Bir Kıssa

Bir Kıssa

Eban bin İyaş Hazretleri anlatıyor;

Hasan Basri da Ashab-ı Kiram'dan Enes bin Malik'in yanından çıkıp giderken dört zencinin bir cenazeyi götürdüğünü gördüm. Hiç cemaati olmamasına hayret edip üzülerek onları takip ettim, Musallaya varınca cenaze namazı için imam olmamı istediler. Namazı kıldırdım ve onlara cenazenin kim olduğunu sordum. Orada bulunan bir kadını işaret ederek:

"Bizi şu kadın kiraladı, getirtti!" dediler.

Defnettikten sonra o kadın sevinç içinde gülerek kalktı, gitti. Merak edip arkasından yetiştim:

"Cenaze kimindi ve niçin güldün?" diye sıkıştırdım.

Mecbur kalıp anlattı:

"Bu benim oğlumdur, dünyada işlemedik günah bırakmadı. Nihayet üç gün kadar hastalık çekip yattı ve bana vasiyet edip dedi ki:

'Anneciğim, ben son nefesimi verince komşulara ve kimseye haber verme ki sevinirler ve cenazeme gelmezler. Seni biraz daha üzerler. Yalnız şu yüzüğüm üzerine kelime-i şehadet yazdırıp kefenimin içine koy! Umarım ki af ve mağfirete uğrarım. Ayağınla yüzüme basarak, işte Rabbine âsi olanın cezası budur, de! Bir de beni defnettikten sonra iki elini göğe kaldır da; Yarabbi, ben bu oğlumdan razıyım, sen de razı ol diye dua et!'

Ben bu vasiyeti yerine getirip dua ederken oğlum yukarıda açıkça göründü ve gayet anlaşılacak bir dille;

Annecim,gözün aydın ! Ben rahmeti sonsuz ve asilere keremi daha çok olan Rabbimin huzuruna affedilerek geldim.'dedi
Onun için güldüm.
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

İbn Ebu'l-Havarî Hazretleri anlatıyor:

Bir gün Ebu Süleyman Dâranı Hazretlerinin huzuruna var­dım. Gördüm ki pek çok ağlıyorlar, şaştım ve sebebini sordum.

Dediler ki:

"Ya Ebu'l-Havârî, gece karanlığı bütün ufku kaplayıp gafil gözler tecelli nurundan kapandığı (uyuduğu) ve her dost dostuy­la yalnız kalarak vuslat neşesine daldığı zaman muhabbet ehli­nin tam bir incelik ve hassasiyetle azaları yumuşar, hasret göz­yaşları yüzlerine akmaya, çenelerinden damlamaya başlar. İşte o vakitte Cenab-ı Hak Hazretleri Cebrail'e iltifat eyleyip buyur ki:

'Ey Sidre'nin simurgu, yeryüzünde kim benim sözümle tatlanır, zikrimle rahatlarsa ben onların odalarındaki hasretli hallerini bilirim, âşıkça inlemelerini işitirim. Doğruca içlerine in ve onlara de ki: Ey âşıklar, siz sevdiğini üzen bir sevgili gördünüz mü? Hiçbir dost dostuna azap eder mi? Karanlık gecelerde bârgâh-ı sübhânîsine sığınanları azarlayıp suçlar mı? Bu Cenab-ı Hakk'ın şanına yakışır mı? Ben ulûhiyetime kasem ederim ki, onlar yevm-i kıyamette huzuruma geldiklerinde vech-i kerîmimden yetmiş bin perdeyi kaldırarak arz-ı cemâl ederim.'

Artık ben nasıl ağlamayayım?"
Devamını Oku »

Evliyayı Sevmek

Evliyayı Sevmek


Evliya Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabıyla konuşur, kitapla söyler- Kitabın mânası onlarla anlaşılır ve gerçekleşir; onlar kitapla bilinir. Kitabın hükmü onlarla kaim ve bâkidir. İnsanlar dünyanın dış yüzündeki süsüne, onlarsa hakikatlerine bakarlar İnsanlar bu dünyayı gördüklerinde, onlar dünyanın geleceğinde müşahede ederler. Onlar dünyada kendilerini helâk edecek şeyi helâk ederler ve kendilerini kısa sürede terk eden mâsiva metaını terk ederler. Onların zikirleri susmak, sevinçleri hüzündür Onlar dünyanın kendilerine yüz döndürecek hâllerinden yüz çevirirler. Hak yönünün gayrısından yüz gösteren eşyayı görmezden gelirler. Dünyanın metaı onların indinde eskimiştir, mamurluğu harap olmuştur, tamir etmezler. Dünyanın akıl alıcı sevgililerin den gönülleri alaka kesmiştir.

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir) - Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Kulun Allah-u Teala'dan Razı Olması



Kulun Allah-u Teala'dan Razı Olması

Hâris el-Muhâsibî’ye mrızâdan sorulduğunda o şöyle cevaplamıştır: “Al­lah’ın hükmünde âdil olduğunu ve hiç bir hükmünde ithâm edilemeyeceği­ni kulun bilmesidir.” “Rızânın kaynağı neredendir?” denildiğinde o: “Allah hakkında hüsn-i zanda bulunmak ve O'nun, hükmünde zulümden beri olduğunu bilmektir.'’ demiştir. Bunu biraz daha açıklaması istendiğinde o şöyle devam etmiştir: “Allah Teâlâ’nın, yarattıklarının hayrına olacağını bildiği şeylerin gerçekleşmesini dilediğini, külfet olan ne varsa hepsini kul­lan için imtihan vesilesi kıldığını; akıllar basiretleriyle gördüğünde, kalpler yakînen idrâk ettiğinde, nefisler bilip ilimler de şâhidlik ettiğinde; kalpler bilir ki Hak Teâlâ birdir ve âdildir, O’nun misli yoktur. Böylece tüm âzâlar, hükmünde âdil olduğunu ve asla itham olunamayacağını bildikleri Hakk’a karşı gelmeyi bırakır.”



Haris el-Muhâsibîye: “Rızâ nedir?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kalbin acı bir hükümde dahî sürür duymasıdır. Rızânın zıddı ise kızmak­tır, bu da kalbin olan bitenden bezginlik ve hoşnutsuzluk duyması ve mâ­lik olma hususunda rağbetinin çokluğudur. Kul, Allah Teâlâ’nın kendisini hakkındaki hükmünün yükünü O'nun kendisini görüp gözettiğini bildiği zaman (rızâyla) yüklenir; çünkü bilir ki Allah Teâlâ musibet ânında kulun kendisine ne denli muhtaç olduğunu görür ve rahmetini ona ulaştırır”



Hâris el-Muhâsibîye: “Râzı olan kimse, rızâsında sebât etmesini sağ­layacak ve rızâsının kadrini arttıracak bir hâle muhtaç mıdır?" diye sorul­duğunda o şöyle cevap verdi; "Evet. Rızâsını kaybetme korkusu ve Allah Teâlâ ya şükretmedeki taksirini bilmek, kişinin rızâda sebât hâlini kalıcı kılar ve Allah dan râzı oluşunun kadrini arttırır.



Huldi anlatıyor: Cüneyd’den rivayet edildiğine göre, Serî es-Sekatî’nin şöyle dediğini işittim: Yaşı genç, güzel yüzlü birisi benim yanımda durdu ve “Ey Üstadî Kul, Allah Teâlâ'nın kendisinden razı olduğunu bilebilir mi?” diye sordu. Ben: “Hayır, bilemez.” dedim. O ise şöyle dedi: “Evet, bilebilir,”

Ben: “Nereden bilebilir?” dedim. O şöyle cevap verdi: “Allah Teâlâ sevdiği ve râzı olduğu şeylere beni muvaffak kılar, çirkin gördüğü ve kızdığı şeyler­den de beni uzak tutarsa, o zaman Allah’ın benden râzı olduğunu bilirim.”



Yahyâ b. Muâz der ki: “Kim müdebbir olarak Allah’tan râzı olursa, Al­lah’ın her hükmü onu sevindirir.” Aynı şekilde der ki: “Yasaklar (mem-nû‘lar) hususunda Allah’tan râzı (memnun) olmayan kimse, ihsanlarda mâsiyetten kurtulamaz.”



(Ebû Hüseyin) en-Nûrî, Allah Teâlâ’nın “Kim Allaha iman ederse Allah onun kalbine hidâyet verir. "âyeti hakkında “teslimiyet ve rızâ”açıklamasında bulunmuştur.



Ebû Süleyman ed-Dârânî der ki; “Umarım ki rızânın bir kısmıyla rızıklanmışımdır. Zîrâ eğer Allah Teâlâ beni ateşe koysa ben buna râzı olurum.” Ona, falan kimsenin: “Allah’ım, ben senden razıyım, sen de benden râzı ol”! dediği söylendiğinde o şöyle demiştir: “Gerçekten râzı olsaydı ‘Al­lah’ım benden râzı öl!’ demezdi.” Sonra şöyle ekledi: “Ey bütün noksanlardan beri olan Allah’ım! Kul, Rabbine ‘Ben senden râzıyım.’ demeyi hak etmiyor!”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hamd ve Şükür



Hmad ve Şükür

Hâris el-Muhâsibî’ye şükürden şükürden soruldu: “Nedir şükrün mâhi­yeti? Mânası nedir?” Şöyle cevap verdi Muhâsibî: “Nimetin yalnızca Allah Teâlâ'dan olduğunu bilmendir. Semâvât ve arz ehli mahlûkâta ihsan edil­miş hangi nimet var ise hepsinin başlangıcı Allah a aittir. Bunu böylece bi­lirsin ki Allah Teâlâ'nın hem senin hem başkalarının üzerindeki nimetlerini tanımakla O'na şükreden bir kul olasın.”



Bazıları şöyle demiştir: “Şükür, nimetlerin Allah’tan olduğunu dil ile ikrâr etmen ve Allah Teâlâ’nın o nimetleri yaratan ve hiç kimse hak etme­mişken o nimetlerle rızıklandıran olduğunu kalbinle tasdik etmendir. Kul­landığın vasıta ve sebepler ise Allah Teâlâ’ya taatte hazırlayıcı unsurlardır.”



Hâris el-Muhâsibî’ye (yine) “Şükür üzerine şükür gerekir mi?” diye suâl ettiler: O da şöyle cevap verdi: “Evet gerekir. Kul, Allah’ın kendisini şükre muvaffak kıldığım gördüğü zaman bu şükür için Allah’a kalben şükreder, sonra bu şükür kalbinden taşar da dilinden hamd kelimeleri dökülür.” İşte budur şükrün şükrü. Kula, şükürde bir nihayet yoktur bilakis her bir şük­rün şükrü gerekir. Şükrün gâyesi Allah Teâlâ’nın sana ihsân ettiği nimetle­rin bir nebzesinin yanında dahî ne kadar şükretsen az görmektir.



Denildi ki: Şükreden şükrünü nasıl artırır? Buna şöyle cevap verdi: “Şükrün endazesinin olmadığını bilmekle.” Şöyle devam etti: “Ne kadar şükredebiliyorsa külliyyen Mevlâ’nın ihsanı olduğunu; şükür niyetiyle tüm yaratılmışların takati nisbetindesâlih amelle gelse bunun da âzalarının takat getiremeyeceği, aklının almayacağı ölçüde şükür gerektireceğini bilmektir. Bu sebeple, şükreden ne kadar şükretse âz görür.



Haris el-Muhâsibiye şükrün alâmetleri soruldu. O da: “(Nimetlerdeki) artma” cevabını verdi. “Buna delilin nedir?” denildiğinde de: Allah Teâlâ’nın şu âyetidir dedi: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım.”



Hamd kavramına gelince, onun iki mânası vardır: îlkmânası şükretme,

İkincisi de mahmûd (övülmüş) olana kendisine lâyık olduğu gibi senâ et­mektir. Filan kimsenin durumunu övgüye lâyık buldum denilir. Bundan dolayı din ve dünya işlerinin ıslahı, şükür ve edepledir derler ki burda şükür (teşekkür etme) seninle mahlukât arasındaki durumdur.



Şükredenler üç gruptur: 1. Allah Teâlâ’nın sevabını arzulayarak O’na şükredenler. 2. O’nun azabından korkarak O’na şükredenler. 3. O’na senâda bulunmaktan lezzet alarak şükredenlerdir.



Bir kısım kimseler de demişlerdir ki; “Şükrün hakikati, Allah’a şükretmede aciz kaldığını itiraf etmektir.” Nitekim bu mânada şair demiştir:



‘’Değil mi ki Allah’ın nimetine şükretmek bizâtihî nimettir

öyleyse şükrümün şükrü gerektir.

Günler uzayıp gitse, ömre ömür eklense

şükre muvaffak olmak ancak Rabbin fazlı iledir.’’



İbnMesud (Allah rahmet eylesin) der ki: “Kıyamet günü insanlar üç divanda haşr olunun 1. İyilikler divanı. 2. Kötülükler divanı. 3. Nimetler  divanı. İyilikler nimetlerle karşılaştırılır. Ne kadar iyilik sayılsa illâ ki mukâbilinde bir nimet bulunur. Sonunda (iyilikler tükenip) nimetler iyilikleri kuşatıncaya kadar bu böylece sürer. Geriye kalan günahların da Allah dile­diğini siler.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Sıdk (Doğruluk)

Sıdk (Doğruluk)

Sıdkın mânasına gelince, bir tâife şöyle demiştir “Sıdk, maksada ulaş­mada gayreti sonuna kadar sarf etmektir.”

Diğerleri ise şöyle demişlerdir:

“Sıdk, varılmak istenen maksada ulaşmak için mevcut olan (her şeyi) sarf etmektir."

“Sıdk, Hakk’ı tanımak ve halktan uzaklaşmaktır."

“Sıdk, zorluk ve ihtiyaç esnasında bütün gücü itaate sarf etmektir.

“Sıdk, Allah sözünü, ruh ve nefsin murâkabesine uğramaksızın, Allah  ile söylemektir.”

“Sıdk; sırrı fâş edecek bir şeye karışmaksızın söz ve fiilin bir olmasıdır."

“Sâdık bir kimse sıdkın hakikatlerini nefsi için istemesi gerekir." diyen birisine: “Nefsin maruz kaldığı fetret nedir?” diye sorulduğunda şöyle ce­vap vermiştir “Nefislerin icabet ettiği hevânın isteklerine maruz kalmasıdır. Böylece nefisler gayret ve zorluk ruhunu terk ederek fetrete düşerler.”

Haris el'Muhâsibî’ye fetretin artmasının nereden kaynaklandığı sorul­duğunda: “Allah’dan olan lütufların ve nimetlerin azalmasından" diye cevap vermiştir. İnsanın bu duruma nereden düştüğü sorulduğunda “İnayetin azlığı ve gevşekliğin çokluğundan” demiştir, insanın bu duruma nereden  maruz kaldığı sorulduğunda ise: “Kalbi düşüncelerin dünyevi meşgaleler ile meşgul olması ve ruhsatlara sarılma neticesinde insan fetrete meyleder ve bu durumu da gaflet hâli takip eder", diye cevap vermiştir. Ardından bu hâli kalbin bileceği alâmetlerin olup olmadığı sorulduğunda: “Evet” ceva­bını vererek şöyle devam, etmiştir: “Bunun ilk aşaması tembelliktir. Eğer  insanı riâyet hâli hâkim olursa tembelliği zail olur, bu hâl (riâyet) onda hâkim olmazsa tembelliği artar ve nihayetinde onda itaatten uzaklaşma meydana gelir.”

Bazı kimseler sıdkın sözlerde, amellerde (fiilde) ve hâllerde olduğunu söylemişlerdir.

Ameldeki sıdk; amellerin sözlere uygun olmasıdır, sözdeki sıdk, söz­lerin hâllere uygun olmasıdır. Ahvâldeki sıdk ise, bunun (İlâhî) sırlardaki s sıdka uygun olmasıdır, İlâhî sırlardaki sıdk da, her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ’nın muradına muvafık olmaktır.

Hâris el-Muhâsibî de şöyle der: “Sıdk, ilk olarak niyette, sonra dilde, daha sonra da amelde olur. Niyetteki sıdk, sadece Allah’ı murâd ederek cezalandırma korkusu ve sevap alma ümidinin kalpte zuhur etmesidir. Dildeki sıdk ise, ifade etmede zayıf kalarak geri kalsa bile bir şey söylemek için niyetlendiğinde, Hak tarafından bir şâhidin onunla birlikte olduğunu bilmesidir. Ameldeki sıdk ise, amel yapmak için azmedilen şeye hücum edilmesi ve böylece amelin hırs ve hevesle tamamlanması, engellerin aşıl­masıdır.”

Hâris el'Muhâsibiye, sıdkın nereden kaynaklandığı sorulmuş? : “Al­lah’ın işiten ve gören olduğunu ve ancak Allah’ın kendisini görüp işitti­ği bilincinde olan kişiye inanılabileceğini bilmekten; cezalandırmaya da mükâfatlandırmaya da ancak O’nun kâdir olduğunu ve kişiyi [cezadan] ancak sıdkın kurtaracağını bilmekten. Kul da böylece sâlih amellerini artı­rır. Çünkü Allah Teâlâ kitabında buyuruyor ki: “Allah'ın hükmüne sadakat gösterselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu’’Sıdk, kalpte müşahâde yakınlıgi ve murâkabe hürmetiyle Allah’ı bilmeye (mârdet) muvâfik olduğunda, bundan dolayı kalpten vücudun diğer;uzuvlarına nur yayılır ve her bir uzuv bu nurdânpâyını eşit miktarda alır” ,

Haris el-Muhâsibîye, sıdkın alâmeti sorulduğunda şöyle cevap vermiş­tir; “Sıdk, kişinin kalbinin salâhı için halk nezdindeki tüm itibarını kay­betse dahî aldırış etmemesi, azıcık da olsa iyi amelini kimsenin görmesini istememesi, kötü amelinin halk tarafından bilinmesinden de hoşnutsuzluk  duymamasıdır. Zira bundan hoşnutsuzluk duyması halk arasında itibarının artmasını arzuladığının delili olur. Bu ise sâdıkların ahlâkından değildir.0

Sehl: “Kul sâdık olduğunda kalbi Allah’ın arşı, sadrı da kürsisi olur Sâdık olmadığında ise, kalbi Iblis’in arşı, sadrı da onun kürsüsü olur.” demiştir.

Bu konuda söz söyleyenlerden İbrahim b.Şeybân şöyle demiştir: “Kulun sırrı ile aleni (zahirî) olan şeyleri eşit olduğunda adalet, sırrı alenî olan şeylerden fazla olduğunda sıdk, zahirî olan şeyler sırrı olan şeylerden fazla olduğunda nifak olur.”

Yûsuf b. Esbât: “Allah Teâlâya karşı sıdk üzere bulunarak bir gece amel etmem, Allah yolunda iki kılıçla vuruşmadan bana daha sevimlidir.’’ dem iştir.

Birisi: “Daimî olan farzı eda etmeyen kimsenin muvakkat farzları da ka­bul edilmez.” dediğinde, daimî farzın ne olduğu sorulmuş; o da; “Sıdk” ce­vabını vermiştir.

Bazı kimselere sıdkdan sorulduğunda: “(Allah Teâlâ nın ahdine) vefa etmektir.” Demişlerdi.Nitekim“O şahıslar ki Allah ile yaptıkları muahedeye sâdık kalırlar.’’âyeti bunu ifâde etmektedir. .



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Sevgi,Muhabbet'in Manası ve Sevenlerin Halleri



İbn Furek

Haris el-Muhâsibiye muhabbetullaha ulaşmanın yolu suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Allah’a iman eden her mü’min muhakkak O’nu sever ve onun  muhabbeti de imam kadardır.” Yine ona: “Mü’minler muhabbeti ne ile artı­rırlar ve öncelikleri nedir?” denildiğinde o şöyle söylemiştir: “Kalbin; Allah’ın nimetlerini, lütfunu, İyiliğini, yardımlarını, fazlını, O’nun ayıpları örten ol­duğunu ve başlangıçta (bidayetinde) amelsiz mukaddes nimetlerini zikretme­sidir ki, işte o zaman muhabbeti hak etmiş oluruz. Görmez misin Hz. Peygamber (s.a.) ne buyuruyor “Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Allah'ın size hibe ettiği sevgi nimetiyle Onu seviniz’’



İşte bunlar muhabbetin öncelikleri ve başlangıcıdır. Sonra kalbe Allah’ı zikir tâlimi ve iman ve kalb bilgisini ihtiyarla muhabbet artar. Bundan Al­lah için muhabbet doğar ve kalpler Allah’ın emirlerini yerine getirmeye, O’na tâate yol bulur, yol gösterir, çağırır.



“Allah için sevenlerin muhabbette farklılıkları nasıl olur?” denildiğinde el-Muhâsibî şöyle cevap vermiştir: “Allah için sevenlerin muhabbeti O’nu önemsemeleri miktarınca, Allah’a olan mârifetin çokluğuna ve (muhabbe­ti) isteklerdeki sıdk, rağbet ettirdiği şeylerdeki rağbetin kuvvetine göredir.Böylece her türlü mahbûba karşı muhabbetullah tercih edilir, isteklere ve temennilere karşı sabredilir.”



Bazı kimselere muhabbetin hakikatinden sorulduğunda onlar şöyle de­mişlerdir: “Muhabbetin hakikati şaşkın bir kalp ile devamlı meyildir”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati; kişinin, sahip olduğu her şey pahasına sevgiliyi tercih etmesidir.



Bazı kimseler şöyle demiştir: Muhabbetin hakikati gerek huzurunda, ge­rekse gıyâbında sevgiliye muvafakat etmektir.



Başkaları da şöyle demiştir: “Muhabbet sevenin kendi sıfatlarım yok edip sevgilinin zâtını tercih etmesidir. ”



Bazıları, muhabbet, onu tamamlayan iffet çıkıp uzaklaştığı zaman tü­ketmektir, demişlerdir



Başka kimseler ise, muhabbet, mahbûba olan kalplerdeki halâvettir, de­mişlerdir.



Bazıları şöyle demişlerdir: “Muhabbet, sevenin sevdiklerini bırakarak mahbûbunun sevdiği şeyleri tercih etmektir.”



Bazı kimselere hubbdan (sevgiden) suâl edildiğinde şöyle demişlerdin “Gizlidir görülmez, zâhirdir gizlenmez, karanlık bir odada gizlenen ateş gibi­dir. Eğer ateşi yakarsan ateş yanar, terk ettiğinde ise ateş gizlenir.”



Cüneyd e muhabbetin hakikatinden suâl ettiklerinde o şöyle demiştir: “Allah’ın dışındakilere (mâsivâ) karşı tercihin doğruluğudur.”



Bazıları ise şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati, arzulara karşı Hakk ı tercih etmektir.”



Hâris el-Muhâsibî’ye muhabbetten suâl ettiklerinde, O: “Muhabbet Rabbin muradına kalbin muvafakat etmesidir.” demiştir. Kalbin muvafakat etmesinin ne olduğu sorulmuş, O ise şöyle cevap vermiştir: “(Amellerin) Allah’ın (iradesine) muvafık olmasıdır. Bu durumda o Allah Teâlanın sev­diği şeyleri sever, çirkin gördüklerini de çirkin görür.” Tekrar Ona: “Allah için seven kimsenin muamelelerinde kalbinde galip olan şey nedir?” diye sorulmuş, O şöyle cevaplamıştır: “Allah dışında Allah’a karşı hiçbir şeyi ter­cih etmez. O’na olan münacatına, zikirden almış olduğu lezzetine ve din­lenmeden çokça uykusuz kalmaya devam eder.”



Havvâs’a muhabbettin hakikatinden suâl edildiğinde o şöyle demiştin “Muhabbet, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır.”'.

Cüneyd e muhabbet sorulduğunda o şöyle demiştir: “Sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesidir. Bununla şu kudsi hadise işaret etmişlerdir: “Bir kere de sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli oluruz.’’



Bazıları der ki: “Muhabbet ve hubb kelimeleri bir mânada iki isimdirler.

Hubb da habîb de birdir.”



Bazı kimseler şöyle demişlerdir: “Hubb, meveddet (sevme) sıfatların­dan bir isimdir. Çünkü Araplar, dişlerdeki beyazlığın saflığını ve dişlerin tazeliğini ifade etmek için “habebu'l-esnân” (dişlerin parlaklığı) Hubâb ise, şiddetli yağmur sebebiyle su yüzeyinde görünen kabarcıklara, hibâb ise te­miz, beyaz bir tanedir.”



Bazıları şöyle demiştir:’’Hubb’kelimesi(Hubâb) kelimesin­den alınmıştır. (Yani muhabbet, “suyun büyük kısmı” mânasına gelen “hubâbül-mâ‘” kökünden türemiştir.) Çünkü su tanecikleri suyun büyük kısmını oluşturur. Araplar “Hebâbuke en tef alekezâ” ‘şöyle yapman se­nin gayendir’ derler. Sanki bu söz sevenin sevgisi için denilmiştir. Çünkü muhabbet, kalpte olan lüzumlu şeylerin büyük kısmının gayesidir.



Bazı kimselere göre ‘’hub” kelimesinin kökü lüzum ve kendisiyle sabit olan sebat anlamına gelir. Nitekim sabit hâlde deve çöküp kalkmadığı za­man “ahabbe’l-ba'îrihbâben” tabiri kullanılır.



Ebû Muhammed “Ben dedi, o hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sev­dim” âyetinin tevilinde şöyle der: “Hayır sevgisi yüzünden yere bağlandım kaldım da namazımı kaçırdım.”



Bazıları şöyle demektedir:’hubb’kelimesi hareket etmek mânasındaolan “gurt’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü Araplar küpeye (el-Gurt) ‘hub’ diye de isim verirler.



Nitekim şair, “yılan dahî sevgili gibi dinler fısıltısını kulağına küpe gibi mülâzemet eder de” demiştin



Küpeye, hubb isminin verilmesi ya kulağa lâzım olup kulaktan ayrılmadığı için veya kulakta devamlı hareket ettiği içindir.



Bazıları şöyle der: “Muhabbet “habbe” kelimesinin çoğulu “hıbb” ke­limesinden alınmıştır. Kalbin direği ve ayakta tutan şeye “habbetu’l-kaib” denir. Bundan dolayı kalb, diğer azalara göre sevgi mahallinin yeri olduğu için bu adla isimlendirilmiştir.



Bazıları demişlerdir ki: “Hubb”, “hıbbe” kökünden alınmıştır. Hibbe çölde bütün tohumlara denir. Tohum bitkilerin özü olduğu gibi sevgi de hayatın özü olduğu için muhabbete hibb denilmiştir. “Habb” ve “hubb” kelimeleri aynı mânada (Fetha ile de ötre ile de kullanılan) Amr ve Ömer ve Şedde ve Südde kelimeleri gibidir.



Bazıları da şöyle demişlerdir: “Üzerine su testisi konan dört ağaca da “hubb” denir. Şu hâlde muhabbete “hubb” denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her çeşit izzete, zillete, engele ve lütfa katlandığı içindir. Çünkü ken­disi için sevgilisinin (mahbûbunun) rızâ gösterdiği şeylerin haricinde başka şeylere rızâ göstermez.”



Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Muhabbet, su kabı anlamına gelen “hubb”dan alınmıştır. Su kabı içinde olan suyu koruyup kendisini doldu­ran sudan başkası oraya sığmaz. Aynı biçimde kalp de sevgi ile dolunca sev­gilisinden başkası ona sığmaz. Bundan dolayı şöyle denmiştir: Bir kalpte iki sevgi bir araya gelmez. Mahbûbunmurâdı yerine getirildiğinde ona (bunu yapan kimseye) seven denilir.



Bir kısım kimseler şöyle demişlerdir: Mârifet ile muhabbet arasındaki farktan suâl edilince biri şöyle demiştir: “Mârifet, seveni mahbûbuna ulaştı­ran, mahbûba itaat ve onun rızâsınamüvafakatta gayret ve azme sevk eden bir nurdur.’’

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hikmet ve Manası

Hikmet ve Manası

Hikmetin mânasına gelince kimileri bu konuda şöyle demiştir: “Hik­met, ilim ve ameldir.”



Kimileri: “Hikmet Kuranın anlaşılmasıdır.” demiştir.



Bazıları da Allah Teâlanın ‘’Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.’’âyetinite’vil etmek suretiyle hikmetin nü­büvvet (peygamberlik) olduğunu söylemişlerdir.



Aslında fesadın girmesine izin verilmeyen her hüküm hikmettir. Doğru­luk (sıdk), vefa ve ihlâs şartına bağlı Allah için olan her tâat hikmettir. Allahın bütün fiilleri hikmettir. Çünkü Allah’ın bütün fiilleri O’nun murâd ettiği ve bildiği surette meydana gelmiş ve bunlardan her hangi birinin vuku bulması Allah'ın ilmine ve irâdesine aykırı düşmemiştir.



İnsanlardan kimi de şöyle demiştir: “Hikmetin mânası ilmin mânasındadır. Filan hakimdir (hikmet ehlindendir) denildiğinde, bununla o kimsenin âlim ve fiillerini muhkem (sağlam, hikmetli) yapan kişi olduğu kas­tedilir” Yine “Allah daima hakimdir.” denildiğinde daima âlimdir şeklinde anlaşılır. “Muhkem (işlerini sağlam ve hikmetli yapan) mânasında Allah daima hakimdir.” denildiğinde, bu durumda hikmet Allah’ın fiili sıfatla­rından olur.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Riya,Şirk,Kendini Beğenme ve Riya ve Nifak Arasındaki Fark



ay2

Haris el-Muhâsibî’ye riyanın aslının (ne olduğu) sorulduğunda o şöyle ' cevap vermiştir: “Riyânın aslı, dünya sevgisinden kaynaklanır.” Bunu biraz daha açıp delilini açıklaması istendiğinde, el-Muhâsibî: “Evet, açıklaya­yım. Kişi dünyayı sevdiğinde dünyada kalmayı ister. Böylece ehl-i dünya­nın yanında şöhreti ister ve murâdını elde etmek için de insanlar yanında görüşlerinin güzel görünmesini ister.” demiştir. “Riyânın mânası nedir?” diye sorulduğunda: “Yaptığı güzel amele karşılık övülmeyi istemektir.” ce­vabını vermiştir. “Riyakârlık yapanın alâmeti nedir?” diye sorulduğunda ise: “Şu üç haslettir: Topluluk içinde dinç» yalnızken tembel olur ve işleri­nin hepsinde insanlar tarafından övülmesini ister” demiştir.

Bazı kimseler tarafından nifak ve riyâ arasındaki farkın ne olduğu sorul­duğunda el-Muhâsibî şöyle demiştir: “Nifak (iki yüzlülük) kişinin kalben inandığının aksini dille söylemesidir. Nifak kelimesi, tünel mânasına gelen nâfıkat kelimesinden alınmıştır. O da iki kapısı olan aktavşan yuvası gibi­dir, birini kapatsan diğerinden kaçar. Münâfık ta böyledir. Münâfık diliyle (imana) girer, kalbiyle (imandan) çıkar. Yağcılık ise bir tür aldatmadır, bu da münafıklığın sıfatıdır.”

Haris el-Muhâsibî’ye riyâ ve kendini beğenme (ucb) arasındaki farkın ne olduğu sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kendini beğenmenin sıfatı, amel anında nefsine bakıp başarı, marifet ve desteğin Allah’tan geldiği bilgisini unutarak onu çok (güzel amel olduğunu) görmesidir. Bu durumda olan kimse güzel fiiline karşılık insanların kendisini övmesini ister. Buna delil Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesidir. “Huneyn savaşında size yardım etmişi.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. ” Bir şeyin çok olmasını iste­me kendini beğenmeden kaynaklanmaktadır.”

“Kendini beğenme hâli kalpten neyle zâil olur?” diye sorulduğunda o şöy­le demiştir; “Allah Teâlâ'nın ameli sende ortaya çıkarmasının, O’nun sana bir hibesi ve nimeti olduğunu bilmendir. Zîrâ Allah Teâlâ seni amele muvaffak eylemek suretiyle daha özel kılmıştır, senin kendi marifetin ve hak edişinle değil. Bunun Allah’ın nimeti olduğunu bildiğin zaman, nimete karşılık nimet verene şükretmek senin üzerine vacip olur. Böylece O’na hüsn-i zan besleyerek şükrünün kabul etmesini ümit edersin, düşmanın ameline engel olmasından ve ameline fesadın katışmasından korkarsın.”

“Kendini beğenme hâlini nefsten defetme hususunda bizi güçlü kılacak o hâlle ilgili biraz daha söylediklerine ilave edebebilir misin?” denildiğinde Haris el-Muhâsibî: “Evet, anlatayım. Senin olan veya senin olmayıp da beğendiğin şeylerden bana bir şey söyle. Eğer (beğenip yaptığın amel) hakkında bu be­nimdir dersen, gayb ilmini iddia etmiş olursun. Bunun senin olduğunu nasıl biliyorsun çünkü kabul edildiğini bilmiyorsun ve olmuş geçmiş bir engelden de emin değilsin. Eğer benim olmayan bir şeyi beğendim, söylersen, o zaman senin olmayan bir şeyi beğenmek akıl için nasıl caiz olabilir?” demiştir.

Şirke gelince o iki kısma ayrılır: Birincisi: Allah Teâlâ’nın şu âyetinde: “Al­lah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. ” zikrettiği şeydir. Bu da kaderde ve yaratmada Allahla beraber bir ortak olduğuna inanmaktır. Nitekim Kaderiyye ve Mecusiler bu görüştedirler. İkincisi: ibadette ortak koş­maktır. Bu da âyette: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koymasın’’ Allah Teâlâ’nın zikrettiği husustur. Ayrıca Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir hadiste O şöyle buyurmaktadır: “Şirk, ümmetimin içinde zifiri karanlık gecede yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. ”  Buna örnek olarak kişinin bir yandan amelini gizleyip bir yandan da amelini gizlediğinin bilinmesini istemesi verilebilir.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Akıllı Kişi Nefsini Hesaba Çeken ve Ahiret için Çalışandır

Akıllı Kişi Nefsini Hesaba Çeken ve Ahiret için Çalışandır



Hadis-i şerifte buyruldu: "Akıllı kişi nefsini daima hesaba çeken ve ahiret için amel edendir. Aciz kimse de nefsine ve hevasına uymakla Cenab-ı Hak'tan isteklerine ulaştırmasını temenni edendir."

Hasarı Basri Hazretleri şöyle buyurdu: "Mağfiret maksadıyla amel ve ibadet etmekten uzaklaşan kavim, öbür âleme göçtükleri vakit amelsizlik yüzünden azarlandıklarında özür beyan edip derler ki:

'Biz Rabbimize hüsnüzan ettiğimiz için amel işlemedik'.

Onlara denir ki:

'Eğer Hazreti Hakk'a hüsnüzan etmiş olsaydınız, emr ettiği gibi güzel amel de ederdiniz/ Bunun delili şu ayet-i kerimedir;İşte Rabbinize beslediğiniz o zatininiz sizi helake sürükledi, sonunda uğrayanlardan oldunuz." (Fussılet/23)

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir),Ataullah İskenderi
Devamını Oku »