Hz. Ali’nin Mısır Valisi Eşter’e Tavsiyeleri

 


Eşter (Mâlik b. Hâris) (ö. 37/657), Hz. Ali’nin sadık taraftarı ve onun Seyfullah (Allah’ın kılıcı) unvanını verdiği meşhur cengâver olup Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilmiştir. Bu sırada Hz. Ali’nin Eşter’e verdiği emirnâme İslâm siyaset tarihinin önemli vesikalarından biridir:

---------------

Bismillâhirrahmanirrahîm. Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine barış, dirlik ve memleketlerine bayındırlık sağlamak için Malik b. Hâris el-Eşter’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman Allah’ın kulu, mü’minlerin emîri Hz. Alî’nin, kendisine emri şudur: Ona Allah’tan korkmayı, Allah’a itaati seçmeyi ve kitabında emrettiği farzlarıyla sünnetlere uymayı emreder. O farzlar ve sünnetler ki, hiç kimse onlara uymadıkça saâdet yüzü görmez ve onları tanıdıkça kayba uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle Cenab-ı Hakk’a yardımda bulunmayı emreder. Çünkü yüce Allah, kendisine yardım edene yardım, kendisini ağırlayana şeref vermeyi garanti ediyor. Sonra, ona şehvetlere saldırdıkça nefsini kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefis, alabildiğine kötülüğü emredicidir. Meğerki Cenab-ı Hak merhametiyle insanı korumuş olsun.

Şimdi bilmiş ol, ey Mâlik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden önce oralarda adaletle hüküm sürdü veya zulmetti. Sen vaktiyle nasıl senden önceki valilerin yaptıklarını gözden geçirdin ise, halk da şimdi öylece senin yaptıklarını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimlerin sâlih (iyi) olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için biriktireceğin en sevimli azık, güzel işler olsun. Heveslerine hâkim ol. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı cimri ol. Zira gerek hoşlandığı, gerek istemediği şeylerde nefse karşı cimrilik, onun hakkında adaletin ta kendisidir.

Tebaa için kalbinde sevgi, merhamet duyguları, lütuf eğilimleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Çünkü bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaratılışta bir eşin. Evet, kendilerinden ufak kusurlar çıkabilir; kendilerine birtakım ârızalar gelebilir. Hatâ ile yahut kasıtlı olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendin hakkında nasıl Allah’ın affını, hoşgörüsünü istersen, sen de onlara affını, hoşgörünü bol et. Çünkü sen onların üstünde bulunuyorsun; valilik emrini sana veren, senin üstünde bulunuyor; Allah ise sana valilik verenin üstünde bulunuyor ve kulların işlerini hakkiyle görmeni istiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girip de kendini (O’nun) gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de af ve merhametinden müstağnisin.

Sakın hiçbir affından dolayı aslâ pişman olma; sakın hiçbir cezalandırman için de katiyen sevinme. Savmak imkânını buldukça hiçbir tehlikeye atılma. Bir de sakın “ben tam kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler” deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za’fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret, sana bir büyüklük duygusu verirse derhal üstündeki melekûtun büyüklüğüne bak ve senin kendi nefsine karşı güç yetiremeyeceğin şeylerde Allah’ın sana karşı gücü yettiğini düşün. İşte bu düşünce, senin o yükseklerden uçan bakışını yere indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden aklını, başına getirir. Sakın Allah ile ululuk yarışına kalkışma, sakın ululuk ve büyüklüğünde kendisine benzemeye özenme. Çünkü Yüce Yaratıcı, her zorbayı alçaltır, her kibirliyi hakir eder bırakır.

Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasından kendilerine eğilim beslediklerin hakkında Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adâletten katiyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun, Halbuki Allah’ın kullarına zulmedenin, Allah’ın kulları tarafından davacısı Allah’tır. Allah da birinin hasmı oldu mu o kimsenin tutunabileceği bütün deliller batıldır. Ve ölünceye yahut tevbe edinceye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Allah’ın lûtfunu değiştirecek, kahrını çabuklaştıracak bir şey olamaz. Zira Cenab-ı Hak zulüm altında inleyenlerin inkisarını (bedduasını) işitiyor; zalimleri ise gözetleyip duruyor.

İşlerin içinden öylesini seçmelisin ki hak hususunda en ortası, adâlet bakımından en yaygını olsun; sonra halkın rızasını en çok çeksin. Zira kamunun hoşnutsuzluğu, kişilerin razı olmasını hükümsüz bırakır; kişilerin kızması ise kamunun rızası içinde kaynar gider.

Sonra vali için hassa takımı (yakın adamları) kadar iyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yardımı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince teşekkür bilmez, verilmezse değme özürle savulmaz, felâkete dayanıksız tek adam yoktur. Halbuki İslâm’ın esası, Müslümanların şirazesi, ümmetin kamusu olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silah varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin daima bunlara yönelik bulunmalı.

Tebaan arasında yanına yaklaştırmayacağın, kendisinden en çok nefret edeceğin adamlarsa, halkın kusurlarını en çok araştıran kimseler olmalıdır. Zira insanların öyle kusurları var ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Bundan dolayı bu kusurların sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin görevin, bildiklerini düzeltmeden ibarettir. Bilmediklerine gelince onların hakkındaki hükmü Allâh verir.

Evet, sen tebaanın kusurunu gücün yettiği kadar ört ki, Allâh da senin, tebaandan gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün.

İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu çekiştirenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü çekiştiren kişi ne kadar sâf görünürse görünsün yine hilekârdır. Sakın, ne seni yoksulluk ihtimaliyle korkutarak kereminden çevirecek cimriyi, ne büyük işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası iyi gösterecek ihtiraslı kişiyi danışma meclisine sokma. Çünkü cimrilik, korkaklık, ihtiras ayrı ayrı huylardır ki Yüce Allâh hakkında beslenen kötü zan bunları bir araya getirir.

Sana müşavir (danışman) olacakların en kötüsü, senden önce şerlilere yâr olan, onların suçlarına ortak olan kimselerdir. Böyleleri katiyen senin mahremin (özel sır dostun) olmamalı. Çünkü (bunlar) canilerin yardımcıları ve zalimlerin dostlarıdırlar. Ne hacet! Hiçbir zalime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmeyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin görüş ve tedbirini tamamen bilirler, fakat onların günâh ve vebalinden masundurlar. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden fazla, senden başkasına muhabbeti o oranda az olur. Bu gibilerini hem özel, hem genel meclislerinde kendine yakın edin. Sonra, bu adamların içinden en çok onu beğenmelisin ki sana acı gerçekleri herkesten çok o söylesin ve gayet sevdiği kullarından çıkmasına Allah’ın razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, hoşuna gidip gitmeyeceğini hiç düşünmeyerek seni eleştirsin.

Bir de doğru ve Allah’tan korkan kişileri kendine sırdaş yap. Seni alkışlamamalarına, yapmadığın birtakım işleri sana mal edip keyfini getirmemelerine dikkat et. Zira alkışın çoğu insanı büyüklenmeğe sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü senin katında bir olmasın. Zira bu eşitlik iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de kötülüğe eğilimini sürdürür.

Bilmiş ol ki; valinin, halkına güzel zan beslemesini en çok sağlayan, onlara iyilikte bulunması, yüklerini hafifletmesidir. Güzel zan beslersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Sonra, güzel zan beslemene en çok lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; kötü zannına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin alıştığı ve halkın güzelce uyguladığı güzel bir âdeti, sakın kaldırayım deme. Ve bu eski âdetlerin herhangi birine aykırı gelecek yeni bir âdet çıkarmaya da aslâ yanaşma. Çünkü sevap, o güzel âdeti koyanın, vebal de kaldırdığından dolayı senindir. Memleket işlerine uygun gelen tedbirleri tespit ve senden evvelki insanlara doğruluk temin eden sebepleri ayakta tutma hususunda sık sık bilginlerle müzakere et, hikmet sahipleriyle tartış, konuş.

Bil ki tebaa (halk) tabaka tabakadır. Bunlardan her birinin iyiliği, diğerinin iyiliğine bağlıdır ve hiçbiri diğeri olmadan edemez. Bu tabakalardan bir kısmı Allah yolunda askerlik edenler, bir kısmı kamunun ve seçkinlerin yazı işlerini yapanlar, bir kısmı adâlet dağıtmaya memur kadılar, bir kısmı merhamet ve insafla işleri yönetecek valiler, bir kısmı cizye ve haraç veren zimmîlerle Müslümanlar, bir kısmı ticaret ve sanat sahipleri, bir kısmı da fakirlik ve ihtiyaç içinde bulunan tabakadır. Cenab-ı Hak bunlardan her birinin hissesini bildirmiş ve her birine ait hadleri ve farzları ya kitabıyla, ya Hz. Peygamber (sav) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra gözetilen ve korunan bir ahid olarak bizlere vermiş.

Askerler, Allah’ın izniyle, halkın kaleleri, valilerin şerefi, dinin izzeti, âsayişin vasıtalarıdır. Halk ancak bunlar sayesinde ayakta durabilir. Bununla beraber askerin düzeni de Allah’ın kendilerine ayırdığı haraç ile sağlanır ki düşmanlarına karşı onunla cihad edebilirler; işlerini yoluna koyabilmek için ona güvenirler ve bütün ihtiyaçlarını temin etmek üzere arkalarında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın varlığı, kadıların, âmillerin (vergi memuru), kâtiplerin varlığına bağlıdır. Çünkü akidleri gerektiği şekilde başaranlar, faydaları toplayanlar, özel ve kamu bütün işlerde güvenilir insanlar bunlardır.

Hepsinin bekası için de ticaret ve sanat erbabının varlığı şart. Zira faydalı işleri, ticaret kurumlarını ve başkalarının yapamayacağı sanat eserlerini bunlar temin edecektir. Sonra fakirlik ve ihtiyaç erbabını teşkil eden son tabaka geliyor ki, iyilik ve yardıma muhtaçtırlar. Bunlardan her birinin Allah’tan payı ve ihtiyacı ölçüsünde vali üzerinde hakkı vardır. Vali, Allah’ın kendisine verdiği bu teklifin altından ancak son derece dikkatle ve Allah’tan yardım isteyerek, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakka, sabır ve tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki, Allâh’a ve Resulüne ve îmâmına karşı sence hepsinden daha samimi bulunsun; kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak bakımından hepsinden üstün olsun; kızdığı zaman ağır davransın; mazereti sükûnetle dinlesin; zayıflara acısın; kuvvetlilerden uzak dursun; öyle şiddetle kalkıp âcizlikle oturan takımdan olmasın.

Sonra gerek mürüvvet sahibi soylu kişilere, gerek iyiliğiyle, güzel işleriyle tanınmış aile fertlerine, daha sonra yiğit ve cömert insanlara iltifat et. Çünkü bunlar kerem halkıdır, lütuf topluluğudur. Ana baba, çocuklarının işini nasıl araştırırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini güçlendirmek için verdiğin şey çok bile olsa gözünde asla büyümesin; haklarında taahhüt ettiğin lütuf az bile olsa gözüne katiyen küçük görünmesin. Çünkü sana karşı samimiyetle davranmalarına ve güzel zan beslemelerine sebep olur. Bir de onlara ait işlerin büyüğünü görüyorum, diye küçüğünü takipten geri durma. Zira ufak bir lûtfundan yararlanacakları yer de olur, büyük lûtfundan müstağni kalamayacakları yer de olur.

Ordunun başında bulunanlar içinde sence en makbulü o kimseler olmalı ki askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan ailelerini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi servetinden fedakârlık etsin de bu sayede düşmana karşı savaşırken hepsinin düşüncesi bu noktada birleşebilsin.

Valiler için memlekette adaletin kurulmasından, bir de halkın kendisine sevgi göstermesinden büyük bir teselli kaynağı yoktur. Zira yürekler sağlam olmadıkça sevgi göstermez. Sonra askerin, senin hakkındaki samimiyeti, ancak âmirlerinden memnun olmalarına ve onları yüksünüp bir an önce başlarından çekilmelerini istememelerine bağlıdır. Sen kendilerine ümit alanı aç. Övgüye lâyık olanları övmekte, büyük vakalar geçirmiş olanların maceralarını saymakta kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak –inşallah– yiğitleri galeyana, savaş istemeyenleri de gayrete getirir. Sonra, bunlardan her birinin fedakârlığını iyice tanı; hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği yiğitliğe uygun düşmeyecek alçak bir paye verme. Bir de; ne mevkiinin büyüklüğü, bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın değerli yararlığını küçültmene aslâ sebep olmamalı.

Sonra altından kalkamadığın olayları, kestirip atamadığın işleri Allah’a ve Resûlüne havale et. Zira Cenab-ı Hak irşadını dilediği bir topluma “Ey îman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizdeki emir sahibine itaat edin; şayet bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah’a ve peygambere havale edin” buyuruyor. Allah’a havale etmek demek kitabındaki muhkem (açık ve anlaşılır) âyetlere sarılmak demektir; Resûle havale etmek demek onun birleştiren, ayrılığa meydan vermeyen sünnetine uymak demektir.

İnsanlar arasında hüküm için öyle bir adam seç ki sence halkın en değerlisi olsun, işten sıkılmasın; duruşmaya gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın; hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulup kalmasın; hiçbir zaman tamah ettiği menfaatin kaybolacağı endişesine düşmesin; meseleyi özüne kadar anlamadıkça ilk anda edindiği kanaati yeterli görmesin. Şüphelerde en çok durur, delillere en çok sarılır, hasmın müracaatından en az usanır, işlerin açıklığa kavuşmasını en fazla bekler, hükmün açıklık kazanmasında en kesin davranır, övme ile şımarmaz, heyecanlandırma ile eğilip bükülmez olsun. Ama böyleleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık araştır ve kendisine ihtiyacını giderecek, halka muhtaç olmayacak kadar maâş bağla, hem senin yanında öyle bir mevki ver ki sana yakın olanlarından, kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelip de kendisine hainlik edemeyeceğinden emin olabilsin.

Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın, çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu: Onun adına istenilen yapılıyor ve onunla dünyayı elde etmeye uğraşılıyor.

Sonra âmillerine (vergi memuru) dikkat et. Kendilerini iş başına öyle getir. Yoksa taraftutarlık, bencillik dolayısiyle kimseye vazife verme, Çünkü bu iki sebep zulme ve hainliğe yol açar. Bir de bu iş için iyiliğiyle tanınmış ailelerden yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslâm’a hizmeti geçmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamahın câzibesine en az kapılır, işlerin sonucunu en doğru görür insanlardır. Geçimlerini de geniş bir biçimde temin et. Çünkü nefislerini dürüstlüğe sevk hususunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere uzatmaktan o sayede uzak kalırlar. Bundan başka şayet emrine aykırı giderler yahut emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir dayanak olur. Sonra bunların yaptığı işleri takip et. Arkaları sıra vefalı, dürüst gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen, emaneti korumalarına ve halk hakkında şefkatle işlem yapmalarına sebep olur.

Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler, adamın bu hainliği üzerinde toplanırsa, şahitliğin bu kadarını yeterli görerek hak ettiği bedenî cezayı üzerinde icra edersin; topladığı paraları alır, kendisini zillet mevkiine dikersin; alnına hıyanet lekesini vurur, boynuna töhmet arını (utancını) geçirirsin.

Sonra, haraç işini, haraç verenlerin iyiliğini de gözeterek birlikte takip et. Çünkü haraç işinin ıslâhıyla haraç verenlerin iyiliği içinde başkalarının da iyiliği dahildir. Zaten başkalarının iyiliği, ancak bunlarınkine bağlıdır. Çünkü halkın hepsi haraca ve haraç ehline muhtaç. O halde memleketin bayındırlığına harcayacağın vakit, haraç toplamaya çevrilen arzundan fazla olmalı. Zira haraç, ancak ümran (bayındırlık) ile elde edilebilir. Umransız haraç isteyen kimse, memleketleri harabeye çevirir, kulları helâk eder. İşi de pek kısa bir zaman için yürür. Şayet yükün ağırlığından yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâyette bulunurlarsa, tesirini umduğun bütün vasıtalara baş vurarak dertlerini hafifletmeye çalış. Bu hususta hiçbir fedakârlık sana katiyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki memleketlerini imâra, vilâyetini süslemeğe sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak övgülerini kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adâletten dolayı iftihar edeceksin. Hem sen bu sermayeyi fazlasıyla vereceklerine güvenerek veriyordun. Zira kendilerini refaha kavuşturduğun için biriktireceklerine ve adâlet, şefkat ile muamele etmen sebebiyle sana emin bulunduklarına güvenin vardı.

Evet, günün birinde, yardımlarına dayanacağın bir olay çıkar. Bakarsın ki gönül hoşluğuyla bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran (bayındırlık) dayanıklıdır, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketi harap edenler, ahalinin sefilleridir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valilerin servet toplama hırsları, uzun müddetle mevkilerinde kalacaklarını zannetmeleri, bir de geçmiş ibretlerden gereği kadar hisse almamalarıdır.

Sonra, kâtiplerinin haline iyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Özellikle tertiplerini, sırlarını tevdi edeceğin mektuplarını öyle adamlara yazdır ki, huyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cür’et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dosdoğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesabına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi sağlam tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zayıflık göstermesin. Kendisine verilen işler bakımından nasıl bir mevkii olduğundan habersiz bulunmasın. Zira kendi değerini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez. Sonra, bunların seçiminde yalnız simalarını incelemen, bir de iyi zannın kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima yapmacık yaparak ve güzel hizmet edermiş görünerek görünüşe göre hükmeden vâlilerin gözüne girebilirler. Halbuki işin ötesinde ihlâs (samimiyet) namına bir şey yoktur. Onun için senden önceki sâlih vâlilere hizmet etmişleri araştırarak halk arasında en iyi ad bırakmış, eminlikleriyle en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket senin Allâh’a ve kendisinden işi aldığın kimseye karşı samimiyetini gösterir. Bir de işleri tasnif ederek her sınıfın başına kâtiplerden birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyip de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatâsını görür de aldırmazsan kendin azarlanırsın.

Sonra ticaret ve sanat erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da elinin emeğiyle geçinir. Cümlesi hakkında iyi muâmele et ve başkaları tarafından da o suretle muâmele edilmesine dair vasiyetlerde bulun. Çünkü bunlar memleket için hayır sebepleridir, menfaat araçlarıdır. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkalarının gidemeyeceği yahut cür’et edemeyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için sulh ve esenlik adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek yanındaki, gerek memleketinin diğer yönlerindeki işlerini takib et. Maamafih şurasını da bil ki bunların çoğunda aşırı bir tamah, çirkin bir hırs ile beraber menfaatlerde ihtikâr, alım satımda hile olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra (karaborsa) engel ol. Çünkü (salât ve selâm üzerine olsun) Efendimiz, ihtikârı yasakladı. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da satanı da ezmeyecek mutedil fiyatlar üzerinden yapılmalı. Kim senin yasağından sonra ihtikâra yanaşırsa, aşırı gitmemek şartiyle hemen cezalandır.

Hele alt tabakadaki her türlü çareden yoksun fakirler ve biçareler ile felâkete uğramışlar, kötürümler hakkında Allâh’tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söylemeyen de var. Allah’ın bunlara ait olmak üzere korumasını sana verdiği hakkı koru. Oradakilere devlet hazinesinden bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin, Müslümanların fakirlerine mahsus ödeneğinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi hakları var. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana bırakılan bir görev. Sakın kibir seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira işlerin mühimmini iyi gördüğün için önemsizini yüz üstü bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara suratını ekşitme. Yine bunlardan olup da bakışların alçaltması, ileri gelen adamların yüksünmesi yüzünden işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için Allah’tan korkan ve alçak gönüllü olduğunda kuşku bulunmayan bir adam görevlendir ki, arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Allah’ın huzuruna çıktığın zaman “Gücüm yeterince çalıştım” diyebilesin.

Halkın bu tabakası adâlete ve infaka (sadakaya) başkalarından çok muhtaçtır. Onun için her birinin hakkını vermeye son derecede itina et. Sonra yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiçbir çaresi olmayan kimseleri üzerine al. Gerçi bu işler valiye ağır gelir ama ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Allah yalnız o kimselere kolaylaştırır ki halden çok sonucu düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendi hakkında Allah’ın verdiği sözün doğruluğundan emin olur.

İhtiyaç sahipleri için, sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve yer ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan Allah’ın rızasını celbedecek bir alçak gönüllülük göster. Sonra, askerini, yardımcılarını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bulundurma ki söylemek isteyen, çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden birkaç yerde işittim: “İçindeki zayıfın hakkı serbestçe kuvvetlisinden alınamayan bir ümmet, hiçbir zaman kuvvetlenemez” buyurmuştu.

Bir de bunların münasebetsiz sözlerini yahut dertlerini anlatmadaki acizliklerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, büyüklük gösterme. Bu yüzden Cenab-ı Hak sana rahmet kanadını açar; taatine karşılık sevabını ihsan eder. Hem verdiğini güler yüzle, gönül hoşluğuyla ver. Vermediğin takdirde de kabul edilebilecek özürler dile.

Sonra, işlerinin içinde öyleleri olur ki bizzat görmen lâzım. Meselâ kâtiplerin, acizliklerini gösterince âmillerine cevabı sen vereceksin. İnsanların ihtiyaçları artık yardımcılarının dayanamayacağı dereceyi buldu mu gereğine yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi vardır.

Gerçi niyet temiz olmak ve tebaanın işine yaramak şartıyla bu çalışmaların hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arasındaki işler için nefsine hasret. Sırf Allah rızâsı için eda edeceğin ibâdetlerin en başlıcası da Allah’ın zatına mahsus olan farzları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden Allah’a ait bulunan kulluk hissesini ayır ve seni Yüce harîmine yaklaştıran bu ibâdetleri, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz yap. Şayet namazında halka imam olmuşsan, sakın ne bıktıracak, ne de bir hayra yaramayacak gibi kıldırma. Çünkü insanların içinde öyleleri vardır ki hastadır; öyleleri de vardır ki işi vardır. Salât ve selâm üzerine olsun Efendimiz, beni Yemen’e gönderirken: “Onlara namazı nasıl kıldırayım” diye sorduğumda: “En zayıflarının namazı gibi” buyurmuşlardı. Mü’minlere merhametli ol. Bundan sonra, sakın tebaandan uzun süre saklı durma. Çünkü valilerin halktan saklanması bir çeşit sıkıntı olduktan başka memleket işlerine karşı bilgilerini azaltır. Bunların perde arkasında oturmaları, perdenin dışında dönen işleri bilmelerine engel olur. Bundan dolayı bakışlarında olayların büyüğü küçülür; küçüğü büyür; güzeli çirkin, çirkini güzel olur; hak batıl ile karışır, vali de nihayet insandır. Halkın kendi gözünden gizli kalan işlerini nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişanları yok ki ona bakarak doğrunun her türlüsünü, yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka ikiden birisin: Ya Hak yolunda verir, gönlü zengin bir adamsın.. O halde neye farz olan bir hakkı ödemekten yahut cömertçe bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun. Yahut öyle değilsin de cimriliğe tutulmuş bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk iyiliğinden ümidi kestikleri gibi istemekten o kadar çabuk vazgeçer ki!.. Bununla beraber halk tarafından sana sunulacak dileklerin çoğu ya bir zulümden şikâyet, ya bir işlemde adâlet isteği gibi senin yardımını istemeyecek şeylerdir.

Sonra valinin özel dostları, yakınları vardır ki bunların iltiması, hakka tecavüzü, işlemlerde insafsızlığı görülür. Sen onların zararını böyle durumları meydana getiren sebepleri ortadan kaldırmak suretiyle kes. Etrafındakilerden, özel adamlarından, yakınlarından hiçbirine katiyen toprak verme. Ve bunlardan hiçbiri senden cesaret alıp da müşterek su yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakileri zarara sokacak ve zahmeti başkalarına yükletecek şekilde azık biriktirmeye katiyen tamah edemesin. Çünkü bunun kârı senin değil, onun; ârı ise dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi hakkı kabule mecbur et ve özel ve yakın dostların için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Şayet halkta senin zulmettiğin zannı uyanmışsa kendilerine özrünü bildirerek zanlarını değiştir. Çünkü böylece hem nefsini kırmış, hem tebaana yumuşaklıkla muâmele etmiş, hem kendini mazur göstermiş oluyorsun ki, onları hak üzerinde devam ettirmekten ibaret bulunan maksadını o sayede elde edebilirsin.

Düşmanın tarafından sana teklif olunan barış, Allâh’ın rızasına uygun ise katiyen reddetme, zira barışta askerine istirahat, sana endişeden rahat, ülken için de selâmet var. Fakat barıştan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya! belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihtiyatlı ol, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.

Şayet düşmanla aranızda bir sözleşme yaptıysan yahut ona karşı bir taahhüdün varsa, sözleşmeye uy, ahdini yerine getir, verdiğin sözü tutmak için gerekirse hayatını bile feda et, çünkü arzularının çeşitli, görüşlerinin ayrı olmasına rağmen insanların, Allah’ın farzları arasında ahitlere vefâ göstermek kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hainliğin vahîm sonuçlarını gördükleri için Müslümanlara karşı ahde vefayı gözetiyorlar. Sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hıyanet etme; sakın düşmanı aldatma. Zira başarısızlığa ve yoksun kalmaya mahkûm akılsızlardan başkası Allah’a karşı gelmek cür’etini gösteremez. Çünkü Yüce Allah, ezelî rahmeti gereği, ahid ve zimmetini, kulları için şefkati sayesinde barınacakları bir eman (güven) evi, dokunulmaz alanında âsude kalacakları, yakınına koşacakları bir huzur harîmi kılmış. Onun için fesad etmek, hiyanette bulunmak yahut aldatmak olamaz.

Bir de birtakım tevillere müsait olacak akidlerde bulunma. Pekiştirdiğin, kuvvetlendirdiğin bir akdi bozmak için de sakın sözün gizli manalarından istifadeye kalkışma. Allah’ın ahdi gereği girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu genişletmene katiyen sebep olmasın. Zira genişleyeceğini ve sonunun iyi olacağını umduğun bir darlığa dayanmak, senin için elbette günahından çekindiğin ve dünyada âhirette Allah’ın cezasından kurtuluş imkânı olmadığını bildiğin bir hıyanetten daha hafiftir.

Sonra, kandan ve haksız yere kan dökmekten son derecede sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi celbeden, bunun kadar sorumluluğu büyük, bunun kadar nimetin gitmesini, devletin batmasını hak eden bir şey yoktur. Yüce Allâh, kıyamet günü, kulları arasında hükmünü verirken döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetlendirmek sevdasına kapılma! Zira bu hareket onu zayıflatacak, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek sebeplerdendir. Hele kasden yapacağın bir cinayet için ne Allah’ın indinde, ne benim indimde hiçbir özrün olamaz. Çünkü bedenen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan terbiye ederken kırbacın yahut kılıcın yahut elin ifrata varırsa –zira zaman olur ki yumruk yahut daha biraz fazlası ölüme sebep olur– sakın sahip olduğun nüfuza güvenerek maktulün velilerine haklarını vermeyeyim demeye kalkışma.

Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş gelen yanlarına güvenme, sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahvetmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın tebaana yaptığın iyiliği başlarına kakma; yahut yaptığın işleri abartma; yahut kendilerine verdiğin sözden dönme. Çünkü başa kakma, iyiliği tüketir; mübâlağa gerçeği söndürür. Sözden dönme; Yaratıcının da, yaratığın da nefretini çeker. Cenab-ı Hak “Böyle, sizin yapmadığınızı söylemeniz Allah indinde ne menfur bir harekettir!” buyuruyor. Sakın işlere vaktinden önce atılma. Sakın vakit gelince de acelecilik gösterme; sakın açıklık kazanmayan işlerde inad etme. Sakın açıklık kazandığı zaman da gevşeme. Sonra her işi yerine koy; işlerin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu noktalarda kendini kayırmaktan çekin. Kullandığın adamlarının açığa çıkmış fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen cezalanırsın. Az zaman sonra işlerin üzerindeki perdeler gözlerinin önünde açılır ve mazlûmun hakkı senden alınır.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek için felâketlerden geri durup şiddetini ertele ki, öfken geçsin de iradene mâlik olasın. Bundan başka Yaratanına döneceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını katiyen bulamazsın.

Şimdi üzerine gerekli olan, senden öncekilerin, geçen âdil bir hükmünü yahut doğru bir hareketini, yahut salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Allah’ın kitabında zikredilen bir farzı hatırlamaktır. Tâ ki o gibi mes’elelerde bizden gördüğün hareket tarzına uyasın ve şu emirnamemde bildirdiğim ve ileride nefsinin arzusuna kapılmanı mazur göstermemen için elimde sana karşı sağlam bir delil bildiğim hükümleri uygulamaya çalışasın.

Artık, Allah’ın geniş rahmetinden ve bütün istekleri kuşatan büyüklük ve kudretinden dilerim ki İlâhi rızası üzere kullar arasında güzel övgü ve ülke içinde hayır eserleri bırakmak için gücümüz yettiği kadar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki nimetini tamamlayıp, keremini kat kat yapıp sana da bana da saâdetle, şehadetle can vermek nasib eylesin. Bizim niyazımız Allah’adır. Salât ü selâm Allah’ın Resûlüne ve onun Ehl-i Beyt’ine olsun.

Çaviş, Abdülaziz 1974. Anglikan Kilisesine Cevap,
Çeviren: Mehmet Akif, Sadeleştiren: Süleyman Ateş, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 117–129.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı
Devamını Oku »

Osmanlı:Toplum ve Devlet



Devletin, kurum olarak nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlamak için, top­lumla devlet arasındaki ilişkilerin nasıl tanımlandığını görmek gerekir. Osmanlı toplumunun, inanç, dil, yaşama tarzları açılarından oldukça karışık ve karmaşık bir yapıda olduğu bilinmektedir. Dinî ve etnik guruplardan oluşan toplumun bü­tünlüğü ve sürekliliği, Osmanlı Devleti’nin dayandığı değer dizileri sayesinde mümkün olmuştur. Aşağıda Osmanlıların toplumu nasıl gördükleri ve toplumla değer dizileri arasında nasıl bir ilişkinin olduğu ele alınmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş süreci göz önüne alındığında, Kayı Boyu’nun devleti birlikte oluşturdukları görülmektedir. Boy’un tümünün devletin oluşu­munda yer alması, devletin kuruluş aşamasında, halkla iç içe olduğunu gösterir. Devletin büyümesine bağlı olarak, nüfus artmış ve toplumun sorunlarını çözecek kurumlar oluşmuştur. Fleischer’in belirttiğine göre, 16. yüzyıl ortalarına kadar, Osmanlılar, kökenlerindeki askerî kabile düzenini sürdürmüşlerdir. Toplumdaki başlıca ayrım, vergi vermeyen askerler ile vergi veren reayadır. Askerlerin görev­leri reayayı korumak ve devletin askerî bel kemiğini oluşturmaktır (Fleischer 1996,4). Bürokrat ya da yargı görevlisi, yani yönetimle ilişkili olan herkes, askerî sınıf içinde kabul edilmiştir (Fleischer 1996,4).

Klasik dönemde ise Osmanlı yö­netici sınıfı, yaptıkları işlere bağlı olarak üç gruba ayrılmıştır: Seyfıye (kılıç ehli), devleti kuran gazilerden ve büyük ölçüde sarayda yetişen öbekten oluşurdu. İlmi­ye, şeriatın savunucusu olan hukuk uzmanlarını, kadıları, öğretmenleri ve devle­tin İslâmî vicdanını kapsamıştır. Kalemiye, devletin bürokratik işlerinden sorum­lu grup, diğer iki grubun işlev ve eğitiminin bazı yönlerini biraraya getiriyordu (Fleischer 1996, 5). Toplumsal sorunlarını başarıyla çözebilmek için gerekli kurumların oluşturulması, kurumlarla devletin amaçlan arasındaki uyum, devletin hem toplum nezdinde hem de dış güçler karşısında güçlü olmasını sağlamıştır.

İslam’a göre halk, statü olarak Tanrı’nın bir emaneti olarak tanımlanmakla birlikte, hem toplum hem de devlet tarafından varoluşunu sürdürebilmek için vergi ve asker kaynağı olarak da görülmüştür. Kâtip Çelebi halkın devletle iliş­kisini şöyle tanımlamıştır: “İnsansız mülk olmaz, ordusuz halk olmaz, parasız or­du olmaz, halk olmadan para toplanmaz, adalet olmasa halk da olmaz” (Kâtip Çelebi 1982, 22). Halk, devlet ve ordu arasındaki ilişkinin içsel olduğu gerçeği göz önüne alınınca, bu ilişkide düzenin tam kurulması gerekmektedir. İç ilişkierdeki düzensizlik büyük sorunlar çıkarttığından ya devlet kurulamaz ya da ku-rulsa da uzun süreli olmaz. Uzun ömürlü ve güçlü bir devletin varlığı, temel kurumlar arasındaki uyuma ve halkın bu kurumları benimsemesine bağlıdır.

Osmanlı düşünürlerine göre toplum dört unsurdan oluşur: Ulema, asker, tüc­car ve reaya (Kâtip Çelebi 1982, 22). Bu unsurların her biri insan bedenine denk getirilerek açıklanmıştır. Ulema, kanla denkleştirilir. Asker, balgam; tüccar, safra; yapısı süfli toprakta olan reaya, sevda derecesindedir (Kâtip Çelebi 1982. 22-23). Bu tanımlama tarzında, toplumu oluşturan öbekler, insan bedeninin bazı unsurlarına benzetilerek açıklanma nedeni, sağlıklı bir bedendeki denge ve düzenin, ide­al devlet düzenine model olarak görülmesindendir. Sağlıklı bir bedenin sahip ol­duğu denge ve düzenin devlette gerçekleşmesi, kurumların hem kendi iç yapıla­rında hem de birbirleriyle ilişkilerinde görülmesine bağlıdır. Bunun çok zor oldu­ğu bildirilmektedir. Kâtip Çelebi’nin görüşlerini aktardığını belirten Naima da (Naima 1967/1, 44), bireylerin geçirdikleri bedensel aşamalarla devletlerin de üç aşama geçirdiklerini kabul etmiştir. Gelişme, kemal ve gerileme (Naima 1967/1, 39). Ancak hem bireylerin hem de devletlerin yaşama süreleri bedenlerinin gücü­ne ve kendilerine bakmalarına bağlı olarak değişmektedir.

Osmanlı Devleti kuv­vetli bir bünyeye sahip olduğundan kemal devresi uzamıştır (Naima 1967/1, 39). Devletin üç esas devresini gösteren çeşitli alametleri vardır. Hastalık çıktığı za­man bunlara uygun ilaçların verilmesi gerekir. Uygun ilaçlar, uygun zamanlarda verilmezse iyi bir tedavi gerçekleştirilmemiş olur (Naima1967/1, 39). İnsan vücu­du dört unsurdan mürekkep olduğu gibi, toplum da dört rükundan (direk, esas) te­rekküp eder. Toplumu meydana getiren erkan-ı erba (dört rükün) şunlardır; Ule­ma, asker, tüccar ve reaya (Naima1967/1, 39). Ulema zümresi, insan vücudunda dolaşan kana benzer. Kalp ki hayvani ruhun kaynağıdır ve hayvani ruh bir latif cevherdir. Bu letafetinden dolayı vücutta doğrudan doğruya dolaşmaz. Kan onu dolaştırır. Ruh, vücudun ayakta durmasına sebep olduğu gibi, ilim dahi cemiyetin devamına sebep olur. Asker, balgam makamındadır, tüccar safraya ve reaya sev­daya (tutku?) benzer (Naima 1967/1, 40). Bedenin sağlıklı olması için bu dört un­surun dengede olması gerektiği gibi, toplumun sağlıklı olması da bu dört kurumun dengeli bir ilişki içinde bulunarak toplumu ve devleti taşımaları gerekmektedir.

Halk, zulüm ve kahır yüzünden kırılmış ve kazançtan kalmış olursa, hâzine­ye yardım edemeyecekleri için hazine boş kalır. O yüzden eski hükümdarlar re­ayayı zalimlere karşı himaye edip kasaba ve köylerin harap olmasına reayadan birinin şehre gelip yerleşmesinden dolayı razı olmazlardı (Naima 1967/1, 40-41). Benzer şekilde tüccarların da yeterli sayıda olması -ne fazla ne de az- gerekir. Yeterli sayıda olunca hazmedilmesi kolaydır. Sayı artınca yani tüketim malları çoğalınca, hazmı zorlaşır ve bedende rahatsızlıklar yaratır. Ayrıca tüccarlar zen­ginliği artırdıkça, tamahkârlık büyür, halk fakirleşir ve toplum bunalıma girer. Askerlerin fazla olması da halkı fakirleştirdiğinden, onların sayısı da yeteri kadar olmalıdır (Naima 1967/1,41). Askerler savaş yeteneği yüksek bir zümreyken toplumsal konumlarındaki düşme yönündeki değişiklikler görevlerini yapmada sorunlar yaratırlar. Onlara fazla itaat edildiğinde ve paraları bol verildiğinde de devlete müdahale etme eğilimleri artmaktadır (Naima 1967/1, 54-55). Koçi Bey’in ortaya koyduğu asker sayısına bağlı olarak ortaya çıkan bütçe açıklan (Koçi Bey 1993, 13-14, 27-29) gözönünde bulundurulduğunda, askerin hem sa­yıca hem de tavır açısından disiplin altına alınması gerektiği daha iyi anlaşılmak­tadır. Toplumun dört unsurundan biri bozulursa diğerlerinde de bozulmalar baş­layacağı da tespitler arasındadır (Naima 1967/1, 42). Türklerde asker devletin merkezini oluşturduğundan, onda ortaya çıkan bozulmalar çok kolaylıkla diğer kurumlan etkisi altına almaktadır.

Kâtip Çelebi, insanın bazı yetenekleriyle en üst düzey devlet yöneticileri ara­sında benzetme yapmıştır. Bu benzetmeye göre, insanın nefsi, sultana; aklı, vezi­re ve idrak gücü de şeyhülislama denk gelir (Kâtip Çelebi 1982,29). Nefs, akıl ve idrakin insanın zihinsel faaliyeti ile ahlâkî durumunu temsil etmeleri ve bunların hükümdar, vezir ve şeyhülislama karşılık gelmeleri, devletle insan bedeni arasın­daki benzetmelerin bir başka boyutunu gösterir. Akıl ve idrak, nefsin kontrolü için gerekli unsurlar olduğundan, vezir ve şeyhülislam diğer işler yanında hükümda­rın nefsine yenik düşmesini engellemekle yükümlüdürler. Sağlıklı insan bedenin­de, akıl ve idrak tarafından oluşturulan denge ve düzenin toplumsal yapıdaki kar­şılığı adalettir. Toplumsal düzenin merkezi adalet olduğundan, Osmanlı düşünür­leri adaleti devletin en önemli görevi olarak tanımlamışlardır. Adaletin gerçekleş­mesini engelleyen ve toplumsal düzeni sürekli bunalım durumunda tutan mülki­yet temelli sınıflı bir toplum olmamakla birlikte, Osmanlılar evren tasavvurunda­ki öneminden dolayı adalete özel bir önem vermişlerdir. Mülkiyetsizlik, adaletli bir yapının ve özgürce yaşamanın önemli dayanaklarından biri olmuştur.

Toplumun kurumlar üzerinden tanımlanması, topluma devlet üzerinden ba­kışın bir göstergesidir. Özellikle asker ve ulema, devletin merkezî yapısını orta­ya koymaktadır. Asker, devletin varoluşunu gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda da devlet aracılığıyla toplumun güvenliğinden sorumludur. Benzer şekilde ule­ma devleti işleten kurum olma, memur olarak da toplumla sürekli ilişkide olma nedeniyle devleti temsil eder. Ayrıca devlet ve toplumun en önemli değerlerinden biri olan din kurumu da büyük ölçüde ulema tarafından temsil edilir. Tüccar da dış ticaret ilişkisi çerçevesinde, pazarlardaki mal ihtiyacını karşılama anlamında görev yapmaktadır. Geri kalanlar reaya adı altında anılmaktadır. Halbuki asker ulema ve tüccar yanma, çiftçi ve zanaatkârlar da konmuş olsaydı toplumsal bü­tünlük çok daha iyi bir şekilde açıklanmış olurdu.

Osmanlı toplumsal yapısının en önemli yanı halkın toprakla ilişkisidir. İslam inancında mülk (toprak), Tanrı’ya aittir.* Bunun yanında zenginlik de hoş karşılanmamıştır. Bu anlayış, göçebe Arap kabileleri zihniyetiyle birleşince İslam dünyasında özel mülkiyet hakkı çok sınırlı kalmıştır. İslam öncesi Türklerin top­lumsal yapıları ve devlet anlayışları da mülkiyetsizlik ve sınıfsızlık temeline da­yandığından, Osmanlı Devleti’nde toprağa dayanan sınıflı bir yapı ortaya çıkma­mıştır. Toprakla uğraşan köylüler sadece toprağı kullanım hakkına sahiptirler (İnalcık 2000/5, 148; Veinstein 1995, 258). Mülkiyetsizlik ve sınıfsız toplum, Osmanlı değer, gelenek ve kurumlarının kendine özel yapılar şeklinde biçimlenme­lerini sağlamıştır. Özellikle devlet hakkındaki anlayış, mülkiyetsiz ve sınıfsız toplum göz önüne alınınca anlaşılabilir. Bu sorun genelde Türkleri özelde Os­manlıları Batı devlet ve toplum anlayışından kökten ayırır.

Mülkiyet temelli bir aristokrat sınıf ortaya çıkmadığından, Batı Avrupa zihni­yetinde gerçekleşen devlet ve halk ayrımı sözkonusu değildir. Halk, devleti, sınıf­lı toplumlarda olduğu gibi düşman olarak değil, baba olarak içselleştirmiştir. Çün­kü devlet, bir sınıfın devleti değil, tanrısal kutsallığa sahip hanedan ile halktan ge­len memurların oluşturduğu bir yapıdır. Devletin toplumsal düzen ve adaleti sağ­lamada öncelik verdiği görevlerin başında mal birikiminin önünü kesmek vardır. Mal birikimiyle başlayan kontrolsüz zenginlik, başkalarını sömürerek onların haklarını gasbetme nedeniyle toplumda çok büyük yaralar açtığından adaletsizli­ğin başlıca kaynaklarından biri olarak görülmüştür. İslam öncesi Türk devlet an­layışındaki hükümdarın mallarını yağmalatması ve insan hakkı yemenin İslam inancı gereği en büyük günahlar arasında olması, mallara devlet tarafından el ko­nulması, vakıf eserlerin harcanması, kişilerin zenginleşmelerinin önünü kesmiştir.

İslam öncesi dönemde toylarda hükümdarın malları yağmalandırılmıştır. Bunun başlıca iki nedeni vardır; ilki, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılama­larıdır. İkincisi, Türk devlet anlayışında halk, hükümdarın çok zengin olmasın­dan rahatsız olmaktadır. Bu nedenlerden dolayı Türklerin zihnindeki hükümdar, mal ve hazine yığmaktan kaçınan ve adaleti esas alan bir tip olarak ortaya çıkar (İnalcık 1959, 80). Mal biriktirmenin yanlış olduğu kanaati Osmanlılarda da var­dır. Aşıkpaşazade bu konuda bazı tespitler yapmıştır: “Mal odur ki hayra sarfoluna. Padişahların dostu odur ki kamı tok ola ve doğru ola. Sağlam ordu ona der­ler ki tok ola ve kalabalık ola. Açlık kaygısı olmaya” (Aşıkpaşazade 1992, b 157). Burada ortaya konulan tespitlerden, hükümdarın elde ettiği zenginliği, halkı ve askerleriyle paylaşması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bu tutum, gelir dağılımı­nın dengelenmesi yanında, askerlerin haklarının verilmesinin, devlet düzeni ve toplum huzuru için birinci dereceden önemli olduğunun bilincini göstermektedir.

“Padişahlar için hazine gerekli midir?” sorusuna bir arifin verdiği cevap önemlidir: Padişahlar için asıl hazine halkın hayır duasıdır (Aşıkpaşazade 1992, bl57). Halk, ancak, kamı tok ve güvenliği tam, adalet ve huzur içinde yaşadığı sürece yöneticisi için hayır duasında bulunabilir. Dolayısıyla yöneticilerin yap­ması gereken, elde ettikleri birikimleri toplumda bu şartları sağlamak için harca­maktır. Aşıkpaşazade, padişahların elde ettikleri zenginlikleri halk için harcadık­larını gösterir örnekler vermiştir. Konu edindiği dönemin padişahlarının toplum için yaptıklarının bir listesini sunmuştur. Bu listede yer alan hizmetler şunlardır: Yoksullar için yemek pişirmek, çıplakları giydirmek, dul kadınlara yardım et­mek, Cuma günleri yoksullara para dağıtmak, seyitlere yardım etmek, imaretha­neler, medreseler, zaviyeler, camiler, hastaneler, okullar yaptırmak, Halilülrahman, Mekke ve Medine gibi İslam dünyasının kutsal şehirlerindeki yoksullara yardım göndermek, ulemaya, dervişlere, yetimlere ve dul kadınlara sürekli yar­dım sağlamak için para vakfedilmiştir (Aşıkpaşazade 1992, bl56). Bu hizmetler Osman Gazi zamanında başlamış devlet büyüdükçe ölçüleri de artmıştır. Harca­ma listesinden anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti sosyal yapıda oluşan yaralan tedavi etmek için elinden gelen çabayı harcamıştır.

Aşıkpaşazade, başta hükümdarlar olmak üzere, devlet yönetiminde yer alan herkesin erdemli olmaları gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Ancak yöneticile­rin bir şekilde erdemsiz davranışlarda bulunduklarını da sergilemiştir. Bu nokta­da hükümdarın gösterdiği tavır çok önemlidir. O, her ne olursa olsun erdemsiz davranamaz ve erdemsizliğin önüne geçmek için gerekeni yapmak zorundadır. Çünkü, ahlâkî temel bozuldukça, devlet de sallanmaya başlar, sonunda da yıkı­lır. Devletten birinci dereceden sorumlu kişinin görevi, onu sağlam tutmak için çalışmaktır. Ayrıca Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan hükümdar, kimliği gere­ği erdemli olmak durumundadır. Bu özelliğiyle başkalarına örnek olmalıdır.

Yukarıda sıralanan olumlu yorumlar yanında, Osmanlı düşünürleri, toplu­mun bunalım içinde olduğunu gerekli tedbirler alınmazsa toplumun çökeceğine de dikkati çekmişlerdir. Mustafa Alî’ye göre, karşılaştırmalı tarihsel bağlamda bakıldığında, Osmanlı Devleti de öbür devletlerin yaşadığı tarihsel süreçlere açıktır. Ne kadar hızlı yükseldiyse, yine o kadar hızla dağılabilir. Dolayısıyla hü­kümdarlar, tarihten ders alarak geçmiş hanedanların çökmesine yol açan yanlış­lardan kaçınmalı, ihmal ya da zararlı uygulamalara düşmemelidirler (Fleischer 1996, 186). Esas olan devletin temel ilkelerini geliştirirken, toplumun sorunları­nı çözen ve ihtiyaçlarını gideren yöntemler geliştirmektir. Bunlar yapılmadığı takdirde, devletin ebet müddet değil, sıradan bir devlet gibi çökeceğinin farkın­dadırlar. Kâtip Çelebi, 12 yıl dolaştığı ülkenin harap olduğunu ve devletin durak­lama döneminin sonlarında bulunduğunu kabul emiş ve Acem ülkesinin daha mamur olduğunu belirtmiştir (Kâtip Çelebi 1982, 24).

Kâtip Çelebi toplumdaki bunalımın başlıca nedenleri arasında, vergi artışı, rüşvet ve yolsuzluğu en başa koymuştur. Ona göre şeriata uymayan iğrenç rüşveti, Müslüman olmayan hükümdarlar dahi ayıplayıp yasaklarken, Osmanlı'da alabildiğine yaygınlaşması en önemli sorundur (Kâtip Çelebi 1982, 25). Rüşvet sorununa Lütfi Paşa da değin­miş ve devlet adamlarının rüşvet almasını, ilacı olmayan kötü bir hastalık olarak tanımlamıştır (Lütfi Paşa 1982, 17). Görülen o ki rüşvet ve vergi artışları en önem­li sorunlardır. Kâtip Çelebi’nin devletin bunalımdan çıkması için sıraladığı mad­delere bakıldığında, toplumun ne türden sorunlarla boğuştuğu görülmektedir.

Kâtip Çelebi (1609-1657) devletin bunalımdan çıkması için gerekli şartları şöyle sıralamıştır:

1- Halkı Hakk’a boyun eğdirecek dirayetli bir kişinin varlığı.

2-   Devletin ileri gelenlerinin, gerçek padişahın Allah olduğunu bilmeleri gerekir. Gerçekte, hazine de, asker de, halk da hep onundur. Yeryüzü padişahı onun hali­fesidir. Bu padişah, O’nun sebepleri yaratışı ile yeryüzünü yönetir.

3- Adil ve hakça tek bir gönül ve bir görüşle, terslik edenlere meydan vermeyip, devlet iş­lerinde alınması gerekli tedbirleri almak ve de hemen işe koyulmak gerekmekte­dir.

4- Ordunun belli başlı tecrübeli kişileri, gerçeklerde birleşip, sayesinde hu­zur içinde yaşadıkları devletten yana çıkarak, asker gücü ile hıyanet ve fesat er­babının kökünü kazıyıp, geçmişte birçok kere, dine ve devlete yaptıkları hizmet­leri yeniden yapmalarıdır.

5- Devleti yönetenler, doğru olanda birleşmeye gayret ve çaba gösterip, gereksiz harcamaları azaltmak için askeri kullanarak, ordunun kahredici gücü ile dirlik ve düzenliği sağlamalıdırlar. Bunlar basit ve kolay gö­zükmekle birlikte uygulaması çok zor olan durumlardır. Çünkü, devletten yana ve Hakk’a uyan kimse çok az olup, halkın çoğunluğu kendi çıkan peşindedir. Bu işin halli ancak, dirayetli bir kişi ile mümkündür (Kâtip Çelebi 1982, 31-32).

Kâtip Çelebi’nin sıraladığı her madde başlı başına bir sorundur. İlk madde, dira­yetli bir hükümdarın olması gerektiğinin vurgulanması, iş başındaki hükümdarın böyle olmadığının işaretidir. İkinci madde, inancın zayıfladığını, devlet kurulula­rının yönetiminin kişisel hırslar doğrultusunda gerçekleştiği, kişilerin o kurum ve makamın ebedî sahibi olacakmış gibi davranmaları bir başka sorun yumağına işa­ret etmektedir. Üçüncü madde, kurumların birlikte hareket etmesine işaret ettiği­ne göre, kurumlararası koordinasyon ortadan kalkmıştır. İlk maddede işaret edilen dirayetli hükümdarın olmaması, kurumlararası işbirliğinin de gerçekleşmemesi sonucunu doğurmaktadır. Dördüncü madde, orduya (Yeniçeriler) görevlerini ha­tırlattığına göre, demek ki ordu görevini yapmamaktadır. Ayrıca, toplumdaki so­runların önemli bir kısmı da ordu mensupları tarafından çıkartılmıştır. Beşinci madde, üçüncü maddeye paraleldir. Koordinasyon eksikliği, masrafların çokluğu, ordunun iyi kullanılmaması, bunalımın devam ettiğinin bir göstergesidir.

Mustafa Alî, devletteki sorunları, hükümdar ve vezirlerin görevlerini yerine getirmemekten doğan ahlâkî bir temele dayandırmıştır. Devletin gerilemesini,görevlilerin hukuk ve tarih bilmemeleri ile İktisadî düzensizlikle açıklamıştır (Fleischer 1996, 104). Mustafa Âli, toplumu rahatsız eden sorunlar olarak, yol­suzluk, sorumsuzluk, adaletsizlik, harem kadınları ile harem ağalarının siyaset üzerinde ağırlık kazanmalarını göstermiştir. Toplumsal sarsıntının simgesel ve fi­ili nedenleri, Kanuni’nin Şehzade Mustafa’yı 1553’te idam ettirmesi, II. Selim’in mutlak otoriteyi Sokullu’ya bırakması, Sultan Murat’ın rüşvet sistemine göz yumması (Fleischer 1996, 252) türünden hükümdarlardan kaynaklanan hatalar­dır. Mustafa Âli, devleti hastaya hükümdarı da doktora benzetmiş, doktorun has­ta olduğunu, dolayısıyla hastaya yardım edemeyeceğini ve adaleti sağlayamaya­cağını bildirmiştir (Fleischer 1996, 252).

Doktor-hasta benzetmesinde, ahlâk ve adalet hastalığın çaresi olarak öne çıkmaktadır. Ancak, doktor tedavi etme gücü­nü elinde bulunduramazsa, tedavi sözkonusu değildir. Mustafa Âli’nin toplumsal bunalımla, ahlâk, tarih ve hukuk arasındaki bağlantılara işaret etmesi, sorunları çok yönlü tartıştıklarının bir göstergesidir. Devletin en önemli görevi adalet ol­duğuna göre, adalet ancak ahlâkî yapılan sağlam olan yöneticiler sayesinde ger­çekleşeceğinden, ahlâk bozuk olduğu yerde adaletin olmayacağı sonucu ortaya çıkar. Aynı zamanda adaletin bir başka boyutu olan siyasal adaletin, hukukun çiğ­nenmesi nedeniyle yerine getirilememesi, yozlaşmanın ne kadar derin olduğunun da bir başka göstergesidir. Tarihin bilinmemesi, ahlâk türünden bozuklukları ya­şayan toplumların nasıl çöktüğünün bilincinde olmamaya işaret eder.

Kâtip Çelebi’nin sıraladığı maddeler, Osmanlı Devleti’nde çok ciddi sorun­ların yaşandığına işaret etmektedir. Bu sorunlardan kurtulmak için israfin gide­rilmesinin gerektiğini, Koçi Bey, Kâtip Çelebi, Naima gibi düşünürler bildirmek­tedir. Bunalımın bilincinde olan bu düşünürler, devletlerin hep iyi ya da kötü git­meyeceklerini, bazen iyi bazen kötü olduklarının da farkındadırlar. Naima bu so­runu şöyle değerlendirmiştir: Tanrı iradesine bağlı olarak, hiçbir devletin hali bir kararda devam etmez, her an muhtelif şekiller alır. Bir asrın ahvali, diğer asra uy­maz. Devlet adamları da zamanın icaplarına göre hareket ederler (Naima 1967/1, 44). İbni Haldun’un devlet öğretisine göre, devletin gelişme, olgunluk ve çöküş olmak üzere üç aşamasının bulunduğuna ve devletlerin tek düze gitmediklerine işaret etmektedir. Ayrıca toplumsal yapılardaki hareketlilikler de dönüşümlerin bir başka nedenidir. Bir yandan devletin ebet müddet olarak tanımlanması, hü­kümdarın Tanrı’nın halifesi olması, adalet vurgusu gibi ideal değerleri esas ala­rak devleti temellendirmek çabasında olan Osmanlı düşünürleri, yeri geldiğinde en ağır eleştirileri yapmışlardır. Bir yandan kendilerini devletle ifade ederlerken, diğer yandan devletin çökeceği gerçeğini de gözardı etmemişlerdir.

*Bu düşünce, İbni Haldun’dan Kınalızade Ali Efendi tarafından alınıp Ahlak-ı Alai adlı kitabında zikredilmiştir.(Naima 1967/1,49).Kutadgu Bilig’de yer alan bu görüşün,Hint-İran kökenli olduğu İnalcık tarafından belirtilmiştir.(İnalcık 2000/1,14)

* Toprak mülkiyetiyle ilgili ayetler şunlardır: 35/13, 57/10, 64/1, 67/1

Ayhan Bıçak – Türk Düşüncesi 1,syf:325-331
Devamını Oku »

(Osmanlı) Dünya Devlet Modeli



Osmanlı Devleti, dayandığı ilkeler ve gerçekleştirdiği hedefler açısından Oğuz Kağan Efsanesinde ortaya çıkan devlet tipine uygun özelliklere sahiptir. Sözkonusu özellikler çeşitli bağlamlarda ortaya çıkmaktadır. Osmanlı'nın dünya devleti olacağının göstergelerinden biri, Osmanlı tarihçilerinin üzerinde durduğu rüya motifidir. Derviş Ede Balı'nın tekkesinde misafir olan devletin kurucusu Osman Gazi, rüyasında, Derviş Ede Balı’nın koynundan çıkan ay kendi koynuna girmiş ve Osman’ın göbeğinden bir ağaç bitmiş, ağacın gölgesi bütün dünya­yı kaplamıştır. Ağacın gölgesinde dağlar, dağlardan çıkan ve çeşitli şekillerde kullanılan sular görmüştür. Derviş Ede Balı, rüyayı Osman Gazi ve neslinin hü­kümdar olacağı şeklinde yorumlamıştır (Aşıkpaşazade 1992, 16). Sözkonusu rü­ya geleceğe ilişkin bir veri olarak değerlendirilerek, Osmanlı Devleti’nin dünya devleti olmasının zeminini hazırlayan bir yorum olarak ortaya çıkmaktadır. Tan­rı’nın bir şahsa hükümdarlık ihsan etmesi ve bunu bir şaman ya da veli tarafın­dan ilgili kişiye bildirmesi, Orta Asya Türk geleneklerine geri gider (İnalcık 2005/2, 132). Ayrıca rüyada içerilen derviş, dergâh, ay, ağaç ve gölge sembolle­ri siyasî kültür açısından son derece önemli unsurlardır.

Tarihçi Oruç Bey’in anlattığı efsaneye göre, Ertuğrul Gazi rüyasında, Ay’ın Şeyh Ede Balı’nın koynundan çıkıp kendi koynuna girdiğini ve kendi göbeğinde âlemi kaplayan bir ağacın bittiğini, ağacın gölgesinde dağların kaldığını, dibin­den suların aktığını görmüştür. Bu düşü Şeyh Ede Balı, çocuklarının evleneceği­ni ve onlardan türeyen neslin büyük bir devlet kuracağı şeklinde yorumlamıştır {Oruç Bey Tarihi, 25). Benzer efsanelerin Ertuğrul ve Osman Beyler için anlatıl­dığı Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde yer almaktadır. Ertuğrul Gazi’nin gördü­ğü kaynayıp çoğalan su, çocuklarının dünyaya hükmedeceklerinin işareti olarak görülmüştür. Hem Ertuğrul Gazi hem de Osman Bey için anlatılan Kur ’an karşı­sında ayakta sabahlamalarına karşılık gelen bir sesin, “kıyamet gününe kadar sü­recek bir ulu devletin ihsan eylenmesi”ni müjdelemesi. Şeyh Ede Balı’nın koy­nundan çıkıp da Osman Bey’in koynuna giren “ışıktan oluşan ağacın bütün dün­yayı tutması”, Mevlana’nın Osman Bey’i oğul olarak kabul etmesi, mademki “onun oğulları ve torunları benim neslime inanırlar ve bağlanırlar, devletleri daim olsun şeklinde dua etmesi, meşruluğun zeminini oluşturmaktadır. Ayrıca devletin ömrüne ilişkin dilekler de meşrulaştırma anlayışları için de sık sık dile getirilmişlerdir. Müneccimbaşı’nda geçen şu ifade, “kıyamet gününe kadar süre­cek ulu bir devlet ihsan eyledi” (Müneccimbaşı I, 44-48), devletin ebediliğini ifa­de eden “devlet-i ebed müddet” fikrini yansıtmıştır.

Anadolu ve Balkanların Türkleştirip, Müslümanlaştırılmasında ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda derviş ve dergâhların büyük payının olduğu (Barkan 1942, 284) düşünülürse, rüyada ortaya çıkan devletin temelinin dergâh olması ta­rihî bir olaya işaret eder. Dervişin nitelikleri olarak keramet, içtenlik, zenginlik, misafirperverlik ve huzur vurgulanmıştır. Ayrıca, dergâhın eğitim merkezi de ol­duğu düşünülürse, devlet zihniyetinin dayandığı temellerden bazıları ortaya çık­maktadır. Birey olarak dervişin niteliklerinin genel olarak devletin niteliklerine dönüşmesi beklenmektedir. Ağaç sembolünün anlam derinliği daha fazladır. İl­kin gölgesinin bütün dünyayı tutması dünya hakimiyetinin isteğinin farklı bir şe­kilde dile getirilmesidir. İslam öncesi Türk kültüründen gelen dünya ağacı (Ögel 1995, 480) fikrinin bir devamıdır. Dünya ağacı, yer ile göğü birleştiren üzerinde bütün canlıların yer aldığı efsanevî bir semboldür. Bu sembolde esas olan, Türklerin bakış açısıyla evrenin kuruluşudur. Rüyadaki ağaç sembolü de bunu çağrış­tırmaktadır. Ağacın gölgesinin bütün dünyayı tutması, dünyanın yeni oluşan dev­letin formları içinde biçimlendirileceğini ima etmektedir.

Şecere, ailenin soy kütüğünü önemsenen ilk ataya kadar götürerek, eskiliği­ni göstermek için yazılan soy ağacıdır. Bir ailenin eskiliği, güvenilirliğinin önemli kanıtlarından biri olarak kabul edilmiştir. Özellikle, devlet idaresini elin­de bulunduranlar için şecere çok daha önemli olmuştur. Çünkü, bir ailenin atala­rı toplumun geçmişinde idareyi ellerinde bulundurmuşlarsa, onların idareleri meşrudur. Osmanlı hanedanı da meşruluğunun tam olması için kendi şecereleri­ni Oğuz Kağan’a bağlamayı uygun bulmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin kurucu ve yöneticileri bir yandan amaçlar doğrultusun­da ilerlerken, diğer yandan, geleneksel anlayışıyla kurulan devletin manevî te­mellerini geliştirmişlerdir. Devletin olgunlaşma dönemlerinde ortaya çıkan bazı sorunlar nedeniyle, halk bilincinde yaşayan efsaneyle meşrulaştırma yazıya ge­çirilerek, Devlet’i anlatan tarihlerin başına yerleştirilmiştir. Böylelikle, Kayı Boyu’nun devlet kurma ve yönetme hakkı belgelenmiş ve bu hakkın meşru kaynak­lardan geldiği ve toplum tarafından da benimsendiği ortaya konmuştur. İlk Osmanlı tarihçilerinden itibaren, Osmanlı hanedanının Oğuz Kağan’a bağlandığı görülmektedir. Kayı'ların şeceresi, Ertuğrul ve babası Süleyman Şah üzerinden Oğuz Han’a, ondan da Nuh Peygamber’in oğullarına kadar vardırılmıştır* (Şükrullah 1939, 27, Müneccimbaşı I, 52-53; Hoca Saadettin Efendi 1974/1 27-28‘ Oruç Beğ Tarihi, 19-20; Aşıkpaşazade 1992, 12; Lütfi Paşa 2001, 153). Tarihçi Neşri Cihannuma adlı kitabında, Türklerin Orta Asya’daki devletlerinden başla­yarak Osmanlı Devletine kadar olan süreci anlatmış ve Osmanlı hanedanının bağlı olduğu Kayı Boyu’nun Oğuz Kağan’ın oğullarıyla ilişkilendirmiştir (Mehmed Neşri I 1987, 9-57). Dede Korkut kitabında Korkut Ata’nın bildirdiğine gö­re, “saltanat ve hanlık sonunda Oğuz Kağan’ın vasiyeti üzre, Kayı Han’ın oğul­larına geçecek ve ahir zamana kadar onlarda kalacaktır” (Dede Korkut 2000, 1; Müneccimbaşı I, 48) Bu fikir Yazıcızade Ali tarafından da dile getirilmiştir (akt, İnalcık 1959, 78).

Sözkonusu şecere, II. Murat döneminde ciddi bir şekilde ele alınmış ve Osmanlı Devleti geleneksel Türk devlet anlayışına bağlanmıştır. Aynı dönemde (II. Murat) paraların üstüne Kayı Boyu’nun damgasını bastırmıştır (İnalcık 1959, 78). Osman Bey’in hükümdarlığının kabul edildiği toplantıyı Müneccimbaşı şöyle anlatmaktadır: “Oğuz Han töresi üzre önünde diz çöktüler. Os­man Gazi de her birine birer kadeh kımız sundu. Aldılar, itaat edeceklerine söz vererek içtiler” (.Müneccimbaşı Tarihi 1, 70). Devletin kuruluşunun Oğuz töre- since gerçekleştirilmesi, Oğuz geleneğinin sürekliliğinin bir göstergesidir.

Osmanlıların Kayı Boyuna bağlı olduklarını gösteren şecerenin sonradan uydurulmuş olduğu ileri sürülmüş ve Köprülü bu iddiayı şöyle cevaplamıştır: Eğer Osmanlı padişahları, kendilerine devletin kuruluşundan bir asır sonra yalan­dan bir silsilename uydurmak isteselerdi, yalnız Anadolu değil bütün Yakınşark Türk ve İslam dünyasında “Sultanlar Sülalesi” olarak telakki edilen Selçuklu ha­nedanını yetiştirmiş olan Kınık Kabilesi’ne mensup olduklarını iddia etmezler mi idi? (Köprülü 1999, 81-82). Köprülü şecerenin uydurulmamış olduğunu çeşitli verilerle ortaya koymuştur. Ayrıca köken efsanelerinin toplumlar tarafından nasıl içselleştirildikleri ve toplumlar üzerindeki etkileri ile süreklilikleri gözönünde bulundurulduğunda, bir uydurmadan söz etmek imkanı ortadan kalkar. Çünkü köken efsaneleri, dönemin toplumları için töre, kutsal kitap, konuşulan dil, inanç ilkeleri gibi toplumun bütün bireylerinin bilip anlattıkları bir değerler silsilesi ol­duğundan, unutulması sözkonusu değildir. Sözkonusu şecerenin 15. yüzyılda ya­zıya geçirilmesi, onun uydurulduğunu değil, yazılı belge haline getirilmesinin gerekli olduğunun göstergesidir. Bununla birlikte, Kayıların sözkonusu şecereyi uydurmuş oldukları kabul edilse bile, burada esas olan unsurun, Oğuz Kağan şe­ceresidir. Devleti yöneteceklerin Oğuz şeceresinde kendilerine yer bulmaları ge­rekliliğidir. Başka bir deyişle, devletin yapılanmasında Oğuz Kağan Efsanesi, te­mel ilkeleri belirleyen bir güç olarak öne çıkmaktadır.

Köken efsaneleri, evren tasavvuru çerçevesinde, devletin ve devlet yöneticiIerinin, uygulanan siyasetin meşruluğunu göstermede önemli bir yer tutmuştur (İnalcık 1959, 77). Yönetimi meşrulaştırma ve devlet kurma ile rüya ve rüyada

görülen dev ağaç ya da ağaçlar, Gazneliler ve İlhanlılar gibi diğer Türk devletlerinde de görülür (Köprülü 1984, 7). Devletin ve hanedanın gelecekte büyük işler yapacağı rüyalar aracılığıyla haber verilmektedir (Roux 1994, 74). Evreni temsil eden sembollerin devletle ilişkilendirilmesi ve Oğuz Kağan Efsanesi'nin çıkış ka­bul eden bir anlayışın gerçekleştirmek istediği devlet modelinin, dünya devleti olacağı izlenimi vermesi, ilahi hakimiyet ile dünya hakimiyeti arasındaki bağın Oğuz Kağan'da olduğu gibi Şeyh Ede Bali yorumuyla Osman Bey’de de görül­mesi (Ocak 1998, 76), devlet düşüncesindeki sürekliliği göstermektedir. Kül Tıgin Yazıtı'ndaki, “üstte mavi gök altta da yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasın­da insanoğulları yaratılmış. İnsanoğullarının üzerine de atalarım Bumin Hakan ve İstemi Hakan (hükümdar olarak) tahta oturmuştur (Kültiğin Yazıtı; Dİ); ifade­sinde ortaya çıkan anlayışla tarihçi Müneccimbaşı Ahmet Dedenin kitabında ge­çen, “Allah bu devleti dünya durdukça payidar kılsın. Duamı kabul eyle ey her an kâinata tasarruf eden Allah’ım. Uğurlu gelsin de zaman onunla sona ersin, diye Osmanlı Devleti’ni kitabımın son kısmında zikrettim”, (Müneccimbaşı I, Giriş) ve Fatih için, “Allah onun şerefli zatını dünyanın sonuna kadar saltanatı ile devam ettirsin” (Tursun Bey Tarihi, 19-20), anlayışları birlikte düşünüldüğünde, genel olarak Türk devlet anlayışında saklı olan ve Osmanlılarda sık sık ifade edilen, devlet-i ebed müddet fikrinin kaynağı ve uygulaması su yüzüne çıkmış olur. İslam inancına göre dünya ve insanlığın sonlu olduğu kabulüne rağmen, devletin ebed müddet olması, devlete verilen değerin göstergesidir. Görülen o ki, Dünya Devle­ti fikri, Türk kültürünün tarihi sürecinde, başından sonuna kadar, hep varolmuştur. Adı geçen kültürde ortaya çıkan dünya devleti düşüncesinde, devlet Türklerin ya­radılışıyla başlamakta ve dünyanın sonuyla bitirmektedirler.

Göktürklerde olsun, İslâmî dönemde olsun yönetme hakkının ata aracılığıy­la geldiği, vurgulanmıştır. Bir bakıma hükümdarın kendisi değil, babası siyasî düzenin kilit noktasıdır. Şöyle ki, Göktürklerde, Bumin ile İstemi kağanların in­sanları idare etmek için gönderildiğinin (Kül Tıgin Yazıtı; D 1) vurgulanması ile bir Dünya Devleti olan Osmanlı hükümdarlarının halifelik ve Tanrı ’nın yeryü­zündeki  gölgesi (Tursun Bey, 21, 24) unvanlarını taşımaları arasında özden bir fark yoktur. Bin yıllık zaman ve on binlerce kilometre uzaktaki mekân farkıyla hem Göktürklerde hem de Osmanlılarda yönetim, dünya düzeninden sorumlu ol­ma anlamına gelmiştir. Dünya düzeninden sorumlu olmak bilinci, yeri geldiğin­de ya açıkça ifade edilmiş ya da uygulanarak gösterilmiştir.

Köken sorununun evren tasavvuruyla bağlantılı olduğu (Eliade 1993, 27) fikri, Türk devlet anlayışının, Türk evren tasavvuru üzerine oturduğu düşüncesi­ni desteklemektedir. Türklerin Tanrı ve evren anlayışları çerçevesinde hükümda­rın nitelikleri ve görevleri tanımlandığından, hükümdarlar sürekli olarak Dünya Devleti kurma yolları aramışlardır. Oğuz Kağan Efsanesi bu amaçla kullanılmıştır. Efsane ve uygulamalarla devletin teorik çerçevesi oluşturulmuş ve bu bağ­lamda kimlerin hangi ilkelere bağlı olarak iş başına geçecekleri, ne türden so­rumluluklar yüklenecekleri tasvir edilmiştir. Şecere oluşturma ve şecerenin Oğuz Han’a bağlanması, kültürde yaşayan tarih bilincinin bir şekilde ortaya çıkması­dır. Bilinç, geçmişle gelecek arasında köprü olarak tanımlandığında (Bıçak 1996, 48-49), siyasî bilinç, geleceği kurmak için geçmişte çizilen yolların ve hazırla­nan malzemelerin kullanılmasını gerektirmektedir. Osmanlı Devleti'nin kurulu­şunda ve sonrasında bu siyasî bilinç kendini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Devlet, tarih bilincine dayanan siyasî bilinç çerçevesinde kurulmuş, hem kültü­rün tarihinden gelen görevleri, hem topluma karşı sorumlulukları, hem zamanın koşullarına göre nasıl yapılanması gerektiği, hem de amaçlarının ne olduğu an­laşılır bir şekilde sergilenmiştir.

Ayhan Bıçak-Türk Düşüncesi 1,syf:297-301
Devamını Oku »

Ladini Bilim Maddeye Bağlıdır

Ladini Bilim Maddeye Bağlıdır

Son yüzyıllarda gelişen «lâdinî» bilimin tümü sadece duyulabilen dünyanın incelenmesidir. Bu in­celeme salt bu alanı kapsamaktadır ve bu inceleme­nin yöntemleri de sadece bu alana uygulanabilmek­tedir. Oysa öteki yöntemler dışta tutulup sadece bu yöntemler «bilimsel» olarak ilan edilmişlerdir; bu da maddi şeylerle ilgili olmayan her bilimi inkar et­mek anlamına gelmektedir. Böyle düşünenler ve hat­ta kendilerini özellikle söz konusu bilimlere adayan­lar arasında, kendilerinin «materyalist» olduklarının açıklamasını reddeden çok insan vardır; hatta samimi olarak bir dini inancı benimsediklerini seve seve söyleyenler bile olmuştur. Ama onların «bilimsel» tavırları, kesinkes materyalist olanların tavlıların­dan önemli ölçüde farklı değildir.

Dinsel açıdan, mo­dern bilimin tanrıtanımaz olarak mı yoksa materyalist olarak mı açıklanması gerektiği sorunu sık sık tartışılmış ve çoğunlukla da bu sorun yanlış bi­çimde ele alınmıştır. Bu bilimin kesinlikle ateizm ya da materyalizm taraftarı olduğunu açıkça söyleme­yeceği ve şu ya da bu filozofun yaptığı gibi, bazı şey­ler hakkında şeklî bir inkarla karar vermeksizin, ta­raf tutmayı bilmediğini söylemekle yetineceği çok açıktır. Öyleyse bu bilimle ilgili olarak, pratik mad­decilik diye adlandırabileceğimiz fiilî bir maddeci­likten söz edebiliriz. Ama bunun zaran belki daha da ciddidir, çünkü bu zarar daha derin, daha yaygın­dır.

Felsefi bir tavır, filozofluğu «meslek» edinmiş insanlarda bile çok yüzeysel olabilir. Üstelik inkar karşısında gerileyen ama tam bir ilgisizliğe de ra­zı olan insanlarvardır; ve en korkuncu da bu ilgi­sizliktir, çünkü bir şeyi inkar etmek için de, ne den­li az olursa olsun, gene o şey üzerinde düşünmek ge­rekir. Oysa ki burada, hiçbir şekilde artık onu düşünmeme sonucuna varılıyor. Sadece maddeyle il­gilenen bir bilim kendini olabilecek tek bilimmiş gi­bi sunarsa, insanlar da, bu bilim dışında geçerli hiç­bir bilginin olamayacağını tartışılmaz bir gerçek gi­bi kabul etmeye alışmışlarsa, onlara verilen bütün eğitim, bu bilimin, tam anlamıyla «bilimcilik’in, hu­rafesiyle kafalarını doldurursa, nasıl bu insanlar pratikte maddeci olmasınlar? Yani tüm zihinsel uğ­raşılarınımadde yönüne çevirmesinler?

Modernlere göre, görülebilen ve dokunulabilen şeyler dışında hiçbir şey var gözükmüyor; ya da en azından, bunlar dışında bir başka şeyin var olabi­leceğini kuramsal olarak kabul etseler bile, onu sa­dece bilinmeyen olarak değil aynı zamanda «biline­mez» diye ilan etmekte acele ederler. Tabi bu an­layış onlarla uğraşmalarını engeller. Bununla bir­likte, her ne kadar bir «öte dünya» düşüncesi edin­meye çalışanlar varsa da, buna ancak muhayyilele­rinde yer verdikleri için, öte dünyayı bu dünya mo­deline göre düşünmektedirler ve zaman, mekan ve hatta bir tür «cismanilik» de dahil olmak üzere, bu dünyaya özgü olan hayat şartlarını oraya taşımak­tadırlar.

Başka bir yerde ruh çağırmayla ilgili dü­şünceler konusunda, kaba bir şekilde maddileştiril­miş bu tür tasarımlardan özellikle çarpıcı örnekler verdik. Ama o örneklerde her nekadar bu özelliğin karikatürize edilecek kadar abartıldığı aşırı bir du­rum varsa da, ruhçuluk; ve az ya da çok ona ben­zeyen mezheplerin bu tür şeyleri tekellerine aldık-larını sanmak bir hata olur.

Üstelik çok genel bir bicimde, muhayyilenin hiçbir şey bulamayacağı ve normal olarak kendisine yasaklanmış olması gere­ken alanlara girmesi de, modern Batılıların duyulabilen alemin üstüne yükselme konusundaki yetersizliklerini çok açıkça gösteren bir olaydır. Çoğu kim- kavramakla «tahayyül etmek» arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi bazı filozoflar, tasarıma elverişli olmayan herşeye «kavranamaz» ya da «düşünülemez» diyecek kadar ileri gittiler. Bu yüzden spiritüalizm» ya da«idealizm» denen şeyler de çoğu kez konum değiştirmiş bir tür maddecilikten baş­ka bir şey değildir.

Bu söylediğimiz sadece «neospirîtüalizm» adı altında belirttiğimiz akım için değil, aynı zamanda kendini materyalizmin karşıtı olarak gören felsefi spiritüalizm için de doğrudur. Doğru­sunu söylemek gerekirse, felsefi anlamda anlaşılan spiritüalizm ve materyalizm, biri olmadan öteki an­laşılamaz: Açıkçası bunlar Kartezyen düalizmin iki yarısıdır. Temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa dönüş­türülmüştür; ve o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelmekte ve bunları aşamamaktadır.

Adı  olmasına rağmen, ma­neviyatla hiçbir ortak yanı yoktur. Bunun materya­lizmle olan tartışması, üstün bir görüş açısına ula­şanları ve bu çelişkilerin aslında, hemen hemen bir­birinin benzeri olduğunu, pek çok noktadaki sözüm- ona çelişkinin basit bir kelime tartışmasına indir­gendiğini görenleri ancak tamamen ilgisiz bırakabi­lir.

Modernler genellikle ölçülen, hesaplanan ve tar­tılan şeyleri, yani kısacası maddî şeyleri kapsayan bilim dışında başka bir bilimi kavrayamazlar; çün­kü nicel görüş açısı ancak bunlara uygulanabilmek­tedir. Niteliği, niceliğe indirgeme iddiası, modern bi­limin en belirgin özelliğidir. Bu yönde öyle bir nok­taya gelindi ki, ölçünün sokulmasının mümkün ol­madığı yerde, gerçek anlamda bilimin de mevcut ol­madığına ve nicel ilişkileri açıklayan bilimsel yasa­lardan başka bilimsel yasaların bulunmadığına ina­nıldı. Descartes «mekanikçilik»i bu eğilimin başlan­gıcı oldu. Kartezyen fiziğinin başarısızlığına rağmen, bu eğilim o zamandan beri hep artmıştır, çünkü o belli bir kurama değil, genel bir bilimsel bilgi kav­ramına bağlanmıştır.

Bugün ölçü, mahiyeti gereği belli bir ölçüye gelmeyen psikolojik alana bile uygulanmak isteniyor.Sonunda ölçme imkanının sadece maddeye bağlı bir özelliğe dayandığı anlaşılmaz hale geliyor. Bu özelliğin var olan her şeyi kapsadığı dü­şünülmedikçe, bu ölçme işi maddenin sınırsız bölünebilme özelliğidir. Bu da her şeyi maddileştirme anlamına gelir.

Daha önce söylediğimiz gibi, bölün­menin ve saf çokluğun kaynağı maddedir. Nicelik bakış açısına mal edilen ve daha önce de gösterdi­ğimiz gibi, toplumsal alana varıncaya kadar her yer­de bulunan üstünlük, zorunlu olarak felsefî mater­yalizme bağlı olmasa da, yukarıda belirttiğimiz an­lamda materyalizmden kaynaklanmaktadır; nitekim bu üstünlük modern düşünce eğilimlerinin gelişimi içinde hep önde gitmiştir. Niteliği niceliğe indirge­mek istemenin gayri meşru olduğu konusu ve az ya da çok «mekanist» biçime bağlanan tüm açıklama gi­rişimlerinin yetersiz olduğu konusu üzerinde fazla durmayacağız. Amacımız bu değil, bu bakımdan sa­dece duyulabilen alemde bile bu tür bir bilimin ger­çekle çok az bir ilimcisi olduğunu belirteceğiz. Bu bi­limin en önemli kısmı zorunlu olarak realitenin dı­şında kalır.

Pek çok kimsenin farkına varmama tehlikesiy­le karşı karşıya olduğu ama sözünü ettiğimiz kafa yapısının bir göstergesi olarak çok dikkat edilmesi gereken «realite»konusunda bir başka olgudan söz etme noktasına gelmiş bulunuyoruz: Bu realite adı, günlük kullanıma; salt duyulabilen realiteyle ilgili olarak kullanılmaktadır. Dil bir toplumun ve bir ça­ğın zihniyetinin ifadesi olduğu için, bu sözcüğü böy­le kullananlar için,bundan, duyuların içine girme­yen her şeyin «irreel», gerçek dışı yani bir yanılsa­ma olduğu ve hattahiç var olmadığısonucunu çı­karmak gerekiyor; belki de onlar açıkça bunun bi­lincinde olmayabilirler, -ama bu olumsuz inanç gene de onların kalblerindeiyîce yer etmiştir.

Her ne kadar aksini iddia etseler de, bunun farkına varmalarına rağmen, bu düşüncenin kendilerinde, ta­mamen laftan ibaret olmasa bile, sadece çok hari­cî bir şeyin karşılığı olduğundan emin olunabilir. Eğer bunda abartma yaptığımız sanısına varılacak olursa, sadece çoğu insanların sözde dinî inançları­nın nelere indirgendiğini görmek gerekecektir: Hiç­bir zaman kendilerine mal edemedikleri ve hiçbir zaman üzerinde en ufak bir şekilde kafa yormadık­ları ama belleklerinde tuttukları, okulda öğrenilen ve tamamen bir teyp gibi ezberlenen bilgiler; herkes gibi fırsat oldukça onları tekrarlayıp dururlar, çün­kü onlar belli bir biçimciliğin birer parçasıdır; işte onların din adı altında anlayabildikleri her şey budur.

Dinin bu şekilde «asgariye indirgenmesi»nden daha önce söz ettik; söz konusu «lafçılık» da bu as­gariye indirme işinin son basamaklarından birini temsil eder. Sözde «inananlar»ın pratik maddecilik konusunda «inanmayanlar»dan hiçbir hususda geri kanadıklarını dini asgariye indirme işi açıkça gös­termektedir.

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Demokratik Batılı devlet miti, 1500-1900



Doğu despotizminin zıddı olarak Batılı demokratik devletler, Avrupamerkezcilliği kişilere bahşedilmiş güçler ve kazandırılmış özgürlükler olarak adlandırmışlardır. Güçlü bir sivil toplum Batı’nın sürdürdüğü özel bir kurum olarak ortaya çıkmıştır, bu da neden sadece öncelikle Batı devletlerinin modern kapitalizme yöneldiğini açıklayan bir durumdur. 10. Bölüm’de gördüğümüz gibi Avrupamerkezcilik tipik olarak Antik Yunan’dan bu yana süregelen politik demokrasinin modern olarak tersine çevrilmiş halidir. Daha sonra İngiltere’deki Magna Carta’nın (1215), İngiliz Şanlı Devrimi’nin (1688/9), Amerikan Anayasası’nın (1787/9) ve Fransız Devrimi’nin (1789) izlerini yansıtan düşünceler Batı demokrasisinin kalıcı resmini oluşturmuştur. Bu uzun tarihi yolla, Avrupa ve Batı’nın demokratik anlamda gücünün yükselmesi sağlanmıştır. Burada asıl sorun 20. yüzyıldan önce hiçbir Batılı devletin gerçekten demokratik olmadığıdır.

James Blaut’un dediği gibi Avrupamerkezci tarihçiler Ortaçağ’da pek çok Avrupa toplumunda bulunan değerlerin kıtanın yükselişe geçmesiyle ve ekonomik anlamda moderleşmesiyle anlamını yitirdiğini belirtmektedirler.(18) Avrupamerkezci tarihçiler, fiilen bir 20. yüzyıl hamlesi kavramını ortaya koymak ve ondan önce bu tür uygulamaların olmadığını öne sürmek eğilimindedirler. Bu durumda, Batılı ilerleme liberal-demokratrik devletin bir unsuru olamaz. Bundan çıkarılan sonuç ise, ilerlemenin kuvvetli bir sivil toplumun unsuru da olmadığıdır.



12.1 nolu tablo dikkatlice incelenirse, Batı devletlerinin çoğunun 20. yüzyıla kadar sadece erkek vatandaşların politik haklarını göz önüne aldığı ve çoğunlukla genel oy kullanma hakkının 20. yüzyılın ortalarında elde edildiği gözlenebilir. Bu tabloda genel anlamda oy kullanım hakkını sağlayan ilk devletin Norveç, son devletlerin ise Amerika, Portekiz ve İsviçre olduğu gözlemlenebilir. Bu veriler oy verme hakkının ancak 20. yüzyıl gibi oldukça geç bir zaman diliminde tam anlamıyla kazanıldığını göstermesi açısından oldukça çarpıcıdır. 1900’de Avusturya nüfusunun 20 yaşın üzerindeki kısmının ancak % 14’ü oy verme hakkına sahipti. Bu oran 1912 yılı Almanyası’nda ise % 39 civarındaydı. İlginç olan ise, pek çok liberal Avrupa devletinde durum Almanya’dan çok daha beterdi.



1900 ve sonrasında yetişkin nüfusun oy verme oram 1900’de Belçika’da % 4, 1909’da İtalya’da % 15, 1908’de İsveç’te % 16, 1910’da İngiltere’de % 29, 1913’te Danimarka’da % 30, 1906’da Norveç’te % 35, oldukça geç bir tarih olan 1967’de İsviçre’de % 38 ve 1940’ta Fransa’da % 40 civarındaydı.(19) Almanya’yı bu konuda geçen tek ülke 1901’deki % 52 oy verme oranıyla Hollanda idi. Bundan başka on dört ülkeden sadece yedisinde 19. yüzyılda erkek nüfusun oy verme oranı incelenmiş ve hiçbirinin genel oy verme oranı hesaba katılmamıştır.

Ancak bu düşük oy verme oranları bile politize olmuş vatandaşların oranını abartarak göstermektedir. Alman politik sisteminin hüküm sürdüğü Prusya’da dahi oy hakkı en varlıklı kesimin yararına olacak şekilde düzenlenmiştir. Prusya'nın üç sınıflı oylama sistemi eşit olmayan bir şekilde paylaştırılmıştır. Buna karşın her üç grubun da eşit oy hakkı vardı. Yani % 3,5’lik kesimin de en alttaki % 83‘lük kesim kadar söz söyleme hakkı vardı. % 16,5’lik oranla en ağırlıklı kesimin ise en alt grup üzerinde görülmeyen bir çoğunluk etkisi vardı. Bunun yanında Alman parlamentosunun son derece az bir gücü vardı ve doğrudan impara-torluk şansölyesine bağlı olarak çalışıyordu. Şansölyenin de Kaiser’e karşı direkt sorumlu olduğunu gözönüne alırsak, o dönemde Almanya’da politik anlamda vatandaşlığın son derece göstermelik olduğunu düşünebiliriz.

Genel olarak 19. yüzyılda Avrupa ülkelerindeki erkek vatandaşların oy verme sistemine baktığımızda, bu hakkı çarpıtma ve engellemeler yoluyla demokrasinin sadece bir hayal olarak kalmasını sağlamaktan ibaret bir sistem olarak görürüz. Oy satın almayı kolaylaştıran açık oylama sistemi ve her türlü seçim sahtekârlığı bunlardan bir kısmıdır. Kapalı oy kullanma sistemi ancak 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. İngiltere’nin 1883’te Rüşvet ve Kanundışı Uygulamalar Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bu tür seçim sahtekârlıklarının önüne set çekmeye çalışmışsa da, yine de 20. yüzyıla kadar tam bir başarı sağlanamamıştır. ABD’de durum çok daha kötüdür.

Ha-Joon Chang’m belirttiği gibi, 1870’te yapılan 15. Düzenleme ile Siyahlara oy hakkı verilmesine karşın, 1890’da Güney eyaletlerinde bu hak feshedilmiştir. Aynca ülke genelinde Düzenleme’nin uygulamaya konmaması için pek çok engelleme çalışması yapılmıştır.(20) Bunların arasında, okur yazarlık durumu ve keyfi “karakter” şartları gibi resmî kılıf uydurulan engellerin yanında, oy vermeye gelen Siyah nüfusa karşı şiddet uygulanması gibi gayri resmi engellemeler de mevcuttu. Bu engeller ancak 1965’te Seçim Hakkı Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle atlatılabilmiştir.

Bunun yanında belirtmek gerekir ki, oldukça yüksek olan seçim maliyetleri de demokrasinin uygulamaya konmasında öne çıkan önemli engellerden biridir. Chang da sonuç olarak şöyle diyordu:

Bu tür “pahalı” seçimlerle, seçilen devlet memurlarının yozlaşması hiç de şaşırtıcı değil. 19. yüzyılın sonlarında ABD’de, özellikle de devlet meclislerindeki yasal yozlaşma öyle kötü bir hale gelmişti ki, bir sonraki başkan Theodore Roosevelt lobi yapan gruplara oy satan New York’lu meclis üyelerinin “kamu hayatı ve devlet hizmeti hakkında ölü bir koyun üzerinde dolaşan akbabalar kadar fikir sahibi” olduklarını üzüntüyle ifade etmişti.(21)

Amerika'nın siyasi demokrasiye kucak açan Batılı ülkelerin en sonuncularından biri olması da aynı derecede dikkat çekicidir. Şu da çok açıktı ki 1900’lere gelindiğinde bile siyasi olarak gerçek bir demokrasi Batı için hâlâ bir hayaldi. Patricia Springborg sonuç olarak şöyle diyordu:

Devlet meşruiyeti teorilerinin tarihinde görülen en büyük ironi çoğulcu, hareketli, girişimci Doğu'nun, pastoral, durağan ve göreceli olarak geri kalmış Batı tarafından “despotik” olarak kabul edilmesiydi. Batı’nın demokrasi adına asıl önceliği 20. yüzyıla gelindiğinde dünya çapında bir erişimin garantilendiği parlamentoya tabiydi.(22)



Dipnotlar:

18 James M. Blaut, Eight Eurocentric Historians (Londra: Guilford Press, 2000), s. 144.

19 Flora, State, s. 96-151

20 Ha-Joon Chang, Kicking Away the Ladder (Londra: Anthem, 2002), s. 74-75.

21 A.g.y., s. 75-76.

22 Patricia Springborg, Western Republicanism and the Oriental Prince (Austin: University of Texas Press, 1992), s. 19.

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:283-286

Devamını Oku »

Doğu Rönesansı’ ve Batı Rönesansının üç çelişkisi



Birçok Avrupamerkezci bilim adamı ‘Avrupa’nın dinamikliğinin’ kökenini Rönesans olarak tanır, bu da Avrupalılara gerekli ‘bilimsel rasyonalite’ ve ‘bireyselcilik’ duygusunu vermiştir. Rönesans saf Antik Yunan biliminin yeniden keşfedilmesi olarak düşünülüyordu. Bunun tipik bir ifadesi şöyledir:

Avrupa, modern bilimin yaratamayacağı hiçbir şey almadı Doğu’dan, diğer taraftan ödünç aldıkları şeyler de yalnızca Avrupa aydın geleneğine dahil edildiği için değerliydi. Ve bu elbette (Eski) Yunan’da oluşturulmuştu.(38)

Ancak bu, Avrupa Rönesansı’nın temelindeki önemli düşüncelerin birçoğunun ve sonrasında ortaya çıkan bilimsel devrimin (aynı zamanda Aydınlanma’nın - bkz: 9. Bölüm), gerçekte Doğu’dan kaynaklandığı ve Doğu küreselleşmesi aracılığıyla dünyanın İslam Köprüsü boyunca dağıldığı düşüncesini muğlaklaştırıyor. Michael Edwardes’in belirttiği gibi:

Bütününde bu büyük üretim (yaratım) dönemi Doğu’yla çok az ilgilendi ya da hiç ilgilenmedi. Rönesans, gerçekten de arkasını dönmüştü Doğu’ya ve bunun yerine antik dünyanın belli bir bakış açısını eklemişti. Bu elbette, Rönesans insanının Doğu'nun varlığını fark etmediği anlamına gelmedi... Rönesans tüm klasik (Yunan) yüzüne karşın Doğu’dan çoğunlukla gizli gizli etkileniyordu ve kaynağı her zaman örtülü kalıyordu.(39)

Ancak arada şuada Avrupamerkezci yazarlar Rönesans düşüncelerinden bazılarının Ortadoğu’dan alındığını ileri sürerler. Oysa bu iddia Doğu’nun (İslam’ın etkisi) bütün bunlarda bağımsız bir rol oynamış olması olasılığının bir yana buakılmasıyla çürütülür. Bu iddia, Müslümanların Antik Yunan metinlerinin sadece sahipleri veya çevirmenleri olduğunu ileri sürer ve Müslümanların tek yaptıkları şeyin de bunları geldikleri yere iletmek olduğunu söyler. Böylelikle bize tipik olarak söylenen şey şudur: “Yunanların paltosu İslam dünyasına geçti, Allah’ın ellerinde, Helen mirası Batı çıkarları yeniden ateşlenene kadar gözetim altında tutuldu.”(40) Kısaca, Müslümanlar özgün düşünürlerden çok sadece kütüphaneciler olarak değerlendirilmiştir. Bu inandırıcı bir hikâye olmasına karşın, Avrupa Rönesansına sızan birçok bağımsız Doğu fikrine işaret eden önemli kanıtları çürütmeyi başaramaz. William McNeill’in belirttiği gibi:

Batılılar Müslümanların ince bir zekâya ve Latin dünyasından daha güçlü bir öğrenme zenginliğine sahip olduğunu keşfettiler... MÖ 6. yüzyılda Yunanlar Doğulu (Mısır’a air) medeniyeti asimile etmeselerdi, onların (Avrupalıların) kendilerine mal ettikleri bu bilinmeyen mirasın aydınlanmış tarih içinde bir karşılığı olmazdı.(41)

Bu dönemdeki Batı’nın “[düşünsel] etkisi gerçekte sıfırdı- belki de Batı’nın sunacak çok az şeyi olduğu” düşünüldüğünde bu pek şaşırtıcı değildi.(42) Ancak, Çinliler 11. yüzyılda bir Rönesans yaşamış görünüyor,(43) Avrupa'nın düşünsel şansları açısından önemli olan Müslümanların öncü katkısı idi.

9.yüzyılın başlarında, yedinci Abbasi halifesi, Memun Bağdat’ta diğerlerinin yanı sıra Yunanca eserlerin, özellikle Ptolemaos’un, Arşimed ve Öklid’in yapıtlarının Arapçaya çevrildiği “Bilgelik Evini” (Bayt al-Hikmah) kurdu. Ama Arap bilim adamları tıp, matematik, felsefe, teoloji, edebiyat ve şiir ile ilgili Iranlı ve Hint (ve Çin) metinlerini temel alır. Sonra Yahudi bilim adamları ve çevirmenlerinin yardımıyla sadece Yunan düşüncesinin bir karışımı değil, Yunan düşüncelerinin eleştirisi ve aynı zamanda bunu genelde ileriye götüren yeni bir bilgi bütünlüğü oluşturdular. Bu sürece, Bağdat’ın küresel ekonominin merkezinde yer alması ve yeni Asya düşüncelerini almakla kalmayıp, onları yeniden ele alıp Müslüman Ispanya’ya aktarması da katkıda bulunuyordu.

Özellikle 1000 yılından sonra Avrupalılar İslam dünyasından bilimsel metinleri Latinceye çevirdiler. İspanyol Toledo’sunun 1085’te düşmesi özellikle önemlidir, çünkü burada birçok Avrupalı aydın, İslam teknik kitaplarına ulaşabiliyordu. İslam’dan öğrenme işlemi İspanyol Kralı 10. Alfonso (1252-1284) ile büyük oranda Yahudi aracılarla (Portekiz kralları gibi) devam etti. Takdim edilen birçok örnek arasında, 1266’da İbn Halef el- Muradi’nin önemli metni “The Book of Secrets about the Results of Thoughts”un Toledo Sarayı’nda çevrilmiş olması önemlidir. Bu metin ve başka birçokları İber- yaklara pekçok İslami buluş ile ilgili bilgi verir. Son olarak İtalyanlar da doğrudan Ortadoğu ile yaptıkları ticaret ve Haçlı Seferleri aracılığıyla bu düşüncelerden çok şey öğrendiler. Peki nasıl oluyordu da Müslüman bilim adamları özgün Yunan bilgi kaynaklarına katkıda bulunabiliyorlardı?



İslam dünyasında matematikteki gelişmeler

Jack Goody’nin yerinde bir saptamasıyla “Matematik Doğu’da ve Batı’da yer alan paralel ancak eşit olmayan gelişmelerin olduğu alanlardan biriydi. Geometri ile ilk gelişmeler Mezopotamya [Antik Irak’ta] ve Mısır’da gerçekleşti ve daha sonra Yunanlar tarafından ele alınacaktı.”(44) Gerçekten de, Antik Irak’taki okullarda cebir ve geometri öğretiliyordu, daha MÖ 1700 gibi erken bir tarihte bile Pisagor’a atfedilen teoremi ve pi’nin değerini biliyorlardı. Dairenin 360 dereceye, dakikanın 60 saniyeye, günün 24 saate bölündüğü “sexagesimal sistemi”ni geliştirmişlerdi. Antik Irak’tan sonra Antik Mısır ve sonra Yunanistan’a geçtiler.

(Yunanlar ilk gelişmeleri gösterenlere çok yakındılar). Bir sonraki büyük gelişme aşaması ise bu ilk gelişmeleri daha da ileri götüren Müslümanlar tarafından yaklaşık 800 yılından sonra başladı. Öncü matematikçi Muhammed İbn Musa el- Harezmi (780-847) son derece etkili bir kitap olan On Calculation with Hindu Numerals (yak. 825) yazmıştır. Bu kitap Hint sayı sisteminin İslam ve Batı’ya yayılmasını sağlamıştır.(45) İlginç olan Ortadoğulu Fenikeliler (ama onlar kendilerine Kenanlı, Akdeniz’in doğu kıyısında bulunan Kenan ülkesinden diyorlardı) sayılan ilk kullananlar oldu. Ancak, Hintlilerin gerçekleştirdiği büyük başarı 10’- lu sistem değerinde dokuz sayı ve sıfırla (sunya) ortaya çıkıyordu.

Bu sistem Arap bilim adamları tarafından yaklaşık MÖ 760 yılında uyarlandı.(46) Buna karşılık el-Harzemi’nin yapıtı aralarında al-Uqlidisi, abu’l-Wafa al-Buzajani, al-Mahani, el-Kindi ve Kushyar ibn Labban’ın bulunduğu 10. yüzyıl İslam bilginleri tarafından daha da geliştirilmiştir.(47) Ortadoğu’da yaygın olan bu düşünceler, 10. yüzyılın sonuna kadar Müslüman İspanya’ya yayıldı, burada geri kalmış olan Avrupalılar bunlara ulaşabiliyordu (özellikle Cordoba aracılığıyla Toledo’nun 1085’teki düşüşü ve Zaragoza'nın 1118’de Aragonlular tarafından ele geçirilmesi ile).

İlk aşamada Avrupalılar yavaş hareket edip, abaküse dayalı eski sistemi korumayı tercih ettiler. Ancak 1202'de Tunus’ta yaşayan Pisalı Leonardo Fibonacci yeni Doğu kavramlarını kabul etti ve eski abaküs sistemini reddederek yeni Hint-Arap sistemini benimseyen bir kitap yazdı. Sonunda yeni sistem İtalyan tüccar grupları içinde ortaya çıktı. Charles Singer’in belirttiği gibi “Avrupalıların bu Doğu sayı sistemini benimsemesi [Batı] biliminin yükselişinde büyük bir etkendi 16. ve 17. yüzyılda bilim ve teknoloji arasındaki ilişkinin saptanmasında da etkili olduğu” görülebilir. (48) El Harzemi’nin cebir üzerine yazdığı yapıt da eşit derecede önemliydi ve 1145’te İngiliz Ketton’lu Robert ve İtalyan Cremona’lı Gerard tarafından Latince- ye çevrilmişti.

Ketton’un Harzemi adım çevirisi “algorithmi" idi (‘algoritma’ terimi buradan gelir). ‘Cebir’ terimi Harzemi kitaplarının birinin başlığından gelir, el- Cebr ve’l-muhale (el-cebr, cebir olarak çevrilmiştir). Ayrıca onun yazdığı bu kitap 16. yüzyıla kadar Avrupa’da konu üzerindeki en önemli metin olarak varlığını sürdürdü. Bunu Ptolemy’nin teorisinin ötesine geçen çeşitli İslam keşifleri tamamladı. Ptolemy çok basit bir teoriye dayanan kirişleri kullandı. El-Bettani kirişin yerine sinüsü yerleştirdi. Ayrıca küre trigonementrisi Abu’l-Wafa al-Buzajani’nin tanjant teorisi, Ebu Nasr’ın sinüs teoremi ve İbn Al-Haytham’ın kotanjant teoremi ile geliştirildi.49 10. yüzyılın başına kadar bütün altı klasik trigonometrik işlevlerin hepsinin Müslüman matematikçiler tarafından tanımlanıp oluşturulması da dikkat çekicidir.(50) Nasireddin Tusi’nin* düzlem trigonometrisi üzerine orta - geç 13. yüzyılda yazdığı metne 1533 yılma kadar Avrupalı hiçbir matematikçi tarafından yetişilemedi.(51)

İslama göre rasyonel bir varlık olarak insan

Modern Avrupa düşüncesinin leitmotiflerinden biri olan insanın özgür ve rasyonel bir varlık olduğu fikrini savunan Müslümanlar (özellikle Mutaziliteler) olmuştur. Bu düşünce Hz. Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra ortaya çıktı, bu da “rasyonel İslam teolojisine" doğru bir atılımı gösteriyordu (Hz. Muhammed’in öğretileri daha sonraki politik otoriteler tarafından bozulamasın diye). İçtihat olarak bilinen şey bağımsız hüküm uygulamasını kapsıyordu ve her şeyden önce Tanrı’nın ancak yardım alınmadan ve bireysel insan mantığı aracılığıyla anlaşılabileceği anlamına geliyordu. Bu düşünce el-Kindi (800-873), Farabi (873-950), İbn Sina (980- 1037), İbn Rüşd (1126-1198) ve son olarak ez-Zehravi (936-1013) gibi bilim adamlarının eserlerinde yer almıştır.

Bu düşünceler Martin Luther’e ve Reformasyo- na esin kaynağı olan düşüncelere ilginç ölçüde benzerlik göstermektedir. Er-Ra- zi’nin ‘bütün hakikatin’ (dini ve bilimsel) rasyonel düşünme veya mantık aracılığıyla bireysel insan zihni tarafından doğrudan ulaşılabilir olduğu iddiası önemlidir. Buna karşılık olarak, bu ancak zihin irrasyonel duygulardan kurtulduğunda gerçekleşebilir: kısaca, ‘nesnellik’ yaşamsal önem taşır. Benzer bir biçimde, İbn Rüşd** (Batı’da Averroès olarak bilinir) bilimsel soruşturmanın dini dogmadan sapmakla gerçekleştirilebileceği ve Tann’nın varlığının sadece rasyonel olarak kanıtlanabileceği konusunda ısrar etmiştir.

Kısaca bu ve diğer İslam düşünürlerinin ve bilim adamlarının Avrupa düşüncesini değiştirme konusunda derin bir etkisi vardır. Batı tarafından asimile edildiğinde onların düşünceleri Avrupalı düşünürlerin kutsal olanın otoritesine yönelik mevcut Katolik inanışlarını aşıp bireyin merkezi önemine ulaşmasını sağladı. Müslümanlar da bireyselliği ve bilimsel deney sürecini benimsemeye başladı, bu daha sonra Avrupa’nın bilimsel devrimini etkiledi.

Avrupa'nın bilimsel devrimine bir giriş olarak İslam 'daki bilimsel yöntemler

İslam’ın bilimsel devriminin en radikal özelliklerinden biri Antik Yunan düşüncesinin tamamen mükemmel olmak zorunda olmadığı ve karşı çıkılması gerekmese de karşı çıkılabilir olduğu düşüncesiydi. Böylece:

Müslüman bilim adamları Yunan geleneğinden tamamen kopmazken, bilginin nasıl gelişmesi gerektiğini ortaya koyan yeni bir devrimci düşünceyi tanıtarak onu yeniden formüle etmiştir, bu düşünce bugün hâlâ bilimin yapılış şeklini yönetiyor. Daha iyi enstrümanlar ve yöntemlerin daha doğru sonuçlar ortaya çıkaracağını düşünmüşlerdir.(52)

Bu, Yunanların tam olarak anlamadığı bir şeydi. Yunan bilimsel deneylerinin azlığım da İslam bilginleri kapatmaya çalıştılar. Aynca İslam bilginleri birçok alanda -tıp, hijyen, optik, fizik ve diğerleri- miras olarak alman gelenekleri sorgulamaya başladı. Bu yeni bilimsel düşünme biçiminde, Mısırlı İbnü’l-Heysem (965-1039) optik üzerine Avrupa’da büyük etki yaratan bir kitap yazdı. Mısırlı doktor İbnu’n- Nefis (ö. 1288) de önemliydi. Yunan hekim Galenos’un geleneksel bakış açısıyla çelişen, insan vücudu üzerine onun yaptığı çalışma İngiliz William Harvey’in çalışmasından en az 350 yıl öncesinde gerçekleşti.

Er-Razi, Farabi ve İbn Sina’nin eserleri de önemliydi. Tıp ve hijyendeki başarıları Avrupa bağlamında devrim niteliğindeydi. Er-Razi hastanesini deneyler üzerine kurdu, hastaları hastalıkların yayılmasını önlemek için iki gruba ayırmıştı. Bu aynı zamanda, daha sonra Batı’da yoğun biçimde benimsenen karantina altına almanın ortaya çıkmasına neden oldu.(53) Çeşitli hastalıklarla ilgili araştırmalar yaptı, ancak erken dönem Çin keşiflerinden büyük ölçüde etkilendiği konusunda önemli kanıtlar vardır.(54) Bütün bunlar göz önüne alındığında, ‘er-Razi’nin tıpla ilgili çalışmaları Latin Batı’nın zihinlerinde yüzyıllar boyunca önemli bir etki oluşturmuştur.(55)

Er-Razi’nin Avrupa üzerindeki etkisi çevrilmiş yapıtlarının 1498- 1866 yılları arasında 40 kez yeniden basılmış olması ile kanıtlanır. Ebu Nasr el- Farabi* (Batı’da Avennasar olarak bilinir) Catalog of the Sciences başlıklı önemli bir kitap yazmıştır, bu kitap Latinceye Cremona’k Gerard ve Sevilla’lı John tarafından çevrilmiştir. Bir başka önemli bilgin ise İbn Sina’dır (Batı’da Avicenna olarak bilinir) ve ünlü kitabı Canon of Medicine Latinceye (tıpkı yazdığı ansiklopedi, The Book ofHealing gibi) 12. yüzyılın sonlarında çevrilmiştir. Aynca Canon of Medicine 16. yüzyıl sonlarına kadar Avrupa tıp okullarında temel eser olmuştur. Genelde Salerno Okulunun 1050’den sonraki gelişiminde Arap etkisi önemlidir.(56) Çinlilerin de immünoloji, adli tıp ve tıp deneyleri dahil, hepsi de Batı’ya dünyanın İslam köprüsünden geçerek ulaşan modern tıbbın birçok önemli özelliğini geliştirmiş olması ilginçtir.(57)

Astronomi alanında da İslam dünyasımn başarısı etkili olmuştur. 14. yüzyılda yaşayan Maragha Okulundan İbnü’ş-Şatir, yaklaşık 150 yıl sonra Kopernik tarafından geliştirilen güneş merkezli teoriyle hemen hemen aynı olan bir dizi matematik modeli geliştirmiştir. Bu modellerin bu kadar benzer olması Noel Swerdlow’un “ (Kopernik açısından) bir dizi tesadüfün bağımsız biçimde geliştirilme olasılığı çok dikkat çekici” demesine neden olmuştur.(58) Diğer uzmanlar Kopernik’in eş-Şatir’in modellerini ödünç aldığını ileri sürmüştür.(59) Buna uygun olarak Kopernik “Maragha Okulunun en ünlü müridi” olarak tanımlanmıştır.(60) Aynca güneş merkezli teori en azından örtük olarak ilk kez Antik Mısır’daki ‘hermetik metinlerde’ keşfedilmiştir.(61) Kopernik’in önemli kitabının giriş bölümünde Antik Mısırlı Hermes Trismegistus’tan söz etmiş olması ilginçtir. Ayrıca Trismegistus bugün herhangi bir bilim adamının öncü olarak kabul edebileceği birisi değildir, ancak Rönesans döneminde bu karanlık Mısırlı büyük bir statü kazandı.(62)

Harzemi’nin astronomi üzerine yazdığı erken dönem çalışmaları da önemlidir. Sade Ptolemaos’un metni Geography’yi geliştirmekle kalmamış, yıldızların birçoğunun konumlarını kapsayan çeşitli haritalar üretmiştir. Bu haritalar okyanus ticareti için önemli olmuştur. Harzemi de dünyanın çevresini yüzde 0,04’lük ya da daha küçük bir hatayla (yani sadece 41 metre yanılmıştır) saptamıştır. Çalışmaları hem el-Biruni hem de el-İdris’i tarafından genişletilmiştir.

Bu nedenle erken dönem İslam düşüncesinin Avrupa Rönesansı’nın çok ötesinde bir etkiye sahip olduğu ve Avrupa’nın bilimsel devriminin bilgilendirilmesine yardım etmiş olabileceği gerçeği yaşamsal önem taşır. Bilimin deneye dayalı olması ve maksimum çıkarın emeğin bölünmesiyle elde edilebileceği konusundaki Bacon’ın görüşü erken dönem İslam bilginlerinin yaptığı bazı tartışmalar ile hemen hemen sözcüğü sözcüğüne aynı idi. Robert Briffault’un belirttiği gibi:

Deneysel yöntemin yaratıcısının kim olduğu yolundaki tartışmalar Avrupa medeniyetinin kökenlerinin ciddi anlamda [Avrupamerkezci] yanlış yorumlanmasının bir parçasıdır. Arapların deneysel yöntemi Roger Bacon’ın zamanında yayılmış ve Avrupa’da büyümüştür. (63)

Ancak, bunu İslam şartlarından bir başkasını benimseyerek çürütmek mümkündür: yeni bilimsel ve bireysel düşünceler İslam’da ortaya çıksa da, daha sonra dini yetkililerin kendi kontrollerini yeniden kurmaya çalışmalarıyla bu düşünceler terkedilmiştir. Bu nedenle bu “eksik bir İslam devrimi”dir. Bu daha sonra, dini engellerin olmamasının Batı biliminin sınırsız gelişimini sağladığı Avrupa’daki durum (daha sonra da ‘Avrupa’nın dinamiği’ni oluşturur) ile karşılaştırılır. İslam şartları ile ilgili en temel sorun İslam’ın düşünsel başarılarının Avrupa’daki düşünsel ilerlemenin -özellikle Rönesans ve bilimsel devrim- sağlanmasında yaşamsal önem taşıdığının unutulmasıdır. Avrupalılar bu Doğu düşüncelerini ileri götürmekte başarılı olsa da,(64) özgün Doğu düşünceleri olmasaydı ileri götürülecek hiçbir şey olmazdı ya da çok az şey olurdu.

Ancak burada anılması gereken bir başka boyut daha var. Çünkü Rönesans’ın sadece Müslümanlara, Hintlilere ve Çinlilere değil, Siyah Afrikalılara da bir borcu olması muhtemeldir.(65) W.E.B. Du Bois’nın belirttiği gibi, özgün Yunan bilimsel metinleri sadece Ortadoğu’ya geçmekle kalmadı, aynı zamanda Afrika’ya, özellikle de İskenderiye ve Kahire’ye (daha önce 2. Bölüm’de gördüğümüz gibi, ekonomik olarak 15'17’ye kadar İtalyan tüccarlar ağırlıktaydı) yayıldı. Ayrıca, Siyah Sudan uzun zamandır bir kültür ve eğitim merkeziydi, bunun büyük bir bölümü Ortaçağ Avrupası’na aktarılmıştı. Ancak, Mısırlılar kuşkusuz bilimsel bilginin gelişimine katkıda bulunurken,(66) -özellikle 1005’te kurulan Mısır Bilgelik Evi (Dar al-Hikmah)- bunların etnik kökenleri kesin olarak belli değildir. Ancak kesin olan bir şey varsa o da Ortadoğulu Magripliler olarak adlandınlanların, özellikle Ispanya’da yaşayanların, çoğu köken olarak Siyah Afrikalı olmasıydı (bu nedenle Ortaçağ Avrupası’nda “Blackamoor” terimi kullanılıyordu).

Bu ırkların melezleştirilmesi işlemi düşüncelerin de kanşmasına olanak tanıdı. Ayrıca Siyah Afrikalılar üniversitelerdeki ders gezilerine katılmak üzere Ispanya’yı ziyaret ederken, İspanyollar düşüncelerini öğrenmek için sık sık Kuzey Afrika’ya seyahat ediyorlardı. Daha ayrıntılı araştırmalar, daha önce birkaçını ele aldığımız ünlü Mısırlı bilginlerin bazılarının köken olarak Siyah olduğunu ortaya çıkarabilir (Dhu’l-Nun açık bir örnektir, çok daha erken dönemden olan Kuzey Afrikalı St. Augustine de bir başka örnekti). Leonardo Da Vinci’nin Atina Okulunun Averroes’ini (İbn Rüşd) esmer renkli olarak betimlemesi ilginçtir. Ve elbette antik Siyah Mısırlılar ya da Nübye düşüncesi, Rönesansı özellikle “Hermetik metinlerin” ithal edilmesi aracılığıyla (bunlardan çoğu 1460 yılından sonra Cosimo di Medici’nin sarayında Marsilio Ficino tarafından çevrilmiştir) etkilemiştir.(67) Her iki biçimde de Du Bois bize ilginç retorik sorular sunar:

Siyah Afrika’nın Rönesans’ta hiçbir etkiye sahip olmaması mümkün müydü? Ya da Siyah beyinlerden bilim ortaya çıkmaması? O günlerde Siyah halkına övgüler yağdıran Avrupa’nın bunu yalnızca şüphe ya da acımayla yapması? Yoksa renkleri hiçbir önem taşımadığı için Zencilerin ortaya koyduğu kültürel katkının hatırlanmaması ya da bilinmemesi mümkün müydü? Çünkü Siyah medeniyet bir çelişkiydi Avrupalılara göre.(68)

Son olarak bütün bu sürecin, üç acımasız çelişki üzerine kurulu olduğunu görmek önemlidir. İlki, Müslümanların Avrupalılara yeni ve daha ileri düşünceler sundukları zamanlarda, Hıristiyanlar İslâmî lanetliyorlar ve Haçlı Seferleri ile onlara karşı savaş açıyorlardı. İkincisi Doğu, Batı Rönesansı’na birçok fikir sağlamıştır, ama sonuçta Avrupalılar sırt çevirip ikiyüzlülükle bu düşünceleri bağımsız olarak oluşturduklarını iddia ettiler. Ayrıca Avrupalılar daha sonra Batı’nın ileri rasyonel uygarlığın sembolü olduğunu söylerken Doğu’yu irrasyonel ve düşünsel anlamda çorak bir ülkeden başka bir şey olmayan, ikinci sınıf bir uygarlık olarak nitelendiriliyorlardı. Üçüncü ve en acımasız çelişki Batı’nın üstün olarak oluşturulduğu yapısı (temelde “bilimsel rasyonalite” ile tanımlanır) daha sonra Doğu karşısında Batı’nın emperyal uygarlık misyonunu ortaya atacaktı.

Matbaanın Doğulu kökenleri: Johann Gutenberg miti

Matbaanın bulunmasının Avrupa'nın gelişimi için çok büyük sonuçlar doğurduğu konusunda hiç kuşku yoktur. Her şeyden önce Rönesansın ve bilim devriminin etkisi kitaplar basılmamış olsaydı büyük oranda zayıf olurdu. Marie Boas’a göre:

Matbaa makinesi... bilimin gelişimini kolaylaştırmıştır; birinin yaptığı keşifleri yayınlamak gittikçe normal bir hale gelmiş, böylece yeni düşüncelerin kaybolmaması sağlanmış ve başkalarının çalışmalarına temel oluşturmak amacıyla kullanılmaya başlanmıştı. Yayıncılık yayılmacılığı kolaylaştırmıştır ve yayınlanmamış bilimsel çalışmaların diğerlerini etkileme şansının çok az olduğu da genelde doğrudur.(69)

Matbaanın getirdiği bir başka sonuç milliyetçiliğin artmasına(70) ve daha genel olarak Avrupa ekonomisinin gelişmesine(71) yardım etmiş olmasıdır. Kısaca matbaanın Batı uygarlığının karakterini önemli ölçüde değiştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak Johann Gutenberg’i, matbaayı bulan kişi olarak kabul etmek haksızlıktır.

Michael Clapham’ın ileri sürdüğü gibi, ‘matbanın mucidi olarak tek bir kişi bulmaya çalışmak ve Mainz’li Johann Gutenberg’in destekçileri ile Haarlem’li Laurens Coster’ınkiler arasında doğal bir rekabet olduğunu ortaya çıkarmak sadece uydurma değil aynı zamanda iki yüzlü bir yoruma neden olmuştur.’(72) Matbaanın kökeninin altıncı yüzyılda Çin’e ve 14. yüzyıl başlarında Kore’ye kadar uzanabileceğini biliyoruz. Ağaç matbaa MÖ 6. yüzyılda ortaya çıktı. Blok matbaa 9. yüzyılın başında keşfedildi, en erken mevcut basılı kitap 868 tarihli idi. Kitapların basılması 950’den sonra artış gösterdi.(73) Daha 953 yılında, Feng Tao Kon- fuçyüs’ün klasiklerini basmıştı - daha sonra Gutenberg’in Kitab-ı Mukaddesi'nin Avrupa’da yaptığını Çin matbaası için gerçekleştiren çalışma.(74) Ancak bu görüş genellikle Gutenberg’in matbaasında çok daha sofistike ve hareketli harfler kullandığı iddiası ile çürütülür. Bu, ilk hareketli matbaanın Pi Sheng tarafından 1040 dolaylarında Çin’de icat edildiği gibi basit bir gerçeği muğlaklaştırır hale getirir.(75)

Avrupamerkezci bilim adamları bazen buna, hareketli matbaaya hiçbir zaman Çin’de ulaşılamadığı ve blok matbaanın tercih edildiğini savunarak karşı çıkar. Bunun nedeni Çinlilerin yaraücı olmaması değildi; Çin alfabesinin yapısı blok baskıyı daha olanaklı kılıyordu. Cizvitlerin belirttiği gibi, ‘Çinlilerin baskı yöntemi hareketli yöntem yerine çok sayıdaki karmaşık Çin harflerine daha iyi uyarlanmıştı.’(76) Bunun görünüşte standart bir Avrupamerkezci savı desteklemesi ironiktir: Gutenberg’in matbaası sonuçta daha etkin ve daha hızlıdır, çünkü Avrupa tipografisi sadece alfabenin 26 harfine dayalı idi. Ancak Lach ve Kley, Cizvitlerin Çinlilerin sürecinin sadece Avrupalılarınki kadar etkin olmakla kalmayıp aynı zamanda birçok avantaja da sahip olduğunu düşündüğünü belirtmiştir.(77)

Ayrıca Avmpa matbaasının ancak 19. yüzyılda Asya’dakilerden daha hızlı hale gelmiş olması gerçeği ilginçtir - o tarihe kadar metinleri yeniden üretmenin yavaş ve pahalı bir biçimi olarak kalmıştı.(78) Bu dummda bile, David Landes Avrupa’dakinin aksine, Çin’de matbaanın hiçbir zaman “patlama yapmadığı” konusunda ısrar etmektedir.(79) Ancak 15. yüzyılın sonunda, Çin belki de dünya üzerindeki bütün ülkelerde yayınlanan kitaplardan daha çok kitap yayınladı(80) Ve daha 978 yılında Çin kütüphanelerinden birinde 80.000 cilt kitaba (gerçi o zamanlar bu büyük İslam kütüphanesinden bazılarının elindeki sayılardan çok daha azdı) sahipti. Bununla birlikte, Avru- pamerkezcilik bunlardan hiçbirinin hareketli metal matbaayı ilk geliştiren kişinin Gutenberg olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini öne sürer. Oysa hareketli metal matbaa ilk kez 1403 yılında (tam kırk yıl önce) Kore’de keşfedilmiştir.(81)

Öyleyse nasıl ve ne ölçüde Çin ve Kore keşifleri Batı’ya doğru yayıldı? Çin blok matbaasının Avrupa’da her yere yayıldığı ve ilk kez 13. yüzyılda Almanya’da (Moğol kuşatmalarıyla Polonya [1259] ve Macaristan’a [1283] geçmiştir) kullanıldığı konusunda güçlü kanıtlar vardır.(82) Needham’ın bu noktada söyledikleri önemlidir:

Robert Curzon (1810-1873) Avrapalı ve Çinli kitap baskılarının birbirine çok benzediğini, hemen hemen her açıdan “Bunların baskı süreçlerinin eski Çinlilerden kopyalandığını, isimleri bugüne ulaşmayan çok eski gezginler tarafından ülkeye getirildiklerini söyleyebiliriz" demişti.(83)

Peki ya hareketli metal tipografı?

Öncelikle Gutenberg’in genel hatları 11. yüzyılın ortasında Çin’de ve detayları ise etli yıl önce Kore’de keşfedilen matbaasının başına geçmesinin salt bir tesadüf olup olmadığını sormak gereklidir. Doğrudan yayıldığı ile ilgili hiçbir kanıt yoksa da, Thomas Carter dolaylı bir yayılma olduğunu ileri sürer. İlk olarak kâğıt yapımı kuşkusuz Batı’ya doğru yayıldı (daha önce 6. Bölüm’de söz ettiğimiz gibi) ve bu matbaa için gerekli bir önkoşul idi. İkinci olarak iskambil kartları (14. yüzyıl sonu), kâğıt para, görüntü baskısı ve Çince kitaplar dahil bir dizi basılı ürün Avrupa’da yayıldı. Üçüncü olarak, Carter gerçek tipografı yönteminin bilgisinin Çin’de kalmış olan herhangi bir Avrupalı tarafından rapor edilmiş olabileceğini söyler.(84) Her şekilde, Hudson’un çıkardığı sonuçlar adil görünmektedir:

Kore tipografısi bu kadar görkemli bir gelişme gerçekleştirdiği için, sürecin Avrupa’da (Gutenberg tarafından) ortaya çıkmasından kısa zaman önce Uzakdoğu ve Almanya arasında haber akımının mümkün hatları olduğu düşünüldüğünde, bunu kanıtlama yükü Avrupalıların keşiflerinin tam anlamıyla bağımsız olduğunu iddia edenlere kalıyor.(85)



Avrupa’nın askerî devriminin Doğulu kökenleri

Kılıç, mızrak, topuz ve tatar yayının yerini barut, tüfek ve topun aldığı Avrupa’nın askerî devrimi (1550-1660) hiç kuşkusuz Avrupa’nın gelişiminde önemli bir dönemdi.(86) Birçok kişi bunun Avrupa askerî gücünü dünyada ön plana taşımakla kalmayıp, aynı zamanda hem modern bürokratik devlet hem de kapitalizmin ortaya çıkmasına neden olduğunu kabul eder.(87) Bunların hepsinde gözardı edilen nokta bütün teknolojik içeriklerinin ilk askerî devrim sırasında - Çin’de y. 850-1290 yıllarında keşfedildiğidir. Bunu 3. Bölüm’de ayrıntılı olarak ele aldığım için, burada sadece Doğu’nun küresel yayılması üzerinde duracağım.

Avrupamerkezci bilim adamları genelde barutun bulunmasını 1267’de Avrupalı bilim adamı Roger Bacon’a atfederler. Ancak 3. Bölüm’de belirttiğimiz gibi, barutun tarifi Çin’de 850 yılma kadar gider ve 1044’te basılı biçimde halka açıktı. Joseph Needham da Bacon'ın barut ile ilgili bastırdığı açıklamalarında Çinlilerin torpillerini tanımladığının açıkça görüldüğüne dikkat çeker.(88) Aynca barutun zaten basılmış olan tarifine ulaşmış olması olasıdır. Bu bilgi Çin’den Batı’ya nasıl ulaştırıldı? Paul Cresseyi ve Arnold Pacey, Çin’den 1256/1257 yılında dönen Rubrick’li William’i (Bacon’ın arkadaşı) ihtimallerin dışında tutarlar.(89) Beraberinde birçok bilgi getirmiş olması olasılığına karşın, birçok Avrupalı (özellikle rahipler) 1245 yılından itibaren Çin’e seyahat etti ve bunlardan herhangi biri bu tarifi getirmiş olabilir.(90)

3.Bölüm’de ilk metal namlulu tüfeğin 13. yüzyılın ortalarında -en geç 1275’e kadar- Çin’de ortaya çıktığını ve ilk topun (patlayıcı) yaklaşık 1288 yılında Çin’de keşfedildiğini görmüştük. Bu önemlidir, çünkü ilk Avrupalı top 1326’da Floransa ve 1327’de İngiltere’de (Walter de Millemete elyazmasında çizilmiştir) ortaya çıkmıştır.91 Pacey’e göre:

Avrupa’daki en eski (toplarının) çizimlerinde açık bir şekilde bir tezgâh üzerine yerleştirilmiş ve bir ok yardımıyla ateşlenen Çin tipi namlular olması çok çarpıcıdır. Bir zamanlar (topun) Avrupa’ya ait bir buluş olduğu düşünülüyordu ve Çin silahlarının sonra geldiği... Bu görüş artık güvenilir değildir.(92)

Topun çok uzun bir süreç alan bir gelişim gerektirmesi önemlidir, bu Avrupa bağlamında söz konusu değildi. Avrupa bağlamında hiç kimse bunu destekleyecek kanıtlara sahip değildi. Ancak bu tür bir ön gelişim dizisi Çin bağlamında kesinlikle vardır (önceki dört yüzyıla dayanarak). Çinlilerin topundan patlayan şarapnellerin çıkması da bir o kadar önemlidir, bu özellik Avrupa’da 15. yüzyıla kadar kullanılmıyordu. Ayrıca Çinlilerin topu bazen dökme demirden yapılıyordu, bu da daha güçlüydü ve bu nedenle işleme demirden yapılan Avrupa topundan daha etkiliydi. Avrupalıların bu konuda Doğu’ya yetişmesi ancak 16. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti.

Tüfek ve topun Avrupa’ya ulaşması çevresel kanıtlara dayanır. Needham ve Ling bunun Tebriz’de yaşayan İtalyan tüccarlar ya da Avrupalı rahipler (yukarıda söz edilmişti) veya 1260 yılından sonra Çin ordusunda görev yapan birçok Müslüman tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürer.(93) Elbette Avrupa ve Çin arasında, yapımı ile ilgili resimler ve/veya gerçek bilgiler aracılığıyla top fikrinin aktarılmasını sağlayacak kadar temas vardı. Bu iddialar tamamen spekülatif olsa da topun bir kaynağının olduğunu gösterir. Bağımsız bir Avrupa buluşuna yönelik iddialar gerçekleri yansıtmaktan oldukça uzaktır, ancak bilinen en erken tarihli top Çin’e ait patlayıcının bulunuşundan yaklaşık kırk yıl sonraya denk gelmektedir. Çünkü, yukarıda belirtildiği gibi, bu konunun uzmanı hiç kimse 1326/1327’lerdeki ilk Avrupa yapımı topu oluşturacak gelişmeler adına yeterince kanıt üretememiştir. Çinlilerin top hakkında sahip olduğu bilginin yayılması tek olası yanıttır. Bu nedenle bunun tersini kanıtlamak Avrupamerkezci bilim adamlarına düşmektedir. Topla donatılmış büyük gemilerin yapımının eşsiz bir Avrupa buluşu olduğuna yönelik yaygın Avrupamerkezci düşünce de dikkat çekicidir. Ancak bu, topun çok daha büyük olan Çin gemilerinde kullanıldığı gerçeğini gözardı eder.

Son olarak, Avrupa üzerinde bağımsız bir etkiye sahip olan İslam dünyasındaki askerî gelişmeleri ele almamız gerekiyor. İslamın askerî teknolojileri sadece hızlı bir şekilde gelişmekle kalmadı, aynı zamanda uzun süreler AvrupalIlar tarafından kullanılan teknolojilerden çok daha üstündü. Sekizinci yüzyıldan sonra, İslam ordularında alev almayan giysiler giyen özel askerler vardı. Yanıcı bir madde olan, Avrupalı Haçlıların “Yunan ateşi” (petrol) dedikleri şeyi kullanıyorlardı. Aslında, kökeni Ortadoğu olduğu için Yunan ateşinin yanlış bir isim olduğunu görmek önemlidir.

673 yılında Baalbeek’ten Callini- cus olarak bilinen Suriyeli bir mimar Bizans’a kaçtı, beraberinde yeni ateşin sırlarını da taşıdı.(94) Bizanslıların buna Yunan ateşi dememesi ilginçtir, çünkü kökeninin Ortadoğu olduğunu biliyorlardı. Yıkıcı bir etkiye sahip alev atanlara (zarraya) sahipti ve tutuşan oklarla kaplıydı; el ya da makineler (mancınıklar) yardımıyla veya füze gibi atılan el bombalarında kullanılıyordu.(95) Gerçekten de dengeli mancınık eşsiz bir İslam buluşuydu. 12. yüzyıla kadar, Sela- haddin Eyyubi yükselişi askerî teknolojik gelişmelerde yeni ve daha yoğun bir aşamamn ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin ateşleyici mekanizmalar her Müslüman muharebesinde kullanılıyordu. Buna karşılık, Haçlıların cevabı yoktu- bu üstün Müslüman saldırıları karşısındaki kaderleri 1291 yılında Acre’da belirlendi (daha önce 2. Bölüm’de aktarılmıştır).

Daha sonra, Hodgson’ın “barut imparatorluğu” olarak adlandırdığı Osmanlı İmparatorluğu birçoğu Batı Avrupa’ya yayılan çeşitli askerî teknolojik buluşların merkezi idi. Türk tüfekleri özellikle Doğu’da Orta Asya’dan Hindistan’a, Batı’da ise Avrupa’ya kadar çok hızlı yayıldı. ‘Bu, dünyanın silahta en büyük ihracat ticareti olmakla kalmayıp aynı zamanda bunlardan bazıları çok yüksek kalitedeydi.’(96) Özellikle, Osmanlılar, Avrupa’da yapılanlardan daha güçlü ve daha az patlamaya yatkın olan çelik namluların yapımı ile tüfeğin gelişimine önemli katkıda bulundular. “AvrupalIların Türk namlularını değerlendirmesi ve en iyi Avrupa tüfek yapımcılarının bazen kendi tüfeklerinde Türk namluları kullanmış olması” hiç şaşırtıcı değildir.(97) Ayrıca, AvrupalI teknoloji uzmanları Türk tüfek namlularının ve Hint Wootz çeliğinin (bkz: 9. Bölüm) yüksek kalitesine uzun süre hayran olmuşlardır. Osmanlılar tetiği de (yılankavi de denir) keşfetmiş olabilirlerdi, ancak belki bu da bir Çin buluşuydu.(98) Roma döneminde “ağır silahlar öncesi silahlarda” (örneğin mancınıklar) ve Ortaçağ Avrupa Tatar yaylarında tetik olsa da, bunlar daha sonraki fitilli tüfek tetiklerini oluşturmuş olamazdı. Çünkü yılankavi tamamen bağımsız bir buluş idi.

Özet olarak, Avrupa askerî devriminin bütün önemli teknolojik özelliklerinin kökenleri Doğu’da idi ve Batı’ya birçok kaynaktan taşınmıştı. AvrupalIlar daha sonra bu askerî teknolojileri ilerletirken -özellikle 19. yüzyılda- mevcut Doğu buluşları olmasaydı ilerletilecek hiçbir şey olmazdı.

Dipnotlar:



38 A. RubertHall, ‘General Introduction', Marie Boas, The Scientific Renaissance 1450-1630 (Londra: Collins, 1962), s. 6. Avrupamerkezcilik hakkında iyi bir makale okumak için bkz. Frank, ReOrient, s. 185-193.

39 Michael Edwardes, East-West Passage (New York: Taplinger, 1971), s. 94.

40 Margaret Wertheim, Pythagoras’ Trousers (Londra: Time Books, 1996), s. 35.

41 William H. McNeill, The Rise of the West (Chicago: Chicago University Press, 1963), s. 602, 609.

42 Bernard Lewis, The Muslim Discovery of Europe (Londra: Phoenix, 1994), s. 221.

43 Jacques Gernet, A History of Chinese Civilization (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 298, 337-347.

44 Jack Goody, The East in the West (Cambridge-. Cambridge University Press, 1996), s. 234.

45 Jonathan Bloom ve Sheila Blair, Islam: Empire of Faith (Londra: BBC Worldwide, 2001), s. 125.

46 Vezir Hasan Abdi, ‘Glimpses of Mathematics in Medieval India’, A. Rahman (editör), History ojIndian Science, Technology and Culture, AD 1000-1800 (Yeni Delhi: Oxford University Press, 1999), s. 50-94.

47 Seyyed Nasr, Science and Civilization in Islam (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1968), 5. Bölüm.

48 Charles Singer, ‘Epilogue: East and West in Retrospect’, Charles Singer, E.J. Holmyard, A.R. Hall ve T.I. Williams (editörler), A History of Technology, III (Oxford: Clarendon Press, 1956), s. 767.

49 Juan Vemet, ‘Mathematics, Astronomy, Optics’, Joseph Schacht ve C.E. Bosworth (editörler), The Legacy of Islam (Oxford: Clarendon, 1974), s. 477.

50 E.S. Kennedy, Studies in the Islamic Exact Sciences (Beyrut: American University of Beirut, 1983), s. 41.

* İslam bilgini, matematikçi (1201-1274). (ç.n.)

51 Joseph Needham ve Wang Ling, Science and Civilisation in China, III (Cambridge: Cambridge University Press, 1959), s. 109.

** Tıp ve felsefe bilgini, (ç.n.)

52 Bloom ve Blair, Islam, s. 131.

53 Lewis, Muslim Discovery, s. 128-130.

54 Joseph Needham, Lu Gwei-Djen ve Nathan Sivin, Science and Civilisation in China, VI (6) (Cambridge: Cambridge University Press, 2000), s. 124-125.

55 Philip K. Hitti, History of the Arabs (Londra-. Macmillan, 1937), s. 367.

* Türk asıllı İslam felsefecisi, Batı’da Avennasar olarak bilinir (873-950). (ç.n.)

56 Luis Garcia Ballester, M.R. McVaugh ve A. Rubia-Vela, Practical Medicine from Salerno to the Black Death (Cambridge: Cambridge University Press, 1994), s. 13-29.

57 Needham ve çalışma arkadaşlan, Science, VI (6).

58 George SalibaA History of Arabic Astronomy (Londra: New York University Press, 1994) kitabında Swerdlow’a gönderme yapılır, s. 64.

59 Kennedy, Studies, s. 50-83; Saliba, History, s. 245-305.

60 N. Swerdlow ve 0. Neugebauer, Mathematical Astronomy in Copernicus' De Revolutionibus, (Berlin: Springer, 1984), s. 295.

61 Martin Bernal, Black Athena, I (Londra: Vintage, 1991), s. 155-156; Frances Yates, Giordano Bruno and the Hermetic Tradition (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1964), özellikle s. 154.

62 Wertheim, Pythagoras’ Trousers, s. 81 ve s. 81-91.

63 Ziauddin Ahmad’in editörlüğünü Muhammad R. Mirza ve Muhammad I. Siddiqi yaptığı Muslim Contribution to Science (Lahore: Kazi, 1986) kitabında, s.ll7’deki ‘Muslim Contribution to Scientific Progress’ yazısında Robert Briffault'a gönderme yapılır.

64 H. Floris Cohen, The Scientific Revolution (Chicago: Chicago University Press, 1994), 8. Bölüm.

65 Du Bois, Africa, 10. Bölüm.

66 Hitti, History, s. 628-631.

67 Cheik Anta Diop, The African Origins of Civilization (Westport: L. Hill, 1974); Bernal, Black Athena, s. 24, 151-155, 434-437.

68 Du Bois, Africa, s. 223.

69 Boas, Scientific Renaissance, s. 29-30.

70 Benedict Anderson, Imagined Communities (Londra: Verso, 1983).

71 Michael Mann, The Sources of Social Power, I (Cambridge: Cambridge University Press, 1986); Anthony Giddens, The Nation-State and Violence (Cambridge: Polity, 1985).

72 Michael Clapham, ‘Printing’, Charles Singer, E.J. Holmyard, A.R. Hall ve T.I. Williams (editörler) , A History of Technology, II (Oxford: Clarendon Press, 1956), s. 377.

73 Gemet, History, s. 332-333; Tsien Tsuen-Hsuin, Science and Civilisation in China, V (1) (Cambridge: Cambridge University Press, 1985), s. 146-169; Thomas F. Carter, The Invention of Printing in China and its Spread Westward (New York: The Roland Press Company, 1955), s. 41.

74 Carter, Invention, s. 239.

75 Tsuen-Hsuin, Science, V (1), s. 145.

76 Donald F. Lach ve Edwin J. Van Kley, Asia in the Making of Europe, III (Chicago: Chicago University Press, 1993), s. 1598.

77 a.g.y, s. 1595,

78 Gemet, History, s. 336.

79 Landes, Wealth, s. 51.

80 Lach ve Kley, Asia, s. 1595, n. 209.

81 Carter, Invention, s. 239-240; Sang-woon Jean, Science and Technology in Korea (Cambridge, Mass.: MIT, 1974), s. 173-184; Tsuen-Hsuin, Science, V (1), s. 319-331.

82 Tsuen-Hsuin, Science, V (1), s. 132-172, 303-131.

83 Tsuen-Hsuin, Science, V (1) kitabında Robert Curzon’a gönderme yapılmıştır, s. 313.

84 Carter, Invention, s. 242.

85 G.F. Hudson, Europe and China (Boston: Beacon Press, 1961), s. 168; ayrıca, Clapham, ‘Printing’, s. 378, 380.

86 J.M. Roberts, Essays in Swedish History (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1967).

87 Charles Tilly, Coercion, Capital and European States, AD 990-1990 (Oxford: Blackwell, 1990); Giddens, Nation-State, s. 103-116, 222-254; Mann, Sources, 1, bölümler 12-15.

88 Joseph Needham, Ho Ping-Yü, Lu Gwei-Djen ve Wang Ling, Science and Civilisation in China, V (7) (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 49.

89 Paul Cressey, ‘Chinese Traits in European Civilization: a Study in Diffusion’, American Sociological Review 10 (5) (1945), 598; Arnold Pacey, Technology in World Civilization (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1991), s. 45.

90 Needham ve çalışma arkadaşları, Science, V (7), s. 47-50, 570-572.

91 O.F.G. Hogg, English Artillery 1326-1716 (Londra: Royal Artillery Institution, 1963), s. 6- 9, 46; William H. McNeill, The Pursuit of Power (Oxford: Blackwell, 1982), s. 572-579.

92 Pacey, Technology, s. 47.

93 Needham ve çalışma arkadaşları, Science, V (7), s. 572-579.

94 Lynn White’in Medieval Religion and Technology (Berkeley: University of California Press, 1978), s. 285'te ortaya koyduğu gibi; aynca bkz. Ahmad Y. Al-Hassan ve Donald R. Hill, Is- lamic Technology (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 106-107; Needham ve çalışma arkadaşları, Science, V (7), s. 77.

95 Pacey, Technology, s. 74.

96 A.g.y., s. 80.

97 Cf. Needham ve çalışma arkadaşlan, Science, V (7), s. 455-465; Pacey, Technology, s. 75.

98 Krş. Needham vb. Science, V(7), s. 455-65; Pacey, Technology, s.75.



John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:180-194

Devamını Oku »