İsmail Hami Danışmend - Tarihi Hakikatler



Atalarımızın Teknik Kudreti

Biz bugün bütün malzemeleriyle makinalarını Avrupa’dan getirttiğimiz bir iki araba vapu­runu birkaç yıl uğraştıktan sonra yalnız tekne olarak yapmayı başardığımız için gururlanıyoruz! Hâlbuki atalarımız Haliç tersanesinde ve yalnız bir kış mevsimi içinde her türlü levazımı, toplan ve bütün teçhizatıyla beraber büyük bir donanma yapmadaki çok ve hatta örneği görülmemiş teknik kudretleriyle bütün dünyaya ün salmışlardı. Hem Osmanlı, hem Batı kaynaklarında bunun birçok örneklerini bulabiliriz: Meselâ Yavuz devrinin 1519 yılı kış mevsiminde Haliç tersanesi şimdiki tabiriyle “seri hâlinde” inşaata girişerek 150 gemiden oluşan büyük bir donanma yapmıştır. Bu zırhlı kadırgaların bazıları yedi yüz tonluktur. Kanunî devrinin 1534 yılı kış mevsiminde yapılan 61 gemilik sür’atli donanma da o yılın 1 Ağustos cumartesi günü Barbaros’un komutasında Tunus seferine hareket etmiştir.

Yine Kanunî devrinin 1536- 1537 kış mevsiminde ve altı ay içinde yapılan 280 gemilik muhteşem donanma bütün Avrupa’nın gözlerini kamaştırmış bir teknik harikasıdır. Ertesi kış 150 gemilik bir donanma daha yapılıvermiştir!

İkinci Selim devrinde de böyle bir harika vardır: 1571 yılı 21 Ekim pazar gününden 1572 yılı 17 Şubat pazar gününe kadar 120 gün içinde, yani tam dört ayda 158 gemilik bir donanma yapılmıştır. Bu sayılar, çağdaş bir kaynak olan “Selânikî” tarihine dayandığımız için, tamamıyla doğrudur. O muhteşem donanmanın özellikle sekiz gemisi, o zamana kadar eşi görülmemiş derece­lerdeki büyüklükleriyle Avrupa Hristiyanlığını korkular içinde bırakmış teknik eserlerdir. Herhâlde onaltıncı yüzyıl, askerî kudretimiz gibi tekniğimizin de en çok gelişmiş olduğu devirlerdir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;316

Bilge Oğuz Yay.



Gayrı Tabiî Dinlere Karşı Tabiî Din

İslâmiyet, yeryüzünde mevcut yegâne tabiî dindir: Yani Allah’ın yarattığı tabiatın kanunlarını yalnız İslâmiyet ifâde etmektedir. Çünkü tabiatta olduğu gibi İslâmiyet’te de hem şiddet, hem şefkat vardır. Buna mukabil, “bir yüzüne bir tokat vurana öteki yüzünü de uzat” diyen Hristiyanlık yalnız şefkat tavsiye eden menfî ve gayri tabiî bir din olduğu için, hiçbir zaman tamamıyla tatbik edile­memiştir ve edilmesine imkân ve ihtimâl yoktur.

İşte bundan dolayı Hristiyanlar o şefkat esasına rağmen daima şiddet yoluna saparak taassup ve menfâat muharebeleri açmışlar ve bu harplerde yamyamlığa varıncaya kadar her türlü vahşetleri mütemadiyen irtikâp etmişlerdir. Meselâ, güya “İncil” ve Haznet-i İsa namına İslâmiyet’e karşı giriştikleri Haçlı seferlerinin birincisinde Pierre L’Ermite’in idare ettiği haçlı askerler milâdın 1096 tarihinde İznik civarında ele geçirdikleri Müs­lüman Türk çocuklarım pişirip yedikleri için Türk ordusu tarafından kamilen yok edildikleri gibi, 1097- 1098 tarihinde de Antakya’yı muhasara eden diğer haçlı ordusu mezarlarından çıkardığı şehit cenazelerini yemek suretiyle en vahşiyane ve en canavarca yamyamlıktan utanmayacak kadar alçaklık etmiştir! Aynı facia, aynı tarihteki “Maame” muhasarasında da tekrar edilmiştir!...

Avrupa’nın şefkat esasına dayanan Hristiyan âleminde asırlarca insanı dörde bölme, çaıka bağlayıp parçalama, diri gömme, üstüne duvar örme, kamım deşme, gözlerini oyma ve her şekilde diri diri yakma cezalan 18’inci asra kadar sürmüş ve hatta ateşle yakma cezası 19’uncu asırda bile tatbik edilmiştir! Meşhur Voltaire, papalığın azamet devrinde şefkatli kiliseye kurban edilen insanların sayısını on milyon gösterir! Nihayet bu asrın ikinci cihan harbinde bile muhtelif Avrupa Hristiyan milletleriyle Bolşeviklerin irtikap ettikleri müthiş facialar da bütün dünyaca malumdur Şefkatçi Hristiyan dini işte böyle tatbikine imkân olmayan gayri tabiî bir dindir.

Yahudilik de yalnız şiddet dini olduğu için gayri tabiîdir Meselâ Yahudiler gibi Hristiyanların da kabul ettikleri “Ahd-i Atik”in “Huruç = Eksode” kitabının ikinci faslının 12’nci fıkrasında Hazret-i Musa gizlice adam öldürmüş gaddar ve zalim bir katil ve canî şeklinde tasvir edilmekte ve üçüncü faslın 21 ve 22’nci fıkralarında da Allah’ın Beni İsrail’e hırsızlık ve dolandırıcılık tavsiye ettiğinden bahsolunmaktadır!...

İslâmiyet, bütün bu gayri tabiî ve gayri İnsanî esaslardan tamamıyla münezzeh bir şefkat, adalet ve kuvvet dinidir ve böyle olduğu da Hristiyanlığın podrumlarıy la engizisyonlarına mukabil Müslüman topraklarındaki Hristiyan, Yahudi ve saire ekalliyetlerini on dört asırdır her türlü iha­netlerine rağmen vicdan hürriyeti ve insanlık haklan içinde yaşatmış olmasıyla sabittir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;340

Bilge Oğuz Yay.



Türkiye'ye Rehin Verilen Fransız Donanması

Bu emsalsiz rehin Kanunî devrindedir ve 1553 yılı 1 Şubat Çarşamba günü İstanbul'da imza­lanan bir himaye antlaşması gereğince Fransa'nın Türkiye’ye vereceği tazminata karşılık Fransız donanması Türklere rehin edilmiştir.

Meşhur Almanya İmparatoru ve Ispanya Kralı Charles Quint’e karşı Kanunî Sultan Süleyman’ın himayesi altında olan Fransa Kralı Birinci François 1547 yılı 31 Mart Perşembe günü ölmüş ve o tarihte yerine geçen oğlu Henri II hem Almanlarla mücadele, hem Türklerden yardım isteme siyasetlerine babasından vâris olmuştur, işte bundan dolayı İstanbul’daki Fransa Sefiri d’Aramont yeni bir antlaşma imzalamaya çalışmış ve nihayet yukarıda tarihîni belirttiğimiz gün İstanbul’da imza edilen himaye antlaşması gereğince Fransa Devleti o zamana kadar gördüğü yardımlar karşılığında Türk Hâzinesine 300.000 altın tazminat vermeyi kabul edip bu borcun ödenmesine kadar harp gemilerini:

“ ..engages en neantissement de la somme precitee, Jusqu’a ce que cette demiere soit payee âl’amiral du Grand- Seigneur”

kaydıyla Türk Donanmasına rehin bırakmıştır! Birçok Fransız kaynaklarının millî hislerle yazmadıkları bu rehinli himaye antlaşmasının imzasından dört buçuk ay sonra, yani 1553 yılının 15 Haziran Perşembe günü Türk tarihinin en büyük denizcilerinden Tuıgut Reis işte o Fransız donanmasını da emrine alarak Fransa’yı korumak için Akdeniz seferine çıkmıştır. Sonraları geri­leme devrimizden istifade ederek Türkiye’ye karşı hemen her vaziyette cephe almış olan Fransa, işte böyle bir Fransa’dır!

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;355

Bilge Oğuz Yay.





Emir Sultanın Yıldırım Bayezid'e Verdiği Ders

Büyük mutasavvıf Emir Sultan’ın asıl adı Şemsüddin Muhammed’dir: Emîr Sultan lakaptır. Buhara’da doğmuş olduğu için Şemsüddin Buharî ve Buharalı Emîr Efendi şekillerinde de anılır, öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra Anadolu’ya göç edip Bursa’da yerleşmiş ve büyük İlmî, temiz ve yüksek ahlâkiyle halkın, devlet adamlarının ve hattâ padişahların saygı ve sevgisini kazanmıştır. Babasının adı Ali’dir. Tasavvufta “Halvetiyye” şubelerinden “Nuru Bahşiyye” tari­katının en büyük kişilerinden sayılır. Çevresine birçok müritler toplanmış ve tarikatı kendisinden sonra da devam etmiştir.

Bununla beraber Bursa’daki asıl büyük rolü müderrisliğinde gösterilir: Birçok öğrenci yetiştirmiş ve özellikle halk üzerindeki telkinleriyle o devrin ahlâkını ıslah etmekte büyük bir rol oynamıştır. Çünkü Yıldırım Bayezid devrinde tarihçilerin çok şikâyet ettikleri bir ahlâk buhranı vardır. Devlet erkânı ve hattâ padişah içki ve sefahat âlemlerine dalmış, Balkan unsurlarının ve özellikle Bizans’ın bozuk ahlâkı Osmanlı kanalından geçerek Anadolu’ya kadar aksetmeye başlamıştır. Emir Sultan’ın hayırlı tesirleri işte bu devre tesadüf eder. Herkesin saygısını kazanmış olan bu büyük adam bir taraftan halkı aydınlatmaya çalışmakla beraber, bir taraftan da halka örnek olan hükümetle sarayın ahlâkına karşı cephe almış ve hattâ Yıldırım Bayezid’a bile çok acı sözler söylemekten çekinmemiştir. Meselâ Hicretin 802 ve Milâdın 1400 tarihinde Ulu Cami inşaatı tamamlanınca, kendisine fikrini soran ve tabiî takdir sözleri bekleyen Yıldırım’a:

-     Bu camiin her köşesine kendiniz için bir meyhane yaptırırsanız hiçbir eksiği kalmaz!

dediği meşhurdur. Bu söze hayret eden Padişah “Beytullah’ın etrafına nasıl olup da meyhane

kurulabileceğini” sorunca büyük mürşidin:

-     Asıl Beytullah, Allahın yaptığı insan vücududur. Sen onu meyhane hâline getirmekten utanmıyorsun da kendi yaptığın

binanın etrafına meyhaneler dizdirmekten mi utanıyorsun?

Tarzında bir cevap verdiği rivayet edilir. Herhâlde Yıldırım Bayezid’in kendini toparlamasında ve özellikle o zaman henüz olgunlaşma devrine girmiş olan adliyenin ıslahına önem vermesinde gerek bu büyük adamın, gerek Osmanlı tarihînde ilk Şeyhülislâm sayılan meşhur Bursa Kadısı Şemseddin Fenarî’nin büyük ve hayırlı tesirleri olduğu gerçektir. Tabiî bu durumda Emir Sultan’ın en nurlu cephesi, ahlâk savaşçılığında gösterilebilir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;575

Bilge Oğuz Yay.



Fatih'in Dilenci Kardeşi

Taşköprülüzade Mehmed Kemaleddin Efendi’nin “TUhfetü'l- Ahbab" yahut "Tarih-i Sûf' adındaki eserinin birinci cüzünün 128712 İstanbul tab’ının 57 - 58’inci sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir: Hem kıssa, hem hisse sayı­labilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fatihi bir gün atına binip ava çıkarken, birdenbire karşısına bir dilenci dikilip yana yakıla dilenmeye başlamış; Fatih de cebinden bir altın çıkarıp herife ihsan etmiş, işte bunun üzerine küçük bir kıyamet kopmuş; bir altını az gören dilenci:

-     Padişahım, ben senin kardeşin olduğum hâlde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insafa sığar mı?

diye feryad ve figana başlamış! Bunun üzerine Fatih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:

-     Bu nasıl söz böyle: Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddia edebilirsin?

Dilenci de hemen cevabım dayamış:

Bu ne gaflettir padişahım? Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey mi olur?

Hayretler içinde kalan Fatih Sultan Mehmet sualini tekrara mecbur olup kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrar edince, nihayet cesur dilenciden şu cevabı almış:

-     Padişahım, ikimiz de Adem babamızın oğullan değil miyiz?

Bu cevaptan çok hoşlanan Doğu Roma fatihi de şöyle mukabele etmiş:

-     Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez!

Bununla beraber, nesep birliği çok hoşuna gittiği için, cömert Fatih dilenci kardeşine birçok altınlar daha vermiş...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;46

Bilge Oğuz Yay.



Eski Avrupa'da Yamyamlık

İnsan eti yemeyi yalnız Afrika’nın yamyam kabilelerine münhasır bir âdet zannetmemeli-dir. Eski Avrupalıların da birçok yamyamlık menkıbeleri vardır! Meselâ haçlıların bazı müşkil vaziyetlerde yamyamlık ettikleri ve Türk şehitlerinin cesetlerini yedikleri tarihî vesikalarla sabit bir hakikattir. Fakat asıl mühim olanı, Avrupalıların Avrupa’daki yamyamlıklarıdır. Bu hususta küçük bir fikir vermek için meşhur tarihçi Profesör Ch. Seignobos’un “Le Moyen Age ” ismindeki eserinin 1907’de Paris’te neşrolunan üçüncü tab’ının 237 I 238’inci sayfalarından aldığımız şu fikrayı nakletmekle iktifa ediyoruz:

“Uzun sürmüş yağmurlardan dolayı 1026 tarihinde zuhur eden büyük kıtlıkta açlıktan o ka­dar çok insan ölmüştür ki büyük çukurlar kazılıp yüzlercesi birden içlerine atılmıştır. Aç kimseler bu cesetleri o çukurlardan çıkarıp yiyorlardı. Diğer bazı kimseler de yollarda yolculara taarruz ediyorlar ve yahut bir yumurta veya bir elma gösterip yanlarına çektikleri çocukları boğazlayıp karınlarım doyuruyorlardı. Adamın biri Toumus pazarında satmak üzere pişmiş insan eti götürmek cür’etini gösterdi; fakat yakalandı ve yakıldı. Bir başkası geceleyin gidip toprağa gömülmüş eti çıkanp yedi, fakat o da yakıldı.

Mâcon civarındaki bir ormanda tek başına bir kilise vardı ve oraya haç için giderlerdi. Adamın biri o civara yerleşip bir kulübede yaşamaya başladı, gelip geçenleri kulübesine kabul ettikten sonra öldürüp etlerini yiyordu. Günün birinde dinlenmek için içeri giren bir kimse kulübenin köşelerinde erkek, kadın ve çocuk kafalan gördü ve bunun üzerine oradan kaçmaya muvaffak olarak Mâcon’a gidip gördüğü şeyleri haber verdi.

Kulübede etleri yenilmiş 48 erkek başı bulundu. Bunun üzerine herif Mâcon’a getirilip bir kazığa bağlanarak yakıldı.” Bu tarihî levhalar karşısında herhâlde Avrupalıların Afrika yamyamlarını ayıplamaya pek hakları olmasa gerek...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;51

Bilge Oğuz Yay.



Eski Türklerde Savaş Adaleti ve Düşman Pakları

Birinci ve ikinci dünya savaşlarında Avrupa devletlerinin irtikâp ettikleri gaddarlıklarla vah­şetler batı barbarlığının şu yirminci yüzyılda bile eski devirlerden farksız ve hatta beter olduğunu ispat etmiş olmasına karşılık, eski Türklerin sav

aş adaletiyle düşman haklarına saygıları bütün insanlığı uyandırması gereken ulvî bir ibret levhası demektir. Şanlı atalarımız bu hukukî durumu kanunî hükümlerle de te’yid etmişlerdir; meselâ “Kanunnâme-i Âl-i Osman”ın 132949 İstanbul baskısının 6’ncı sayfasında tarlalara girip ekinleri çiğnemek ve hatta hayvanlara çiğnetmek dayak ve para cezalan ile karşılanır:

(...ve eğer bir kişinin atı ya katın ve öküzü, ya himarı ekine girerse davar başına beş çomak vurup beşer akçe cerime alma” şeklinde çeşitli maddeler vardır. Fakat bu hafif cerimenin yalnız sulh zamanlarına ait olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Kanunî’nin çeşitli seferlerine ait ruznâmelerde savaş zamanlarında halkın malına ve tarlasına zarar veren ordu mensuplarının hemen idam edildik­leri görülmektedir.

Meselâ “Münşeat-i Feridun Bey”in 127450 İstanbul baskısının birinci cildinin 554’üncü sayfasındaki kayda göre, 1526 Macar seferinde ordu Meriç boylarından geçerken 10 Mayıs perşembe günü “atı ekine girdiği için bir herifin boynu vurulmuş” olduğu gibi, aynı cildin 568’inci sayfasındaki kayda göre de 1529 Viyana seferinde Türk ordusu Belgrad’ın ötesinde Eski Hisarlık mevkiine geldiği zaman 20 Temmuz sah günü “atı tarlaya girdiği için bir sipahinin boynu vurulmuştur!” Bu örneklerde suça nispetle cezanın şiddetli olması, savaş hâlinin meydana getirdiği olağanüstü durumdan ötürüdür. Hatta bu kadar adalet karşısında bazı düşman kalelerinin savun­masız teslim oldukları hakkkında bile birçok söylentiler vardır. Bu eski Türk adaletiyle medenî ve insanı seyivesinden çok uzak olan bugünkü kan dökücü batı uygarlığının sakın suratına tükürmeyin. Yazık olur, tükürüğünüz kirlenir!...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;144-145

Bilge Oğuz Yay.



Kır, Al!

Fatih denilince genellikle yalnız İstanbul Fethi akla gelir ve o büyük dâhinin diğer fetihleri hemen hiç hatırlanmaz. Hâlbuki Osmanlı kaynaklarında “Ebu’l-fetih = Fetihler babası” unvanıy­la de anılan Sultan Mehmed irili ufaklı on yedi devlet fethetmiştir. Bunların beşi İslâm, on ikisi Hristiyan devletidir. Bu on yedi devletin ikisi imparatorluk, dördü Krallık, altısı Prenslik, beşi de Dukalıktır.

Milliyetlere göre sıralandığı takdirde Fatih’in dört İtalyan, üç Rum, dört Türk, üç İslav, bir Tatar, bir Ulah ve bir de Arnavut ülkesi fethetmiş olduğu anlaşılır.

Tarih sırası itibarıyla 1453 de Bizans imparatorluğu, 1456’da Meriç nehrinin Ege Denizine döküldüğü noktadaki Enez Ceneviz Dukalığını, 1458’de Atina İtalyan Dukalığını, 1459’da Sırbistan Krallığını, 1460’da Mora despotluğunu, 1461’de Trabzon Rum imparatorluğunu, 1461 - 1462’de Candaroğulları Beyliğini yani Kastamonu bölgesindeki Isfendiyar Oğullan Devletini, 1462’de Eflâk Prensliğini, yine aynı tarihte Midilli Ceneviz Dukalığım, 1463’de Bosna Krallığım, 1466’da bir krallık durumunda bulunan Karaman Türk Devletini, 1471’de Alaiyye Beyliğini, 1475’de bir Krallık olan Kırım Hanlığım, 1478 - 1479’da Arnavutluk ülkesini, 1479’da Gümüşhane bölgesindeki Torul- Turul Türk Beyliğini, yine aynı tarihte Yunan adalarından Zanta ve saire Dukalığını ve son olarak 1480’de Hersek Dukalığını almış ve memleketine bağlamıştır. Bunlardan başka Dulgadır- Zülkadir beyliği ile Buğdan Prensliğini de nüfuz ve hâkimiyeti altına almıştır.

Bütün bu irili ufaklı, bağımsız ve yan bağımsız deniz ve kara devletlerinden başka Cenevizlerin Galata, Amasra ve kuzey Karadeniz sömürgeleriyle başta Eğriboz - Ağriboz olmak üzere,Marmara’daki kızıl adalarla Linini, Taşoz, Semendirek, Imfoz ve saire gibi Marmara ve Ege adalan da Fatih tarafından alınmışlardır. Ayrıca sıralanabilecek birçok kalelerle şehirler ve Otranto böl­gesi gibi sömürgeler bu hesabın içinde değillerdir. Bunlardan başka Fatih’in ülkelerini tamamıyla zaptetmemek şartıyla yendiği devletlerin en önemlileri Ak- koyunlu İmparatorluğu, Venedik ve Ceneviz Cumhuriyetleri, Macaristan ve Napoli Krallıklarıdır.

Bütün Balkan yarımadasını Türk egemenliğine sokan, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getiren ve boğazlar hâkimiyetini tamamlayıp Çanakkale ve İstanbul boğazlarım kapatan da Fatih’dir. Herhalde Fatih Sultan Mehmed Osmanlı Devleti’nin değil, fakat Osmanlı imparatorluğumun kumcusudur. Şanlı Fatih’in bu göz kamaştırıcı fetihleri hakkında çok güzel bir şakası vardır: Onun zamanında 1460- 1461 tarihinden 1480 yılına kadar yaklaşık yirmi yıl meşihat = şeyhülislâmlık makamında bulunmuş olan ünlü din âlimlerinden Şeyhülislâm Molla Hüsrev bir toplantıda kendisine o büyük zaferlerinden hayranlıkla söz edince, Fatih de Avrupa, Asya ve adalar fetihlerinin sebebini işte şöyle bir kelime oyunu ile açıklamış:

Gâvurlar hükümdara “kral” diyorlar. Hocam: Yani evvelâ “kır”, sonra “al!” demiş oluyorlar. Ben de işte ondan dolayı hem ordularım kırdım,'hem ülkelerim aldım ve hepsine Kral oldum!-.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;155-156

Bilge Oğuz Yay.



Fatih'in İstikbâli Gören Siyasî Basireti

Askerlik tarihinin en parlak simalarından olan Fatih Sultan Mehmed, dış siyaset bakımından da onbeşinci yüzyılın en büyük adamıdır. Son Bizans İmparatoru Konstantinos Paleologos’un Türklere karşı Kaîoliklerden yardım umarak birleştirmiş olduğu doğu ve batı kiliselerini İstanbul fethi üzerine hemen birbirinden ayırıp doğu Hristiyanlığını batıya karşı koruması, Ortodoks milletlerin katolik idaresinde mezheplerini kaybetmektense, Türk hâkimiyetinde din ve mezhep özgürlüğüne sahip olarak yaşamayı tercih etmelerine sebep olmuş ve meselâ Sırbistan, kuzey Yunanistan ve Mora işte bundan dolayı Osmanlı idaresini katolik Macar ve İtalyan hâkimiyetlerine tercih etmiştir.

O sırada henüz bir Moskova Prensliğinden ibaret olan Rus Çarlığının ileride Osmanlı Devleti için ne büyük bir tehlike olabileceğini daha o zamandan anlayan Fatih’in Kırım Hanlığını hâkimiyet altına alması, kuzey Karadeniz’deki Ceneviz sömürgelerini işgal ettirmesi ve diğer birtakım tedbirler alması da ancak yüzyılları aşmış bir uzağı görebilme ile açıklanabilir.

İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının tahkimi ile bu iki geçidin muhafızlığını Türk ordusuna bırakması da geleceği ne kadar açıkça görmüş olduğunu gösteren en mühim ve en kesin deliller­dendir. Onu daima rahmet ve minnetle anmak Türklüğün millî ve tarihî görevlerindendir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;159

Bilge Oğuz Yay.



Avrupa'ya Türklerden Geçen Mendil

Bugün lüzumundan çok fazla imrendiğimiz Avrupa’nın ibtidailikten, barbarlıktan ve pislikten kurtulup medenileşmeye başlaması ancak ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk edebilmiş bir durumdur. Eski Avrupa’da hela olmadığı için oturak âlemleri yapılarak lâzımlık üstüne misafir kabul edilir, düğünlerde açık zifaflar tertip olunur ve mendil olmadığı için, burunlar parmaklarla sıkılıp yerlere ve salonlarda halıların üstüne sümükler fırlatılırdı.

Eski Türklerden Avrupa’ya en geç ve en güç geçebilen şey, bizim için en basit şey olan mendildir. Fransız Montandon, Alman Von le Coq, Rus Barthold ve saire gibi âlimler burun mendilinin Avrupa’ya ancak onaltıncı yüzyılda Venedik yolu ile geçebildiğinde müttefiktirler. Orta Asya Türklerinin “Ulatu = mendil” kullan­dıktan Türkistan fresklerinden başka Kâşgarh Mahmud’un “Divarı-ı Lügati’t- Türk”6ski kaydıyla ve onbirinci yüzyılda Anadolu’ya yerleşip bugünkü Türkiye devletini kuran Oğuz Türklerinin de mendilsiz olmadıkları Selçuknâme’lerle sabit olduğu hâlde, bu kadar basit ve zarurî bir şeyin o teiniz Anadolu’dan pis Avrupa’ya tam beş yüz yılda, yani İstanbul’un Fethinden bir yüzyıl kadar sonra geçebilmiş olması pek şaşılmayacak bir şey olmasa gerektir. Herhâlde bunun başlıca sebebi, pisliğe alışmış olan batı Hristiyanlığının öyle şeylerle ilgisizliğinden ibaret olmalıdır.71(*).

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;169

Bilge Oğuz Yay.



Ne İdik, Ne Olduk?

1872 de İstanbul'a gelip incelemelerde bulunmuş olan Fransız yazarlarından Paul Eudel, "Conskmtînople, Smyme etAthenes ” adı ile 1885 de yayınlanan incelemesinde tanık olduğu birçok hakikatleri samimiyetle ifade ve tasvir etmiştir. Meselâ 190 inci sayfasında şu heyecanlı kayda rastlanır 'insana heyecan veren ulvi bir âdet gereğince camiler, seyahate çıkacak kimselerin her türlü ticari seneden ve eshamıyla kıymetli eşyalarını emanet olarak bırakmalarına her zaman amade bulunur. En eski devirlerden beri hiçbir zaman bu emanetlerden herhangi bir şey çalınmış olduğu görülmemiştir. Bizim memleketlerde hırsızların bu kadar insaflı davranacaklarını söyleyemem!”

Çöküş devrimize rastlayan ondokuzuncu yüzyılda bile biz işte böyle idik. Ama bugün cami­lerimizin halılarım, levhaların”, Kur’ânlarını ve hatta onlarla da yetinmeyerek kubbe kurşunlarını bile aşırıyoruz!

Ne kök, ne olduk? Dün işte öyle idik, bugün de Batıya imrene imrene işte böyle batıcı olduk!-

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;180

Bilge Oğuz Yay.



İstanbul'un Fethinde Eski Türk Tekniğinin Rolü

Doğu Roma’nın fethinde Türk ordusu kadar eski Türk tekniğinin de rolü vardır; Avrupa’ya örnek olan bu yüksek tekniğin kuşatma sırasındaki harikaları şöyle sıralanabilir.

1-   O zamana kadar dünyanın bilmediği büyük topların balistik hesaplarını bizzat Fatih yapmış ve o toplar işte bu sayede dökülüp İstanbul önlerine getirilmiştir: Bu noktayı son Bizans kaynaklan da te’yid etmektedir. Kuşatma sırasında surların çeşitli yerlerinde işte o sayede gedikler açılabilmiştir.

 2-   Boğazdan Haliç’e karadan geçirildiği söylenen donanma hakikatte Haliç sahilinin iç taraflarında yapıldıktan sonra denize indirilmiştir: Kuşatma sırasında ve az zamanda öyle bir donanma yapabilmek için gerekli teknik kudretin tahmini herhâlde pek güç olmasa gerektir.

 3-   O sırada Cenevizlerin elinde bulunan Galata’nın üstünden aşırma atışı yapabilmek için yine Fatih tarafından icat edilmiş olan havan toplan da kuşatma sırasında dökülmüş ve Haliç’teki Bizans donanması işte o sayede bombardıman edilmiştir: Eski Türk tekniğinin bu harikası bugün hâlâ bütün ordularda kullanılmaktadır.

 4-   Haliç’te bir gün içinde bir müstahkem köprü kurulmuştur: Gemilerin karadan Haliç’e indirilmesinden bir gün sonra, 1453 yılı 23 Nisan pazartesi günü Kumbarahane ile Defterdar iske­lesi arasında yapılan ve eski Türk tekniğinin en mükemmel eserlerinden sayılan bu büyük köprü düşman ateşi altında şaşılacak bir sürat ve başarı ile kurulmuştur. Yaklaşık altı metre genişliğinde olan bu müstahkem köprü için binden fazla duba kullanıldığından söz edilir. Dubaların üstüne demir çengellerle kalaslar tespit edilmiş ve onların üzerlerine de döşeme tahtaları kaplanarak çok muntazam ve sağlam bir köprü vücuda getirilmiştir.

Bu müstahkem köprünün iki yanına tespit edilen dumbazlara toplar yerleştirildiği gibi, karadan indirilen gemilerden bazıları da buraya çekilmiş ve işte bu suretle o zamanki Haliç surunun en alçak ve en zayıf noktası dövülmeye başlayarak İstanbul kuşatmasının ikinci cephesi de eski Türklerin (Liman / Limon Denizi) dedikleri Haliç’te açılmıştır: O günden itibaren Bizanslılar arka surlardaki askerlerinin bir kısmını işte bu yeni cepheye çekmek zorunda kalmışlardır! Bu harikanın bir günde ve düşman ateşi altında yapılıvermiş olması herhâlde bugünkü Türk tekniğini derin derin düşündürecek bir konu olsa gerektir!..

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;204

Bilge Oğuz Yay.



Bizans'ın Aşağılık Duygusu

1071 ’deki Malazgirt savaşından biraz sonra başlayan Anadolu fethi 1073’de Türk ordularının Üsküdar sahillerine dayanmasıyla sonuçlanmış, bugünkü Türkiye Devleti işte o zaman kurulmuş ve o tarihten Fatih’in 1453’deki İstanbul Fethine kadar dört yüz yıla yaklaşan uzun bir devir, Bizanslıların günden güne artan Türk hayranlığı ile geçmiştir.

Son Bizans kaynaklarında bile birçok delilleri bulunan bu ezici ve başdöndürücü hayranlık, Türk şevket ve kudretiyle adaletine imrenmekle başladığı için, birçok eski Türk özelliklerinin taklidiyle sonuçlanmış ve bu tarihî mukallitlik nihayet Fatih’in fethini kolaylaştıran bir aşağılık duygusu şeklini almıştır, meselâ kuşatmaya takaddüm eden günlerde ve hatta kuşatma sırasında bile Türk kıyafetini taklit eden Bizans Rumlarından hayretlerle söz edilir. Diğer bir fıkramızda da söylediğimiz gibi, Müslüman- Türk kadınlarını taklit eden rahibeler bile görülmüştür. Son Bizans tarihçilerinden Mihail Dukas, Doğu Roma’nın son yıllarına ait tarihinde kendisinin şahit olduğu bir aşağılık tezahürünü şöyle anlatır:

(Histoire des empereurs Jean, Manuel Jean et Constantin Paleologues, “Cousin” külliyatı, cilt 8, 1685 Paris baskısı, s. 369):

“Hristiyan akideleri içinde yetişmiş bir rahibenin büyük perhizde yalnız et yemekle ve Türk kıyafetine girmekle kalmayıp İslâm Peygamberi için kurban kestirdiğini ve o iğrenç imansızlığını dünyada örneği görülmemiş bir hayâsızlıkla ifşa ve teşhir ettiğini kendi gözlerimle gördüm”.

Ünlü Lamartine, "Histoire de la Turquie" adındaki eserinin 1869 Paris baskısının 3. cildinin 215'inei sayfasında Bizans manastırlarındaki rahibelerden birçoklarının Islâm dinini Batının Katolik mezhebine tercih ettiklerini göstermek için Türk kadın elbisesi giyerek sokaklara fırladıklarından söz etmektedir.

Bizans’ın son yıllarında bu aşağılık hissi Katolik düşmanlığı ile de karışarak o kadar kuvvet­lenmiştir ki, İstanbul’un Türkler tarafından fethini isteyen Ortodokslar bile görülmüştür. Meselâ Jouannin’le Jules van Gaver’in 1848’de Paris’te yayınlanan “Turquie” adındaki Osmanlı tarihinin 73’üncü sayfasında açıklandığına göre, 1448’deki İkinci Kosova Savaşı Vida yenilen ve bizim kaynaklarda Yanko Hünyad denilen Macar Millî Kahramanı Hunyadi Janos’a teselli vermek isteyen bir ihtiyar keşiş “Hnstiyanların felâketleri nihayet bulmak için İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine geçmesi zaruri” olduğundan söz etmiştir. Yukarıda sözü geçen Bizans tarihçilerinden Dukas’ın aynı eserinin 381 ’inci sayfasındaki kayda göre de bu ihtiyar keşişin o ünlü sözü aynen işte şöyledir:

- Oğlum, şunu bil ki Bızanslılar mahvolmadan Hristiyanlar eski saadetlerine kavuşamaya­caklardır. Onların felâketten kurtulmaları İstanbul’un fethine bağlıdır.

Bazı Türk âdetlerim taklit eden Bizanslılar bile görülmüştür. Özellikle Fetihden önce özel işleri için İstanbul’a gelip giden Tüıklerin birer prens muamelesi gördüklerinden söz edilir. Bizanslıların eski Rumcada “Seigneur” manasına gelen “Afthentis” unvamyla Türklere hitap etmeleri, nihayet bu tazim unvanının “efendi” şeklinde Türkçeleşmesiyle sonuçlanmıştır. Fransızların “Complexe d’inferiorite” dedikleri “aşağılık duygusu” işte böyle milletlerin benliklerini yok eden müthiş bir afettir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;204-205

Bilge Oğuz Yay.





Medenî Seviye Farkı

İnsanlık haklan bakımından Avrupa tarihî mülevvestir. Önce şunlara bakın:

 1-   1834 yılma kadar uygulanan bir kanun gereğince Almanya’da bir yıl içinde ancak belli bir miktar Yahudi evlenmek hakkım hâizdi. Yahudilere Hristiyanlarla eşit haklar ancak 1864’de verilmişse de Hitler devrinde tekrar kaldırılmıştır.

2-   Avusturya’da onsekizinci yüzyılın sonlarına kadar Katolik mezhebinden başka hiçbir mezhebin kiliseleri bulunmasına izin verilmezdi, öteki Hristiyan mezhepleri ancak çan kulesi ve caddeye bakan kapısı olmayan mabetler yaptırabilirlerdi!

3-   İngiltere’de vicdan özgürlüğü ve din eşitliği ancak 1828 tarihinden başlayarak tamamıyla uygulanmağa girmiştir.

4-   Fransa’da Protestanların ana - baba ve kan - koca olmak haklan onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru tanınmıştır.

5-   Amerika’da ise Zencilerle Kızılderililer birçok insan haklarından bugün bile yoksundur­lar.

İşte bunlardan da anlaşılacağı gibi Almanya, Avusturya, İngiltere ve Fransa gibi en büyük ve güya en medenî Avrupa memleketlerinde en ilkel insanlık haklarının tanınması onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardan başlayarak görülmeğe başlamış birtakım yenilikler demektir!...

Şimdi bütün bunlara karşılık daha onbeşinci yüzyılda Ortodoks mezhebini Katolik taassup ve tahakkümüne karşı resmen himayesi altına almış olan Fatih’in şu muhteşem mazhariyetine bakın: Başka bir fıkramızda da yazdığımız gibi, eski Türk adaletinin Sırp halk türkülerinde bile akisleri kalmıştır. O büyük adalet Sup - Macar ihtilâflarıyla veraset buhranlarında Supların Türk yönetimini Katolik - Macar ve Lâtin hâkimiyetlerine tercih etmesiyle sonuçlanmıştır. Sup - Ma­car ihtilâfının halk destanlarına aksetmiş şekillerine göre, Macar millî kahramanı Hunyadi Janos Sırbistan’a zorla Katolik mezhebini sokmak istediğinden söz ettiği hâlde, Fatih Sultan Mehmed Sup murahhaslarına aksine şöyle bir söz söylemiştir:

- Nerede bir cami görürseniz, onun yanma hemen bir kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarları bitişik bile olabilir. Benim dinim işte böyle bir dindir.

Hristiyan - Avrupa medeniyeti ile Müslüman - Türk medeniyeti arasında ondokuzuncu ve hatta kısmen yirminci yüzyıla kadar süren seviye farkını anlamak için işte bu noktalan göz önü­ne getirmek yeterlidir. Şunu da unutmamalıdır ki, Avrupalılar buna rağmen yüzyıllarca Türkleri “barbar” saymışlardır!...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;282-283

Bilge Oğuz Yay.



Eski Avrupa'da Adalet

1)   Onsekizinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’nın her tarafında rastlanan idam şekillerinin başlıcaları şöyle sıralanabilir: Diri diri yakmak, dörde bölmek, çarka bağlayıp ezmek, kazıklamak, suda boğmak, duvara gömmek, diri diri toprağa gömmek, karın deşmek, kaynar suya atmak, kızgın yağda pişirmek, deri yüzmek, ata bağlayıp yerlerde sürüklendirmek ve nihayet lütfen ve merhameten darağacında ipe çekmekle yetinmek! El, dil, burun ve kulak kesmek veyahut gözlere mil çekmek gibi şeyler hafif cezalardandır!...

2)   Eski Avrupa’da asılarak idam edilenlerin cesetleri gömülmeyip olduğu yerde çürümeye bırakılırdı. İşte bundan dolayı onaltıncı yüzyılda Almanya’da asılan bir mahkûmun cesedini gece karanlığında darağacından alıp gömmüş olan iki kardeş yakalanıp mahkemeye verilmiş ve hâkimin hükmüyle her ikisinin de gözleri oyulmuştur.

3)   Onsekizinci yüzyılın başlarında asker kaçaklarının burunları ile kulaklarının kesilmesi hakkında Prusya Hükümeti bir kanun yayınlamıştır!...

4)   Onbeşinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da her on idam mahkûmundan biri “cellât payı” sayılırdı: Cellât hazretleri arzu buyurduğu takdirde o mutlu mahkûmu para karşılığında serbest bırakmak hakkına hâizdi!...

5)   Eski Avrupa’da yalnız insanlar değil, hayvanlar da mahkemeye verilip muhakeme edilirdi: Meselâ tarla faresi, çekirge ve Mayıs böceği gibi zararlı hayvancıklar piskoposların gösterdikleri lüzum üzerine ruhanî mahkemelere verilirlerdi! Her hayvan yahut böceğe bir avukat tayin edilir ve her türlü tören ve usulüne tamamıyla uyularak gayet ciddi bir duruşma yapılırdı! Nihayet suçlu hayvanlar hakkında aforoz karan verilir ve ancak işte bu kadar üzerine çekirge yahut fare müca­delesi başlayabilirdi: Bu gibi muhakemelerin zabıtları hâlâ durmaktadır! Hristiyan - Avrupa'nın medeniyet tarihi işte böyle bir tarihtir!..

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;284-285

Bilge Oğuz Yay.



Devrim Taklitçiliği

Her eylülden sonra tam dört ay gözüm takvime iliştikçe sinirlenir ve takvimlere düşman ke­silirim: “Ekim”, “Kasım”, “Aralık”, “Ocak” gibi uydurma adlar bana bir taraftan “bay” ve “bayan” herzelerini, bir taraftan da Fransa’nın ihtilâl takvimini hatırlatır! Bir gün taklitçilikte maskaralık derecesini bulduğumuz için milliyetim adına yüzüm kızarırken ziyaretime gelen eski Millî Eğitim Bakanlarından dostum Hasan Âli Yücel durmadan gülümseyerek bana şu izahatı verdi:

-     Fransız devrimcileri “mösyö” ve “madam” yerine “Citoyen” ve “Citoyenne” şaklaban­lıklarını icat etmişlerdi: Biz de onlardan geri kalmamak için “bey” ve “hanım” yerine “bay” ve “bayan” demeyi demokratlık ve devrimcilik saydık! Bu kadarla da kalmadık: Fransız ihtilâlcilerinin ay adlarını bile değiştirmiş olduklarına kulaktan dolma bilgimizle az çok vâkıf olduğumuz için, takvimimizin Acemce terkip şeklindeki ay adlarına musallat olursak devrimcilikle birlikte dilcilik ve milliyetçilik de yapmış olacağımıza hükmettik! İşte bu kuruntu ile “teşrin-i evvel” ve “teşrin-i sani” yerine ilk önce “ilk teşrin” ve “son teşrin” dedik: Fakat bunlar Hoca’nın kar helvasına benzediği için kendimiz de beğenmedik. Ondan sonra “birinci teşrin” ve “ikinci teşrin” demeye başladık! Şeytan bizi rahat bırakmadığı için bu kadarla da kalmadık:

Fransız ihtilâl takvimindeki ay adlarının tabiat tahavvülleriyle ilgili olduğunu her nasılsa işitiverdik! 22 Eylül 1792’den 1 Ocak 1806 tarihine kadar 13 yıl, 3 ay, 10 gün uygulanabilen bu gülünç takvimin 22 Eylülden 21 Ekime kadar otuz gün süren ilk ayının üzüm, ikinci ayının pus, üçüncü ayının sis, dördüncü ayının kar, beşinci ayının yağmur, altıncı ayının rüzgâr, yedinci ayının filiz, sekizinci ayının çiçek, dokuzuncu ayının çimen, onuncu ayının hasat, onbirinci ayının hararet ve nihayet onikinci ayının da yemiş mefhumları ile ilgili isimler taşıdığını [gördük]. Fransa’nın 18’inci yüzyıl sonlarında uydurulan bu İhtilâl takvimine hemen hayran oluverdik!

İşte bu hayranlıkla bizim terkip şeklindeki ay adlarını ele aldık. Düşündük, taşındık: Fransızlara nazire olmak üzere “Teşrin-i evvel’e “Ekim” dedik ama ‘Teşrîn-i sani”ye “Kasım” derken millî kültürümüz biraz kıt olduğu için bu adın eski takvimimizde kış mevsiminin 8 Kasım’dan itibaren 179 gün süren bir devresi demek olduğunu düşünemedik! Hele “Kânun-i evvel” karşılığı olarak uyduruverdiğimiz “Aralık” kelimesinin bir manası da “ayakyolu” olduğunu uzun müzakerelere rağmen bir türlü akıl edemedik! Özellikle “Kânun-i sani”ye “Ocak” Fiğimiz zaman “sönmek” ve “yıkılmak” mefhumlarıyla ilgisini hiç hesap edemedik! İşte bundan dolayı menfî ruhlu bazı vatan hainleriyle devrim düşmanı gericilerin ay adlarındaki terkipler tek klime hâline gelip klişeleşmiş olmak itibarıyla değiştirilmelerine gerek olmadığı hakkındaki haklı safsatalarına kulak bile asmadık: Çünkü biz büyük bir takvim devrimi yapmıştık!...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;319

Bilge Oğuz Yay.



Vahşetler Vahşeti

Avrupa tarihi bir medeniyet tarihinden çok bir vahşet tarihi sayılabilir: Eski Avrupa'nın en büyük Devleti olan Roma’ya hangi bakımdan olursa olsun, şöyle bir bakıverseniz tüyleriniz ürperir! Meselâ Romalılar için millî temaşa sanatı demek, “Gladiateurs” çatışmaları demektir: Lâtinceden Fransızcaya geçmiş olan bu “gladiateur” tabiri “kılıçla müsellah adam” yani “kılıçlı” demektir. Bu kılıçlı adamlar “arena” denilen çatışma meydanına girerler ve birbirlerini öldürünceye kadar mücadele ederek seyircileri eğlendirilerdi!

Çeşitli kaynaklarda ve meselâ ünlü Seignobos’un “Histoire de la civilisation ancierıne” adındaki eski medeniyetler tarihinin 1905 Paris baskısının 361 - 364’üncü sayfalarında açıklandığı gibi, daha Cesar devrinden itibaren 320 çift gladyatörü hep birden çatıştırmak ve kanlarının nasıl döküldüğünü seyretmek millî bir eğlence hâline gel­miştir! Hatta bir gün Cesar her biri beşer yüz piyade ve üçer yüz süvari ile yirmişer filden oluşan iki müfrezeyi de arenada çarpıştırıp büyük bir zevkle seyretmiş ve ettirmiştir! İmparator Auguste bütün ömrü boyunca yalnız on bin kişinin kanını döktürmüş olduğu hâlde, Trajan o miktarı dört ay içinde harcayıvermiştir! Bunlardan yenilen gladyatör hemen ölmediği takdirde, boğazlanması kanun gereğidir!...

Bazen de mahkûmlar, köleler ve esirler çarpıştırılıp heyecanla seyredilir: Bu gibi çatışmalarda “barbar” denilen yabancı zümrelerin Romalıları eğlendirmek için birbirlerini yok etmeleri medenî bir an’ane hâlini almıştır! Meselâ Constantin devrinde esir edilmiş bir “barbar” ordusunun fertleri arenada birbirleriyle çarpışmaya mecbur edilerek neş’e ile seyredildikten sonra, bir Devlet adamı resmî bir nutuk söyleyerek insanların yok edilmesini halk için bir eğlence hâline getirdiğinden dolayı İmparatora teşekkür etmiştir!...

Avrupa, Asya ve Afrika'nın çeşitli milletlerine mensup beyaz ve siyah gladyatörler de kulla­nılmıştır: Bunların renkleriyle ırkları gibi silâhlan da çeşitlidir. Hatta bazı Romalı hür adamlar bile tehlike zevkine kapılarak gönüllü gladyatör olmuşlardır! Birçok Senatörlerin ve hatta İmparator Commode’in bile öyle yaptığı söylenir! Bu vahşet sahneleri yalnız Roma’da değil, İtalya'nın ve Kuzey Afrika’nın bütün şehirlerinde uygulanmıştır!

O zamanki Romalılar kana susamış bir toplum şeklinde tarif edilir ve o durum bugünkü İs­panyolların boğa güreşlerine karşı gösterdikleri çılgınca ilgi ile karşılaştırılır. Hatta bundan dolayı imparator Marc - Aurele’in gladyatör çarpışmalarına karşı nedense gösterdiği ilgisizlik bir aralık Romalıları isyana sevk edecek bir etki yapmıştır.

İşte bu vahşi Romalılar kendilerini “medenî” saymışlar ve kendilerinden olmayanlara da “barbar” demişlerdir!



Ölüm Oyunu

Avrupa'nın vahşet tarihinde gladyatör çarpışmalarını andıran kanlı eğlenceler az değildir ve bunların biri de Goluaların işte bu ölüm oyunudur. Andre Boll’un “Theâtre. spectacles et Jetes Populaıres dans l’histoire” adındaki eserinin 1942 Marsilya baskısının 148- 149’uncu sayfalarındaki açıklamaya göre, Golualar bu oyunu yemeklerden sonra eğlenmek için yaparlarmış: İçlerinden hemen bir ip geçirilir ve adamcağız bir ağaca götürülüp asılıverirmiş. Ama asıla- çok keskin bir kılıç bulunurmuş: Eğer ağaca asılır asılmaz işte o kılıçla ipi kesebilirsekurtulur,kesemezse oyuna kurban olur, gidermiş!...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;329

Bilge Oğuz Yay.



Kanun Karşısında Kanunî

Onaltıncı asırda Türklerin Akdeniz hâkimiyetini temin eden iki büyük muharebe vardır. Biri Barbaros’un meşhur Preveze Muharebesi, biri de en büyük Osmanlı denizcilerinden Kaptan-i Derya Piyale Paşa’nın 1560 senesi 14 Mayıs sah günü Avrupa’nın iki yüz gemilik Hristiyan müttefikler donanmasına karşı Tunus’la Trablus arasına tesadüf eden Gebeş körfezindeki “Cerbe” adası önlerinde yüz yirmi gemiden ibaret Türk donanmasıyla kazandığı büyük muharebedir. Bu parlak zaferi kazanan Piyale Paşa İstanbul’a dönünce şenliklerle karşılanmışsa da, o zamanın kanununa göre beylerbeylik payesinde kıdemi olmadığı için vezaret payesiyle taltif edilememiş, yalnız Kanunî’nin torunlarından Cevher Han Sultan ile evlendirilerek gönlü alınmıştır! Kâtib Çelebi bu noktayı şöyle anlatır:

“Beğlerbeğilik payesi alalı iki yıldır, bu defa vezaret payesi verilir ise tez olmuş olup rütbe-i vezaret tedenni bulur diye Sultan Süleyman Han tecviz buyurmayıp reva görmediler, lâkin riayeti murad-i hümâyun olmağla vafir ihsan ve terakkiler ile tevkirden sonra şehzadeleri Sultan Selim Han’ın (Cevher Han) nam duhterini kenduye tezviç buyurdular, beş sene sonra rütbe-i vezaret inayet olundu...”

O zamanki telâkkiye göre bir kumandan için zafer kazanmak en tabiî vazife demektir ve bu vazifenin ifası da kanunun ihlâline sebep değildir. Herhâlde Kanunî’nin büyüklüğü, kendisini kanundan küçük görmesindedir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;346

Bilge Oğuz Yay.



Dünyayı İmrendiren Eski Türk Adliyesi

Bugünkü İngiliz hâkimlerinin ceplerinde devletin verdiği birer çek vardır. Bu sayede hâkim fevkalâde bir ihtiyacı olduğu zaman resmî ödeneğinden ayrı olarak, istediği kadar para çekmek yetkisinden istifade etmediğini göstermiştir! Doğruluğun bu derecesi bir çeşit meleklik demektir. Eski Türk örneğine göre kurulmuş olan İngiliz adaleti işte böyle insan şeklindeki meleklerin elindedir.

Gerileme devrimizden önceki Türk hâkimleri de her melekliği gölgede bırakmış insanlardır. Başhâkim durumunda bulunan ilk şeyhülislâmlar Osmanlı tarihinde nurlu bir silsile gibi sıralanır. Koçi Bey’in izahına göre azamet devrimizdeki şeyhülislâmlar “kayd-i hayaf ’ ile tayin edilir ve ancak istifa ile yerlerinden çekilirdi. İlmî eserleri ve tertemiz şahsiyetleriyle milletin hürmet ve emniyetini kazanarak o büyük ve sarsılmaz mevkiye çıkan bu çok kıymetli ve yüksek karakterli ilim adamları en heybetli padişahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi oldukları için, icabında onlara bile doğru yolu göstermekten ve çok sert sözler söylemekten çekinmemişlerdir. İçlerinde her ne şekil ve suretle olursa olsun hak yemeğe tenezzül etmiş pek kimse yoktur. İlk Osmanlı Şeyhülislâmı Molla Fenan Bursa Kadısı iken Yıldırım Bayezid’ın mahkeme huzurundaki şahitli­ğini reddetmiştir.

Üçüncü Şeyhülislâm Molla Fahreddin ikinci Murad’ın yapmak istediği tahsisat zammını “israf’ diye kabul etmemiştir. Dördüncü Şeyhülislâm Molla Hüsrev’i, Fatih Sultan Mehmed İmam-i Azam’a benzetmiştir. Beşinci Şeyhülislâm Molla Güranî, Fatih’in teklif ettiği vezirlik makamını reddettikten başka, o şanlı talebesini daima sert sözlerle ikaz etmekle ve doğru göstermiş olmakla meşhurdur.

Dokuzuncu Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî gibi padişahları titretmiş, Sultan Bayezid’in bir mülakat isteğini reddetmiş ve bilhassa Yavuz Devri’nde pervasız müdahaleleri ile yüzlerce insanı idamdan kurtarmıştır. Yine Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nde Onuncu Şeyhülislâm İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurlara bulanmış kaftanının, öldükten sonra türbesindeki sandukasına örtülmesini vaziyet etmiştir. Kanunî ve İkinci Selim de­virlerindeki Onbeşinci Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin şanlı adı yüzyıllarca halk ağzında nuran bir ilim ve adalet sembolü şeklinde yaşamıştır.

İşte bu muhteşem silsilenin vücuda getirdiği Türk Adliyesi, diğer bir fıkramızda da söylediğımiz gibi, İngiliz yazarlarından Downey’in izahına göre nihayet Sekizinci Henri devrinde İngiliz adliyesi ıslah edilirken örnek ittihaz edilmiştir. Birçok Batı kaynaklarında o eski Türk adliyesinden hep hayranlıkla ve hürmetle bahsedilir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;401

Bilge Oğuz Yay.



Mikrop Ne Zaman Keşfedilmiştir ve Kâşifi Kimdir?

Biz kendimizi de, kendi keşiflerimizi de unutacak kadar Batılılaştık. Onun için atalarımızın muhtelif sahalardaki keşiflerini Batılılara izafe etmek bizim için artık umumî bir teamül hâline gelmiştir! Meselâ eskiden ‘Tahtelbahir” denilen denizaltı gemisi, kuluçka makinesi ve fırını, oto­mobil ve hele tıp sahasında aşı ve mikrop gibi keşiflerle icatlar hep atalarımızın keşifleri sahasına dahil olduğu hâlde biz bugün bütün bunları Avrupa kültürüne mal ederiz! Bütün bu keşiflerden muhtelif fıkralarımızda bahsetmiştik. Şimdi burada da XIX. yüzyıl Fransız âlimlerinden Pasteur’e izafe edip durduğumuz mikrop keşfinden bahsedeceğiz.

Evvelâ şu noktayı açıklayalım: Mikrop XIX. Yüzyılda değil, XV. Yüzyılda keşfedilmiştir. Hattâ kâşifi de Fransız kimyageri Pasteur değil, büyük Türk hekimi Ak Şemseddin’dir. İstanbul’un fethinde Türk Ordusu’nun maneviyatını takviye ve idare vazifesiyle Fatih’e refakat etmiş olduğu için Bizans’ın manevî fatihi sayılan bu kahraman âlim Milâdın 1390 tarihinde dünyaya gelmiş ve 1459 tarihinde 69 yaşına bastığı sıralarda Göynük’te vefat etmiştir ve mübarek türbesi de oradadır.

Türk tarihinin daima yücelteceği ve takdis edeceği bu muazzam âlimin mikroplar hakkındaki izahatı bir nazariye değil, tecrübeye dayanan bir keşif mahiyetindedir. “Maddetü ’l-Hayat ” ismin­deki tıbbî eserinde hastalıkların vücuda giren birtakım görünmeyen tohumlardan hâsıl olduğunu “tefrih” (incubation) devirleriyle beraber tespit ve izah ederek bakteriyoloji ilminin de esaslarım kurmuştur. Bu “teftih” devrelerini tespit edebilmek için tabiî tecrübî sahada çalışmıştır. Fakat aca­ba nasıl çalışmış ve ne gibi âletlerden istifade etmiştir? Bunların tamamıyla tespiti kabil değildir. Netice itibarıyla Ak Şemseddin hazretleri yalnız Türk tababet tarihinde değil, dünya tıp tarihinde çok büyük ve nurlu bir şahsiyet demektir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;419

Bilge Oğuz Yay.





Kanunî'nin "Kanunnâme"sine Göre Pezevenklik Cezası

Kanunî Sultan Süleyman'ın "Kanunnâme-i Âl-i Osman ” ismindeki meşhur kanunu, Viyana Kütüphanesi’ndeki nüshasından kopya edilerek H. 1329 tarihinde ‘Tarih-i Osmanî Encümeni” tarafından yayınlanmıştır. Hukuk tarihimizin en önemli kaynaklarından olan bu yetmiş iki sayfalık “Kanunnâme ”nin yedinci sayfasında şöyle bir madde vardır:

“...Ve pezevenklik edenin ahunda dağ ideler!”

Bu maddeye göre o zamanın zabıtası tarafından yakalanacak bir pezevengin alnına kızgın demirle bir damga vurulacak ve bu suretle o hayâsız suçlu, hem ateş cezasına, hem daimî bir teşhir cezasına çarptırılmış olacaktır!...

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;494

Bilge Oğuz Yay.



Mazi Düşmanlığı

Şu zavallı kulaklarımıza yıllardan beri neler, ne akla sığmaz teraneler aksedip durdu. Medeniyet âlemine bundan ancak kırk yıl önce girmiş olduğumuzdan dem vuruldu. Edebiyat tarihimizin şu son otuz - kırk yıllık devre münhasır olduğu ve ondan evvelki devirlerin okullarda okutulmasına bile lüzum olmadığı ileri sürüldü. Atalarımızın ilkelliklerinden bahsedildi. Zavallıların kıyafetleriyle alay edildi. Bundan bir müddet önce son terane olarak da gazetenin birinde, sakallarıyla sarıklarının, cüppeleriyle şalvarlarının “çirkinlikleri” ilkellik alâmetleri gibi gösterildi.

Bu herzeleri savuran ve Doğu kültürü kadar Batı kültüründen de hiçbir nasibi olmayan zekâsız ve kişiliksiz cahiller: her devrin her medeniyetin ve her Udimin kendine göre bir kıyafeti olduğundan habersiz birtakım zaval­lılar değildir de nedir? Bunlar eğer Batı dillerini ve Batı kaynaklarını bilselerdi, o dillerde yığınlar teşkil eden kıyafet tarihlerine şöyle bir göz atınca öyle safsatalar söylemekle kendi bilgisizliklerini meydana vurmaktan başka bir şey yapmış olmayacaklarını herhâlde idrak ederlerdi.

Bugünkü Batı uygarlığının kökü sayılan “Greko- romen” dairesindeki Eski Yunanlılarla Romalıların kıyafetleri, şimdiki Kuzey Afrika kılığını andıran bir ihramdan ibaretti. Nasıl Yunan ve Roma medeniyetleri işte o ilkel kıyafetli insanların eserleri ise, bizim Selçukî ve Osmanlı me­deniyetlerimiz de işte kavuklu, cüppeli ve şalvarlı atalarımızın eserleridir. O heybetli kavuklarla şalvarlar, çağdaş oldukları eski Avrupa kıyafeti gibi gülünç de değildir. Erkekliğe yakışmayacak pudralı ve kurdeleli perukalar, dantelli yakalar ve kısa pantolonlarla uzun çoraplar karşısında Eski Türk elçilerinin güçlükle zaptettikleri kahkahalar Avrupa krallarının kulaklarına aksetmemiştir ama tarihin kulağında daima çınlayacaktır.

Buna karşılık, muhtelif yüzyıllarda Türkiye’ye gelmiş Bat” yazarlarının hususi Kütüphanemizde bulunan yüzlerce seyahatnâmeleriyle inceleme eseflerinde Eski Türk kıyafetinin o zamanki Batı kıyafetine oranla her hususta ne kadar üstün olduğundan bahseden fıkraları toplanacak olsa, bizdeki mazi düşmanlarının hayret ve ibretle okurken yüzlerini kızartacak büyük bir cilt teşkil edebilir.

“Medenî Kıyafetin Teşekkülünde Türk Irkının Rolü” başlıklı fıkramızda tafsilatıyla izah ettiğimiz gibi Avrupa’yı Yunan - Lâtin ihramının ilkelliğinden kurtarıp bugünkü gelişmiş kılığına sokanlar bile bizim işte o beğenilmeyen ve hattâ hafife alman atalarımızdır. Eski Türklerin şimdiki çok cahil düşmancıkları, yeni ilmin bu büyük hakikatine tabiî inanmak istemeyeceklerdir, bunu milliyet gayretiyle ortaya atılmış tek taraflı bir iddia zannedeceklerdir. Fakat bizim yazılarımızla hiçbir zaman öyle tek taraflı iddialara tesadüf edemeyeceklerinden emin olabilirler.

Eski Türkistan medeniyetine ait kazılar ve incelemeleriyle meşhur Alman müsteşriki Von le Coq’m 1910 tarihinde Paris’te yayınlanan “Exploration archeologique a Tourfarı” adındaki eseriyle 1925’de basılan “Bilderatlas zur Kunst und Kulturgeschichte Mittel - Asiens ” ismindeki resimler atlasma ve Paris antropoloji okulu etnoloji Profesörü Dr. Geoıge Montandon’ın 1934’de çıkan “Trate d’ethnologie culturelle ” adındaki eserine müracaat ederlerse Eski Türklerin sivil ve asker kıyafetleriyle kadın elbiseleri hususunda ortaçağla yeni zamanların bütün Avrupa kıyafetlerine örnek olduklarını ve pantolonla ceketin ihramlı Avrupa’ya işte onlardan intikal ettiğini öğrenmiş olurlar.

Muhtelif şekiller alan şalvar da işte o eski Türk pantolonunun bir çeşidinden ibarettir. Her şey gibi moda nispî ve geçicidir. Acaba kıyafetleriyle alay edilen eski Türkler, bugünkü Avrupa’nın Iskoçya ile Yunanistan’da eteklik giyen erkeklerini ve öyle şeylerin farkında bile olmayan biz mutaassıp Batı taklitçilerimizi görselerdi beğenirler miydi yoksa iğrenirler miydi?

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;532

Bilge Oğuz Yay.



Milletlerin Saadetlerini Temin Eden Şey Nedir?

Osmanlı tarihi’nin azamet devrine tesadüf eden ilk üç yüzyıldaki büyük şeyhülislâmlar umumiyetle hak ve: adalet kahramanlara şeklinde sıralanır. Padişahların mutlakıyetini kanun zihniyetiyle tahdîd eden (sınırlayan) bu nuranî silsile içinde Şemseddin Fenarî gibi mahkemede Yıldırım Bayezid’in şahitliğini bazı sebeplerle yüzüne karşı reddeden; Molla Fahreddin gibi ikinci Murad’ın yapmak istediği tahsisat ödenek zammını “israf’ diye kabul etmeyen; Molla Güranî gibi Fatih’in bir fermanım kanuna aykırı bularak yırtıp attıktan başka, getiren çavuşu sopa ile kovan; Zembilli Ali Efendi gibi ikinci Bayezid’in bir mülakat istediğini reddettikten sonra Yavuz Sultan Selim’le çok şiddetli bir vazife ve salâhiyet münakaşasından sonra selâm bile vermeyerek çıkıp giden ve o padişahın aşın icraatına şiddetli itirazlanyla mâni olan hak ve kanun müdafileri vardır. Bunlardan Molla Güranî’nin Fatih Sultan Mehmed’i Saltanat ihtişamından dolayı tenkit ederek:

- Libâsın (giysin) haram, taamın (yediğin) haram!

diye yüzüne karşı çıkıştığından bahsedilir. Bugün bu sözü küçük bir memura bile söylemek kabil değildir. İngiliz Adliyesi’nin ıslahında, eski Osmanlı adliyesinin örnek tutulması işte bundandır.

Herhâlde milletlerin saadet ve azameti kâğıt üstündeki kanunlara değil, o kanunları tatbik edecek insanların seviyeleriyle zihniyetlerine tâbidir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;538

Bilge Oğuz Yay.



Devamını Oku »

Mesele Sinek Değil Hâlâ Anlamadın mı?



Yazmak ne kadar da sık vacip oluyor. Ama yazmak ne kadar da kifayetsiz; yazmamaya ise gönül hiç razı değil. Tam da kıyametin önünde kapkaranlık bir gecenin parçaları gibi fitnelerin/fitnekârların ümmetin üzerine çullandığı şu dar zamanda susmak kalpte bir maraz.

Susan da şeytan-ı ahraz...

Söyleyecek sözü olan ya şimdi sözünü esirgememeli ya da Basra harap olduktan sonra edebiyat parçalamamalı.

An, hakkı haykırmak için en esaslı gereç.
Sonra deme azizim! İnan sonra çok geç.

Vahiy ilk insanla başladı ve ilk peygamber, ilk insan oldu; ilk insan da ilk peygamber. Vahiy ve peygamber bir madalyonun iki yüzü, bir kuşun iki kanadı. Kopmaz, koparılamaz, bölünmez, bölünmesi teklif dahi edilemez. Vahiy ve peygamber Allah’ın beşeriyet hakkındaki muradının iki ayrı ontolojik katmanda ete kemiğe bürünmüş hali. Vahiy, kitap olan peygamber; peygamber ise insan olan kitap…

Her ikisi de Hakk’a ileten hitap.

Lütfen bakınız (İsrâ, 17/9; Şûrâ, 42/52).

Kur’an’a göre peygambere uymanın, Kur’an’a ve Allah’a uyma ile eş değer/anlamlı olduğu delilden vârestedir. Bu gerçek ezeli. Kur’an baştan sona bu anlam örgüsüyle bezeli. “Yalnızca bakan” için değil; yalnızca “baktığını gören” için…

Lütfen (yalnızca) bakmayınız; (…) göremezsiniz.

Vahiy, ilahî hakikatleri; peygamber ise üsve-i hasene oluşuyla vahyi somutlaştırır. Peygamber hayattayken bir “yol” inşa eder. “Yol Allah’ın yoludur” elbet. Fakat Allah Kur’an’da sayısız ayette (Bakara 2/154;…) “yol” kavramını bazen “سَبٖيلِ اللٰهِ” (sebîlullâh) ifadesiyle kendisine; bazen de “قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖى” “De ki, ‘bu benim yolumdur’” (Yûsuf, 12/48) şeklinde peygambere izafe eder. Arapçada “yol”un bir anlamı “sebîl”, diğer anlamı da “sünnet”tir. Zerre kadar Arapçası olan bilir. Bilmeyen kendi bilir.

Kur’an’a göre her iki yol da aynıdır, ayrı değil. Sadece “sebîlullâh”ın ifade ettiği soyut nitelikli yüksek hakikatler “sebîlurresûl/sünnet” ile somutlaşmış, ele avuca gelmiştir. Bu aşamada peygamber vahiy ile “anlamlı”; vahiy ise peygamber olmadan anlamsızdır. Bundan dolayı tarih boyunca -Hz. Nuh ve Hz. Harun örneğinde olduğu gibi- kitabı olmayan bir peygamber görebilirsiniz, ama peygamberi olmayan bir kitap asla…

Yani “sünnet” demek, hakka götüren yegâne Allah yolu demektir. Ancak kıyamet günü ayılacak peygamber yolunun inkârcılarının şu sözleri bu gerçeğe şahit olarak yeter: “وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِى اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبٖيلًا” : “O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: "Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!” (Furkân, 25/27).

Bugün gıybet ve iftira ile peygamber yolunun müdâfilerinin etlerini ısıran(…)lar ağızlarında kendi parmaklarını kemirdiklerini o gün anlayacaklar.
Anlayacaklar, yemin olsun asra!…
Anlayacaklar ama “ba'de harâbi Basra…”

Vahyin insan aklı ve irfanı için somutlaşmasının serencamı burada bitmez/bitemez. Çünkü Allah Kur’an’da “yol”u yalnızca zâtına ve peygamberine izafe etmekle kalmaz; aynı zamanda O’ndan sonra ona uyan müminlerin tamamına izafe eder ve şöyle buyurur: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبٖيلِ الْمُؤْمِنٖينَ نُوَلِّهٖ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِهٖ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا : “Kim, kendisine hidayet (Kur’ân) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ, 4/115)

Vahiy peygamberle bir yola/sünnete, sünnetle de bir geleneğe dönüşür. Bir şeyin dünden bugüne gelebilmesi için “gelenek” olması şarttır. Geleneği olmayanın geleceği hayaldir. İstikbal köklerdedir. Bu itibarla ayette Kur’an, sünnet ve gelenek düşmanlarının aynı kefeye konulması dikkatini çekmiş olmalı.

En özlü ifadesiyle vahye mazhar olan peygamber “ehl-i Kur’ân”, peygambere “ittiba” ile Kur’an’ı okuyan, anlayan ve yaşayan müminler ise “ehl-i sünnet”tir. Allah’ın yolu, peygamberin yoluyla; peygamberin yolu da müminlerin yoluyla anlamını bulur ve somutlaşır. Başka bir ifadeyle; ilim ve irfan geleneğiyle vücut bulan müminlerin yolu terk edildiğinde sünnetin; sünnet terk edildiğinde de Kur’ân’ın anlamı buharlaşır.

Bu serencam, hakikate ulaşmanın hiyerarşisidir. Kur’an’ı tarih sahnesinden kaldırmak isteyen İslam düşmanları ve “onlara meftun bizdekiler”, gerek son iki yüz yılda, gerekse daha kadim devirlerde redd-i mirâs ve sünnet inkârcılığıyla emellerine ulaşmaya çalışmışlar; güya hakka ulaşmak için Kur’an’ı kendi/keyfi yorumlarının mizansenine evirmek istemişlerdir. Ayet diyor ki, böyle yapanların canı cehenneme…

Sünnet, ilim ve irfan geleneği inkârcılığı, Müslüman coğrafyanın tanıdığı ve tattığı eski bir zehirdir. Hikâye bilindik, oyun tanıdık. Örnek mi??? Rivayet o ki; Mutezile mezhebinin kurucularından Amr b. Ubeyd aklına yatmayan kaderle ilgili bir hadis için mealen şöyle demiş:

"Bu hadisi rivayet eden tabiinden A'meş'i görseydim "Sen böyle bir sözü İbn Mesud'dan rivayet etmeye utanmıyor musun?" derdim. O da "İşte İbn Mesud. Ben ondan duydum" dese; İbn Mesud'a derdim ki; "Sen nasıl olur da böyle bir sözü Hz. Peygamber'e isnat edersin." O da "İşte Allah Rasulü. Bu sözün sahibi" dese; derim ki; "Ya Rasulallah sen Allah'ın sana vahyetmediği bir şeyi nasıl tebliğ edersin." Hz. Peygamber de bana kıyamet günü "İşte Allah. Bu sözü bana vahyeden O'dur" dese halkın huzurunda Allah ile de tartışırdım. "Elest bezminde bizden aldığın söz bu değildi" diye. Bu tavır Mutezile'ye yakışır, onlarla bağdaşır. Zira kader, ruyetullah ve inşikak-ı kamer gibi tevatürle sabit pek çok konuda onların azılı bir hadis münkiri oldukları izahtan varestedir.

Hadis inkârı bir temcit pilavıdır. Birkaç asırda bir ısıtılır ısıtılır önümüze getirilir; yersek… Bundan dolayı özellikle son iki asırda modernizim maskesiyle boy gösteren redd-i miras ve hadis inkârcılığının ardındaki oryantalist etki ve batılı meydan okuma iyi analiz edilmeli. Çocuk ve kadın hakları gibi en temel değerlerle bile çeliştiği iddia edilen bazı hadisler üzerinden başlatılan ve umuma teşmil edilerek bir sünnet düşmanlığına dönüşen hareketin gözünün üzüm bağında değil, bağbanda olduğu basiretle fark edilmeli.

Sünnet inkârcılığının ideolojik ardiyesi son günlerde yaşanan yeni bir tartışmayla yeniden kendini ele verdi. Onlar; “Aslında biz yalnızca sinek ve idrar hadisleri gibi bazı rivayetleri inkâr ediyoruz. Kur’an’la çelişmeyen hadislerle bir alıp veremediğimiz yok” diyorlar. Peki; “Cuma Suresinden Cuma namazını nasıl çıkarıyorsun. “Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah’ı zikretmeye koşun” ayetindeki hangi delilden hareketle akşam veya ikindi vakti değil de öğle vakti Cuma namazı için camiye gidiyorsun?” diye sorulduğunda öğle vaktini ayetin lafzından çıkarmak için kıvranıyorlar. Hâlbuki ayette zikredilen namazın öğle vaktinde olduğuna delalet eden hiçbir lâfzî karine yoktur. O namazın öğle namazı olduğu tamamen sünnetle sabit. Niyetinin sünnet inkârcılığı olmadığını iddia eden birine yakışan, ayetteki mücmelliği sünnet ile beyan etmektir.

İşine gelen hadisleri kabul etmek, işine gelmeyen hadisleri de reddetmek gibi “eklektik” bir yöntem bile bir bakıma erdem sayılabilir (ama bir bakıma). Bunlar “eklektik” bile değiller… Yaratıcıyı ve yaratmayı inkâr üzerine temellenen evrim safsatasını bizzat Yaratıcı’nın sözüyle temellendirmeye çalışmaları bu anlayışın kaynak, değer ve hedefini gözler önüne sermeli.

Bu son tartışmadan ibret ve feraset dermeli.

Hz. Peygamber’in; «الْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِي عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي لَهُ أَجْرُ شَهِيدٍ» “Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda sünnetime tutunana şehit sevabı vardır” (Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, Hadis No: 5414) hadisiyle kast ettiği fesad-ı zamanın bu zaman olduğunu basiretle fark etmeli ve bilinmeli ki:

Hadis inkârcılığı bir medeniyet hesaplaşmasının, ümmet-i Muhammed’in kucağına bırakmaya çalıştığı pimi çekilmiş bir el bombası; batı(l) dünyasının yarası hala kanayan bir kuyruk acısıdır.

Düşünsene… Bir hadisle Konstantıniyye otuz küsur defa kuşatıldı, sonunda fetih müyesser oldu ve eski bir çağ bitti, yeni bir çağ başladı. Eğer bugün öğütlenen hadis inkârı projesi İslam tarihinin bir devrinde tutmuş olsaydı İstanbul’un yerinde yeller esecekti.

Düşünsene... Eyüp Sultan hazretlerinin; “Ben bir hadisten dolayı fetih için Medine’den kalkıp İstanbul’a falan gidemem. Zaten Kur’an’da da ‘İstanbul bir gün mutlaka fethedilecek…’ diyen bir ayet yok” dediğini…

Bu demektir ki, ashap ve onlara ihsan ile tabi olanlar on dört asır boyunca hadislere bunların gözüyle bakmamışlar. Eyüp Sultan, Ulubatlı Hasan şahit…

Yasin Pişgin Hoca
Devamını Oku »

Eski Türklerde Fikir Hürriyeti



Medenî seviyenin en sağlam ölçüsü fikir hürriyetidir. Fikre karşı kuvvetle mukabele eden fertlerle cemiyetlerde medenî seviye sıfir derecesine inmiş demektir. Eski Türk toplumunun bu bakımdan tetkiki, dünyanın üç kıt’asına yayılmış muhteşem bir hâkimiyetin yüzyıllarca devam edebilecek bir canlılık gösterebilmesindeki âmillerin en güzellerinden birini meydana çıkaracak önemli neticeler verebilir.

Yabancı dinlerle yabancı imanlarına karşı en geniş müsamaha zihniyetiyle gösterdikleri hürmet ve riâyetin şerefli izlerine yenilmiş milletlerin tarihleriyle destanlarında bile tesadüf edilen eski Türklerin ferdî kanaatlerle şahsî fikirleri de aynı hürmet ve müsamaha ile karşıladıklarını gösteren birçok olaylar vardır. Meselâ bundan üç yüzyıl önce İstanbul’un sultanlar tarafından yaptırılan camilerden birinde kürsüye çıkan bir vaiz insanla maymunun menşe kökeni birliğinden bahsettiği zaman, bu görüşü dine aykırı bulan bazı mutaassıplar Meşihat makamına müracaat ederek vaizin idamına fetva istemişlerse de alamamışlardır.

Eski Türk toplumunda fikir hürriyetinin nasıl ko­runduğunu gösteren bu olay 1956’da üç fasikül hâlinde yayınlanmış olan “Türkiyat ve İslâmiyet Tetkikleri" adındaki eserimizin fetva mecmualarına göre “İslâm Fıkhının Millî Kıymeti” faslında sözünü ettiğimiz vesikalarla sabittir. Muhtelif devirlerde tesadüf edilen bu gibi olaylar, fikir hürri­yetinin eski değerini bütün açıklığıyla meydana çıkaracak büyük bir tetkik sahasıdır. Bunların en mühimlerinde biri de Kanunî Devrindeki “Kaabız Meselesi”nde gösterilir.

Hicretin 934 ve milâdın 1527 tarihine tesadüf eden bu vak’a hakkında Osmanlı ve yabancı kaynaklarının verdikleri izahatın karşılaştırılmasından anlaşıldığına göre, İlmîye mesleğine mensup olan Molla Kaabız Iranlı yahut Gürcü’dür ve İran’dan İstanbul’a gelip Osmanlı bilginleri arasına katılmış şüpheli bir adamdır. Bu adamın bir müddetten beri umumî yerlerde ve hattâ bir rivayete göre bazı meyhanelerde ortaya attığı tuhaf fikirler nihayet İstanbul halkını büyük bir teessür ve heyecan içinde bırakmıştır.

Kaabız Molla’nın fikirlerinde hiçbir İlmî değer yok, yalnız halkın ina­nışlarına dokunacak bir mahiyet vardır. Bu şüpheli adamın ortaya attığı nazariyeye göre Hazret-i İsa bütün Peygamberlerden üstünmüş ve hattâ ulu Peygamberimizden bile. İşin en tuhaf tarafı, Acem Molla’sının bu manasız ve havaî davasını şahsî bir fikir şeklinde sarf etmeyip İslâmî bir şekle sokması ve birtakım ayetlerle hadisleri istediği gibi te’vil ve tefsir ederek meseleyi İslâmiyet esaslarıyla ispat ediyor gibi görünmesidir. Bu duruma göre Kaabız Molla İslâm dinini reddedip Hristiyanlık propagandası yapmış olmuyor Müslümanlığı kabul etmekle beraber Hristiyanlığı ondan üstün tutmuş oluyor demektir.

O zaman İslâm Hilâfetinin merkezi olan İstanbul’da, yani Müslümanlıkla Sünnîlik adına bir taraftan Avrupa Hristiyanlığı ve bir taraftan da Safevî Iran Şiîliğiyle mücadele edip duran bir Sünnî Müslüman devletinin başkentinde böyle bir yalanın ortaya atılması, tabiî memleketin maneviyatını kökünden sarsacak tehlikeli bir oyundur. Bu tehlikeli oyunda Doğunun veyahut Batının ne dereceye kadar tesiri bulunduğu pek belli değilse de çok muhtemeldir.

Aylardan beri birtakım cahillerin fikirlerini çelerek memleketin ruhî ve ruhanî birliğini bozmaya başlayan Kaabız’ın oynadığı fecî rol bazı âlimlerin şikâyetleri üzerine hem Saraya, hem hükümete aksetmiş fakat meselenin fikrî mahiyetinden dolayı Molla birdenbire cezalandırılamayarak Divan­da, yani vekillerin huzurunda nazariyesini açıklamaya davet edilmiştir. Avrupa Katolik âleminde imanlarından en hafif şekilde bile şüphe edilen insanların hâlâ diri diri yakıldıkları bir devirde İslâm Dini’nin en mühim esaslarım aylarca açıktan açığa baltalayan bir kişinin nihayet İlmî bir münakaşaya ve nazariyesinin izah ve ispatına davet edilmesi, on altınca yüzyılda fikir hürriyetini] Avrupa’ya oranla Türkiye’de ne kadar esaslı olduğunu bütün açıklığıyla göstermesi bakımında] bilhassa dikkat edilecek bir noktadır.

Kaabız Molla iki gün üst üste Divana getirilmiş H. 934 = M. 1527 ve o yılın 7 Sefer = 2 Kasır cumartesi gününe tesadüf eden ilk celsede “Sadreyn” denilen Rumeli ve Anadolu Kazaskerleriyle karşılaştırılmıştır. Sadr-i Rum yani Rumeli Kazaskeri Fenarîzade Muhiddin Çelebi ve Sadr-i Anî dolu kazaskeri de Kadirî Çelebi’dir. Kaabız Molla bütün vekil ve vezirlerin huzurunda işte bu il din âlimine nazariyesini uzun uzadıya izah etmiş; Kanunî Sultan Süleyman bu izahatı padişahla] mahsus kafes arkasından dinlemiş, fakat bu mevzuu üzerinde hazırlıksız olan Kazaskerler nazari) sabiyle münakaşaya girişmekten çekinmişler, yalnız:

- Hikmet- ü bikatlihi!

Yani:

-     İdamına hükmettim!

demekle yetinmişlerdir, İslâm dininin en mühim esaslarına saldıran bir Müslüman, Şeriat hükümlerine göre idam edilir. Bilhassa Kaabız’ın yaptığı yalnız din esaslarıyla oynamaktan iba­ret değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun Iran Şiîliğiyle Avrupa Katolikliği arasında tutunabilmek için dayandığı sistemi de temelinden baltalamak demektir. Fakat buna rağmen nazariyesinin yanlış İlmî delillerle ispat edilip çürütülmüş olmadığı için, kazaskerlerin ortak karar verdikleri idam hükmünü Divan erkânı kabul etmemiş, Kaabız derhal serbest bırakılmış ve tarihçi Peçevî’nin deyimiyle: “Mülhidi Mülzem” (= Allahı inkâr eden ve bunun için susturulmuş olmayıp) Divan-ı Hümayundan çekilip gitmiştir!

Kafes arkasından bu sahneyi seyredip devletin manevî birliğini bozmaya kalkışmış şüpheli bir yabancının ulemâ tarafından idama mahkûm edildiği hâlde hükümet tarafından serbest bıra­kılmasına ve o müfsidin bozgunculuk propagandasını âdeta hükümetin himayesi altında devam ettirebilecek bir dokunmazlık kazanmış olmasına itiraz eden Sultan Süleyman, Vezirazam İbrahim Paşa’yi çağırtıp:

-     Bir mülhid Divanımıza gelür, hezeyana cür’et kılar ve mülzem olmaz; çıkar gider. Buna bais nedür?

dediği zaman ondan şu karşılığı almıştır.

-     Nice idelüm? Kazaskerlerimüz mesail-i şer’iyyeye âlim degüller ki mel’unu ilzam ve iskât ederler! (Ne yapalım? Kazaskerlerimiz şeriat meselelerini tam bilmiyorlar ki, aykırı iş yapanlan susturabilsinler!)

Bu telâkkiye göre, mukaddesata bile dil uzatmış bir adamın fikri ancak fikirle mağlup edile­bilir, fikre karşı kılıçla mukabele etmek doğru değil yanlıştır.

“Mülhidin mülzem olmadığından” şikâyet eden Padişahla o mülhidi ulemânın “ilzam ve iskât” edemediğinden müteessir olan hükümet arasında bu telâkki bakımından hiçbir fark yoktur. Osmanlı medeniyetinin azamet devrindeki büyük cephelerinden biri de işte bu fikir hürriyetidir.

Bu telâkkiye Sultan Süleyman da katıldığı için ertesi gün, ikinci bir celse akdedilmesini emretmiş, o zamana kadar yaptığı yıkıcı propagandalarla birtakım taraftarlar peyda etmiş olan Kaabız Molla o gece ihtiyaten göz altına alınmış ve Kanunî’nin emriyle ertesi gün, yani aynı yılın 8 Sefer = 3 Kasım Pazar günü akdedilen ikinci Divan toplantısına Hicrî 932 = Milâdî 1525- 1526 tarihinden beri meşhur Zembilli Ali Efendi’ye halef olan ve dine, edebiyata, lisâniyyata ve tarihe ait ikiyüz kadar eseriyle ilim tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden sayılan îbni Kemal lâkabıyla bilinen Şeyhülislâm Kemal Paşazade Şemseddin Ahmed Efendi ile o devrin en büyük âlimlerinden İstan­bul Kadısı Sadeddin Çelebi davet edilmiştir. İbni Kemal o celsede Kaabız Molla’nın nazariyesini “kemâli hilm üzre” dinledikten sonra kendisiyle uzun bir münakaşaya girişip İslâm esaslarım istinat ettirmek istediği davanın çürüklüğünü İlmî delillerle ispat ettiği için, nihayet söyleyecek söz bulamayan Kaabız. “Hatasını iz’an edinüp başın zemine salmıştır.” (Kusurunu anlayıp secdeye kapanmıştır.)

Türk idaresindeki fikir hürriyetinden istifade ederek aylarca menfi propagandalar, yapıp birtakım cahillerin zihinlerini çelmek suretiyle kendi vatanı olmayan bir memleketin birliğini bozan tehlikeli bir entrikacının safsataları birer birer meydana çıkarılıp boynunu bükmekten başka çaresi kalmadığı zaman bile kendisine hatasından geri döndüğü takdirde serbest bırakılacağı hem Şeyhülislâm, hem İstanbul Kadısı tarafından teklif edilmişse de kabul etmediği için nihayet pek doğru ve haklı olarak idamına hükmedilmiştir. Kaabız’ın idamı yalnız bir din meselesi değil, aynı zamanda bir millî emniyet ve selâmet meselesidir. O zamana kadar birtakım cahillerden taraftarlar temin eden bu şüpheli adamın bozuk fikrinde ısrar ettiği hâlde cezasız bırakılması toplumla ilgili bir tehlikenin göz göre göre beslenmesi demektir. Tabii artık bu durumun fikir hürriyetiyle hiçbir alâkası yoktur.

Herhâlde bu bir tek örnekten de anlaşılır ki eski Türkler her sahada olduğu gibi fikir hürriye­tinde de Batı Milletlerini yüzyıllarca geride bırakmışlardır. Bu misâlin önemi fikir hürriyetinin din ve iman sahasına bile şamil olduğunu göstermesindedir. Diğer sahalarda meselâ siyasî sahadaki misaller sonsuzdur. Bilhassa devlet işleriyle adamlarının tenkid ve aşağılatılmasına yığınlarla edebi yazılar ayrı bir çığır teşkil edecek kadar gelişmiştir. Bu siyasi edebiyatın şiddetli tenkidlerinden en büyük Padişahlar bile kurtulamamışlardır. Meselâ Kanunî Sultan Süleyman, Divan şairlerinin “Kehle-i İkbal” dedikleri Vezirazam Hırvat Rüstem Paşa’nın tezvir ve iftirasına kapılarak H. 960 | M. 1553 Nahcevan Seferinde büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı idam ettirdiği zaman şair Yahya Bey’in yazdığı kırk iki mersiyede Rüstem Paşa bu tarihî cinayetin başlıca sorumlusu olarak gös­terildikten başka:

Bunun gibi işi kim gördü, kim işitti aceb

Ki oğluna kıya bir serveri ömür meşreb*

diye padişah bile şiddetle tenkid edilmiş ve elden ele dolaşıp orduda büyük bir heyecan uyandıran bu müthiş eserinden dolayı Rüstem Paşa şair Yahya Bey’in “Nızam-i âlem için” idamını arzetmişse de, fikir hürriyetine kendi aleyhine bile riâyet eden

Kanunî:

- Bu makulelere kulak dutma ve intikam kastın etme!

diye reddetmiştir.

Bu medenî cesaret bazı seçkin şahsiyetlere münhasır sanılmamalıdır. Halkın ölçüsüz sesi şairin ölçülü sesinden çok keskindir ve bunları gösteren misaller ciltlerce eserler doldurulabilir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;490-493

Bilge Oğuz Yay.
Devamını Oku »

ENDÜLÜS - Bir Büyük Parantez ve İslam’ın Batı’ya Etkisi

ENDÜLÜS - Bir Büyük Parantez ve İslam’ın Batı’ya Etkisi



İslâm ve Batı arasındaki ilişkinin salt bir çatışma ve savaş tarihi olmadığını gösteren önemli verilerden biri, Endülüs Islâm tecrübesidir. Kabaca 711 ile 1492 yılları arasına yayılan bu dönemde Güney Avrupa’da, yani bugünkü Ispanya’nın güneyinde ve Sicilya adasında köklü bir müslüman kültürü gelişmiş; bilim, düşünce ve sanat alanlarında önemli eserler vücuda getirilmiştir. İslâm felsefe ve bilimi, Kurtuba, Sevilla (Îşbîliye) ve Gır­nata gibi şehirlerde zirveye ulaşmış, yer yer Doğu-Islâm topraklarını da etkilemiştir. İbn Seb‘în, Kurtubî, İbn Hazm, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbnü’l-Arabî gibi âlim ve düşünürler Endülüs İslâm topraklarında yetişmiş ve İslâm medeniyetine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Endülüs'te sanat ve mimari alanlarında yeni tarz ve teknikler geliştirilmiş ve Arap mimarisinin etkisine rağ­men “Endülüs sanatı” diyebileceğimiz yeni ve müstakil bir estetik biçimi ortaya çıkmıştır. Kurtuba Camii ve Gırnata Sarayı, bugün hâlâ Güney Avrupa’nın en gözde mimari eserleri arasındadır. Mimarinin yanı sıra hat, müzik ve minyatür alanlarında da özgün sentezlerin ortaya çıktığını görüyoruz.

Konumuz açısından asıl önemli husus, Endülüs} - Arap ve Arap olmayan müslümanlarla Avrupalılar arasında tarihte eşine az rastlanır bir etkileşimin yaşamış olmasıdır. Yaklaşık dört yüzyıl boyunca müslüman yahudi ve hıristiyanlar özgür fakat rekabetçi bir ortamda ortak bir kültürün inşasına katkıda bulunmuş ve birbir­lerinden çeşitli şekillerde etkilenmişlerdir. Bu dönemde müslüman bilim ve araştırma kurumları Avrupa'nın en önde gelen kuruluşları olarak bir cazibe merkezi haline gelmiş ve Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerin­den en aydın ve yetenekli bilim, düşünce ve sanat adam­larını müslüman şehirlerine çekmiştir. Kurtuba, Gırnata ve Sevilla gibi şehirlerin temizliği, bahçe düzenlemeleri, gece lambaları, sokakları, altın-kiremit renkli surları, havuzları, hamamları Avrupa’da dillere destan olmuştur. Müslüman Endülüs, Ortaçağ’ın “karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.1

Endülüs İslâmî'nin ortaya çıkışını sembolik olarak önceden meydana gelmiş iki olaydan dolayı geri götür­mek mümkündür: ilki, Kuzey Afrikalı kumandan Târik b. Ziyâd’ın (ö. 720) İber yarımadasına adım atarak Vizigot Kralı Roderich’i yendiği 711 yılıdır. Bugün kendi adıyla anılan Cebelitârık (Gibraltar) Boğazı’ın 30 Nisan 711 tarihinde geçen Târik b. Ziyâd, ünlü “Gemileri yakın!” emrini verdiği konuşmasında askerlerine şöyle sesle­nir: “Ey insanlar! Kaçacak hiçbir yer yok. Arkanızda deniz, önünüzde düşman sizi bekliyor. Allah’a andolsun ki bugün sizin için sadakat ve sabırdan başka bir şey yoktur.” Bu ruhla hareket eden Târik, 19 Temmuz 711 tarihinde Guadelete Savaşında Vizigot kralını büyük bir yenilgiye uğratır. Bazı Avrupa tarihçilerine göre Tarık, savaştan önce tarihte hiçbir komutanın yapmadığı bir şeyí yapar ve limanda bekleyen gemileri yaktırır. Tarık,kendisi ve askerleri için düşmanı yenmek ya da onuruyla ölmekten başka bir kadere razı değildir.

İkinci önemli tarih, Paris’in güneyindeki Poitiers Çabasında Frenkler’le Emevîler arasında küçük bir savaşın yapıldığı 732 ya da 734 yılıdır. Savaşın galibi Charles Martel (685-741), Avrupa’da Araplar’ı yenen bir komutan olarak ün salar. Martel’in torunu Şarlman (Charlemagne), dedesinden daha büyük şöhrete sahip olacak, Frenkler’i ve Lombardlar’ı birleştirerek Avru­pa’nın ilk gerçek “imparator”u olacaktır. Şarlman’ın hüküm sürdüğü yıllar (768-814), Avrupa tarihine Karo- lenj Rönesansı olarak geçecektir. Bu dönemin tipik özel­liklerinden biri, imparatorun Katolik kilisesiyle yakın ilişkiler kurması ve papa-imparator ittifakının güçlen­mesidir. Bu yüzden 800 yılında Papa III. Leo tarafından tahta çıkartılan Şarlman, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve “Avrupa’nın babası” olarak anılır. Fransız tarihçisi Henry Pirenne’nin ünlü tezine göre bugün “Avrupa” dediğimiz coğrafî-siyasî-kültürel bütün, Şarlman zamanında güneyden gelen Arap-İslâm baskısı karşısında Avrupalılar’ın kuzeye çekilmesiyle ortaya çıkmıştır. Pirenne’ye göre Avrupa’yı ortaya çıkartan, İslâm’ın hızlı ve başardı yayılımıdır.2

Poitiers’deki savaşı kaybeden Emevîler, Doğu-İslâm topraklarına geri dönmek yerine Avrupa’nın güneyine yerleşirler. Güney Ispanya’yı kısa sürede yurt edinen müslümanlar, 1492 ydında müslüman Endülüs’ün tari­hine son veren “reconquista hareketi”ne kadar inişli çıkışlı uzun bir tarihî tecrübe yaşarlar. Bu noktada Endülüs İslâm tarihinin ana dönemlerini şöyle ifade edebiliriz: 711-715 yılları, fetihler dönemidir. 715-756 yılları, “Valiler dönemi” olarak anılır. Bu dönemde Ara müslümanlar Güney Avrupa'ya dağınık bir şekilde yerleşmeye başlarlar. 756 yılında kurulan Endülüs Emevi Devleti, 1031 yılına kadar Güney İspanyaya hâkim olur. 1031-1090 yıllarına rastlayan “mülûku t-tavâif ” (küçük devletler) döneminde yirmiden fazla devletçik kuru­lur. Bu dönem, Endülüs’ün siyasî birliğinin zayıfladığı iç çatışmaların ve toprak kaybının başladığı dönem­dir. Dönemin önemli kayıplarından biri, 1086 yılında Gırnatanın düşmesidir. Rakiplerini yenerek güçlü bir merkezî yönetim kuran Murâbıtlar, 1090-1147 yıllan arasında Endülüs’e hâkim olurlar. Onları 1146-1248 yıl­ları arasında hüküm süren Muvahhidler takip edecektir. Muvahhidler’in kurucusu İbn Tûmert (ö. 1130), tevhit inancını yaymak adına katı bir dinî politika izleyecek; zâhit yaşamı, müzik ve sanat gibi “dünyevî olgular”a olan karşıtlığıyla ün salacaktır. Endülüs’ün son müslüman devleti Gırnata Sultanlığı 1231-1492 yılları arasında uzun bir süre hüküm sürer. Fakat bu hâkimiyet, eski siyasî ve kültürel gücünü yitirmiş, küçülmüş ve üretken olmayan bir niteliktedir.

Endülüs Islâm devletlerinin çalkantılı siyasî tarihi, çok dinli zengin bir kültür ve medeniyet tecrübesinin yaşanmasına engel olmamıştır. Tersine, farklı siyasî güçler arasındaki barışçıl rekabetin kültürel gelişmeyi teşvik ettiği bile söylenebilir. Müslüman, yahudi ve hıristiyanların katkılarıyla oluşan bu din ve medeniyet tecrü­besine “convivencia” adının verilmesi oldukça manidar. Zira convivencia “bir arada yaşama” tecrübesi demek- Bu tecrübeyi, Ortaçağ’ın “erime potası” olarak görmek mümkün: Farklı din ve kültürlerin en güçlü yanlarım ortaya koyarak bir bütünün parçası haline gelmesi ve farklılıkların bir çatışma gerekçesi değil, iyi ve güzel olanda yarış için bir zemin oluşturması.

Endülüs İslâmî’nin ürettiği “convivencia” tecrübesi, kültürel çoğulculuğa dayalı, bir arada yaşama tecrü­besinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Toledo şeh­rinde kilise, cami ve havralar bulunmakta, bu dinlerin mensupları özellikle felsefe ve bilim alanlarında fikir alışverişi yapmaktaydı. Yahudiler özellikle müslüman idaresindeki topraklarda büyük özgürlüklere sahiptiler. Ticaret, bilim, dil ve diplomasi konusundaki yetenekle­riyle temayüz eden yahudiler, müslümanlarla Vizigotlar arasındaki en önemli köprüydü. Arapça, pek çok yahudi düşünürün yazı diliydi. Mûsâ b. Meymûn (Moses Mai-monides) gibi ünlü yahudi ilâhiyatçıları, eserlerini önce Arapça, sonra İbrânîce kaleme almaktaydı.

Latince, ibrânîce, Arapça ve İspanyolca arasında­ki geçişkenlikler, pek çok alanda görülmekteydi. 1252 yılında ölen III. Ferdinand’m baş ucunda bu dört dilde yazılmış bir levha bulunmaktaydı. Ferdinand’m oğlu X. Alfonso, Toledo şehrinde Toledo Tercüme Okulu adıyla şöhret bulan bir girişime öncülük yapmış, burada Arap­ça’dan Latince’ye yapılan tercümeler, önce Ortaçağ daha sonra Rönesans düşüncesinin teşekkülünü doğrudan etkilemiştir.

Bu dönemde yapılan tercümeler hem klasik Yunan düşüncesine hem de İslâm felsefesine ait eserleri kap­samaktaydı. Ortaçağ boyunca Eflâtun ve Aristo gibi filozofların eserlerinin Yunanca asılları kaybolmuş ve sadece Arapça tercümeleri muhafaza edilebilmiş­ti. Avrupalılar’m Yunan bilim ve felsefesini yeniden keşfetmesi, Arapça’dan yapılan bu Latince tercümeler sayesinde olmuştur. XII ve XIII. yüzyıllarda Fârâbî, îbn Sînâ, îbn Rüşd ve İbn Bâcce gibi müslüman filozofların eserleri yaygın bir şekilde bilinmekte, tartışılmakta ve okutulmaktaydı. Kendisi de İspanyalı olan İbn Rüşd’ün Avrupa üzerindeki etkisi son derece derin olmuş ve “Latin İbn Rüşdcülüğü” adı verilen felsefî bir akımın doğmasına ve daha sonra Katolik kilisesi tarafından yasaklanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde yapılan tercümeler, Avrupa’da yeni fikir akımlarının ortaya çık­masını sağlamış, felsefi ve teolojik tartışmaları yeni bir seviyeye taşımıştır. Bu tercümelerin etkisini mercek altına yatıran C. H. Haskins, bu dönemi “XII. yüzyıl Rönesansı” olarak tanımlar.3

Endülüs’te yapılan tercümelerin Ortaçağ hıristiyan dünyası üzerindeki etkisi, daha önce kısaca işaret etti­ğimiz bir paradoksu anlamamızı da kolaylaştırabilir. Dinî ve yer yer siyasî argümanlara dayanarak Islâm’ı bir rakip ve hasım olarak reddeden Ortaçağ Avrupası, İslâm düşüncesi ve kültürünü büyük bir miras ve entelektüel meydan okuma olarak kabul edecektir. İbn Rüşdcülüğün papalık tarafından heretik bir düşünce okulu olarak ilân edilmesi, bu gerçeği değiştirmiyor; çünkü İslâm düşüncesinin etkisi başka alanlarda ve farklı biçimlerde devam edecektir. Özellikle skolastik düşünürlerin Eflâtun ve Aristo’nun felsefi birikimiyle hesaplaşma çabası, daha önce müslüman düşünürlerin inşa etmeye çalıştığı sentezler, formüller ve argümanlar aracılığıyla hayatiyet bulacaktır. Ortaçağ’daki yahudi, hıristiyan ve müslüman düşünürlerin temel kaygısı, tek tanrı inancına ve yaratma fikrine dayalı İbrâhimî dinler geleneğine uygun bir felsefi-metafizik sistem kurmaktı. Çünkü akim yakîn ile kabul ettiği bir inanç,inananlar açısından aynı zamanda kalbin itminan bul­ması anlamına geliyordu. Ortaçağ düşüncesinin bu konuda başarılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konu­su. Fakat müslüman kelâmcı ve filozofların bu alan­daki katkılarını ne hıristiyan ne de yahudi Avrupalı düşünürlerin göz ardı etmesi mümkündü. Bu etkinin boyutlarını klasik hıristiyan teolojisinin kurucusu St. Thomas Aquinas’ın (ö. 1274) dışında Roger Bacon ve Albertus Magnus (ö. 1280) gibi önemli filozofların ve İbn Rüşd un Avrupa’daki en sadık takipçisi olan Siger de Brabant’m (ö. 1294) ve hatta müslümanlara karşı misyonerlik çağrılarıyla tanınan Ramón Lull’ın (ö. 1316) eserlerinde görüyoruz. Endülüs, bu etkileşimin en önemli duraklarından biriydi.

Endülüs dönemini ele alırken, üç farklı grubu temsil eden üç kelimenin günümüze kadar geldiğini hatırlat­makta yarar var. Bunlar “Morisko, Müdehar, Mozarap” kelimeleri. "Morisko”, “Moor” kelimesinden bozma olup “Moritanya’dan gelenler” anlamında Kuzey Afri­ka’dan Güney Ispanya’ya göç eden müslüman Araplar ve Berberîler için kullanılmaktaydı. Müslümanların ve yahudilerin Güney Avrupa’dan zorla çıkartıldığı 1492 yılından sonra Ispanya’da kalan müslümanlara genel olarak Morisko adı verilmekteydi. Müdehar (Mudejar), IX ve X. yüzyıllardan itibaren Güney Avrupa’da hıristi- yan krallıkların yönetimi altında yaşayan müslümanlara verilen addır. Son olarak Mozarap kelimesi, Arap-İslâm kültürünün etkisi altında kalan Avrupalılar’ı ifade eder. Mozarap, Arapça “müsta‘rib” yani Araplaşmış kelime­sinden İspanyolca’ya geçmiş bir kelime. Anlamı, bizim bugün kullandığımız “Batılılaşmış” (müstağreb) kelime­sinin tersinden anlamına ne kadar da yakın!

1492 yılı İslam ve Avrupa tarihinin önemli ve trajik kesişme noktalarından biridir. Bu tarihte Ispanya'da yaşayan müslümanlar ve yahudiler, Avrupa’dan kovuldular.İspanyol Kralı Ferdinand ve Kraliçe Isabella'nın orduları "reconquista” olarak bilinen Güney Avrupa'nın "yeni» den fethi” harekâtını tamamladığında, sadece İslâm'ın Avrupa’daki tarihi sona ermedi. Aynı zamanda Avrupa tarihinin gördüğü en kapsamlı bir arada yaşama tecrübesi olan "convivencia” da trajik bir şekilde tarihe gömüldü.Endülüslü müslümanların ve yahudilerin bu ortak kaderi XIII. yüzyılın ortalarından itibaren giderek kötüleşmeye başladı. 1215 yılında toplanan Lateran Konsili, yahudileri toplumdan ayrıştırmak için onlara "rota” adı verilen san bir işaretin takılmasını zorunlu kılmıştı.

Yahudilerin kolektif olarak pek çok suç işlediğine inanılıyordu: Yüksek faizle borç para vermek, veba gibi hastalıkları yaymak için su kuyularım zehirlemek, hıristiyan çocuklarını öldür­mek ve kanlarını “easterda” dedikleri ekmeklere katmak, ev sahiplerinin mallarını çalmak ve talan etmek.5 Her ne kadar bu antisemitik tavır Hıristiyanlığın kuruluş yıllarına geri gidiyorsa da, XIII ve XIV. yüzyıllarda Iber yarımadasında sistematik bir dışlama politikasına dönüş­müş ve yahudilerle müslümanları aynı kaderi paylaşmaya itmişti. Böylece yahudi, müslüman ve hıristiyanların beş yüzyıldan fazla süren ortak bir medeniyet inşa etme çabası, “reconquista” ile sona erdi. Avrupa’nın çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma şansını bu tarihte yitirdiğini söylersek abartmış olmayız.

Fakat her şey 1492 yılında birden son bulmadı. Güney İspanya’da yoğunlaşan müslümanların var olma müca­delesi, 1609 yılma kadar devam etti. Endülüslü müslümanlar, 1492 yılında üç tercihle karşı karşıyaydılar.

Hicret, cebren Hıristiyanlığa geçme ve ölüm. Bu alter­natiflerin hepsi, 1609 yılma kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşti. Başarabilenler, bütün varlıklarını geride bırakarak aralarında Fas, Cezayir, Tunus, İstanbul ve Fransa olmak üzere çeşitli bölgelere göç ettiler. 1568 yılının sonunda büyük bir hazırlık döneminden sonra başlatılan isyan, bir yıldan fazla sürdü; ama 1570 yılında kanlı bir şekilde bastırıldı. 1609 ile 1614 yılları arasında sadece Tunus ve Cezayir’e 100.000 civarında Morisko’nun hicret ettiği tahmin ediliyor. Fakat İspanyol yöneticiler, yarım milyonu aşan müslüman nüfusun Güney Avrupa’yı bir anda boşaltmasının ekonomik ve dinî maliyetini sınırlamak için, göçü alabildiğine zorlaş­tırdılar. Göç eden müslüman ailelerin önemli bir kısmı, göç yollarında haydutların saldırısına uğradı ve yok oldu. 1492’den sonra yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kal­maya karar veren müslümanların iki alternatifi vardı: Direnmek yahut din değiştirmek. Bu müslümanlar, tarihe “Morisko” adıyla geçtiler ve Islâm tarihinin en uzun ve zorlu varoluş mücadelelerinden birini verdiler.6

Moriskolar’ın ilk olarak 1496 yılında Gırnata Kadısı Îbnü’l-Ezrâk’ı Memlûk sultanına elçi olarak gönderdik­lerini ve yardım talebinde bulunduklarını biliyoruz. 1517 yılında, yani Gımatalı elçinin Mısır’a gelişinden yaklaşık yirmi yıl sonra Memlûk Devleti’nin yıkıldığını hesa­ba katarsak, Memlükler’in, bütün sempati ve yardım niyetlerine rağmen, niçin bu talebe olumlu cevap vere­mediklerini anlamamız nispeten kolay hale gelir. İlginç olan, Moriskolar’ın Mısır’a elçi gönderdiğini haber alan İspanyol Krallığı’nın da, Memlükler’le olan ilişkilerini tehlikeye atmamak için Peter Martyr adında Katolik bir elçiyi Mısır’a göndermesidir. Martyr, İspanya’daki hadiseleri kendi zaviyesinden izah eder ve Morisko ların “kendi iradeleriyle hıristiyan olduklarını” ve “isyan edip anarşi yaratanların uygun bir şekilde cezalandırdığını” söyler. Dahası Martyr, İspanya Krallığının ve müttefiklerinin o dönemde Akdeniz’de sağladığı askerî üstünlüğe atıfta bulunur ve zımnen Memlûk sultanım tehdit eder. Memlükler’in Moriskolar’m taleplerine olumsuz cevap vermelerinde bu izahat ve tehditlerin rolü neydi? Bu soruya tatmin edici bir cevap vermek zor. Fakat Moriskolar açısından sebepten ziyade sonuç önemliydi: XVI. yüzyılın başında Moriskolar Mısır’dan artık umutlarım keserler.

Aynı dönemde Moriskolar’ın, İstanbul’a da pek çok elçi gönderdiklerini biliyoruz. Ashnda Moriskolar’ın “dârülislâm”dan ilk yardım talepleri, 1487 yılma geri gider. Gımata’nın İspanyol ordularına kaybedilmesinden beş yıl önce Sultan Bayezid’in huzuruna çıkan ilk Morisko elçisi İspanya’daki müslüman tebaanın yaşadığı zorluk ve sıkıntıları sultana arzeder. İstanbul ile Moriskolar arasındaki elçi ve mektup alışverişi, Kanûnî Sultan Süley­man dönemi de dahil olmak üzere, XVII. yüzyılın başına kadar devam eder. 1492’den sonra İstanbul’a gelen Moris­kolar, Memlükler’e gönderilen Peter Martyr’in iddiala­rına cevap verirler. “Bizim bilerek ve isteyerek dinimiz­den vazgeçip hıristiyan olduğumuzu söylüyorlar” der elçi. “Allah’a yemin olsun ki biz dinimizden dönmedik; söylediğimiz şeyleri, ölüm korkusundan söyledik. Hz. Peygamber bizim peygamberimiz, dini bizim dinimiz­dir.”7 Morisko elçisi son çare olarak sultandan, daha önce örneğine rastlanmamış bir talepte bulunur ve İspanyol Krallığı üzerinde diplomatik baskı oluştur­mak için, kendilerine yapılan muamelenin aynısının Osmanlı idaresindeki hıristiyanlara uygulanmasını ister.Ümit edilen, hıristiyanlar üzerindeki baskının İspanya kralını harekete geçirmesi ve böylece zecrî politikaların terkedilmesidir. Fakat bu çaba da bir sonuç vermez. Zira Osmanlı millet sistemi ve zimmî hukuku, böyle bir uygulamaya imkân tanımıyordu. Dahası Osmanlılar Akdeniz’de hâkim bir güç olabilmek için bir yüzyıl daha beklemek zorundaydılar. Neticede Moriskolar “dârülislâm”dan gelecek yardımdan ümitlerini keserler.

Bu dönemin en kayda değer hadiselerinden biri, Oran fetvası olarak ün salan ve Cezayirli Mâliki fakih Ubey- dullah Ahmed el-Mağrâvfnin Moriskolar hakkındaki yaklaşımıdır. Din değiştirme tehdidiyle karşı karşıya bulunan Moriskolar, Oran müftüsüne, içinde bulun­dukları şartlarda dinen ne yapmaları gerektiğini sorar­lar. Mağrâvfnin 1504 yılı içindeki cevabî fetvası hem Endülüs tarihi hem de fıkıh tarihi açısından ilginç bir metindir. Dinî inanç ve ibadetlerini yerine getiremeyen müslümanların “dârülharp” olarak tanımlanan bölge­lerden, dinlerini özgürce yaşayabilecekleri “dârülislâm”a hicret etmeleri gerektiği, fukahaca umumiyetle tercih edilen görüştür. Moriskolar’dan önce Aragon, Kastilya, Valensiya ve Sicilya gibi şehirlerde hıristiyan idaresi altında yaşayan ve Müdehar olarak bilinen Arap-İspanyol müslümanlara, bazı fakihlerin menfi gözle baktıkla­rını biliyoruz.8 Geniş ve özgür “dârülislâm” toprakları dururken, hıristiyan idaresinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamanın ve gayrimüslim idaresine boyun eğme­nin nasıl bir izahı olabilirdi?

Mamafih bu geleneğin hilafına, el-Magravi Moriskolara, hicret edememeleri halinde, takiyye yapmalarını tavsiye eder. Buna göre Moriskolar zahirde Hıristiyan İnancını kabul edebilir, “putlar” yani Hıristiyan İmajları önünde eğilebilir, namazlarını gizlice kılabilir; zaruret halinde abdestlerini, sadece kıble tarafına bakarak alabilir; haram olduğunu kalben teslim ettikleri müddetçe domuz eti yiyebilir, şarap İçebilir; geliri fakirlere dağıtılmak şartıyla faiz alabilirler. Aynı şekilde ölüme zorlanmaları halinde, dinlerini açıkça yani kavlen reddedebilirler fakat kalben bu İkrarı derhal reddetmeleri gerekir. Son olarak –ki bu Oran fetvasının en ilginç kısımlarından biri- Hz. Peygamber'e açıkça sövmeye zorlanmaları halinde, Moriskolar “Muhammed” yerine “Memed” ismini kullanmalıdırlar. Zira “Memed” (ya da Latincedeki yaygın yazılışıyla “Mahomet”), İsmen Hz. Peygamber'e değil, “Memed” adında birine atıfta bulunmuş olur ki bu bir Müslümanın Peygamberine açıkça küfretmekten kurtaran bir çözümdür.

Oran fetvası, Güney ispanya ya ulaşınca ne oldu? Moriskolar fetvayı nasıl karşıladılar? Talayye yapmayı hemen kabul ettiler mi? Aralarında ne tür tartışmalar okhı? Talayye yapmaya başladıklarında neler hissettiler? Çevrelerindeki hristiyanların ve yöneticileri inandırabildiler mi?Kendilerine has ne tür takıyye stratejileri geliştirdi­ler? Bu soruların cevabı henüz yeterince bilinmiyor. Fakat tarihini bildiğimiz birkaç neticeden bahsetmek mümkün. Öncelikle talayye izninin, Moriskoların kamu alanındaki hayatlarını kolaylaştırmış olduğunu söyleyebiliriz. Zahirde Hıristiyan, gerçekte (ve evinde) müslüman olan Moriskoların hayatta kalabilmek ve ailelerini korumak için bu ruhsatı yaygm bir şekilde kullanmış olmaları çok tabii.

Takıyye stratejisinin hıristiyan din adamlarını ikna etmediği anlaşılıyor. XVL yüzyılın ortalarından itibaren, İspanya daki hıristiyan teologlar arasında Moriskolar’ın vaftiz edilip Hıristiyanlığı zâhiren benimsemelerine rağ­men, gerçekten hıristiyan olup olmadıkları konusunda ciddi tartışmaların başladığını görüyoruz. Temel teolojik soru şuydu: Vaftiz edildiği halde bir insan gizlice başka bir dine -İslâm’a yahut Yahudiliğe- mensup olabilir mi? Böyle bir kişinin Hıristiyanlığı makbul müdür? Bu soru­ya olumsuz cevap verenlerin tartışmaya hâkim olduk­larını söylemek mümkün. Zira 1609 yılına gelindiğinde, İspanyol kardinali bütün Moriskolar’ın “şüpheli bir grup” olarak öldürülmesi yahut Ispanya’dan sürülmesi için son fetvasını verir. Moriskolar’ın Avrupa’daki fiilî varlığı da aynı yıl resmî olarak sona erer.9

Moriskolar’ın 1609 fermanından sonra bir topluluk olarak gittikçe zayıfladıklarını ve dinî-kültürel mânada asimile olduklarını görüyoruz. Zira evlerin alt katların­da, çatı aralarında, Arapça harflerle fakat Romanca ve İspanyolca olarak yazılmış, birkaç ilmihal ve tarih kita­bından ibaret de olsa, varlığını sürdüren İslâm, birkaç nesil sonra bütünüyle ortadan kalkacaktır. Bu tür eser­leri “literatura aljamiada” ya da kısaca “aljamia” başlığı altında topluyoruz. Bu literatürün son örneği, Segovia Müftüsü İsa de Gebir’in kaleme aldığı Breviario Sunni ya da Kitab Segoviano olarak bilinen ilmihal kitabıdır.

Burada sözü bir Morisko’ya bırakalım ve bu hazin tarihin bazı kesitlerini ondan dinleyelim. Aşağıdaki metin Mancebo de Arevalo adlı bir İspanyol müslümana ait. Yazarımız, ziyaret ettiği bir hanımefendinin tavsi­yesi üzerine Gırnatalı aristokrat bir müslümanın ziyare­tine gider. Hesapta olmayan bu ziyaret -zira yazarımız hac hazırlıkları yapmaktadır- yaklaşık iki ay sürer. Bu süre zarfında Mancebo ile Gırnatalı ev sahibi arasında pek çok konuşma geçer. Beraber okuyalım:

“Bayramı kutlamak için gittiğim Granada'da, Zilhicce ayının başında, veda etmek için (hanım) Mora de Ubeda'nın yanına gittim. Bana dedi ki: “Şimdi bize veda ediyorsun; birbirimizi bir daha haşir gününe kadar göremeyeceğiz. O yüzden bu levhayı [muhtemelen Kur'an-ı Kerim'i kastediyor] al ve onu kalbinde muhafaza et çünkü onu bereketli kılan ve Muhammed'e (selam ve salavat O'nun üzerine olsun) veren Cebrail'dir. Eğer Allah'ın İzniyle Mekke'ye varırsan, orada Peygamber Efendimizin kabrinde benim İçin dua et [Burada yer olarak Kâbe'nin mi yoksa şehir olarak Medine'nin mi kastedildiği açık değil].Burada son günlerini geçirdiğini biliyorum ama senden bir ricam var: Gidip Yüce Beneği ziyaret et, zira kendisi sıra-dışı bir insandır. Benegas, Ali Sarmiento gibi bir dil uzmanı değildir ama büyük bir Arap âlimidir (bu, etnik kimlikten ziyade, şahsın dinî ilimlerdeki bilgisine bir atıf olsa gerek). Onun ziyaretine o kadar çok insan gider ki şaşırırsın. Hayal kırıklığına uğramayacağın­dan emin olabilirsin; tersine sana söylediğimden daha fazlasını göreceksin. Kendisi Gırnatanın dışında Cuesta de la Higuera’da yaşar ve orada Vega civarında muhteşem bir çiftliği var. Ona benim selâmlarımı ilet; zira o hem bor dost hem de akrabamızdır.

Orada daha fazla vakit geçirmeyi düşünmediğim halde. Mora’nın dediğini yaptım. Zilhicce ayırım son günü, yüce Benegas’ın evine vardım. Beni ancak asil bir insandan beklenecek şekilde karşıladı. Karşılıklı selâm alışveri­şinde bulunduk. Üçüncü gün, bana bir Kur’an verdi ve Kurandan iki cüz okuttu. Cüzleri bitirince Kur’an’ı aldı ve bana şöyle dedi: “Yüce Mevlâ seni muhafaza etsin ve seni felâha ulaştırsın." Fakat benim hatalarımı düzeltmekten de geri durmadı; zira (Kur’an tilâveti konusunda) çok disiplinli idi. Ben de bu tashihleri memnuniyetle kabul ettim. Birkaç gün sonra, birbirimizi biraz daha yakın­dan tanıyınca, bir cuma günü beni çiftliğine götürdü Küçük bir derenin kenarına oturduk ve bana şöyle dedi:

“Evlâdım, senin Gırnata’da olup bitenlerden haberdar olmadığını biliyorum. Şimdi bazı şeyleri hatırlayıp sana anlatırsam, şaşırma. Bunlar her saniye benim yüreğimde yankılanıp duruyor. Olanların sancısını kalbimde his­setmediğim tek bir an, tek bir saat yok. Ben yahudilerin Timola sini, putperestlerin Faraida’sını ve yıkım ve acıyla dolu daha başka hikâyeleri okudum. Bunların hepsi çok ağırdı ve herkes kendi kaybı için göz yaşı döktü. Fakat benim kanaatime göre Gırnata'nın evlâtlarının çektiği acılar için kimse göz yaşı dökmedi. Söylediklerimden şüphen olmasın; zira ben onlardan biriyim ve olanların şahidiyim. Evli yahut bekâr, asil müslüman kadınların aşağılandığını ve 300’den fazla bâkirenin pazarda açık arttırma ile satıldığını bizzat gözlerimle gördüm.10 Sana daha fazlasını söylemek istemiyorum çünkü yüreğim dayanmıyor. Dinlerini kurtarmak için mücadele ederken üç oğlumu, iki kızımı ve eşimi kaybettim. Hayatta kalan kızım, benim tek tesellim. O zaman bu kızım dört aylıktı. İşte ailemi böyle kaybettim. Her şey Allah'ın iradesiyle olur. Allah beni affetsin.

Evlâdım, ben geçmişe ağlamıyorum; zira artık geriye dönüş yok. Ben asıl bundan sonrası için ağlıyorum; tabii eğer sana hayatını bağışlarlar da İspanya yarımadasında olanları görebilirsen. Kur’an’ın yüzü suyu hürmetine duam o ki, bu sözlerim boşa çıksın. Hiçbiri benim tahmin ettiğim gibi olmasın. Buna rağmen, dinimiz öylesine zayıflayacak ki insanlar "Müezzinin sesine ne oldu? diye soracaklar. Atalarımızın dini nereye gitti diyecekler. Kalbinde acıma hissi olan insanlar için bu o kadar ağır ve acımasız bir şey ki... Beni en çok endişelendiren şey, bir gün müslümanlar, hıristiyanlardan ayırt edilemez hale gelecekler; onlar gibi giyinecekler ve onların yediklerinden içtinap etmeyecekler. Allah’tan niyazım o ki (müslümanlar) en azından (hıristiyanların) yaptıklarını yapmasınlar ve onların dinlerini kalplerine taşımasınlar...

Bütün bunları hadiselerden çok etkilendiğim için söylediğimi düşünebilirsin. Cenab-ı Hak, sonsuz rahmet ve sevgisi İle bu söylediklerimi gerçek olmaktan uzak tutsun Zira böylesi bir acıyı bilmek istemem. Eğer İsrailoğulları gözyaşı döktü diyorsak, bizim de gözyaşı dökmemiz büyük bir mesele midir? Fakat eğer biz bu kadar kısa bir sürede ayaklarımızı yere sağlam basamıyorsak, gelecek nesiller ne yapacak? Eğer babalar dinlerini İhmal ederlerse, torunlar o dini tekrar nasıl yükseltebilirler? Eğer fetihler sultanı İmanını muhafaza etmezse, onun haleflerinden ne beklenir? Sana diyorum, evladım, bizim çöküşümüz devam edecek. Yüce Mevla rahmetini bize yöneltsin ve bizi İlahi bereketiyle korusun.”

Akşam namazının vakti gelmemiş olsa, [Benegas] konuşmaya devam edecekti. Onun yanında İki ay kaldım. Yemin ederim bu iki ay bana iki saat gibi geldi, Zira hiç kimse onun kadar İnce bir anlayışına sahip değildi. Zaman zaman beni azarlaması yahut emirler vermesi dışında, söylediklerine yahut yaptıklarına karşı hiçbir itirazım olmadı. Kur'an ve Arapça ve İbranice tefsirleri [İbranice tefsirlerle ne kastedildiği açık değil] onun kadar İyi okuyup açıklayan başka birini görmedim. Sesi de mükemmeldi. Kızı İse biraz farklıydı. Çok eğitimliydi, hafız-ı Kur'an'dı ve muttaki bir hayatı vardı. Böylesi pür bir alicenaplığı görmek, büyük bir teselli İdi. Bu baba ve kıza veda ettiğimde, İki taraf da gözyaşlarını tutamadı. Kızı bana bir yüzük, babası da küçük bir mücevher verdi ve şöyle dedi: “Evladım, sana başka hediyeler vermek İsterdim fakat varlığımız artık tükeniyor. Bu mücevheri al. Ağırlığı 10 bin Maravedi'dir. 100 bin Maravedi de olsa, onu yine sana verirdim.” 10

Endülüs'ün hazin sonu,Xıx yüzyıl düşüncesinde geniş yankı uyandırmıştır.Özellikle Osmanlı aydın ve yazarların Endülüs konusunda geniş literatür ürettiklerini görüyoruz.Bunlar arasında en kapsamlı olanı <Ziya Paşa'nın beş ciltlik Endülüs Tarihi'dir.Abdulhak Hamid,Endülüs hakkında beş tiyatro eseri kaleme alır.Şemsettin Sami,Muallim Naci,Samipaşazade Sezai,Halide Edip Adıvar,Şemsettin Günaltay,Yahya Kemal ve Sezai Karakoç gibi Türk düşüncesinin önde gelen kalemleri,Endülüs hakkında ya müstakil eserler kaleme aldılar ya da eserlerinde Endülüs'e geniş yer verdiler.Bu sınırlı örnekler bile Endülüs'ün muhayyilemizde yaşamaya devam edeceğini açıkça gösteriyor.




İslam ve Batı - İbrahim Kalın

İsam yay.

Devamını Oku »

Deneysel Bilim

Deneysel Bilim

En sinsi ve yıkıcı yanılgılardan birisi de ''derinlik psikolojisinin'' ya da bir başka deyişle ''psiko-analiz''in manevi hayatla en küçük bağlantısı olduğu inancıdır;çünkü bu öğretiler aşağı unsurları yukarı unsurlarla karıştırmak süretiyle manevî hayatı sürekli tahrif eder. Gele­neğin taşıdığı değerleri bilimsel olarak kontrol edilebilir sayıları olgu­lar seviyesine indirgemeye dönük bütün bu girişimlerle ilgili olarak ne kadar uyanık ve temkinli olsak azdır. Ruh mutlak şekilde, kutsal olma­yan bilim tarafından kavranamaz. Kişinin reddetmesi gereken şey de­neysel bilimin müsbet sonuçları değildir ve bu sonuçların gerçekten de kesin manada müsbet olduğu düşünülmelidir; buna karşılık reddedil­mesi gereken şey bilimin mümkün olan her şeyi, hakikatin ve gerçeğin bütününü kapsadığına ilişkin saçma iddiasıdır. Bütün/Küll’e ilişkin bu yarı dinî iddia, ayrıca, hareket noktasının yanlışlığını da ispatlar. Bili­min hareket ettiği çok sınırlı alan dikkate alınacak olursa, en azından öteye ve Mutlak’a dönük sözde bilimsel inkârları temellendirecek ve haklı çıkaracak hiçbir şeyin olmadığı söylenebilir.

Dinin yahut geleneksel hikmetin alanı ile deneysel bilimin alanını ayırmak zorunlu ise, sezgici olan akıl (intellect) ile bahsî/diskursif olan mantığı (reason) da ayırt etmek zorunludur. Mantık sınırlı bir mele­kedir, oysa akıl Evrensel ve İlâhî olana açılır. Metafizik hikmetle ilgili olarak, mantık aydınlatıcı/bilgi sağlayıcı değil, cedelci bir fayda sağlar. Mantık, hayâlden daha öteye ve uzağa erişebilirken sûretler âleminin ötesinde olanı somut bir şekilde kavramaktan acizdir. Bütün mantık sü­reçleri, iş varlığımızın ve ruhumuzun köklerini ele almaya gelince ken­dini cehalete mahkûm eder.

Hepimiz biliyoruz ki modern insan tarafından hissedilen eşyayı sebeplilik terimleri ile açıklama ihtiyacı kadîm mitolojiler karşısında tatminsiz kalmaya meyillidir. Ancak gerçek şu ki mitolojik düzeni zo­runlu biçimde keyfî olan ve her çeşit önyargılarla temellendirilen akıl yürütmeler yardımıyla açıklama girişimleri her hâlükârda başarısız ol­maya mahkûmdur. Sembolizmler gerçek anlamlarını manevî tefek­kür kabiliyetine sahip aklın ışığında açığa vururlar. Bu aklı da temsilî olarak beyin değil,kalp simgeler.Saf akıl -yahut sezgi veya düşünce ötesi akıl-akletme ile vahiy arasındaki tamamlayıcı ve dolayısıyla zorunlu ilişki sebebiyle,ancak geleneksel bir ortadoksi çerçevesinde gelişip serpilir.

Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »

Maddi Bir Medeniyet





Maddi Bir Medeniyet

René Guénon(*)

Modern Batı medeniyetini salt maddî bir medeniyet olmakla suçlayan Doğuluların bütünüyle haklı olduğu şimdiye kadar söylenenlerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Batı medeniyetinin gelişimi sadece bu yönde [maddî bakımdan] gerçekleşmiştir ve ona hangi açıdan bakarsak bakalım, bu maddîleşmenin az-çok doğrudan sonuçlarıyla kar­şılaşıyoruz. Bununla birlikte konu hakkında söylediklerimize hâlâ ilave edecek bir şeyler vardır ve ilk olarak “maddecilik/materyalizm” gibi bir kelimenin kullanıldığı farklı biçimleri açıklamak gerekmektedir. Biz bu kelimeyi çağdaş dünyayı nitelemek için kullanacak olursak, kesinlikle maddeci olduklarına inanmayan, ama aynı zamanda hayata bakışlarının modern olduğunu iddia eden farklı kimseler, bunun sırf iftira olduğu inancıyla itirazda bulunacaklardır. Bu yüzden konu hakkında herhangi bir kapalılık oluşmaması için biraz daha açıklamaya ihtiyaç vardır.

“Maddecilik/materyalizm” kelimesinin esas itibarı ile ancak XVI- II. yüzyıla kadar geriye gittiği önemlidir. Terim onu maddenin gerçek varlığını kabul eden teorilere işaret etmek için kullanan filozof Berke­ley tarafından vaz’edilmiştir. Bizi burada ilgilendirenin kelimenin bu kullanımı olmadığım söyleyemeye gerek yoktur ve maddenin varlı­ğı meselesi bizim tartışma konıimuz değildir. Aynı kelime kısa zaman sonra daha sınırlı bir anlam kazanmış ve o zamandan itibaren bu an­lamı muhafaza etmiştir. Böylece kelime var olan her şeyin maddeden ve türevlerinden ibaret olduğunu, bunlardan başka bir şeyin varlığın­dan söz edilemeyeceğini öne süren anlayışa işaret eder olmuştur. Böy­le bir anlayışın yeni olduğu ve öz itibarıyla modern bakış açısının ürü­nü olduğu, bu yüzden en azından modern bakış açısının aslî eğilimle­rine karşılık geldiğini vurgulamak önem arz eder.(**)Ancak biz bu bö­lümde “maddecilik”ten, aynı zamanda oldukça kesin bir anlamda ol­sa da, farklı ve daha geniş bir anlamda bahsedeceğiz. Bu bağlamda ke­limeyi bütün bir zihinsel bakış açısına işaret etmek için kullanıyoruz. Bu bakış açısına ilişkin yukarıda bahsettiğimiz algı da diğer tezâhürler arasında bir tezâhürden ibarettir ve özü itibarı ile herhangi bir felsefî teoriden bağımsızdır. Bu bakış açısının özü, maddî düzleme ait şeyle­re ve bu şeylerle ilgili meşgalelere az-çok bilinçli bir öncelik vermek­te yatar; ister bu meşgaleler hâlâ belli bir spekülatif görünüş taşısın is­ter salt pratik meşgaleler olarak kalsın değişmez. Bunun gerçekte çağ­daşlarımızın büyük çoğunluğunun zihinsel tutumu olduğu ciddi biçim­de inkâr edilemez.

Son yüzyıllar boyunca geliştirilen “kutsal-dışı” bilimin bütünü hissî âlemi araştırmakla sınırlıdır. Bu bilimin ufku hissî âlemle mahduttur ve yöntemi ancak bu âlem içinde geçerlidir. Ancak bu yöntemler başka yöntemleri dışarıda bırakacak şekilde “bilimsel” ilân edilmiştir. Bu da bir tutum olarak, maddî şeylerle ilgilenmeyen her ilmin varlığını red­detmek demektir. Bununla birlikte, böyle düşünen ve batta hayatları­nı özellikle söz konusu bilimlere adayan kimseler arasında dahi kendi­lerini “maddeci” olarak adlandırmayı veya bu adı taşıyan felsefî teoriyi kabul etmeyi reddeden pek çok kimse vardır. Hatta bu kişiler ara­sında bir dinî inancı arzulu biçimde benimseyip ikrar eden ve bu ikrar­larındaki samimiyetlerinde kuşku olmayan kimseler dahi vardır. An­cak bu kişilerin bilimsel tutumlarının, maddeci olduklarını açıkça be­yan eden kimselerin bilimsel tavrından hissedilir bir farkı yoktur.Modern bilimin tanrıtanımaz ve maddeci denilerek reddedilip reddedilme­yeceği meselesi dinî açıdan oldukça tartışılmıştır. Ancak bu mesele ço­ğu zaman yanlış bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Böyle bir bilimin bilinçli bir şekilde ne tanrıtanımazlığı ne de maddeciliği ikrar edece­ği ve kendisinin önyargıları nedeniyle bazı şeyleri görmezden gelmek­le yetineceği, bununla birlikte şu veya bu filozofun yaptığı gibi o şey­leri resmen inkâr etmeyeceği oldukça açıktır. Bu yüzdendir ki modern bilimle ilgili olarak ancak fiilî bir maddecilikten veya uygulamalı mad­decilik olarak isimlendirmeyi sevdiğimiz şeyden bahsedilebilir. Ancak bu durumda kötülük daha ciddileşecektir, çünkü bu takdirde kötülük daha derine nüfûz etmekte ve daha geniş yayılmaktadır.

Bir felsefî tutum “profesyonel” filozoflar arasında dahi oldukça yü­zeysel bir şey olabilir. Dahası bilfiil olumsuzlama ve redden kaçınan, ama kendilerini tam bir kayıtsızlık haline uydurabilen pek çok zihni­yet vardır. Bu da bütün tutumlar arasındaki en tehlikeli olanıdır, çün­kü bir şeyi reddetmek için her halükârda o şeyi az da olsa bir derece düşünmek gerekmektedir. Oysa ilgisizlik tutumu o şey hakkında hiç düşünmemeyi mümkün kılmaktadır. Bütünüyle maddî olan bir bilim kendisini mümkün olan tek bilim olarak ortaya koyduğunda ve insan­lar ondan başka hiçbir geçerli bilginin olmadığı fikrini tartışılmaz bir hakîkat olarak kabul etme alışkanlığını kazandıklarında ve yine insan­lara verilen bütün eğitim böylesi bir bilim “hurâfe”sini -ki bu durum­da onu “bilimcilik” olarak isimlendirmeliyiz- telkin erine eğiliminde olduğunda, şimdi bu insanlar pratikte maddeci olmaması mümkün mü­dür? Bir başka deyişle bu insanlar bütün meşgalelerini madde yönüne nasıl çevirmesinler?

Görünen o ki modern insan için görülebilir ve dokunulabilir olan­dan başkası yoktur. Ya da en azından, onlar başka bir şeylerin de ola­bileceğini teorik olarak kabul etseler dahi o şeylerin ancak bilinmeyen yahut bilinemez şeyler olduğunu alelacele ilân edecek ve böylece o şeylere dair daha fazla düşünme zahmetinden kurtulacaklardır. Bununla birlikte bazı insanlar hâlâ bulunacak ve bu insanlar bir tür bir “başka âlem” fikri oluşturmaya çalışacak, bunu yaparken sadece hayâl güçlerine dayanacak ve o başka âlemi maddî âleme benzer şekilde resmedecek ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” de dâhil olmak üzere maddî âleme ait bütün şartları ve özellikleri o âleme taşıyacaktır. Bir başka bağlamda maneviyâtçı algılardan bahsederken böylesi kaba/çirkin maddileştirilmiş temsile dair çok çarpıcı örnekler vermiştik. Ancak orada işaret edilen inançlar kendisinde bu hususî özelliğin [yani kaba maddîciliğin] karikatür derecesinde abartıldığı aşırı bir durumu tem­sil ediyorsa, ruhçuluğun ve ruhçulukla az çok yakınlığı olan fırkaların böylesi bir şeye sahip olmayı tekelinde tuttuğunu düşünmek yanlış ola­caktır.

Gerçekten de, daha genel bir biçimde, hayâlin faydalı sonuçlar vermeyeceği ve normalde kendisine kapalı kalması gereken alanlara sokulması modern Batıkların kendilerini duyular âleminin yukarısına yükseltmekte ne kadar aciz ve yetersiz olduklarını açıkça gösteren bir olgudur. “Tasavvur” ve “tahayyül”ü birbirinden ayırt edemeyen pek çok insan vardır ve Kant gibi kimi filozoflar temsil edilemeyen her şe­yi “tasavvur edilemez” ve “düşünülemez” ilân edecek kadar ileri git­miştir. Aynı şekilde “ruhçuluk” veya “idealizm” ismiyle giden her şey genelde [“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” deyiminde olduğu gibi] bir tür yer değiştirmiş maddecilikten ibarettir. Bu sadece bizim “yeni-ruhçuluk” olarak nitelendirdiğimiz şey için değil, felsefî ruhçuluk için de geçerlidir. Şu var ki felsefî ruhçuluk kendisini maddeciliğin tam tersi ola­rak görür. Gerçek şu ki ruhçuluğun ve maddeciliğin, felsefî anlamda ele alındığında, birbirlerinden ayrı olarak bir anlamlan yoktur. Bu iki­si Descartesçı ikiciliğin/düalizmin iki yarısından ibarettir ve bu iki ya­rı radikal bir şekilde birbirinden ayrılmak neticesinde bir tür düşman­lığa dönüştürülmüştür. Ve o zamandan itibaren bütün felsefe bu iki te­rimin arasında gidip gelmiş ve bu ikisinin ötesine geçememiştir. Ruh­çuluk adına rağmen rûhânîlikle/maneviyâtla bir ilgisi yoktur. Ruhçulu­ğun maddecilikle anlaşmazlığı, kendilerini daha yüksek bir bakış açısına konumlandıran ve bu iki zıttın temelde denk olmaya yakın olduğu­nu ve farzedilen zıtlıklarının pek çok hususta sırf lâfzî bir anlaşmazlık­tan ibaret olduğunu gören kimselerin ilgisini çekemez.

Genel manada konuşacak olursak, modern insanlar ölçülebilen, sa­yılabilen veya tartılabilen, yani maddî olan şeylerle ilgilenen bilimden başka bir bilimi tasavvur edemez, çünkü nicel bakış açısı ancak bunla­ra uygulanabilir. Yine niteliği/keyfiyeti niceliğe/kemmiyete indirgeme iddiası modern bilimin en ayırt edici özelliğidir. Bu yönde şöyle bir faraziyede bulunma noktasına kadar ileri gidilmiştir: Kelimenin gerçek anlamında bilim ancak ölçmenin söz konusu olduğu yerde mümkündür ve nicel ilişkiler dışında bilimsel yasalar olamaz. Descartes’ın fizik an­layışı herhangi bir teori ile değil, genel bilimsel bilgi tasavvuru ile iliş­kili bir eğilim olduğundan dolayı reddedilmesine rağmen Descartes’ın “mekanizm”i, her zamankinden daha çok büyüyen ve telâffuz edilen bu eğilimin [yani nitelikleri niceliklere indirgeme eğiliminin] doğuşuna işa­ret eder.

Bugünlerde insanlar ölçmeyi psikoloji sahasında dahi kullan­maya çalışıyorlar, oysa psikolojinin alanı mahiyeti gereği ölçmenin eri­şiminin ötesindedir; böylece onların vardığı yer ölçmenin imkânının sa­dece maddede bulunan bir hususiyete, yani sınırsız bölünebilmesi özel­liğine dayandığını anlamamak olmaktadır. Ya da aynı özelliğin var olan her şeyde bulunduğu farzedilmelidir ki bu da her şeyi maddileştirmek anlamına gelmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun ilkesi maddedir. Bu yüzdendir ki nicel bakış açısına atfedilen ve —yukarıda gösterdiğimiz gibi— toplumsal alana kadar uzatılan önce­lik, gerçekten de, yukarıda zikredilen anlamda maddeciliği oluşturur. Bununla birlikte bu bakışın felsefî maddecilikle ilişkili olması şart de­ğildir; çünkü bu nicel bakış, modern bakışın özünde var olan eğilim­lerin gelişimi sürecinde gerçekten de tarihsel anlamda felsefi madde­cilikten öncedir. Niteliği niceliğe indirgemeye çalışma hatasının ya da mekanist tipe az-çok uyan bir açıklama yapma girişimlerinin yetersizli­ği üzerinde durmayacağız. Şu anki amacımız bu değildir ve biz bu bağ­lamda sadece hissî düzen içinde dahi bu tip bir bilimin gerçeklikle çok az ilişkisi olduğunu ve gerçekliğin büyük kısmının onun dairesinin dı­şında kaldığını söyleyeceğiz.

“Gerçeklikken bahsederken bir başka gerçek durum zikredilmeli­dir. Bu durum çoğu kimse tarafından kolaylıkla görmezden gelinebilmekle birlikte, tasvir ettiğimiz zihniyetin bir işareti olmak bakımından çok önemlidir. Söz konusu durumdan kastımız “gerçeklik” kelimesi­ni sadece duyulur düzleme/âleme ait gerçekliğe işaret etmek için kul- anma ışkan iğidir. Dil bir halkın veya bir dönemin zihniyetinin ifa­desi olduğundan, bundan bu şekilde konuşanlara göre duyularla kav­ranamayan her şeyin vehimsel ve hatta bütünüyle yok olduğu sonucn çıkarılmalıdır. Onların tam olarak bu durumun bilincinde olmamaları mümkündür; ancak yine de bu olumsuz kanaat esastır ve onlar bunun aksini iddia ederlerse bu iddianın, onların zihniyetindeki daha yüzeysel bir unsurun ifadesi olduğundan -ki onlar bu durumun farkında olmayabilirler- ve onların itirazının sırf lâfzî olduğundan emin olabi. liriz. Eğer bu bir abartıymış gibi görünüyorsa, o halde yapılması gere­ken; örneğin, pek çok insanın varsayılan dinî kanaatlerinin neye var­dığı ve hangi anlama geldiği belirlenmelidir.

Onların din kelimesinden anlayabildikleri mahza kuru bilgi olarak ve mekanik biçimde ezberle­yerek öğrendikleri ve gerçek manada içselleştirip sindirmedikleri, ama belli bir şeklî ve uzlaşısal tutumun parçasını oluşturduğundan hafızala­rında tuttukları ve çeşitli vesilelerle tekrarladıkları birkaç düşünceden ibarettir. Biz bu “dinin küçültülmesine yukarıda işaret etmiştik ve zik­rettiğimiz “lâfzîlik” bu küçültmenin en son aşamasını temsil etmekte­dir. İşte bu yüzdendir ki pek çok sözde “inanan/mü’min” pratik mad­decilik konusunda “inanmayanlar”dan hiç de geri kalmamaktadır. Bu meseleye daha sonra döneceğiz; ama ilk olarak modern bilimin mad­deci tabiatına ilişkin araştırmamızı sonuca ulaştırmalıyız, çünkü bu ko­nu farklı açılardan ele alınmayı gerektirmektedir.

Daha önce zikredilen şu hususa bir kez daha dikkat çekilmelidir: Modern bilimler ne tarafsız bilgi özelliğine sahiptir, ne de onlara ina­nan kimseler için dahi gerisinde sırf pratik mülâhazaların gizlendiği bir maskeden fazlasıdır. Şu var ki bu maske sahte bir aklilik vehmini mu­hafaza etmeyi mümkün kılmaktadır. Bizzat Descartes kendi fiziğini iş­leyip geliştirirken asıl itibarıyla fizikten bir mekanik sistemi, bir tıp ve ahlâk sistemi çıkarmakla ilgileniyordu ve İngiliz deneyciliğinin yayılmasıyla daha da büyük bir değişim yaşandı. Ayrıca, bilimin genel halk kitlesi gözündeki itibarı neredeyse sadece, bilimin ulaşılır kıldığı pra­tik sonuçlara dayanmaktadır; burada da mesele yine görülebilen ve dokunulabilen şeyler meselesidir. Faydacılığın/pragmatizmin bütün mo­dern felsefenin nihaî sonucunu temsil ettiğini ve gerilemesindeki en aşağı aşamaya işaret ettiğini söylemiştik. Ancak felsefî alan dışında & dağınık ve sistemsiz bir faydacılık vardır ve uzun zamandır hep var ol­muştur.

Pratik maddecilik felsefî maddeciliğe nisbetle neyse, bu dağınık ve sistemsiz faydacılık da felsefî faydacılığa nisbetle odur ve insanların genelde “ortak duyu/hiss-i müşterek” dedikleri şeye karışır Ay­rıca, neredeyse içgüdüsel olan bu faydacılık maddeci eğilimden ayrıla­maz: Ortak duyu maddî âlem ufkundan ötesine geçme tehlikesine atıl­mamak ve doğrudan pratik faydadan yoksun hiçbir şeye dikkat affet­memekte bulunur. Hepsinden önemlisi, sadece duyular âlemini gerçek olarak gören ve duyulardan kaynaklananın ötesinde bir bilgi kabul et­meyen de “ortak duyu”dur. Hatta bu sınırlı bilgi derecesi dahi “ortak duyu”nun gözünde ancak maddî ihtiyaçları tatmin ettiği ve bazen de belli bir tür duyguculuğu beslediği için değerlidir, çünkü duygu, çağdaş “ahlâkçılık”ı şok etme pahasına samimi biçimde itiraf edilecekse, ger­çekten de maddeyle çok yakından ilişkilidir. Akla kalan tek yer, pratik amaçların hizmetine koşulmak ve insan bireyinin en aşağı veya cismânî kısmının taleplerine tâbi bir araç olarak, “alet yapan bir alet olarak hareket etmektir. Nitekim Bergson şöyle demiştir: Bütün biçimleri ile “faydacılık” hakikate tam bir kayıtsızlık demektir.

Bu şartlar altında sanayi artık bilimin uygulamasından ve bilimin kendisinden tamamen bağımsız kalması gereken bir uygulamadan ibaret olarak görülemez. Sanayi bilimin bizatihi amacı ve gerekçesi olmakta, böylece bu alanda da normal ilişkilerin tersine çevrildiğini görmekteyiz. Modern dünyanın, kendi bildiği yoldan bilim aradığını iddia ederken dahi meydana getirmek için bütün enerjisini adadığı şey aslında sana­yiyi ve makinaları geliştirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan­lar maddeye hâkim olmaya ve onu kendi amaçlarına göre şekillendir­meye çabalarken, başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi,, sadece kendileri­ni köleye dönüştürmekte başarılı olmuşlardır. Çünkü insanlar aklî ar­zularını makinalar icat etmeye ve geliştirmeye hasretmekle kalmamış, kendileri de makinalara dönüşmüşlerdir. Bazı sosyologların “iş bölü­mü” adı altında öylesine hevesle savunduğu “ihtisaslaşma/uzmanlaşma” kendisini sadece bilim adamlarına değil, aynı zamanda teknisyen­lere ve şuradan işçilere de dayatmış, böylece bu ikisi için bütün akıllı iş­ler imkânsız hale gelmiştir.

Önceki zamanlardaki zanâatkârlardan/ustalardan çok farklı olan teknisyenler ve sıradan işçiler makinaların kö- leleri haline gelmişler ve onlarla sanki tek bir parça oluşturur duruma gelmişlerdir. Bunlar tam bir mekaniklik içinde, önceden belirlenmiş ve en küçük bir zaman kaybına uğramamak için hiç değişmeyip hep aynı *şekilde yapılan hareketleri sürekli tekrarlamaya mecburdurlar tekrarlamaya.En azından, en gelişmiş “ilerleyiş” aşamasını temsil ettiği düşünülen Amerikan yöntemlerinin gerekleri böyledir. Gerçek şu ki bütün mesele mümkün t olan en büyük miktarı üretmektir. Niteliğe çok az önem verilmektedir ve önemli olan sadece niceliktir. Daha önceden başka alanlarda ulaş­tığımız aynı sonuçla burada bir kez daha karşı karşıya geliyoruz: Modern medeniyet haklı biçimde bir nicelik medeniyeti olarak tasvir edi­lebilir ki bu da onun maddî bir medeniyet olduğunun bir başka söyle­niş biçimidir.

Bu ifadenin doğru olduğuna kendini inandırmak ve ikna etmek için insamn tek yapması gereken, bugünlerde ekonomik faktörlerin hem halkların hem de bireylerin hayatları üzerinde icra ettiği devasa etki­yi fark etmektir. Sanayi, ticaret, maliye; bunlar önemi olan tek şeyler­miş gibi görünmektedir. Bu da bizim bir başka yerde varlığını sürdüren tek toplumsal ayrımların maddî servete dayandığına dair söyledikleri­mizle uyuşmaktadır. Siyaset tamamen ekonominin hâkimiyeti altında görünmekte ve ticarî rekabet halklar arasındaki ilişkiler üzerinde bas­kın bir etki icra etmektedir. Bu sadece bir görünüşten ibaret olabilir ve bu faktörler eylemin sebebi olmaktan ziyade vesileleri/araçları olabilir. Ancak böylesi araçların seçilmesi onları fırsat olarak gören çağın tabi­atım göstermektedir.

Ayrıca, çağdaşlarımız tarihteki olayları belirleyenin sadece ekono­mik şartlar olduğuna inanmışlar ve hatta bunun her zaman böyle ol­duğunu vehmetmektedirler. Hatta her şeyin sadece ekonomik faktör­lerle açıklanabileceğini öne süren bir teori dahi uydurulmuştur ve bu teori “tarihsel maddecilik” namını taşımaktadır. Burada da bizim da­ha önceden işaret ettiğimiz telkin süreçlerinden birisinin etkisi görüle­bilmektedir ve bu etkinin gücü genel zihniyetin eğilimleriyle uyuştuğu için çok daha büyüktür. Ve bu bağlamda sonuç, ekonomik faktörlerin toplumsal alanda meydana gelen neredeyse her şeyi gerçekten de belir­lediğidir. Şurası kesin bir gerçektir ki kitleler her zaman şu veya bu yö­ne yönlendirilmiştir ve denilebilir ki kitlelerin tarihteki rolü asıl itiba­rı ile yönetilmeye izin vermelerinde yatar; çünkü kitleler baskın biçimde edilgen olan unsuru, kelimenin Aristocu anlamında maddeyi temsil eder. Ancak onları bugün yönetmek için sadece maddî araçlara sahip olmak yeterlidir ve bu kez madde kelimesini sıradan anlamında kulla­nıyoruz. Bu da bu çağın ne kadar derinlere battığını açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu aynı kitleler kendilerinin yönetilmediklerine, bilakis kendiliklerinden davrandıklarına ve kendi kendilerini yönettik­lerine inandırılmıştır. Onların bunun doğru olduğuna inanmaları da onların ne kadar akılsız olduğuna dair bir fikir vermektedir.

Ekonomik faktörler zikredildiğine göre, bunu mesele hakkında çok yaygın bir yanılgıya dikkat çekmek için bir fırsat sayalım. Bu yanılgı ti­caret alanında kurulan ilişkilerin insanları birbirine yakınlaştıracağını ve birbirlerini anlamalarını sağlayacağını sanmaktır. Oysa sonuç tam tersidir. Madde, sıkça belirttiğimiz gibi, çokluk ve bölünme tabiatına sahiptir ve bu yüzden bir mücadele ve çatışma kaynağıdır. Benzer şe­kilde, ister halklarla ister bireylerle ilgili olsun, ekonomik alan bir çı­karlar alanı olarak kalır ve böyle de kalmak zorundadır. Özellikle Ba­tı, Doğu ile anlaşmaya bir temel sağlamak için sanayiye, modern bili­me —ki sanayiden ayrı olamaz- bel bağladığından daha fazla bel bağ­layamaz. Eğer Doğulular bu sanayiyi, geçici de olsa sıkıntah bir zorun­luluk olarak kabul etme noktasına gelirlerse -ki bu sanayi onlar için daha fazlası olamaz- işte ancak bu onları Batı’nın işgaline direnmeye ve kendi varlıklarını korumaya imkân veren bir silâh olacaktır. İşlerin başka türlü iyi olmayacağım anlamak önem arz etmektedir. Kendile­rini Batı ile ekonomik rekabet beklentisine veren -her ne kadar böyle bir faaliyetten nefret etseler de- Doğulular bunu ancak tek bir amaç­la yapabilirler: Kendilerini kaba güce, yani sanayinin kendi tasarrufu­na aldığı maddî güce dayalı yabancı hâkimiyetinden kurtarmak. Şid­det şiddeti doğurur; ama bu alanda çatışmayı arayanın Doğulular ol­madığı kabul edilmelidir.

Ayrıca, Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler meselesi yanında, endüst­riyel gelişmenin en bariz sonuçlarından birisi savaş makinalarının sü­rekli mükemmelleştirilmesi ve yıkıcılıklarındaki müthiş artıştır. Sade­ce bu dahî bazı modern “ilerleme” hayranlarının barışsever rüyaları­nı yıkmaya yeter. Ancak bu rüyacılar ve “idealistler” uslanmaz ve saf­dillikleri sınır tanımaz görünmektedir. Bugünlerde o kadar moda olan “insanseverlik” kesinlikle ciddiye alınmayı bak etmemektedir. Fakat tuhaf olan şu ki insanlar savaşın sebep olduğu yıkımların her zaman- kinden büyük olduğu bir zamanda savaşa son verilmesinden bahsederken bunu sadece yıkın araçlarının çoğalması sebebiyle değil aynı za­manda savaşların artık, tamamen profesyonel askerlerden oluşan nisbeten küçük ordular arasında yapılmayıp iki taraftan da -savaştan hiç anlamayanlar da dâhil olmak üzere- bireylerin ayrım yapmadan bir-i birlerine saldırması sebebiyle yapmaktadır. Burada da günümüz kafa karışıklığına dair tipik bir örnek bulunmaktadır ve gerçekten de onu düşünmeye zahmet eden herkes için şu husus hayret vericidir: “Kitlesel askere çağrı” veya “genel seferberlik” oldukça doğal bir şey olarak görülmekte ve çok az istisna hariç, herkesin zihni “ordu millet” fikrini kabul etmektedir. Bunda da sadece sayıların gücüne olan inancın sonu­cu görülmektedir: Devasa savaşan kitleleri harekete geçirmek modern medeniyetin nicel karakteri ile uyumludur. Aynı zamanda, bu şekilde, “zorunlu eğitim” gibi kurumlar aracılığıyla “eşitlikçilik”in talepleri de karşılanmış olmaktadır. Şu da eklenmelidir ki bu genelleştirilmiş savaş­lar bir başka özellikle modern olgunun ortaya çıkması ile mümkün ol­muştur.

Bu olgu “milletler”in oluşumudur ki bu da bir taraftan feodal düzenin yıkılmasının diğer taraftan da eşzamanlı biçimde Ortaçağ Hı­ristiyan âleminin yüksek birliğinin parçalanmasının bir sonucudur. Bi­zi çok uzak noktalara götürecek bir konuyu değerlendirmek için dur­maksızın şunu ifade edelim: İşler daha da kötüleşmiştir ve bunun se­bebi, normal şartlarda etkili bir hakem olması ve tabiatı gereği, siyasî düzene ait bütün çatışmaların üzerinde bir konum işgal etmesi gereken manevî otoriteyi tanımayı reddetmektir. Manevî otoriteyi reddetmek de pratik maddeciliğin bir örneğidir. Teoride böyle bir otoriteyi tanı­dığını iddia eden kimseler dahi pratikte ona, tıpkı dini günlük haya­tın ilgilerinden uzakta tuttukları gibi, toplumsal alanda gerçek bir etki veya müdahale gücü vermezler. İster kamusal ister özel hayatta olsun, hâkim olan aynı zihinsel tavır budur.

Çok nisbî bir bakış açısından olsa da maddî gelişmenin belli avan­tajlar sunduğu kabul edilse dahi, yukarıda açıklaya geldiğimiz sonuçları göz önünde bulundurmak süreriyle, bu avantajların karşısındaki deza­vantajların daha ağır basıp basmadığını pekâlâ sorabiliriz. Biz karşılaş­tırılamaz şekilde daha değerli olup da bu tip bir gelişmenin hatırına fe­da edilen pek çok şeyi, unutulmuş yüksek bilgi şekillerini, yok edilmiş aklîliği ve kaybolmuş maneviyâtı düşünmüyoruz. Modern medeniyeti özünde olduğu şey olarak alıp kabul ettiğimizde, meydana gelen şey­lerin avantajlarım ve dezavantajlarını karşılaştıracak olursak, sonucun, kâr zarar hesabı yapıldığında, olumsuz çıkacağı iddia edilebilir. Şu an gittikçe artan bir hızla çoğalan icatlar çok daha tehlikelidir, çünkü icatlar gerçek doğası onları kullanan insanlar tarafından bilinmeyen güçleri devreye sokmaktadır.

Bu da modern bilimin bilgi olarak, yani fiziksel âlemle sınırlı olduğunda dahi, açıklayıcı bakış açısından değersizliğini kesin biçimde ispatlamaktadır. Aynı zamanda, bu mülâhazaların hiç- bir şekilde pratik uygulamaları kısıtlamadığı gerçeği bu bilimin tarafsız olmaktan uzak olduğunu ve araştırmalarının gerçek objesinin sanayi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu icatların -hatta insanlar için ölümcül bir rol oynamak maksadıyla tasarlanmamış, ama yine de pek çok felâkete ve yeryüzünün ekolojisinde beklenmedik rahatsızlıklara sebep olan icatların— böylesi tehlikesi tahmin edilemeyecek ölçüde büyümeye devam edeceğinden, modern dünyanın, henüz daha zaman varken mevcut çok tehlikeli gidişini durdurmazsa, belki de bu araçlar sayesinde kendi yıkımını getirmekte başarılı olacağını çok da uzak olmayan bir tahmin olarak söyleyebiliriz.

Fakat modern icatları tehlikeli olmaları temelinde eleştirmek yeterli değildir ve bundan daha fazlasını yapmalıyız. İnsanlar ilerleme adını vermeye alıştıkları şeylerin “yararlanandan bahsediyorlar ve insan ancak ilerlemenin sırf maddî türden olduğuna işaret etmeye özen gösterdiğinde böyle bir yaran kabul eder. Ama oldukça yüksek ve değerli görülen bu faydalar genelde aldatıcı değil midir? Bugün insanlar “refahlarını bu araçlarla artırdıklarını iddia ediyorlar. Bizim inancımıza göre onların hedefledikleri bu amaç, gerçekten ulaşılacak olsa dahi, bu kadar çok çaba harcamaya değmez. Fakat aynı zamanda, bu hedefe ulaşıldığı son derece tartışmalı görünüyor. Birinci olarak, bü-
tün insanların aynı zevklere ve aynı ihtiyaçlara sahip olmadığı ve herşeye rağmen modern koşuşturmacadan/dur durak bilmezlikten ve hız çılgınlığından kaçınmak isteyip de artık bunu yapacak durumda olmayan pek çok insanın olduğu dikkate alınmalıdır.

Bu insanlara tabiatlarının tamamen tersine olan bir şeyi empoze etmenin bir “yarar” olduğu savunulabilir mi? Bu soruya şöyle bir cevap verilecektir: Bugünlerde böylesi insanların sayısı azdır ve bu yüzden onları ihmal edilebilir bir azınlık olarak görmek savunulabilir. Nitekim siyaset sahasında çoğunluk azınlıkları ezme hakkını kendinde görmektedir ve çoğunluğun gözünde azınlığın açıkça var olma hakkı yoktur, zira onların bizatihi varlığı 'eşitlikçi' tek-biçim arzusuna muhalefet etmektedir. Ancak insanlık bir bütün olarak alınır ve bakışlar sadece Batı dünyasının sakinler ile sınırlandıramazsa, mesele farklı bir cihet kazanmaktadır. Bir an ön. cenin çoğunluğu şimdi azınlık olmamış mıdır? Ama bu durumda artık aynı argüman kullanılmaz ve özel bir çelişki ile, “eşitler” kendi meçle, niyetlerini kendi “üstünlükleri” adına dünyanın geri kalanına empoze etmeye ve kendilerinden hiçbir şey istemeyen insanlar arasında sıkıntı çıkarmaya çalışır.

Bu “üstünlük” sadece maddî anlamda var olduğun­dan, onun en kaba araçlarla empoze edilmesi doğaldır. Onun hakkın­da bir yanlış anlaşılma olmasın: Genel kamuoyu “medeniyet” bahane­sini tam bir iyi niyetle kabul ederse, onu sırf bir ahlâkçı ikiyüzlülüğü ve kendilerinin işgal planlarına ve ekonomik kaygılarına bir kılıf ola­rak görecek kimseler de vardır. Bu kadar çok insanın, bir halkı köleleş­tirmek ve onları bir başka ırk için tasarlanmış âdet ve kurumlan zorla benimsetmek ve kendilerine hiç faydası dokunmayacak şeyleri elde et­meleri için onları en sevimsiz meslekleri edinmeye mecbur etmek yo­luyla en çok değer verdikleri şeyi, yani medeniyetlerini, ellerinden çe­kip almak süreriyle mutlu ettiklerine inandığı zamanlar gerçekten de ne garip zamanlardır! Ne var ki günümüzde durum tam da budur: Mo­dern Batı insanın daha az çalışmayı ve daha azıyla yaşamaya razı olma­yı tercih etmesi fikrine tahammül edemez. Sadece nicelik önemli oldu­ğundan ve duyuların kavrayışından kaçan her şeyiırVar olmadığı iddia edildiğinden maddî şeyler üretmeyen herkesin “aylak” olması gerekti­ği varsayılmaktadır.

Bu meselede genelde Doğululara yöneltilen eleş­tiriyi hiç dikkate almayalım ve Avrupalıların sözümona dinî çevreler­de dahi kendi dinî tefekkür tarikatlarına yönelik takındıkları tavrı göz­lemleyelim. Böylesi bir dünyada aklîliğe yahut sırf derûnî tabiata sa­hip bir şeye artık yer yoktur; çünkü bunlar ne görülebilir ne dokunulabilir, ne tartılabilir ne de sayılabilirdir. Tamamen anlamsız olanları da dâhil olmak üzere bütün biçimleri ile sadece dış eyleme yer vardır. Ayrıca, İngilizlerin “spor”a ilgisinin her geçen gün artması da şaşırtıcı değildir. Modern dünyanın ideali kas gücünü son sınırına kadar geliş­tirmiş “insan hayvam”dır. Modern dünyanın kahramanları, kaba-saba olsalar dahi sporculardır. Halkın coşkusunu kabartan sporculardır ve kalabalığın ateşli ilgisine hâkim olan onların üstün başarılarıdır. Böyle şeylerin mümkün olduğu bir dünya gerçekten derine batmıştır ve so­nuna yaklaşmış görünmektedir.

Fakat bir an için kendimizi ümitlerini maddî refah idealine bağla­mış ve bu yüzden modern “ilerlemecin hayata sunduğu iyileştirmelerle sevmen kimselerin yerine koyalım. Bu kimseler aptal yerine koya­madıklarından emin midirler? Bugün insanların sırf daha hızlı-ulaşım araçları ve benzeri şeyler kullandıklarından ya da daha çalkantılı ye kar­maşık bir hayatları olduğundan dolayı bugün önceden olduklarından daha müftu olduğu doğru mudur? Hakîkat tam tersidir. Huzursuzluk hiçbir gerçek mutluluğun şartı olamaz. Ayrıca insanın ihtiyacı çoğal­dıkça bazı şeylerden yoksun olma ve dolayısıyla mutsuz olma ihtima­li artmaktadır. Modern medeniyet daha büyük yapay ihtiyaçlar yarat­mayı hedeflemekte ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her zaman, karşı­layabileceğinden fazla ihtiyaçlar yaratacaktır; zira böyle bir gidişat bir kez başlatıldıktan sonra durdurulması çok zorlaşır ve gerçekten de bir aşamada değil de diğer bir aşamada durdurmanın bir sebebi yoktur, in­sanlar için önceden var olmayan ve asla hayâl dahi etmedikleri şeyler olmadan yaşamak sıkıntı değildi.

Buna karşılık şimdi o şeylerden mah­rum kaldıklarında sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar; zira onları zorun­lu ihtiyaçlar olarak görmeye alıştılar ve bunun sonucunda o şeyler ger­çekten de onlar için zorunlu ihtiyaç halini aldı. Sonuç olarak var güç­leriyle, kendilerine anladıkları tek tür olan maddî tatmin sunacak şey­leri elde etmeye çalışıyorlar. “Para kazanmaya” yoğunlaşıyorlar; çün­kü bu şeyleri almalarına imkân verecek olan paradır. Ne kadar çok sa­hip olurlarsa o kadar çok arzu ediyorlar; çünkü sürekli yem ihtiyaçlar keşfediyorlar, ta ki bu arayış onların hayatta tek amaçları haline geli­yor. Dolayısıyla bazı “evrimciler”in “var olma mücadelesi” adı altında bilimsel bir yasa değerine yükselttikleri vahşî rekabet, ki mantıkî sonu­cu sadece en güçlü olanın, yani mümkün olan en dar maddî anlamıy­la en güçlü olanın var olma hakkına sahip olmasıdır. Yine, kendileri­ne servet ihsân edilmemiş kimselerin servet sahibi kimselere karşı his­settiği kıskançlık ve hatta nefret...'

Kendilerine eşitlikçi teoriler vaze­dilen insanlar nasıl olur da çevrelerinde en maddî eşya düzeninde, ya­ni kendisine karşı en hassas olmak zorunda oldukları düzende eşitsiz­lik gördüklerinde tepki göstermezler?

Eğer modern medeniyetin kitle­lerde uyandırdığı uygunsuz iştahların baskısı altında bir gün yıkılması mukadder ise, modern medeniyetin temel kötülüğünün adil cezası­nı görmemek için veya ahlâkî değerlendirmede bulunmaksızın modern bilimin fiilinin o fiilin icra edildiği aynı alandaki sonuçlarım ifade etmek için kişinin kör olması gerekir. Incil’de şöyle yazılıdır: “Kılıca sarılan herkes kılıçla helâk olacaktır.” Maddenin vahşî güçlerini serbest bırakanlar aynı güçler tarafından ezilerek helâk olacaklardır; onlar o güçleri aceleyle harekete geçirdiklerinde artık onların efendileri değildirler ve ölümcül seyirlerine başlatıldıktan sonra onları bir daha geri tutamazlar. Tabiatın gücü veya kitleler halindeki insanların gücü veya ikisinin birlikte gücü pek fark etmez; çünkü her üç halde de devre­ye giren ve maddeye üstün gelmeden bu üçünü yönlendirebileceğine inanan kimseleri acımasızca yok eden maddenin yasalarıdır. Incil yine Şöyle der: “Bir ev kendi içinde bölünmüşse, ayakta duramaz.” Bu de­yim, tabiatı gereği kavgaya ve her yönden bölünmeye sebep olmama­sı imkânsız olan modern dünya ve onun maddî medeniyeti hakkından doğrudan geçerlidir. Bundan sonucu çıkarmak çok kolaydır ve kısa za­man içinde işleri tam tersi istikamete çevirmek şeklinde köklü bir deği­şiklik olmazsa mevcut dünyamızı acı bir sonun beklediğini öngörebil­mek için daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktur.

Bazı kimselerin bize karşı, modern medeniyeti ve onun maddeci­liğini anlatırken onu [modern medeniyeti] bir derece de olsa hafifle­tecek belli unsurları zikretmediğimiz şeklinde bir serzenişte buluna­cağını çok iyi biliyoruz. Gerçekten de böylesi unsurlar bulunmasaydı, bu medeniyetin acınacak biçimde çoktan yok olması kuvvetle muhte­meldir. Bu yüzden böylesi unsurların varlığını hiçbir şekilde tartışmı­yoruz. Ama aynı zamanda yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu başlık altına farklı felsefî hareketleri, örneğin “ruhçuluk”u, “idealizm”i veya çağ­daş akımlar arasında “ahlâkçılık” veya “duyguculuk” biçimini alan her­hangi bir şeyi dâhil etmemiz yanlış olacaktır. Bu meseleleri yukarıda yeterince tartıştık ve sadece bu zihin tutumlarının bize göre teorik ve­ya pratik maddecilikten daha az kutsal-dışı/dünyevî olmadığını ve ger­çekte maddecilikten ilk bakışta göründüğünden çok daha az uzak ol­duğunu zikredelim. Diğer taraftan, eğer gerçek maneviyâtın bazı ka­lıntıları korunmuşsa da-ancak modern bakışa rağmen ve modern ba­kışın hilâfına olabilir. Dar anlamda Batılı unsurlar dikkate alınırsa, bu maneviyât kalıntılarının hâlâ bulunabileceği yer sadece dinî alandır- Ancak içinde yaşadığımız zamanda din algısının  ne kadar çekilip da­raldığına, mü’minlerin dahi dinle ilgili olarak ne kadar yüzeysel ve vasat bir fikir oluşturduklarına ve dinin gerçek maneviyât ile bir ve aynı şey olan akklîliğmden ne oranda soyutlandığına yukarıda işaret etmiş­tik.

Bu şartlar altında bazı ihtimaller hâlâ var ise, bu ihtimaller ancak bilkuvve olarak vardır ve hâlihazırda gerçek etkileri çok azdır. Bunun­la birlikte, bir tür sanallığa çekilse dahi, kendisini boğmak ve yok et­mek için birkaç yüzyıldır yapılan girişimlere rağmen varlığını korudu­ğu görülünce bir dinî geleneğin gücüne hayran kalınır. Ve insan bunun hakkında durup düşündüğünde, bu tür bir direnişle ilgili olarak, insan gücünden fazlasının varlığına işaret eden bir şeyler olduğu açıktır. An­cak bir kez daha tekrar edelim ki söz konusu gelenek modern dünya­ya ait değildir ve modern dünyanın kurucu unsurlarından birisini oluş­turmaz; bilakis modern dünyanın bütün eğilimlerinin ve özlemlerinin tam tersidir. Bunu açıkça söylemek ve aldatıcı uzlaştırmalar aramamak gerekir. Kelimenin gerçek anlamında dinî bakış açısı ile modern zihin tavrı arasında ancak düşmanlık olabilir. Bir taviz ancak dinî bakışı za­yıflatır ve modern zihin tavrını güçlendirir ve bu tavizle modern zih­niyetin düşmanlığı azalmayacaktır, çünkü modern zihniyet insanlıkta­ki insandan üstün bir gerçekliği yansıtan her şeyi tamamen yok etme­yi arzulamaktan kendini alamaz.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söylenir, ama bu bir yanılgıdır; modern bakış Hıristiyanlık karşıtıdır, çünkü modern bakış öz itibarı ile din karşıtıdır. Yine modern bakış daha da geniş anlamda din karşıtıdır, çünkü gelenek karşıtıdır. Bu da ona özel karakterini veren ve olduğu şey olmasını sağlayan hususiyetidir. Şurası kesindir ki Hıristiyanlık’tan bir şeyler zamanımızın Hıristiyanlık karşıtı medeniyetine girmiştir ve bu­nun sonucunda bu medeniyetin en “ilerlemiş” temsilcileri -ki onlar ken­dilerini kendilerine has dilde böyle isimlendirirler- dahi gayr-i ihtiyarî ve belki de farkında olmadan dolaylı biçimde de olsa belli bir Hıristi­yan tesire maruz kalmaktan ve maruz kalmaya devam etmekten kendi­lerini alamamışlardır. Durum bu minval üzeredir, çünkü geçmişten ko­puş ne kadar köklü de olsa hiçbir zaman tam bir kopuş halini almaz ve devamlılığı engelleyecek noktaya varamaz. Daha ileri giderek diyeceğiz ki modern dünyada değerli olan ve hâlâ var olan her şey modern dün­yaya her hâlükârda Hıristiyanlık’tan ve Hıristiyanlık kanalıyla gelmiş­tir. Hıristiyanlık kendisiyle birlikte önceki geleneklerin bütün mirasını erm e getirmiş ve o mirası Batı’nın şartlarının izin verdiği ölçüde canlı tutmuş ve kendi içinde hâlâ potansiyel imkânlarını taşımak tadır. Ama kendilerini Hıristiyan olarak isimlendiren kimseler arasın da dahi bu zamanda, bu imkânların tam olarak bilincine sahip birisi var mıdır?

Katoliklik içinde dahi /âhireti ikrar ettikleri inancın derin anla­mını kavrayan ve az,-çok yüzeysel bir biçimde ve akılla değil duygusal olarak inanmakla yetinmeyen ve kendilerinin olduğunu iddia ettikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” kimseler nerededir? Böylesi en azından birkaç insanın var olduğuna dair kanıt sevinçle karşılan* malıdır, zira bu Batı için en büyük belki de biricik kurtuluş ümididir. Ancak şimdiye kadar böyle hiç kimsenin varlığından insanları haberdar etmediği kabul edilmelidir. Acaba böylesi kimselerin tıpkı bazı Doğulu bilgeler gibi kendilerine ulaşılmaz bir yalnızlık halinde yaşadıkları dü­şünülebilir mi yoksa bu son ümit de sonunda terk mi edilmelidir? Batı Ortaçağlarda Hıristiyan’dı, ama artık değil. Batı’nın tekrar Hıristiyan olabileceği söylenecekse, bunu bizden daha ateşli biçimde isteyebile­cek kimse yoktur ve umarız Batı’nın yeniden Hıristiyanlaşması etrafta görülen her şeyin bizi farzetmeye götürecek olandan daha kısa bir za­manda gerçekleşir. Ama bu konuda kimse kendi kendini kandırmamalıdır. Bu olacak olursa, modern dünya felâha erecektir.



(*)Editörün notu: The Crisis of the Modern WorlcTun 7. Bölümü. îlk olarak Fran­sızca aslından 1927 yılında basılmıştır.

(**)XVIII. yüzyıldan önce Grek atomculuğundan Dekartçı fiziğe kadar “mekanist” teoriler vardı. Her ne kadar ikisi arasında daha sonraları bir tür ilişki doğura­cak birtakım yakınlıklar olsa da mekanizm materyalizm ile karıştırılmamalı­dır. [Editörün notu: Bu dipnot, Arthur Osbome çevirisinde yer alırken Mar- co Pallis çevirisinde yoktur.]



Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »