Cahil Bilgi

Cahil Bilgi

İnsanda esrarlı, ele avuca gelmez, sezici, keşfedici ve ya­pıcı bir yetenek vardır ki, onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. İnsana bu özelliği veren şey, kendi var­lığını, kâinatı ve kâinattaki yerini sorgulamasıdır. Sorgu­lamayı da belli disiplinlere kavuşmuş bilimlerle yapar.

Aslında bilimleri birbirinden ayırmak mümkün de­ğildir; hepsi de, insandaki merak unsurunun tatminine yöneliktir. Ancak kolay öğrenilebilmeleri ve araştırma­larda sağlıklı sonuçlar elde edilebilmesi için katı ölçülere ulaşmasa bile sınırları belirlenmiş, farklı disiplinlere ay­rılmıştır. Bu disiplinlerin, bütün sorulara cevap verebil­mesi için de insanın bütün melekelerine açık olması ge­rekmektedir.

Birkaç yüzyıldan beri bilimle ilgili gelişmeler âdeta Batı’nın tekeline girmiştir. Batı’da bilim kiliseye, yâni mâneviyata sırt dönerek geliştiğinden, günümüzde insan­lığın ortak malına dönüşen bilimler sadece aklın mahsû­lüdürler. Halbuki insanın merak unsurunu akıldan başka tatmin edecek sevgi ve sezgi gibi melekeleri de vardır. Bu melekelerin bize kazandıracağı, insanlığı zenginleştirece­ği hususlar birimlerle ifade edilmediği için Batı’nın "mo­dern bilim anlayışının perspektifinde yer almaması, in­sanlığı besleyen en önemli damarı zaafa uğratmıştır. Gü­nümüzde Batı âleminde bir Goethe, Bethoven, bir Pascal’ın yetişmemiş olmasını da bu damarın zaafa uğrama­sında aramalıdır.

İnsanları telakkileri ve hayattan bekledikleri yönlen­dirir. İmkânlar da gayelere göre değerlendirilir. Doğulu­lar genellikle hayatta huzuru, Batılılar ise refahı ararlar. Bundan dolayı Doğuluların bakışlarım iç dünyalarına çe­virmelerine karşı Batılılar İlmî faaliyetlerini, maddî ihti­yaçlarını daha kısa yoldan karşılamak, hayat standartları­nı yükseltmek esasına dayandırdılar.

Maddî ihtiyaçları karşılamak hayatın biricik gayesi haline geldi mi, bu yolda herhangi bir yerde durmanın imkânı yoktur. Çünkü nefis ön plâna çıkarılmıştır; her gün yeni bir şeye ihtiyaç duyacaktır. Her ihtiras gibi, ihti­yaçları karşılama hırsının da soylu hasletleri törpülemesi mukadderdir. Bunun için pragmatik felsefe Batı dünya­sında gün ışığına çıkmış, bilhassa uzak Batı olan Ameri­ka'da hayatın düzenleyicisi olmuştur. Bu telakkî, madde­nin yegâne gerçek olduğunu ifade eden "materyalizm" kelimesini ilk defa Berkeley’e kullandırmıştır.

İnsanoğlu tabiatta yaşar ve maddî ihtiyaçlarını ora­dan karşılar. Auguste Comte de, bunun dışındaki olaylar insanoğlunun ilgilendirmemen diye düşünmüş olmalı ki, tabiatın dışında bir bilginin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürer. İlim yolunda rehberi de sadece akıldır. Bergson da zekâyı bir yönüyle bu anlayışa göre tarif eder: "Zekâ, aslî görevi gibi, görünen yanıyla ele alındığında, maddî şeyler, özellikle alet yapan ve bunların imalatını sonsuza kadar değiştirebilen bir yetenektir."

Modern bilimlerin sınırları son yüzyıllarda önemli sayılan birçok bilgin tarafından gayet belirli bir şekilde çizildi. Galile, Kepler, Descartes’in zamanlarından beri gelişen ilmî araştırma metotlarıyla maddî dünyamıza ait sorularda, ölçü ve tartılabilen hususlarda pek çok şeyi is­patlama imkânına kavuşuldu. Ama yegâne kaynağı akıl olduğu için bu metotla gelişen ilimler insanın iç dünyası­na, varlık cevherine, her an bizlere kendini duyuran evrendeki ulvî sırlara gözlerini kapamak mecburiyetinde kaldılar. Ünlü Kant’ın duyularımızı aşan şeyler (noume- non) hakkında kesin bilgiler elde edemeyeceğimizi ileri sürmesi, Batı bilim dünyası bakımından kesin kural oldu İnsanoğlu nereden geliyor, nereye gidiyor? İlk muharrik ve varlığın cevheri nedir? Ruh nedir ve varlığın problem­leri nelerdir?... Bu ve insan zihninden eksik olmayan benzeri soruları "bilinemez"likle damgalayıp, ilim dünya­sının gündeminden çıkardılar.

Batı medeniyetinde idrâkini ve şahsiyetini bulan Schröder de, bu konudaki eksikliği fark etti ve 'Tabiat ve Yunanlılar" adlı eserinde dile getirdi: "İlim emin ve de­ğişmez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. Ama etrafımızdaki gerçek dünyaya ait bilgilerin pek yetersiz olduğuna şaşı­yorum. İlim gerçekten kalbimize yakın olan, bizi aşırı de­recede alâkadar eden her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir... Yaratıcı ve ebediyet, iyi ve kötü, güzel ve çir­kin hakkında bir şey bilmiyoruz. İlim bazen bu hususlara ait sorulara cevap vermeye kalkıyor; fakat verdiği cevap­lar çok defa ciddîye alınamayacak kadar aptalca şeyler oluyor."

Schröder’in de belirttiği üzere, mevcut bilimlerin kurduğu dünyada İnsanî bir hassasiyet yok. Ne çare ki in­san, ona dair bir hassasiyetin bulunmadığı dünyada yaşa­mak zorundadır. Bu dünyaya ayak uydurabilmek için de, doğuştan getirdiği bazı değerleri unutmak mecburiyetin­de kalıyor.

Bugünkü ilimlere "modern"den ziyade "birimlerin il­mi" demek daha yerinde olur. Maddenin mahiyetinden çok, geçirebildiği safhalar, nasıl daha yarayışlı hâle gele­bileceği bizi ilgilendiriyor. Amelî fayda, merak unsuru­muzun yerini almış bulunuyor. Bunun için de geçen yüz­yıllarla mukayese ettiğimizde, yüzyılımızda Batı’nın İlmî gelişmesinin yavaşladığını müşahede ediyoruz. Karl Poper, çağdaş fiziğin içinde bulunduğu uyku halini,''Bir metafizik araştırma programının yokluğuna bağlamakla aynı noktaya işaret ediyor. Bu, çağı aşan kafalar da, ,bugün geldiğimiz noktayı arzu etmiş olsalardı, Descartes hiç bu husûsun altını çizer miydi?: "Bütün felsefe,bir ağaca benzer. Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve dalları bütün diğer ilimlerdir."

Üstünkörü bir dikkatle bakılsa bile, bugünkü Batı biliminin bir paradoksun esîri olduğu, kiliseye karşı yüz­yıllarca savunduğu hürriyeti başkalarına tanımadığı anlaşılıyor. Hissedilir dünyanın olaylarını inceleyen ilimler, kendilerini aşan meselelere ilgisiz kalmaktadırlar. Aslın­da bu tavırları özelliklerinin icabı da sayılabilir; fakat kendi iktidar sahalarına girmeyen konuları inkâr etme­melerine rağmen, bilinemeyeceklerini ilân etmeleri çok düşündürücüdür. İnsan, ruh, ölümden sonraki hayat ve benzerlerinin ilim için ebedî meçhul kalacağını kabul ediyorlar. Kendi aczini itiraf etmeyip, takatinin tükendiği yerlere başkalarının girmesine de müsaade etmeyen sınır taşları dikmek İlmî zihniyetin boy attığı hürriyetle ne de­rece bağdaşık? René Guénon Müslüman olduktan sonra (Abdülvahid Yahya) evrene bir başka açıdan bakabiliyor ve gözlerini açtığı medeniyetin çelişkisini sert bir dille eleştiriyor: "İşte hiçbir yerde, hiçbir zaman eşi görülme­miş şey! Hiçbir devirde insanların cahilliklerini ikrar et­tikten sonra, bu ikrarı bir program ve meslek haline ge­tirdikleri ve bunu agnostizm (bilinmezlik, lâedrî) diye sözümona bir öğretiyle yafta olarak resmen taktıkları gö­rülmüş şey değildir."

Kendilerinin bilmediğini, başkalarının da bilmeyece­ğini söylemek ilim dünyasına despotizmi sokmaktır. Bu zihniyet Batı’da oldukça eskidir. "Felsefe bilgiyi genişle­tecek âlet değil, bilgiyi sınırlandıracak bir disiplindir." di­yen Kant’ın sözünün anlamı, kendi idraklerinin sınırını insanlığa mal etmek gayretinin bir başka ifadesidir.

Batı da gelişen ilim, mahiyeti icabı, akli bilgidir.Bu konuda akılcılık, sadece aklın bir değer olduğunu göstermekle kalmıyor, onun üstünde başka birşeyin bulunmadığını, dolayısıyla ilmi bilginin ötesinde mümkün olabilecek bir bilgiden söz edilemeyeceğini savunuyor; böyle olunca da metafiziğin inkârı zaruri hale geliyor,

Bergson ilmi bilginin Acizliğini idrak ediyor; onu sez­gicilik (intnition) ile tamamlamaya çalınarak, bilginin sa­dece akıl yürütme yoluyla değil, doğrudan kavrayışla da kazanılabileceğini ileriye sürüyor. Ancak Bergson, bu sezgisine rağmen konuyu ihatalı bir şekilde kavrayama­mıştır; zira idrakin oluşmasında kültürün payı çok büyük­tür. Kültürlerin temelinde dinler bulunmaktadır; dinlerin mihrakı da Allah anlayışlarıdır. Batılılar müşahhas (so­mut) Tanrı anlayışım kabul etmiş, inançlarım da onun çevresinde yapılandırmalardır. Dolayısıyla kültürünün taşıyıcısı olan Batı insanının idraki da mücerret (soyut) kavramlara yeterince açık değildir. Bunu onların dillerin­de de müşahede ediyoruz. İlimle, sanatla işlenen dilleri eşyanın bütün şekillerini rahatlıkla ifade ettikleri halde, manevî konularda kısırlaşmaktadır. Bunun için de Berg­son eksikliklerini sezebildiği halde, ne yapılması lâzım geldiğini ortaya tam koyamadı. Aslında madde ile madde ötesini birbirinden kesinlikle ayırmak mümkün değildir. İnsan yapısıyla da her ikisinin özetidir. Sanıldığı üzere bunlar birbirine zıt değil, birbirini tamamlayıcıdırlar. Mayasından gelen özellikle insanoğlu birine sahip olursa, diğerini aradığının örneklerine materyalizmin şahlandığı Amerika’da çok sık rastlıyoruz. Amerika gibi modern bir cemiyette dimağları müspet bilimlerle donanmış insanla­rın arasında mistisizm adına saçmalıklar doğuyor, inanıl­maz bir rahatlıkla yayılıyor.

Metafizik, her şeyin bağımlı olduğu küllî iradeye da­ir bilgidir. Metafizikte yükseldikçe birliğe (Vahdet’e) yaklaşılır, aşağılara inildikçe çoklukla karşılaşılır. Metafizığin bulunmadığı yerde, mevcut bütün bilgiler temelden yoksun olduğundan devreye kabuller girer. Metafiziği inkâr bu bilimlere bağımsızlık sağlıyorsa da, onları sığlaştırıyor; bizleri de eşyanın mahiyetinin bilinmeyeceğini ka­bul etmek zorunda bırakıyor. Sonuç itibariyle İlmî faali­yetleri amelî esasa dayandırıyor.

Toplumun harcında önemli payı bulunan metafizik, ya toplumun hurafede boğulmasına sebebe olur, yahut da cemiyetin özünü teşkil edecek manevî dinamizmi or­taya çıkarır. Derinliğini bu manevî dinamizmde bularak, cemiyetin ahlakı, gelenekleri, maddî âlemi ayakta tutan ne varsa oluşur. Metafiziğin hayatın dışına atılmasıyla kader haline gelen dejenerasyon cemiyetin bütün boyut­larına sirayet eder; herşeyi kurutur. Bazı tarihçiler meta­fizik konusunda yapılan yanlışlığın cemiyet için önemi üzerinde durmuşlardır. R. G. Collıgvvood’un şu cümleleri ne kadar dikkat çekicidir: "Greko-Romen uygarlığın çü­rüyüşüne patrisyen yazarların koydukları teşhis, metafi­zik bir hastalıktır... Greko-Romen dünyasını yıkan bar­barların saldırıları değildi... Metafizik bir nedendi. "Put­perest" uygarlık kendi temel inançlarını yaşatmayı bece­remiyor, diyorlardı. Çünkü metafizik çözümlemelerinde­ki yanlışlar yüzünden bu inançların ne olduklarını şaşır­mışlardı... Metafizik salt entelektüel bir lüks olmuş olsay­dı, bunun hiç önemi olmazdı."

Önce de belirtildiği üzere, refah nefsimize hitap eder. İnsan tabiatı da daima tatmin olabileceğinden daha fazla sun’î ihtiyaç üretir. Nefsin ardına düşülünce, yollar bir noktada karanlık dehlizlere dalar. Nefisle pek bağ­daşmayan yüksek idealler, soylu duygular, diğerkâmlık insanı terk edince, hodbinlikle hayat süflileşir.

Bazı Batılı bilginler, içinde bulundukları durumdan bunalıyorlar; telâkkilerini sîgâya çekerken bazen hayatın özünü hissediyorlar. İspanyol düşünürü Unamuno, "Kül­türün bağımsızlığının tartışıldığı bir konferansta (1933' te Madrid) şunları söyledi:"... İtiraf edeyim ki kırk yıllık profesörlük hayatımdan sonra bugün kültürün ne oldu­ğunu bilemeyecek hale geldim. Bildiğim bir şey varsa kültürün beni biraz ezdiğidir. Kendimi yorgun hissediyorum ve zannediyorum ki medenî insanlığın çok büyük bir kısmı yorgundur. Bugün bizim muhtaç olduğumuz barış­tan ziyade sükûndur. Sükûnsuz bir barış vardır ve bu çok fecî bir şeydir."

Huzurun kaynağı yürektir. Hayata onu da katmalı­yız. Akıl bize kendimizi düşündürürken yüreğimiz de başkalarının varlığını bizlere duyurur. Yüreğin kaynaklık yaptığı sevginin bize duyuracaklarını muhakkak ki akılla idrak edemeyiz.

Akılsız bir şey yapmak, klâsik anlamda bilgi sahibi olmak elbette mümkün değildir; fakat aklı putlaştırmak da son derece yanlıştır. Muhyiddin-i Arabî, şu örnekle aklın sınırlarını, çelişkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya ko­yuyor: "Birisi peygamberliğini iddia etse, mucizesini de karşısındaki duvarı konuşturmakla göstereceğini söylese, "Konuş ya duvar!" dese ve duvar da konuşsa... Konuşan duvar, "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" dese, akıl ne hüküm verecektir! İddia sahibi peygamber olma­sa, duvarı konuşturamazdı; peygamber olsa idi, duvar "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" demezdi."

Modern denilen ilimler ortaya bir medeniyet çıkar­dılar. Tabiata karşı, insanın mücadelesinde yardımcı olan bu medeniyet maddenin kombinezonlarına dayanmakta­dır. Maddenin kombinize edilmesinde muharrik unsur akıl olduğuna göre, ortaya çıkan medeniyetin en belirgin özelliğinin hodkâmlık olması tabiîdir; çünkü az önce de işaret edildiği üzere, akıl nalıncı keseri misâli devamlı kendine yontar. Bu telakkî tarzı şahıstan topluma doğru yayıldıkça felaketler de o oranda büyür. Amerika yerlile­rinin Avrupalılar tarafından öldürülmeleri, kitle halinde soy kırımları, Batıkların sömürgelerini talan etmeleri hep bu medeniyetin tabiî sonuçlarıdır.

Bugünkü sanayi medeniyetinin geleceği, pek muhtemelen mevcut anlayıştaki ilim adamlarından, mühendis ve iktisatçılardan ziyade, insan şahsiyetini mükemmelleş­tirme yolunda yeni gayretler sarf edeceklere bağlıdır. Onlar bizlere ruhumuzun ve kalbimizin kalitatif kaynak­larını duyurabilirlerse, maddenin kombinezonlarından oluşan medeniyetimize yüreğimizi katar, onu insanîleştiririz.

Sonuç olarak insanın mutluluğu, bizzat insanın fıtra­tında mevcut bulunan, fakat günümüzde kullanılmayan özelliklerimizin geliştirilmesine bağlıdır. Bu özellikleri­mizin arasında sevgi ve ihsan, akıl kadar önem kazan­mazsa, ihtiraslarımız iyice mahutlaşır; biz de sadece onla­rı tatminle yükümlü kölelere döneriz.

Evet, son dönemlerde Batı’da gelişen bilimler, in­sanlığın refahını yükselttiler. Ama aynı bilgiler karanlığa düşen ışık parçalarını menşeini düşünmeden kovaladığı ve insanlığı maddenin esîri haline getirdiğinden olmalıdır ki bir Hintli bu ilimler için, "Batı ilmi, cahil bir bilgidir" demiştir.

Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Beyhude Çırpınışlar

Beyhude Çırpınışlar

...'Ortaçağ Avrupası’nda kilise düşünceyi tekeline al­mış, insanı diğer canlılara ve tabiata hakim kılan aklı kelepçelemişti. Bunu kırmak, eski Yunan ve Roma eserle­rinden de faydalanarak çok farklı nitelikle hitaplar yaz­mak, Aristo mantığının karşısında hür bir mantık oluş­turmakla Rönesans doğdu. Bizde ise düşünceyi tekelleri­ne alan dinî kurumlar Engizisyona benzeyen mahkeme­ler kurulmadı. Akıl, düşünce, ilim dinimizin asıl kaynak­larında hayret verecek derecede övüldükleri için araştır­ma ve tefekkür insanoğluna ufuklar boyunca açıktı. İlim insanlarımız Ay’a gitselerdi. Onlara: "Bu isi niçin yaptı­nız?'' diye kimse sormazdı: hatta takdir edilirlerdi. Antik Yunan ve Roma’nın eserleri de İslam dünyasının meç­hulleri değildi. İlim ve irfanla uğraşanlar önemli eserleri­ni biliyor.Fârâbî gibi ünlü filozoflar kitaplarında sık sık alıntılar yapıyorlardı. Neyin Rönesans’ı, niçin ve nasıl gerçekleştirilecekti.Batı bu aşamadan geçti diye bizim de herhangi bir zaman dilimimizi "Türk Rönesans’ı" adıyla anmamız en azından hafiflik olmaz mıydı?

Cumhuriyet öncesi fikir hayatımız kaba çizgilerle üçe ayrılıyordu; İslamcılık, Osmanlıcılık,Batıcılık,Cumhuriyetle beraber Batıcılık resmî görüş haline gelirken diğerleri cılızlaştı. O dönemde dünyada milliyetçilik rüz­gârları esiyordu; biz de ondan nasîbimizi aldık. Dudakla­rımızdan Türklüğü övücü nutuklar dökülürken, Batılılaşmada eksik kalan hususlarımızı da süratle tamamlıyorduk.

Her türlü dış görünüşümüzü Batı’ya uydurmuştuk;devlet sistemimizin ve müesseselerimizin farklı olmamasını da arzuluyorduk; fakat ne yazık ki aramızdaki mesafe giderek açılıyordu. Batılı olduğumuzdan şüphemiz kalmamıştı; yaşama biçimimiz, zevklerimiz gibi fikir cereyanlarımızın da Batılı olmasına dikkat ediyorduk.

İkinci Dünya Savaşı, Batıklara büyük trajediler yaşattı; zengin bir insan bir dilim ekmeğe muhtaç duruma düştü; bir bomba ailenin bütün fertlerini alıp götürdü;gencecik bir kızı yapayalnız bıraktı. Karamsar olması lazım gelen Batılıyı teselli etmek için, hayatın saçmalığını anlatan Egzistansiyalizm felsefesi yaygınlaştırıldı. Aynı acılan yaşamadığımız halde, bu felsefenin bizde de revaç bulması gerçekten manidardır.

Çeşitli sebeplerden dolayı Batı, metafizik dünyasını geliştiremedi. Son yüzyıllarda daha çok madde plânında
hamleler yaptı; medeniyetinin esasını da maddenin kombinezonları oluşturdu. Madde nasıl kombinize edilirse
edilsin, üç boyutludur; benliğinde sonsuzluğa meyil taşıyan inşam sonuna kadar tatmin edemez; hatta belli bir
doyum noktasına gelince de insan maddeden sıkılır. Bunun için Batı’da Empresyonizm, Sürrealizm gibi sanat
akımları doğdu. Sartre’ın deyişiyle, "Gece yarasa olabilecek kibrit kutusu yapmayı" düşünen Picasso maddenin dışında bir dünya arıyordu. Ne gariptir ki deryalar kadar engin olan metafizik dünyamızdan haberi bulunmayan  aydınlarımız da bunalıma girmiş havasına kapıldılar, ruh hallerini anlatan roman, hikâye ve şiirler yazmaya çalıştılar. Ayrıca bizim maddeden sıkılmamıza imkân yoktu;çünkü derileri kemiklerine yapışmış çocuklarımız ekmek bulamıyor, analarımız Anadolu’nun kıraç yaylalarında yalın ayak dolaşıyorlardı. Neye sahiptik ki, maddenin doyumuna ulaşacaktık?..

Sanayisini kurmuş Batılılar için zaruri ihtiyaçlarını karşılamak zor değildi, fakat her gün aynı işi yapmaktan
aynı hayatı yaşamaktan sıkılıyorlardı. Geçim sıkıntısı çekmedikleri için de kendileriyle daha fazla meşgul ola-
biliyorlardı. Dolap beygiri gibi aynı hayatı yaşamak, gözlerinde korkunçlaşıyordu. Kafka, rutin işlerde boğulan
insanı hamam böceği olarak tasvir etti.Kafka’nın romalarındakî bunalım,aydınlarımızın arasında da moda oldu. Halbuki biz sanayi toplumu değildik; insanımız geçimini temin amacıyla sağlam bir iş peşinde koşuyordu.

Sonra biz, şahsen zengin olsak da. yoksul bir toplumun çocuklarıydık. Toplumumuzu bir adım ileriye götürmek,zaruret içinde kıvranan birine yardımcı olmak, bir fakirin yetenekli çocuğuna çağdaş eğitim yaptırmak hayatımızı anlamlı kılabilirdi.

Günlük ihtiyaçlarını temin eden Batılı bunalıma girebilir; zira pek çoğunun idrakinden metafizik alem silinmiştir. Ama bizim asıl görevimiz karnımız doyduktan sonra başlar; "Hakka kulluk, halka hizmet" düşüncesi sonsuz basamaklı merdiven misâli karşımıza çıkar. Nitekim zekât verecek insan bulmanın güçlüğü rivayet edile-
cek kadar müreffeh olduğumuz devirlerde de bizde bunalım söz konusu değildi. Dergâhlarda, tekkelerde şahsi-
yeti dokunan insanımız her gün erdiği kemâlde eksikliğini hissediyor, daha mükemmel olmanın yollarını arıyor-
du. Şimdi ise o dönemle mukayese edilemeyecek ölçüde ciddî sorumlulukların altındayız. Moloz yığınlarının üze-
rinde yaşadığımız tarihimizden, değişik coğrafyaların ve zaman dilimlerinin lif lif dokuduğu kültürümüzden, ça-
ğın ilimleriyle meczolmuş, insanlık için yüreği çarpan bir medeniyet filizlendirmeyi azıcık şuur sahibi insanımız na-
sıl görev bilmez!

Her şeyin gelip, insanın zihniyetinde düğümlendiğini anlayıncaya kadar daha çok ham heveslerin zebûnu ola­cağız. Bütün hamlelerin altında sorumluluğunun ve de­ğerinin idrakinde olan insan bulunur. Onun en belirgin özelliği ciddiyettir. Şahsiyet sahibi, hür düşünceli, hoşgö­rülü, çağın ilimleriyle donanmış insanlardan mahrumiye­timiz, meselelerimizin esasını teşkil ediyor. Ona nasıl sa­hip olabileceğimizi bilirsek, meselelerimizi çözmeye baş­larız. Bu gerçeği İslam’ın dâhi evladı Muhammed İkbal sanatkâr sezgisiyle yakalamış ve şöyle ifade etmiştir: "Hayatın alevi başkalarından ödünç alınamaz. O kendi ruhunun mâbedinde yakılmalıdır."



Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Müslümanlar ve Yunan Sanatı

Müslümanlar ve Yunan Sanatı

İbrahim içimdeki putları devir.

Asaf Hâlet Çelebi


Mimesis teorisinin, Aristo’yu Avrupa’ya öğretenler, yani müslümanlar tarafından anlaşılmaması -yahut önemsenmemesi- antik sanatlara ilgi duyulmaması yüzündendir. Antik örneklere yönelmeyen bir tecessüs, Aristo’nun mimesis görüşünü de kavrayamazdı.

Gazzali’den sonra bile medreselerde asırlarca okutulan Aristo, bilindiği gibi, müslüman filozoflar tarafından “muallim-i evvel” olarak kabul edilmişti. .Bilinen bütün eserleri, tabii bu arada Poetika da dik­katle okundu ve tartışıldı. Bununla beraber, Yunan sanatının örnekleri İslam dünyasında tanınmadığı, ta­nınsa bile benimsenmediği için, Poetika 'da belirle­nen çerçevesiyle mimesis’in anlaşıldığını söylemek zordur. Fethedilen yeni topraklarda müslümanların karşısına çıkan antik kalıntılardaki heykellerin, resim­lerin vb. onları dehşete düşürdüğünü söyleyebiliriz.

İslâmî dünya görüşünün hassasiyeti dolayısıyla Yunan sanatına pek ilgi göstermeyen müslümanlar,Eflatun’un Devletini ve Aristo’nun Poetiketsını çok iyi bildikleri halde, bu eserlerde adından sık sık söz edilen Homeros’u da hep manalı bir sükutla geçmiş, üzerinde hiç durmamışlardır. Yalnız Biruni’nin İliada  ve Odisseia’dan bazı bölümleri Arapça’ya çevirdiğini biliyoruz. İbn Haldun ise Homeros’tan sadece isim o- larak bahseder ve geçer. De Boer’e göre, müslümanlar Homeros’un “Ancak bir kişi hâkim olabilir” sö­zünden başkasını almamışlardır. “Büyük Yunan dram yazarları ve lirik şairler hakkında en küçük bilgileri bile yoktur. Eski Yunan ancak matematik, tabii ilim­ler ve felsefesiyle tesir icra etmiştir.”

Osmanlılar ise Homeros’u, mitolojiyi ve antik sanatları Ortaçağ müslümanları kadar bile tanımıyor­lardı. Yalnız Montaigne bir denemesinde, Fatih’in Pa­pa II. Pius’a şöyle bir mektup yazdığından söz eder: “İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de Italyanlar gibi Troyalılar’ın soyundanız. Yunanlı­lardan Hektor’un öcünü almak, benim kadar onlara da düşer. Onlarsa bana karşı Yunanlılar’ı tutuyorlar." Fatih gerçekten böyle bir mektup yazmış mıdır, bil­miyoruz. Fakat kütüphanesinde Homeros’un lliada’sıyla Hesiodos’un  Theogonya’sının Yunanca yazma nüshaları bulunduğuna göre, doğru da olabi­lir. Bizde Homeros, Hesiodos ve mitolojiden ilk defa geniş olarak söz eden Kâtip Çelebi’dir.

Fatih’in özel ilgileri sayılmazsa, Osmanlılar, fet­hettikleri topraklarda âdeta kaynayan antik heykelle­re ve Bizans döneminden kalma ikonlara karşı son derece ürkek davranmış, hepsini birer “put” olarak görmüşlerdir. Kanuni devrinde yaşanan bir hadise bu bakımdan çok ilgi çekicidir. Mohaç seferinden dönü­lürken, Macar krallığı hâzinesinden İstanbul’a getiri­lenler arasında üç heykel de vardır: Apollon, Herkül ve Diana heykelleri. Sadrazam İbrahim Paşa, bunları Sultanahmet (o günkü adıyla Atmeydanı) meydanın­daki sarayının önüne diktirir. Bu durum, halkın bü­yük tepkisini çeker, hatta devrin şairlerinden biri, “Yeryüzüne iki İbrahim geldi; biri put kırdı, biri put dikti” anlamına gelen şu Farsça beyti söyler: “Dü İb­rahim âmed be-rûy-i cihân/Yekî büt şiken şüd yekî büt nişân.”

Bu beyit, devrin ünlü şairlerinden Figanî’nin -onun tarafından yazıldığı zannedilerek- suç­suz yere idam edilmesine yol açmıştır.

Heykelin putperestlik geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olduğu, özellikle Yunan ve Roma heykelciliği­nin dinî anthrophomorphisme’e dayandığı düşünüle­cek olursa, müslümanların bu sanata niçin daima korku ve şüpheyle baktıklarını anlamak kolaylaşır. Kabe’deki putların da tamamı heykeldi. Bütün put­perestlik geleneklerine savaş açan İslam'ın, bu gele­neklere bağlılığı şüphe götürmeyen sanatlara, bilhas­sa heykele düşman olmaması düşünülemezdi. Esa­sen heykel, muhayyileyi sınırlayan, soyuta geçiş im­kânları alabildiğine kısır ve zorunlu olarak insan vü­cuduna bağlı bir sanattır. Müslümanları, putperestlik geleneklerine bağlı oluşunun yanısıra, bu yönüyle de ittiğini söylemek mümkündür. “Yunan heykeltraşı” diyor Henri Lechat, “tanrı heykelleri vücuda getirme­ye davet edilir edilmez, hedefi insana benzeyen fakat insandan üstün olan ilahlar göstermek ve bu suretle çok seçkin, çok asil ve daha güzel bir insanlığı ta­hakkuk ettirmek olacaktı.”

Tanrılarını tecessüm ettirmek gayesiyle yola çı­kan Yunanlı heykeltraş, her adımda karşılaştığı sport­menlerin güzel vücutlarını aşamıyor, yani insan vü­cudu dışında bir güzellik düşünemiyordu. Kısaca ifa­de etmek gerekirse, Yunan heykelciliğinin başlıca konusu, tanrılarla sportmen im an vücudunun karışı­mı olan ideal insandı. Ve ideal insan, hemen her za­man çıplaktı.

İnandıkları din, insan vücudunun teşhirini ya­sakladığı için örtünmeyi bir yaşama biçimi haline ge­tiren müslümanların bu çıplak heykellerle karşılaştık­ları zaman nasıl tepki gösterdiklerini tahmin etmek zor değildir. Ayrıca, putperestlikle savaşan bir dinin mensupları, yakışıksız işler yapan tanrı ve tanrıçala­rın dünyasına, yani mitolojiye ilgi duyamazlardı. Üstelik bu tanrı ve tanrıçaların insan biçiminde teces­süm ettirilmeleri, yani anthropomorphisme, bir müslümanın asla kabul edemeyeceği bir anlayıştı. Kaldı ki güzeli insan vücuduyla sınırlayan, düzen fikrinden sonsuza geçemeyen Yunan sanatının müslümanlara verebileceği bir şey yoktu.

İslam’ı kabul etmeden önce, heykelcilikte kü­çümsenemeyecek bir seviyeye ulaşan Türkler ve îranlılar da, müslüman olduktan sonra, İslam’ın yakla­şımım benimsemişlerdir. İslam’ın kendi bünyesine yabancı gelenekleri zaman içinde temessül ederek soyuta yönelttiği hemen farkedilmektedir. Mesela Türk heykelciliği, İslamiyet’le birlikte müstakil bir sanat olmaktan çıkmış, mimariye yardımcı bir unsur olarak tezyini özellikler kazanmıştır. Osmanlı döne­minde ise, müslüman hayatından tamamen çekilen heykelin, varlığını mimarinin soyut formlarında ve mezar taşlarında belli ölçüde devam ettirdiği söyle­nebilir.



Beşir Ayvazoğlu-İslam Estetiği
Devamını Oku »

Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

İlk başta şu hususun altını çizelim.Ehli Sünnet alimleri, konu hakkında bilgi edinmek,Sahabeye dil uzatanların görüşlerini çürütmek, bu hususta yazılmış kitapları tedris etmek vb. ihtiyaç durumları hariç Sahabe arasında cereyan eden hadiselerde tafsilata girmekten kaçınmanın vacip olduğu görüşündedirler Bizim ise şu günlerde bu mevzuya grmemiz, biraz tafsilata inmemiz, Kitab ve Sünnet nasslarının İşaret ettiği şekilde, ayrıca doğru tarihi bilgiler ve muteber alimlerimizin görüşleri ışığında bu konuyu enine boyuna tahkik etmemiz bir zorunluluk arzetmektadlr, tabii bu makale çerçevesinde bunu gerçekleştirebilmemiz biraz zor olduğu İçin bu konuya genel bir bakış atfetmekle yetineceğiz. Tafsilata İnmek isteyenler Faslul Hitab fi Mevagıfl'l-Ashab İsimli eserimize başvurabilirler.

Alimlerimiz ve Sahabe Arasındaki İhtilaflar

Bu meseleyle ilgili olarak yüzlerce İslam âlimi, görüş-lerini genel bir çerçeve İçinde ortaya koymuşlardır ve bu görüşlerin mazmunu ve mahsulü belli bir noktadadır. Bu sebeple Ehl-I Sünnet'ln önde gelen âlimlerinden sadece üç kişinin görüşlerini nakille İktifa edeceğiz ki bunlar İmam el-Gazzalî, İmam en-Nevevfive imam Ibn Hacer el-Heytemidlr. Nitekim mezkûr âlimlerin görüşleri Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşlerinin âdeta bir hasılası ve özü niteliğindedir.

İmam el-Gazzalî (r.aleyh), el-iktisâd fi'l-l'tikâd adlı kitabında şöyle der:

"Bil ki insanlar arasında Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn hakkında çeşitli şekillerde sınırları aşanlar olmuştur. Kimi Hulefa-i Raşidîn'e övgüde o derece ileri gitmiştir ki neredeyse onların ismetini İddia eder bir noktaya varmıştır. Kimi ise ta'n u teşni'e girişip Sahabe’ye [pervasızca] dil uzatmıştır. Sen sen ol bu iki zümreden olma ve İtikatta orta yolu tut !

“Bil ki, Allah’ın Kitabı, Ensar ve Muhacir hakkında [nice] övgüler içermektedir ve Hz. Peygamber'in de (s.a.v) tevatür derecesine ulaşmış bulunan ve farklı ifadelerle/lafızlarla onları tezkiye ettiği birçok hadisi bulunmaktadır. Mesela bu hadislerden bazıları şun-lardır: "Ashabım yıldızlar gibidir onlardan hangisine tabi olursanız hidayete erersiniz." "En hayırlı nesil benim dönemimde olanlar, sonra daha sonra gelenlerdir.” Onlar hakkında sahip olman gereken itikat budur. Yine onlar hakkında, hüsn-i zannın gerektirdiği hallere halel getirecek türden haberlerden ve su-i zandan uzak durman gerekir. Onlar hakkında rivayet edilen yergi türünden haberlerin çoğunluğu taassubun çocuğudur ve aslı astarı yoktur. Sahih bir şekilde sabit olmuş rivayetlerin ise mutlaka bir tevili de bulunmakladır, Tevilin olmadığı yerde de (insanoğlunun noksan ile malul olduğu kabilinden) akıl ve mantık bu kadar hata ve sürçmeyi tecviz eder.

"Muaviyenin Hz.Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ile kıtali; Hz, Aişe'nln (r.anha) Basra’ya doğru yolu çıkması konusunda bilinegelen şudur: Hz, Aişe (r.anha) fitneyi dindirmek İsteğiyle yola çıkmıştır, ancak İşler yolundan sapmış ve kontrol kaybedilmiştir. Ne diyelim, bazen İşlerin akıbeti, öncesinde murad edilen İstikamette kalmıyor ve çığırından çıkabiliyor.

“Keza Muaviye'nln de, yaptığı işlerde, bir tevile tabi olduğunu, kendince hayırlı bir şeyleri hesab/murad ettiğini düşünmek gerekir. Bu minval haricinde rivayet edilegelen âhâd haberlerin doğrusu-yanlışı birbirine karışmıştır. Uydurma rivayetlerin çoğunluğunun kaynağında ise Rafiziler, Haricîler ve üstüne vazife olmayan meselelere dalmaya pek hevesli tufeyli tipler durur. Bundan dolayı sahihliği sabit olmamış her rivayet karşısında İnkârı kuşanman ve sabit olanlara da güzel bir tevil bulman gerekir. Tevile yol bulamayıp da tıkandığın an üzerine düşen, “Belki [bunun] bir tevili, meşru bir mazereti vardır da künhüne ben vakıf olamadım" demektir.

“Bil ki, bu makamda sen, ya bir Müslüman hakkında su-i zan besleyip, ona ta’n etmek ve yalancı konumuna düşmek ya da hüsn-i zan besleyip dilini ona ta'ndan uzak tutmak ve hatalı konumuna düşmekle karşı karşıyasın. Her halükârda Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunup hataya düşmek, onlara ta’n edip doğruyu ummaktan/bulmaktan daha selim bir yoldur. Mesela bir kimse Şeytan'a, Ebû Cehil'e, Ebû Leheb’e veya kötülerden herhangi bir kötüye ömür boyu lanet etmemiş olsa bile onun bu sükutu kendisine bir zarar vermez. Ama bir Müslümana, bir kerecik olsun, Allah katında beri olduğu bir şeyi isnad eder de ona dil uzatırsa kendisini helake arzetmiş olur. Üstelik insanlar hakkında bilinen kötü hasletleri dile getirmek cevaz bulmamış bir husustur. Zira şeriat gıybeti şiddetle menetmiştir. Dile getirilen şeyler, gıybeti edilen kişide muhakkak olsa bile bu durum yine de yasaklanmıştır.

“Bütün bu açıklamaları dikkatle okuyan kimse, tab(iyat)ında fuzulî işlere meyyal bir taraf yoksa, sükutu kendine düstur edinir ve ezcümle bütün Müslümanlar hakkında hüsn-i zannı elden bırakmaz, bütün selef-i salihin hakkında da dili ancak övgüye döner. Sahabe'nin geneli hakkındaki sözün/hükmün ana ekseni de bu çerçevededir.”

İmam en-Nevevî (r.aleyh), Şerh-I Müslim (15/144- 146)’da şöyle der:

“Osman (r.a)’ın hilafeti icmâ ile sahihtir ve mazlum olarak şehit edilmiştir. Onu öldürenler ise fasıktırlar. Zira katli gerektiren sebepler bellidir ve Osman’dan da katledilmesini gerektirecek hiçbir şey sadır olmamıştır; ayrıca Sahabe’den hiç kimse onun katline iştirak etmemiştir. Onu şehit edenler, birtakım seciyesiz kabile mensupları, birtakım rezil ve sefih kimseler ile barbar ayak takımıdır. Bunlar kendi aralarında hizipleşmiş ve onu öldürmek için Mısır'dan gelmişlerdir. Sahabîler onlara güç yetirememiş ve böylece Hz. Osman belli bir zaman muhasara altında tutulduktan sonra bu kimseler tarafından şehit edilmiştir.

“Hz. Ali (r.a)’ın da hilafeti icmâ ile sahihtir. Döneminin tek halifesidir ve ondan gayrı kimsenin [onun karşı-sında] halifeliği söz konusu değildir.

“Hz. Muaviye (r.a)’a gelince; adaletli, fazilet sahibi ve Sahabe'nin seçkinlerindendir. Hz Ali (r.a) ile aralarında vuku bulan savaş, her iki tarafın kendisine göre doğru yolda olduklarına inandıkları bazı sebeplere müstenittir. Allah hepsinden razı olsun, onların tamamı adalet sahibidirler. Aralarında vuku bulan şeyler, onların hiçbirinin adalet sıfatını düşürmemiştir. Zira onların hepsi ictihad etmiş/müctehid kimselerdir ve içtihada mahal olan noktalarda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müctehidlerin bir takım kimselerin öldürülmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve buna benzer meselelerde yaptıkları ictihadlar sonucu ihtilaf etmeleri gibi ki en nihayetinde bu durum onlara bir eksiklik getirmez.

“Şunu da bil ki, bu savaşların sebebi, [o günkü] hadi-selerin son derece karışık/kapalı, içinden çıkılmayacak derecede benzeşik olmasıdır. Bu kapalılık ve benzeşme sonucunda ictihadlarında ihtilaf etmiş ve sonuç olarak üç gruba ayrılmışlardır:

“Birinci grup; bunların içtihadına göre kendileri haklı-dırlar ve karşılarında duranlar ise baği taraftır. Bu durumda imamı destekleyip ona karşı çıkanlarla savaşmanın vacip olduğuna inanmışlar ve öyle de yapmışlardır. Nitekim bu düşüncede olan bir kimsenin adil imama yardımdan geri kalıp bağilere karşı savaşmaması inancı gereği caiz değildir.

ikinci grup; bunların tam tersine, hakkın kendi taraflarında olduğunu ve karşılarında duranların baği konumunda bulunduğunu, dolayısıyla onlarla savaşmanın vacip olduğunu, yine ictihadları sonucu, düşünenlerdir.

“Üçüncü grup; bu gruptakiler için mesele vuzuha kavuşmamış ve hangi tarafa katılmaları gerektiği noktasında işin İçinden çıkamayınca ne bu tarafa ne öteki tarafa katılmışlar, bilakis her iki taraftan da uzak durmuşlardır. Onların bu uzak duruşları/itizalleri onlar hakkında vacip olan bir durumdur. Zira bir müslümana karşı kıtale yeltenmek, ortada meşru ve apaçık sebepler olmadıkça haramdır. Şayet ictihadlarında iki taraftan birine katılmaları gerektiği sonucuna ulaşsalardı, haklı olan tarafa katılmak ve bağilere karşı savaşmaktan imtina edemezlerdi. Dolayısıyla Allah cümlesinden razı olsun hepsi mazurdurlar. Bu sebeple Ehl-i hak ve icmâ'ın kendileriyle akdolunduğu âlimler, onların şahitlikleri ve rivayetlerinin makbul, ayrıca adaletlerinin kâmil olduğu konusunda ittifak etmişler-dir. (İmam en-Nevevî’den alıntımız buraya kadardı.)"
Burada şu hususun altını çizmek isterim: Her iki tarafa katılmayıp fitneden uzak duran üçüncü grup Sahabe’nin kahir ekseriyetinin içinde olduğu gruptur. Nitekim Ibn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye (7/265)'de Ibn Teymiyye Minhacu’s-Sünne (6/236)’da şöyle demişlerdir: Cumhur-u Sahabe’nin ve en faziletlilerinin fitneden uzak durduğu en sahih senedlerle sabit/malum olan bir husustur. Nitekim Muhammed b. Sîrîn’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Fitne ateşi tutuştuğunda, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabı on bin kişi kadar idi; ancak savaşa karışanların sayısı yüz kişi, belki de otuz kişi değildi.”
Ibn Hacer el-Heytemî ise, es-Sevâiku'l-Muhrika isimli eserinde (214) şöyle der:
“Sahabe arasında meydana gelen hadiseler karşısında dilimizi tutmamız vaciptir. Bu hususta tarihçilerin mugalata nevinden haberlerinden ve özellikle de cahil Rafızîler ile bidat ehli bir takım kimselerin Sahabe’den herhangi birine ta’n amaçlı uydurmalarından olabildiğince uzak durmak lazımdır. Değil mi ki Hz. Peygamber (s.a.v): "Ashabım zikrolunduğu zaman dillerinize hâkim olun" buyurmuştur.

“Binaenaleyh bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyan kimsenin, onu iyiden iyiye tahkik etmesi gerekir. Yoksa onlarla ilgili olarak bir kitapta bir şey gördü, ya da herhangi bir şahıstan bir şey duydu diye bunu hemencecik onlar hakkında sabit olmuş bir habermiş gibi kabul etmemesi, bilakis meseleyi iyice araştırması ve haberin sıhhati var mıdır yok mudur bundan emin olması lazımdır. [Sıhhatinden emin olduğu bir şeyi de] en güzel şekliyle tevil etmeli ve en güzel çıkış yollarına hamlet- melidir ki onlar, buna hakkıyla layık kimselerdir. Nitekim faziletleri ve emsalsiz hüsnühalleri söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Bu konuyu tafsil etmek ise hayli zaman ister.

“Aralarında vuku bulmuş münazaalar ve  muharebelerin de elbet bir tevil ve tefsiri vardır.

“Onlara dil uzatmak, onlara ta’n etmek ise, eğer Hz. Aişe’ye (r.anha) iftira etmek veya babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a) sahabîliğini inkâr etmek gibi kat’î delillerle sübut bulmuş durumlara muhalif ise apaçık küfürdür. Yok eğer bundan maada bir dil uzatma söz konusu ise o zaman da bu [ilk dillendirenin, sonrasında her dillendirenin günahına ortak olacağı türden bir] bidattir ve fasıklıktır.”

Tarihçiler ve Sahabe ile ilgili Asılsız Rivayetler

Tarih kitaplarında Sahabe’ye ta’n eden ve onların şanına halel getirebilecek türden rivayetlerin çoğu yalan olup asılsızdır. Bu hususla ilgili olarak ilerleyen sayfalarda tarihçileri üç kısma ayıracağız.
Dikkat edilirse İmam el-Gazzalî, Ibn Teymiyye, Ibn Hacer el-Heytemî gibi âlimlerden naklettiğimiz yuka-rıdaki ifadelerin, tarih kitaplarında yer etmiş olan Sahabe hakkındaki ta’n ve ayıplayıcı haberlerin çoğunun yalan ve itimat edilemez olduğu noktasında birleştiği görülür, özellikle bu noktaya vurguda bulunmuşlardır. Zira tarihçiler, naklettikleri rivayetlerin tümünde doğru ve sağlıklı bir yol takip etmemişlerdir. Onlardan hiçbiri de konuyla ilgili rivayetlerinin dosdoğru, arı-duru tarihî gerçekler olduğunu söylemiş değildir. Dolayısıyladır ki bu hususta tarihçileri üçe ayırmak gerekmektedir:
1- Birinci grup, dindarlığın ve Allaha yaklaşmanın âdeta Sahabe ve selef-i salihini istihkar edici, onları küçük düşürücü türden hadisler peydahlamakla tamama erebileceğine kani olanlardır. Ebû Mihnef Lut b. Yahya, Hişam el-Kelbî bu grubun ilk misalleri. Murucu’z-Zeheb müellifi el-Mes’udî’yi ve el- Ya’kubî’yi de bu gruba ilhak etmek mümkündür. Şiâ ve Rafızîlerin, Sahabe ve Sahabe tarihi hakkında kitaplarına dercettikleri haberlerin neredeyse tamamı bu kabildendir.

Yine el-imâme ve’s-Siyase adlı eser de bu kabil olup ibn Kuteybe’ye nisbet edilmesi, Faslu’l-Hitab isimli eserimizde de açıkladığımız üzere tamamen asılsızdır.

2- İkinci grup tarihçiler ise İmam İbn Cerir et-Taberî, İmam ibn Asâkir, el-Hafız Ibn Kesir gibi dini bütün, emanet ve insaf ehli, ilim sahibi kimselerdir. Bunlar her mezhep ve meşrepten tarihçilerin haberlerini derlemeyi insafın ve emanetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Mesela fanatik bir Şiî olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya ile mutedil bir Şiî olan Seyf b. Ömer el-lrakî’nin rivayetlerini [göz önünde bulundurulsun ve bilinsin diye] kitaplarına almışlardır.

Bu grup, hepsinde olmasa bile rivayetlerinin çoğunlu-ğunda rivayetlerin senedlerini de kitaplarında zikret-mişlerdir. Ta ki herhangi bir araştırmacı/okuyucu riva-yetiyle birlikte o haberi rivayet eden ravinin de kim ve ne hal üzere olduğunu iyiden iyiye tahkik edebilsin ve eleştirisini de somut bir şekilde ortaya koyabilsin, işte böyle yapmakla sorumluluğu kendi uhdelerinden çıkardıklarına ve “Sorumluluk ravinin uhdesindedir”; “Sana bir şey isnad eden sana sorumluluk yüklemiştir” kaideleri fehvasınca bu sorumluluğu ravilere yük-lediklerine inanmışlardır. Nitekim mütekaddim “hadis hafızları/âlimleri", -ibn Hacer el-Askalanî’nin dedediği gibi- senedi zikretmeyi, haberin/metnin ne olup olmadığının beyanı [senedi, âdeta haberin aynası] ve [yer yer] içeriğine atf-ı nazardan müstağni kılacağını varsaymışlardır. Zira o dönemlerde “llm-i Isnad" kemalinin zirvesinde yaşamaktadır.

Yine bu grupta yer alan tarihçiler, nakletmiş oldukları tarihî haberlerde kesinkes doğruluk aramadıklarını açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Nitekim İmam et- Taberî tarih’inin mukaddimesinde şöyle demektedir: “Bu eserimde yer verdiğim geçmiş(tekiler)le ilgili, doğruluk namına aslı astarı olmadığı için okuyucuda nefret uyandıran, işitenin kulaklarını tırmalayan ve gerçekte doğruluk payı da bulunmayan bazı rivayetler, bilinmelidir ki bizim cenahımızdan gelmiş şeyler olmayıp, bilakis bazı nakilan-ı ahbardan tarafımıza ulaşmıştır ve biz de, bize her nasıl ulaştı ise öylece rivayet etmişizdir..."

Yine şöyle demiştir: “Bizim bu eseri telif ederken bu tür rivayetlere yer vermekliğimiz, ihticac ve istidlal kastına matuf değildir."

İbn Kesir de Tarih’inde Ebû Mihneften çokça nakiller-de bulunmuş ancak şu ihtarı da gözler önüne koy-muştur: “Ebû Mihnef, bir Şiî’dir, ümmetin nazarınca hadis konusunda “zayıftır (daîfu’l-hadis).” “Rivayet ettiği şeylerde, özellikle de Şiîlik konusundaki rivayetlerinde son derece güvenilmezdir (müttehemun).” El- Bidâye ve'n- Nihaye (81202-274)

İşte bu sebeplerle Ebû Mihnef ve el-Kelbî gibi ravilerin tarih kitaplarında isimlerinin geçtiğini görmekteyiz. Bununla beraber bu ikinci grup tarihçiler, sık sık haberin sahihlik, zayıflık ve uydurma olma gibi durumlarına dikkat çekmişlerdir. Ibn Kesir bu hususta en fazla paya sahip olanlardandır. Zira bazı rivayetlerinde “Bunun sıhhati yoktur”, “Bu münkerdir”, “Bu Sahabe’nin adaletine muhaliftir” gibi uyarılarını görmekteyiz.Bu tereke bize, bizim tarihimizdir diye ulaş(tırıl)mış değildir. Bilakis tarihimizin içinden satır satır süzülüp çıkarılacağı zengin bir araştırma kaynağıdır.

3. Üçüncü grup tarihçiler, hiçbir araştırma ve tahkik zahmetine katlanmadan, doğru mudur yanlış mıdır endişesini taşımadan şuradan buradan kotardıkları rivayetleri, metinlerini senedlerinden kopararak ve bunları sanki de müsellem tarihî gerçeklermiş gibi kitaplarına derceden ve böylelikle de insanların -hatta bazen en değerli âlimlerin bile- hakikat noktasında kafasını karıştıran kimselerdir, öyle ki -bu pek hoş, nahoş mu demeliydik- maharetleri sonucunda çoğu doğruluktan zerre miskal nasibini almamış uydurmalar, insanlar arasında ve hatta yer yer İlmî ortamlarda dahi tartışma götürmez gerçekler haline dönüşmüştür.

Suyûtî’nin Târihu’l-Hulafâ’sı, Şeblencî'nin uydurma rivayetlerle dolu olan Nuru'l-Absâriı, Türk tarihçi Asım Köksal’ın büyük hacimli İslam Tarihi bu grubun içinde anılacaklardandır. Örneğin Asım Koksal, İslam Tarihi adlı eserine ne bulduysa koymuştur. İlmî tahkikten hiç nasiplenmemiş dense sezadır, özellikle de Kerbela Vakası’na ayırdığı bölüm bu kabildir. Binaenaleyh bu üçüncü grup tarihçilerin eserlerinden ve içindeki rivayetlere itimattan şiddetle kaçınmak gerekir.
Tarihçilerin bu şekilde taksime tabi tutulmasının sebebine ve bunun Sahabe’yle ilgili boyutuna gelince: Sahabe arasında cereyan eden ihtilaflar, savaşlar ve ilgili hallerin tedvini, yani bu olayların yazıya geçirilmesi geç bir döneme denk gelir. Bu olayları tedvin edenlerin geneli de bidat ehli kimselerdir. Nasr b. Müzâhim el-Minkarî, Ebû Mihnef Lut b. Yahya ve onun tabakasından olan emsalleri gibi ki bunlar, özel anlamda Hulefa-i Raşidîn tarihini ifsat eden, genel anlamda da Sahabe tarihini çarpıtıp bulandıran kimselerdir. Bunlardan sonraki dönemlerde el-Ya’kubî, el-Mes’udî ve el-lmame ve’s-Siyase adlı eserin sahibi ve benzerleri gelir.

İşte sözünü ettiğimiz batıl rivayetler onlar nezdinde âdeta sıhhat bulmuş, aksi de batıl addedilmiş, bu da yetmezmiş gibi bu rivayetlere eklediklerini de eklemişlerdir.

... Hadis rivayetlerinde olduğu gibi tarihî rivayetlerde de cerh ve tadil'in hakkıyla işletilmemiş olması, tarih-çiler hakkında işaret olunması gereken bir başka önemli eksikliktir...

Bu tarihçilerin başında da Ibn Cerir et-Taberî gelmektedir. Sıffîn savaşı ile ilgili “ehl-i heva”nın ekmeğine yağ sürecek türden rivayetlerin tamamını Tarihine koymuştur.

Ondan sonra gelen el-Kâmil fı’t-Tarih sahibi Ibnü’l- Esir ve benzeri çoğu eski ve yeni tarihçiler de Hulefa-i Raşidîn tarihini işlerken ekseriya Ibn Cerir’in Tarihinden istifade etmişlerdir. Ancak bu istifade işlene metin ne de sened kritiği yapmadıkları gibi, kimin hakkında ve neler yazdıklarını da sorgulamamış, mademki Ibn Cerir rivayet etmiştir, [öyleyse doğrudur] deyu rivayet edilen haberin ne idüğünü pek önemsememişlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız Sahabe tarihine musallat olmuş arızaların bir bölümüdür. Maalesef bir çok çağdaş müverrih de bu hatalara düşmüştür, örneğin Haşan İbrahim Haşan Tarihu’l-lslâm, Muhammed Hıdır Beg Tarihu’d-Devleti’l-Emeviyye ve Tarihu’d- Devleti'l-Abbasiyye ’de ve bunlar gibi birçok tarihçi sözünü ettiğimiz maluliyet sebebiyle mahza tarihî hakikatleri anlamanın önünde bir engel olmuşlardır.

Son olarak, muhakkik âlimlerin araştırmacılara tavsiyesi, tarih kitaplarında görüp okudukları her habere kani olmamalarıdır. Hafız muhaddislerin sözleri ve rivayetleri hariç ki, eğer rivayetin senedini ve ravileri- nin hallerini açıklamış iseler, yahut sikâ kimseler onlardan rivayet etmişse durum değişir.

Sözün özü tarih kitaplarını okuyan kişinin son derece ihtiyatlı ve uyanık olması gerekir.

Sahabe Arasında İlk ihtilaf Noktası

İslam tarihi kitaplarına muttali olanlar bilirler ki Sahabe arasında ihtilafa sebep olan ve bilahare tatsız hadiselerle sonuçlanan ilk olaylar, Hz. Osman’ın katli meselesi ve Hz. Ali'nin hilafeti karşısında bazı kimselerin ihmalkâr davranmasıdır. Buna sebep de Hz. Osman’ın kanının yerde kalmaması talebi ve katillere bir an önce hak ettikleri cezanın verilmesi isteği olmuştur.

Zira aralarında Hz. Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye ve başka kimselerin de olduğu -Allah hepsinden razı olsun- Sahabe'den bir grup Hz. Osman’ın katillerinin izinin sürülmesi ve bir an önce bulunarak Allah’ın emri gereği kendilerine kısas uygulanması gerektiğine inanıyorlardı. Sahabe arasında, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerini koruduğunu ve onların kısas gereği öldürülmelerine engel olduğunu düşünenler de olmuştur.

Bunun yanı sıra Hz. Ali ve beraberindekiler ise bu işin bu kadar kısa bir sürede yapılabileceği kanaatinde değillerdi. Katillerin yakalanabilmesi için, buna güç yetirebilecekleri bir ortamın oluşması gerektiğine inanan Hz. Ali, kendisinden Hz. Osman'ın katillerine hemen kısas uygulamasını isteyenlere şöyle diyordu: “Bizim onlara değil, onların bizlere hâkim/baskın olduğu bir güruha neyleyim? İşte köleleriniz bile onlarla birlikte ayaklandı; bedevileriniz/köylüieriniz dahi onlarla birlikte sabitkademler. Aranıza karışmış durumdalar ve sîzlere diledikleri şekilde kötülük etmekten geri kalmıyorlar." (Bkz. Ibn Esîr, el-Kâmil, 9/195)

... Hz. Ali kendisine biat edildikten sonra Hz. Osman'ın katilleri hususunda yapılması gerekeni, şu iki sebebe müstenit olarak geciktirmiştir:

1-Hz.Ali bu işi yapabilmeleri için insanların birleşme­si ve aralarında ittifakın tam olarak sağlanmasını beklemiştir. Zira Hz. Ali, isyancıların ve taraftarlarının sayıca çokluğu ve kendi ordusuna da karışmış olduk­ları gerçeğinden hareketle, bu işe hemen girişmesi halinde, Müslümanların birliğini ve düzenini sağlayan hilafet müessesesinin de sarsılacağına ve daha büyük zararlara yol açılacağına inanmıştır.

2-Hz.Ali, Hz. Osman’ın velilerinden birinin gelip onun kan hakkını talep etmesini ve böylece şeriatin hükmü neyi gerektiriyorsa öylece hüküm vermeyi beklemiştir. Zira yalın bir söz ya da tahkik edilmemiş bir fiil sonucu veya velinin/davacının şikâyeti olma­dan, davalının da savunmasına kulak verilmeden ve deliller açık bir şekilde ortaya konulmadan hüküm vermenin İslam’da yeri yoktur.

Hz. Ali, kendisine biatin tamamlanmasından sonra illere valilerini tayin etmiş, ancak bazı bölge ahalileri onun gönderdiği valilere, Hz. Osman'ın katillerini öldürmeden size biat etmeyiz, diyerek biattan geri durmuşlardır.

Hz. Muaviye de Hz. Ali’ye biattan imtina edenler­dendir. Fakat onun biat etmemesinin sebebi, hilafet hususunda bir hak iddia ettiği, yahut Hz. Ali’nin hali­feliğine karşı çıktığı için değildir. Zira hiç kimse Hz. Muaviye'nin böyle bir sebepten dolayı biattan kaçındığını rivayet etmemiştir. O ve kendisiyle bir­likte Amr b el-Âs gibi bazı kimseler, ehl-i hail ve’l- akd olan Sahabelerin farklı beldelere yayılmaları ve çok azının bu biata katılmış olmaları nedeniyle Hz. Ali’ye yapılan biatin geçersiz olduğunu düşünmüş­lerdir. Biat ise ancak ehl-i hail ve’l-akd’in tamamının ittifakıyla mümkündür...

Hz. Muaviye ve diğer bazı kimseler henüz daha Müslümanların bir kaos içinde bulundukları, önce­likte Hz. Osman'ın katillerinin hakkından gelinmesi ve daha sonra bir baş seçilmesi gerektiği kanaatini taşımışlardır. Yine Hz. Osman gibi bir insanın kanı­nın yerde bırakılmasını ve katillerinin bulunması işi­nin geciktirilmesinin imamet/hilafet müessesesine halel getireceğini ve dileyenin dilediği zaman Müslümanların kanını akıtmaya cüret etmeye götü­receğini düşünmüşlerdir.

Bu görüş ayrılıkları, aynı zamanda Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına bir mukaddime olmuştur.

Cemel Vakası

Kısaca Cemel vakası şöyle gelişmiştir:

Teşrik günlerinden sonra, Hz. Osman öldürüldüğünde, mü’minlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımları, fitneden uzak kalmak için o yıl hacca gitmişlerdi, insanlar arasında Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldığında haclarını tamamlamış ve Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmış bulunan ümmehat-ı mü’minin, insanların ne yapacağını ve ortalığın yatışmasını beklemek üzere Mekke’ye geri dönmüşlerdir. Hz. Talha ve Zübeyr de Hz. Ali’ye biat edildikten sonra umre için kendisinden izin istemiş ve o da kendilerine izin verince Mekke’ye doğru yola çıkmışlar, büyük kalabalıklar da onların peşisıra hareket etmiştir. Yolda Hz. Aişe ile karşılaşmışlar ve Basra’ya gidip Müslümanlar arasında birliği sağlamak ve onları tek bir çatı altında toplayıp kargaşa sonucu birbirlerine karşı savaşmalarını önlemek ve bilahare Hz. Osman’ın kan hakkını talep etmek ve katillerini öldürmek üzere ittifak etmişlerdir.

Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in Basra’ya gittikleri haberi Hz. Ali’ye ulaşınca bunu kendi idaresine karşı bir hareket olarak görmüş: onlarla anlaşmak ve ittifak yapmak üzere Basra’ya gitmiştir. Basra’ya vardıkla-rında değerli sahabî el-Ka’ka’ b. Amr et-Temimî iki taraf arasında hakemlik ve arabuluculuk görevini üst-lenmiş, iki taraf da bunu kabul etmiş ve Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamak üzerinde anlaşmışlardır. Gönüller yatışmış ve o geceyi daha önce geçirmedikleri en hayırlı gecelerden biri olarak geçirmişlerdir. Aralarında Abdullah b. Sebe münafığının da bulunduğu Hz. Osman’ın katilleri olan fitneciler güruhu ise geçirebilecekleri en kötü geceyi yaşamışlardır. Bütün geceyi de tartışarak ve ne yapabileceklerini müzakere ederek geçirmiş ve en sonunda gizlice bir savaş çıkarmak hususunda anlaşmışlardır. (Bkz. Taberî, et- Tarih, 5/202); ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/38)

ibn Teymiyye, Minhacu's-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir: “Ehl-i ilim bilirler ki, işin başında ne Talha ile Zübeyr, Ali’ye karşı, ne de Ali onlara karşı savaşmak niyetindeydi. Ne var ki, Cemel vakası ne Ali'nin ne de onların iradesi doğrultusunda gelişti. Zira onlar sulh için bir araya gelmiş ve Hz. Osman’ın katillerine gerekli cezayı vermek üzere ittifak etmişlerdir.

Ne var ki Hz. Ali’nin ordusu içinde bulunan katiller, daha önce yaptıkları gibi tekrardan yeni bir fitne alev-lendirmek üzere kendi aralarında anlaşmışlar ve Talha, Zübeyr ve onlarla birlikte olanlara saldırmışlardır. Onlar da kendilerini savunmak amacıyla karşılık vermişlerdir. Fitneciler, Hz. Ali’ye, ilk saldırıyı Talha ve Zübeyr ile taraftarlarının başlattığı izlenimi vermişler, o da kendini savunmak amacıyla karşı tarafa hamle yapmıştır. Böylece iki tarafın da amacı kendini savunmak, saldırıları boşa çıkarmak olmuştur, savaşı başlatmak değil. Bu meseleyi Siyerle iştigal eden ilim ehli birçok kimse böylece nakletmiştir.”

İşte bu fitne böylece alevlenmiştir, ilk fitneyi Hz. Osman’ı öldürmekle çıkaranlar, bu olayın öncesindeki ve sonrasındaki fitnelerin de elebaşıdır. Cemel vakasının özeti budur.

Sıffîn Vakası

Hz. Ali (r.a) Cemel vakasından sonra Basra’dan Kufe’ye doğru yola çıkar ve 12 Recep Pazartesi günü Kufe’ye varır. Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi, Şam’da bulunan Muaviye’ye gönderir ve onu itaate davet eder. Muaviye de Sahabe’nin önde gelenlerini, ordu komutanlarını ve Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp Hz Ali'nin talebi konusunda kendileriyle istişare eder. Onlar da: “Hz Osman’ın katillerini öldürmediği ya da onları bizlere teslim etmediği müddetçe ona biat etme” derler. Cerir, bu haberle Hz. Ali’nin yanına döner. O da Kufe’de yerine Ebû Mes’ud Ukbe b. Amir’i bırakıp Şam’a doğru yola çıkar ve -Irak’tan gelirken Şam’ın ilk yolu- olan en-Nahîle mıntıkasında kamp kurar. Her ne kadar bazı kimseler Kufe’de kalıp başka binlerini Şam’a göndermesini salık vermiş olsa da Hz. Ali bunu kabul etmez. Bu arada Muaviye, Hz. Ali'nin hazırlık yapıp bizzat ordusunun başında onunla savaşmak üzere yola çıktığı haberini alır. Bazı kimseler, Muaviye’ye, onun da bizzat ordusunun başında yola çıkmasını salık verirler ve o da öyle yapar. Şam orduları Fırat nehrine yakın Sıffin nahiyesine varırlar. Hz. Ali de ordusuyla o bölgeye doğru yönelir ve savaş Hicri 36 senesi Zilhicce ayında başlar. Hicri 37 senesi Muharrem ayında sulh olur ve savaş son bulur.

Bu savaşın kayda değer en önemli özelliği her iki tarafın da savaştaki asil cesaretleri ve barış sonrası birbirlerine karşı gösterdikleri asil tavırlardır. Yine bu savaşta Hz. Ali tarafında olan Ammar b. Yasir de öldürülmüş ve onun ölümüyle birlikte Muaviye’nin hata üzere olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v) Ammar’a: “Seni baği topluluk öldürecektir” buyurmuştur. Ammar (r.a)’ın cenaze namazını her iki taraf da kılmıştır.

ibn Hacer el-Askalanî şöyle demektedir: “Ammar'ı baği taifenin öldüreceğine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen hadisler mütevatir derecesin-dedir. Yine âlimler, Ammar (r.a)'ın SıffTn vakasında ve Hz. Ali taraftan olarak öldürüldüğü hususunda ittifak etmişlerdir."

Daha sonra iki taraf tahkim hususunda anlaşmışlar; Hz. Ali tarafını Ebû Musa el-Eş’arî ve Hz. Muaviye tarafını da Amr b. el-Âs temsil etmiştir. Tahkim için Hicri 37 senesi Sefer ayının 13’ünde bir karar metni tahrir edilmiştir. Bu karara göre hakemler, Devmetu’l-Cendel bölgesinin Ezrah denen mevkiinde ve Ramazan ayında vermiş oldukları kararı açıklayacaklardır.

Hakemler anlaşılan yerde bir araya gelmiş ve iki taraf arasındaki şiddetli ihtilaflar sonucunda kararı Bedir Ehli’nden olan ve Sahabe'nin büyüklerinden diğer bazı kimselerin istişaresine bırakmak üzere anlaşmışlardır. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin el-Avasım Mine’l-Kavasım’da; ibn Hacer el-Askalaninin de Fethu’l-Barî’de dediği gibi hakem olayı bu şekilde sonuçlanmıştır.

Tarih kitaplarında anlatılan, iki hakemin de Hz. Ali ile Hz. Muaviye'yi halifelikten azletmek üzere anlaştıkları, Amr b. el-Âs'ın, Ebû Musa el-Eş’ariye önceliği verip onun Hz. Ali’yi azlettiği ama Amr'ın Muaviye'yi azletmediği ve böylelikle hile yaptığı, Ebû Musa’yı kandırdığı şeklindeki rivayetler aslı astan olmayan yalanlardır. Bunlar da katmerli bir yalana olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya’nın rivayetleridir.

İki Taife Hakkında Varit Olmuş Hadisler

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabının genel ahvaline; ihtilaf esnası ve sonrasında her iki taifenin birbirlerine karşı tavırlarına ve de Hz. Peygamber’in iki taifeyle ilgili varit olmuş hadislerine muttali olan kimse şunu hakkıyla anlar ki her iki taraf da, her ne yapmışlarsa bunu davalarına iman ile ve bütün ihlaslarıyla yapmış; yaptıklarından geri kalmanın caiz olmadığına, bilakis ifası gereken dinî bir vecibe olduğuna inanmıştır. Taraflardan hiçbiri de ne dünyevî bir menfaat ne de şahsî bir çıkar elde etmek garazıyla hareket etmiş değildir.

Aynı şekilde, her iki tarafa iştirak etmeyip savaşlardan uzak duran üçüncü taifenin de bunu imanları ve ihlasları gereği yaptıklarını ve bunu yaparken onların da dinî saiklerle hareket ettiğini anlar. Nitekim onların her iki taifeden de uzak duruşları ne korku ve korkaklıktan ne de güçsüzlük ve aczi- yetten kaynaklanmıştır.

Yine şunu da anlar ki her üç taife, bu kararlarına, doğru olduğuna inandıkları ictihadları sonucu varmış, ondan sonra dilleri ve duruşlarıyla bu kararlarını müdafaa etmişlerdir.

Son olarak da şunu anlar ki,her üç taifenin yeki diğerini ne tekfir etmiş ne de dalalet ve fısk ile itham etmiştir. Bilakis sadece hatalı olduğunu söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’den bu konuda varit olmuş hadislerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:

Hz. Hasan (r.a) hakkında Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Benim şu torunum bir sey- yid/efendidir. Umulur ki Allah Teâlâ onunla iki Müslüman taifenin arasını ıslah eder.” (Buharî, Kitabu’l-Fiten, Hadis no: 7109)

Hz. Hasan’ın aralarını ıslah etmiş olduğu iki taife ise Hz. Ali ile Hz. Muaviye'nin taifesidir. Hz. Peygamber (s.a.v) söz konusu bu hadisinde her iki taifeyi de Müslümanlar olarak anmış; onlardan herhangi bir taraf hakkında cerh’i çağrıştırır bir tanımlama kullanmamıştır. Oysa ki Haricîleri tanımlarken, diğer bazı hadislerde görüleceği gibi onların (okun yaydan çıkacağı gibi dinden) çıkacaklarını belirtmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) bu hadisinde, sulha vesile olması, bunu gerçekleştirmesi dolayımında Hz. Hasan’ı övmüştür. Hz. Hasan'ın yaptığı ise halifeliği Muaviye’ye bırakmasıdır. Dolayısıyla hadis, halifeliğin Muaviye’ye bırakılması ve Muaviye’nin halifeliğine de bir övgü niteliği taşımaktadır... diyebiliriz.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v): “Davaları (davetuhuma) aynı olan iki büyük topluluk birbirleriyle büyük bir savaş yapmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurmuşlardır. (Buharî, Hadis no: 7121) Bir rivayette ise “Davaları (davahuma)” şeklinde geçmektedir.

Âlimler bu hadiste geçen savaşı, Hz. Ali ile Hz. Muaviye toplulukları arasında cereyan eden savaşa yormuşlardır. Hadiste geçen “dava ya da davet” keli-melerinden murad ise her iki tarafın da kendilerinin hak üzere olduğu davasını gütmesi ve insanları buna davet etmesidir. Yoksa bundan murad, ibn Hacer’in de Fethu’l-Barî’de belirttiği gibi [bir taraf Müslüman diğer taraf kâfir şeklinde bir] Müslümanlık iddiası değildir. Eğer murad bu olsaydı Hz. Peygamber, “davaları aynı olan" demek yerine “dinleri bir olan” ya da yukarıda geçen Hz. Hasan’la ilgili hadisinde de olduğu gibi, “iki Müslüman taife...” derdi.

Diğer bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlardan bir topluluğun ara-sından bir taife, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacak ve onu iki taifeden, hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1767) Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ümmetim iki gruba ayrılacaktır ve ara-larından okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bir taife zuhur edecektir ki o taifeyi hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1768)...

Hadislerde geçen ve dinden çıkacakları belirtilen topluluk Haricîlerdir. İki taifeden hakka daha evla, daha yakın olan, kısacası haklı taraf Hz. Ali ve beraberindekilerdir. Yine bu hadislerde Hz. Peygamber, Haricîleri dinden çıkmakla tavsif etmiş, ama diğer iki taifeyi böyle vasıflandırmamıştır. Bilakis bir tarafın hakka daha yakın olduğunu açık bir şekilde, diğer tarafın da bir parça haklı olduğunu zımnen ifade buyurmuştur. İşte Ehl-i Sünnet’in bu konudaki kanaati de budur: Yani haklı olan Hz. Ali taifesidir. Muaviye taifesi ise baği olan taraftır. Ancak baği olmalarının arkasında ictihadları yatmaktadır. Dolayısıyla onların baği olmaları, kendilerini ne küfre sokmuş, ne de din-den çıkarmıştır.

Hz. Ali’nin İki Taife Karşısındaki Konumu

Hz. Ali, her iki tarafa katılmayıp da savaştan uzak duran sahabîlerin konumlarını övgü ifadeleriyle anmıştır. Nitekim Sıffîn gecelerinde şöyle demiştir: “Abdullah b. Ömer ile Sa'd b. Malik [Sa’d b. Eb? VakkasJ’ın konumu ne güzel bir konumdur. Eğer doğru (birr) ise bu konumun sevabı şüphesiz ki çok büyüktür, yok eğer yanlış (ism) ise şüphesiz ki tehlikesi basittir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 7/246; Taberanî, el-Mu'cemu’l-Kebir, 7/446)

Keza Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bizim ve onların ölüleri cennettedirler. Akıbet iş/sorumluluk gelir bana ve Muaviye'ye dayanır.” (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 8/727; İbn el-Ca’d, Müsned, Hadis no:2092)

Başka bir rivayette Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilir: “Benim ve Muaviye’nin ölüleri cennettedir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 9/353; Taberanî, el-Mu’cemu’l- Kebir, 19/1069)

İbn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (4/467)’de şöyle der: “Hz. Ali ile Ammar [b. Yasir]’in, Şam ehlinin ölüleri hakkında, ‘onların hepsi Müslümandır, sakın ola ki savaştan kaçan birini takip etmeyin, yaralılara kötü davranmayın ve sakın ola ki hiçbir malı ganimet almayın’ dedikleriyle ilgili rivayetler son derece fazladır."

Yine ibn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (6/209)’da şöyle demektedir: “Hz. Ali (r.a), oğlu Hasan’a şöyle demiştir: “Hasan! Ey Haşan! Baban bu işin bu noktaya varacağını asla düşünmez idi. Baban diler idi ki bu günleri göreceğine yirmi yıl önce ölüp gitmiş olsun." Benzeri sözleri, Cemel vakası sonrasında da söylediği rivayet olunmuştur.

Ayrıca Hz. Ali’nin Sıffîn’den döndükten sonra sözlerinin ve olaylara bakışının değiştiği de bilinmektedir.

Nitekim şöyle dediği nakledilir: “Muaviye'nin idareciliğini kerih görmeyin. Eğer onu yitirecek olsaydınız, başların omuzlardan nasıl uçuştuğunu da elbet görürdünüz."

Abdullah b. Ahmed es-Sünne (223)'te rivayet etmiştir. Ayrıca bkz. ibn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 35/54.

Yine Hz. Ali'ye, Muaviye’nin idareciliği soruldukta: “Muaviye size galip gelecektir” dediği, kendisine: “Peki ona karşı savaşmayalım mı?” diye sorulduğun­da da: “Hayır! iyi (birr) olsun kötü (facir) olsun Müslümanlara bir baş/emir mutlaka lazımdır” dediği rivayet olunmuştur. İbn Ahmed, es-Sünne, 223; Mecmau’z-Zevaid, 51779.

Hz. Ali’ye, iki taraftarının Muaviye’ye hakaret ve Şam ehline lanet ettikleri haberi ulaştığında onlara, “Bana haber edilen bu fiilinizden geri durun” diye haber gön­derdiği, onların da Hz. Ali’ye gelip, “Ey müminlerin emiri! Biz, hak onlar ise batıl üzere değiller mi?" diye sordukları, Hz. Ali’nin de, “Evet, korunmuş [kutlu] Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki biz hak üzereyiz” dediği, onlar, “Peki, neden bizi onlara sövüp lanet etmekten menediyorsun?” dediklerinde ise Hz. Ali’nin, “Lanetçi olmanızı kerih gördüm, illa bir şey diyecekseniz, ‘Ya Rab! Kanlarımızın ve kanlarının dökülmesine mani ol, aramızı ıslah et, onları delalet­lerinden döndür ki hak ile batılı birbirinden ayırabil­sinler, fitneye karışmış olanları da pişman olup bun­dan el etek çekebilsinler’ deyin” dediği rivayet olun­muştur. (Bkz. el-Ahbaru’t-Tivâl, 155).

Diğer taraftan Hz. Ali’nin kunût(duasın)da Muaviye ile Amr b. el-Âs’a lanet okuduğu; Hz. Muaviye’nin de kunûtunda Hz. Ali, Haşan, Hüseyin ve ibn Abbas’a lanet okuduğu türünden rivayetler yalan dolandır, ibn Kesir böyle bir rivayetin akabinde şöyle der: “Bu kesinlikle doğru değildir.” Bunlar, katmerli bir yalancı olan Ebû Mihnef ve zayıf bir ravi olan şeyhi Ebû Cenab el-Kelbî’nin rivayetlerindendir.

Hz. Muaviye’nin Hz. Ali Karşısındaki Konumu

Hz. Muaviye, mü’minlerin emiri Hz. Ali’ye nihai dere­cede hürmet göstermiş ve onun üstünlüğünü hakkıy­la bilmiş, takdir etmiştir. Biat meselesinde gecikmesi durumu hariç -ki bunun da sebebi Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamada yahut onları kendisine teslim etmede gecikmesidir- ona karşı en güzel bir hal üzere olmuştur.

Yahya b. Süleyman el-Cu’fî, Ya’la b. Ubeyd’den, o da babasından rivayetle şöyle demiştir:

“Ebû Müslim el-Havlânî ve bir grup insan Muaviye’ye gelip, “Sen Ali ile rekabet mi ediyorsun, yoksa onun misli/dengi misin?" dediler. Muaviye ise onlara şöyle dedi: “Hayır vallahi, ben şunu hakkıyla bilirim ki o hem benden daha üstündür hem de hilafete benden daha ziyade layıktır. Ama bilmez misiniz ki Osman zulmen öldürüldü ve ben de onun amcaoğluyum ve onun kan hakkını taleb ediciyim (edecek olan da benim). Gidin kendisine bana Osman'ın katillerini teslim etmesini söyleyin ben de ona baş ile göz üzerine itaat edeyim.” Onlar gidip de Hz. Ali ile bu meseleyi konuştuklarında, Hz. Ali kendilerine Hz. Osman’ın katillerini teslim etmedi.” İbn Kesir, el- Bidaye ve'n-Nihaye, 8/128; Zehebî, Siyanı Alami’n- Nübelâ, 3/140’de bu rivayeti nakletmişlerdir ve siyer (ilmi) muhakkikleri, “bu rivayetin ravileri sika kimselerdir” demişlerdir.

Hz. Muaviye'nin Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkındaki sözlerinden biri de, Ukayl b. Ebî Talib’in, Hz. Ali’nin takvasına dair bazı şeyler anlattığında ona söylemiş olduğu şu sözleridir: “İnkârı na-mümkün şeyler söyledin. Allah Hasan'ın babasına rahmet etsin. Kendisinden öncekileri geçti ve kendisinden sonra gelenleri de [takva konusunda ona ulaşmaktan] aciz bıraktı.” Yine şöyle demiştir: “Heyhat! Heyhat ki analar Ali gibisini doğurmaktan acizdir [artık].” İbn Ebi'l- Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belağa^10, 254-253.

Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin zühdünü tarif ederken şöyle demiştir: “O ki beytülmalleri süpürür, oralarda namaz kılar ve o ki, ‘ey sim u zer, ey sim u zer! Gidin benden başkasını arayın (sizinle işim olmaz)’ der idi.” İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 8/73; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 6/109.

Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Muaviye’ye: “Ben, Resûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini duydum: “Ali hakla beraberdir yahut (Ali ve hak) nerede olurlarsa olsunlar hak Ali ile beraberdir” deyince, Muaviye: “Bunu kim(ler) duydu?” diye sordu. Sa’d da: “Resûlullah bunu Ümmü Seleme’nin evinde söyledi" dedi. Muaviye derhal Ümmü Seleme’nin evine birini gönderdi ve bunu kendisine sordurdu. Ümmü Seleme: “Kuşkusuz Allah Resûlü bunu benim evimde söyledi” dedi. Bunu duyan Muaviye, Sa’d’a: “Bugün gözümde kınanmaya değer olduğun kadar hiç olamamıştın” dedi ve sözünü şöyle tamamladı: “Eğer bunu Resûlullah (s.a.v)’in (dediğini) daha önce işitmiş olsaydım ölünceye kadar Ali’ye hizmetkâr olurdum." İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 59/142.



Rihle Dergisi/Sahabe Sayısı

Muhammed Salih Ekinci
Devamını Oku »

Ruhu Maddîleştirmek

Ruhu Maddîleştirmek

Ruh, gerçekten manevî kaynaklı olaysa, maddenin etkileşmesinin sonucu değilse ve işin içine dini karıştırmak istemiyorsanız, din artık hayatımızdan çıksın diyorsanız, ne yapmak lazım? Bu durumda, insanı ve ruhunu maddîleştirmeniz gerekir. Bugün yapılan da budur. Amerika başta olmak üzere, onun öncülüğünde yürüyen Sermâyeci dünyanın yaptığı budur. iki yoldan mümkün. Yine eğitim. Propaganda. Reklam yoluyla beyin yıkama hadisesi. Öbür ideolojiler de bunu yapmışlardır, gerek Nazism gerekse Komünism de bunu yapmıştır. Ama en başarılısı, uzun süreli olduğundan, Sermâyeci düzendir. Sürekli bombardıman altındasınız. Bu yüzden, doğayı yıpratma sürecinin dışına çıkamıyoruz. En basiti, kullandığımız ışığın lüzumsuzluğunu düşünelim. Kullandığımız suların israfını düşünün. En bilinçli, doğacı insanlar bile bunu yapıyorlar.
Reklam ile propaganda yönüyle ruhun maddîleştirilmesi olayı vardır. Daha ötesi, insanın biyolojik olarak belirlenmesi olayı vardır. Bütün araştırmalar, çalışmalar bu maksada yöneliktirler. Gen ve genetik mühendisliği, insanı temelden belirlemek, istenen belirli tipte insanı ortaya çıkartmak. Şu anda işte bu kopyalama işine gelinmiştir. Tabîî bundan daha sonuç alınmadı, yol uzun gözüküyor. Ömrünü, davranışlarını belirleyeceğim. Tepkilerini belirleyeceğim. Burada kaza ihtimallerini en aza indirmek isteniyor. 2001 Uzay Macerası filmi vardı, biliyorsunuz, harikulade bir filmi, Stanley Kubrick’in. Oradaki bilgisayarı düşünün. Bilgisayar bir anda bir karakter özelliği gösteriyor. Bu istenmiyor, bu olmaması lazım. Olduğu takdirde bu düzen yürümez. Bu düzenin de yürümesi hayatî bir olaydır, yoksa hepimiz aç kalırız, gideriz. Şimdi, bu saatten sonra, demin başta Ayşe Hanım olmak üzere benim bu umutsuzluğuma tepki gösterdiniz, sevimsiz buldunuz, karşı çıktınız, dediniz ki, bu şartlar altında çıkmayan candan umut kesilmez. Can, ruh demektir. Can olmadığı takdirde, artık ona umut beslemenin de lüzumu kalmaz. Bugün Çin’in nüfusu 1 milyar 300 milyondur. Çin, bu nüfusu beslemek durumunda. Kopyalanmış buğday tohumu kullanmak mecburiyetindedir. Bu ne yaratacaktır? Sadece tarım alanında değil, insan tabiatı üzerinde ne gibi etkisi olacaktır diyor muyuz?

Hani bilim her şeyi biliyordu, her şeye cevap veriyordu? Çin’i bundan vazgeçiremezsiniz, kimseyi vazgeçiremezsiniz? Yarın Türkiye’de, belki şimdi de bu uygulanıyordur bu tür tohumlar. Aynı şekilde, Sibirya’da, yeni bir tohum ekilmek isteniyor, donmaya karşı. Orta Asya’da tarımı fazlalaştırmak, üretimi çoğaltmak, bilhassa pamuk üretimini çoğaltmak için dev sulama projeleri gündeme sokulmuştu 1960’lı yıllarda, Kruşçev zamanında. Orta Asya ve Aral Gölü bugün, kocaman bir gölden küçücük bir neredeyse pis kokulu birikinti haline getirildi. Demekki çözüm iki türlü mümkün.

Ya maddî, ya da manevî. Ama manevî olanı bana çok uzak görünüyor. Gündemden çıkarılmış gibi. Kala kala, maddî şartlar kalıyor. Ben her yıl bana gelen birinci sınıfları gördüğümde bu ikinci yöntemin çok başarılı olduğuna da kaniyim artık. Tek biçimli insanlar çıkıyor. Monokültür insanlar. Aynı şeye gülen, aynı şeye üzülen, aynı şeye aynı tepkiyi veren. Bu yolda gelişme var. Bunun, Yirmibirinci yüzyılın temel gelişmesi olacağı kanısındayım.



Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Çağımızın Istırabı ve Yaradıcıyı Araması

İnsanın tarih boyunca yaradıcısını araması,yaratmaya özenmesi boş bir vehim değil,korkunç bir ihtiyacın ifadesidir.İnsan,her türlü köleliği reddederek,yalnız ve ancak yaradana tapınmak istemektedir.İnsan idraki,yalnız ve ancak yaradıcı hamlede dinlenebilceğini ummaktadır.İnsanların,peygamberleri diğer insanlara niçin daha fazla tercih ettiklerini artık anlamalıyız.Kadiri Mutlak olan Allah’ı bize ‘şahdamarımızdan daha yakın’ olarak hissettirenler sadece ve ancak peygamberlerdir.Bize,sınırlıdan sonsuza,esaretten hürriyete,çoktan bir’e,ölümden ebediyete giden yolu,apaçık ve pırıl pırıl olarak yalnız onlar gösterebildiler.Onlar olmasa idi,kendimizi sınırlı,esir,parçacık ve ölümlü zannedecektik; ancak onlarladır ki sonsuzluğun, hürriyetin birliğin ve ebedîliğin tadına varabiliyoruz. Sınırlı ve esir parçacık olmaya isyan ediyoruz.

Yüzyılımız, ilim adanılan ile, sanatkârları ile, her türlü inanan ve inanmayan yığınları ile bütün insanlık artık Allah'a olan susuzluğunu bütün çıplaklığı ile hissetmeye başlamıştır; bu ihtiyaç hergün biraz daha şiddetlenecektir. Büyük ve gerçek dinî hayat Auguste Comte'un vehmettiği gibi geride kalmadı; bilâkis, insanlık onu ileride bütün haşmeti ile yaşayacaktır. Çağımızın ıstırabı bu hayata gebedir. Geride kalan gerçek dinî hayat değil katıya ve somuta tapınan insanların hayatıdır.

S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Zekanın Görevi:Kendini Bilmek

Bizce zekânın görevi varı, hiç şüphesiz bu arada kendini de bilmektir. Bilmek ise varı veyahut varlığı mânâlandırmaktır. Bizim idrâkimiz varlığın dışında değil, içindedir. Bizim idrâk edici varlığımızda varlık kendi üzerine iki defa katlanmaktadır. Önce varlığı idrâk ediyoruz, sonra da bu idrâkimizi idrâk ediyoruz. Yunus Emre'nin "bir ben vardır bende, benden içeri" dediği gibi Varlık bende kabuk-öz-cevher gibi içiçe gizlenmektedir.

Seyyid Ahmed Arvasi


Devamını Oku »

Meal Yazmanın Güçlülüğü

Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki;

Terceme: Bir kelâmın mânasını diğer bir lisanda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın mânasına tamamen mutabık olmak için sarahatte delâlette, icmalde tafsilde, umumda hususda, ıtlakta takyidde, kuvvette isabette, hüsn-i edada, üslub-u beyanda, hâsılı ilimde, san'atta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-i müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebi kıymeti ve zevk-i san'atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nadirdir.

Fakat Kur'ân nazmı nasıl bir nazımdır? Herkesin bildiği harfle­rin, seslerin en güzellerinden, ye­rine göre en güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anla­yabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı canlı bir dokuma ile dizilip dokunmuş; la­fız mananın, mana lafzın aynısı halinde, sonsuz beyan parıltılarıyla parlatılmış; "haydi bunun Allah'tan indirildiğinde şüpheniz varsa Allah'tan başka bütün gü­vendiklerinizi çağırarak, hatta in­sanlar ve cinler biraraya gelerek de bunun hatta bir sûrenin benze­rini yapınız, fakat imkanı yok ya­pamazsınız." diye bütün cihana meydan okuyan gayet ba­sit bir teklif ve gaibten haber ver­mek suretiyle gözle görülen bu aleme gelmiş; her ayeti kolay ve sade görüldüğü halde, bulunup söylenmesi, taklidi zor bir söz olan öyle icazlı bir nazımdır ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile okunduğu zaman tatlı bir söz olduğunu duyurur.

Biraz Arapça bilen bir kimse bir ayeti işittiği zaman derhal bir mana anlar veya anladığını zanneder. "Ben de söyleyebilirim" di­ye hayal eder, bir de bakar ki, an­lamamış. Çünkü nazmının her noktasında bir çok manalar sıkış­maya başlar. Onu taklit etmeye özendikçe yükselir, derinleşir, öl­çüsü, ölçeği bulunamaz. Ayetten ayete geçildikçe zevki kat kat ar­tar. Hayat sırrı gibi sonsuz giden sırlarının kuşattığı manalar insan kuvvetinin üstünde kalır. Eğer öyle olmasaydı, bu basit teklife karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek, ordular toplayarak asırlardan beri Kur'ân'ı kaldırıp dur­mak için uğraşan insanlık, bu zahmetleri çekecek yerde onun bir benzerini yapıvermez miydi? Yapamamıştır ve yapamaz.

Kur'ân'ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz. Ne ka­dar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifade üslubu yazıla yazıla az çok taklit edilebilir ve benzeri yazılabilir. Kur'ân'ın indiği an­dan itibaren, bütün Arap edebi­yatçıları ve belagat ustaları, Kur'ân belâğatini kendi dillerine örnek edinmiş, bu sayede Arap dili ve edebiyatı açısından yüksel­miş oldukları halde Kur'ân nazmını taklit etmeye, benzerini yaz­maya yanaşan kimse ortaya çıka­mamıştır.

O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve yazmak mümkün olmamış olan Kur'ân'ın nazım ve üslubunu diğer bir dil­de taklit etmek, benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olmayınca da aynen terceme edilemeyeceği gibi, benzet­mek suretiyle hiç terceme edile­mez. Çünkü benzetme yapılma­dıktan başka, ilmî değeri değişti­rilmiş, bozulmuş, ve Kur'ân'da olmayan şeyler Kur'ân'a katılmış olur.

Gerçi Kur’an’da manası bulunmayacak hiç bir kelime yoktur. Fakat manası pek derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok manaların yığıldığı ve bazı ifadelerin hepsinin de, doğru olmak üzere çeşitli yönlerin ve ihtimallerin toplandığı yerler de çoktur ki bunlar, tefsir ve tevile bağlıdır. Bazılarını, doğrudan doğruya tercüme etmek mümkün olsa bile, hepsini bütün yönleriyle tercümeye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları aynen almak veya edebi anlamı feda edilerek, tevil ve tefsir tarzında ifade etmek gerekir. Bu bakımdan Kur’an’ı anlamakta yalnız dil bilgisi yeterli olmaz. Sahibinden rivayete veya olayların gelişimine bağlıdır. Onun için bazan bir olay karşısında Kur’an’ın ayetlerinden o zamana kadar hissetmediğiniz bir mana anlarsınız. Ve o anda o ayet, o olay için inmiş sanırsınız ki bu da Kur’an’ın şaşılacak taraflarındandır. Tercümede bunlar kuşatılamayacağından kaybolur gider.

Şimdi insafla düşünelim. Bu şartlar altında Kur’an’ı tercüme ettim veya ederim diyenler, yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur’an’ı cidden anlamak ve incelemek isteyenlerin onu usulüyle Arapça yolundan ve rivayet edilip gelen tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zorunludur. Kur’an’ın falan tercümesinde şöyle demiş diyerek hüküm çıkarmaya ve mesele tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu imanı olanlar yapmaz, kendini bilen insaf sahipleri de yapmaz. Kur’an’dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Bununla birlikte, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun; harekesiyle bile doğru dürüst okuyamadığı halde, onun hüküm ve anlamlarından ictihad etmeye kalkışıyorlar.

Öylelerini görüyoruz ki, Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin yorumları karışmıştır diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı incelemiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki okuduğu tercümeye alim müfessirlerin yorumu değilse cahil mütercimin görüş ve yorumu, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki Kuran tercümesi demekle yetinmiyor da “Türkçe Kur’an” demeye kadar gidiyor.
Devamını Oku »

Hz.Muaviye'nin Yezidi Veliahd Yapması Hakkında

Hz.Muaviye'nin Yezidi Veliahd Yapması Hakkında

Hz.Muaviye’nin, oğlu Yezid’iveliahd yapmasında bu durum bahis konusudur. Fakat Muaviye’nin hareket tarzı, ancak halkın bu hususta kendisine muvafakat etmeleri hali ile beraber bu konuda bir hüccet olmuştur. Lâkin başkasını değil de oğlu Yezid’in veliahdı iğini tercih etmeye Muaviye’yi sevkeden sebep sadece, o zaman meseleleri halletme ve karara bağlama yetkisine sahip olan Emevîlerin Yezid üzerinde ittifak etmeleri suretiyle halkın bir araya gelmelerini ve arzularını birleştirmelerini temin etmekten ibaretti.

Zira Kureyş’in, bütün müslümanların ve bunların içinden galebe çalanların asabesi ve özü olarak, Emevîler, o vakit ondan başkasının halife olmasına razı olmazlardı. Bu sebeple Muaviye, bu makama daha lâyık oldukları zannedilenleri bir yana bırakarak Yezid’i tercih etti. Şâri nazarında önemli bir husus olan “ittifakı temin etme ve değişik arzulan bir noktada toplama” konusunu hırsla istediğinden daha lâyık olandan vazgeçerek lâyık olanı veliahdlığa tayin etti. Muaviye hakkında bundan başka bir şey düşünülemez. Adâleti, dürüstlüğü ve sahabeden oluşu, başka türlü hareket etmesine mânidir. İleri gelen sahabenin bu hadiseye şahit olmaları ve onun karşısında sükut etmeleri, onda herhangi şüpheli bir durumun bulunmadığının delilidir Zira ashap, haksızlık karşısında susacak kimselerden değillerdi, Muaviye de, izzetine ve azametine bakıp da hakkı kabri etmiyenlerden değildi. Bunların tümü de çok yüce insanlardır, böyle şeylere tenezzül etmezler Bunu yapmalarına adaletleri ve dürüstlükleri mânidir.

Abdullah b. Ömer'in halifeliği kabulden kaçınması, ister mubah ister mahzurlu işlerden olsun. Herhangi bir şeye girişme konusunda gösterdiği verâ ve takvası ile yorumlanır.. Nitekim onun böyle davrandığı bilinmektedir. Yezid’ın hilafeti konusunda cumhurun ittifak etmiş olduğu o çağda, İbn Zübeyr’den başka muhalif kalmamıştı. Muhalifin nâdir oluşunun hükmü de malum bulunmaktadır. (Nâdir şeyler şâzdır, yok hükmündedir).

Sonra bunun benzeri olan durumlar Muaviye’den sonra gelen ve hak olanı araştırarak onunla amel eden Emevîlerden Abdülmelik ve Süleyman, Abbasîlerden Seffah, Mansur ve Harun Reşid ve bunların emsali olan zevat zamanında da vukua gelmiştir. Bu gibi şahısların adâletleri, dürüstlükleri, müslümanlar hakkındaki görüşlerinın gizliliği ve onlara bakış açıları malum bulunmaktadır.

İbn Haldun,Mukaddime,cild:1

Devamını Oku »

Siyaset ve Mülk

Siyaset ve Mülk

...Siyaset ve mülk, halk için (İlahî) bir kefalettir, Allah’ın kullardaki hilafetidir. Bu kefalet ve hilafetin maksadı ise, insanlar arasında ilahi ahkâmın icrâ ve tatbik edilmesidir. Şer‘î hükümlerin de şahitlik ettiği gibi Allah’ın halkı ve kullarıyla ilgili hükümleri ise, sırf hayırdır, (ferdî ve İçtimaî menfaat ve) maslahatlara riayet etmekten başka bir şey değildir. Şer kanunları ise Allah Tealâ’nın takdirine ve kudretine muhalif olarak sadece cehaletten ve şeytandan gelmektedir. Çünkü şerrin de hayrın da faili ve takdir edicisi O’dur. Zira ondan başka fail yoktur. İmdi bir kimse için, kudreti tekeffül eden asabiyet husule gelir ve o kimse halk arasında Allah’ın ahkâmını tenfize münasip düşen hayırlı hasletlerin kendisinden zuhur etmesini itiyat edinirse, artık o kimse, insanlar içinde (Allah’ın) halifesi ve halkın kefili olmaya hazırlanmıştır. Bu delil bu hususta birincisinden daha sağlamdır, mesnedi de daha sağlıklıdır.

Verilen izahattan açıkça anlaşılmaktadır ki, iyi hasletler, asabiyet mevcut dan şahıslarda mülkün de (bilkuvve) mevcut olduğuna şahittik eder. Asabiyet sahiplerine, bir çok bölgelere ve milletlere galebe çalıp onlara boyun eğdiren kimselere baktığımız zaman görürüz ki, hayır hususunda yarışmakta ve hayırlı hasletler olan mertlik kusurları bağışlama, gücü olmayanlara katlanma, misafirperverlik, çaresizleri gözetme, yoksulları kayırma, zorlukları sabırla karşılama, ahde vefa etme, namus ve haysiyeti korumak için harcama, şeriate hürmet etme, şeriati temsil eden ulemaya saygı gösterme, yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda bu alimlerin onlar için tesbit ettikleri sınırlarda durma, bunlara hüsnüzanda bulunma, dindar kimselere inanma ve onları mübarek bilme, dualarına rağbet etme, büyüklerden ve yaşlılardan haya etme, bunlara saygı gösterip yüceltme hem Hakk’a hem halka davet edene boyun eğme, işlerini bizzat göremeyen biçarelere şefkat gösterip durumlarını düzeltmek için parçalanmak, Hakk’a itaat etmek, zavallılara karşı alçak gönüllü davranmak, darda kalıp imdat isteyenlerin çağrılarına kulak vermek, şer‘î hükümlere uyup ibadetleri ifa etmek suretiyle dindar bir hayat yaşamak bunların eda edilmelerinin sebeb ve şartları üzerinde durmak, gaddarlıktan, hilekârlıktan kalleşlik yaparak ahdi bozmaktan ve benzeri şeylerden kaçınmak gibi hususlarda birbiriyle yarışmaktadırlar.

Demek ki, siyasetle alâkalı olan bahiskonusu huy ve meziyetler onlarda mevcuttur,husule gelen bu gibi hasletler sebebiyle, hâkimiyetleri altında bulunanları veya umumi olarak herkesi idare etmeyi ve siyasetçi olmayı hak etmişlerdir. Bu, galebelerine ve asabiyetlerine münasip olmak üzere Allah Taâlâ’nın onlara şevketmiş olduğu bir hayırdır. Yoksa bu gibi hasletler, gelişi güzel onlara verilmiş ve abes olarak onlardan vücuda gelmiş değildir. Asebiyetlerine uygun düşen hayırların ve makamların en münasibi mülktür. İşte bunun neticesinde, Allah’ın onlara mülk verdiğini ilan ettiğini ve bunu kendilerine sevkettiğini anlamış oluruz.
Bunun tersi de böyledir.

Bir milletin sahip olduğu mülkün inkiraza uğrayacağı ve harap olacağı yolunda Allah’tan izin çıktığı vakit, Hakk Taâlâ sözkonusu mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya, rezalet nevinden olan işleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevkeder. Böylece kendilerinde var olan siyasetin faziletleri tamamen kaybolur. Mülk ellerinden çıkıp başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilmeye (rezaletler ise bilakis artmaya) devam eder durur. Bu durum, Allah’ın onlara vermiş olduğu mülkün ve ellerine teslim ettiği hayırların, kendilerinden soyup geri alması konusunda acı ve kara bir haberdir. “Bir kasabayı mahvetmek istediğimiz vakit, orada lüks ve refah içinde yaşayanlara emrederiz, onlar da bunun üzerinde orada fısk u fücur ile meşgul olurlar. Bu suretle mahvolmayı hakettiğinden orasını hâk ile yeksan ederiz” (îsra, 17/16). Anlattıklarımızı gözönünde tutarak eski milletler üzerinde bir inceleme ve arattırma yapınız. Anlattığımız ve tarif ettiğimiz cinsten pek çok örnekler bulacaksınız. “Dilediğini ve istediğini yaratan Allah’tır” (Kasas, 28/68).

İbn Haldun - Mukaddime,cild:1 (çev:Süleyman Uludağ)







Devamını Oku »