kelimesinin kökenine ilişkin ünlü teorisini, kitabının girişinde açıklar: Vezzân’a gö­re, kelimenin iki etimolojik kökeni vardır. Biri Yemen Kralı İfrikos’tan gel­mektedir. Diğeri ise Arapça faraka kökünden gelen kelimedir ve Afrika kıta­sının Avrupa ve Asya’dan Akdeniz’le “ayrıldığı” manasını taşır.(39) Diğer ko­nular arasında müellifin Timbuktu hakkında verdiği bilgiler, ayrı bir ilgi ve merak konusu olur; zira 16 ve 17. yüzyıllarda Timbuktu, Avrupalıların Af­rika tasavvurunda dünyanın en zor ulaşılan esrarlı mekânlarından biridir. Oysa el-Vezzân, Timbuktu’nun büyük bir ticaret ve kültür merkezi olduğu­nu ve her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edildiğini, sakin ve detaylı bir şekilde anlatır.

El-Vezzân, Avrupalıların Afrika ve Müslüman toplumlar hakkındaki yanlış bilgilerini ve çarpık algılarım da tashih eder. Harem, cinsellik, zenginlik, şeh­vet vb. konulardaki abartılı fantazilerin hakikat olmaktan çok kurgu olduğu­nu söyler. Müslüman kadınların toplum hayatındaki rolünü özellikle vurgu­lar: İslâm toplumlarında kadın haremde bekleyen bir seks objesi değildir. Ter­sine kadın, hayatın her alanında görev alır, ticaret yapar, ürettiklerini pazarda satar, anlaşmalar imzalar, finansman sağlar, vakıf kurar, hayır kurumlarında görev alır, eğitime katılır, bir zenaatkâr olarak çalışır... El-Vezzân, Müslüman kadının toplumdaki bu rolünü anlatırken, hem kendi seyahat ve gözlemleri­ne dayanır, hem de İslâm hukukunun kadına tanıdığı haklardan ve imkânlar­dan bahseder. Kadının sosyal ve ekonomik hayatta böyle bir yere sahip olma­sı, 16. yüzyıl Avrupasında büyük bir hayret ve kuşkuyla karşılanmış olsa ge­rektir. Her hâlükârda el-Vezzân’ın bu bilgileri aktarırken Avrupalı muhatap­larının cehalet ve ön yargılarının farkında olduğu anlaşılıyor.(40)

El-Vezzân’ın kitabı, kendisi hayatta ilen 1550’de Venedik’te basılır. Ki­tap kısa sürede ‘best-seller’ olur. Birkaç yıl içerisinde Latinceye, Fransızcaya, ardından İngilizceye çevrilir. Afrika’nın Tasviri, Avrupalı tarihçi, coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların en önemli referans kaynağı haline gelir ve bu statüsü­nü dört asır boyunca muhafaza eder. Böylece Hasan el-Vezzân, büyük coğ­rafya alimi İdrisî ve ünlü seyyah İbn Battuta gibi, büyük bir seyyah, tarihçi ve coğrafyacı olarak tarihe adını yazdırır. 1550’de Roma’dan ayrılır ve ülkesine dönmek üzere yola çıkar. 1552 ya da 1554 yılında, yeniden Müslüman ola­rak bu dünyadan ayrılır.(41)

Hasan el-Vezzân’ın hayat hikâyesi, pek çok esere ilham kaynağı olmuştur. Amin Maalouf, bu renkli, zorlu ve ibret dolu hikâyeyi Leon l'Africa' (1986) romanında edebî bir kimliğe büründürür. Roman, şu sözlerle baslar “Ben, Muhammed’in oğlu Hasan, ‘terazici’ (el-vezzân)... Ben, Jean-Le0n d Med id... bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben... şimdilerde bana Afrikalı diyorlar. Fakat ben ne Afrikalıyım, ne Avrupalıyım, ne de Ara­bistanlıyım. Bana Gırnatalı, Faslı, Zeyyatili de derler; ama ben hiçbir ülke­ye, hiçbir şehre, hiçbir kabileye ait değilim. Ben yolun evladıyım; benim ül­kem kervandır; hayatım, yolculukların en beklenmeyenidir.. .”(42) Bir edebi­yatçının kaleminden dökülen bu fiktif sözler, Afrikalı Leo olarak şöhret bu­lan Hasan el-Vezzân’ın farklı dünyalar arasında yaşadığı maceraları, tecrübe­leri, acıları, travmaları, heyecanları, hüzünleri ve sevinçleri tasvir etmektedir. Farklı dünyalar arasında köprü olmakla kendi olmak arasındaki gerilim, Af­rikalı Leo’nun hayatını ve eserlerini şekillendirmiş görünmektedir. Belki de bu kurgu, Hasan el-Vezzân’ın yaşadıklarından çok bizim modem ön yargıla­rımızı ve yersiz beklentilerimizi ifade ediyor. Belki de yeryüzünün her nok­tasını kendine vatan edinebilen el-Vezzân, şartlar ne olursa olsun hayatını en doğru ve en dolu şekilde yaşamak için mücadele veriyordu. Geride bıraktığı tarihçe-yi hayat ve eserleri, onun Gırnata’dan Fez’e, İtalya’dan Fas’a uzanan hayatını boşa harcamadığını teyit ediyor.

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;272-276

Dipnotlar:

  1. Natalie Zemon Davis, Trickster Tales: A Sixteents Century Muslim Between Worlds (New York: Hill and Wang, 2006), s. 44-5.

  2. Davis, Trickster Tales, s. 61.

  3. Davis, a.g.e., s. 65.

  4. Davis, a.g.e., s. 81.

  5. Davis, a.g.e., s. 125.

  6. Davis, a.g.e., s. 220.

  7. Mustafa Bilge, ‘Hasan el-Vezzân’, TDV İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: 1997), Cilt 16, s. 359“.
Devamını Oku »