Avrupa ve Türkler

Avrupa ve Türkler

......

Bir Portrenin Hikayesi

Fatih Sultan Mehmed'in Avrupa'ya olan siyasî, ticarî ve kültürel ilgisi İstanbul'un fethinden sonra da artarak devam etmiştir. Bunun çarpıcı örneklerinden birini Venedik Kralına yaptığı bir davette görüyoruz. Kralı oğlunun düğününe davet eden Fatih, İstanbul'a bir ressam, heykeltıraş ve bronz dö­kümcüsü de göndermesini ister. Venedik Konseyi derhal toplanır ve dönemin en büyük ressamlarından olan Bellini'yi 1479’da İstanbul’a gönderir. İstan­bul da yaklaşık 18 ay kalan Bellini, Sultanın portresini yapmadan önce saray hayatına ve İstanbul’un günlük yaşamına ilişkin çeşitli resimler yapar. Fatih, kendi portresinin yapılmasına izin vermeden önce Bellini’ye bazı siparişlerde bulunur ve Venedikli ressamın ustalığını test eder. Bellini, şöhretinin hakkını verir ve ünlü Fatih tablosunu çizer.
Bellini’nin 25 Kasım 1480’de tamamladığı Fatih portresi, Rönesans sanat akımlarının izlerini taşır ve realist kimliğiyle öne çıkar. Fatih, başında büyük bir beyaz sarıkla ve dörtte üç açıyla yan profilden tasvir edilmiştir. Bellini, Fatih’in sarığını ve üzerindeki kıyafetleri Osmanlı Sultanının ihtişam ve zara­fetini yansıtacak şekilde çizer. Fatih’in yüzündeki dinginlik ifadesi dikkat çe­kicidir. Savaşçı, eli kılıçlı, kan döken, korkunç Türk imajına karşılık; burada özgüven, iç huzur ve sakinliğiyle öne çıkan bir Sultan vardır. Fatih’in başının etrafındaki çerçeve ve mermer kemer, Sultanın bir camdan baktığı izlenimi­ni verir. Kemerin iki yanında havada asılı duran altı yaldızlı taç ve halı üze­rindeki taç, imparatorluk sancağını oluşturan yedi tuğu temsil eder. Fatih’in tasarrufu altında bulunan büyük siyasî ve askerî güç, tabloya Latince bir iba­reyle nakşedilir: Victor orbis, yani ‘Cihan Fatihi’.(34)

Fatih, batılı bir ressama portresini yaptıran ilk Osmanlı padişahıdır. Bü­yük İskender’in varisi olduğuna inanan Fatih, böylece sadece siyaset ve askeri stratejide değil, sanatsal ve kültürel etkileşim alanında da yeni ufuklara açıl­maktan yana olduğunu gösterir. Portresinin yanı sıra kendisi için bronz ma­dalyonlar da döktürür. Bunlardan bir tanesi Bellini’ye aittir. Diğer madalyon­lar Constanza de Ferrera ve Bertoldo di Giovanni gibi yine İtalyan sanatçılara aittir. Rönesans döneminin izlerini taşıyan madalyonlarda Fatih, Bellini’nin portresindeki gibi sarıklı olarak ve yan cepheden tasvir edilmiştir.

Bir rivayete göre, Fatih’in yerine geçen oğlu II. Bayezid, bazı alimlerin et­kisiyle Bellini’nin Fatih portresini, saraydaki diğer portrelerle birlikte çarşıda sattırır. Tablo, Venedikli tacirler tarafından satın alınır. Böylece Venedikli usta ressamın eseri, kendi ülkesine geri döner. Eser bugün İngiltere’de Ulu­sal Galeri’de bulunmaktadır. Müteakip yıllarda çeşitli restitüsyonlara uğra­dığı anlaşılan eser, Fatih Sultan Mehmed’in özellikle Batı’da en fazla bilinen resmi haline gelmiştir. Bunun kadar meşhur bir diğer Fatih portresi, Osmanlı nakkaşı Sinan’a aittir.(35)

fatih sultan ile ilgili görsel sonucu

Nakkaş Sinan’ın gül koklayan Fatih minyatürü, Fatih’in kültürel etkileşi­me açık karakterinin çarpıcı örneklerinden biridir. Bellini’yi İstanbul’a davet eden Fatih, aynı zamanda Nakkaş Sinan Efendi’yi Batı resim sanatını incelemek üzere Venedik’e gönderir. Sinan burada Maestro Paolo adlı bir ressam ile çalışır. İstanbul’a, iki resim geleneğine de hakim bir sanatçı olarak döner. Gül koklayan Fatih portresi, bu girişimin meyvesidir. Nakkaş Sinan’ın Fatih port­resi, kudretli bir devletin başında büyük bir askerî ve ekonomik güce hükme­den Türk Sultanını son derece nezih, ince ve latif bir şekilde resmeder. Sulta­nın oturuşu, kaftanı ve sarığı, azamet ve kudreti de etkili bir şekilde yansıtır. Osmanlı minyatür sanatını ve Avrupa resim geleneğini yakînen bilen Nakkaş Sinan, celâl ve cemâl neşvesini tek bir resimde bir araya getirmeyi başarır. Is­lâm geleneğinde Hz. Peygamber ile birlikte tasavvur edilen gül, Fatih’in elin­de ayrı bir manevî anlam kazanır.
Fatih ve Drakula

Fatih, ‘cihan hakimi olarak kendi halkı arasında popüler, Balkan ve Av­rupa milletleri arasında da merak konusuydu. Girdiği savaşları kazanıyor, usta siyasî manevralarla istediğini masa başında elde ediyordu. Fakat bunun önem­li istisnaları da vardı ve bunlardan biri, bugün Drakula efsanesi olarak bili­nen hadiseyle yakından ilgilidir. ‘Tepes’ yani ‘Kazıklı’ diye şöhret salan Vlad Dracul (1430-1476), Osmanlı vassalı olan bir Rumen voyvodanın oğluydu. 1456 da kendisi vassal oldu. 1459’da Osmanlı’ya olan vergi borcunu ödeme­yi reddetti ve Osmanlı ordusunun Erdel’e geçişine izin vermedi. Fatih, mese­leyi diplomatik yollardan çözmeye çalıştı. Fakat Dracul, Fatih’in Eflak’a gön­derdiği elçileri sarayının önünde kazığa oturtarak meydan okudu. Bu tarih­ten itibaren bütün düşmanlarını acımasızca kazığa oturtan Vlad, Avrupa’da ‘Kazıklı Dracul’ olarak anılmaya başladı.

Fatih, 1462’de muazzam bir orduyla Tuna Nehri’ni geçerek Eflak’a doğ­ru ilerler. Vlad, geri çekilmek yahut af dilemek yerine, bir baskınla Fatih’i ve komutanlarını öldürmeyi planlar. Kalabalık Osmanlı askerleri ve etkin savaş teknikleri karşısında geri çekilmek zorunda kalır. Fakat yolda Fatih ve asker­leri dehşet verici bir manzarayla karşılaşır. Üç kilometre uzunluğunda ve bir kilometre genişliğinde bir alanda esir edilmiş yaklaşık yirmi bin Türk ve Müs­lüman, kazıklara geçirilmiştir. Bir kaynağa göre “annelerine bağlanıp kazık­lara oturtulmuş küçük çocuklar da vardı ve göğüs kafeslerinin içine kuşlar yuvalanmıştı”.(36) Bu dehşetengiz manzara, savaşlarda pek çok ölüm görmüş olan Osmanlı askerlerini bile derinden sarsmıştı. Her ne kadar Fatih seferine devam ettiyse de gerilla taktikleriyle savaşan Vlad'ı bulmak mümkün olma­dı. Tarihin cilvesine bakınız ki Vlad Dracul, aynı yıl Osmanlılar değil, Maca­ristan Kralı Mathias Corvinus tarafından esir alındı. Corvinus, Avusturya’ya karşı Osmanlıların desteğini almak istiyordu. Bu yüzden Vlad’ı yıllarca esir tuttu. Fakat kendisi Osmanlılara karşı savaşmaya başlayınca Vlad’ı serbest bı­raktı; ona asker ve para vererek hizmetine aldı. Bosna ve Boğdan’da Osmanlı ordusuna karşı savaşan Vlad, 1476’da bir savaşta öldürülerek boynu vurul­du ve kellesi Fatih’e gönderildi.

Osmanlı için bir baş ağrısı olan Vlad Dracul, Romanya’da ve Avrupa’da Hristiyanlık’ın yavuz kumandanlarından biri olarak efsaneleştirilmek isten­di. Savaşlardaki acımasız tutumu ve on binlerce masum insanı kazıklara oturtma, kısmen örtülmek istendi. Mircae Eliade, Vlad tiplemesi üzerinden şu değerlendirmede bulunur: “Romanya’nın Hristiyan Batı’nın kalesi olarak tarihsel bir misyona sahip olduğu fikri, tüm büyük Rumen prenslerinin bilincinde alttan alta varlığını korumuştur”.(37) Ortaçağa ait Rumen ve Bulgar kaynakları Vlad’ı, acımasız yöntemler kullanmakla beraber Osmanlılara karşı korkusuzca savaşmış bir komutan olarak tasvir ederler. 18. ve 19. yüzyıl Rumen edebiyatında Vlad, giderek bir millî kahraman kimliğine bürünür. Buna karşın Alman ve Macar kaynakları Vlad’ı bir despot ve ca­ni olarak anlatır. Zira Vlad, sadece Türkleri ve Müslümanları değil, kendi­sine karşı çıkan dindaşlarını da hunharca katletmekten ve kazıklara oturt­maktan çekinmemiştir. Vlad, günümüz Romanya’sında tartışmalı bir figür olmaya devam etmektedir.

Vlad Dracul’un vampir Drakula efsanesinin kaynağı haline gelmesi, İrlan­dalı yazar Bram Stoker’ın onun kanlı maceralarını bir vampirler prensi ola­rak arılattığı 1897 tarihli Dracula adlı romanıyla başlar. Drakula, kan içici bir vampir olarak popüler kültürün dikkat çekici ikonlarından biri haline gelir. Bugün Drakula filmleri, kostümleri ve efsaneleri tarihte yaşamış Vlad Dracul ile genellikle dolaylı ve uzaktan bir ilişkiye sahiptir. Fakat onun dehşet veri­ci ve hunharca savaş taktikleri ve kazık sapkınlığı, kan emici vampir imajına çok da ters düşmemektedir.(38)

Korkunç Türk, Muhteşem Osmanlı
melchior lorichs kanuni gravürü ile ilgili görsel sonucuMelchior Lorichs'in Kanuni Gravürü

Her ne kadar Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiği için Avrupa’nın zihin haritasına köklü bir şekilde kazınmışsa da “Osmanlı’nın ihtişamı”nı temsil eden asil tarihî şahsiyet, Kanunî Sultan Süleyman’dır. İncil’deki bü­yük peygamberlerden Hz. Süleyman’la adaş olan Süleyman, ‘Kanunî’ yani kanun-koyucu sıfatıyla şöhret salmıştı ve bu, onu Justinian gibi büyük Ro­ma imparatorlarıyla aynı mertebeye koyuyordu. Fakat onun Batı dillerinde bugün de en çok bilinen ismi “Muhteşem Süleyman”dır. 1520-1566 yılları arasında uzun bir süre Osmanlı tahtında oturan Kanunî, ülkesinin zengin­liği, ordusunun gücü ve topraklarının büyüklüğüyle Avrupa’nın hem kor­ku hem de tutku nesnesi haline gelir. Montaigne ve Bodin gibi Avrupalı düşünürler, Kanunî’nin adaletini örnek bir siyasî erdem ve model olarak an­latırlar.(39) Tîtian, ünlü Kanunî portresini kendisine ulaşan bilgi ve tasvirler­den hareketle çizer. Hayranlık ve korku duyguları çağrıştıran Osmanlı sul­tanı, İskender ve benzeri büyük komutanlar gibi vakar ve haşmet içinde tas­vir edilir. O herhangi bir kayzer, sultan yahut padişah değil, Muhteşem Sü­leyman’dır. Bunun en çarpıcı ifadelerinden birini, Melchior Lorichs’in ünlü Kanunî gravüründe görürüz. 65 yaşındayken çizildiği tahmin edilen bu gra­vürde Sultan Süleyman, zayıf ve ince yüzlü, yüz hatları net ve keskin, sakallı,başında büyük bir sarık ve üstünde sade bir elbiseyle tasvir edilmiştir.Portrenin altında Arapça olarak güzel bir hatla yazılmış “es-Sultân ibni's Sultani's Sultân Süleyman-Şâh ibni’s-Sultân Selim Hân azza nasrahu” ibaresi yer alır. Bunun altında üç satır halinde Latince bir ibare vardır. Kanunî Sultan Süleyman, Avrupalı ressam Lorichs’in çizgilerinden dünyaya muhteşem bir dinginlik ve derinlik ile bakar.(40)

Bu dönemde Avrupa, Osmanlı medeniyetine, devlet düzenine ve refahına hayranlık duymakta, ama Osmanlı’nın kılıcından ve fetihlerinden korkmak­tadır. 16 ve 17. yüzyıllarda Orta Avrupa siyasetini belirleyen temel amil, Os­manlı’nın kiminle ittifak kurduğu ve kimi düşman ilan ettiğidir. Avrupa siya­setinin Osmanlı esas alınarak şekillenmesi, bu dönemde şaşılacak bir durum değildir. Fransızlar, Almanlar, İngilizler, Habsburglar, Ruslar, Macarlar, Sırplar ve diğer Balkan ve Avrupa milletleri kendi siyasetlerini belirlerken Osman­lı'nın jeo-politik hamlelerini her daim dikkate almak zorundaydı.

Bunun tezâhürlerini sosyal ve dinî hayatta da görüyoruz. İstanbul’un fet­hinden sonra alarma geçen dinî çevreler, Hristiyanları daha fazla dua etme­ye çağırır. Kilise ve manastırlarda yaklaşan Türk tehlikesine karşı toplu du­alar edilir. Almanların Türkenglocken olarak bildiği ‘Türk çanları’, günde üç defa çalar ve Hristiyanların günde en az üç defa Rabbin Duası’nı yapmaları­nı ve İslâm’a karşı kendilerini tezkiye etmelerini salık verir.(41)

Kanunî’nin 1526’da Mohaç Savaşı’nı kazanarak bugünkü Macaristan topraklarını alması ve 1529’da Viyana’yı kuşatması, İstanbul’un fethinden sonra Avrupalı kralların, din adamlarının ve yazarların dikkatini tekrar Osmanlı Devleti’ne ve Türklere yöneltir. Türklerin bu önlenemez ilerleyişi, Avrupa’da Protestanlık’ın ortaya çıkması gibi iç çatışmalarla aynı zaman di­liminde gerçekleşir ve bu, pek çok idarecinin, din adamının ve yazarın iç ve dış tehditler hakkında uzun değerlendirmeler yapmalarına neden olur. Hem Martin Luther’e karşı Katoliklik’i savunan din adamları hem de Va­tikan’a karşı şüpheci bir tavır içinde olan hümanist yazarlar, Osmanlı-Türk tehdidi konusunda ittifak halindedirler. İster dinî ister hümanist bir zaviye­den bakılsın, Hristiyan Avrupa, Türk tehdidi karşısında birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Fakat bu birliğin nasıl sağlanacağı en büyük ihtilaf ko­nusudur. 16. ve 17. yüzyıl Ingiliz edebiyatı, bu tartışma ve çekişmelerin ör­nekleriyle doludur.(42 )

.............

Modernliğe Doğru Türk İmajı

Avrupa, Türkleri İstanbul’un fethinden dolayı hiç bir zaman affetmedi. Nitekim II. Pius adıyla Papalık koltuğuna oturan Enea Silvio Piccolomini, İstanbulun fethiyle ilgili şöyle der:

Geçmişte biz Asya ve Afrika’da yani yabancı ülkelerde yara aldık. Fakat bu sefer kendi topraklarımızda, kendi evimizde, Avrupa’da hücuma ma­ruz kalıyoruz. Doğru, Türkler Yunanistan’a Anadolu’dan çok zaman ön­ce geçtiler; Moğollar Avrupa’ya kadar geldiler ve Araplar, Cebel-i Târık Boğazı üzerinden İspanya’tun belli bölgelerini ele geçirdiler. Fakat biz bugüne kadar Konstantinopol ile mukayese edilebilecek hiçbir şehir ya da mevzii kaybetmedik.(96)

Bizans’ın gözdesi, Doğu’nun Roması İstanbul’un kaybı, fetih tarihinden yüzlerce yıl sonra öfke, hüzün ve serzenişle hatırlanmaya devam edecektir. Avrupalı yazarlar, Türklerin yükselişini izah etmek için sayısız girişimlerde bulunacak, sonlarının gelmesi için de en beklenmedik tarihi kurgulara baş­vuracaklardır. Bu yönelimin en renkli örneği, Tamburlaine (Timurlenk) ad­lı oyununu 1587 yılında yayınlayan Christopher Marlowe’dur. Marlowe, ünü Avrupa’ya kadar ulaşan Moğol komutam Tımurlenk’i oyununun baş kahramanı yapar ve ona “aşağılık Türkleri” yeryüzünden silme görevini ve­rir. Moğolların Türkler karşısındaki askerî başarısı, Avrupa için bir teselli­dir. öte yandan Marlowe, bir Rönesans adamıdır: Onun için tarihe yön ve­ren şey, dini fikirler yahut İlâhî müdahaleler değil, liderlerin sahip olduğu güç, azim ve yetenektir.

Marlowe’un Tımurlenk’i, askerlerine Türklerin Kur’ân’ını yakmasını em­reder ve şöyle haykırır: “İnsanların boşu boşuna Muhammed’e taptıklarını görüyorum/Halbuki benim kılıcım milyonlarca Türkü cehenneme gönder- miş/Bütün din adamlarını, akrabalarını ve dostlarını katletmiştir/Buna rağmen Muhammed bana dokunamamıştır”.(97) Bir Budist/şaman olan Tımurlenk, böylece Avrupa ve Hristiyanlık adına Türklerden intikam alan bir kahraman ha­line gelir. Moğol barbarlığı, Avrupa için bir intikam aracıdır.

Tersine çevrilmiş barbarlık teması ve buradan doğan “barbar Türk” imajı, ünlü Fransız edibi ve Rönesans düşünürü Francois Rabelais’in Pantagruel (1550) adlı epik eserinde zirveye ulaşacaktır. Eserin kahramanı Pantagruel, öğrencisi Panurge’ye, Türklerin eline nasıl esir düştüğünü ve sonra nasıl kurtulduğunu anlatmasını söyler. Ateşle işkence yapmanın İslâm’da yasak olduğunu bilmeyen ve hayal gücünü zorlayana Rabelais, kahramanının ağzından Türklerin nasıl iş­kence yaptıklarını ve vahşeti bir zevke dönüştürdüklerini anlatır. Kendisi de bir doktor olan Rabelais’in “tabiplerin prensi” olarak bilinen İbn Sina’yı okumuş olmasının, onun İslâm algısında herhangi bir iyileşmeye neden olmadığı anlaşı­lıyor. Ne de Rabelias’in “Rönesans hümanizmi” bir fayda sağlamış görünüyor.

Bu Türk imajı, biraz daha yumuşatılmış bir şekilde, İngiliz dilinin en bü­yük şairi Shakespeare’de de ifadesini bulacaktır. Beşinci Henry oyununda In­giltere Kralı Henry, Fransız Kralının kızı prenses Katherine’le evlenmek is­ter. Amacı, iki ülkeyi birleştirmektir. Evlilikleri, bu birlikteliği ebedîleştirecektir. Zifaf gecesinin iki kutsal gün arasında olmasını planlayan Henry, Katherine’e amacını doğrudan ve açıkça söyler: “Sen ve ben, Aziz Denis ile Aziz George günleri arasında, yarı Fransız, yarı İngiliz bir çocuk vücuda getirsek ve (o çocuk) Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) gidip Türk’ü sakalından yakala­sa!” İster siyasette, ister dinde, isterse de tiyatroda olsun, Osmanlı-Türk ima­jı, Avrupa’nın hemen her alanında karşımızda çıkar.

Rönesans ve Reform hareketlerinin Avrupa tarihine damgasını vurduğu 16. ve 17. yüzyıllar, bazı yönlerden yeni algılama ve ilişki biçimlerinin orta­ya çıktığı, bazı yönlerden ise tevarüs edilmiş önyargıların güçlendiği bir dö­nemdir. 1258’de Moğolların Abbâsî Devleti’ni sona erdirmesiyle başlayan sü­reç, Arap siyasî ve kültürel gücünün gerilemesine, buna karşı Türk gücünün belirleyici bir unsur haline gelmesine neden olmuştur. Rönesans’ın vadettiği akılcılık, bilimcilik ve hümanizm, modern dünyanın doğuşuna zemin hazır­lamış; fakat bu arada İslâm, Müslüman ve giderek Türk algısının çerçevesini de belirlemiştir. Avrupa ve Osmanlı, Batı ve İslâm dünyası, modern dünyaya bu tarihi yükü taşıyarak girmiştir.(98)

‘Türk despotizmi’ kavramı, bu algı biçiminin siyaset felsefesindeki önemli ifadelerinden biridir. Despotizm kelimesini ilk defa 1748’de Kanunların Ruhu adlı eserinde kullanan Montesquieu’ye göre, bu rejimde “hiçbir kanuna kurala bağlı olmayan bir tek kişi, her şeyi kendi iradesine ve kaprislerine gör yönetir”. Asya’da yaygın olan bu yönetim biçiminin tarihteki en belirgin örneği, ona göre Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı hakkındaki bilgilerini daha zi­yade dönemin seyyahlarının yazdıklarından devşiren Montesquieu, despotiz­min Müslümanların inanç sistemlerine en uygun yönetim tarzı olduğuna ina­nıyordu. Ona göre, “padişaha tebası tarafından tapılmaktadır” ve “onu bir Tanrı gibi görmelerine neden olan bir tür putperestliğin” varlığı bu sonucu doğurmuştur. Zihnindeki muhayyel Osmanlı modelini ‘despotizm’ kavramı­nı temellendirmek için kullanan Montesquieu, Osmanlı’daki hukuk sistemin­den, şeriattan, padişahın gücünü sınırlayan ve denetim görevi gören divan, ulemâ, meşâyih, ordu ve halk gibi kuvvetlerden hiç bahsetmez. Alman düşü­nür Herder de Montesquieu’nün izinden gider ve Türklerin despotik bir dü­zene sahip olduğunu, bu yüzden fethettikleri topraklardaki büyük sanat eser­lerini takdir edemediklerini ileri sürer."

Montesquieu’nun bu temelsiz ve abartılı iddiasına cevap beklenmedik bir kalemden, Voltaire’den gelir. 1756 tarihli, Töreler Üzerine Deneme adlı ese­rinde Voltaire, Türk despotizmi kavramına şiddetle karşı çıkar: “Yanlış! Bura­da Türk hükümetinin despotik adı verilen saçma bir yönetim tarzına sahip ol­duğu, insanların hepsinin sultanın kölesi olduğu, kendilerine ait hiç bir şeyle­ri olmadığı, canlarının ve mallarının efendilerine ait olduğu konusundaki ön- yargıyı yıkmam gerektiğine inanıyorum...”. Gururlu Türklerin törelerinin acımasız olduğu doğrudur, der Voltaire.

Bu yüzden diğer milletleri küçük görür­ler. Fakat Montesquieu’nun iddia ettiği gibi Osmanlı kanunları “bir tek kişi­nin kaprisleri uğruna binlerce adamı, zevk için beslenen yabanî hayvanlar gibi yok etmesine izin verecek” bir yapıda değildir. Padişahın da Kur’ân’ın ortaya koyduğu temel kurallara uymak zorunda olduğuna dikkat çeken Voltaire, Osmanlı’da özel mülkiyetin bulunduğunu ve bu yüzden veraset kanunlarının yü­rürlükte olduğunu söyler. Dahası, Osmanlı İmparatorluğu farklı din, dil ve etnisiteye sahip ‘otuz farklı halktan oluşmuştur’. Böyle bir devletin, Montesqu­ieu’nun hayal ettiği türden bir despotizmle yönetilmesi asla mümkün değildir.(100)

Daha önce karşımıza çıkan Büyükelçi Ogicr de Busbecq, Montesquieu ve Voltaire’den iki asır önce bu konulara değinmiş ve Avrupalıların Türk kültü­rünü ve İslamı daha kolay anlaması için çeşitli mukayeselerde bulunmuştur. Busbecq, köleliğe karşı çıkar ama Osmanlı’da kölelere adil ve merhametli davranıldığını söyler. Avrupa’da yaygın olan “Aristokratlar, kralların despot ol­masına engel olur; bu yüzden aristokrasi sınıfı gereklidir” iddiasını temelsiz bulur. Ona göre Osmanlı Devleti, böyle bir sınıfın çıkar ve taleplerine mec­bur olmadığı için halka karşı daha adil davranabilmektedir.(101)

Türkler ile Avrupalıların 19. ve 20. yüzyıllardaki ilişkilerine ileride tek­rar değineceğiz. Osmanlı’nın yıkılışından İstiklal Harbi’ne, Türkiye’nin NATO’ya girmesinden AB üyelik sürecine ve Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk’ün varlığına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan bu tarih, hem Türklerin hem de Avrupalıların ‘ben’ tasavvurunu ve ‘öteki’ algısını belirlemeye devam ediyor. Bunun çarpıcı örneklerinden birini, 1947 yılında Nobel Ede­biyat Ödülü’nü alan Fransız şair ve yazarı Andre Gide’de buluyoruz. 1914 te İstanbul ve Konya’yı ziyaret eden Gide, Avrupa merkezci bir kültürel üstün­lük duygusuyla kaleme sarılır:

Konstantiniyye (İstanbul) bütün önyargılarımı doğruluyor ve Venedik le beraber kişisel cehennemime dahil oluyor. Bir mimari eseri, bir cami­nin cephesini takdir etmeye başladığınızda, (aynen şüphelendiğiniz gibi) onun Arnavut yahut İranlı olduğunu öğreniyorsunuz ... Türk kıyafetle­ri aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafetler; doğrusunu söylemek gerekir­se (Türk) ırkı da bunu hak ediyor ... (Egzotikliğe olan muhabbetimden, kendi kendimi şövenist bir şekilde mutlu ettiğim korkusundan ve belki de tevazudan dolayı) uzun bir süre birden fazla medeniyet olduğunu, sev­gi ve heyecanımızı hak eden birden fazla kültürün bulunduğunu düşün­müştüm ... Şimdi görüyorum ki bizim Batı (az daha Fransız diyecektim) medeniyetimiz sadece en güzel değil, inanıyorum ki aynı zamanda yegâne medeniyettir - yani sadece bizlerin tevarüs ettiği o Yunan medeniyeti.”(102)

Gide’in kadim Yunan’dan alıp modern Fransa ve Avrupa’ya taşıdığı bu tarih tasavvurunda Türk, Osmanlı ve Müslüman, Batı’nın üstünlüğü ve este­tik zarafeti karşısına bir ‘öteki’ olarak konumlandırılır. Gide’in kültürel ırk- çılığı, birden fazla medeniyetin var olma imkânını ortadan kaldırır. Doğu’yu egzotik bir nesne olarak görmesi bile, Doğulu Türklerin kültürleri hakkında olumlu bir şey söylemesine imkân vermez. Avrupa merkezciliğin tipik ifade­lerinden biri olan bu tasvirler, dönemin Avrupa aydınlarının Batı emperya­lizmine sunduğu fikrî ve estetik katkıdan öte bir anlam ve işleve sahip değil­dir. Osmanlı’yı parçalayan, İslâm ülkelerini sömürgeleştiren, Afrika’dan Hin­distan’a dünyanın dört bir tarafında kendilerine köleler edinen Avrupalıların medeniyetten, kültürel üstünlükten, estetikten ve İnsanî gelişmişlikten bah­setmesi, bu tarihin acı çelişkilerinden biridir.

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;210-217,242-246

Dipnotlar:

34.Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 65.

35.Fatih’in gül koklayan portresinin, Nakkaş Sinan’ın talebesi Bursalı Ahmed’e ait ola­bileceği görüşü de ileri sürülmüştür. Bkz. Zeren Tanındı, “Sinan Bey”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 37, s. 228.

36.Solnon, Sartk ve İstanbulin, s. 82

37.Nakleden, Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 83.

38.İlginç bir notu da burada ekleyelim: Vlad’ın memleketi olan Romanya’nın Transi vanya bölgesini doğal koruma altına almak isteyen İngiltere veliahtı Prens Charles» Vlad Dracul ile kan bağı olduğunu ileri sürmüş ve bu bağın kendisine bu bölgeyi koruma altına alma hakkını verdiğini söylemiştir.

39.Muhteşem Yüzyıl dizisiyle tekrar gündeme gelen Kanunî ve dönemi, popüler kül­tür düzeyinde Arap ülkelerinden Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada merak ve ilgi konusu olmaya devam ediyor. Tarih ile efsanenin, gerçek ile hayalin, olgu ile fantazinin birbirine karıştığı bu tür durumlarda, İslâm-Batı ilişkileri de yeni bo­yutlar kazanır. Örneğin Süleyman’ın Müslüman bir Türk, gözde eşi Hürrem Sul- tan'ın ise Ukraynah bir devşirme olması, dikkat çekici bir nokta olarak tekrar ifa­de edilir.

40-Bu ve diğer Kanunî portreleri için bkz. Semavi Eyice, “Avrupalı Bir Ressamın Gö­zü ile Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’da bir Safevî Elçisi ve Süleymaniye Ca­mii”, Kanunî Armağanı, Seri VII, Sayı 55 (1970), s. 129-170;Prof. Dr. Semavi Eyi­ce Külliyatı /, der. Sema Doğan (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015), s. 375-427.

41-Paula Sutter Fichtncr, Terror and Toleration: The Habsburg Empire Confronts İslam 1526-1850 (London: Reaktion Books, 2008), s. 24.

.....

96.Aktaran, Car dini, Europe and İslam, s. 128.

97.Christopher Marlowe, Tamburlaine the Great, yayına hazırlayan J. S. Cunningham London,981)BölümV,s. 303’ten aktaran Reeves, Muhammad in Europe, s. 113.

98.Yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz bu algılar, bugün de mevcuttur. Almanya’da- ımajının tarihî arka planı ve günümüzdeki yansımaları için bkz. Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihinden Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002), özellikle s. 7-29.

99.Bkz. Onur Bilge Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi (İstanbul: Tür­kiye İş Bankası Yayınları, 2010), s. 97.

100.Alıntılar için bkz. Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 319-321.

101.Fichtner, Tenor and Toleration s 79

102.Andre Gide,Journals 1989-1949 (New York: Vintage Books, 19S6), Cilt I, s. 177,

Bu emperyalist saldırılara kar­şı Türklerin ve diğer Müslümanların verdiği cevabı, ilerleyen sayfalarda ele alacağız. Ret, direniş, savaş, uzlaşma, kabul, eleştirel ilişki, taklit ve asimilas­yon gibi farklı şekillere bürünen bu cevaplar, aynı zamanda İslâm-Batı ilişki­lerinin modern tarihinin temel unsurlarını oluşturur.
Devamını Oku »

Ashabı kiram Hakkında kütübi islâmiyenin hüsn-i şahadeti

Ashabı kiram ve bilhassa Hazreti Muaviye hakkında başlıca kütübi islâmiyenin hüsn-i şahadeti ve eazim-i ümmetin nezih kanaatleri

Ashabı kiram ve bilhassa Hazreti Muaviye hakkında başlıca kütübiislâmiyenin hüsn-i şahadeti ve eazim-i ümmetin nezih kanaatleri

(1) (Kur'anı mübîn): Allah Taalâ Hazretleri kitabı kerîminde bütün ashabı kiramı sena ediyor. Muhammed Allanın peygamberidir, onun yanında bulunanlar kâfirlere karşı pek şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Onları rükû' ve sücûd halinde görürsün, onlar Allah Taalâdan fazl-ü ihsan isterler...»

Mealinde olan: مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُبَيْنَهُمْ  âyeti celîlesi bütün sahabei güzînin kadrini i'lâ etmektedir. Ebu Süfyan ile Muaviye ve emsali de «Radıyallahü anhüm» Rasulüllahın maiyetinde bulunmak şerefine ermiş, onun maiyetinde mücahede meydanlarına atılmış ve bilhassa Hazreti Muaviye kitabeti nebeviyyede bulunmuştur. Artık şüphe yok ki bu âyeti kerime, onların da yüksek kadrlerini göstermekte, onları da tezkiye ve tahsin etmektedir.

(2) (Sahihi Buharı): Kur'anı kerimden sonra din kitabların en sahihi, en mübareki bulunan Sahihi Buharîde Hazreti Muaviye ile muhterem babası terziye edilmiş ve Hazreti Muaviyeden müteaddid hadisler rivayet olunmuştur. Bu hadisi şeriflerden biri de budur.(Buharı; c: 1. s: 23). منيرد الله به حيراً
 يفقهه فىالدين وانما انا قاسم والله يعطى ولن تزال هذه الامة قائمةعلى امرالله لا يضرهم من خالفهم حتى يأتى امرالله

Ya'ni: Allah Taalâ, hakkında hayır dilediği kulunu din ilmine muttali1 kılar. Ben ancak kasimim, — Din hükümlerini aranızda tebliğe memurum — itâ eden herkesi iradei ilâhiyesi veçhile bu hükümlerden müstefid kılan ise Allah Taalâdır. Bu ümmet, emri ilâhî gelinceye, kıyamet kopuncaya kadar emri ilâhî üzere kaim olmaktan geri kalmayacak, kendilerine muhalif olanlar, onlara zarar veremeyecektir.
îşte muhaddislerin en büyüklerinden olan imamı Buhari, bu hadisleri rivayet ve terziyeye müsaraat etmekle Hazreti Muaviye ile Hazreti Ebu Süfyanın ashabı kiramdan olduğuna şehadet etmiş, onların rivayet ettikleri hadisler ile kitabı tezyin eylemiştir.

(3) (Sahihi Müslim): En yüksek hadis kitablarımızdan olan Sahihi Müslimde de Ebu Süfyan Hazretlerinin fazileti kaydedilmiş, Hazreti Muaviyeden müteaddid hadisler rivayet olunmuştur. Bu hadisi şeriflerden biri şudur:  لا تلحفوا فى المسألة فولله لايسألني احد منكم شيئأ فتخرجله مسألته منى شيئأ واناله كاره فيبارك له فيما اعطيته (c: 3. s: 95.)

Ya'ni: İsteyeceğiniz bir şey hakkında ilhah ve İsrarda bulunmayınız. Yemin ederim ki, sizden biri benden bir şey istesin de o istemesi, hoş görmediğim halde benden bir şey çıkarsın da artık ona verdiğim şeyde onun için bir bereket bulunsun; işte, bu olamaz. Demek ki ilhaha mebni verilen şeyde tam bir rıza bulunamayacağından Onda feyz ve bereket mütesavver değildir.

İşte Sahihi Müslim sahibi İmam Ebulhasen Müslim de o iki zatın sahabeden olduklarını tesbit etmiş Hazreti Muaviyenin rivayet ettiği hadisler ile pek mu'teber olan kitabının kadrini bir kat daha yükseltmiştir.

(4) (Süneni Tirmizî): (Kütübi Sitte) diye yad olunan en mu'teber hadisi şerif kitablanmızdan biri olan Süneni Tirmizîde de «Babı menakıbi Muaviyet ibni Ebi Süfyan Radıyallahü anh»  diye bir bab  açılmış,  ve  Hazreti  Muaviye  hakkında:
(اللهم اجعل هادياً مهدياً واهدبه) Hadisi şerifi rivayet olunmuştur.
Binaenaleyh.imam Tirmizî de bu zatların hakkında hüsni şehadette bulunmuş, ve bilhassa Hazreti Muaviyenin nail olduğu bu kudsî duayı kayd ile o zatın hasimlerine güzel bir ders vermiştir.

(5) (Süneni Neseî): Kütübi Sitteden olan Süneni Neseîde de Hazreti Muaviyeden müteaddid hadisler rivayet olunmuştur.
Bunlardan biri şu hadisi şeriftir: 

حج معاوية فدعا نفر آمن الانصار فىالكعبة فقال انشدكم بالله لم تسمعوا رسول الله صلى الله عليه وسلمنهى عن الذهب قالو انعم قال وانا اشهد

Ya'ni: Hazreti Muaviye hacca gitti, Kâ'bede ensarı kiramdan bazı zatları davet ederek: Allah hakkıçün söyleyiniz, Rasuli Ekrem Sallâllahü aleyhi vesellemin altından — zerrin cameler giymekten — nehy ettiğini duymadınız mı? diye sordu, evet, duyduk dediler, evet ben de şehadet ederim ki öyle buyurdular dedi.

Diğer bir hadisi şerif de şudur:

 اتعلمون ان رسول الله صلى الله عليهوسلم نهى عن لبس الحرير قالوا اللهم نعم 

Ya'ni: hazreti Muaviye bir kısım sahabei kirama hitaben bilir misiniz, Resulâllah sallallâhü aleyhi vesellem — erkekleri — ipek rube giymekten nehy etmişti? dedi, onlar da — allhümme — evet nehyetmişti dediler.

Teberrüken şu mealdeki bir hadisi şerifi de kaydedelim: «Ashabı kiramdan Ebu Saidülhudrî, demiştir ki: Muaviye —Radıyallahü anh — şöyle rivayet etti: Resuli Ekrem Sallâllahü aleyhi vesellem bir halka halinde oturmuş bulunan bir kısım ashabı kiramın yanına gelip: «neden böyle oturmuşsunuz» diye sordu, onlar da «bizi dinine hidayet ettiği ve bize seninle lütuf ve ihsanda bulunduğu için oturmuş Allah Taalâya duada, hamdü senada bulunuyoruz» dediler,

Resuli Ekrem, «bunun için oturmuş olduğunuza yemin eder misiniz? diye sual buyurdu, onlar da: «Evet yemin ederiz, bunun için oturmuş bulunuyoruz» dediler. Bunun üzerine Resuli Ekrem buyurdular ki: «Ben size bir töhmetten dolayı yemin verdirmiş değilim, ancak bana Cibril aleyhisselâm geldi, haber verdi ki: «Allah Taalâ sizinle meleklere mübahat ediyor» (c: 2. s: 311.)

İşte en büyük Ashabdan olan Ebu Seidilhudrî, bu son hadisi tarziye han olmak suretile Hazreti Muaviyeden rivayet ediyor. Hafizulhadis Ebu Abdullâh Ahmedünneseî de bu mübarek hadisler ile kitabını şereflendirmiş bulunuyor.

Artık Ashabı Kiramdan her hangi biri hakkında dil uzatmaya hangi müslüman Cür'et edebilir?. Artık Hazreti Muaviyenin sahabei Güzînden olduğunu kim inkâra mücasir olabilir?..

(6) (Süneni Ebi Davud): Bu, pek muteber hadis kitabında şöyle yazılıyor: «Muaviye Radiyallâhü anh, demiştir ki: Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu eşittim:

انك ان اتبعت عورات الناس افسدتهم او كدت ان تفسدهم 

Ya'ni: Sen nasın gizli hallerini araştırırsan onların ahlâkını bozmuş veya bozmaya yaklaşmış olursun.

Ebüdderda' da demiştir ki: «Bu bir kelimedir ki bunu Muaviye Resulullah sallallahü aleyhi vesellemden eşitmiş ve Allah Taalâ bununla Muaviyeyi fâidelendirmiştir.»
İşte Ebüdderda gibi muhterem bir Sahabî, Hazreti Muaviye hakkında bu suretle şehadette bulunmuş, onun bu hadisi şerif ile amel ederek nasın ahvalini tecessüsde bulunmamış olduğuna işaret etmiştir. îmâmül'muhaddisîn Ebû Davud Süleyman da bu hadişi Kütübi Sitteden olan Sünenine Dere ile mubahı bulunmuştur.

(7) (Süneni ibni Mâce): Muhammed ebu Abdillahil' Kazvinî Kütübi Sitteden olan kitabı Süneninde şöyle rivayet ediyor: Muaviye — Radiyallâhü anh bir gün hutbe irad ederken dedi ki: Nerede âlimleriniz, nerede âlimleriniz!. Resulüllah sallallahü taalâ  aleyhi vesellemin   şöyle buyurduklarını işittim: لاتقوم الساعة الاو طائفة من امتى ظاهرونعلى الناس لا يبالون من خذلهم ولا من نصرهم

Ya'ni: Kıyamet kopuncaya kadar ümmetimden bir zümre nas üzerine galib bir halde bulunurlar. Onlar ne kendilerine yardımı terk edenlere ve ne de kendilerine yardım edenlere aldırmazlar, her halde min indillah galib mevkiinde bulunurlar.
İşte Kur'ani Kerimden sonra en sahih, muteber kitablarımızdan olan Süneni ibni Mâcede de Hazreti Muaviyeden bu hadisi şerif nakl olunuyor, onun bütün ulemayı tasdika davet ettiği yazılarak nakl ettiği hadisi şerifin kuvveti ve kendisinin yüksek ilmü irfanı gösterilmiş oluyor.

(8) (Elmüvatta): imam Mâlik hazretleri hadis kitablarımızın en kadim ve en muteberlerinden olan Elmüvatta'ında diyor ki: «Abdürrahman ibni Avf, Muaviyetibni Ebi Süfyandan şöyle rivayet etmiştir: Hazreti Muaviye, Hac için Mekkei Mükerremeye, sonra da Medinei Münevvereye gitmiş, âşura günü minbere çıkarak Medinei Münevvere ulemasını da işhad etmek üzere demiştir ki: «Ey Medine ahalisi!. Âlimleriniz nerede?. Ben Resulüllah   sallallâhü   aleyhi   vesellemden   bugünkü gün hakkında şöyle buyurduğunu işittim:

اليوم هذا يوم عاشورا ولم يكتب عليكم صيامهوانا صائم فمن شآء فليصم ومن شآء فليفطر

Yani, bu gün aşura günüdür. Bu günde oruç tutmak üzerinize farz kılınmış değildir.   Maamafih ben oruçluyum, artık dileyen bu günde oruç tutsun ki bu mendubdur. Dileyen oruç tutmasın.»

İşte imam Mâlik gibi bir müctehidi a'zam da bu hadisi böyle naklederek Hazreti Muaviyenin fekahatını, onun yüksek mevkiini göstermektedir.

* Sarihlerin beyan ettiklerine göre ihtimal ki bazı zatlar, aşura orucunun vücubune veya hörmetine veya kerahatine kail bulunmuşlardı. Hazreti Muaviye onlara mes'elenin öyle olmadığını bildirmek istemiştir. «Nerede âlimleriniz?» Diye sorması da sözünün kuvvetine itimad ettiğini ve bu babda sair ulemanın aynı kanaatta bulunduklarını göstermek içindir. Yahut bu meseleyi yanlış düşünenleri ulemanın neden ikaz etmediklerine işaret içindir. Hazreti Muaviye, bu beyanatını bir cemmi gafîr muvacehesinde böyle irad etmiş, hiç bir kimse buna muhalif bir söz söylememiştir.( Mü vatta şerhi zürkanî. c: 2. s: 105.)

(9) (Müsnedi imamı şafiî): İmam Şafiî de müsnedinde «Aşura» hakkındaki hadisi şerifi kayd ediyor. Ve ayrıca şu hadisi şerifi de rivayette bulunuyor: «Alkametibni Vakkas demiştir ki: Ben Muaviyeye mülâki oldum, müezzini Ezan okumaya başladı. Muaviye de müezzinin dediği gibi dedi, müezzin: ( حى على الصلاه) deyince Muaviye (لاحول ولاقوة الابالله)dedi. Müezzin, (حى على الفلاه) deyince Muaviye yine: (لاحولولاقوة الابالله ) dedi. Bunu müteakip de müezzinin dediğini dedi, sonra da «Ben Resulallahın böyle dediğini eşittim» diye söyledi.( Sahife 94.)

Görülüyor ya? pek büyük bir müctehid olan imam Şafiî, bu gibi dinî mevzular hakkında Hazreti Muaviyeden hadisler rivayet ediyor, artık onun sahabe-i kiramdan olduğunda, onun her veçhile makbulüşşehade bulunduğunda asla tereddüd etmiş olabilir mi?.

(10) (Müsnedi imamı Ahmed): İmam Ahmed ibni Hanbel hazretleri, müteaddid ciltlerden müteşekkil olan «müsned» adındaki hadis kitabında Hazreti Muaviyeden (104) hadisi şerif rivayet etmiştir.Bunlardan bir kaçını teberrüken kaydedeceğiz.

* Hazreti Muaviye diyor ki: Resuli Ekrem, sallallâhü aleyhi vesellem namazdan dönünce şöyle buyururlardı:

اللهم لامانع لما اعطيت ولا معطى  لمامنعت ولا ينفع ذالجدمنكالجد)

Ya'ni: Yarabbi! Senin verdiğine bir mani' yoktur, senin men ettiğini de verecek yoktur. Servet-ü câh sahibine de bunlar senden fâide bahş olamaz. Ona ancak salih amelleri fâide verir.

* Hazreti Muaviye, Resuli Ekrem Efendimizin şöyle buyurmuş olduğuna rivayet ediyor: ان المؤذنين اطول الناس اعناقاًيوم القيامة

Ya'ni: Kıyamet gününde nasın en uzun boyunlusu = pek yüksek kadirlisi şüphe yok ki müezzinlerdir.

* Hazreti Muaviye kendisine hürmeten ayağa kalkan bir cemaata karşı: «Ben Resulullah sallallâhü aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu eşittim diyerek şu hadisi şerifi rivayet etmiştir: (من سره ان يمثل له العبادقياما فايتبوأ بيتاً فى النار  ) Ya'ni: Kendisine nasın ayağa kalkıp durmasından hoşlanan bir kimse ateşteki bir eve hazırlansın.
Hazreti Muaviye kendisine kıyam eden Âmir radıyallahü anhı da bu kıyamdan men'etmişti.

Hazreti Muaviye şöyle hikâye etmiştir: Ben Hazreti Hasenın dilini veya iki dudağını Resuli Ekrem sallallâhü aleyhi vesellemin emer olduğunu gördüm: ولن يعذب لسان او شفتان مصهما رسول الله صلى الله عليهوسلم) = elbette Resulullah aleyhissalâtü vesellemin öpüp emdiği bir dil veya iki dudak azap görmiyecektir)  (Müsnedi İmam Ahmed. c: 4. s: 91 — Künûzülhakaik. s: 62.)

* İşte bütün bu mübarek hadisleri İmam Ahmed ibni Hanbei Hazreti Muaviyeden nakl ediyor. Bunlar, Hazreti Muaviyenin diyanetine, fekahatine, tevazuüne, Evlâdı Nebeviyye hakkındaki kadr şinaslığına açık surette birer şahiddir.

Artık, büyük bir müctehid, muazzam bir muhaddis olan imam Ahmed ibni Hanbel hazretleri bu gibi ahadisi şerifeyi Hazreti Muaviyeden nakl etmekle onun sahabei Güzinden olduğunu pek mükemmel surette göstermiş oluyor ve hattâ Hazreti Muaviye hakkında şu hadisi şerifi de müsnedinde zikrederek onun duai nebeviye mazhariyetini nakl etmiş bulunuyor: (اللهمعلم معاوية الكتاب والحساب وقه العذاب) Ya'ni: Yarabbi! Muaviyeye kitabet ve hisap talim buyur ve onu azabtan koru. Ne ulvî mazhariyet!.

(11) (Buharı Şerhi Umdetülkari): Aynî merhum, Sahihi Buharîdeki: 

قال حميدبن عبدالرحمن سمعت معاوية رضى الله عنه خطيباً يقولسمعت النبى صلى الله عليه وسلم يقول من يردالله به خيراً يفقهه فىالدين    

Hadisi şerifini şerhederken Hazreti Muaviyenin Kâtibülvahy olup menakıbı kesîre sahibi olduğunu, Resuli Ekremden (163) hadisi şerif rivayet etmiş bulunduğunu ve sahabe arasında kendisinden başka «Muaviyetibni Sahr» adındaki sahabî bulunmadığını kaydediyor. Hümeyd'in de Aşerei Mübeşşereden Abdürrahman ibni Avf Hazretlerinin oğlu olup yetmiş üç yaşında olduğu halde (95) senesinde vefat etmiş bulunduğunu yazıyor. (Umdetülkari c: 1. s: 433 — c: 4. s: 46.)

Görülüyor ki, Hazreti Muaviyeden bu hadisi rivayet eden Hümeyd, tabiînin en büyüklerindendir. Hazreti Muaviye hakkında (Radıyallahü anh) diyerek ondan bu hadisi şerifi rivayet ediyor. Aynî merhum da bunları ve Muaviye Hazretlerinin fezailini gösteren şâir hadisleri şerhetmiş bulunuyor.

(12) (Buhari Şerhi Kastalânî): Kastalânî merhum, Hazreti Muaviye hakkında şöyle diyor: «Muaviyet ibni ebî Süfyan, Resulullahın vahiy kitabidir, menakıbı kesîre sahibidir. Buharide sekiz hadisi münderiçtir. (Kastalâni. c: 1. s: 321.)

Yine bu zat, (والصحابة كلهم عدول) serlevhası altında diyor ki: Ashabın hepsi de âdil zatlardır. Sahabeden fitnelere mülâbis olanlar da, olmayanlar da âdildirler." Onların hakkında Resuli Ekrem Efendimiz:   خير القرونقرنى = Asırların hayırlısı benim asrımdır buyurmuştur. Onların âdil olup olmadıklarını araştırmak icab etmez. Çünkü hepsi de âdildir. İmamülharemeyn demiştir ki: «Ashabı kiram uduldür. Çünkü onlar, şeriatin hamileridir. Eğer onların rivayetlerinde tevakkuf sabit olsa şeriati islâmiye, aleyhissalâtü vesselamın asrına münhasır kalır, sair asırlara uzayıp gitmezdi. İşte mü'temed olan kavi budur» (Kastalânî c: 6. s: 86.)

Evet... Hazreti Muaviye ile emsali de ashabdan oldukları cihetle onların fitnelere maruz bulunmuş olmaları, muttasıf oldukları adalete münafi değildir. Bunu en salâhiyettar olan zatlar, bu suretle kabul etmiş bulunuyorlar.

(13) (Sahihi Müslim şerhi Nevevî): Şafiî fukahasının eazımından olan imam Nevevî diyor ki: «amma Muaviye Radı-yallahü anh o, adalet sahibi füzaladandır, necîb sahabec endir, Radıyallahü anh. Cereyan eden harpler ise her taife için bir şüphe vardı. Bu sebeple her biri kendi nefsini savab girmek itikadında idi, hepsi de âdildirler, Radıyallahü anhüir.. Harbler deve sairede müteevvil idiler. Bunlardan bir şey, onlar ian birini adaletten çıkarmış değildir. Çünkü onlar, müctehid idiler. İçtihada mahal olan mes'elelerde ihtilâf ettiler. Nitekim onlardan sonraki müctehidler de kanlara ve saireye aid mes'elelerde ihtilâf ederler. Bundan dolayı onlardan birinin kadrini tenkis lâzım gelmez» (Sahihi Müslim şerhi, c: 11. s: 193.)

İşte islâm âleminin bu yüksek âlimi de Hazreti Muaviye hakkında böyle şehadette bulunuyor. Bu sözler, yüzlerce sene evvel söylenmiştir. Bu sözler söylenirken iddia edilen Muaviye saltanatından asla eser yok idi. Belki saltanat başka hanedanlarda idi. Demek ki bu sözler, bir garez ve ıvez için değil, mahza bir hakikata tercüman olmak üzere bî tarafâne söylenmiş şeylerdir.

(14) (Şifai şerif ve şerhi): Kazi Ebülfadl Iyaz merhum, mübarek şifai şerif kitabında Ashabı kirama karşı hürmet ve tevkîrin lüzumuna dair bir fasl tahsis etmiştir. Bu faslın mündericatını Aliyyülkari merhumun şerhile beraber okumalıdır. Biz burada bu fasıldan hülaseten şunları kayd edeceğiz:

«Resulullah, Sallâllahü aleyhi veselleme ta'zîm ve tebcil cümlesinden biri de onun Ashabına tevkîr ve ihsanda bulunmaktır, onların haklarını — dine olan hizmetlerini — bilmektir. Onlara uymak, onları güzel güzel senada bulunmaktır, haklarında mağfireti ilâhiyehin tecellisini dilemektir, aralarındaki ihtilâftan susmak, onlara adavette bulunanlara adavet etmektir, bir takım müverrihlerin, bid'at ve dalâlet erbabı olan bir takım câhil râvilerin verdikleri haberlerden sakınmak, onlara dair rivayet edilen ihtilâfları güzelce te'vile çalışmak, onlardan hiç birini kötülükle yâd etmemektir. Çünkü Allah Taalâ onları kitabı mübinin bir çok yerlerinde sena buyurmuştur. Resulullah da Ashabma ta'zîm edilmesini ümmetine tavsiye etmiştir.

Kezalik: Ashabı kiramın hasenatını, fezailini, methe şayan olan şeylerini zikretmek, onlarm şanlanna lâyık bulunmayan şeylerden sükût eylemek de Resuli Ekreme ta'zîm cümlesindendir. Nitekim bir hadisi şerifde: اذا ذكراصحابى فامسكوا = Ashabım yâd edilince'— haklarında ta'ni müş'ir şeylerden — dilinizi tutunuz, diye buyurulmuştur. Diğer bir hadisi şerifde de: من حفظنى فى اصحابى كنت له حافظاً يوم القيامة 
= Her kim Ashabım hakkindaki vasiyetimi muhafaza ederse kıyamet gününde onun muhafızı olurum diye vârid olmuştur.

Diğer bir hadisi şerifde (وفى اصحابى كلهم خير  = Ashabımın hepsinde de bir hayır vardır.) Buyurulmuştur.

«Yakutetvlulema» unvanını hâiz ve Buharînin meşayihinden madud bulunan Ebumes'udülazdî, huzurunda Ömer ibnil' azizin — zühd-ü takvace — Hazreti Muaviyeden efdal olduğunu işrab edecek bir söz söyleyen bir şahsa hitaben şöyle demiştir:

«Nebiyyi Zişanın ashabına hiç bir kimse kıyas olunamaz. Muaviye — Radıyallahü anh — Resulullahın sahibidir, kain büraderidir, kâtibidir, vahyi ilâhî hakkında eminidir.»
«İbni Mübarek» gibi ba'zı ulema da demiştir ki: «Resulullâh ile beraber bulunduğu esnada Muaviyenin atının burnuna isabet eden gubar, bin Ömeribnil Azizden hayırlıdır.

Velhasıl: Bu ümmetin ulemasından, bu milletin meşayihinden hiç bir kimse yoktur ki, Ashabı kiramın mertebesine yetişmiş, onların hizmetlerine ve yüksek menkıbelerine kavuşmuş olsun. Çünkü Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem hazretlerini görmek bir iksiri a'zamdır ki onu görüp tasdik edene pek ziyade tesir etmiş bulunur» (Şifa şerhi Alyyülkari. c: 2. s: 55.)

Ne güzel şehadet, bizim için ne büyük ders!. Artık yüksek zevatın bu güzel öğütlerinden istifade etmeli değil miyiz? Bu zatlara, bu eserlere bu sözlerin hilafını isnad etmek ise ne büyük bir cür.atdır?

(15) (Şifa şerhi Şihab): Şihabüddini lhafâcî de şifai şerifdeki Ashabı kiramın hepsi hakkında hürmetin ve muhabbetin lüzumunu natık ehâdisi şerifeyi şerh esnasında diyor ik: Muafa ibni Imran, Hazreti Muaviyenin emini vahy olduğunu söylemiştir, îbnülmuafa, münsif bir zattır. Onun sahih sözü, «Muaviye Resulullâh için vahiyden bir şey yazmamış, o Resulullahın yalnız etrafa gönderdiği mektupları yazardı» diye vuku bulan bir iddiayı reddeder.

Ömer ibnil azîzden de şöyle dediği mervidir:«Muaviyenin resulullâh ile beraber bulunduğu gazadaki   bir gubar = tüz Ömer ibni Azizden de ali Ömerden de hayırlıdır.
İşte şifa şârıhı Şihabüddînin kanaati, beyanatı da bu merkezdedir.

(16) (Camiüssagîr): İmam Süyûtî de kitablarında Hazreti Muaviyenin fezailine dair bir çok şeyler kaydetmekle beraber bu eserinde de ibni Mace'den naklen Hazreti Muaviyenin rivayet etmiş olduğu şu hadisi şerifi kaydediyor:

الخير عادة والشر لجاجة ومن يردالله به خيراً يقهه فىالدين

Ya'ni: hayr, tekrar tekrar yapılmaya lâyık bir şeydir. Şer ise inatkârane bir husumettir, insanı helake düşürmeğe sebeptir.( Camiüssagir c: 1. s: 66. c: 2. s: 11.)

Kezalik: Hazreti Muaviyeden rivayet edilen şu hadisi şerifi de zikrediyor:   (ان الرجل ليسألني الشئ فامنعه حتى تشفعوا فتؤ جروا ) Ya'ni: Bir kişi benden, dünyaya dair bir şey istese, ben susarım, tâ ki siz o hususta şefaat ederek sevaba nail olasınız. (Camiüssagir c: 1. s: 66. c: 2. s: 11.)

İşte Süyûtî merhum da Hazreti Muaviyenin sahabeden olduğunu ve onun ulüvvi kadrini bu suretle göstermiş bulunmaktadır. Hazreti Muaviyenin naklettiği bu hadisi şerif, bize pek mühim içtimaî, insanî bir ders vermekte, müslümanların birbiri hakkında hayırhah olmaları lüzumuna işareti mutazammın bulunmaktadır.

(17) (Künûzül'hakaık): Münavî merhum, Künûzül'hakaık adındaki Ehâdisi şerife mecmuasında Deylemî'den şu hadisi şerifi nakletmektedir:( ا\معاوية لايصارع احداً الا صرعه معاوية) (Künûzül'hakaık s: 103.)

Ya'ni: Muaviye — Radıyallahü anh — her kim ile musaraa'da = Güreşte, mücadelede bulunsa elbette ona galebe eder. Evet Kenzül'ummalde de yazıldığı üzere, Resuli Ekremin emriyle Hazreti Muaviye ketadisiyle güreşte bulunduğu bir şahsı yeniyor, bunun üzerine Resuli Ekrem Hazretleri: Hazreti Muaviyenin mağlûp olmayacağını bu suretle beyan buyurmuş oluyor.

İşte «Künûzül'dekaık» diye gösterilen Künuzül'hakaıkta da Hazreti Muaviyenin aleyhine değil, böyle lehine hadisler vardır.

* Şimdi buraya şunu da ilâve edelim ki: Usuli hadîs ve usuli fıkıh kitaplarında ve ezcümle «Telvîh» de yazıldığı üzere hadîs râvilerinde beş sıfat aranır. Bu sıfatları hâiz olmayan kimselerin rivayetleri kabul edilmez. Bu beş sıfatın mevcudiyeti râviler için şarttır. Bu beş sıfat: Bulûğ, akıl, zabt, adalet, islâmdır. Ve denilmiştir ki, kebireyi irtikâb edenin adaleti sakıt olur, sagîre üzerine İsrar edenin hakkında da hüküm böyledir. (Telvîh s. 365.)

Bu böyle olduğu halde bütün muhaddisîni kiran müctehidîni i'zam Hazreti Muaviyenin rivayet ettikleri hadisleri naklediyor, onun bizzat Peygamberi Alişandan rivayetini kaydetmekle onun adaletine, islâmiyetine ve sahabeden olduğuna şehadette bulunmuş oluyorlar. Onun evsafı hakkındaki hadîsleri de ayrıca kaydediyorlar. Artık bunun hilâfına kail olanlar, bütün bu eazimi islâmiyeye muhalefet etmiş, onların aleyhlerinde bulunmuş olmazlar mı?. Artık bu zümrei âliye ile kendilerinin ne alâkası kalabilir? Artık bu ne kadar büyük bir cür'et, büyük bir mahrumiyet olur?. Bunu düşünmeli!.

(18) (Essiracül'münîr tefsiri): Yüksek islâm âlimlerinden Şirbinî merhum, tefsirinde şöyle yazıyor: «Cemel ve Sıffiyn hâdisesini vücude getiren muhalifler hakkında, onlar müşrik midirler? diye imam Ali'ye sorulmuş, Hazret Ali de: «Yok onlar şirkten firar etmişlerdir.» Demiş, ya onlar münafık mıdırlar?. Diye sorulmuş, imam Ali de: «Hayır münafıklar Allah Taalâyı pek az zikrederler» demiş. Ya onların halleri nedir?. Denilmiş, İmam Ali Hazretleri de: «Onlar, bizim kardeşlerimizdir, bize basy ettiler, ya'ni: serkeşlikte bulundular» demiştir. (c: 2. s: 67.)

Görülüyor ya, imam Ali kerremallahü vecheh, kendisine karşı bâgi vaziyetinde bulunan kuvvetleri yine kendi kardeşleri tanıyor onların kadrini tenzil etmiyor, onları uhuvveti islamiyye haricinde görmüş bulunmuyor. Şiribinî merhum da bızle re bir ders olmak üzere bunları tefsirinde kayıd etmiş bulunuyor.

(19) (Ruhulbeyan tefsiri): İsmail Hakkı merhum, tefsirinde şöyle yazıyor: Muaviyeden metbuu ve sahibi olan Aleyhıssalâtü vesselleme ta'zîmen keffi lisan edilir. Çünkü o kâtibi vahyidir sâbika ve futuhati kesîre sahibidir, ömerülfarukun ve Zinnürey'nin vâlilerindendir. Şu kadar var ki, içtihadında hata etmişti, seyyidimiz Hazreti Muhammed Aleyhissalatü vessellame sohbeti bereketile Allah Taalâ ondan tecavüz buyursun.(Ruhulbeyan c: 1. s: 122.)

İşte Hazreti Muaviye aleyhinde gösterilen Ruhulbeyan sahibi de onun sahabe-i kiramdan olduğunu bu veçhile itiraf etmiş ve ona dil uzatmanın muvafık olmayacağını göstermiş.

(20) (Şerhi mekasid): Allâmei teftazanî, en muteber aka-id kitaplarımızdan olan Şerhi mekasidinde şöyle diyor: Ashabı Kirama tazîm etmek,    onların aralarındaki hâdiselerden keffa lisanda bulunmak,    onların aralarında teheddüs edip zahirine nazaren ta'nı icabeden vak'aları te'vil ve birer sahih mahmıle hamel eylemek vâcibdir. Bahusus muhacirinin, Ensarin, Bey’a türrıdvan ehlinin, Bedir,Uhud, Hüdeybiye gazvelermde hazır bulunmuş olan sahabenin ulüvvi şanları üzerine ıcma munakıd olmuştur. Buna Sarih Âyetler, sahih haberler şahiddır.

Nebıyyı Alişan Efendimiz, onlara ta'zim edilmesini, onların haklarında ta'n-ü teşni'den keffi lisan edilmesini emr etmiş, bir hadisi şerif de: (اكرموااصحابى فانهم خياركم — Ashabıma ikram ediniz, çünkü onlar sizin hayırlılarınızdır) diye tasrih buyurmuştur. Râfizîler ve bilhassa onların gulâtı, sahabei kiramdan bazıları hakkında pek ziyade buğzda, ta'n ve teşni'de bulunmuşlardır ki, bunlar, ikinci ve üçüncü asırlarda bulunmayan bir takım hikâyeler ve iftiralar üzerine müsteniddir. Bunları dinlemekten sakınmalıdır. Çünkü bunlar her ne kadar sıratı müstakim üzerine dosdoğru yürüyenlere tesîr etmezse de gençleri şaşırtır, orta hallileri hayrete düşürür.

Bu söylediklerimiz için, bunların geçmiş asırlarda ve itreti tâhire arasında bulunmamış olması, sana şâhid olmak üzere kifayet eder. Belki onlar; Ulemaı sahabeyi, Ehli sünnet ve cemaat ulemasını, hidayet üzere bulunmuş olan hulefai dîni sena etmişlerdir. Bunların bu şanları meşhurdur. Hutbelerinde, risalelerinde, şiirlerinde, medîhalannda mezkûrdur.

Ehli hakkın ittifakına göre bu vak'alann hepsinde musîb olan Ali Radıyallahû Taalâ anhdir. Çünkü onun imameti ehli hall-ü akdin bey'atiyle sabittir. Binaenaleyh muhalifleri bügattır. Zira İmamülhakka karşı bir şüphe ile, ya'ni: Hazreti Osmanın katilleri hakkında kısası terketmiş olması iddiasiyle huruç etmiş bulunuyorlardı. Ammar Radıyallahû anh hakkındaki hadîs de bunu gösterir. Hazreti Ali de اخواننا بغوا علينا وليسوا كفاراًولا فسقة ولا ظلمة لما لهم من التأويل وان كان باطلاً  buyurmuştur.

Ya'ni: Kardeşlerimiz, bize karşı isyan ettiler. Onlar; kâfirler, fâsıklar, zâlimler değildiler. Çünkü onların — her ne kadar bâtıl olsa da — te'villeri vardı.
Artık işin neticesi, onlar ictihadlarında hatâ etmişlerdi. Bu ise tefsiki icab etmez, nerede kaldıki tekfirlerini mucib olsun. Bunun içindir ki, Ali Radıyallahû Taalâ anh, ashabını ehli Şama la'netten men'etmiş, (  اخواننا بغوا علينا) demişti» (Şerhi Makasid. s: 303.)

İşte Teftezanî gibi ehli beyti her vesile ile müdafaa eden ateşîn fikirli bir mütebhahir, bir büyük ilmi kelâm âlimi de böyle diyor, böyle düşünüyor. Değil Hazreti Muaviyeye, onun ordusundan hiç bir kimseye lâ'net edilmiyeceğini tasrih ediyor, bunu Hazreti Alinin mübarek söziyle de te'yid ediyor. Artık bunları biraz düşünmeli

(21) (Şerhi mevakıf): Kazı Azudüddîni icî, meşhur akaid kitabında şöyle diyor: «Sahabei kiramın hepsine tazım ve haklarında ta'ndan ihtiraz vacibtir. Çünkü Allah Taalâ kitabının müteaddit yerlerinde onların büyüklüklerini göstermiş, haklarında sena buyurmuştur, يوم لا يخزى اللهالنبى والذين آمنوا معه نورهم يسع )

Allah Taalâ kıyamet gününde peygamberini ve onunla beraber bulunan mü'minleri zillete = horluğa düşürmez, onların nurları önlerinde ve sağ taraflarında yürür.) Ayeti kerimesi bu cümledendir. Resuli Ekrem de onları sevmiş, onlara bir çok ehâdisi şerifesiyle senada bulunmuştur.  من آذاهمفقد آذانى ومن آذانى فقد آذى الله = Ashabıma eza eden bana eza etmiş olur, bana ezada bulunmuş olan da Allah Taalâya eza etmiş gibi olur.) Hadisi şerifi bu cümledendir.
Sonra her kim ashabı kiramın sîretlerini düşünürse, onların meâsirine, din hususundaki gayretlerine ve mallarını, canlarını Allahm ve Resulünün nusreti uğurunda bezlettiklerine vakıf bulunursa onların şanlarının büyüklüğünde şüphe edemez, mübtil kimselerin onlara nisbet ettikleri zemaimden onların beri olduklarında kendisine asla bir şek arız olmaz ve bu hal, kendisini onların haklarında taunda bulunmaktan men'eder, bu ta'nı îmana muhalif görür. Biz ise kitabımızı böyle ta'n ve teşni' gibi şeylerle telvis etmeyiz» (Şerhi mevakıf s: 618.)

İşte yine en kıymetli akaid kitaplarımızdan olan ve Seyyidi Şerif gibi bir allâme tarafından şerhedilmiş bulunan bir ki tapta da böyle deniliyor, bu da munsifâne bir surette düşünülmeli değil midir?

(22) (Mebsûti serahsî): Şemsüddîni Serahsî, Be'yı bahsinde Riba hakkında olan     (..الذهب بالذهب مثلاً بمثل يداً بيده والفضل ربا) = Altın altın ile miktarları müsavi ve peşin olarak satılabilir, fazlası ribadır...) Hadisi şerifini yazdıktan sonra şöyle diyor: (Elmebsut c: 12. s: 110.)

Bu hadisi şerif, sahabei kiramdan dört zat tarafından lâfızları biraz muhtelif olmak üzere rivayet olunmuştur. — Allah hepsinden razi olsun — Onlar Ömribnilhitab, Ubadetibnis-samit, ebî Saidilhudrî ve Muaviyetibni Süfyandır, Allah Taalâ onlardan razı olsun.

İmam Serahsî, müctehidlik kudretini hâiz, fukahai Hanefiyyeden bir zattır, otuz cild teşkil eden «Mebsuti Serahsî» adındaki eseri, pek kıymetli olup cihanşümul bir şöhret kazanmış bulunmaktadır. (483) tarihinde vefat etmiş olan hidaye sahibinden yüz on sene evvel rahmeti rahmana kavuşmuş ve onun üstadının üstadı bulunmuştur.

İşte bu zat, bu mebsut kitabında Hazreti Muaviyeyi sahabei kiramdan olarak kaydediyor, kendisinden Riba hadisinin rivayet edildiğini gösteriyor, ve kendilerine bir ibare içinde iki defa tarziyede bulunuyor. Artık bin üç yüz şu kadar sene sonra dünyaya gelip nik-ü bedi tefrikten âciz kimselerin «acaba Muaviye — Radiyallahü anh — ashabdan mıydı, değil miydi? diye söz söylemeleri ne kadar acınacak, şaşılacak bir haldir!

(23) (Kitabül' günye litalibî tarikil'hak): Şeyh Abdülkadiri Geylânî merhum, bu kitabında şöyle diyor: «İmam Ali Radiyallahü anhm Talha, Zübeyr, Âişe, Muaviye (Radiyallahü anhüm) ile mukatelesine gelince imam Ahmed Rahmetullah, bundan ve onların arasında münazaa, münaferet, husumet namına zuhur eden şeylerin hepsinden imsak edilmesini tasrih etmiştir. Çünkü Allah Taalâ, bunu onların arasından kıyamet gününde izale edecektir. Nitekim Hak Celle ve alâ Ve ne za’na ma fi sudurihim min ğillin ihvanen ala sürürinmütekabilin.buyurmuştur.

Bir de Ali Radıyallahü anh, onlar ile kitalde haklı idi. Çünkü o, kendisinin sıhhati imametine mu'tekid idi. Sahabei kiramdan erbabı hall-ü akid, onun imamet ve hilâfetinde ittifak etmişlerdi. Artık bundan sonra ona karşı çıkarak harp edecek kimse, bâgi, imamın itaatinden hâriç olacağından kıtali caiz olurdu.

Muaviye, Talha, Zübeyr gibi imam Ali ile mukatelede bulunanlar da zulmen maktul olan halifei bilhak Osmanın sârini, intikamını talepte bulunmuşlardı. Hazreti Osmanı katledenler ise imam Alinin ordusunda bulunuyorlardı. Artık her biri, bir sahih te'vile zâhib olmuştur. İmdi bizim hallerimizin en güzeli ise bundan dilimizi tutmaktır, onları Allah Taalâya reddetmektir. — O, Ahkemülhâkimîndir, Hayrülfâsilîndir — kendi nefsimizin ayıbleriyle iştigal eylemektir, kendi kalblerimizi ana günahlardan temizlemeğe çalışmaktır.

Muaviyetibni ebi Süfyanın (Radıyallahü anhüma) hilâfeti, imam Ali Radıyallahü anhün vefatından ve Hazreti Hasenin hilâfeti Hazreti Muaviyeye teslim ettiğinden sonra sabittir, sahihtir.»

işte eâzimi evliyadan olan bir zat da böyle şehadette bulunuyor. Hattâ: ( تدور رحى الا سلام) diye naklettiği bir hadisi şerifte Muaviye Hazretlerinin hilâfetine, işaret bulunduğunu da kaydediyor (c: 1. s: 68.)

(24) (Elbürhânül'müeyyed): Şeyh Ahmedirrüfan Hazretleri de şöyle demiştir: «Resuli Ekrem ve Erham Efendimizin şerefi sohbeti seniyyeleriyle seadetyâb olan sahabei kiramın efdali Sıddikı ekber (Radıyallahü Taalâ anh) dır. Ba'dehu'Farukı azam (Radıyallahü Taalâ anh) dır. Ba'dehu Osman (Radıyallahü Taalâ anh) dır. Ba'dehu Aliyyülmürteza (Radıyallahü anh ve kerreme vecheh) dir. Fahrülmürselînin bütün ashabı hidayet, üzeredirler.

Bir hadisi şerifte: «Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidirler, her hangisine bakıp istidlali tarik ederseniz hidayetyâb olursunuz» buyurulmuştur. Sahabei kiram hazerâtı arasında zuhur eden vukuat hususunda ıtlakı lisan hiç caiz değildir. Bu mebahiste imsaki lisan ve mekârim ve mehasinleri bahsinde irhayi inan edilip muhabbet etmeli ve medayihı lâyikalarım zikreylemelidir. (Radıyallahü Taalâ anhüm ecmaîn) bu suhubi kirama muhabbet ediniz, ahlâkı âliyeleriyle mütehallik olmağa çalışınız» (Burhanı müeyyıd tercümesi s: 13.)

İşte ecillei evliyadan olduğu herkesçe müsellem olan Rüfâî hazretleri de sahabei kiram hakkında böyle tavsiyede bulunuyor. Artık ilminin, irfanının, hakimane nasihatlerinin meftunu bulunduğum bu gibi büyük zatların sözlerini bir rehberi hareket ittihaz etmelidir. Bunun hilâfına hareket edenler, sapıklıktan asla kurtulamazlar.

(25) (Mektubatı imamı Rebbanî): Sofiye hazaratının büyüklerinden olan Ahmedil'farukî de şöyle diyor: «Bütün ehli sünnete göre Hazreti Sıddik ile Hazreti Ömer bilcümle sahabei kiramın efdalidir. Hazreti Osman ile Hazreti Ali zamanında ihtilâf çoğalmıştı. Bunların lehinde bulunanlar olduğu gibi aleyhinde bulunanarl da vardı. Bu iki zat hakkında da muhabbet etmek, ehil sünnetten olmanın şartlarındandır.

Ehli sünnet, imam Ali'ye muhabbet hususunda ifrat ile tefrit arasında mutavassıt bulunur. Şüphe yok ki hak da vasattadır. İfrat ile tefrit ise mezmumdur. Nitekim imam Ahmedibni Hanbel. Hazreti Ali'den şöyle rivayet' etmiştir: Hazreti Ali demiştir ki, Resulüllah Sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki: Ya Ali!., sende İsa'dan bir numune vardır. Ona Yahudiler adavet ettiler, hattâ validesine bühtana kadar vardılar, Nasranîler de onu sevdiler, onu kendisine âid olmayan bir makama kadar yükselttiler, ya'ni: Ona Allanın oğludur, dediler.

Hazreti Ali, bunu rivayetten sonra da demiştir ki: Benim hususumda iki kimse helake maruzdur. Biri muhabbette müfrit olandır ki, bende olmayanı bana isbat etmeğe kalkışır, diğeri de bana adavet edip bu sebeble hakkımda iftirada bulunur.
Haricîlerin hali, Yahudilerin haline, Rafizîlerin hali de Nasranîlerin haline benzetilmiştir.

Velhasıl: Resulüllahm ehli beytine muhabbet etmekle beraber onun bütün ashabına tazim eden, onların aralarındaki münazaatı güzel mehmillere hamleyleyen kimseler, ehli sünnet ve cemaat zümresine dahildirler, Haricîlerden, Rafizîlerden müteberridirler. Zira ehli beyti sevmemek haricîliktir. Ashabtan teberri etmek de Rafizîliktir. Ehli beyte muhabbet ile beraber bütün ashaba tâzîm ve tevkîr ise tesennündür.

Artık ehli sünnet ve cemaatin ehli beyte karşı muhabbetten hâli olduğu nasıl iddia edilebilir?. Halbuki ehli beyte muhabbet, onların yanında imandan cüz'dür. Selâmeti hatime, ehli beyte muhabbetteki rüsuha bağlıdır.

Ashabı kiram, aralarında münazaa zuhur ettiği zaman üç fırkaya ayrılmıştı. Bir fırka  hakkın imam Ali canibinde olduğunu delil ile, ictihad ile bilmiş, ona yardımı iltizam eylemişti. Diğer bir fırka da hakkın diğer canibde olduğuna yine delil ile, ictihad ile kail bulunmuş, bu canibe meyletmişti. Üçüncü fırka ise tevakkuf etmiş, bir canibi diğerine delil ile tercih edememişti.

Binaenaleyh bu üç fırkadan her biri kendi içtihadına göre amel etmiş, kendi zimmetine düşen vacibi edaya çalışmıştı. Artık bunların haklarında ta'n ve melâmet için nasıl mecal olabilir?

Şu kadar var ki cümhuri ehli sünnete göre hak, imam Ali canibinde idi. Muhalifleri ise hatâ yoluna sâlik bulunmuşlardı. Fakat bu hatâ, bir hatâyi içtihadı olduğu cihetle melâmetten, ta'ndan uzaktır, tahkirden münezzeh, teşni'den beridir. Ali Radıyallahü anh şöyle demiştir: Kardeşlerimiz bize bagy ettiler, onlar ne kafirdirler, ne de fasiktırlar. Çünkü onların te'villeri vardır ki kendilerini küfr-ü fışıktan men' eder»  (c:  1.  s:  52.)

«Ashabı kiram, o islâm ekâbiri nasıl met'un olabilir ki, onlardan hiç birinin, ne imam Alinin, ne de muhaliflerinden birinin rivayeti, — ulemayi islâmiye tarafından — reddedilmemiştir. Sahihi Buharı ki ba'delkur'an Esahhıülkütübtür. O kitabın bu meziyyetini şîa da itiraf eder. O kitabta imam Ali'den hadis rivayet edildiği gibi Muaviyeden de rivayet edilmiştir. Eğer Muaviyede (Radıyallahü anh) ve onun rivayetinde bir ta'n şaibesi olsaydı imam Buharî, onun rivayetlerini kitabına asla dercetmezdi.

Sair nükkadi ehâdis bulunan selefi salihîn de hadis rivayetinde bunların aralarını ayırmamış, imam Ali'ye muhalefeti ta'n için bir menşe' kılmamıştır» (Mektubat c: 1. s: 52.)

«Nebiyyi Ekrem Sallallahü aleyhi vesellemin bütün ashabı, uduldür. Onların taraflarından bizlere her tebliğ edilen şey haktır, doğrudur. Ali — Radıyallahü anh — zamanında vukubulan muhalefetler, münazaalar ise hava ve heves cihetinden değildi, hubbi câh, hubbi riyaset için de değildi. Belki ictihad ve istinbat vechi üzereydi. Her ne kadar onlardan birinin içtihadında hatâ varsa da, istinbatı sevabtan uzak ise de. Ehli sünnet ve cemaat uleması arasında mukarrerdir ki, bu muharebede, bu müşacerede muhik olan Ali keremellahü vechehdir, muhalifleri ise hatâ üzere bulunmuşlardı. Fakat bu hatânın menşei, ictihad olduğundan sahibi ta'ndan melâmetten uzak bulunmuştur. O gibi büyüklerin emsalini şerrile yadetmek, haklarında suizanda bulunmak nasıl insaftan, diyanetten olabilir?» (Mektübât c: 3. s: 36.)

«Şunu da bilmek gerektir ki: Hazreti Alinin hilâfet umuruna aid hususların hepsinde behemehal muhik olması lâzım gelmez, bununla hükmedilemez. Muhaliflerinin de her halde hatâ üzere olduklarına hükmedilmesi lâzımgelmez. Her ne kadar muharebe hususunda hak, imam Alinin canibinde bulunmuş ise de. Çünkü tabiînden ve eimmei müctehidînden olan sadri evvel uleması, hilâfet ahkâmının bir çoğunda imam Alinin mezhebinin gayrisini ihtiyar etmişlerdi, onun mezhebiyle hükmetmemişlerdi. Eğer hak, onun canibinde müteayyen olsaydı, onun hılâfiyle hükmetmezlerdi. Kazı Şüreyh, tabiînden ve ictihad sahibi bir zattı.

İmam Alinin mezhebi veçhile hükmetmemiş, onun lehinde — aralarındaki übüvvet ve bünüvvet dolayışiyle — imam Hasenin şahadetini kabulde bulunmamıştı. Daha nice mes'elelerde imam Alinin reyine muhalif kavllar kabul edilmiştir. Bu hakikat, münsif olan tetebbu' erbabına hafî değildir. Artık imam Ali — kerremallahü vecheh — hazretlerine muhalefetten dolayı itiraza mahal yoktur. Artık onun muhalifleri met'un, melûm olmazlar» (Mektubât arabca tercümesi c: 1. s: 52.)

Evet... bu gibi içtihadı mesâilde her müctehidin kendi içtihadına tâbi olması dinde bir esastır. Kimsenin ictihad hususunda tahakküme hakkı yoktu. Böyle bir tahakküm, islâmiyetin yüksek umdelerine muhaliftir.
Hasılı: Bir pîrirüşen zamir olan mektubât sahibinin şu yazdığımız sözleri de hakikati araştıranlar için bir muvaffakiyet meş'alesidir. Bunda şüphe edilemez.

(26) (Tathîrül'cenan): Ahmedibni Haceril'heytiemî, ashabı kiramın ve bilhassa Hazreti Muaviyenin hakkında şu mealde beyanatta bulunuyor: Ey Allah Taalânın ve Resulünün muhabbetler iyle kalbi dolmuş bulunan müslüman!. Peygamberimizin bütün ashabım sevmek ve onların hepsinin âdil olduğuna itikad etmek, senin üzerine bir vecîbedir. Nasılki onların âdil zatlar olduklarında selef ve halef etmemesi müttefik bulunmuşlardır. Onların haklarında hikâye edilen hefevâti ise Allah Taalâ afv-ü setr buyurmuştur.

Onlar hakkındaki lisanı Kur'an ile -radiyllahu anhum ve rıdvanallahi- buyurulmüştur. Resuli Ekrem de onları ziyade medhetmiş, onların kadrlerini tenkisten nehy buyurmuştur. Onlardan her hangi birini bilâtefrik nakstan dolayı vaîd tertib buyurulmuştur. Hiç bir kimsenin şüphesi olamaz ki Muaviye, Radıyallahü anh da neseben ve Resulullaha karabeten ve ilmen, hilmen ashabın büyüklerindendir.

Ona muttasıf olduğu bilicma' sabit olan evsaftan dolayı muhabbet edilmesi icab etmektedir. Onun hâiz olduğu islâm şerefi, sohbet şerefi, neseb şerefi, Resuli Ekreme cennette refakatini müstelzim olacak olan musaheret şerefi, ilm, hılm, imaret, sonra da hilâfet şerefi bu cümledendir. Bu evsaftan yalnız biri bile, kendisiyle muttasıf olan zat hakkında muhabbet edilmesini te'kid eder. Artık bunların hepsi kendisinde toplanmış olan bir zat hakkında muhabbet edilmesi, teekküt etmiş olmaz mı?. Bu, hakki isgaye kalbinde en az isti'dat olan bir kimse için bile kâfidir» [Tathîrükenan: s: 5.]

Bu yüksek âlimin, bu mütefekkir, mütteki muhaddisin bu kıymetli sözlerini artık güzelce düşünmeli!.

(27) (Kitabül'ümmeti vessiyase): 270 tarihinde vefat etmiş olan fakıh ibni Kuteybe merhum, bu kitabında şöyle diyor: «Hazreti Hasen, hilâfeti Hazreti Muaviyeye devretmişti. Ehli Irakın ulusu bulunan Süleyman ibni Serd, Hazreti Haseni ziyaret edip (Esselâmü aleyke ya müzillelmü'minîn!) ne için hilâfeti Muaviyeye devrettin?, diye çıkışmak istedi, buna karşı Hazreti Hasen şöyle dedi: Babam söylerki ki, Muaviye yakında emre tevelli edecektir. Vallahi ona karşı dağlar ile, ağaçlar ile yürüyecek olsaydık, şüphe yok ki o yine zahir olacaktı. Şüphe yok ki Allah Taalânm hükmünü takib, kazasını reddedecek yoktur» [Kitübül'ümme: s: 261.]

îşte Hazreti Kasenin hakka teslimiyyeti ve Hüsni şehadeti. Evet... Resuli Ekrem Hazretleri: Hazreti Muaviyeye hitaben: (ان وليت فاحسن)buyurmuştu,    diğer bir hadisi şerifte de (الخلافة بالمدينة والملكبالشام) buyurulmuştu. Münavî merhumun da dediği gibi bu, âtiye aid bir mucizei nebeviye idi. Buna Hazreti Hasen de muttali' idi. Binaenaleyh bu mucize, haber verildiği veçhile tahakkuk etmiştir. Artık bugün bu hâdiseleri behâne ederek bu yüksek zatlara dil uzatmaya mahal yoktur.

Tarihi Buharı ile camiüssagîr haşiyesi «Aziziye ye de müracaat!.

(28) (Nakdünnesaihıl'kâfiye): Cemalüddîn   Kasimiyyüd-Dimişkî de bu eserinde şöyle yazıyor: «Muaviyenin imareti de, sonra hilâfeti de islâm ve müslimîn üzerine yümünden hâli olmamıştır. Çünkü o, rumlar ile muharebeler ederek cihada devam etmiş, islâmiyeti neşr için harekette bulunmuş, tevhid re'yetini yükseltmek için gazalara atılmıştır. Rumlar ile her gazasında muzaffer olmuş, onun eliyle müteaddit beldeler fetholun muştur. (23) senesinde rumlar ile gazada bulunup «Ammuriyye» ye kadar varmıştır. (27) senesi «Kinneserîn» e gazada bulunmuştur. (28) de «Kıbrısı fethetmiştir. Kendisiyle beraber sahabei kiramdan Ebuzerr, Ubadetübnissamit, Ubadenin zevcesi Ümmi Haram, Ebüdderda', Şeddadibni Evs vesaire gazada bulunmuşlardır. (49) senesinde de «Kostantıniyye» ye büyük bir ordu göndermiştir. Bu oruda ibni Abbas, ibni Ömer, ibnizzübeyr, Ebu Eyyubi Ensarî gibi sahabei kiram bulunmuşlardı[Nakdülnesayih: s: 35.]

İşte bu kitabda Hazreti Muaviyenin mezayasım, islâmiyete olan hizmetlerini kaydetmiş bulunuyor. «Ümmi Haram» hakkındaki bir hadisi şerif ise Kıbrıs gazasının'nazari islâmdaki kıymetini isbata kâfidir. Bu gazvenin vukuunu ve Ümmi Haramın bu gazveye iştirakini Resuli Ekrem Efendimiz, bir mu'cize olmak üzere evvelce haber vermişti. Sahihi Buharîye müracaat.

(29) (Üsdülgabe Fimarifetissahabe):  İbnül'esîr,    bu meşhur kitabında şöyle yazıyor: «Ebu Süfyan Sahribni Harb, Kureyşin eşrafından idi. Hazreti Abbasın dostu bulunuyordu. Feth gecesi müslüman oldu, Huneyn gazvesinde hazır bulundu, Resulüllah, kendisine ganaimden yüz deve ve kırk okıyye = 1600 dirhem gümüş veya 280 mıskal altın verdi. Resulallah ile beraber Taif gazvesinde de bulundu. Bu gazvede gözünün birini kaybetti, Yermûk harbinde de diğer gözünü kaybetti. Yermûk muharebesinde:  يانصرالله اقترب = Ey Allahın yardımı yetiş) diye dua ediyordu. Müellefülkulüb idi, islâmı güzel oldu, Resulullah kendisini Necrana vali ta'yin buyurmuştu. İrtihali Nebeviden sonra Mekkei Mükerremeye dönmüş, sonra Medinei Münevverede tevattun edip orada vefat etmiştir. Üzerine Hazreti Osman veya oğlu Hazreti Muaviye namaz kılmıştır.»

«Muaviye Radıyallahü anh — da kendisinin de dediği veçhile — ya «Ammülkasıyye» de veya Mekkei Mükerremenin fethi esnasında müslüman olup R,esuli Ekreme müslüman olarak mülâki olmuştur. Resulullah ile beraber Huneyn gazvesinde hâzır bulunmuştur. Müellefetülkulûbden olup islâmı güzel, kuvvetli olmuştur. Resuli Ekremin kitabetinde bulunmuştur. Hazreti Sıddik, Şama ordu gönderdiği zaman Hazreti Muaviye de kardeşi Ebu Hâlid Yezid ibni ebi Süfyan ile beraberdi. Yezid ibni ebi Süfyan vefat edince Hazreti Ömer tarafından Dımışk valiliği Hazreti Muaviyeye tevcih olundu. Hazreti Osman halife olunca Şam idaresini de kendisine ilâveten tevdî etti. Hazreti Osmanın şehadetinden sonra da Samda istiklâl kazanarak Hazreti Hüseynin hilâfeti kendisine devrü teslim ettikten sonra

«Emirülmü'minîn» olup Ümmet arasında ihtilâf bertaraf oldu. O seneye «ammülcemaa» denildi. Yirmi sene Emir ,yirmi sene de Halife olarak kaldı»[Üsdülgabe. c: 5. s: 21 ve c: 3. s: 12.]

«Hadiste varid olmuştur ki, Resuli Ekrem Sallâllahü aleyhi vesellem Muaviye için: (اللهم اجعله هادياً مهديا) diye dua buyurmuştur.

* İbni Abbas demiştir ki: Muaviye fakîhtir. Ya'ni: büyük bir din âlimidir.
İbni Ömer de demiştir ki: Ben Resullülahtan sonra Muavi-yeden ulu =siyadetli bir zat görmedim. Ona: «Ya Ebubekir, Ömer, Osman, Ali» diye sorulmakla şöyle cevap vermiştir: Onlar, Vallahi Muaviyeden daha hayırlı, daha faziletli idiler, Muaviye ise siyadetli idi.

Ömeribnilhattab, Radıyallahüanh, Şama gidip Muaviyeyi gördüğünde: «Bu, kisrayi Arabdır» demişti.

Hazreti Ömer, Hazreti Muaviyenin mehabetini, ihtişamını, ağyara karşı gösterdiği azemeti bu suretle tasvir buyurmuş. Filvaki pek sade bir tarzda yaşayan Hazreti Ömer valisinin Roma hududunda Romalılara karşı böyle azemetli bulunmasını muvafık görmüş olduğu cihetledir ki, onu bundan men'etmemış, onu kendisi gibi sade bir hayata davet buyurmamış. Şüphe yok ki bu siyasî icablara bir riayet eseri bulunmuştur.

Velhasıl, müverrihi meşhur İbnil'Esir de bu kitabında Hazreti Ebu Süfyan ile Hazreti Muaviyenin islâmiyetini, sahabeden olduklarını, dini İslama hizmet ettiklerini bir lisanı hürmetle kaydediyor. Hazreti Muaviye lehindeki hadisler ile de kitabını tezyin etmiş bulunuyor.

(30) (El'isabe fi temyizissahabe): Şihabüddîn Ahmedi As-kalânî, bu kitabında şöyle diyor: «Emîrülmü'minîn Muaviye, bi'setden beş sene evvel doğmuştur. Vakidî hikâye etmiştir ki: O, Hüdeybiye'den sonra islâm olup bunu feth senesine kadar saklamıştır. O, umretülkazada müslüman bulunuyordu. îbni Sa'd da şöyle hikâye etmiştir. O derdi ki, ben umretülkazadan evvel islâm olmuştum. Fakat Medineye çıkıp gitmeden korkardım, çünkü validem: «eğer çıkar gidersen yiyeceğini keseriz» derdi.

İbni Şahîn, ibni ebi Davud'dan Hazreti Muaviyeye muttasıl bir sened ile(   الخيرعادة والشر لجاجة  hadisini rivayet etmiştir. İbni Davud demiştir ki, bu hadisi şerifi Peygamber Aleyhissalâtü Vesselamdan yalnız Muaviye (Radıyallahü anh) rivayette bulunmuştur.

Saidibnil'as da Hazreti Muaviyeden şöyle rivayet ediyor: Hazreti Muaviye demiş ki Abdest suyunu ihzar etmek suretiyle nezdinebevîde bulundum. Abdestini alıp bitirince bana baktı, şöyle buyurdu: (يا معاوية ان وليتامراً فاتق الله واعدل = Ey Muaviye!. Veliyyül'emir ta'yın edilirsen Allahtan kork, adalette bulun. Artık ben böyle bir amel ile müptelâ olacağımı dâima zanneder bulunmuştum.»

İşte büyük muhaddis Ahmedil'askalânî de Hazreti Muaviyenin ashabı kiramdan olduğunu ve böyle bir kısım fezailini kaydetmekte bulunmuştur

(31) (El'istiab fi ma'rifetil'ashab): Muhaddis Ebu Ömer Yusüfül'kurtubi de bu pek mu'teber kitabında Hazreti Muaviyenin bir kısım menakıbını kaydediyor ve ezcümle diyor ki: «Sahabeden bir taife ve Hicazda, Samda, Irakta bulunan tabiinden bir cemaat, Muaviyeden rivayette bulunmuşlardır. Evzaî demiştir ki: Muaviyenin hilâfetine Resulullah Sallallahü aleyhi vesellemin ashabından bir cemaat yetişmiş, ona itaatten el çekmemişler, cemaatten ayrılmamışlardır. Zeydibni Sabit, Muaviyeden atıyye alırdı. Muaviye için fazileti celîle vardır.

İşte 463 tarihinde vefat eden ve ibni AbdülToer diye ma'ruf bulunan büyük âlim, muhaddis Yusüfül' Kurtubî de Hazreti Muaviyenin sahabei kiramdan olduğunu ve onun bir hayli fezailini bu veçhile kaydetmiş bulunmaktadır.

(32) (Tarihül'ümem Velmülûk): Büyük bir müctehid, büyük bir muhaddis ve müverrih olan ibni Ceriri Taberî, meşhur tarihinde şunları yazıyor:

«Ömeribnilhattab (Radıyallahü anh) Şama gittiğinde Muaviye Radıyallahü anh kendisini bir mevkeble = bir bölük askerî kuvvetle istikbal edip o suretle yanına gitmişti. Hazreti Ömer bunu görünce: Ya Muaviye: Böyle mevkeble sabahlıyor, akşamlıyorsun, Hane içinde duruyorsun, hacet sahihleri ise kapıda bekliyorlar, dedi. Muaviye de: Ya Emirelmüminîn! Düşman burada bizlere yakındır, onların gözcüleri, casusları vardır. Ya Emirelmüminîm« Ben istedim ki onlar, islâmın izzetini görsünler. Dedi. Hazreti Ömer de dedi ki: Şüphesiz bu akıllı bir kişinin hilesi, zeki bir kimsenin hud'ası dır. Muaviye: Ya Emirelmü'minîn!. Dilediğini emr et, o veçhile hareket edelim, diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Hazreti Ömer şöyle dedi: Vah sana!. Senin için bir kusur görerek hakkında seninle münazarede bulunduğum bir şey yoktur ki, sana emr edeyim mi, yoksa seni nehy edeyim mi diye beni bilmez bir halde bırakmış olmayasın»[Tarihi Taberî: c: 8. s: 184.]

* Ömer ibnilhattab (Radıyallahü anha) şöyle buyurmuştur: Siz Kisrayı, Kayseri ve onların'dehâlarını medhü sena edip duruyorsunuz, halbuki, sizin aranızda Muaviye (Radiyallahü anh) var [Tarihi Taberi: c: 6. s: 187]

(Görülüyor ya Hazreti Ömerin bütün bu kıymetli sözleri Hazreti Muaviyeyi takdir etmektedir. Onun zekâsını, güzel siyasetini göstermektedir. Hazreti Ömer demiş oluyor ki: Başka milletlerin kuvvet ve satvetini, dirayet ve zekâsını takdirkâra-ne söyleyip durmaya ne hacet!. Allah Taalâ sizin içinizden de Muaviye gibi kuvvet ve satvetle, akıl ve deha ile muttasif zatları vücude getirmiştir. Artık kendi varlığınızı yadedip hakka müteşekkir olunuz.)

İbni Cerîr merhum, şunları da tarihinde kaydediyor: «Muaviye (Radıyallahü anh) demiştir ki: Kula verilmiş şeylerin efdali akl ile hilmdir. Çünkü — kul bu sayede — ihtar edildiği zaman hatırlar, ita edildiği zaman şükreder, mübtelâ olunca sabr eder, gazeblendiği vakit hiddetini yener, kadir olduğu zaman afv eder, kötülük yapmış olunca mağfiret diler, va'd edince de yerine getirir»  [c: 2. s: 182.]

«Muaviye, Radıyallahü anh, hastalığı esnasında biraz ifakat buldu, ehlinden yanında hazır bulunanlara: Allahü Zülcelâldan korkunuz, çünkü Allah taalâ şüphe yok ki kendisinden korkanları vikaye eder. Allah taalâdan ittika etmiyenleri ise vikaye edecek yoktur. Dedi, sonra teslimi ruh etti.»

İşte en büyük bir müverrih, ve aynı zamanda en büyük bir müctehid, Hazreti Muaviye hakkında bu takdirkârane yazıları yazmış bulunuyor.

(33) (Tarihi Ebilfida'): Ebülfidâ merhum, tarihinde şöyle yazıyor: «Muaviye — Radiyallahü anh"— babasile beraber fetih senesinde müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisini kâtip tayin buyurmuştu, Ömer — radıyallahü anh — da hilâfeti zamanında on dört sene kadar Şam üzerinde vali bulundurdu. Osman — Radıyallahü anh — da hilâfeti zamanında onu on iki sene kadar bu vâlilikde ibka etti. Dört sene de Ali — Radıyal-lahü anh — ile muharip olarak tagallüben Şamda bulundu. Hasılı kırk sene kadar Samda emir ve hükümdar olarak bulunmuştur. Halîm.Haz im, dâhi, mülkün siyasetine âlim idi. Hilmi kazabını kahir, sehası men'ine galib idi. Vasi ederdi, kesilmezdi — ya'ni: karabet hukukuna, sılei rehime riayetkar idi.»

İşte başka tarihlerde her gördüğünü bir muhakemeye tabi' tutmadan tarihine nakl etmiş bulunan "ebulfida da Hazreti Muaviyenin inkârı kabil olmayan bu mezayasını olsun kayıd etmekte bulunmuştur.

(34) (Tarîhulhülefa'): Celâlüddîn Süyûtî merhum, tarihinde şöyle yazıyor: Hazreti Muaviye, Hüneyn gazvesinde hazır bulundu.   Müellefetülkulûbden idi,   sonra islâmiyeti güzel oldu. Kendi Resulüllahin kâtiplerinden biri idi. Nebiyyi Alişan hazretlerinden yüz otuz üç hadisi şerif rivayet etmiştir. Kendisinden de İbni Abbas, ibni Ömer, tbnizzübeyr, Ebüdderda' Cerirülbecelî ve Numan ibni Beşir gibi sahabei kiram, îbnülmü-seyyeb Hümeydibni Abdirrahman gibi tabiîn, hadis rivayet etmişlerdir.

Dehâ ile, hilm ile mevsuf olanlardan idi. Fazlı hakkında bir çok   hadisler   varid   olmuştur,   sabit   olanı   azdır.   Tirmizî: (...اللهم اجعله هادياً)

Hadisini rivayet ediyor ve bunun bir hadisi hasen olduğunu da söylüyor. îmân Ahmed de Müsnedinde: اللهم علم معاوية الكتاب ) hadisini rivayet etmiştir.»

«İmam Ali'den şöyle dediği mervîdir. «Muaviyenin hükümetini kerih görmeyiniz. Çünkü siz onu gâibederseniz elbette bir takım başların arkadan belirdiğini görürsünüz.»

«İbni Ebiddünya ve Ebubekr ibni ebi Asım, Hazreti Muaviyenin hilmi hakkında müstakillen birer eser telif etmişlerdir [Tarihulhülefa. Yazma nüsha, s: 92.]

(35) (Hüsnül:muhazare): Yine Celâlüddîn Süyutî merhum, Mısıra ve Kahireye dair yazmış olduğu bu kitabında Mısır kıt'asım teşrif etmiş olan ashabı kiramı hurufi heca tertibiyle yazıyor, Hazreti Muaviyeyi de bunların arasında «Emirülmü1-minîn» unvaniyle zikrediyor.

işte müfessir, muhaddis, fakıh olan ve dört yüz kadar müellefatı elleri tezyin eden imam Süyutî de Muaviye Hazretlerini böyle ashabı kiramdan tanıyor. Onu tebcil ediyor, onun lehindeki hadisleri kitablarında kaybetmiş bulunuyor.

(36) (Tarihi Kâmil): İbni Esir merhum, üsdül'gabesinde Muaviye Hazretlerinin ashabı kiramdan olduğunu kaydediyor, bunu yukarıda gördük, meşhur tarihinde de onun menakıbından bahsediyor ve ezcümle şöyle diyor: «Muaviye (Radıyallahü anh) marazı mevtinden evvel bir hutbe irad etti, cemaate hitaben dedi ki: «Üzerinize imaretim uzadı, tâ ki ben sizden usandım, siz de benden usandınız. Ben sizden ayrılmak temenni eder oldum, siz de benden ayrılmak temenni eder oldunuz. Benden sonra size kendisinden hayırlı olduğum kimse gelecektir. Nasıl ki benden evvelki de benden hayırlı bulunmuş idi.»

«Denilmiştir ki, her kim Allanın likasını severse Allah da onun likasını sever. Allahım! ben muhakkak senin likanı severim, artık sen de benim likamı sev ve benim için onu mübarek kıl.»

«Hazreti Muaviye aradan çok bir zaman geçmeden hastalandı, vefatı yaklaşınca dedi ki: Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem bana bir gömlek giydirmişti, onu saklamış bulunuyorum, ve bir gün mübarek tırnaklarını kesiverirken parçalarını alıp bir şişe içinde sakladım. Şimdi öldüğümde beni o gömleğe sarınız, ve o parçaları ufadıp gözlerime, ağzıma serpiniz. Umulur ki, Allah taalâ onların berekâtile bana rahmet buyurur.» Sonra da Ehli beytine hitaben dedi ki: «Allahdan ittika üzere bulununuz, çünkü Allahdan ittika etmeyeni vikaye edecek kimse yoktur.

«Hazreti Muaviye, sonra malının yarısmı beytülmaale verilmek üzere vasiyette bulundu. Bununla mütebaki malının kendisine tip olmasını istemiş olmalıdır» [Tarihi İbni Esir. c: 3. s: 4.]

îşte Muaviyeyi tahkir ettiği iddia edilen. Tarihi kâmil sahibi îbni Esir de o zat hakkında böyle güzel bir kanaatta bulunuyor, unun dünyadan müteneffir, hakka müteveccih, Resulüllaha fevkalâde meclûb bir zat olduğuna şahadet etmiş bulunuyor.

(37) (Mürûcüzzekeb): Mes'udî bu tarihinden şöyle yazıyor: «Medainî diyor ki: Muaviye (radıyallahü anh) Cemil ibni Ke'bis Sa'lebiyi esîr etmişti. Cemil, Rebia' kabilesinin ulularından ve hazreti Alinin tarafdarlanndan, yardımcılarından idi. Hazreti Muaviye dedi ki: Allaha Hamdolsun, seni elde etmeğe beni muvaffak kıldı. Cemel gününde şöyle diyen sen değil mi idin?.

اصبحت الامة فى امر عجيب 
والملك مجموع غداً لمن غلب

قد قلت قولاً صادقاً غير كذب 
ان غداً تهلك اعلام العرب

Meali: Ümmet, garib bir hâdise içinde sabahladı. Mülk, yarin galib olacak kimse için toplanmış, — onun hakimiyetinde birleşmiş — olacaktır. Ben doğru, yalan olmayan bir söz söyledim, şüphe yok ki yarın Arabın bir çok ayanı, meşahiri helak olacaktır. Bunun üzerine Cemil: «söyleme, çünkü o bir musibettir.» Demekle Hazreti Muaviye: «Bir saat içinde arkadaşlarımın kahramanlarından müteadit kimseleri öldürmüş olan bir şahsa Allah Taalânm beni muzaffer kılmasından hangi nimet daha büyüktür, şunun boynunu vurunuz.» diye emr etti. Cemil de: «Yarabbi! şâhid ol, Muaviye beni senin yolunda, sen razı olasın diye öldürmiyor, belki beni hutamı dünya üzerine katletdirmiş oluyor, eğer öyle yaparsa ona lâyık olduğunu yap, ve eğer yapmazsa sen ona senin ehl olduğunu yap dedi.

Muaviye hazretleri de: «Ey Cemil! Sen sebb ettin bunu son dereceye vardırdın, dua ettin onda da mubaleğa gösterdir  diyerek onu salıverdi, ve Numan ibni Münzirin şu teyitlerini okudu:
تعفو الملوك عن لجليد   ل من الامور بفضلها
ولقد تعاقب فى اليسى     روليس ذاك لجهلها
الا ليعرف فضلها          ويخاف شدة نكالها

Ya'ni: Hükümdarlar bir takım büyük şeyleri kendi fazl ve keremlerile afv ederler. Bazan da ehemmiyetsiz şeylerden dolayı muahaze ederler. Bu, onların cehaletinden dolayı değildir, ancak onların fazılları bilinsin ve onların cezalarının şiddetinden korkulsun içindir.
«Ve yine rivayet edilmiştir ki, Hazreti Muaviye hali ihtizara geldiği sırada: هو الموت لامنجى من الموت والذى    تحاذر بعد الموت ادهىوافظع 

Beyitini temessülen okuduktan sonra şöyle duada bulunmuştur:    اللهم اقل العشرة واعف عن الزلة وجد بحملك على جهل من لم يرجغيرك ولم يثق الا فانك واسع المغفرة وليس لنى خطيئة مهرب  

Meali: Bu, ölümdür, ölümden kurtulma imkânı yoktur. Fakat kaçındığın şey, ölümden sonra daha güç, daha korkunçtur: İlâhi!. Hatamı gider, sehvimi afv et, senden başkasından ümid var olmayan, senden başkasına güvenmeyen kulunun cehaletine hilmin ile lutf-ü keremde bulun. Çünkü senin mağfiretin boldur. Ve hata sahibi için kaçıp sığınacak yer yoktur.

Hazreti Muaviyenini bu duasının haber alan Said ibni Müseyyeb demiştir ki: Muaviye, kendisi gibi bir kimse hakkında teveccüh edecek bir misli daha bulunmayan bir zata teveccüh etmiş, ben ümid ederim ki, Allah taalâ ona azab etmiyecektir» [Mürucüzzeheb c: 6. s: 126. Tarihi Kâmilin kenarında]

işte tarihinde mezhebi sâikasiyle Hazreti Muaviye aleyhine bir kısım hikâyeler nakletmiş olan Mürucüzzeheb sahibi de onun hilm ve keremine, hakka ilticasına, hüsni hatimesine dair bunları yazmak insafında bulunmuştur. Hazreti Muaviyenin zamanını gerek ibadete ve gerek ümmetin mesalihine ne kadar muntazam, âdilâne, müşfikane bir surette hasretmiş olduğuna da ayrıca kaydetmiştir.

(38) (Mukaddimei ibni Haldun): ibni Haldun Veliyyüddinilhazremî, bu meşhur mukaddimesinde şöyle yazıyor:

«Malûm ola ki iktizayi asabiyet ile devleti islâmda vaki olan vekayii meşhureden imamı hak ve âdil Hazreti Ali ile Muaviye Radıyallahü taalâ anhüma meyanında hudus eden fitnei hailenin vuku' ve zuhuru tariki hakta ictihad ve taharriye mebni bir manâ olup ashabi vehm ve dalâl zu'mları üzere hıkdi husıt ya bir garazı fasit zımnında olmadığı karar dadei ashabı tahkiktir. Belki anlar emri hilâfette mesleki içtihada sülük ile kitab ve sünnete müracaat edip ve  her  birinin rey' ve ictihadı âhare muhalif olmakla ihkakı hakk için harp ve kıtale tesaddi eylediler. Zira tayini hilâfette mişkâtı sadri nübüvvetten nassı ka'li varıd olmayıp ümuri iltihadiyeden olmakla Hazreti Ali  rey'inde musib ve Muaviy muhtî ise de yine kasd ve garazı hakka taallûk edip ve müetehid içtihadımla hatâ etmekle levme müstehik olmadığı malûmdur.

Bundan maada füsuli sabıka zımnında zikir ve tafsil olunduğu üzere tabiatf devlet ve mizacı saltanat dahi hüküm ve tasarrufta infirad ve istikbâli müeib  olup şeriri saltanat bir veçhile şirket kabul etmemekle Muaviyenin kavm ve kabilesi olan beni Ümeyye aşireti şevket ve satvette galip ve cümlesi Muaviyenin hilâfetini talip olup dairei mülk ve devlette âharin hükm ve tasarrufuna bir veçhile razı değiller idi. Ve Hazreti Muaviye dahi içtihadında isabet itikad edip ve beni Ümeyyenin kudret ve kifayetine itimat etmekle daiyei hilâfet kendinin ve kavminin dimağında cayıgir olup ve beni Ümeyye dahi lâzımei asabiyet olan gayret ve hamiyetleri muktazasınca Muaviyenin hilâfetini temhid ve teşyid için meydanı kârzarde bezli nakdinei hayat ile ser ve canlarını feda ettiler.

Şöyle ki, eğer Muaviye emri hilâfette âhari nefsine isâr ve tercih edip hakkı hilâfeti Hazreti Ali'ye kasriyed ve beni Ümeyyeye dahi be/at teklif edeydi cümlesi tarafı hılâfda İsrar etmeleriyle iftirakt kelimeye müeddi' olup bir veçhile anlardan bu emri savaba icabet ve itaat olmayacağı zahir ve mukarrer idi. Binaenaleyh Muaviye dahi şirazei cem ve telif ile mecmuai nizamı tefrikadan hıfz ve siyanet edip beni Ümeyyenin icma'ı tabiilerine muhalefet ile re'yi hakka muvafakat edemedi.» Kezalik: Hulefayi emeviyenin a'del ve evsafı Ömer ibni Abdil'aziz Hazretleri dahi ahfadı Sıddikten Kasım ibni Muhanuned ibni Ebibekr Hazretlerini gördükte: eğer ben kılâdei hilâfeti kabule muztar olmayıp nez-u halı'yedimde olaydı bu emaneti kübrayi Kasım bin Muhammed Hazretlerine tefviz ile keffiyed ederdim» der idi.

Vakıa Ömer ibni Abdilâziz Hazretleri Kasım ibni Muhammede emri hilâfeti tefviz etmek murat eyledi. Lâkin beni Ümeyyenin ayan ve eşrafından ve ekarib ve nişanından havf ve haşyet edip âharin hakkı hilâfete taarruz kavim ve kabilesinin hilafı manileri olmakla iftirakı kelimeye müeddi olur diyü mansıbı hilâfeti fthare sarf ve tahvile kadir olamadı» [Mukaddime tçreemesi: c: 2. s: 20.]

İşte en mütefekkir, hakim bir müverrih olan ibni Haldunun kanaati de bu merkezdedir. Tarihte yeni bir çığır açmış, tarihî vak'aları felsefî muhakemata tâbi tutmuş, her tarihî hadisenin sebeplerini, kanunlarım tayine çalışmış olan bu müdakkik âlimin sözleri, elbette her bulduğunu tarihine dercetmiş olan bir çok müverrihlerin sözlerinden daha kıymetlidir.

(39) (RavzatüI’ebrar): Abdülâziz efendi bu tarihinde şöyle yazıyor: «Hazreti Seyyid ve senedi evlâdı Adem Sallallahü aleyhi vesellem tarafı bahiruşşereflerinden Muaviye (اللهم سكنه فى البلاد ) duayı müstecabına mazhar olmagin Yemen ve Hicaz ve Şam ve Mısır ve Mağrip ve Irak ve Ermeniyye ve Azerbaycan ve Fâris ve Horasan ve Cibal ve Deylem ve Maveraennehr, Kalemrevi fermanı olup Şukkai re'yeti hemvare bâdı nusret ile harekette idi» [Ravzatül'ebrar s: 143.]

Abdülâziz efendi merhum, tarihinde gerek Zübeyr ve Talha ve gerek Muaviye hazeratı hakkında bir islâm âlimine pek de yakışmayacak bir lisan kullanmış, suizanda bulunmuştur. Bununla beraber Hazreti Muaviyenin duayi nebeviye mazhariyetini ve onun nihayetsiz islâm fütuhatına nailiyetini de kaydetmiştir. Bütün bunlar, intakı hak kabilinden. şeylerdir.

(40) (Kısası Enbiya'): Cevdet paşa merhum da Hazreti Muaviye zamanında olan fütuhatı islâmiyeyi şu suretle yazmıştır:

«Cemel ve Sıffiyn vak'alarında pek çok dilâveranı islâm zayi' ve telef olmuş ise de milleti islamiyenm gençlik zamanı olduğundan nâs içine düşmüş olan ihtilâfı efkâr bertaraf olunca yine cihad ve gazaya kıyam olundu. Şam cihetinden dahi asakiri islâmiye, diyarı Rum'a gaza etmekte iken diğer taraftan Dağıstana ve Diyarı sinde sefer etmekte idiler.

Şöyle ki, Mısır valisi Amr-ibnil'asın teyzezadesi «Ukbetübnü Nafi> i kırk bir senesinde bir fırkai askeriye ile Afrika üzerine sevketmişti. Ukbe, Afrika kıt'asının içerlerine gaza ederek Gıdamis» ve «Veddan» gibi nice memaliki fethetmiş ve ba'dehu Kayruvan» şehrini almıştır. Kırk üç senesinde Bisribniartat, Kostantiniyyeye kadar gelmiş; ve kırk dört senesinde «Kabil» ve «Diyarıhind» den daha nice beldeler fethedilmiştir»   [Kısası Enbiya, c: 7. s: 160. c: 6. s: «2.]

Muaviye (Radıyallahü anh) «Ben öldüğüm zaman Cud-ü seha dahi benimle beraber ölür ve nice nâsın atıyyelerl münkati' olur. Sâillerin elleri boş kalır» dedi ve hayatından me'yus oldukda «Zituva» nam mahalde sakin bir Kureşî olub da imaret ile meşgul olmayaydım» Deyu beyanı teessüf etti ve altmış senei hicriyesi Recebinde vefat eyledi. Radıyallahü taalâ  anh.»

Dahhak ibni Kays, hemen Muaviyenin kefenlerini alıp minbere çıktı, bir hutbe okudu, ve dedi ki: «Muaviye Arabın desti, kuvvet ve kudreti idi. Allah Taalâ anınla fitneyi def eyledi ve anı kulların üzerine hükümdar kıldı ve bir bahirde askerini yürüttü ve anınla nice beldeleri fethetti. Lâkin o da Allahın bir kulu idi. Şimdi vefat eyledi. İşte kefenleri budur. .Ani bu kefenler içine sarıp kabre koyacağız ve anı ameliyle meşiyeti ilâhiyeye terkeyleyeceğiz. Andan sonra kıyamete dek dünya hercümerçtir.»

Cevdet Paşa Muaviye Hazretleri hakkında bunları kaydetmekle beraber bütün ashabı kiram hakkında ne güne hareket edilmesi lüzumunu da şöylece yazmıştır:

Kaldı ki anların ahvalini muhakeme sonra gelenlerin haddi değildir. Kuruni islâmiyenin en hayırlısı karni sahabedir. Anlar hep hidayet yıldızlarıdır. Kur'anı kerimin tefsiri anlardan öğrenildi. Bunca ehadisi şerife anlardan iitildi. Ahkâmı diniye anlardan ahzedildi. Anlardan  öğrendiğimiz kavaidi diniyeyi ele alıp da anların hareketlerini muhakeme etmek bizim haddimiz mi? Eğerçi hatâ, insanın şanındadır. Müctehidler hatâ ederler. Lâkin müctehid isabet eylerse on, hatâ eylerse bir sevaba nail olur. Anlar hep erkânı şeri'attır. Beyinlerinde vukubulan ihtilâfat ve münazaalar hep mübahase ve munazarai ictihadiye kabilinden idi. Ictihadça ihtilâf etseler de hak ve savabı anladıkları gibi teslim ile ittifak ve ittihad ediverirlerdi. Esnayı mübahasede birbirine sertçe söyleseler bile birbirinin kadrini bilirlerdi. Elhasıl: ashabı güzinin ihtilâfları hep içtihada mebni mübahasatı ilmiye kabilinden idi. Agrazı dünyevi-yeden nâşi değil idi. Anların kulübi mutahharaları hubbi riyaset ve emri siyasetten âri idi»  [Kısası Enbiya, c: 6. s: 432.]

İşte Cevdet Paşanın bu sözleri ayni hakikattir. Buna muhalif olan sözlerin ise hiç bir kıymeti olamaz.

(41) (El’egani): Ebülferecilısfehani, Rebi ibnizziyadın tercümei hali sonunda İbni Abbas hazretlerinden bir sened ile şöyle rivayet ediyor, «ibni Abbas (Radıyallahü anh) Ashabile beraber akşam yemeği yiyordu. Lokmasını ağzına kaldırmış olduğu bir sırada Muaviye (Radıyallahü anhın) haberi vefatı geldi. Hemen lokmasını bırakdı, bir müddet başını aşağıya eğerek düşündü, sonra da dedi ki: Bir dağ parçalanmış, sonra da hey'eti mecmuasile denize yönelmiş, üzerini de bütün denizler kaplamış Allah, Hind oğlunun mükâfatını versin, ne kadar yüzü güzel, huyu kerîm; kadri azîm idi. Ashabından birisi sözünü keserek: Onun hakkında böyle dermişiniz?. Demekle İbni Abbas, yazık sana, sen bilmezsin ki, senden kim geçip gitti, senin üzerinde kim — Hakim olarak — kaldı. Yakında anlayacaksın. Deyip sözünü kesdi» [El'egani. Nakdünnesaih. s: 35.].

Düşünmeli Sıffiyn muharebelerinde Abdullah ibni Abbas hazretlerile hazreti Muaviye karşı karşıya harp etmişlerdi. Buna rağmen ibni Ebbas hazretlerinin şu kadr şinaslığına bakınız! İşte «Egani» sahibi de kitabında bunu nakl ederek Hazreti Muaviyenin lehinde şehadet etmiş bulunuyor.

* Biz Egani sahibinin veya bir kısım müverrihlerin sözlerini mücerret hazreti Muaviyenin yüksek kadrini isbat için nakl etmiş bulunmıyoruz. Onun kadri zaten sabittir. Ona yüz binlerce, milyonlarca eazimi islâmiye şahiddir. Ancak Egani gibi bir edebiyat ve muhazarat kitabında veya gelişi güzel yazılmış bir tarih mecmuasında hazreti Muaviyenin yalnız aleyhinde değil, lehine de pek çok şeyler yazılmış olduğunu göstermek için kaydetmiş bulunuyoruz.



Kaynak:

Ömer Nasuhi Bilmen - Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları
Devamını Oku »

Avrupa Felsefesi ve Oryantalizm

Avrupa Felsefesi ve Oryantalizm

Oryantalist yargı kalıpları sadece oryantalistlerin ve İslâm uzmanı Bâtılı ilim adamlarının eserleriyle sınırlı kalmamıştır, 17, yüzyıldan itibaren, Avrupa felsefesinin belli başlı kulvarlarında ve tartışmalarında karşımıza çıkan felsefî oryantalizm, Avrupa’nın akıl, bilim ve hür düşüncenin merke­zi olduğu; buna karşı Doğu’nun ve İslâm dünyasının kaderciliğin, dini fa­natizmin ve mutlakçılığın vatanı olduğunu ileri sürer. Leibniz, kader inan­cının Müslümanların ve Türklerin en temel özelliklerinden biri olduğunu söyler. Ama onun kader inancı ile kastettiği, kaderciliktir. Bu inanca göre iyilik ve kötülük, insanın başına gelecek felâketler, sağlık ve hastalık, hepsi ezelde belirlenmiştir. İnsanların bu kaderi değiştirmeye çalışmaları beyhu­de bir çabadır. Leibniz’e göre, bu inanca sahip olan Türkler hiçbir tehlike­den sakınmazlar; hatta veba salgını olan bir yere bile girmekten çekinmez­ler. Zira her şey kadere bağlıdır. İslâm’da insanın iradesi ve tedbir kavram­larından habersiz olan Leibniz, Osmanlı askerlerinin savaşlardaki cesaretini ve başarısını da bu kadercilik inancıyla menfî gerekçeler üreterek izah etme­ye çalışır. Thâodicâe'nin yazarı ve monadolojinin kurucusu Leibniz, akıl-dışılık ve kadercilik inancını örneklemek için Türklerin kader inancını kulla­nır. Netice bellidir: Aklı temsil eden Batı’nın karşısında akıl-dışılığı kuşan­mış bir Doğu vardır.(44)

Modern Avrupa düşüncesinin önemli isimlerinden biri olan Leibniz, bir tarafta Hristiyan teolojisine ve Skolastik geleneğe bağlıyken, diğer tarafta Aydınlanma’nın teistik kanadında yer alan bir düşünürdür. Islâm, Osmanlı, Türkler ve Müslüman Doğu hakkındaki mülâhazaları, bu geçiş döneminden önemli izler taşır. Islâm’ı Hristiyanlık’ın kötü bir kopyası olarak eleştiren Le­ibniz, Müslümanların akıl temelinden yoksun olduğunu da ileri sürer. Bir ese­rinde “İnancın temeli akıldır” der ve ekler: “Öyle olmasaydı, Incil’i Kur’ân’a yahut Brahmanların kadim eserlerine tercih eder miydik?”(45) Buna rağmen, diğer dinlere kıyasla Islâm’ın daha sade ve akla yakın bir din olduğu için ta­rihte hızla yayıldığını ve kök saldığını da itiraf eder.(46)

Türklerin önlenemez ilerleyişi İkinci Viyana Kuşatması’yla durmuş ve bu, Avrupa’daki Türk korkusunu kısmen hafifletmişti. Fakat Leibniz, Türklerin kaba saba, akıl cevherinden yoksun, kaderci ve şiddet yanlısı oldukları­nı ileri sürer ve bunu, etnik ve dinî kimliklerinin bir tezâhürü olarak görür. Milletlerin, dinlerin ve dillerin kökenleri konusunda özel bir felsefe geliştir­meye çalışan Leibniz, varlığın anlamını, ancak onların tarihî kökenlerini or­taya çıkartarak anlayabileceğimizi söyler. Buna göre tutarlı bir ontoloji, an­cak kapsamlı bir tarih anlayışıyla inşa edilebilir. Avrupalı Hristiyanların me­denî ve rasyonel varlıklar olmalarının temel sebeplerinden biri, onların güç­lü bir tarih bilincine sahip olmalarıdır. Buna mukabil Müslümanlar ve Türkler, böyle bir tarih bilincinden yoksundurlar. Ona göre Müslüman Doğu, hem kendi kökenleri hem de başka milletler hakkında muğlak, tutarsız ve yüzey­sel bir tarih birikimine sahiptir. Leibniz, adeta Hegelyen bir aforizmayla şu­nu ima etmektedir: Doğu, tarihe bîgâne kaldığı için tarih de Doğu’yu ademi­yete mahkûm etmektedir!(47)

Leibniz’in gençlik yılları yazılarında karşımıza çıkan tavizsiz İslâm ve Osmanlı karşıtlığı, dönemin ruhunu yansıtır. Yazar, Mısır Planı adlı eserinde Fransa Kralını Osmanlı’ya karşı askerî bir saldırı yapmaya ikna etmeye çalı­şır. Kitapta tasvir edilen Müslüman ve Türk tipi, kötülüğün ve barbarlığın tecessümü olarak dikkat çeker. Leibniz, Fransızları askerî bir harekâta ikna et­mek için abartı yolunu seçmiş olabilir. Fakat bu tasvirlerin bir kısmı, olgun­luk dönemindeki eserlerinde de devam edecektir. Nitekim Alman, Slav, Ma­car, Hun ve Türk milletlerinin aynı kökenden yani Iskitler bölgesinden geldi­ğini söylediğinde ve Türklerle Avrupalılar arasında tarihî bir bağ kurduğun­da bile, irrasyonel, şiddet yanlısı ve gayr-ı medenî Türk imajı Leibniz’in fel­sefî ve siyasî eserlerine hakim olmaya devam edecektir.(48)

Dönemin diğer eserlerinde olduğu gibi Lebniz’in yüzeysel ve yanlı yo­rumlarında da Doğu, Batı’yı daha parlak, daha üstün ve daha değerli göster­mek için kullanılan bir araç ve bir arka plan haline gelir. Aydınlanma aklıy­la inşa edilen yeni Batı’nın kendi zatında tarih-üstü bir değeri vardır. Diğer toplumlarla mukayese, Avrupa medeniyetinin ezici üstünlüğünü açık ve kes­kin bir şekilde tespit etmenin etkin yollarından biri haline gelir. Leibniz’den Herder’e, Montesquieu’den Hegel’e kadar pek çok Avrupalı filozof, Doğu’yu bir dipnot, bir yansıtma aracı, zıtlaştırıcı bir referans olarak kullanır. Nesnel tarihî gerçekler açısından bakıldığında Islâm medeniyetinin ve Osmanlı Dev- leti’nin askerî, siyasî ve ekonomik başarıları, negatif gerekçelerle izah edilir: Osmanlılar akıllı yahut medenî oldukları için değil fanatizme, hayvanî duy­gulara ve Doğu despotizmine mahkûm oldukları için bu başarıları elde etmişlerdir. Böylece Türk, Osmanlı ve Müslüman tipi, ontolojik olarak ve Aydınlanmacı (ve daha sonra seküler) Avrupa kimliğinin karşısında negatif anlam kazanan bir unsur haline gelir.

Sosyal etkileşim, bu temel sorunu aşmak için yeterli değildir. Herdcr'e göre Türkler, “üç yüz yıldan fazla bir süredir Avrupa’da bulunmalarına kar­şın, hâlâ Avrupa’ya yabancıdırlar. Kendisine ve dünyaya yük olmaya haşlayan bin yıllık Doğu İmparatorluğu’na (Bizans’a) son verdiler; bilmeden ve iste­meden sanatları Batı’ya, Avrupa’ya sürdüler... (ama) Avrupa’nın en güzel ül­kelerini çölleştirdiler; bir zamanların akıllı Yunan halkını sadakatsiz ve aşağı­lık barbarlar durumuna soktular. Bu yüzden yaptıkları kötülükler, iyiliklerin­den çok fazla oldu”. Bu tarihî değerlendirmeden sonra Herder ekler: “Binler­ce yıldan beri hâlâ Asyalı barbarlar olmak isteyen bu yabancıların Avrupa’da ne işi var?” (49) Bu tür kesin yargılara rağmen Müslüman Türk imajı, bir zıtlık ve kontrast unsuru olarak kullanılmaya devam eder. Herder, mektuplarından birini şu ifadeyle sonlandırır: “Bu satırları kutsal olana karşı biri, azılı bir pa­gan ve bir Türk olarak yazıyorum”.(50)

Kant ve İslâm

Modern felsefenin kurucu isimlerinden biri olan Kant’ın İslâm, Araplar, Türkler ve İranlılar hakkmdaki mülâhazaları, döneminin temel özellikleri­ni yansıtır ve herhangi bir orijinallik taşımaz. Diğer Aydınlanma düşünürle­ri gibi Kant için de İslâm incelenmeye değer ilginç ve farklı bir dinî gelenek­tir; ama son tahlilde ana tartışmanın ancak bir dipnotu, dibâcesi ve arka pla­nı olabilir. Türklere yapılan kısmî atıflar, başka konular bağlamında gündeme gelir. Kant, Arıthropology adlı eserinde düşünce süreçlerini tartışırken insa­nın bazen mantık silsilesini kaybettiğini ve birkaç adımı atladığını söyler. Bir konudan diğerine geçerken insan zihninin buna hazır olması gerekir. Konuş­ma yapan bir kişinin de konuyu değiştirirken muhataplarının zihnî süreçleri­ni dikkate alması ve adım adım ilerlemesi gerekir. Örneğin, odaya girdiğinde birdenbire “gazetelerde çıkan Türkiye ile ilgili son haberler hakkında konuş­maya başlamak, konunun nasıl buraya geldiğini bilmeyen kişilerin hayal gü­cünü fazlasıyla zorlayabilir”. Sağlıklı bir iletişimin birinci şartı, konuşulanların belli bir kurallar dizisini takip etmesidir. Aksi halde bütün düşünce ve hitap kurgusu altüst olur ve iletişim imkânsız hale gelir.(51)

Kant’ın zihnî süreçlerle ilgili bir konuyu izah etmek için “Türkiye’den mü Osmanlıdan) gelen son haberleri” örnek olarak kullanması bir tesadüf değil- Zira Kant, bir konudan başka bir konuya geçerken insanın bildi­ği şeylerden daha uzaktaki bilmediği şeylere doğru ilerlemesi gerektiğini söyler. Türkiye Osmanlı, bu uzakta ve az bilinen şeydir. Mamafih Türkler, Avrupa’nın zihın dünyasına sadece gazete haberlerinde yabancı olan bir yer değildir. Herder ve Hegel gibi Kant da Türklerin Yunanları boyunduruk altt­an almış olmasını medeniyet tarihinin büyük kayıplarından biri olarak gö­rür. Kadim Yanan medeniyetinin eserlerini korumak bir yana, bağnaz bir tu­tumla onları yok eden Türklerin barbarlığını, kaba sabalığını ve irrasyonelliğini bundan daha iyi tasvir edecek bir vakıa yoktur. Her ne kadar Kant milletlerin ‘ölçülü’ olmasına örnek olarak Türkleri gösterse de Türkler, Avrupa medeniyetinin kaynaklarından biri olan Yunan mirasım ortadan kaldırmış ve böylece medeniyet tarihinde büyük kayıpların yaşanmasına neden olmuştur.

Kant’ın Islâm ve Müslüman milletler hakkındaki mülâhazalarının genellikle antropoloji ve coğrafî tarih bağlamında dile getirmiş olmasının temel se­bebini de burada aramak gerekir. Bir Aydınlanma filozofu ve Alman kültür adamı olan Kant’ın, İslâm felsefe ve düşünce geleneğinden haberdar olması­nı beklemek fazla iyimserlik olur. Diğer çağdaşları gibi Kant da İslâm’a bir fi­kir ve medeniyet konusu değil, bir antropoloji ve sosyoloji nesnesi olarak ba­kar. Türklerin ölçülü, Arapların soylu, İranlıların güzel ve yetenekli oldukla­rını söylerken de temel çerçevesi sosyal coğrafya ve antropolojidir.

Kantın İslâm hakkında yapağı sınırlı gözlem ve tahlillerde dört ana unsur öne çıkar: Akla karşı şehvet ve hırs, tevazuya karşı gurur, hakikate karşı belagat ve barışa karşı tahakküm ve zorbalık. Ortaçağ Avrupasının İslâm ta- savvurunun bir uzantısı olan bu hükümler, Kant’ta ayrı bir boyut kazanır. Zira 'saf aklın' filozofu olan Kant, “sadece aklın sınırları içinde bir din” tasavvur ederken de Islâm’a kahir ekseriyetle akla uzak, hisse ve şehvete yakın bir din olarak bakar. İslâm Peygamberi’nın tarihî başarısını belâğat, tahayyül ve kabiliyetıyle izah eder. Kur’ân, insanların aklına değil hislerine ve hayal gücüne hitap ettiği için etkileyicidir. İslâm’ın zati bir akliyeti yoktur; tersi- ne tıpkı Müslüman cenneti gibi, temel özelliği bu dünyada ve öte dünyada takipçilerine dünyevî zevk, sefa, güç ve tahakküm vadetmesidır. Kant, bu asılsız değerlendirmeleri varırken maddi hatalar da yapar. Örneğin, İslâm’ın şara­bı yasaklarken afyona cevaz verdiğini söyler. Türklerin savaş meydanlardaki cesareti ve kahramanlığının da at yon kullanımından kaynaklandığını ileri sü­rer. Bu bilgilerin eksik ve yanlış olması önemli değildir. Önemli olan gördük­leri işlevdir: Türklerin ve Müslümanların tarihteki dinî, siyasî, kültürel ya­hut askerî bürün başarılarının altında şehvet duygusu, iktidar hırsı ve afyon gibi akıl-dışı faktörler vardır. Ona göre Müslümanlar, “inançlarından dolayı kibir içinde olan insanlaradır.(52)

Kant'ın İslâm ve Türkler hakkındaki yorumlarının antropolojik ve sosyo­lojik bağlamı, araçsaldır. Hz. Peygamberin yakışıklı ve etkileyici biri olduğu­nu söylerken bile aslında onun saf akıldan uzak, insanları şehvet, hırs ve re­torikle kendine bağlayan bir tarihî figür olduğunu ima eder. Gurur ve kibir, İslâm'ın başat özelliğidir; zira “inancının teyidini, pek çok milleti hükümran­lığı altına almasında ve (onlara karşı elde ettiği askerî ve siyasî) zaferlerde gö­rür’'.'’(53) (Kant'ın hu eksik, önyargılı ve hasmane değerlendirmeleri Hegel gibi Alman filozoflarında da karşımıza çıkar.

Hegelci Tarih, Nietzsche ve Islâm
Hegel, Ortaçağlardan tevarüs edilen İslâm ve Müslüman tipolojilerini bü­yük oranda tekrar eder. Çağdaşı pek çok düşünür gibi o da İslâm medeniye­ti konusunda ikircikli bir tutum içindedir: Müslüman birey ve toplumlar ge­nellikle kaba saba, derin düşünceden yoksun, eğitimsiz, vb. iken, Islâm eser­leri büyük bir estetik inceliğe sahiptir. Hegel bazen Avrupa’nın büyük ede­bî figürleriyle Müslüman şairleri mukayese eder. Goethe gibi o da İranlıları, Türklerden ve Araplardan ayrı bir yerde tutar. Fars Müslüman kültürü­nün edebî ürünlerine hayranlığını gizlemez. Okul bitirme tezini Osmanlı eği­tim sistemi üzerine yazan Hegel, özellikle Türklere ve Osmanlı’ya karşı men­fî bir tutum sergiler.

Hegel’in Islâm hakkındaki değerlendirmeleri genel felsefî sistemi içinde belli bir bütünlük arz eder. Tarihi, Ruh’un bir tezahürü ve kendini-gerçekleş-tirme eylemi olarak gören Hegel, insanın özgürleşmesini de ‘öteki’ ile olan münasebeti üzerinden kurmaya çalışır. Ruh ve tarih ne kadar somut ve reel ise, onların etkileşimi ve vücuda getirdiği varlık düzeni de o kadar somut ve reeldir. Hegele göre, İslâm’ın Avrupa düşüncesinden ve Hristiyanlık’tan te­mel farkı, onun tamamen soyut bir kimliğe sahip olmasıdır. Bu soyutluk ve genellik, Islâm’ın teolojisine, ibadetlerine, sanatına, birey ve özgürlük anlayı­şına, kısacası her şeyine sinmiştir. Hegel bundan nefret eder. Soyut olan hiç­bir şeyin bir gerçekliği yoktur onun için.

Hegel, İslâm’da tevhîd inancını da bu soyutçuluğun bir tezâhürü olarak görür, Mutlak soyut olan Tanrı’ya inanan Müslüman birey, tek bir noktaya bağlanır ve böylece çoğulculuğu, farklılaşmayı, çeşitliliği kaybeder. Tevhîd, bütün farklılıkları ortadan kaldırır. “Bütün bağlar ortadan kalkar. Bu birlik içinde Doğu’nun bütün bireyselliği dağılır; bütün kast farklılıkları, doğuştan gelen bütün haklar ortadan kalkar. Bireye ait hiçbir pozitif hak, hiçbir siyasî anır yoktur artık. Mülk ve mülkiyet, bütün bireysel hedefler, hiç mesabesin­dedir... ve bu menfilik kendini tezâhür ettirirken yıkıcı ve yok edici bir nite­lik kazanır.”(54) Hegel’in bu değerlendirmesi, “Doğu’da birey yoktur, cemaat vardır...” klişe hükmünün ilk ve açık ifadelerinden biridir. İslâm hakkında sı­nırlı bilgiye sahip olan Hegel’in, ne tarihen ne de fikren desteklenmesi müm­kün olmayan bu yargıda karar kılmış olması bir tesadüf değil.(55)

‘Doğu despotizmi’ kavramını İslâm’da arayan Batılı araştırmacılar gibi Hegel de tevhîd inancını mutlakiyetçi, tektipleştirici ve baskıcı bir zaviyeden ele alır. Tanrı’nın mutlak birliği ve sonsuzluğu içinde kendi kimliğini ve öz­nelliğini kaybeden birey, özgür ve yaratıcı olamaz. Hegel, Avrupa’nın çoğul­cu ve somut varlık tasavvuru karşısında İslâm’ın artık direnmesinin ve ayak­ta kalmasının mümkün olmadığını söyler. 1830’da verdiği derslerinde şöyle der: “Şu anda Asyatik ve Afrikaî bölgelere çekilmiş olan ve Hristiyan güçle­rin kıskançlığı yüzünden sadece Avrupa’nın bir köşesinde tolere edilen İslâm, artık genel olarak tarih sahnesinden ebediyyen silinmiş ve Doğulu rahatlık ve sükûnete rücu etmiştir.”(56)

Tarihin cilvesine bakınız ki,Hegel’in bu soyutlayıcı, mutlaklaştırıcı, bas­kıcı ve nihayetinde hakikatten uzak İslâm tasavvuruna cevap, bir başka Al­man filozof-şairinden, Nietzsche’den gelecektir. Aynı anda hem Hristiyanlık’a hem de moderniteye savaş açan Nietzsche, İslâm’da her ikisinin de antitezini bulur. Ona göre İslâm, “hayata evet!” diyen bir dindir. Bu yaşam enerjisi, Hrtstiyanlık'ın teolojik ve ritüelistik debdebesi içinde kaybolup gitmiştir. “Ro­mayla savaş, İslâm’la barış” cephesine tam destek veren Nietzsche, bu ener­jinin yeniden keşfedilmesi ve yaşanması için İslâm’ın önemli bir fırsat sundu­ğunu söyler. İslâm kültürüne olan ilgisi, Batı medeniyetiyle olan hesaplaşma­sının da arka planını oluşturur. Hayatının bir döneminde Tunus’a gidip Müslümanlar arasında birkaç yıl yaşamak istediğini söyler. Böylece geleneksel İs­lâm’ın tüm boyutlarıyla yaşandığı Tunus’tan bakarak, “Avrupalı olan her şey hakkındaki bakışım ve yargım keskinlik kazanacaktır” der.(57)

Nietzsche ve İslâm ilişkisi hakkında daha detaylı çalışmaların yapılma­sı gerekiyor. Çağının bilinçaltının sesi olan Nietzsche, “İslâm’la barış” der­ken de, Avrupa dinî geleneğine ve moderniteye karşı çıkarken de yeni imkân ve ihtimallerin mümkün olduğuna inanıyordu. Sonsuz döngü, iktidar arzusu ve “süper insan” gibi kavramları felsefî ve edebî bir coşkuyla formüle eden Nietzsche, hayal ettiği yeni dünyada İslâm’a ve Doğu’ya nasıl bir yer biçmiş­ti? Aydınlanma rasyonalizmini ve pozitivist bilimciliği aşmak için Batı-dışı düşünce geleneklerine ne kadar şans tanıyordu? Böyle bir imkân modernitenin seyri için ne anlama gelebilirdi? Şüphesiz bu soruları daha detaylı çalış­malarla ele almak gerekiyor. Her hâlükârda Nietzsche’nin ezber bozan çıkış­ları, hem Batı düşünce tarihi hem de Islâm-Batı ilişkileri açısından önemini korumaya devam ediyor.

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;318-324

Dipnotlar:

44.Leibniz için bkz. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, s. 15-16.

45.Leibniz, New Essays, s. 494; aktaran Almond, History of Islam in German Thought, s. 18.

46.Leibniz, Essaide Theodicie ... Theodicy, trc. E. M. Huggerd (London, 1952), s. 51.

47-Almond, History of Islam in German Thought, s. 15.

48-Almond, a.g.e., s. 6-28.

49.Nakleden Kula, Batt Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, s. 97.

50.Almond, History of Islam in German Thought, s. 56.

51-Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, s. 59; AJmond, History of İslam in German Thought,s.29

52. Immanuel Kant, Religion Within the Limits of Reason Alone (New York: Harper Tor- chbooks, 1960), s. 172.

53.Almond, History of Islam in German Thought, s. 42.

54- Aktaran, Almond, History of İslam in German Thought, s. 122.

55-Alman düşünürleri arasında Hegel ve Spengler’in İslâm hakkmdaki değerlendirme­leri için bkz. Cuayyıt, Avrupa ve İslâm, s. 115-136.

56-Hegel,Philosophy of History;aktaran Almond,History of İslam in German Thought, s. 111.

57.Almond, a.g.e,, s. 152.
Devamını Oku »

Ortaçağ Avrupası ve Hz.Muhammed

Ortaçağ Avrupası ve Hz.Muhammed

Avrupa ortaçağları boyunca Hz. Muhammed’in hayatı hakkında kaleme alınan eserler,muayyen bir yekün tutar.İslam Peygamberine doğrudan atıfta bulunan ilk Hristiyan düşünürü,daha önce işaret ettiğimiz Yuhanna ed-Dimeşki idi. Fakat Hz. Peygamber hakkında Avrupa dillerinde kaleme alınan ilk kapsamlı eserler, Haçlı seferlerinin başladığı ve Kur’ân’ın Latinceye ter­cüme edildiği 11. ve 12. yüzyıllarda ortaya çıkar. Mainz’li Embricco’nun (ö. 1077) Vîta Mahutnetiy Compiegne’li Walter’ın 1137-1155 tarihleri arasında kaleme aldığı Otia de Machomete ve Nogent’li Guibert’in 12. yüzyılın başın­da yazdığı Gesta Dei per Francos adlı kitapları ilk akla gelen çalışmalardır. Bekleneceği üzere bu çalışmaların hepsi, tarihî kaynaklardan çok, Bizans kökenli söylenti ve hikâyelere dayanan ve önceden belirlenmiş bir Peygamber imajını doğrulamak için kaleme alınmış eserlerdir. Zaten bu dönemde Avru­pa’da Arapça kaynakları okuyup değerlendirebilecek çok az kimse vardır. Bu durumdan şikâyetçi olan Roger Bacon, XI. Louis’in, Mısır Sultanının gön­derdiği Arapça mektubu tercüme edip Arapça cevap yazabilecek bir kişi bu­lamadığından hayretler içinde bahseder.(27) Nitekim Arapça, bir Avrupa üniversitesinde ilk olarak Paris’teki Collège de France’da 1587 gibi geç bir tarihte okutulmaya başlayacaktır.

Bu kitapların sunduğu Hz. Muhammed imajı, Ortaçağlardan günümüze kadar Avrupa’nın İslâm Peygamberi algısını belirlemiştir. Bu literatürde Hz. Peygamber, insanları büyü yoluyla kandıran, kendisi de psikolojik olarak has­ta, şehvet düşkünü olduğu için çok kadınla evlenen ve takipçilerini de buna teşvik eden, düşmanlarına karşı merhametsiz, Hristiyanlık’ı ortadan kaldır­mak isteyen bir sahte peygamber ve son olarak “Decçal” (anti-Christ) olarak karşımıza çıkar. Bütün bu kitapların ortak amacı bir şeyi ispatlamaktır: Hz. Muhammed gibi biri, Tanrı’nın elçisi olamaz. İslâm ve Hristiyan peygamber­leri arasında yapılan mukayeseler Hz. Muhammed’i Hz. İsâ’nın tam zıddı bir şahsiyet olarak ortaya koyar. Hristiyanlık’ın 17. yüzyıldaki en hararetli mü­dafii olan Pascal (1623-1662), ünlü Les Pensées adlı eserinin “contre Maho­met” başlıklı bölümünde, Hz. Muhammed’in sahte bir peygamber olduğu id­diasını yineler ve “insan ve tarih-üstü İsâ”nın Muhammed gibi “dünyevî” bi­riyle mukayese edilemeyeceğini ileri sürer.(28)

Peki, Hz. Muhammed’in başarılarını ve İslâm’ın hızla yayılmasını nasıl izah edeceğiz? Pek çok Ortaçağ ve Rönesans düşünürü, bunun için de kendi­lerince makul bir çözüm bulacaktır: Muhammed, en az dinî sapkınlık ve put­perestlik kadar menfur bir şey olan büyüye başvurmuş, takipçilerini büyü yo­luyla kandırmıştır. Bu inançla hareket eden Avrupalı yazarlar, Hz. Muham­med’in psikolojik hayatı hakkında yalan-yanlış spekülasyonlarda bulunmuş­lar ve bu yönelim, modern dönemlere kadar devam etmiştir. İngiliz Krallığı’nın Hindistan’daki görevlilerinden ve daha sonra Edinburgh Üniversitesi rektörü olan ünlü Oryantalist William Muir (1819-1905), Life of Mahomet adlı son derece tartışmalı ve saldırgan kitabında Hz. Muhammed’e “psiko­pat” diyecek ve Hindistan Müslümanlarının büyük tepkisini alacaktır. Muir’in bu suçlaması, daha önceki Hz. Muhammed tasvirleriyle Önemli paralel­likler arz eder. Bize ulaşan kaynaklarda Hz. Muhammed’in cesedinin domuz­lar (bir başka rivayette köpekler) tarafından yendiği ve ölmeden önce ruhu­nu kurtarmak için gizlice vaftiz olduğu ve Hristiyanlık’ı kabul ettiği şeklin­deki efsaneler mide bulandırıcı detaylarla anlatılır.(29)

Bütün bu eserlerin ortak amacı, İslâm’ı reddetmek için önce onun kuru­cusunu zemmetmek ve peygamber olamayacağını göstermektir. Burada teo­lojik manada önemli bir noktanın altını çizmek gerekir. Hristiyanlar Hz. Muhammed e saldırırken, bunu kendi teolojik kabullerinden hareketle yapıyor­lardı. Zira Hristiyanlık, İsevî” (Christic) bir dindir, yani merkezinde Hz. İsa vardır. Dahası, Hz. İsâ Hristiyanlar için bir peygamber değil, Tanrı’nın oğlu, kelimesi ve tecessüm etmiş halidir. Bu yüzden Hristiyan teolojisinde din ile dinin kurucusu aynı ontolojik öneme sahiptir. Bu bakış açısını İslâm’a yönel­ten Hristiyanlar, İslâm’ı bir “Muhammedîlik” olarak görmüş ve Hristiyanlık’ta Hz. İsâ’ya verilen rolün, İslâm’da Hz. Muhammed’e verileceği varsayı­mından hareket etmişlerdir. Oysa bunun ne dinen ne de tarihen doğru olma­dığını biliyoruz. Çünkü Hz. Muhammed, bütün kudsiyetine ve önemine rağ­men, İslâm tarihinde hiçbir zaman ilahlaştırılmamıştır. Bu nokta bugün bile pek çok Batılı için karanlıkta kalmaya devam ediyor. Öte yandan Hz. Isâ, Is­lâm’da “ulü’l-azm” peygamberlerden biri kabul edilir. Hristiyanlara yönelik en şiddetli polemiklerde bile Hz. İsâ her zaman bu vasfıyla ele alınır.

Bütün bu saldırı ve polemiklerle beraber, Ortaçağlar hiç beklenmedik ge­lişmelere de sahne olmuştur. İspanya’nın güneyinde ve Sicilya adasında ye­şeren Endülüs İslâm kültürü, Doğu-Batı kategorilerinin mutlaklığını sorgula­yan ve iki dünyanın barış içinde yaşayabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak tarihe geçmiştir...

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;151-153

Dipnotlar:

26.Southern, Western Views of Islam, s. 30.

27.Bkz. James Windrow Sweetman, Islam and Christian Theology, 2, Cilt 1 (London: Lutterworth, 1955), s. 98-99. Marie-Thérèse d’Alvemy aşağıdaki önemli makalesin­de aynı probleme dikkat çeker: “La connaissance de Plslam en Occident du IXe au milieu de Xlle siècle” Settimane di studio del Centro italiano di studi sull'alto medioevo 12,L'Occidente el-İslam nell'alto medioevo,Spoleto 2-8 Aprile 1964,col 2 Spolote,Rome 1965;aynı müellif;La connaissance de l'Islam dans I'Occident medieval V,s.577-8

28.Blaise Pascal, Les Pensées de Blaise Pascal ( Paris: Le club français du livre, 1957), s. 200-1. D013 BM R ve r Perennis, 2001), XIV-XX Yüzyıllarda Çatışma ve Karşı­lıklı Hyaranlık

29.Ortaçağlardan Rönesansa kadar Hz. Muhammed hakkındaki algılama biçimleri için bkz. Bennett, In Search of Muhammad, s. 69-92 ve 93-135; ayrıca Norman Daniel, Islam and the West: The Making of an Image (Oxford: Oneworld, 1993), s. 100-130. Üç Oryantalistin Hz. Muhammed hakkmdaki çalışmalarının eleştirel bir değe lendırmesı için bkz.Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad on, Wi) Margoliouth and Watt (Leicester: The Islamic Foundation,1996)
Devamını Oku »