Avrupa merkezci/Oryantalist yapılanması



Batı’nın yükselişiyle ilgili temel görüşlerin Avrupamerkezci/Oryantalist yapılanması

Avrupa kimliğinin oluşumu ve Avrupamerkezcilik/ Oryantalizm ’in yaratılması

1978 yılında Edward Said mükemmel bir şekilde “Oryantalizm” deyimini buldu, doğruyu söylem ek gerekirse aralarında Victor Kiernan, Marshall Hodgson ve Bryan Turner gibi pek çok uzman da bu tür bir söz etrafında dolanıyordu zaten.(1) Oryantalizm ya da Avrupamerkezcilik (bu kitapta bu iki kavramı birbirinin yerine kullanıyorum) Batı’nın Doğu üzerinde üstün olduğunu iddia eden bir dünya görüşüdür. Özellikle Oryantalizm, az çok hayal ürünü ‘Öteki’ne -geri kalmış ve ikinci sınıf Doğu- karşı olarak tanımlanan üstün Batı ‘Ben’ hakkında değişmez bir fikir oluşturuyor. 10. Bölüm’de ayrıntılı bir biçimde açıklandığı gibi, bu kutuplaşmış ve köklü yapı onsekizinci ve 19. yüzyıl boyunca Avrupalı zihinlerde tamamen belirginleşmişti. Öyleyse Batı’nın Kendi Ben’ini Doğulu Öteki’ne üstün görmeye başlamasına neden olan özel kategoriler neydi? 1700 ilâ 1850 yılları arasında Avrupalı zihinler dünyayı iki karşı kampa ayırıyor ya da buna zorlanıyorlardı: Batı ve Doğu (ya da Batı ve Geri kalanlar).

Bu yeni kavrama göre Batı, Doğu’dan üstün görülüyordu. İkinci sınıf Doğu’nun sahip olduğu sanılan değerleri, rasyonel (akılcı) Batı’nın değerlerine karşı bir tez olarak kabul ediliyordu. Özellikle Batı, eşsiz erdemlerle kutsanmış olarak hayal ediliyordu: akılcıydı, çalışkandı, üretken, fedakâr, tutumlu, liberal demokratik, dürüst, otoriter ve olgun, gelişmiş,becerikli, hareketli, bağımsız, gelişime açık ve dinamikti. Doğu’ysa Batı’nın karşısındaki Öteki’ydi: akılcı olmayan ve keyfi, tembel, üretmeyen, tahammüllü, cazip olduğu kadar egzotik ve karmaşık, despot, bozulmuş, çocuksu ve olgunlaşmamış, geri kalmış, pasif, bağımlı, durağan ve değişmeyen. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Batı bir dizi gelişmeci özelliklerle tanımlanırken, Doğu yokluklarla tanımlanıyordu. Bu yeniden tanımlama sürecinin Batı’nın her zaman (bu sürenin Antik Yunan’a kadar gittiği anlaşılıyordu) üstün olduğunu taahhüt etmesi de özellikle önemlidir.



Batı, güya gelişmeci, liberal ve demokratik değerleri ve zenginleşen hayatıyla ekonomik gelişimi ve kapitalist modernitenin sıcaklığına ve kör edici ışığına doğru kaçınılmaz bir hamleyi mümkün kılan akılcı bireyi ortaya çıkaran akılcı kurumları kullanıyordu. Doğu ise, tam tersine, her zaman ikinci sınıf olarak damgalanıyordu. Sözde despotik değerlere ve akıldışı kurumlara dayanıyordu; bu, karanlığın ortasında, zalim bir kollektivizmin akılcı bireyi daha doğduğu anda yok ediyor ve böylece ekonomik durgunluğu ve köleliği değişmez kader haline getiriyor olması demekti. Bu düşünce, Oryantal despotizm teorisinin ve “dinamik Batı” “değişmeyen Doğu”ya karşı görüşünü ortaya koyan Doğu’nun Peter Pan teorisinin temelini biçimlendirmiştir (Bkz: Tablo 1.1). Bu iki karşıtlığın, kadın ve erkek kimliğini ataerkil bir şekilde oluşturan kategorilerle hemen hemen aym olduğunu görmezden gelmek çok zor. Buna göre Modern Batı erkek, Doğu’ysa kadın olarak yapılanmıştır.

Bu bir tesadüf değil, çünkü 1700 sonrası dönemde Doğu kadınsıyken -zayıf ve çaresiz-, Batı kimliği ataerkil ve güçlü olarak yapılanmıştı. Bu da Asya’nın onu esaretinden kurtarması için (bağımsızlık yasası, sonradan “beyaz adamın yükü”* olarak adlandırılacaktı) “öylece yatmış, Bonapart’ı bekleyen” Oryantalist görüntüsüne neden olmuştu. Ve bu teori hayatî bir öneme sahiptir; çünkü Doğu’yu egzotik, çekici ve tüm bunların ötesinde pasif olarak damgalamak (yani, kendi kendine gelişme inisiyatifine sahip değildi) Batı’nın Doğu’yu etkisi altına alması ve kontrol etmesi için dâhice bir meşrulaştırma zemini yaratmıştı. Ancak bu, emperyalizm ve Doğu’nun boyun eğmesi için sadece meşrulaştırıcı bir düşünce değildi. Doğu’nun Batı’nın pasif bir karşıtı olarak tanımlanması ya da düşünülmesi, ilerlemeci gelişmeye yalnızca Batı’nın özgürce önderlik edebileceği iddiasını ortaya koymak için küçük bir adımdı.

Gerçekten de, Avrupa’daki düşünsel devrimin sonucunda dünya tarihinin “hareketli" Avrupalı öznesi ile “pasif’ Doğulu nesnesi oluşmuştu. Dahası, Doğu’nun gerileyen bir pasif döngü içinde yönetildiği düşünülürken, Avrupa tarihi ilerlemeci bir çizgi içinde kaleme almıyordu. Özellikle Avrupa merkezci söylem içinde bu bölünme bir tür “düşünsel ırk aynmı rejimi”nin altım çiziyordu, çünkü üstün Batı daima ve geçmişe yönelik bir şekilde geri kalmış Doğu’dan uzaklaştırılmıştı. Ya da Rudyard Kipling’in muhteşem sözündeki gibi, “Ah, Doğu doğudur, Batı da batı, bu ikisi asla bir araya gelemez."

Bu çok etkili olmuştu belli ki, çünkü Batı’mn asırlar boyunca Doğu’dan aldığı olumlu etkileri bile tanımasını engellemiş, Batı’nın Antik Yunan’dan bu yana Doğu’nun hiçbir yardımı olmaksızın gelişmesini sürdürdüğünü öne sürmüştür. Bu noktadan itibaren dünya tarihinin yalnızca muzaffer ve öncü Batı’nın hikâyesi olarak anlatılabileceği yolunda bir adım atılmıştır. Böylece, eski Batı miti doğmuştur: Avrupalılar kendi üstün yaratıcılıkları, akılcılıkları ve sosyaldemokrat yapıları sayesinde Doğu’nun yardımını almaksızın kendi kişisel gelişimlerini yönlendirmişler ve böylece modern kapitalizme doğru yaptıkları başarılı hamle kaçınılmaz olmuştur. Şüphe yok ki sosyal bilimler, tam anlamıyla 19. yüzyılda, Batı kimliğinin yeniden yapılandırılma döneminin doruk noktasına ulaştığı sırada ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle o zamandan beri Avrupalılar dünyayı düşünsel olarak iki tezat bölüme aymyorlar. 19. yüzyıldan günümüze kadar gelen Ortodoks Batılı sosyal bilimciler, Oryantalist ve köktenci Batı/Doğu bölünmesini eleştirmek yerine sadece bu kutuplaşmış ayrılığı açıkça doğru olarak kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda bunlan Batı’nın ve kapitalist modernitenin doğuşu üzerine kurduklan teorilerinde yazmışlardır. Bu nasıl meydana gelmiştir? Eric Wolf’un alıntısında (bu bölümün başında yer alıyor) belirtildiği gibi,(2) temel teorilerde tüm insanlık tarihinin kaçınılm az bir şekilde kapitalist modernitenin Batılı sonuna ulaşan gelişmemiş, -zaman zaman açık bir şekildekazanmaya odaklı bir doğa düzeni sezebiliriz. Bu nedenle geleneksel dünya tarihi her şeyin Antik Yunan ile birlikte başladığı, yoksul Ortaçağ’da Avrupa’da yaşanan tanm devrimi ve ardından da yeni binyıla girerken İtalya’nın başı çektiği ticaretin ortaya çıkışıyla ilerlediğini ortaya koyar. Bu hikâye Avrupa’nın Rönesans’la birlikte saf Yunan düşüncesini yeniden keşfetmesiyle zengin Ortaçağ’da devam eder. Rönesans, bilimsel devrim, Aydınlanma ve demokrasinin doğuşuyla birlikte Avrupa’yı sanayileşme ve kapitalist moderniteye götürmüştür. Modern dünyanın doğuşuyla ilgili herhangi bir kitabı alın. Batı genellikle asıl m edeniyet olarak gösterilir ve Promethean(*) gibi (iki önemli kitabın adını yorumlamak için)(3) kutsal kabul edilir.

Bu arada Doğulu toplumlar zaman zaman tartışmış olsalar da, asıl hikâyenin dışında kalmışlardır. Ancak eğer Doğu bunu konuşuyorsa, bu farklı şekillerde konuşuluyordur. Buna göre, bir tanesi sadece Batılı bölümlere odaklanabilir ve asıl hikâyeyi elde edebilirdi. Bu nedenle Doğulu toplumlar temelde küçük ya da önemsiz bir dipnot olarak belirmiştir. Bu küçük şeyler, Doğu hakkında çok az şeyden bahsettiği için değil, onun ilerlemesini engelleyen mevcut koşulları belirlediği için çok önemlidir. Böylece Batı’nın üstünlüğü bir kez daha onaylanmış ve “Batı’nın zaferi”nin bir oldubittiye getirildiği ortaya konmuştur. Burada iki noktayı gözden kaçırmamak gerekir. İlki, Batı’nın başından beri üstün olduğuna dayanan bir hikâye. İkincisi, Batı’nın yükseliş ve zaferini Doğu ya da “Batı olmayan” hakkında herhangi bir tartışmaya girmeden anlatabilecek bir hikâye. Avrupa bir yandan özerk ya da kendi kendini oluşturan bir yapı olarak görülürken, öte yandan kendi başına ilerleyen, rasyonel/demokratik kabul ediliyor.

Bu, benim Avrupamerkezci her yerde var olma mantığı diye kastettiğim şey. Her iki görüş de “Meryem Ana’nın doğumu” gibi algılanan muzaffer Avrupamerkezci “Avrupa mucizesi”ni destekliyor. Buna göre kapitalizmin (ve küreselleşmenin) kökenlerine ait hikâye Batı’nın yükselişiyle bir tutuluyor; modern kapitalizm ve medeniyetin doğuşu Batı’ya ait bir hikâye olarak kabul ediliyor. Öyle görülüyor ki dünya tarihi hakkındaki algımızı “kırsal” olarak tanımladığında Ruth Benedict’in aklında olan da buydu.(4) Ya da Du Bois'nın söylediği gibi:

Modern insan çok uzun zam andır Avrupa tarihinin, önemsiz ayrıntılar dışında, medeniyet tarihini içine aldığı ve beyazların (Avrupalılar) ilerlemesinin mümkün olan en yüksek insanlık kültürüne ulaşacak tek doğal ve normal yol olduğu inancındadır.(5)

Yine de Oryantalizmin kategorilerinin nasıl Batı’nın yükselişine ait temel görüşlerden oluştuğu araştırılmayı bekliyor. Çünkü diğer Avrupamerkezci görüş karşıtı yazarlar önemli modem uzmanlara(6)zarar vermişlerdir, ben burada Marx ve Weber’in Oryantalist tem elleri hakkındaki klasik teorileri üzerine odaklanacağım. Bu odaklanma meşrudur, çünkü daha sonraki pek çok teori şu ya da bu şekilde Marx ve özellikle de Weber’den alınmıştır.

Marksizmin Oryantalist temelleri

Karl Marx kapitalizm i en keskin biçimde eleştiren biri olduğundan Marksizmin Oryantalist kalıplara uymadığı düşünülebilir. Ancak gerçek şu ki, Marx ilerlemeci dünya tarihinin aktif öznesi olarak Batı’ya ayrıcalık tanımış,

Doğu’ya ise onun pasif bir nesnesi olarak çamur atmıştır. Ve bu süreç içinde Marx’ın teorisi Avrupamerkezci dünya tarihinin önemli bulgularını ortaya koymuştur. Acaba nasıl? Karl Marx, teorisinde Batı’nın eşsiz olduğunu ve Doğu’da bulunmayan bir gelişmeci tarihi kullandığını iddia etmiştir. Gerçekten de Marx, Doğu’nun hiçbir (ilerlemeci) tarihi olmadığı konusunda oldukça nettir. Bu, pek çok risale ve gazete makalesinde tekrar tekrar kaleme alınmıştır. Örneğin, Çin “zamanın dişleri arasında öğütülmüş, çürümüş bir yarı medeniyef’tir.(7) Sonuç olarak, Çin’in gelişme yolundaki tek kurtuluşu, Afyon Savaşları* ve Çin’i kapitalist dünya ticaretinin canlandırıcı etkilerine açacak İngiliz kapitalistlerin istilasıydı.(8) Hindistan da aynı fırça darbelerine maruz kalmıştı.(9) Bu formül Batı burjuvazisinin anlatıldığı Komünist M anifesto'da geliştirilmiştir:

Batı burjuvazisi en barbar ulusları bile medeniyete çeker... Tüm ulusları (Batılı) burjuva üretim biçim ine uymaları, medeniyet dedikleri şeyle tanışmaları, kendileri gibi (Batılı) olmaları için zorlar. O (Batı burjuvazisi), tek kelimeyle kendi görüntüsünden bir dünya yaratır.(10)

Marx’ın Doğu’yu gözardı etmesi sayısız gazete makalesi (1848-1862 yıllannda 74’ten az değildi) ve çeşitli risaleleriyle sınırlı değildi. Asıl önemlisi, onun tarihi materyalist yaklaşım teorisine ait şemada yer almış olmasıydı. Onun “Asya tipi üretim" kavramı bu noktada büyük önem taşıyor, çünkü “özel mülkiyet” ve dolayısıyla “sınıf çatışması” -tarihsel ilerlemenin gelişimsel hareketi- yoktu. Kapital'de açıklandığı gibi, Asya’da “üreticilerin kendisi tepelerinde toprak sahibi gibi duran bir devlete doğrudan bağımlıydılar... (Buna göre) topraklar üzerinde özel mülkiyet hakkı yoktu.”(11)Asya’daki toplumların değişm ezliğinin sırrını ortaya çıkaran bir ekonomi içinde yeniden yatırım yapmak için artıdeğer ortadan kaldırılmıştı.(12) Kısacası, özel mülkiyet ve sınıf çatışması ortaya çıkmamıştı, çünkü üretim güçleri baskıcı devletin elindeydi. Böylece kiralar üreticiden “zorla toplanan vergi” şeklinde ve -sıklıkla eziyet olsun diye- baskıcı devlet tarafından alındığı için bu durgunluk kitlesel toprak sahipliği sistemi içinde ele alınıyordu.(13)

Bu senaryo temelde Avrupa’daki durumun tam tersiydi. Avrupa’da devlet toplumun üzerinde değildi, ancak onunla bütünleşmiş baskın ekonomik sınıf ile işbirliği içindeydi. Kapitalistlerin kendi ekonomileri içinde yeniden yatırım yapmaları için bir artıdeğer (ya da kâr) elde edebildikleri bir varoluş alanı yaratmaya izin veren devlet, uyguladığı yüksek vergilerin arasına bir artıdeğer sıkıştırmaktan âcizdi. Buna göre, ekonomik ilerleme Batı’nın eşsiz koruması olarak anlaşılıyordu.

Marx’ın teorik Doğu ve Batı anlayışı, Oryantal despotizm teorisiydi (bunun en ünlü ikinci savunucusu da Karl Wittfogei ve onun NeoMarksist kitabıdır).(14)Marx’ın Asya tipi üretim anlayışı, baskıcı devletin boğucu güçleri ile kırsal üretimin sıkıcı rolü arasmda gidip geliyordu. Ancak hangi faktör önemli olursa olsun, onun Doğu’nun kendi kendine gelişmek ve ilerlemek adına hiç umudunun olmadığı, sadece İngiliz kapitalist emperyalistler tarafından kurtarabileceği yolundaki inancını zedelemez. Marx’in tarih teorisinin O ryantalist ya da Avrupamerkezci teleolojik hikâyesini yeniden üretmesi de önemlidir. Marx Alman İdeolojisi adlı kitabında kapitalist modernitenin köklerini Antik Yunan’a -medeniyetin kaynağı- dek izliyor {Grundrisse'de Eski Mısır’ı kesinlikle görmezden geliyor).(15)

Daha sonra, komünizme varmadan, önce Avrupa feodalizmine ve Avrupa kapitalizmine, ardından da sosyalizme ulaşan Avrupamerkezci ilerleme hikâyesini aktanyor.(16) Böylece Batılı insan “ilkel eyalet sistemi" içinde özgür olarak doğmuş, dört tarihi dönemden geçmiş ve devrimci sınıf çatışmasıyla Asyalılar kadar özgür kılmıştır kendisini. Marx’a göre Batı proletaryası, en az Batı burjuvazisinin küresel kapitalizmin “Seçilmiş Halkları” olması kadar insanlığın “Seçilmiş Halkları”ydı. Marx’ın dönüştürdüğü Hegelci yaklaşım, (Batılı) türlerin tarihsel bir dönemden geçen sınıf çatışmasıyla özgürlüğe daha fazla yaklaştığı ilerlemeci/doğrusal bir hikâyenin doğmasına yardım ediyor. Despotik siyasi rejimlerin büyümeyi engelleyen “çarkları”nın ve gerileyen üretim sistemlerinin yerinde saymaktan başka bir işe yaramadığı Doğu’da, bu tür bir ilerlemeci doğrusallık söz konusu değildi. Tüm bu yaklaşımın altını çizmek Doğu gerçeğini reddetmek demektir. Marx’in tartıştığı proleter “kendi içinde sınıf’ (atalet ve pasifliği temsil ediyor) ile “kendi için sınıf’ (dinamik bir özgürlük isteği) arasındaki farkı yorumlayınca sanki Marx Doğu’yu “kendi için” olamayan “kendi içinde bir varlık" olarak görmüştür. Tam tersine, Batı başından beri “kendi için bir varlık”tı.

Dahası, Marx’ın yapıtındaki Hegel etkisinin bu “ilerlemeci Batı/durağan Doğu” İkilisini üretmiş olması tesadüf değildir, çünkü Hegel'e göre Batı’nın üstün ruhu gelişen özgürlük, Doğu’nun geri kalmış ruhu ise durağan ve değişmez despotizm demekti.(17)Kısacası, Marx’a göre Batı, tarihsel gelişimin muzaffer taşıyıcısı, Doğu ise onun pasif alıcısı olmuştu. Karl Marx’ın bu yaklaşımına “Kırmızıya boyanmış Oryantalizm” adını vermek yerinde olacaktır.(18) Yine de bunların hiçbiri Marksizmin öldüğünü söyleyemez, şüphesiz faydalı ve anlayışlı olarak kaldığı için. Ancak Oryantalist bir söylem içinde kaldığı söylenebilir.

Weberciliğin Oryantalist temelleri

Oryantalist yaklaşım hiçbir yerde Alman sosyolog Max Weber’in yapıtlarında olduğundan daha açık bir şekilde yer almaz. Weber’in yaklaşımı en sert Oryantalist somlar üzerine kurulmuştur: Batı’nın modern kapitalizme ulaşmasını kaçınılmaz hale getiren neydi? Doğu neden ekonomik olarak geri kalmışlığa mahkûmdu? Weber’deki Oryantalist ima hem baştaki somlarda hem de bunlara yanıt vermek için oluşturduğu analitik metodolojide vardı. Weber’in görüşüne göre modern kapitalizmin özünde sadece Batı’da bulunan değerler, eşsiz ve belirgin ölçüde “rasyonellik” ve “öngörü” vardı. Randall Collins’in de belirttiği gibi,

Weber’in iddialarının dayandığı mantık öncelikle bu karakter özelliklerini tanımlamak için; ardından Batı ’da yakın tarihlere kadar dünya tarihindeki tüm toplumlarda fiilen var olan engelleri göstermek için; son olarak da karşılaştırmalı analiz yöntemiyle, kendi (eşsiz) ortaya çıkışlarına neden olan toplumsal koşulları göstermek içindir.(19)

Bu, Weber’in sözde Batı’ya has bir dizi ilerlemeci özellik seçtiğini gösteren eski Oryantalist mantıktır. Ve eş zamanlı olarak bu özelliklerin, gelişme yolundaki başarısızlığını kesinleştiren bir dizi hayali engelin bulunduğu Doğu’da olmadığı konusunda ısrar etmiştir. Bu da onun Batı’nın yükselişini mümkün kılan temel görüşleri nesnel bir şekilde seçmediğini gösterir. Doğu’nun başarısızlığını kaçınılmaz kıldığı sanılan bir dizi hayali engeli yüklendiğinden daha az yüklenmemiştir bu görüşleri (bu kitap boyunca göstereceğim bir iddia bu). Analitik modelinin Oryantalist özelliği, onun Doğu ve Batı tablosunda en açık haliyle ortaya konmuştur. (Bkz: Tablo 1.2.) Burada. Tablo 1.1 ile Tablo 1.2 arasındaki karşılaştırma önemlidir. Bu karşılaştırma, Weber’in Avrupamerkezci kategorileri kendi merkezi toplumsal bilimsel kavramlarına mükemmel bir şekilde taşıdığını kanıtlamaktadır. Böylelikle Batı hem liberal hem de büyümeye açık muhteşem bir grup rasyonel yasayla kutsanmıştı. Büyümeye açık etkenler Batı’daki varlıkları ve Doğu’daki yoklukları için dikkat çekiciydiler.(20) İşte Doğu’nun Peter Pan teorisinden daha fazla yankı uyandıran irrasyonel ve rasyonel yasalara göre Doğu ve Batı ayrımı.



 Büyük “rasyonalite” bölünmesi

Özellikle, son iki kategorinin tablonun en altında yer alması da dikkate değerdir. Birincisi, iki medeniyet arasındaki farklılıklar Weberin Batılı kapitalist modernitenin kamusal ve özel mülkiyetin temel olarak ayrımıyla belirlendiği yolundaki iddiasında özetlenmiştir. Geleneksel toplumlarda (Doğu’da olduğu gibi) böyle bir ayrım yoktur. Ve böyle ayrımlar olduğunda sadece resmi rasyonalite -modernitenin ana tem ası- bunu başarabilir. Bu her yere sirayet eder - politik, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlara. Doğu ve Batı’yı birbirinden ayıran ikinci farklı özellik, Batı’nın “toplumsal güç dengesi”ne sahip olması, Doğu’nunsa sahip olmamasıdır. İşareti Weber’den alan yeni Weberci analizler “çoklu güce sahip medeniyetleri” ya da Avrupalı çoklu sistemi Doğu’nun tekli devlet sistemi veya “baskıcı imparatorluklar”ından ayırırlar.(21) Bunlar da, bazı Marksist dünya sistemleri teorisyenleri ve çok sayıda Marksizm karşıtları gibi(22), Avrupa’nın yükselişinde hayatî rol oynayan ülkeler arasındaki savaş durumunun Doğu’daki tekli sistem im paratorluklarda görülmediğinin altını çizerler. İşte burada Oryantal despotizm teorisi kilit bir nokta oluşturuyor. Sadece Batı, toplumsal güçler ve kurumlar arasındaki birinin diğerine üstün gelemediği istikrarsız dengeden hoşnuttu.(23) Avrupalı laik yöneticiler despotik bir model üzerinde baskın olamadılar.

Sivil halka, özellikle asillere ve ardından burjuvaziye “güç ve özgürlük" sağladılar. 1500 yılında yöneticiler ülkeler arasındaki değişmez, gittikçe daha masraflı askeri rekabet koşullarında vergi gelirlerini arttırmak için kapitalizmin ilerlemesi adına endişeliydiler. Doğu’daysa tam tersine “tekli yönetim sistemi”nin üstünlüğü imparatorlukların baskınlığına yol açıyordu, askerî rekabetin olmayışı devleti ülke gelişimini sürdürme baskısından kurtarıyordu. Böylece Batılı yöneticilerin 1500’den evvel asillere sağladığı zeamete (miras kalan toprak imtiyazı) karşılık, Doğulu asiller, din adamlarına sağlanan hakları (sınıfsal güçlerin birleşmesini engelleyen haklar) empoze eden despotik ya da ataerkil devlet tarafından bastırılmışlardır. Dahası, Doğu burjuvazisi despotik ya da ataerkil devlet tarafından iyiden iyiye baskı altına alınmıştı ve Batı’da var olduğu söylenen “özgür kentler’in tersine “idari kamplar’la sınırlanmışlardı.

Buna ek olarak Avrupalı yöneticiler, Doğu’daki caesaropapizm (din ve devlet kurumlarının tek bir potada eritildiği yer -Sezar ve Papa kelimelerinden üretilmiştir) ile çelişen papalık gibi Kutsal Roma İmparatorluğu karşısında da bir denge oluşturdular. Sonuç olarak, Batıklar Protestanlığın harekete geçiren etkisi nedeniyle “rasyonel acelecilik” ve dönüşebilir “dünya hâkimi etiği"yle dolmuşlarken, Doğulular gerileyen dinler tarafından frenlenmiş; uzun vadeli kadercilik ve pasif bir konformizm ile sınırlandırılmışlardır. Buna göre, kapitalizm in doğuşu Batı’da ne kadar kaçınılmazsa Doğu’da da o derecede olanaksızdı. Özetle, Weberei görüş Marx’ınkinden farklı bir bağlama sahip olsa da, her ikisi Oryantalist bir çerçeve içinde yer alır. Burada da her ikisinin bir yandan Batı’da Oryantal despotizmin olmayışı, öte yandan Avrupalı mevcudiyet üzerinde anlaştıkları bir merkeze ulaşan çok açık bir bağ görülmektedir. Buna göre, daha önce de belirtildiği gibi, Avrupamerkezci karşıtı bir bakış açısıyla ele alındığında, söz konusu radikal karşıt perspektifler aynı Oryantalist düşüncenin kurnazca ortaya konmuş varyasyonları olarak ortaya çıkarlar.

Max Weber’in oluşturduğu Avrupamerkezci teorinin en anlamlı sonucu, James Blaut’un belirttiği gibi pek çok yazar kendisini Weberci ya da Oryantalist olarak görmüyorsa da, Batı’nın yükselişindeki Avrupamerkezci meselelerin pek çoğuna nüfuz etmesiydi.(24) Bütün önemli araştırmacıların analizlerine başlamadan önce şu standart Weberci soruyu sormaları çok şaşırtıcıdır: Doğu fakirlik içinde kalmak üzere lanetlenmişken, neden sadece Batı modern kapitalizme geçebilmiştir? Bu şekilde ifade edildiğinde Oryantalist bir hikâye anlatmak kaçınılmaz hale geliyor, çünkü bu soru, soran kişinin Batı’nın yükselişi ve Doğu’nun hareketsizliğine bir kaçınılmazlık yüklemesine yol açmıştır. Nasıl mı? “Doğu-Batı ayrımı''nı Oryantalist bir yaklaşımla ele almak, Batılı araştırmacıları kaçınılmaz bir yanıta ulaştırmıştır: Başarmak için sadece Batı -dışarıdan bakıldığında Doğu’da kesinlikle olmadığı sanılan- beceriye ve ilerici özelliklere sahiptir.

Bu durumda yanıta muhtaç bir soruyla karşı karşıyayız: Öyleyse gerileyen, despot Doğu’nun kaderi durağanlık ve köleliğe doğru giderken, zeki ve ilerlemeci, özgür Batı kapitalist moderniteye doğru nasıl ilerledi? Böylece asıl nedensel kategoriler tarihsel sorgulama öncesinde zaten belirlenmiş oldu. İlerlemiş Batı ve geri kalmış Doğu’nun şu anki durum unu belirterek başlamanın ve ardından durumu bu hale getiren etmenleri “ortaya çıkarmak” için geçmişe dönmenin akılcı bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Sorun, tarihsel olarak geriye bakıldığında geri kalmış Doğu’nun kurnazca ama hatalı bir şekilde düşmüş olduğu tahmininde bulunmak, Doğu’yu geri bırakan çeşitli engelleri “açığa çıkarmak”tır.

Avrupamerkezcilik Doğu'nun üzerine değişmez “gelişmemişliğin tunç yasası”nı yükleyerek bir sona ulaşmıştır. Hepsinin ötesinde,Avrupamerkezcilik sadece Batı’nın modern kapitalizme doğru yaptığı son hamlenin objektifinden bakınca Doğu’yu takdir ettiği için, Doğu’daki bir teknolojik ya da ekonomik gelişme önemsizmiş gibi gözardı edilir. Bugünkü Batı üstünlüğünü kabul edip, ardından bu kavram ı tarihe dönük bir şekilde sorgulayanlar, Doğu’nun üzerine değişmez “gelişmemişliğin tunç yasası”nı yüklerler. Bu, elinizdeki kitabın odağındaki iddia tarafından sorunlu olarak tanımlanır: Batı’nın yükselişinde kaçınılmaz olan bir şey yoktu, çünkü Batı Avrupamerkezciliğin öne sürdüğü kadar zeki ya da ahlaki olarak gelişmeci özellikleriyle hiçbir yere benzemiyordu. Batı, 500-1800 arasındaki dönemde daha ileri olan Doğu’nun uzanan yardım eli olmaksızın moderniteye geçiş yapamazdı. Bizim Batılı düşüncelerimizin çoğu bilimsel ya da nesnel değildir, ancak Batı’nın önyargılı değerlerini yansıtan, insanların resmin tamamını görmesini engelleyen tek yanlı bir perspektife yönlendirilmişlerdir. Bu, Blaut’un “Avrupamerkezci tünel tarihi”(25) dediği şeyle aynıdır. Öyleyse dünyaya çift taraflı bir perspektiften baktığımızda ne oluyor?

Dipnotlar:

(1)-Edward W. Said, Orientalism (Londra: Penguin, 1991 [1978]); Victor G. Kieman, The Lords o f M ankind (New York: Columbia University Press, 1986 [1969]); Hodgson, Venture, I; Bryan S. Turner, Marx and the End o f Orientalism (Londra: Allen & Unwin, 1978).

*Ruyard Kipling’in bir şiiri. Beyaz ırkın diğerlerinden üstün ve gelişmiş olduğunu, bu nedenle ötekileri aydınlatması gerektiğini, bunun da beyaz adamın üzerinde bir yük olduğunu anlatmaktadır, (ç.n.)

(2)-Wolf, Europe, s. 5.

* Yunan mitolojisinde Tanrılardan ateşi çalan Prometheus gibi özgürlükçü, (ç.n.)

(3)-Joseph R. Strayer ve Hans W.Gatzke, The Mainstream o f Civilization (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1979); Davids. Landes, The Unbound Prometheus (Cambridge: Cambridge University Press, 1969).



(4)-Ruth Benedict, Race: Science and Politics (New York: Modern Age Books, 1940), s. 25-26.

(5)-Du Bois, Africa, s. 148.

(6)-Özellikle bkz. James M. Blaut, Eight Eurocentric Historians (Londra: Guilford Press, 2000).

(7)-Shlomo Avineri, Karl Marx on Colonialism and Modernization (New York: Anchor, 1969), s. 184, 343; ayncabkz. Brendan O’Leary, The Asiatic Mode o f Production (Oxford: Blackwell, 1989), s. 69.

* Çin’e afyon sokulmasının yasaklanması üzerine İngiliz tüccarlanyla Çin hükümeti arasındaki çatışmayı izleyen ve 1840-1842 tarihleri arasındaki savaşlar. Nankin Anlaşması’yla sonuçlanan savaş Çin’e çok ağır hükümler getirdi. Anlaşmaya göre Hong Kong İngiltere’ye bırakıldı, Şanghay ve diğer limanlarda geniş imtiyazlar tanındı, (ç.n.)

(8)-Avineri’de Karl Marx, ‘Chinese Affairs’ (1862), Marx, s. 442-444. 16

(9)-Avinari’de Karl Marx, ‘The Future Results of British Rule’ (1853), Marx, s. 132-133; Karl Marx, Surveys from Exile (Londra: Pelican, 1973), s. 320.

(10)-Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Manifesto (Harmondsworth: Penguin, 1985), s. 84. 18

(11)-Karl Marx, Capital, m (Londra: Lawrence and Wishart, 1959), s. 791, 333-334; Marx, Capital, I (Londra: Lawrence and Wishart, 1954), s. 140, 316, 337-339.

(12)- Marx, Capital, I, s. 338, vurgular bana ait.

(13)-Karl Marx, Capital, m, s. 726.

(14)-Karl Wittfogel, Oriental Despotism (New Haven: Yale University Press, 1963).

(15)-Karl Marx, Grundrisse (New York: Vintage, 1973), s. 110.

(16)-Karl Marx, The German Ideology (Londra: Lawrance and Wishart, 1965)

(17)-Georg W.F. Hegel, The Philosophy o f History (New York: Dover Publications, 1956).

(18)-Teshale Tibebu, ‘On the Question of Feudalism, Absolutism, and the Bourgeois Revolution’, Review 13 (1) (1990), s. 83-85. '

(19)-Randall Collins, Weberian Sociological Theory (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 23, vurgu bana ait.

20)-Özellikle bkz. Weber, The Religion o f China (New York: The Free Press, 1951); The Religion o f India (New York: Don Martindale, 1958); General Economic History (Londra: Transaction Books, 1981); The Protestant Ethic and the Spirit o f Capitalism (New York: Charles Scribner’s Sons, 1958).

(21)-Anthony Giddens, The Nation-State and Violence (Cambridge: Polity, 1985).

(22)-Immanuel Wallerstein, The Modem World System, I (Londra: Academic Press, 1974); Giovanni Arrighi, ‘The World according to Andre Gunder Frank’, Review 22 (3) (1999), 348- 353; jared Diamond, Guns, Germs and Steel (Londra: Vintage, 1998).

(23)- Max Weber, Economy and Society, n (Berkeley: University of California Press, 1978), s. 1192- 1193.

(24)-Biaut, Colonizer's Model, 2. Bölüm.

(25)-a.g.y., s. 5

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:22-33
Devamını Oku »

Portekiz seyahatlerindeki Avrupa’ya özgü yaratıcılık miti





Portekizlilerin Asya’ya ulaşmaları Avrupa’ya özgü bir ustalık ve yaratıcılık göstergesi olmaktan ziyade, Asya’ya özgü üstün denizcilik teknolojilerinin ve bilimsel düşüncelerin Avrupa tarafından özümsenmesi olarak görülmelidir. Avrupa 1500 ilâ 1800 arasında Asya’yı yeniden yapılandırmamış, tam tersine, Asya 500 ilâ 1800 arasında Avrupa’nın yeniden yapılanmasına yardımcı olmuştur. Asya’nın bilimde olduğu kadar denizcilik teknolojilerindeki üstünlüğü­nün özümsenmesi ve yayılması çabaları bir yana, Vasco da Gama bırakın Hindistan’ı, Ümit Burnu’na dahi zorlukla ulaşmıştır.

Portekizliler 12. yüzyıldan itibaren İslam bilimlerini kendilerine mal etmeye başlamışlar ve bunun öncüsü de kraliyet ailesi olmuştur. Portekiz krallığı, Müslümanların dillerine ve kültürlerine yakın olan ve çeviriler yoluyla onlardan elde ettikleri bilgileri aktarabilen bir­ çok Yahudi bilim adamını kendi ülkelerine çağırmıştır (Haçlıların da benimsedi­ ği bu yöntem, doğrudan Müslümanlarla çalışmaktansa “politik olarak daha uygun” bir yöntemdi). Portekizliler, 14. yüzyılın sonlarına doğru Ispanya’da yükselen soykırım ortamından kaçan Yahudilerden genel anlamda oldukça faydalanmışlardır.

Okyanus ötesi seyahatler iberyalıların hem gemi inşası hem de denizcilik hakkında yepyeni düşünceler edinmesine olanak tanımıştır. Patricia Seed’in aktardığı gibi, çözülmesi gereken birçok konuda ilk olarak -Yahudiler yoluyla- Do­ğululara, özellikle de Müslümanlara yönelmişlerdir.(19) Çözüm bekleyen ilk sorun, Afrika’nın batı kıyısında bulunan Bojador Burnu’nun güneyinden esen pruva rüzgârına karşı yol almayı sağlayacak bir sistem geliştirilmesiydi. Bu sorun, 1440’larda bir kıç bodoslaması dümeni ve birine Latin yelkeni bağlanan üç direği bulunan karavela'nın inşa edilmesiyle aşılmıştır. Aslında karavela' nın geçmişi 13. yüzyılda İslami qarib* gemilerinden esinlenen küçük Portekiz balıkçı teknelerine dayanmaktadır.(20) 6. Bölüm’de gördüğümüz gibi, kıç bodoslaması dümeni bir Çin icadıdır.

Bu bölümde aynca Latin yelkeninin Ortadoğulu kökenlerine işaret etmiş ve 15. yüzyıldan çok önceleri İslam denizciliğinin seviyesini gösteren önemli etkenlerden biri olduğunu söylemiştik. Ayrıca Ortadoğulular bunları daha da geliştirdikten sonra Avrupalılara aktarmışlardır. Denizcilikte oldukça büyük önem taşıyan (kare yelken ve Latin yelkenini birleştiren sistemi de içeren) üçlü direk sistemi, Avrupa’ya ancak 15. yüzyılın ortasında ulaşabilmiştir. Bu yenilikler olmadan keşif seyahatlerinin yapılması zaten mümkün değildir. Bu gelişmeler, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya seyahatler gerçekleştiren Çinlilere ait denizcilik bilgilerinin 13. yüzyılda Avrupalı gezginler ya da Müslümanlar yoluyla aktarılmış olduğu gerçeğini de beraberinde getirir.(21)

Latin yelkeninin üçgen şeklinde oluşu katedilen yolun doğrusal olarak hesaplanmasını zorlaştırmıştır. Bu sorun da Müslüman matematikçilerin sağlamış oldu­ğu geometrik ve trigonometrik bilgiler sayesinde çözülebilmiştir (Bkz. 8. Bölüm). Denizcilikte karşılaşılan üçüncü sorun ise Bojador Burnu’nun güneyinde oluşan gelgitin gemilerin karaya çıkmasına ya da tamamen parçalanmasına yol açması­dır. Ay’ın hareketlerinin gelgite yol açtığı yolundaki bilgilerle bu sorun da çözülmüştür.

Bu konudaki bilgiler, 14. yüzyılın sonunda Portekiz’de yaşayan Yahudi haritacı Jacob ben Abraham Cresques tarafından geliştirilmiştir. Bir başka sorun da denizcilik konusunda hatasız haritalara olan ihtiyaçtı. Bunun çözümü, Dünya’nın gerçek boyutunu hesaplayabilen ve katedilen yolu bu büyüklük ile derecelendirebilen İslam astronomisinde bulunmuştur. Bu dönemde usturlap da önemli buluşlardan biriydi. Yine 6. Bölüm’de gördü­ğümüz gibi, usturlap Müslüman astronomlarca geliştirilmiş ve 10. yüzyılın ortalarında İslam etkisindeki İspanya yoluyla Avrupa’ya aktarılmıştır. Ancak Portekizliler gündüz saatlerinde de bulunulan yeri en iyi şekilde tespit etmek istiyorlardı. Bunun için eserleri Latinceye de çevrilen Cordoba’lı Müslüman astronom İbnü’sSaffar’ın buluşlarından faydalanmışlardır. Ayrıca 11. yüzyılda yaşamış Müslü­man bir astronom tarafından geliştirilen tablolar yardımıyla da enlem ve boylamların matematiksel hesaplamalarını yapmaya başlamışlardır. Enlem hesaplamaları için bütün bunların yanında güneşin hareketlerini esas alan güneş yılı hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmekteydi.

Bu amaçla da 11. yüzyılda geliştirilmiş bulunan ileri seviyedeki İslam ve Yahudi güneş takvimlerine yöneldiler. O yıllarda yaşayan Pedro Nunes 1537’de övünerek şunları söylemiştir: “Kıyıların, adaların ve kıtaların keşfinin bir şanstan ibaret olmadığını, aksine denizcilerimizin yola astronomi ve geometri bilgileriyle donatılmış olarak çıkmalarının bir sonucu olduğunu söylemek gerekir.”(22) Denizciler gerçekten de son derece iyi bilgilendirilmişlerdi. Bunun en önemli sebebi ise, öncelikle İslam bilgilerine dayanan ve Yahudi bilim adamları kanalıyla aktarılan bilimsel gerçeklerin sözde Portekiz keşif gezileri için temel oluşturmasıdır. İslam etkisi sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. İlki, kesin olmamakla birlikte daha önce Arap Denizi’ ni geçmiş Malemo Cana isimli Guceratlı Müslüman bir denizci tarafından Hindistan'ın detaylı bir haritası Malindi’de Da Gama’ya gösterilmiştir. Bundan daha kesin olan bir diğer olgu ise, Da Gama’nın Doğu Afrika kıyı­sındaki Malindi’den geçerken ekibe katılan yine Guceratlı bir Müslümanın yardı­mı sayesinde Batı Hint Adaları’na ulaşabildiğidir. Bu denizcinin ünlü Ahmed İbn Macid olduğu söylenir, hatta Gerald Tibbetts bu konudaki tartışmaya ilişkin pek çok belge ortaya koyar.(23)

İsimsiz Müslüman denizcinin bu yolculukta taşıdığı önem o kadar büyüktür ki, Da Gama’nın o olmadan yaptığı dönüş yolculuğunda geldiği yere varabilmesi gerçekten büyük bir şans olmuştur. Vasco da Gama îlk Yolculuk Günlügü'nde şunları aktarır: Bu körfezi (Arap Denizi) geçmek kırk yılda bir sakinleşen havalar ve deği­şen rüzgârlar yüzünden üç aydan üç gün az bir süremizi aldı. Adamlarım dişetlerinde çıkan sorunlar yüzünden yemek yiyemez oldular. Önce bacaktan, sonra vücutlarının diğer bölümleri şişmeye başladı. Şişmeler bazılarının ölümüne dek sürdü. Otuz adamımı bu yüzden kaybettim. Bu gemiyi idare edebilecek olanlar ise sadece 7 ya da 8 kişi, onlar da bu hastalığın tehdidi altında.

Bu olaylar 15 gün daha aynı şekilde devam edecek olursa gemiyi yürütecek kimse kalmayacak.(24) Da Gama daha sonra yeterli adam kalmadığı için filodaki gemilerden birini yakmak zorunda bile kalmıştır. Bu seyahatler Avrupa açısından bakıldığında bile farklı olmaktan çok uzaktı. Da Gama’nın seyahatinden yirmi yıl sonra Macellan’a eşlik eden genç İtalyan maceracı Antonio Pigafetta şunları aktarır: Sadece un haline gelmiş, kurtlu ve içine fareler pislediği için sidik kokan bisküviler yedik... ve bulanık sapsan bir su içtik. Öküz derisi de, fare de yedik. Hiçbir zaman yeterli yiyecek bulamadık... 29 kadarımız öldü... 25 ya da 30 kişi hastalandı.(25)

Sonuç olarak, bu bölümün başında bulunan alıntıya baktığımızda, bunun Vasco da Gama tarafından yazıldığını zannedenler olabilir. Oysa bu satırlar Müslüman denizci Ahmed İbn Macid tarafından kaleme alınmıştır.(26) Iranlı ve Arap denizciler bin yıl boyunca Avrupalı meslektaşlarından çok daha ileri bir seviyedeydiler. Burada ironik olan ise, İslamiyete karşı Haçlı zihniyetiyle hareket eden Da Gama’nın, daha önce bu yollardan geçmiş İslam bilim adamları ve denizcilerinin kendisi için açmış olduğu yollar olmasaydı tüm bu seyahatleri gerçekleştiremeyecek olmasıdır.

Asya’daki Avrupa askeri gücünün üstünlüğü miti

Avrupamerkezci görüşün temelinde yer alan varsayımlardan biri de, Avrupa’nın askeri gücünün daima Asya’nınkilerden yüksek olduğudur.

Bu varsayımın da bir mit olduğunu Da Gama ile Çinli amiral Cheng Ho’yu karşılaştırmak suretiyle ispatlamak mümkündür. Cheng Ho, Hint Okyanusu’nu geçerek Afrika’nın doğu kıyılarına varmış, ondan onlarca yıl sonra Da Gama aynı şeyi tam tersi bir rotadan gerçekleştirmiştir. Buna bakarak Da Gama’yı “Avrupa’nın Cheng Ho’su” ya da Cheng Ho’yu “Çin’in Vasco da Gama’sı” olarak mı nitelendirmek daha doğru olacaktır? Bu tür bir kıyaslama Avrupalılar için kesinlikle bir utanç kaynağı olacaktır.

Da Gama’nın en uzun gemisi yaklaşık 26 metre uzunluğundayken, Cheng’in en büyük gemisi yaklaşık 152 metre uzunluğunda, yaklaşık 55 metre genişliğinde ve 1.000 kadar gemiciyi taşıyabilecek kapasiteydi.(27) Cheng’in gemisinin dümeni bile yaklaşık 11 metre uzunluğundaydı, bu da Kolomb’un amiral gemisi Nina’nınkinin iki katıydı. Aynca Nina’nın maksimum yükleme kapasitesi 100 ton iken, Cheng’in en büyük gemisi 3.100 ton yük alabiliyordu. Yükleme kapasiteleri “inanılmaz boyutta” olan Portekiz gemileri carrack'ların kapasiteleri bile Cheng’in gemilerinin beşte biri kadardı. Üç yelkenli Portekiz gemilerinin Cheng’in 9-10 yelkenli, sayısız bölümleri ve su geçirmez kamaraları bulunan gemileri ile kıyaslanması söz konusu bile değildi.

Son olarak, Da Gama’nın 4 gemisi ve 170 kişilik ekibiyle, Cheng’in 1431-1433 seyahatinde görev yapan 27.550 kişilik mürettebatı kıyaslandığında, aradaki farklılık çok daha net olarak ortaya çıkacaktır. Bu yolculuklarda görev alan Çinli denizcilerin sayısına baktığımızda, günü­müzde Avrupa’nın en büyük ordularının boyutunu aşan bir insan gücüyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Bundan başka, Çin keşif gezilerinin çoğunda kullanılan gemi sayısının 18. yüzyılın sonunda İngiliz Kraliyet Donanması’nda kullanılanların çok daha üzerinde olduğunu görmek mümkündür. 1434’teki sözde “geri çekilme”den sonra bile Ming donanması dünyanın en büyük donanması unvanını korumuş, hatta Batı Avrupa donanmalarının tümünün toplamından daha fazla bir büyüklüğe sahip olmuştur.(28)

Bu dönemde Portekiz gemilerinin gücü ise tam aksine son derece yetersizdir. 16. yüzyıl boyunca Portekizliler Doğu’ya yılda sadece 7 gemi gönderebilmişler ve bunların sadece 4’ü geri dönmeyi başarabilmiştir. Aynı durum 17. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Bu, Hollanda ve İngiliz donanmaları için de geçerlidir. 1581 ve 1630 arasında Hollanda, İngiltere ve Portekiz tarafından keşif gezilerine çıkarılan gemilerin sayısı üç ülke için yılda toplam 8 gemidir.

Burada en önemli nokta, Asya gemilerinin Avrupa gemilerine oranla askerî savunma gücüne daha fazla sahip olmalarıdır. Aslına bakılırsa Cheng Ho’nun filosuyla diğer tüm ülkelerin tamamının oluşturduğu bir filonun arasındaki savaş ancak köpekbalıkları ile çaçabalıkları arasındaki savaşa benzetilebilir.(29) Çin deniz filosunun gücü 1434’ten sonra da devam etmiştir. 1598’de Ming filosu 500 gemilik bir Japon filosunun saldırısına karşılık vererek onları bozguna uğratmıştır.(30)

Portekiz, Hollanda ve İngiltere donanmaları ne zaman Çin’e saldırmaya kalksa aynı deniz gücünü karşılarında bularak püskürtülmüşlerdir. Örnek vermek gerekirse, Portekizliler 1521 ve 1522’de Çin’in kıyılarına çıkarma yapmaya kalktıklarında Çin sahil donanması tarafından her seferinde bozguna uğratılmışlar, ancak Japonların Çin vergi sisteminden çıkarıldığı 1557 gibi geç bir tarihte resmi olarak Macao’ya ayak basabilmişlerdir. Macao Canton Körfezi’ndeki bir yarımadada bulunan küçük bir ticaret ambarıydı. Bu yanmada anakaraya son derece dar bir kıstakla bağlanmaktaydı ve Portekizlilerin inat etmesi durumunda buraya yapılan yiyecek takviyesi kolaylıkla kesilebilirdi.

Bu “imtiyaz” Portekizlilere askerî üstünlüklerinden dolayı verilmiş değildi. Çinlilerin asıl amacı, Japonlar tarafından yapı­lan ticaretin azaltılması ve onların yerini Portekizlilerin almasıydı. Ayrıca Portekizliler bu imtiyaza hak kazanmış dahi olsalar ticaret Çin imparatorunun koymuş olduğu katı kurallar çerçevesinde yapılmaktaydı. Her ne şart altında olursa olsun Çin’e yılda sadece 1 gemi gönderme izni elde etmiş olan Portekiz’in Çin ticareti üzerindeki etkisini abartmamak gerekir. Durum Batı Avrupa’da biraz daha farklıdır. İran Körfezi’nde son derece önemli bir deniz yolunu himayeleri altında tutan Osmanlılar karşısında Portekizlilerin hiçbir etkisi yoktur. Portekizliler bu deniz yolundan uzak tutulmuşlardır. Burada amaç, yükselen Osmanlı gücüne karşı Safavilerin hâkimiyetindeki İran ile ilişkilerin iyi tutulması için bir denge unsurunun oluşturulmasıdır.

Portekizliler Hürmüz’ü ele geçirmiş olmalarına, rağmen Ümit Burnu civarında yaptıklarından çok daha büyük ölçüde baharat ticaretini İran Körfezi’nde yapan Türklerle aralarındaki açıklan henüz kapatma imkânını bulamamışlardır. Kızıldeniz rotasını ele geçirme konusunda Portekiz’in daha başka şansı yoktur. Aden’i alamamış olmaları ümitlerini daha da kırmış, baharat ticaretini Osmanlıların elinden alma konusundaki sonsuz gayretlerini suya düşürmüştür. Buradaki sözde “yasadışı ticaret’i engellemek amacıyla gönderilen Portekiz donanması da başarısızlığa uğramıştır. 1513’te Albuquerque’nin de Aden’i ele geçirememesi sonucu Kızıldeniz Müslüman gölü unvanını korumuştur. Bu aslında bir bakıma daha da kötü olmuştur, zira 1540’tan sonra Kızıldeniz yoluyla yapılan baharat ticareti alıp başım gitmiş ve Levant bölgesi de yükselişe geçmiştir.

Portekizlilerin her zaman ısrarcı olmadıkları doğrudur, ancak olduklarında da pek başarıya ulaştıkları söylenemez. Örneğin, Acheh’de ısrarcıydılar ve zor da olsa sonuca ulaştılar. Acheh Portekiz himayesinde kaldığı süre boyunca Karadeniz üzerindeki baharat ticaretinde kendi rotası üzerindeki bağımsız yerini korumuştur. Bu yüzden Portekizliler her geçen gün artan oranda ticaretin kendi belirledikleri rotalardan Kızıldeniz ve Mısır yoluyla daha uzun yol rotalarına kaymasını engelleyememişlerdir. Kızıldeniz rotası İslam kontrolünden çıkarılamadığı gibi tüm rotalar Hindistan ve Güneydoğu Asya’ya yönelmiştir.(31) Bundan başka Goa’nın kale hisarlarından bir kurşun atımı mesafede bulunan Malabar’ın Moplah korsanları cqfilas'ların yollarını kesmek suretiyle Portekiz kıyı ticaretinde belirli aralıklarla büyük tahribatlara neden olmuşlar.(32) Portekizliler aynca Melaka kıyısındaki korunaklı kalelerine rağmen Cavalı ve Endonezyalılar tarafından da sık sık dize getirilmişlerdir. Askerî bakımdan güçten düşürülen Doğu imajına karşın, 1511’de Albuquerque Melaka’ya saldırdığında tek gördüğü şey, ağır silahlarla donatılmış topçu birliklerinin muharebe düzenine çoktan alışmış yerli halk olmuştur.(33) Bunun sürpriz olmaması gerekir; zira barut, tüfek ve top ilk kez Güneydoğu Asya'nın arka kapısı Çin’de kullanılmaya başlanmıştır.

Portekizliler genelde Asya devletleri arasında hizipler yaratmak suretiyle ortalığı karıştırmayı tercih etmişler, kendileri gerçek bir başarıyı kolaylıkla yakalayamamışlardır. Bu konuda pek çok örnek olmasına rağmen iki tanesi özellikle dikkat çekicidir. İlk örnek, Calicut hükümdarı Zamorin ile Cochin Raca’sı arasındaki husumetin Portekizlilerin Calicut’a daha kolaylıkla girmelerine yol açmasıdır. İkinci örnek ise, Seylan’daki üç krallık arasındaki düşmanlığın Portekizlilerin buradaki varlık sebebi olmasıdır. Portekizlilerin bu tür hile ve aldatmalara bel bağlamaları askerî bakımdan güçlü olmamalarıyla yakından alakalıdır. Aslında Portekizliler, Doğu güçleri kendilerini eşit güç olarak kabul etmeyip saldırıya geçmedikleri için oldukça şanslı sayılırlar. Bu, benim teorimi de doğrulamaktadır. Chaudhuri’nin belirttiği gibi Portekizliler hiçbir zaman askerî bir tehdit unsuru olarak algılanmamışlar ve Asya’nın güçlü devletlerinin Portekiz’i kendilerine eşit görmeleri için bir sebep yoktur.(34)

Benzer bir hikâye Hollandalılar için de söz konusudur. Hollandalılar genellikle diğer sömürge ülkeleriyle ilişkilerine kurmakla birlikte, Portekiz ile ilişkileri diğer Asya ülkelerindekilerden çok daha iyiydi.(35) Ancak onların da başarıları abartılmıştır. Goa ve Macao’yu Portekizlilerin kontrolüne bırakmakla birlikte, pek kolay olmasa da Batavia, Seylan, Melaka ve Bantam gibi bazı önemli limanların yönetimini de onlardan çekip almışlardır. Melaka için birçok kez mücadele etmişler (örneğin 1607), sonunda 1641’de ele geçirmeyi başarmışlardır. 1642’de 80 Çin gemisini batırdıktan sonra Çinliler Hollanda ile ticaret yapmayı bir yüzyıl kadar reddetmişler ve 1727’de Canton’a girmelerine izin verene kadar herhangi bir ilişki kurulması mümkün olmamıştır. Aracılık döneminde Çinli tacirler Cava’ya gitmişler, ancak “ticareti kendi ellerinde tutmuşlar ve kendi kurallarını uygulatmalardır”.(36) Daha sonra göreceğimiz gibi bir Japon adası olan Deshima’daki yerleşimlerinde Hollandalılar son derece aşağılanmışlardır. Sözde Hollanda kalesi olan Batavia’da bile Asyalı tacirler Hollanda baskısına karşı koyma başarısını göstermişlerdir.(37)

Özetle, acı gerçek şudur ki, ne Portekizliler ne de Avrupalı halefleri Asya’yı “parlayan silahlarıyla” askerî ve insani güçleriyle ele geçirme yetisine sahiptiler. Asya’yı boyun eğmeye zorlamaları ancak 1498'den üç yüzyıl sonrasına rastlamaktadır. Kendi hayali imparatorlukları üzerinde beliren ufacık sorunları bile halledemeyecek kadar âciz bir askerî güce sahiptiler. Kısacası, çağdaş Avrupalılar tarafından öne sürülen ve denizcilik teknolojisinin batılı olmayan toplumlar üzerinde Avrupa’nın üstünlüğünün bir göstergesi olarak sunulması gerektiğini öne süren görüş tamamıyla yanlıştır.(38)

Avrupalıların Asya’daki ticareti tekellerine aldıklarına ilişkin Avrupamerkezci görüşlerin en önemli dayanağı, hepsinin Ümit Burnu’nun 1500’den sonra geçildiğini savunmasıdır. Aslında bu konudaki fikir birliği, 1500’lerde dünya ekonomisinin İslami can damarının, Osmanlı İmparatorluğu’nun çaptan düşmesi, neredeyse tamamen çöküp yerini Avrupa’nın fetihlerine bırakmasından dolayıdır. Fernand Braudel, “Hint Okyanusu’nda İslam dünyasının etrafında dört dönen Portekizlileri azımsamamak gerektiği” konusunda ısrarlıdır. “Bu zaferlere ulaşabilmek ve Türk canavarının İran Körfezi ile Kızıldeniz dışında hiçbir yerde varlık gösterememesi için Avrupa’nın yüksek denizcilik teknolojisi kullanılmıştır. ”(39) Yine zafer odaklı yaklaşımlardan biri de şunları dile getirmektedir:

Orta Asya 16. yüzyılın başından itibaren tecrit edilmiştir... bu yüzden de dünya tarihinin yalnızca kıyısında bir yer alabilmiştir... Doğu Asya'ya Ümit Burnu üzerinden ulaşan deniz yolunun keşfi İpek Yolu’nu artık gereksiz kılmıştır... Modern zamanın başlangıcından bu yana Orta Asya tarihi bir taşra tarihi görüntüsü çizmiştir. İzleyen yıllarda tarihe bunun dışında kalıcı hiçbir şey bırakmamaları da bu fikri doğrular niteliktedir.(40)

Bu Avrupamerkezci portreye baktığımızda, yepyeni bir rotayla Ümit Burnu’nu dolaşarak yapılan seyahatler Müslümanları “öküz boynuzu şeklinde bir göl”e* hapsederek, yaptıkları ticareti yok etmiş ve bölge ticaretine Portekizlilerin hâkim olmasını sağlamıştır.

Bu Avrupamerkezci çözümlemede birçok yanlışlıklar mevcuttur. Öncelikle Portekizlilere mal edilen ticaret liderliği uzun yıllardır Osmanlıların elindedir.(41) Bunun yanında Portekizlilerin Ümit Burnu rotasının neden işe yaramadığını ve Müslüman ticari gücünü yenemediğini ispatlayan beş ana neden vardır. İlk olarak, yeni Ümit Burnu rotası ulaşım maliyetlerini daha aşağı indiremediği için sanıldığı kadar kârlı değildir. İkincisi, Avrupa’ya İran Körfezi ve Kızıldeniz üzerinden gelerek, Venedik ve Doğu Akdeniz bölgesi yoluyla ya da kara yoluyla kervanlarla yapılan ticaret Ümit Burnu yoluyla yapılan ticaretten çok daha fazlaydı. Hatta 1585’e kadar, Kızıldeniz yolu ve kara yoluyla Ümit Burnu yolundan üç kat daha fazla biber ve baharat Avrupa’ya taşınmıştır.(42) Sadece Endonezya adalarından yapılan karanfil baharatı ticaretinin % 10’luk kısmı Ümit Burnu yoluyla Avrupa’ya ulaşmıştır.(43) Üçüncü neden, yapılan son araştırmalara göre, 1650’den önce Avrupa'nın Doğu’ya yapmış olduğu külçe altın ihracatının büyük bir çoğunluğu için Ümit Burnu yolu yerine, Osmanlı ve İran imparatorluklarının toprakları kullanılmıştır.(44)

Bunun yanında, 1650-1700 arasında aynı yol üzerinden yapılan gümüş ihracatı da diğer yol üzerinden yapılanları fazlasıyla geride bırakmıştır.(45) Bu bilgi, Portekizlilerin Güney Asya’ya yapılan gümüş ticaretinin lideri oldukları varsayımına da uygun bir cevap oluşturmaktadır. 1580 ve 1670 arasında Avrupa’nın tamamından Doğu Asya’ya ihraç edilen gümüş miktarı 2.240 metrik ton iken, sadece Japonya’dan yapılan ihracat 6.100 metrik tondur.(46) Avrupa’ya ait bu rakamlar % 50 daha düşük olarak tahmin edilmiş olsa dahi, Japonya’nın sahip olduğu hacim yine de tüm Avrupa’nın üzerindedir. Ümit Burnu rotasının neden işlemediğini açıklayan dördüncü neden ise Portekizlilerin Doğu Asya’daki ticaret gelirlerinin % 80’ini ülke içi ticaretin oluşturmasıdır. Portekiz ticaret tekeli mitinin gerçekdışı olduğunu en iyi açıklayan şey ise, Portekizlilerin ticari gelirlerinin neredeyse tamamının arbitraj* geliri olmasıdır. Portekiz tekelinin tam anlamıyla uydurmaca olduğunu açıklayan beşinci ve son neden ise, 16. yüzyılda Hint Okyanusu’nda ticaret yapan gemilere ait tonajın sadece % 6’lık kısmının Portekiz gemilerine ait olmasıdır.(47)

Portekizlilerin hiç değilse baharat ticaretini ellerinde bulundurdukları pekâlâ söylenebilir. Ancak Portekizliler baharatın bulunamadığı zamanlarda baharat ticaretini kontrol altında tutmayı tercih etmişlerdir. Örneğin Malabar’da bir gemi satın almışlar ve yapılan üretimin % 10’unu ellerine geçirmişlerdir. Guceratlı’daki biber üretiminin % 5’ini de kontrol altına almışlardır. Bunun yanında Portekizliler,1535’te bir Hindistan liman şehri olan Diu’yu ele geçirdiklerinde, Guceratlı’lar Bengal Körfezi üzerinden tüm Hint Okyanusu ülkelerine oldukça yüksek miktarlarda biber ticareti yapmışlardır.

Benzer şekilde Portekizliler Calicut’tan yapılan ticareti bloke etmek istediklerinde, Malabar’ın kuzeyindeki Kanara, Acheh ve Bengal Körfezi gibi ticaret yolları ortaya çıkmıştır. Charles Boxer, 1585 yılında sadece Achehlilerin Kızıldeniz’deki Cidde’ye yaptıkları ihracatla aynı miktarda baharatın Portekizliler tarafından Ümit Burnu yoluyla Avrupa’ya ihraç edildiğini söyler.(48) Portekizlilerin yapmış oldukları biber ticareti etkileyici olmaktan ne kadar uzaksa, baharat ticareti üzerindeki etkileri de o denli yetersizdir. Portekizlilerin tekellerine alabildikleri tek baharat tarçındır. Ancak bu, Portekiz krallığı için büyük kayıplar sonucunda kazanılmış bir zafer olarak ele alınmalıdır. Çünkü Goa ve Lizbon’da alman tüm kanuni önlemlere ve yasaklamalara rağmen yolsuzluklar engellenememiş, tarçın ticaretinin kazandırdıkları, işlemleri yapan resmi yönetici ve memurların zimmetlerine geçmekten öteye gidememiştir.(49)

Bu noktada Portekiz ticaret tekelinin altında Hint Okyanusu üzerinde yürütülen cartaz sisteminin olduğunu düşünmek gerekir. Bu sular üzerinde ticaret yapan ve Portekiz bandıralı olmayan her geminin taşıması gereken bir tür pasaport olan cartaz'a sahip olmayan gemiler, Portekizlilere para ya da vergi ödemek zorunda bırakılmıştı. Bu sistem Portekizliler tarafından oluşturulmasa da, söz söylenmeden yerine getirilmesi gereken bir taviz olarak kendi kendine gelişmiş ve tüm Asya’da yürütülen bir ticaret tekeli görünümü sergilenmesini sağlamıştır. Burada Avrupamerkezci görüşün dikkatinden kaçan nokta, Asyalıların cartaz'ı kendi amaçlarına ulaşmak için bir yol olarak benimsemiş olmalarıdır.

Birçok Asyalı tacirin gemilerine Portekiz bayrağını çekme nedeni, bir boyun eğme göstergesi değil, Portekiz limanlarındaki düşük gümrük tarifelerinin avantajlarından yararlanmak için yapılmış bir harekettir (Portekiz bayraklı gemiler bu limanlarda % 6 yerine % 3,5 oranında vergi ödemektedir). Hatta cartaz taşımayanlar için bile Portekiz kontrolünü kabul etmek demek, sadece % 5’lik bir gümrük tarifesini ödemekten öte bir şey değildir. Kısacası Portekiz kontrolü demek, daha sonra satış fıyatlarına rahatlıkla yansıtılabilecek oldukça önemsiz miktarlardaki birtakım vergi ve harçların ödenmesi anlamına gelmekteydi.(50)

Üstelik pek çok Asyalı gemi sahibi, gemilerini silahlandırmaktan çok daha ucuza geldiği için cartaz almayı kendileri seçmişlerdir. Asyalı tacirlerin derdi, Portekiz’in askerî gücüne yakın bir güce sahip olmamaları değildir; asıl önemli olan, Portekiz hâkimiyetindeki Hint Okyanusu’nda daha sakin bir şekilde ticaret yapabilmektir. Asyalılara göre, silahlandırılmış gemiler hem oldukça gereksiz hem de ekonomik olarak verimsizdir. Böyle- ce Portekizlilerin silahlanmaya yatınm yapmaları ve bunun karşılığında ödeme almaları üzerine, Guceratlı kendi istediği gibi ticaret yapabilmek için silahlanma yerine koruma parasını ödemeyi tercih etmiştir.(51)

Bu, kesinlikle daha ucuz ve gerçekçi bir seçimdir. 1434’teki sözde “imparatorluk yasağı" sonrasında, birçok Çinli tacir Macao ya da Melaka’dan satın aldıkları kâğıtlarla denize açılmışlardır. Çünkü bu kâğıtlar onları resmî olarak Portekiz gemisi yaptığı için bu yasaktan kolaylıkla (ve daha ucuza) kaçmaları mümkün olmuştur.(52)

Birçok Asyalı tacire göre Portekiz bayrağı zorluktan ziyade “kolaylık bayrağı" olarak adlandırılmıştır. Portekiz’in hâkim olduğu Hint Okyanusu, Guceratlı ve diğer Doğulu tacirler için ticaret yapmak isteyen başkalarından arındırılmış bir bölgedir. Başka türlü onların Portekiz ticaretini finansal anlamda gönüllü olarak desteklemesini nasıl açıklayabiliriz? Asyalılar ticari anlamda birbirinden fayda sağlayan bu sistemi desteklemek suretiyle ticarette daha öne geçmeyi başarmışlardır.(53)

Asyalıların Portekizlilere para ödememeyi seçtiği durumlarda bile mutlaka farklı bir çözüm bulunuyordu. Örneğin bir Portekiz (ya da herhangi bir Avrupa) gemisi Japonların “Kızıl Fok” gemisine saldırdığında, Japonlar olayı hemen Nagazaki’deki yetkililere bildiriyor, onlar da Avrupalı gemilere el koyarak tazminat bedeli ödenmeden bırakmıyorlardı. Bu bizi, daha önce ele aldığımız gibi, Avrupalıların askeri olarak ne kadar alt seviyelerde bulundukları konusuna getirmektedir. Bu gerçekler, Portekiz’in fetih hayallerini bir kenara bırakarak, Hint Okyanusu’nda ticaret yapan diğer ülkelerden birine dönüşmesi sonucunu doğurmuştur. Tomé Pires Suma Oriental isimli kitabında Portekizlilerin sözde kalelerinden olan Melaka’da 84’ten fazla dilin konuşulduğunu,(54) Portekizlilerin burada egemen güç olmaktan ziyade, ticaret yapan diğer ülke vatandaşlarından bir farkının olmadığım belirtir.

Hollandalılar da benzer bir kaderle karşı karşıya gelmişlerdir. Üstün gayretlerine rağmen, emperyalist ve tekelci bir ticaret sistemi oluşturma isteğinin hayalden öteye gidemeyeceğini anlamışlardır. Özellikle ticareti tekel altına alma ve fiyatları yükseltme eğilimleri tam anlamıyla ters tepmiştir.

Bu konudaki én iyi örnek, Hollandalıların karanfil baharatı ticaretinde tekel olma istekleridir. Bu amaçla kendilerinin kontrolü dışındaki bölgelerdeki karanfil ağaçlarını yerle bir etmişler ve 1660’lardan sonra fiyatlar hızla yükselmiştir. Ancak bu durum zamanla Avrupa piyasalarında huzursuzluğa neden olmuş ve sorun Brezilya’dan karanfil çubuğu ithalatı ile çözülmüştür. Sonuçta Hollanda’nın tekel olma isteği geri tepmiş, Brezilya’dan ucuz karanfil çubuğu stokları Avrupa’ya yığılmış ve Hollanda’nın Asya’daki en kârlı işlerinden biri olan karanfil konusundaki geliri oldukça aşağılara inmiştir.(55) Özetle, Hollandalıların bu konuda lider olma planları küresel rekabet baskısı yüzünden suya düşmüştür.

Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (VOC) bütün üstün gayretlerine rağmen, Asya’nın hiçbir yerinde tekel yaratma konusunda başarılı olamamıştır. Karanfil konusundaki tek girişim ise bahsettiğimiz gibi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu örnek aynı zamanda anti-Avrupamerkezci söylemi destekleyen bir istisna oluşturmaktadır. VOC’un girdiği hemen her pazarda oldukça yüksek küresel rekabet şartları ortaya çıkmış, mağrur ve kendini beğenmiş Hollanda ticaret tekelinin gerçeklerden ziyade bir hüsnükuruntu olduğunu Hollandalılara göstermiştir. Bu konuda pek çok örnek verilebilir, ancak Hint Okyanusu’nun kuzeybatısından yapdan pamuklu ürün ticareti hakkında olanı durumu en iyi şekilde açıklamaktadır. Burada Hollandalılar Guceratiı tacirlerle rekabet etmek zorundadırlar. Hollanda, pazar payının % 10’unu ele geçirmiştir, ancak Guceratlı’lar çok daha yüksek kâr paylarına sahiptirler. Bu durum, VOC tarafından oldukça büyük kızgınlıkla karşılanmış ve şirket bunun nedenlerini soruşturmak istemiştir. Van Santen konu hakkında şunları aktarmaktadır:

Âciz Guceratiı tacirler koskoca VOC ile rekabet edecek güce nasıl sahip olabiliyorlardı? Şirket çalışanlarının verdiği cevap oldukça ikna edicidir. Hintli tacirler çok daha az maliyetle iş yapmaktadırlar... Bunun yarımda itiraf etmek gerekir ki, Hintli tacir bafta'larını, tapechinde’lerini ya da chela'larını* alıp satarken, piyasada işlerin nasıl yürüdüğünü çok daha iyi gözlemleme olanağına sahiptir.(56)

Van Santen, aynı sayfada “uzun yıllar boyunca hayal kırıklığı yaratan mali sonuçlardan sonra VOC yenilgiyi kabul etmiş ve 1660’larda ticareti bırakmıştır” diye ekler. VOC, Yemen’deki Moha limanında da pamuk ticareti yapmaya çalışmış ve aynı

sonuçlarla karşılaşmıştır. VOC, 17. yüzyılın yarısında buradan 70.000 parça pamuklu ticareti gerçekleştirmiş, ancak bu miktar 1647’de 990.000 parçalık ticaret yapan Guceratlıların yanında oldukça önemsiz kalmıştır.(57) Böylece Hollandalılar da aynı Portekizliler gibi, geriye çekilmekten ve ticareti Asya sistemine göre sürdüren diğer ülkeler gibi hareket etmekten başka çare bulamamışlardır.

Asya'da Avrupa'nın politik hâkimiyeti miti

Son soru şu olacaktır: Eğer Avrupa’nın askeri gücü ticaret tekelini güvence altına almamış olsaydı, her ne kadar mütevazı oranda da olsa, Asya üzerindeki ticaret bölgesine ayak basma olanakları olabilir miydi? Avrupalıların -önce Portekizliler, sonra Hollandalı ve İngilizler- daha güçlü pozisyonda bulunan Asyalı politikacı ve tacirlerle işbirliği yapmaktan, birlikte çalışmaktan, hatta onların önünde eğilmekten başka çareleri yoktu. Önceleri sarf ettikleri “İslam kâfirlerine ölüm” şeklindeki küstah beyanlarına rağmen Portekizliler Batı Hint Adaları’na vardıklarında, “İslam hegemonyasının hüküm sürdüğü bölgeye” de adım atmışlardı ve işbirliği yapmaktan başka çareleri yoktu.(58)

Bu işbirliği ya da ortaklığın pek çok yönü bulunmaktadır. Öncelikle, Asyalı hükümdarlar Portekizlilere oldukça sınırlı oranda “diplomatik dokunulmazlık” tanımışlardır. Bunlar Çin’deki Macao’daki, Hindistan’ın Coromandel kıyısındaki ve Bengal’deki Hughli’deki bazı kilit noktalarla sınırlandırılmıştır. İkinci olarak, yeterli derecede kaynağa sahip olamayan Portekizliler mali açıdan yerel kaynaklarla, özellikle Hintli banian'lardan sağlananlarla idare etmek zorunda kalmışlardır. Üçüncü olarak, hem Portekizli hem de Asyalı tacirlerin yararına olan, hatırı sayılır ölçekte bir alışveriş sistemi mevcuttur. Asyalı tacirlerin gemilerinde genellikle Portekizlilerinkinden daha fazla mal olurdu. Pearson bu konuda şunları anlatır:

Portekizliler Guceratlı gemilerine mal göndermişlerdir, bazen de tersi olmuştur. Bu gelişigüzel ve karışık ticaret sistemi, Portekiz özel sektör ticaret sisteminin en güzel yansımasıdır. Buradaki pek çok Portekizli tacir, oldukça gösterişli bir tekel yaratma arzusundan çok bu tür bir ticaret sistemini tercih etmiştir.(59)

Dördüncü olarak da, Portekizlilerin yerel bilgi kaynaklarına güvenmekten başka çareleri yoktu. Braudel konuyu şöyle açıklar:

Kandahar’da Hintli bir tacir İspanyol bir gezgini Portekizlinin elinden alır ve ona hizmetini sunarken şunları söyler: “Sizin milletinizden pek çok insan burada kullanılan dilleri bilmez, size buraları bilen birileri yardım etmediği sürece zorluklarla karşılaşırsınız.” Yardım, işbirliği, danışıklı dövüş, birlikte hareket etme, çıkar birliği - adı ne olursa olsun zaman içinde tüm bunlara ihtiyaç duyulmaktaydı.(60)

1800’lerde Hollandalı ve İngilizler de benzer sonuçlarla karşılaşmışlardır. Portekizliler gibi, Hollandalı ve İngilizler de Asyalılarla birçok değişik yoldan ticaret yapmışlardır. Bunların içinde gemi mürettebatının kiralanması, hatta tüm geminin içindekilerle birlikte kiralanmasından Asya sermayesinden ödünç para alınmasına kadar her türlü karşılıklı ilişki mevcuttur.(61) Hollanda ve İngiltere, eninde sonunda Portekiz’in vardığı sona ulaşmış ve Asya içindeki kârlı “ülke” ticaretinin içindeki yerlerini almıştır. 1648’de VOC yöneticilerinin de belirttiği gibi, “ülke içinde yapılan ticaret ve bundan elde edilen gelir şirketin temelini oluşturmaktadır, dikkatle korunması gereken bu kaynak azalırsa tüm yapı temelinden sarsılacaktır”.(62) 4. Bölüm’de de belirttiğimiz gibi, Hollandalıların gelirinin büyük bir kısmı külçe altın ticaretinden gelmekteydi. Aynı şekilde, Asya ile ticaret yapacak fazla mallarının bulunmaması dolayısıyla İngilizler de sonunda kendilerini ülke içi ticaretin içinde bulmuşlardır:

İhracat kotasının % 10’unu bile dolduramayan şirket (EIC), toplam ihracatı indirmek için fazla ya da az fatura kesme yoluna başvurmak zorunda kalmıştır. Asya’da, kendi Asya ithalat ürünleri için finansman kaynağı bulmak da oldukça büyük baskıya neden olmuştur. Bu yüzden Asya-Avrupa ticaretinden çok daha gelişmiş ve kârlı olan Asya-içi ‘ülke ticareti’ne yönelmek kaçınılmaz hale gelmiştir.(63)

Yine, hem İngilizler hem de Hollandalılar, Asyalı hükümdar ve tacirlerin itibarları karşısında öne eğilmekten ve işbirliğinden başka çareleri olmadığım kısa zamanda anlamışlardır.(64) Avrupalıların bu kârlı Asya ticaret pastasından yalnızca incecik bir dilimi elde edebilmek için çektiklerini Hollandalıların Japonya’da yaşadıkları dokunaklı deneyimden daha iyi anlatan bir hikâye yoktur. Hollandalılar, iki yüzyıl boyunca Nagazaki limanında, 82’ye 236 adım boyutunda, Deshima adındaki minik bir ada ile sınırlandırılmışlardır:

Hollandalılar, casusluk yapan Japon çalışanlar ve 150 kişilik tercüman ordusu tarafından devamlı gözetlenmekteydiler. Yılda yalnız bir geminin limana uğramasına izin veriliyor ve mürettebat genellikle ‘köpekler gibi sopalarla dövülüyordu’. Yine yılda sadece bir kez, Shogun’a saygılarını göstermek için anakarayı ziyaret etmelerine izin veriliyordu.(65)

Sonuç

Özetle, Portekiz’in (aynı zamanda Hollanda ve İngiltere’nin) büyük deniz “imparatorluğu” mirası deyimi, 1500’lerle 1750/1800 arasında Asya’nın küresel ekonomideki üstünlüğü konusunda aslında hiçbir şeyin değişmediğini anlatmaktadır. Sonuç kaçınılmazdır: “Avrupa çağı” ya da “Asya’da Vasco Da Gama devri”nin geçmişe yönelik bir hüsnükuruntudan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, aynı zamanda 4. Bölüm’de bahsedilen tartışmayı da doğrular niteliktedir: En azından 1800’e kadar Hindistan ve Güneydoğu Asya, Japonya, Çin ve en az onlar kadar Osmanlı ve İran imparatorlukları Avrupa hücümlarına rahatlıkla karşı koyacak kadar politik ve ekonomik güce sahiptiler. Tüm bunların ışığında, Portekiz krallarından I. Manuel’in emperyalist böbürlenmeleri karşısında Osmanlı imparatoru “Yavuz Selim”in verdiği karşılığı inceleyerek olayın öğretici boyutunu gözlemleyebiliriz. Manuel 28 Ağustos 1499’da Papa’ya yazmış olduğu mektupta kendisinden şöyle bahseder: “Hindistan, İran, Arabistan ve Etiyopya’nın Ticaret ve Denizcilik Fatihi ve Gine’nin Efendisi.” Bu ifade Papa’yı etkilemiş olabilir, ancak tamamen uydurmadan ibarettir. Bunun yanında, Sultan Selim’in haklı gururunu yansıtan ifadesi gerçeklere çok daha yakındır:

Mısır, Halep, Suriye’nin tüm toprakları, Kahire şehri, Mısır’ın kuzeyi, Etiyopya, Yemen, Tunus sınırına yakın topraklar, Hicaz, Mekke, Medine ve Kudüs şehirleri Yüce Allah’ın bize verdiği şeref ve onurla tamamen Osmanlı İmparatorluğu topraklama katılmıştır.

Avrupalıların “Muhteşem” olarak adlandırdıkları Osmanlı sultanı Süleyman’ın 1538’de söyledikleri de gerçeğin ta kendisidir:

Benim adım, Mekke ve Medine’deki Cuma vaazlarında söylendiği gibi, Süleyman. Bağdat’ta adım Şah, Bizans’ta Sezar ve Mısır’da Sultan’ım. Donanmalarını Avrupa, Mağrip ve Hindistan sularına gönderen komutanım.(66)

Sonuç olarak, başta belirtmiş olduğumuz Roberts’ın alıntısını düzeltmek gerekir: "1500 ile 1800 arasında gerçekten neler olduğu hakkında konuşmak istersek, Avrupa’yı Asya hikâyesinin ortasına koymak tamamen yanlıştır.." Birazdan inceleyeceğimiz ve bu yüzyıllarda Avrupa’nın gelişimi hakkında varılan sonuçlar için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

Dipnotlar:

19 Bu ve bir sonraki paragraf Patricia Seed’den alınmıştır, Ceremonies o f Possession in Europe’s Conquest o f the New World, 1492-1640 (Cambridge: Cambridge University Press, 1995), s. 107-128.

* Küçük tekne, sandal, (ç.n.)

20 Martin Elbl, ‘The Caravel’, Robert Gardiner (editör), Cogs, Caravels and Galleons (Londra: Brasseys, 1994), s. 91.

21 G.S.L. Clowes, ‘Ships of Early Explorers’, Geographical Journal 69 (1927), 216; Needham ve çalışma arkadaşları, Science, VI (3), s. 29.

22 Seed’in Ceremonies, kitabında Pedro Nunes’a değinilmiştir, s. 126.

23 Tibbetts, Arab Navigation, s. 9-11.

24 E.G. Ravenstein’ın (editör) A Journal o f the First Voyage o f Vasco Da Gama, 1497-1499 (Londra: Bedford Press, 1899) kitabında geçer, s. 87.

25 Miriam Estensen’in Discovery (St. Leonard, New South Wales: Allen and Unwin, 1998), adlı kitabında Antonio Pigafetta’ya değinilmiştir, s. 15-16.

26 Tibbetts’in Arab Navigation kitabında Ahmed İbn-Macid’den söz edilmiştir, s. 195.

27 Ravenstein, Journal, s.163; Needham ve çalışma arkadaşlan, Science, IV (3), s. 480-482; Menzies, 1421, s. 38.

28 Goody, East, s. 92.
29 Menzies, 1421, s. 43.
30 Gang Deng, Chinese Maritime Activities and Socioeconomic Development, C 2100 BC-1900 AD dolaylan (Londra: Greenwood Press, 1997), s. 70-71.
154

31 Reid, Southeast Asia, I, s. 20-21.

32 Boxer, Portuguese, s. 58.

33 Jakob Van Leur, Indonesian Trade and Society (The Hague: W. van Hoeve, 1955), s. 159.

34 K.N. Chaudhuri, Trade and Civilisation in the Indian Ocean (Cambridge: Cambridge University Press, 1978), s. 79.

35 Fernand Braudel, Civilization and Capitalism, 15th-18th Century, III (Berkeley: University of California Press, 1992), s. 212-213.

36 Clive Ponting, World History (Londra: Chatto and Windus, 2000), s. 525.

37 M.A.P. Meilink-Roelofsz, Asian Trade and European Influence in the Indonesian Archipelago between 1500 and about 1630 (The Hague: Martinus NijhofF, 1962).

38 Adas, Machines, s. 48.

39 Braudel, Civilization, IE, s. 468, vurgu kendisine ait.

40 P.M. Holt, Ann K.S. Lambton ve Bernard Lewis, Andre Gunder Frank'm Reorient (Berkeley: University of California Press, 1998) kitabında anılır, s. 118.

* Öküz boynuzu göl (Ox-bow lake): Bir nehrin suyunu boşalttığı bölgede erozyon ve toprak yığılması nedeniyle oluşan hilal şeklinde göl. (ç.n.)

41 Marshall G.S. Hodgson, Rethinking World History (Cambridge: Cambridge University Press, 1993), s. 97, 129.

42 Frederic C. Lane, ‘Venetian Shipping during the Commercial Revolution’, American Historical Review 38 (2) (1933), 228; Niels Steensgaard, The Asian Trade Revolutions of the Seventeenth Century (Chicago: Chicago University Press, 1974), s. 155-169.

43 Pearson, New Cambridge History, s. 44.

44 Najaf Haider, ‘Precious Metal Flows and Currency Circulation in the Mughal Empire’, Journal of the Economic and Social History of the Orients (3) (1996), 298-367.

45 Sanjay Subrahmanyam, ‘Precious Metal Flows and Prices in Western and Southern Asia, 1500-1750: some Comparative and Conjunctural Aspects’, S. Subrahmanyam (editör), Money and the Market in India 1100-1700 (Delhi: Oxford University Press, 1994), s. 201, ay- nca s. 197-201.

46 Reid’in Southeast Asia, I, kitabından hesaplanmıştır, Tablo 3, s. 27.

* Bir borsada satın alınan tahvilleri aynı

48 Boxer, Portuguese, s. 59, 61.

49 A.g.y., s. 62.

50 Pearson, New Cambridge History, s. 54.

51 Philip D. Curtin, Cross-Cultural Trade in World History (Cambridge: Cambridge University Press, 1984), s. 145.

52 A.g.y., s. 144-148; aynca bkz: s. 159-167 ve 8. Bölüm.

53 Pearson, New Cambridge History, s. 54.

54 Tomé Pires, Suma Oriental (Glasgow: The University Press, 1944), s. 268-269.

55 Reid, Southeast Asia, I, s. 23.

* Hindistan’a özgü pamuklu kumaş türleri, (ç.n.)

56 H.W. Van Santen, ‘Trade between Mughal India and the Middle East, and Mughal Monetary Policy, 1600-1660 dolaylan’, KarIR. Haellquist (editör), Asian Trade Routes (Londra: Cur- zon Press, 1991), s. 89.

57 Van Santen, ‘Trade’, s. 90.

58 Eric R. Wolf, Europe and the People Without History (Berkeley: University of California Press, 1982), s. 234.

59 M.N. Pearson, ‘India and the Indian Ocean in the Sixteenth Century’, Ashin Das Gupta ve M.N. Pearson (editörler), India and the Indian Ocean 1500-1800 (Kalküta: Oxford University Press, 1987), s. 78.

60 Braudel, Civilization, III, s. 489.

61 P.J. Marshall, ‘Private British Trade in the Indian Ocean before 1800’, Das Gupta ve Pearson, India, s. 280, 283, 287, 292-293.

62 Om Prakash, ‘The Dutch East India Company in the Trade of the Indian Ocean’, J.F. Richards (editor), Precious Metals in the Late Medieval and Early Modem Worlds (Durham: Carolina Academic Press, 1983), s. 189-190.

63 Frank, ReOrient, s. 74-75.

64 Wolf, Europe, s. 240.

65 Ponting, World. History, s. 525

66 Jonathan Bloom ve Sheila Blair, Islam: Empire of Faith (Londra: BBC Books, 2001), kitabında Muhteşem Süleyman’a göndermede bulunur, s. 158.

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:149-165
Devamını Oku »

Arapçadan Latinceye (Tercüme Faaliyetleri)

Arapçadan Latinceye (Tercüme Faaliyetleri)

İspanya, İngiltere ve İberya Yarımadasında yoğunluk kazanan Arapçadan Latinceye tercüme faaliyetleri, Ortaçağ Avrupa tarihinin önemli kırılma nok­talarından biridir. 12. ve 13. yüzyıllarda büyük bir ivme kazanan tercüme ha­reketi, Kur’ân-ı Kerim’in Latince tercümesinden felsefî ve bilimsel eserlerin tercüme ve şerh edilmesine kadar geniş bir literatürün ortaya çıkmasına im­kân sağlamıştır. Lâkin Arapçadan yapılan tercümeler sayesinde Avrupalı ay­dınlar, teologlar ve bilim adamları, sadece düşmanın zihin dünyasını keşfet­mekle kalmadılar; aynı zamanda yüzlerce yıldır Avrupa’nın düşünce harita­sında kayıp olan kadim Yunan’ın bilim ve felsefesini de yeniden keşfettiler. Dahası, Oryantalistlerin iddiasının aksine, Müslüman düşünürler Yunan ya­zılı mirasını sadece muhafaza edip vakti geldiğinde Avrupa’ya teslim etmedi­ler. Tersine, kadim Yunan düşüncesini, yaratma ve ahiret fikri ekseninde ele aldılar ve onu teistik metafizik bağlamında yeniden ürettiler.

Felsefî açıdan Eflatun ve Aristo’nun paganizmden çıkıp tek Tanrı inancıyla buluşması, Tho­mas Aquinas gibi Hristiyan teologlardan çok önce Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi Müslüman filozofların elinde gerçekleşti. Aristo’nun neo-Eflatuncu bir bağlamda ve dini kozmoloji ve metafizikle barışık bir çerçevede yo­rumlanmasını ilk sağlayanlar da Müslüman düşünürlerdi. Bu bağlamda Or­taçağ Avrupa felsefesini Eflatun ve Aristo’nun İslâm dünyasındaki serüvenin­den bağımsız ele almak mümkün değildir. Batı’da ‘Şârih’ olarak bilinen İbn Rüşd’ün Aristo tartışmaları ve genel olarak felsefe alanındaki etkisi, birkaç asır devam etmiştir. İbn Rüşd’e karşı en sert eleştirileri getiren Ortaçağ filozofları bile İbn Rüşd’ün düşünce sistemine ve yazdığı şerhlere kayıtsız kalamamıştır.

12. yüzyıl tercüme hareketinin temel saiki, her şeyden önce yükselen İs­lâm medeniyetinin ortaya koyduğu entelektüel ve bilimsel birikimin ortaya koyduğu meydan okumaydı.

Bağdat’tan Kurtuba’ya, Şam’dan Granada’ya, İskenderiye’den Fez’e kadar en iyi okullar, hastaneler, rasathaneler, kütüpha­neler, temiz ve aydınlık şehirler ve diğer yüksek kültür unsurları Dâru’l-İslâm’da bulunmaktaydı. Avrupalı bilim adamlarının, edebiyatçıların, yönetici­lerin, tüccarların, hatta din adamlarının bu ticaret, kültür ve medeniyet mer­kezlerine bigâne kalması elbette mümkün değildi. Dahası Müslümanlar, Batı’nın yitik hikmetine, yani kadim Yunan düşüncesinin temel eserlerine sahip­tiler. Sokrat öncesi filozofların, Eflatun’un ve Aristo’nun Avrupa’da unutul­maya yüz tutan eserleri, Arapça tercümelerde muhafaza edilmekteydi. Asıl önemlisi, Müslümanlar ademiyete mahkûm edilmiş kadim Yunan düşüncesi­ne hayatiyet kazandırmış; tercüme, şerh ve haşiyelerle canlı bir tefekkür gele­neği inşa etmişlerdi.

Felsefî düşüncenin yanında kadim Yunan’a geri giden tıp, matematik ve astronomi geleneği de yine Müslüman bilim adamları tarafın­dan yaşatılmakta ve geliştirilmekteydi. Böylece Eflatun ve Aristo gibi kadim Yunan düşünürleri, Endülüslü ve Doğulu Müslümanlarla Avrupalı ve Doğu­lu Hristiyanların farklı zaviyelerden sahiplendiği ortak bir miras haline geldi. Bu süreçte Yahudi mütercim, düşünür, şârih ve bilim adamları da önemli bir rol oynadı. Ortaçağ Yahudi bilim ve düşünce insanlarına bu imkânı sağlayan şüphesiz İslâm toplumlarının sunduğu müsamaha ve çoğulculuk ortamıydı. Zira Ortaçağ Hristiyan dünyası, Hz. İsâ’nın katilleri olarak gördüğü Yahudilere ticaretten bilime hiçbir alanda hayat hakkı tanımamıştı.(5)

Bu bilim-felsefe birikimine ticarî, diplomatik ve siyasî ilişkileri de ekle­mek gerekir. Haçlı seferleri sırasında İslâm dünyasına giden ve Müslüman­larla direkt temas imkânına sahip olan Avrupalı siyasîler, askerler, tüccarlar ve din adamları Arapça bilmiyordu. Fakat savaş ya da barış zamanında iş yap­mak için Arapça bilmek giderek pratik bir zorunluluk haline gelmişti. Bu dö­nemde Batı Hristiyan aleminde Arapça bilenlerin sayısı parmakla gösterile­cek kadar azdır. Buna rağmen tercüme hareketinde önemli rol oynayan Jo­hn of Seville, Dominicus Gundissalinus, Herman of Dalmatia, Hvoli’li Plato, Ketton’lu Robert, Mark of Toledo, Gerard of Cremona ve Michael Scott gi­bi önde gelen mütercimler, klasik İslâm medeniyetinin felsefî ve kültürel bi­rikiminin Avrupa’ya aktarılmasında merkezî bir rol oynadılar.

Matematik, cebir, geometri, astronomi, tıp, doğa tarihi, mekanik, kimya ve simya, felsefe, kelam, tasavvuf, şiir, düşünce tarihi ve diğer alanlarda Arapçadan Latinceye ve İbraniceye yapılan tercümeler, 12. ve 13. yüzyıl düşün- ce dünyasına damgasını vurmuş ve Avrupa’da yeni bir düşünce, bilim ve sa­nat hareketinin doğmasına neden olmuştur.(6) ‘Arap rakamları’ olarak bilinen sayı sembollerinin Avrupa’da kullanılmaya başlanması, matematik ve trigo­nometrinin yanı sıra vergilendirme ve gümrük işlemleri gibi pratik konular­da büyük mesafelerin alınmasına imkân sağlamıştır. Zira Roman rakamlarıy­la çok haneli ve karmaşık matematik işlemlerinin yapılması imkânsız derece­sinde zordu ve ileri düzeyde uzmanlık bilgisi gerektiriyordu. Arap rakamla­rının Avrupa’ya gelişi 1202 yılında Pisa’lı Leonardo Fibonacci’nin Liberabaci kitabıyla başlar. ‘Sıfır’ın Avrupa dillerine girmesi yeni imkânlara kapı ara­lamış ve kısa sürede bütün kıtada kullanılmaya başlamıştır.

Astronomi ve tıp alanında da benzer bir sürecin yaşandığını görüyoruz. Galileo ve Kepler’in önerdiği yeni evren modelinin temelleri zaten Müslüman astronomi alimle­ri tarafından atılmıştı. Dahası, Müslüman astronomlar ve coğrafyacılar, dün­yanın yuvarlak kabul edildiği modeller üzerinde çalışmış ve alternatif hesap­lamalar yapmışlardı. Asıl önemlisi, Müslüman bilim adamları bunu yalın bir bilimsel veri olarak ortaya koymuş ve farklı evren modellerine dinî-kelamî anlam yükleme ihtiyacı hissetmemişlerdi. Bu yüzden dünya-merkezli evren modelinden güneş-merkezli evren modeline geçiş Batı’da büyük bir teolojik krize sebep olurken, Islâm dünyasında bilimsel-kozmolojik bir mesele olarak ele alınmış ve dinî-teolojik tartışmalara neden olmamıştır. Buna mukabil, Kilise’nin Aristocu-Batlamyuscu astronomi modelini esasa alan dünya-merkez­li evren tasavvuru, Hz. İsâ’nın bu dünyaya gelmiş olması fikrinden hareket­le dünyanın merkezde olmadığı astronomik modelleri şiddetle reddetmiş ve bunları kendi teolojik sistemine bir saldırı olarak kabul etmiştir.

Müslüman bilim adamlarının yürüttüğü ileri düzeydeki bilimsel çalışmala­rın Avrupa’ya ulaşması uzun sürmedi. Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan ünlü astronomi alimi Ebû Abbâs el-Fergânî’nin Batı astronomisi üzerindeki etkisi kapsamlı ve derin oldu. Çağının en büyük astronomi eseri olan Kitâb fî hareketi’s-semâviyye ve cevâmi‘ ilmi’n-nucûm, gökkürenin dairevî olduğundan, kuzey ve güney kutuplarından ve dolayısıyla dünyanın sferik bir şekle sahip olduğundan bahseder. Batlamyus’un modeli üzerinde pek çok düzeltme ya­pan ve yeni bilimsel veriler ortaya koyan Fergânî’nin bu eseri, 1135’te John of Seville tarafından Latinceye tercüme edildi. Eserin İbranice tercümesi de yine bu dönemde yapıldı. John of Hollywood, 1233’te tamamladığı astrono­mi eseri Sphaera Mundi'de Fergânî’nin sunduğu bilimsel verileri ve teorileri kullandı. Özellikle dünyanın yuvarlak olduğu fikri, Avrupa’daki hakim para­digmaya ters bir görüştü, fakat aynı zamanda çığır açan bir bilimsel gelişmey­di. Nitekim Kristof Kolomb’un Hindistan’a ulaşmak niyetiyle yola çıkması­nı sağlayan bilimsel-coğrafî arka plan da Müslüman bilim adamlarının orta­ya koyduğu dünya tasavvuruna dayanmaktaydı.

Fergânî’nin Avrupa’daki etkisi sadece bilim çevreleriyle sınırlı kalmadı. O’nun Dante (d. 1265) üzerindeki etkisi de kayda değerdir. İslâm kültürüne ve astronomisine aşina olan Dante, Fergânî’nin eserini Latince’den okumuş ve Conınvio ve Vtta Nuova adlı eserlerinde ona atıfta bulunmuştur. Elbette bu etkinin zirveye çıktığı yer, Dante’nin İlahi Komedya1 sidir. İtalyan edebiyatının ve Ortaçağ Hristiyan sembolizminin en büyük eserlerinden biri kabul edilen İlahi Komedya1 nın sadece cennet ve cehennemi konu alan edebî kurgusu de­ğil, aynı zamanda bilimsel-astronomik temeli de İslâm bilim geleneğinden ve hassaten Fergânî’nin eserlerinden hareketle inşa edilmiştir.(7)

Tıp alanında Müslümanların ulaştığı ileri seviye biliniyordu; fakat Avru- palılar, Haçlı seferleri sırasında bunu bizzat müşahede etme imkânı buldular. Koruyucu tıptan ilaç bilimine, cerrahiden psikolojik tedaviye kadar çok ge­niş bir alana yayılan İslâm tıbbı, Avrupa’da hayal bile edilemeyen tedavi tek­nikleri geliştirmiş ve bunları pek çok defa test etmişti. Üsâme ibn Munkız, Haçlıların bazı yaraları tedavi etmede başarılı olduğunu teslim eder; fakat İslâm tıbbının çok daha ileri düzeyde olduğunu ‘Frenklerin’ de kabul ettiği­ni söyler. İslâm dünyasındaki ‘dârüşşifa’ yani hastaneler, gerek fizikî şartla­rı gerekse tedavi yöntemleri ve sağlık hizmetleri açısından dünyanın en ileri kurumlarıydı. Mekke, Medîne, Bağdat, Şam, Kudüs, Konya, Kayseri ve Si­vas gibi büyük şehirlerde 11. yüzyıldan itibaren kurulan dârüşşifalar, teda­vi, cerrahî ve koruyucu sağlık alanlarında önemli merkezler haline gelmişti. Dârüşşifalar Osmanlılar döneminde daha ileri bir seviyeye ulaştı ve özellikle 15. yüzyıldan itibaren Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa gibi şehirlerde bü­yük sağlık kampüsleri halinde hizmet vermeye başladı.(8) Avrupalılar bu geliş-melerden haberdardı. İbn Sînâ’nın Batı dillerine Canon of Medicine olarak aktarılan el-Kânun fı't-tıb eseri ve Râzî’nin Batı’da Continens olarak şöhret salan el-Haviyât kitabı da bilinmekteydi. Fakat Avrupa’da hastane adı veril­meyi hak eden sağlık kurumlarının ortaya çıkması ancak 16. yüzyıldan son­ra mümkün olmuştur.(9)

12.Yüzyılda bir Rönesans

Kısaca ifade etmek gerekirse Müslümanların tıp, astronomi, matematik ve coğrafya gibi bilimlerde ortaya koyduğu birikim, Ortaçağ Avrupa düşün­cesine doğrudan etki yapmış ve yeni imkânların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu geniş müktesebât, Charles Haskins’in “12. Yüzyıl Rönesansı” adını verdi­ği büyük bir kültürel ve ekonomik inkişâf döneminin zeminini hazırlamıştır. Haskins’in 12. yüzyıl için yaptığı analizi, bir sonraki yüzyıla da teşmil etmek gerekir. Zira 12. yüzyılda başlayan etkileşim ve hareketlenme, asıl meyvele­rini 13. yüzyılda verecektir. Islâm ve Batı tarihinin diğer dönemlerinde oldu­ğu gibi 13. yüzyılda da birkaç paralel tarih aynı anda yaşanmıştır: Bir yanda çatışma, savaş ve Moğolların Müslümanları alt ederek Hristiyan Batı’yla itti­fak kuracağı beklentisi; diğer tarafta diplomasi, ticaret, bilim, eğitim, felsefe, tıp, astronomi, matematik ve sanat alanlarında geniş bir alışveriş.

Bu noktaya dikkat çeken Fuat Sezgin, 12. yüzyılda zirveye ulaşan tercüme hareketinin, Islâm idaresindeki Güney Ispanya ve Iberya Yarımadası’nda Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların geliştirdiği ‘ortak çalışma geleneği’ ile mümkün hale geldiğini söyler.(10) Tuleytula şehri, 1085 yılında Müslümanların elinden çıkıp Kastillerin idaresine geçmiş olmasına rağmen, tercüme, şerh ve diğer bilimsel çalışmaların merkezi olmaya devam etmiştir. Aynı şekilde Nor­man Kralı I. Roger in 1091 yılında Müslümanlardan aldığı Sicilya adasında İslâm bilim ve düşünce hayatı devam etmiş, hatta 11. Roger döneminde İslâm biliminin Avrupa ya aktarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Dönemin ha­kim bilim ve yüksek kültür paradigması İslâm medeniyeti olduğundan, siyasî ve askeri alandaki gerilim ve çatışmalara rağmen, Fârâbî, İbn Sînâ, Harezmî, Mecritî, Battânî, Câbir ibn Hayyân ve Fergânı gibi Müslüman bilim adamı ve düşünürlerin eserleri tercüme ve tetkik edilmekteydi. 12. ve 13. yüzyılla­ra damgasını vuran Haçlı seferlerine rağmen bilim, düşünce, tercüme ve sa­nat alanında İslâm medeniyeti Avrupa’nın düşünce hayatını, eğitim kumrula­rını, sanat merkezlerini etkilemeye devam etmiştir.

Avrupa’da İslâm bilim ve düşünce geleneğiyle ilk ciddi temaslar 9. ve 10. yüzyıllarda İspanya’da yani Endülüs’te başlar. Papa II. Sylvester (999-1003) adıyla Katolik Kilisesi’nin başına geçen Gerbert of Aurillac, İslâm bilim ge­leneğini doğrudan inceleyen ilk önemli isimlerden biridir. Batılı kaynaklar II. Sylvester’in Katalonya’da bilimsel çalışmalar yaptığını, Müslüman bilim adamlarının kütüphanelerinde çalıştığını ve mantık ve Latin edebiyatının ya­nı sıra matematik ve astronomi tahsil ettiğini aktarır. Bir efsaneye göre Syl­vester, Kurtuba’da Müslüman ilim adamlarından gizlice ‘yasak bilimleri’ öğ­renir ve bunları kendi derslerinde ve vaazlarında kullanır. Bu tür rivayetler, İslâm bilim geleneğine duyulan gizli ve mütereddit hayranlığın bir tezâhürü olarak görülmelidir.

11.ve 12. yüzyıllarda Latince tercüme hareketi ivme kazanmış ve 13. yüzyılda zirvesine ulaşmıştır. Özellikle II. Frederik döneminde Sicilya’da karşımıza çıkan tercüme ve şerh hareketi, Ortaçağ Avrupa düşünce tarihin­de önemli bir yere sahiptir. İmparator’un talimatıyla Latince’ye önemli ter­cümeler yapan Michael Scott (ö. 1232 ve ya 1236), tarih boyunca hem tak­dir hem de tezyif ve karalama kampanyalarının öznesi olmuştur. Scott’un “paganların kitaplarını” tercüme etmek ve bâtını ilimlere dalmak suretiyle birtakım olağanüstü güçlere sahip olduğu efsanesi, hakkında pek çok riva­yetin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu rivayetlerinden etkilenen Dan­te, Scott’u İlahi Komedyasında Infernoya yani Cehenneme koyar. Kendisi de bir Hristiyan olan Scott’un suçu, Müslümanların eserlerini okuyarak gelecek hakkında kehanette bulunmak ve büyücülük yapmaktır!(11)

Bu tür efsane rivayetler, Scott’un İlmî ve tarihî öneminden bir şey eksiltmiş görünmüyor. Başpiskopos olma teklifini birkaç kez reddeden Scott, kendini mate­matik, felsefe ve doğa tarihi çalışmalarına adamayı tercih etmiştir. İskoçya-lı olan Scott, Aristo’nun eserlerini Ibn Sînâ ve İbn Rüşd’ün şerh ve yorum­larıyla beraber okumuş ve II. Frederik’in ‘aydınlanmış imparatorluk’ idea­line önemli katkılar sunmuştur. Nitekim felsefî ve bilimsel konulara mera­kı olan İmparator II. Frederik, -İbn Seb‘în’e gönderilen sorulara benzer bir şekilde- Scott’a yeryüzü, doğa tarihi, cennet ve cehennem, ruh ve dünya­nın sonu gibi konularda çeşitli sorular yöneltmiştir. Popüler efsaneleri bir kenara bırakacak olursak, Michael Scott’un hem bir düşünür ve bilim ada­mı, hem de bir kültür aktarıcısı olarak İslâm-Batı tarihinde önemli bir yere sahip olduğunu teslim etmek gerekir.(12)

Bu noktada Franco Cardini’nin “13. Yüzyıl, Batı’da İslâm-yanlısı (pro-Islamic) bir yüzyıl mıydı?” sorusu, dikkat çekici bir nitelik kazanmaktadır. Ge­rek Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı dönüşüm, gerekse Islâm medeniyetinin giderek yetkin ve evrensel bir kimliğe bürünmesi, bu dönemin farklı bir zavi­yeden ele alınmasına imkân tanımaktadır. Haçlı seferlerinin hedeflerine ula­şamadan sona ermesi, iki asır boyunca devam eden etkileşim, Arapçadan ya­pılan tercümelerin derin etkisi ve son olarak Endülüs Islâm tecrübesinin or­taya koyduğu convivencia kültürü, bazı ön yargıların ve peşin hükümlerin bir nebze de olsa azalmasını sağlamış görünmektedir. Bunda, 13. yüzyıldan iti­baren varlığını hissettirmeye başlayan hümanist geleneğin de etkisinin oldu­ğu söylenebilir. Katolik Kilisesi’nin nüfuz alanı dışında kalan ve dünya tarihi­ne, evrene ve diğer toplumlara farklı bir gözle bakmaya çalışan çevreler hep var olmuştur. Hristiyan geleneğin dışında yaşanan hümanist kıpırdanmalar, 15. ve 16. yüzyıllarda güç kazanacak ve İslâm da dahil olmak üzere başka din ve kültürlere karşı daha toleranslı ve sempatik yaklaşımların benimsenmesine imkân sağlayacaktır. Bu konuya ileride tekrar değineceğiz.

Arapçadan yapılan tercümelere baktığımızda İslâm bilim ve düşünce ge­leneğinin önemli eserlerinin önce Latinceye, ardından diğer Avrupa dillerine aktarıldığını görüyoruz. Toledo, Sevilla, Montpellier, Toulouse, Beziers, Narbonne, Marsilya, Sicilya ve Lisbon gibi şehirler, bu tercüme hareketinin ana merkezleri olmuşlardır. Afrikalı Konstantin, Tivoli’li Plato, Adelard de Bath, Dalmaçyalı Hermann, Robert de Retines, Santallalı Hugo, Dominicus Gundissalinus, Gerard of Cremona, Burges’li Rudolf, Alfred de Sareshal, Micha- el Scott, Tripoli’li Philip, Peter Gallego,

Alman Hermann gibi mütercimler 12. yüzyıldan itibaren yüzlerce eseri Arapçadan Latinceye tercüme etmiş, ya­pılan tercümeleri düzeltmiş ve Avrupa dillerine kazandırmıştır. Tercüme ha­reketine Juan Hispano (İbn Dâvûd), Abraham bar Hiyya, Judah ben Saul ve Moses ibn Tibbon gibi Yahudi mütercimler de önemli katkılar sağlamıştır.(13)

11.ve 12. yüzyıllarda hız kazanıp 16. ve 17. yüzyıllara kadar devam eden bu büyük tercüme faaliyetinde, İslâm bilim ve felsefe geleneğinin kuru­cu isimleri olan Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazâlî, İbn Rüşd, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Fatik, İbn Tûmert, İbnu’s-seyyid Batalyevsî ve Tebrizî gibi müellif­lerin eserleri çevrilmiştir.(14) Bu çeviriler Avrupa’daki bilim ve kültür merkez­lerinde yeni tartışmaların ve keşiflerin yapılmasına ve farklı ekollerin orta­ya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Yunancadan Arapçaya yapılan tercümeler­de olduğu gibi, Arapçadan Latinceye ve diğer Avrupa dillerine yapılan tercü­meler de sadece birer tercüme olarak kalmamış; yazılan şerh ve hâşiyeler ve bunları takip eden tartışmalar neticesinde geniş ve dinamik bir düşünce ha­yatının ve bilim faaliyetinin başlamasına vesile olmuştur. 12. yüzyıldan itiba­ren Avrupa’daki bir entelektüel, ilahiyatçı yahut bilim adamının Müslüman muadillerinin fikirlerine ve eserlerine atıfta bulunmadan herhangi bir tartış­ma yapması mümkün değildi.

Ortak Kavramlar Dünyası

Bu etkileşim, İslâm ve Batı toplumlarının zihin dünyalarında yeni ileti­şim kanallarının açılmasına imkân sağlamış mıdır? Bu çalışmalar Batı’nın İslâm algısı üzerinde nasıl bir etki yapmıştır? Müslüman düşünürler, Avrupa düşüncesi üzerindeki derin etkilerinin ne kadar farkındaydılar? Farkında ol salardı, bunu ne kadar ya da ne şekilde önemserlerdi?

Bu soruların tek cümlelik, yalınkat cevaplarının olmadığını ifade etmemiz gerekir. Ortaçağ düşünürleri için İslâm medeniyeti hem kadim Yunan düşün­cesi hem de ‘çağdaş’ bilim ve felsefe çalışmaları için önemli bir bilgi kaynağı idi. Tarihî, teolojik ve siyasî önyargılara rağmen, Müslüman bilim ve düşün­ce adamlarının eserlerine ilgisiz kalmaları mümkün değildi. Fakat İslâm me­deniyetinin başarıları, Avrupa intelijensiyası için aynı zamanda fikrî bir teh­dit ve meydan okumaydı. Bu tehdit algısının teolojik temelleri meseleyi da­ha da karmaşık hale getirmekteydi; zira Hristiyan Avrupa’nın sapık ve pagan olarak gördüğü bir topluluğun bilim, felsefe, mantık, edebiyat, sanat ve tek­noloji alanlarındaki evrensel başarılarını izah etmek kolay bir iş değildi. Ha­sım bir kültürün başarılarını teslim ve takdir etmek, ya İslâm medeniyetinin paganlığı hakkındaki fikirlerini ya da paganlığın aklî ve ahlâkî değeri hakkın- daki hükümlerini değiştirmelerini zorunlu kılıyordu. Bu yüzden Roger Bacon gibi düşünürler, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozofların aslında Müslüman ol­madığını, gizlice dinlerini değiştirdiğini, sırf İslâm’ın kılıcından korktukları için zâhirde Müslümanmış gibi göründükleri efsanesini ortaya attılar. Bu ka­dar ileri gitmeyenlerin getirdiği bir diğer izah ise, en az bunun kadar dikkat çekiciydi: Felsefe ve bilimde çığır açan Müslüman düşünürler bu başarıları­nı İslâm sayesinde değil, İslâm’a rağmen elde etmişlerdi! Bu dönemde pek çok kişinin bu tür efsanelere inanmasına şaşırmamak gerekir. Zira bütün bir zihin haritasının temel kodlarını değiştirmeden bu paradoksları izah etmek mümkün değildi.

Bu paradoksları ve gerilimleri not etmekle beraber şu noktanın da altını çizmemiz gerekiyor: Ortaçağlar boyunca Avrupalı ve Müslüman düşünürle­rin kavram dünyası, evren tasavvuru, felsefî kaziyyeleri, ontolojik mülâha­zaları, epistemik hiyerarşileri ve ahlâkî tartışmaları, Aydınlanma-sonrası dö­nemle kıyaslandığında birbirine daha yakın ve daha irtibatlı idi. Aralarındaki teolojik ve felsefî ihtilaflara rağmen St. Thomas Aquinas ile İbn Sînâ’nın, St. Bonaventure ile İmam Gazâlî’nin, St. Anselm ile Fârâbî’nin birbirleriyle an­lamlı bir muhâvere ve fikir alışverişinde bulunması mümkündü. Aquinas’in Summa Theologica’sının cevher, araz yahut nedensellikle ilgili bölümlerini okurken, İbn Sînâ nın Şifâsına kolaylıkla geçiş yapabilirsiniz. Aquinas’in, Tanrı’nın varlığı hakkındaki ünlü ‘beş yol’u yahut delili (ki bunlar hareket etmeyen hareket ettirici, ilk sebep delili, imkân delili, derece delili ve nizam delili olarak bilinir), Kindî, Fârâbî yahut İbn Sînâ’nın eserlerinde karşımıza çıkan vâcibu-l-vücûd delilleriyle büyük benzerlikler arz eder. Aquinas’in bu delillerin önemli bir kısmını Müslüman filozoflardan aldığını biliyoruz. Bu­nu mümkün kılan, sadece Müslüman düşünürlerin tarihî olarak Aquinas’tan önce yaşamış olması değildir. Buradaki temel sebep, Müslüman düşünürle­rin Tanrı’nın varlığı, dış dünyanın gerçekliği, hakikatin bilinebilirliği, man­tık kurallarının evrenselliği ve bilginin imkânı gibi metafiziğin temel konu­larında Yunan düşünürlerini ‘teistik’ ve ‘teleolojik’ bir çerçevede okuyup ye­niden üretmesidir.

Müslüman filozofların elinde pagan ve politeist unsurlarından arındırı­lan Eflatun ve Aristo’nun düşünce sistematiği, Îbrahimî dünya görüşü ve ya­ratma fikri çerçevesinde yeniden inşa edildi. Kadim Yunan filozoflarını ki­min daha ‘doğru’ okuduğu sorusu burada anlamsız hale gelmektedir. Çünkü farklı okumalara tabi tutulmak ve bazen taban tabana zıt düşünce sistemleri­ne kaynaklık etmek, bütün büyük düşünürlerin kaçınılmaz kaderidir. Önem­li olan bu tür okumaların ne kadar tutarlı ve derinlikli olduğu sorusudur. Bu manada İbn Rüşd’ün, Fârâbî ve İbn Sînâ’yı Aristo’yu Eflatun’un ‘sadık bit müridi’ haline getirdiği için şiddetle eleştirmesini normal karşılamak gerekir.

Zira kendisi de Meşşâî geleneğe mensup olan İbn Rüşd, kendinden öncele Meşşâîlerin Aristo’yu olduğundan daha metafizik ve mistik bir bakış açısıyla okumasına karşı koyar ve bunun Birinci Öğretmen’in ‘tahrif edilmesi' an­lamına geldiğini savunur.

Bu tür ihtilâfları, aynı paradigmanın iç çatışmaları ve gerginlikleri olarak görmek daha isabetli bir tutum olacaktır. Bizim konumuz açısından önem arz eden husus, Müslüman filozofların eserlerinin Avrupa’ya aktarılmasıyla bera­ber ortaya çıkan felsefî-kavramsal çerçevenin sağladığı entelektüel imkânlardır. Bu noktaya dikkat çeken Etienne Gilson, Latin düşünürlerin İbn Sînâ’nın eser­lerini okumadan önce kapsamlı bir metafizik kozmolojiden yoksun olduğunu ve Eflatun’un Timaeus’undaki na-tamam evren tasavvuruyla yetinmek zorun­da kaldıklarını söyler.(15)

İbn Sînâ’yı Latinceden okuyan Avrupalı düşünürler, ilk defa kuşatıcı ve tutarlı bir metafizik ve bilimsel kozmoloji sisteminin varlı­ğından haberdar oldular. İbn Sînâ’ya yönelttikleri ikincil eleştirilere rağmen, onun sistemini büyük oranda adapte ettiler.(16) Teslîs inancının icbar ettiği teo­lojik farklılıklar elbette felsefî ve kozmolojik alanlara da sirayet etti. Nitekim Skolastik kozmolojinin en büyük meydan okumalarından biri, teslîs inancına uygun bir evren tasavvuru ve ontoloji inşa etmek olmuştur. Buna rağmen Latin düşünürlerini, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozofların düşünce sistemlerini ken­di teolojik varlık tasavvurları içerisinde anlamlı hale getirmek için büyük bir çaba harcadılar. Müslüman filozofların ve Latin-Skolastik düşünürlerin ortak kavramsal-felsefî zemini, bu tarihî buluşmanın bir neticesi olarak ortaya çıktı.

Aynı şeyi İslâm dünyasında yetişen Yahudi düşünürler için de söyleyebi­liriz. Mûsâ ibn Meymûn’un “Aklı Karışıklar İçin Kılavuz” (Delâletü’l-hâirin) kitabını, Yahudilik’le ilgili kısımlarını parantez içine alarak, felsefî kelam geleneğinin ana hatları içerisinde okuyabilirsiniz. Tanrı’nın varlık delilleri, evre­nin yaradılışı ve bir sonunun olması, madde-sûret ilişkisi, nedensellik, ruhun ölümsüzlüğü, nefsin melekeleri ve dereceleri konularında İbn Meymûn felsefi kelamın önde gelen temsilcilerinden biridir ve Islâm geleneğinde Fahreddin Razi gibi kelamcılarla mukayese edilebilir. Bu genel çerçeveyi akılda tuta­rak Farabi yahut Sühreverdinin mesela Hobbes ve Hegel’e kıyasla St. Tho- mas Aqginas ve Meister Eckhartla daha fazla ortak noktalarda buluştuğunu söyleyebiliriz. Teslis, çarmıha germe ve günahların affedilmesi gibi konular­da ortaya çıkan teolojik farklılıklar, diğer felsefî, kozmolojik ve ahlâkî alan­larda mutlak bir ihtilaf yahut çatışma anlamına gelmez.

Bu nokta, hem İslâm-Batı ilişkilerinde hem de İslâm-Hristiyanlık diyalo­gunda genellikle ihmal edilen bir konudur. Aydınlanma-öncesinde inşa edi­len zengin felsefî kültür, bugün için güncel değerini yitirmiş olabilir. Bugün felsefenin kavram dili Aziz Peter’in yahut Nasîruddîn et-Tûsî’nin kavram di­linden şüphesiz farklılaşmış ve uzaklaşmıştır. İslâm dünyasındaki felsefe tar­tışmalarının fakirliği kısmen bu kavram diline nüfuz edecek ve onu canlı bir tefekkür ameliyesi haline getirecek çalışmaların azlığından kaynaklanmakta­dır. Fakat bu, bin yıllık bir felsefe ve bilim geleneğinin bugüne dair hiçbir şey söylemediği anlamına gelmez. Tersine, Islâm düşünce geleneğini bütün im­kânlarıyla kavramak ve yeniden okumak, hem günümüz İslâm dünyasına en­telektüel katkı sunacak hem de İslâm-Batı ilişkilerinde yeni imkânların orta­ya çıkmasına olanak sağlayacaktır.

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;132-143

Dipnotlar:

5.Aristonun Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin ortak mirası haline gelme süreci ve bu süreçte Müslüman mütercim, filozof ve yöneticilerin katkıları için bkz. Richard Rubenstein, Aristotle s Children: How Christians, Muslims, and Jews Rediscovered Ancient Wisdom and Illuminated the Middle Ages (Orlando: A Harvest Book, 2003).

6.Arapçadan Latince ve İbraniceye yapılan tercümeler ve İslâm bilim ve felsefesinin Avrupa’ya etkisi için bkz. Bekir Karlığa, İslâm Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etki­leri (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2004).

7- Bkz. Salah E. Zaimeche ,‘Al-Farghani’, The Oxford Encyclopedia of Philosophy, Scien­ce and Technology in Islam, ed. Ibrahim Kalin (Oxford: Oxford University Press, 2014), Cilt I, s. 235-238.

8-Kısa bir değerlendirme için bkz. Miri Shefer-Mossensohn, “Hospitals and Medical Institutions , The Oxford Encyclopedia of Philosophy, Science and Technology in Is­lam, ed. İbrahim Kalin (Oxford: Oxford University Press, 2014), Cilt I, s. 283-290.Islâm tıp tarihi hakkında daha detaylı çalışmalar için bkz. Ahmet Ağırakça, İslâm Tıp Tarihi: Başlangıçtan VII.[XIII Yüzyıla Kadar (İstanbul, 2004); Gönül Çantay, Anado­lu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifalari. (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 1992); Mi­ri Shefer-Mossensohn, Ottoman Medicine: Healing and Medical Institutions 1500- 1700. (Albany: State University of New York Press, 2009).

9.Matematik, astromomi ve tıp alanlarında İslâm biliminin ulaştığı nokta ve Batı’ya etkisi konusunda şu eserlere başvurulabilir: Seyyed Hossein Nasr, Islamic Science: An Illustrated Study (World of Islam Publishing, 1976); Seyyed Hossein Nasr, Scien­ce and Civilization in Islam (Chicago: Kazi Publications, 2007); Howard Turner, Science in Medieval Islam (Austin: University of Texas Press, 1995); George Saliba, Islamic Science and the Making of the European Renaissance (Cambridge: The MIT Press, 2011); Donald Hill, Islamic Science and Engineering (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1994); Jim al-Khalili, The House of Wisdom: How Arabic Scien­ce Saved Ancient Knowledge and Gave us the Renaissance (London: Penguin Books, 2012); Michael Hamilton Morgan, Lost History: The Enduring Legacy of Muslim Scientists, Thinkers and Artists (Washington DC: National Geographic, 2007). Lut­terworth, 1955), s. 98-99.

10.Fuat Sezgin, İslâm’da Bilim ve Teknik (Ankara: 2007), Cilt I, s. 139.

11-Bkz. Montgomery Watt, The înfluence of İslam on Medieval Europe (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1972), s. 61.

12-Michael Scott, popüler kültürde bir cazibe unsuru olmaya devam etmektedir. Bu et­kiyi özellikle çağdaş İskoç edebiyatında ve tarihî fantazi romanlarında görüyoruz. James Hogg’un The Three Evils of Man adlı romanı, Scott’u kara büyü yapan bir fi­gür olarak tasvir eder. Michael Scott Rohan’ın The Lord of Middle Air romanında Scott, baş karakterdir. Yazar Scott Rohan, Michael Scott’un torunu olduğunu da id­dia eder. Benzer eserlerde Scott genellikle büyü ve kehanet işleriyle uğraşan bir ka­rakter olarak tasvir edilir.

13.Mütercimler ve tercümeler için bkn:Bekir Karlığa-İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkisi,177-216

14-Bu müelliflerin tercüme edilen eserleri için bkn:Bekir Karlığa-İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkisi,219-352

15.Etienne Gilson, History of Christian Philosophy in the Middle Ages (London: Sheed and Ward, 1989), s. 238 ve devamı.

16.İlginç olan şu ki benzer bir durum Gazâlî’nin kozmolojisinde de karşımıza çıkar. İbn Sînâ’yı diğer filozoflarla beraber acımasızca eleştiren ve İslâm inancını Yunan meta­fiziğine ram ettiği için tekfir eden Gazâlî, kendi kozmolojisinde İbn Sînâ’nın etkisin­den kurtulamaz. Bu konuda bzk. Richard Frank, Creation and the Cosmic System: al-Ghazali and Avicenna (Heidelberg: Carl Winter, 1992) ve aynı müellif, “Al-Gha- zali’s Use of Avicenna’s Philosophy”, Revue des etudes islamiques 55-57;(l987-89), s. 271-85. Ayrıca bkz. Frank Griffel, al-Ghazali’s Philosophical Theology (Oxford: Oxford University Press, 2009).
Devamını Oku »

Bilimlerin Gaye ve Sırları

 

el-Gazzâlî




Ey din kardeşim! Benden, dinde ilimlerin gaye ve sırları ile mezheplerin gaye ve incelikleri hakkında bilgi vermemi istedin. Şimdi sana, çeşitli meslek ve yolların farklılığı ile fırkaların çekişmeleri arasından hakkı bulup ortaya çıkarmada karşılaştığım sıkıntıları, taklid çukurundan tahkik mertebesine cesaretle nasıl yükseldiğimi, bu arada Kelam İlmi’nden nasıl istifade ettiğimi, sonra hakkı idrak için imamı taklidi öne süren ta’lim ehlinin, üçüncü olarak felsefe yapanların yollarından ve son olarak tasavvuf yolundan beğendiklerimi ve hakkın incelikleriyle ilgili halkın sözlerini incelediğim sırada kalbime doğanları, talebenin çokluğuna rağmen Bağdad’da ilmi yaymaktan beni alıkoyan şeyi, uzun bir süreden sonra Nisabur’a dönmeme sebep olan şeyi anlatacağım…

Biliniz ki… insanların din ve inançlar hususundaki ihtilafı, sonra mezhep imamlarının birçok fırka ve farklı yollar üzere bulunuşu, çoğunun içinde boğulduğu ve çok azının ondan kurtulabildiği derin bir deniz (gibi)dir. Her fırka kendisinin kurtuluşta olduğunu iddia eder ve “Her hizib kendi katında olandan memnundur” (Kur’ân 30: 32). Bunu bize, en doğru söyleyen ve peygamberlerin efendisi (sas) bildirmiştir:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; onlardan kurtuluşa eren bir tanedir.” Bu vadettiği şey de gerçekleşmiştir.

… Şimdi gençlik yıllarımda, yirmi yaşına ulaşmadan önce buluğa yaklaşan bir zamandan beri şu ana kadar bu derin denizin dalgalarıyla boğuşuyor; çekingen ve korkak değil, cesaretle derinliklerine dalıyorum; her karanlıkla uğraşıyor, her zorluğu yenmeye, her uçurumu atlamaya ve her fırkanın inancını araştırmaya çalışıyorum. Her grubun mezheplerine ait sırları keşfetmek istiyorum…

... Nihayet taklid bağından kurtuldum, çocukluk çağına yakın bir devirde tevarüs ettiğim akidelerden kurtuldum; çünkü Hıristiyan çocuklarının Hıristiyanlık, Yahudi çocuklarını Yahudilik, Müslüman çocuklarını İslam üzere yetişdiklerini gördüm. Rasulullah’tan (sa) rivayet edilen şöyle bir hadis işitmiştim:

“Her doğan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yapar.”

Asli yaradılışın hakikati ile anne, baba ve üstadları taklit ederek ariz olan hakikatleri araştırmak, başlangıçta telkinler bulunan ve hangisinin hak ve batıl olduğunu ayırmada ihtilaf söz konusu olan bu taklitlerin arasını ayırmak istedim. Sonra kendi kendime şöyle dedim: Benim maksadım, işlerin hakikatini bilmektir. Öyle ise ilmin hakikatinden maksadın ne olduğunu talep etmek gerekir. Nihayet bana zahir oldu ki yakini ilim, içinde malumu (bilinen) ortaya koyacak şeyin onunla şüphe kalmayan ve kendisine yanılmış olmak ve vehim imkânı bulunmayan şeydir.

Kalp böyle bir ihtimale müsaade etmez. Aksine hatadan emin olmak için o derece yakine uygun olmalıdır. Mesela, bir kişi, onun batıl olduğunu iddia etse ve taşı altına, değneği ejderhaya çevirse, bu bilgi, sahibini şek ve inkâra götürmez. Ayrıca ben, on sayısının üçten daha fazla olduğunu bildiğim zaman, biri bana şöyle dese: “Hayır, aksine, üç, ondan daha fazladır, ve delil olarak da, ben bu değneği ejderhaya çevireceğim” dese, ben de bunu müşahede etsem, bu sebeple bilgimde şüpheye düşmem; bende ancak, onunla ilgili olarak, buna nasıl gücü yettiği konusunda bir taaccub söz konusu olabilir. Yoksa bildiğim şeyde şüphe olmaz.

Sonra şunu bildim ki bu şekilde ve yakini olarak bilmediğim şey, kendisine güvenilemeyecek ve emin olunamayacak bir bilgidir. Beraberinde güven bulamayan her bilgi de yakini bir bilgi olamaz.

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid thz. el-Munkizu mine’d-dalâl, neşr. M.Muhammed Cabir, Mısır, s. 3-7.
Çeviren: Osman Karadeniz

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »