Her Bildiğini Söylemek Cahillik Alametidir

Her Bildiğini Söylemek Cahillik Alametidir

Her bildiğini söylemek de cahillik alâmetidir. Zira âlim olan söylenmesi doğru olanla olmayanı ayırabilseydi, bazısının sonradan inkâr edilmesine, zarar ve fesat doğmasına sebep olacağını anlar, susardı. Çünkü istidatlar farklı olduğundan idrak edilmesinin de farklı olacağı aşikârdır. Birinin idrak edebildiği şey, başkasının havsalasına sığmayabilir ve söylenmesi garipsenip inkâr edilir.

Resulullah Efendimiz(sas) buyurmuştur: "Delinmiş inci gibi yanı fevkalade kıymetli bir ilim vardır ki, onu ancak ârifler bilir. Eğer bu ilmi açıklamış olsalar, hüsran ehli onu inkâr ederler."

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir)-Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Fethi Musuli Hazretleri bir gün etrafında oynayan çocukları seyrediyordu.Bu sırada biri gelip Hazret'e sordu:

''Heva ve heveslerine uyan,nefs ve şehvetlerine esir olanların özellikleri nedir?''

Bu sırada çocukların birinin elinde ekmek,diğer birinde ekmek ve katık vardı. Katıksız olan çocuk öbüründen katık istedi.O da;

''Köprek olursan veririm''dedi. Katık isteyenin boynuna ip bağladı ve arkasından koşturmaya başladı.

Musuli Hazretleri buyurdu:

''İşte nefsani şehvetlerine tabii olanların hali, şu köpek gibi sürünmekte olan çocuğun halinin aynıdır. Zira bu çocuk yalnız ekmeğe kanaat edip katık tamahında bulunmasaydı,bu garip duruma düşer miydi?''

Hikemi Ataiyye Şerhi,8Ahmed Mahir)-Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Fakirlik ve Zenginlik



Fakirlik ve ZenginlikFakirlik ve zenginlik konusuna gelince, Ebû Bekir şöyle der: “Fakirlik üç kısma ayrılır: 1. Mahlûkât olarak Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak. 2. Dünya mallarından mülk ve zenginliklerden herhangi bir şeye sahip olmama mâ­nasında fakirlik. 3. Nefis fakirliği ki Hz. Peygamber (s.a.) bundan Allah’a sığınmıştır.”

Fakirlik ve Zenginlik

Sûfilerin üzerinde konuşup faziletine işaret ettikleri fakirliğe gelince; bu konuda Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre sadık fakirden ve onun cennete zenginlerden beş yüz sene evvel girmeye ne zaman müstahak olacağından sorulduğunda o şöyle demiştin “Eğer bu fakir, amellerini kalp­ten gelerek, Allah için yapıyor ve Allah’ın hududuna riâyet ediyorsa Nite­kim Allah Teâlâ’nın bir âyet-i kerîmede: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.” buyurduğu gibi bu durum, onun için insanlardan ümidin kesilip Allah’a muhtaç olduğunun açık şekilde tezahür ettiği bir durumdur. Fakir kimse, bu vasıflara sahip olduğunda, cennete zenginlerden beş yüzyıl önce girer ve kıyâmet günü bekleme ve hesâb sıkın­tısından kurtulur.”



Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre o şöyle demektedir: “İnsa­nın (hakiki mânada) fakirliği ancak kıyamette ondan daha fakir kimsenin olmayacağını ikrar etmesiyle gerçekleşir.



Zenginlik de fakirlik gibi üç kısma ayrılır: 1, Gönül zenginliği. Bu her­kes tarafından istenilen ve övülen bir durumdur. 2. Mal zenginliği. Bu İh­tilâf konusudur. 3. Allah ile istiğnâ (Allah'tan gayrisinamuhtaç olmama).



Cüneyd-i Bağdadîye: “Allah Teâlaya ihtiyacı olmak (iftikâr) mı yoksa Allah Teâlâ ile istiğna (ihtiyaçsızlık) hâli mi daha mükemmel bir hâldir?” diye sorulunca o şöyle dedi: “Allah’a iftikâr hâli, Allah ile istiğnâ hâlini gerekti­ren bir hâldir. Allah Teâlaya ihtiyacı olma hâli sahih ve doğru olunca Allah  Teâlâ ile istiğnâ kemâle ermiş olur. Şu hâlde “İftikâr mı yoksa gınâ mı daha mükemmeldir?” denilmez. Çünkü bu ikisi, biri diğeri olmadan tamam ol­mayan iki hâldir. Sahih bir iftikârdandır sahih bir gına.”



Yusuf b. Hüseyinpe: “Zenginin alâmetleri nelerdir?” diye suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “O’nun zenginliği dünya için değil, din içindir. Böyle bir zenginin ticareti, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşan kimselerle değil, ka­zancında takva ve iyilikte yardımlaşan kimselerle hakka mani olmayan şekil­de olmalıdır O’nun kalbi, Allah’ı bırakıp malına taalluk etmez. Ne fakirliğin­den hoşnutsuzluk ne mülküne ünsiyet duyar. Zenginliğinde Allah’a muhtaç olduğu gibi fakirliğinde de Allah ile müstağnidir. İşte bu kimse kurtuluşa eren  ve kurtulan kimselerdendir. Hz. Peygamberden gelen bir haberde zikredildiği gibi bu kimse fakirlerden beş yüz yıl sonra cennete girecektir.'



Ömer b. Osman el-Mekkî’ye zenginlikten sorduklarında o şöyle demiş­tir: “İstiğnan zenginlik ile ise, müstağni olabilmek için zenginliğe muhtaç­sın demektir; istiğnân zenginlik ile değil de Allah ile ise, sen zenginlikten de t gaynsmdan da müstağnîsindir.”



Cüneyd-i Bağdâdî der ki: “Hakkın, gınanın hakikatiyle aziz kıldığı ne­fisten ihtiyaçlar ve zâilolur”



FAKİRLİĞİN ZENGİNLİKTEN DAHA ŞEREFLİ OLMASI




Alimler kanaatkar fakirin şükreden zenginden daha şerefli olduğu hak­kında fikir beyan etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, kanaatkar Fakirin şük­reden zenginden hâl olarak daha şerefli olduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

Bir kısım âlim ise, şükreden zenginin kanaatkar ve sabırlı Fakirden hâl olarak daha şerefli, olduğunu söylemiştir. Buna örnek olarak, Hz. Nuh, Hz. İbra­him, Hz. Mûsâ gibi büyük ve faziletli peygamberlerin zengin olduklarını, peygamberlerin azının Fakir olduğunu zikretmişlerdir. Mesela Hz. Nuh’un gemisi, Hz. İbrahim’in koyunları, Hz. Davut*un askerleri, Hz. Musa’nın  hâzineleri ve Hz. Muhammed’in -salevâtullâhi aleyhim (Allah hepsine rah­met eylesin)- Fedek arazisi vardı.



Bazı kimseler: “Zenginliği, (sahip olunduğunda) şükür ve sabır etmeyi gerektiren bir durumun ona nasip edildiği şeklinde (bir anlayışı) bulduk. An­cak fakirlik böyle olsa da, onda sadece sabretmeyi gerekli kılan bir durum  vardır. Bu noktada fakirlik, Allah’ın huzurunda bulunma ve Allah dışındaki şeylerden kalbi boşaltma noktasında zenginlikle ortak yöne sahiptir. Zengin­lik, Allah Teâlâ’nın onunla beraber şükrü gerekli kıldığı fakirlikte olmayan bir durumdur. Şükür, devamlı şükür etmeyi gerektiren bir nimettir. Sultânın emrine me’mûr kılınan elbet daha hayırlıdır kılınmayandan.” demişlerdir.



Bu hususta bir kimse şöyle demiştir: “Bu (tür) zenginlik mülkün sahi­binin (nasip ettiği) kaynaklar ile elde edilir. Çünkü mülkün sahibi ona kul­larına malını infak hususunda tasarruf ve idare yetkisi vermiş, yeryüzünün hazîneleri onun için sevk edilmiş, bunun için (gerekli olan) kaynaklar ona uzatılmıştır. Bîr taife, bu (durum bazen) mülk sahibinin kapı(sında bulunmakla): ikinci taife, bazen mülk sahibinin kaynaklarıyla; üçüncü taife, bazen mülk sahibine köle olmakla; dördüncü taife ise, bazen de vasıflarıyla yücelttiği mülk sahibinin habibi olmakla elde edilir (demişlerdir).



Böylece onu, sâlih ve acizlere yardım edip dini emirlerin hepsinin kema­le erdirdiği güzel yakînin itirafı kaplar. Bu durumda bazen o, temkin deni­zine dalar, bazen de, isteyen fakirlere mülk sahibinin malını tüketme hakkı olduğunu hatırlatır. Bu fakirlere, dini ikame etmek üzere yardım isteme taleplerine karşı cömert olmayı mülk sahibi mübâh kılmıştır. Bu durum­da zenginle fakir, efkâr (fikirlerde), ezkâr(zikirlerde), kurbiyet (yakınlık), ünsiyet (arkadaşlık), muhâdese (konuşma) ve mücâlese (bir arada oturma) hususunda müşterektir. Bu durumdaki kimse efendisiyle beraber olur ve ö, Allah’ın kullan için mallarını kullanma konusunda muhatap kılındığı şeye bakar. Çünkü Allah Teâlâ Nebi sine (s.a.) zenginlikle iyilikte bulunmuştur:



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “ Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? Müfessirler, âyette geçen ‘ğabile” kelimesinin masdarı olan “iL*Jî” kelimesi­nin fakrmânasında olduğunu söylemişlerdir. Allah Hz. Peygamber i (s.a.) Hz. Hatice’nin malıyla zenginleştirmiştir. Zenginlik Allah’ın sıfatlarındandır. Allah’ı fakir olarak isimlendirmek caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ öv­güsü ve fazileti çok olan sıfatlarla vasfedilir.



Çoğu mütekaddimûn ve müteahhirûn âlimlerden oluşan diğer bazı kimseler ise, sabreden fakirin şükreden zenginden hâl itibariyle daha iyi ko­numda olduğunu, diyerek şu âyeti delil getirmişlerdir: “Şeytan, sizi fakirlik ile korkutur. ” Allah Teâlâ bu âyette, şeytanın kulları fakirlikle korkuttu­ğundan haber veriyor ki şeytanın korkutması ancak onun zenginliğe teşvik etmek suretiyle olur, insanın kendisi şeytana uyarak şeytanın Allah'ın kul­larım fakirlikle korkutup zenginliğe teşvik etmesini tasvip etmek istemesi nasıl olur? Zira Allah fakirleri Kur’ândakiâyetlerde övmektedir.“Allahınnasib ettiği bu ganimet mallan o hicret eden fakirlere aittir ki... "  ‘’Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.’’



Zenginleri şu âyetlerde yermektedir: "Kınamaya yol, ancak zengin ol­duktan hâlde gen kalmak için senden izin isteyenleredir.’’ "Nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını sıkıntıya uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar. ‘’ "Ne zayıflar üzerine, ne de hastalar üzerine ve ne de harcayacakları bir şey bulamayanlar üzerine bir günah yoktur."



Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin fakir­leri cennete zenginlerinden beş yüz yıl önce ¡girecektir. ”



Rivayet edilir ki, kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: “Benim seçkin kullarım nerede?” Melekler şöyle den “Ey Rabbimiz! Senin seçkin kulların kimlerdir?” Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Kanaat edenler ve fakirlik hükmü­ne (kaderine) razı olanlardır.” buyurur.



Allah cömertliği cimriliğe karşı faziletli kılmıştır. Şayet zenginlik fakir­likten üstün olsaydı; cimrilik cömertlikten, eli sıkı olmak eli açık olmaktan ve dünyalık bir şeyi yitirmekten müteessir olan kişi, sabredenden daha üs­tün olurdu. Cimrilik, fazla olan bir şeyi vermeyi men etmektir. Cömertlik İse; fâzla olan şeyin (vererek) noksanlaşmasını istemektir.



Allah malından severek vereni övmüş cimrilik yapanı da zemmetmiştir. "Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlartna dolanacaktır.” Aynı şekilde Allah kanaat ehlini de övmüştür: "Yüzsüzlükyapıp kimseden bir şey de isteyemezler.’’ Eğer zenginlik fakirlikten üstün olsaydı, isteyen (dilenci) kanaatkardan, bir şeyi talep eden, (ihtiyacından dolayı) fâzla olan şeyi iste­mekten çekinen iffetli kimseden daha üstün olurdu. Çünkü burada iffetli davranan daha fâziletli olan şeyi terk etmiştir.



İlmin cehalete olan faziletinden dolayı ilmi talep edenin sükût eden­den daha faziletli olduğunu görmüyor musun? Dolayısıyla kim dünyaya ve malına aşırı arzu içerisinde olursa, bu durum onun anlayışına göre daha faziletli olması gerekir.



Kim de mal ve dünyaya rağbet göstermezse (zühd), dünyada onun yerien aşağıdadır. Çünkü o en faziletli olan hususta dünyaya rağbet etmeyi (zühdü) tercih etmiştir. Dünyaya karşı gösterilen hırs zemmedilmiş, zühddeki faziletin övülecek husus olduğunda herkes birleşmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ömer Ibn Hattab’a, “RÂzt olmaz mısın (istemez misin) dünya onların ahret bizim olsun? Onlara dünya hayatında dünyanın güzel­likleri acele olarak (hemen) verilmiştir, ” buyurmuştur. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) çokluk (çok şeye sahip olmayı), zenginliği ve bol nimetler elde etmeyi dünyalık amel, "Ahiret bizim olsun, '’sözüyle de azlığı ve fakirliği ahretlik amel olduğuna hükmetmiştir, işte burada ahretin dünyaya karşı üstünlüğü gibi fakirliğinde zenginliğe üstünlüğü vacip/gerekli oldu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır. "Kim dünyayı severse ahretine zarar verir, kimde ahreti severse dünyasına zarar verir, öyle ise siz bâki olanı fani olana tercih edin.’’





İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Mesele Sinek Değil Hâlâ Anlamadın mı?



Yazmak ne kadar da sık vacip oluyor. Ama yazmak ne kadar da kifayetsiz; yazmamaya ise gönül hiç razı değil. Tam da kıyametin önünde kapkaranlık bir gecenin parçaları gibi fitnelerin/fitnekârların ümmetin üzerine çullandığı şu dar zamanda susmak kalpte bir maraz.

Susan da şeytan-ı ahraz...

Söyleyecek sözü olan ya şimdi sözünü esirgememeli ya da Basra harap olduktan sonra edebiyat parçalamamalı.

An, hakkı haykırmak için en esaslı gereç.
Sonra deme azizim! İnan sonra çok geç.

Vahiy ilk insanla başladı ve ilk peygamber, ilk insan oldu; ilk insan da ilk peygamber. Vahiy ve peygamber bir madalyonun iki yüzü, bir kuşun iki kanadı. Kopmaz, koparılamaz, bölünmez, bölünmesi teklif dahi edilemez. Vahiy ve peygamber Allah’ın beşeriyet hakkındaki muradının iki ayrı ontolojik katmanda ete kemiğe bürünmüş hali. Vahiy, kitap olan peygamber; peygamber ise insan olan kitap…

Her ikisi de Hakk’a ileten hitap.

Lütfen bakınız (İsrâ, 17/9; Şûrâ, 42/52).

Kur’an’a göre peygambere uymanın, Kur’an’a ve Allah’a uyma ile eş değer/anlamlı olduğu delilden vârestedir. Bu gerçek ezeli. Kur’an baştan sona bu anlam örgüsüyle bezeli. “Yalnızca bakan” için değil; yalnızca “baktığını gören” için…

Lütfen (yalnızca) bakmayınız; (…) göremezsiniz.

Vahiy, ilahî hakikatleri; peygamber ise üsve-i hasene oluşuyla vahyi somutlaştırır. Peygamber hayattayken bir “yol” inşa eder. “Yol Allah’ın yoludur” elbet. Fakat Allah Kur’an’da sayısız ayette (Bakara 2/154;…) “yol” kavramını bazen “سَبٖيلِ اللٰهِ” (sebîlullâh) ifadesiyle kendisine; bazen de “قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖى” “De ki, ‘bu benim yolumdur’” (Yûsuf, 12/48) şeklinde peygambere izafe eder. Arapçada “yol”un bir anlamı “sebîl”, diğer anlamı da “sünnet”tir. Zerre kadar Arapçası olan bilir. Bilmeyen kendi bilir.

Kur’an’a göre her iki yol da aynıdır, ayrı değil. Sadece “sebîlullâh”ın ifade ettiği soyut nitelikli yüksek hakikatler “sebîlurresûl/sünnet” ile somutlaşmış, ele avuca gelmiştir. Bu aşamada peygamber vahiy ile “anlamlı”; vahiy ise peygamber olmadan anlamsızdır. Bundan dolayı tarih boyunca -Hz. Nuh ve Hz. Harun örneğinde olduğu gibi- kitabı olmayan bir peygamber görebilirsiniz, ama peygamberi olmayan bir kitap asla…

Yani “sünnet” demek, hakka götüren yegâne Allah yolu demektir. Ancak kıyamet günü ayılacak peygamber yolunun inkârcılarının şu sözleri bu gerçeğe şahit olarak yeter: “وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِى اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبٖيلًا” : “O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: "Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!” (Furkân, 25/27).

Bugün gıybet ve iftira ile peygamber yolunun müdâfilerinin etlerini ısıran(…)lar ağızlarında kendi parmaklarını kemirdiklerini o gün anlayacaklar.
Anlayacaklar, yemin olsun asra!…
Anlayacaklar ama “ba'de harâbi Basra…”

Vahyin insan aklı ve irfanı için somutlaşmasının serencamı burada bitmez/bitemez. Çünkü Allah Kur’an’da “yol”u yalnızca zâtına ve peygamberine izafe etmekle kalmaz; aynı zamanda O’ndan sonra ona uyan müminlerin tamamına izafe eder ve şöyle buyurur: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبٖيلِ الْمُؤْمِنٖينَ نُوَلِّهٖ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِهٖ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا : “Kim, kendisine hidayet (Kur’ân) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ, 4/115)

Vahiy peygamberle bir yola/sünnete, sünnetle de bir geleneğe dönüşür. Bir şeyin dünden bugüne gelebilmesi için “gelenek” olması şarttır. Geleneği olmayanın geleceği hayaldir. İstikbal köklerdedir. Bu itibarla ayette Kur’an, sünnet ve gelenek düşmanlarının aynı kefeye konulması dikkatini çekmiş olmalı.

En özlü ifadesiyle vahye mazhar olan peygamber “ehl-i Kur’ân”, peygambere “ittiba” ile Kur’an’ı okuyan, anlayan ve yaşayan müminler ise “ehl-i sünnet”tir. Allah’ın yolu, peygamberin yoluyla; peygamberin yolu da müminlerin yoluyla anlamını bulur ve somutlaşır. Başka bir ifadeyle; ilim ve irfan geleneğiyle vücut bulan müminlerin yolu terk edildiğinde sünnetin; sünnet terk edildiğinde de Kur’ân’ın anlamı buharlaşır.

Bu serencam, hakikate ulaşmanın hiyerarşisidir. Kur’an’ı tarih sahnesinden kaldırmak isteyen İslam düşmanları ve “onlara meftun bizdekiler”, gerek son iki yüz yılda, gerekse daha kadim devirlerde redd-i mirâs ve sünnet inkârcılığıyla emellerine ulaşmaya çalışmışlar; güya hakka ulaşmak için Kur’an’ı kendi/keyfi yorumlarının mizansenine evirmek istemişlerdir. Ayet diyor ki, böyle yapanların canı cehenneme…

Sünnet, ilim ve irfan geleneği inkârcılığı, Müslüman coğrafyanın tanıdığı ve tattığı eski bir zehirdir. Hikâye bilindik, oyun tanıdık. Örnek mi??? Rivayet o ki; Mutezile mezhebinin kurucularından Amr b. Ubeyd aklına yatmayan kaderle ilgili bir hadis için mealen şöyle demiş:

"Bu hadisi rivayet eden tabiinden A'meş'i görseydim "Sen böyle bir sözü İbn Mesud'dan rivayet etmeye utanmıyor musun?" derdim. O da "İşte İbn Mesud. Ben ondan duydum" dese; İbn Mesud'a derdim ki; "Sen nasıl olur da böyle bir sözü Hz. Peygamber'e isnat edersin." O da "İşte Allah Rasulü. Bu sözün sahibi" dese; derim ki; "Ya Rasulallah sen Allah'ın sana vahyetmediği bir şeyi nasıl tebliğ edersin." Hz. Peygamber de bana kıyamet günü "İşte Allah. Bu sözü bana vahyeden O'dur" dese halkın huzurunda Allah ile de tartışırdım. "Elest bezminde bizden aldığın söz bu değildi" diye. Bu tavır Mutezile'ye yakışır, onlarla bağdaşır. Zira kader, ruyetullah ve inşikak-ı kamer gibi tevatürle sabit pek çok konuda onların azılı bir hadis münkiri oldukları izahtan varestedir.

Hadis inkârı bir temcit pilavıdır. Birkaç asırda bir ısıtılır ısıtılır önümüze getirilir; yersek… Bundan dolayı özellikle son iki asırda modernizim maskesiyle boy gösteren redd-i miras ve hadis inkârcılığının ardındaki oryantalist etki ve batılı meydan okuma iyi analiz edilmeli. Çocuk ve kadın hakları gibi en temel değerlerle bile çeliştiği iddia edilen bazı hadisler üzerinden başlatılan ve umuma teşmil edilerek bir sünnet düşmanlığına dönüşen hareketin gözünün üzüm bağında değil, bağbanda olduğu basiretle fark edilmeli.

Sünnet inkârcılığının ideolojik ardiyesi son günlerde yaşanan yeni bir tartışmayla yeniden kendini ele verdi. Onlar; “Aslında biz yalnızca sinek ve idrar hadisleri gibi bazı rivayetleri inkâr ediyoruz. Kur’an’la çelişmeyen hadislerle bir alıp veremediğimiz yok” diyorlar. Peki; “Cuma Suresinden Cuma namazını nasıl çıkarıyorsun. “Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah’ı zikretmeye koşun” ayetindeki hangi delilden hareketle akşam veya ikindi vakti değil de öğle vakti Cuma namazı için camiye gidiyorsun?” diye sorulduğunda öğle vaktini ayetin lafzından çıkarmak için kıvranıyorlar. Hâlbuki ayette zikredilen namazın öğle vaktinde olduğuna delalet eden hiçbir lâfzî karine yoktur. O namazın öğle namazı olduğu tamamen sünnetle sabit. Niyetinin sünnet inkârcılığı olmadığını iddia eden birine yakışan, ayetteki mücmelliği sünnet ile beyan etmektir.

İşine gelen hadisleri kabul etmek, işine gelmeyen hadisleri de reddetmek gibi “eklektik” bir yöntem bile bir bakıma erdem sayılabilir (ama bir bakıma). Bunlar “eklektik” bile değiller… Yaratıcıyı ve yaratmayı inkâr üzerine temellenen evrim safsatasını bizzat Yaratıcı’nın sözüyle temellendirmeye çalışmaları bu anlayışın kaynak, değer ve hedefini gözler önüne sermeli.

Bu son tartışmadan ibret ve feraset dermeli.

Hz. Peygamber’in; «الْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِي عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي لَهُ أَجْرُ شَهِيدٍ» “Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda sünnetime tutunana şehit sevabı vardır” (Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, Hadis No: 5414) hadisiyle kast ettiği fesad-ı zamanın bu zaman olduğunu basiretle fark etmeli ve bilinmeli ki:

Hadis inkârcılığı bir medeniyet hesaplaşmasının, ümmet-i Muhammed’in kucağına bırakmaya çalıştığı pimi çekilmiş bir el bombası; batı(l) dünyasının yarası hala kanayan bir kuyruk acısıdır.

Düşünsene… Bir hadisle Konstantıniyye otuz küsur defa kuşatıldı, sonunda fetih müyesser oldu ve eski bir çağ bitti, yeni bir çağ başladı. Eğer bugün öğütlenen hadis inkârı projesi İslam tarihinin bir devrinde tutmuş olsaydı İstanbul’un yerinde yeller esecekti.

Düşünsene... Eyüp Sultan hazretlerinin; “Ben bir hadisten dolayı fetih için Medine’den kalkıp İstanbul’a falan gidemem. Zaten Kur’an’da da ‘İstanbul bir gün mutlaka fethedilecek…’ diyen bir ayet yok” dediğini…

Bu demektir ki, ashap ve onlara ihsan ile tabi olanlar on dört asır boyunca hadislere bunların gözüyle bakmamışlar. Eyüp Sultan, Ulubatlı Hasan şahit…

Yasin Pişgin Hoca
Devamını Oku »

Ebubekir Sifil Hoca Caner Taslaman Tartışmasının Ardından


20.07.2017 tarihindeki Habertürk programında Ebubekir Sifil Hoca, Allah şifalar versin, uyku sorununa bağlı rahatsızlığı olmasına ve bunun etkileri de üzerinde görülmesine rağmen, Allah'ın izniyle belli başlı birkaç saplamada Taslaman'nın hakından geldi ve foyasını ortaya döktü.

Taslaman'ın Arapça bilmediği, İslami ilimleri tanımadığı, oryantalistlerin İslam'a saldırı için yazdıkları Türkçe çeviri kitaplardan ezberledikleriyle mugalata yaparak göz boyamaya çalıştığı, tamamıyla ortaya çıktı.

Bir ayetin orijinalinin bir kelimesini dahi yüzünden okumadığı su yüzüne çıkan Taslaman’ın, Ebubekir Hoca gibi bir “Dev”in karşısına çıkmakta mütecasir olabilmesi, ilkokul çocuklarının manasını bilmeden okudukları tekerlemeler misali, ezberlediği oryantalist fikirleri dökmesine bağlıymış meğer!

Taslaman'ın, iyi niyetten uzak bir ruh yapısıyla ve demogog yapısıyla, oryantalist söylem eşliğinde İslam'ı küçük düşürmeyi ve zihnileri bulandırmayı amaçladığı, ayrıca bu alanda tribünlere oynadığı da açık.

Daha programın başında, fare zehiri ve sözde acve hurması eşliğindeki şov yeteneğini de gözler önüne serdi ve bunu program boyunca sürdürdü. Bu özellikleriyle Taslaman, Ebubekir hocayı lafa boğmaya çalışsa da neticede kendisi ciddi bir hezimete uğradı. Arapça bilmediğini dahi ifade etti.

Düşünün ki, tıp terimlerini dahi bilmeyen bir doktor taslağı, gazete kağıtlarından okuduğu Türkçe tıbbi bilgilerle, tüm tıp ilminin sakat bilgiler içerdiğini ve mütehassıs doktorların cümle icraatının da yanlış olduğunu haykırarak, tıp dünyasının olanca birikimini çöpe atmak istiyor! Hem de avaz avaz bağırarak! Bu tablo son derece trajikomik değil mi?

Ebubekir hoca, “acve hurması”nı anlatan hadisi şerifi cevaplamaya da fırsat bulamadı. Onu da burada ben söyleyeyim acizane. Taslaman’ın şov yaparak alaya aldığı Buhari ve Müslim hadisinde, Allah Rasülü (s.a.v.) Efendimiz, “Kim her gün 7 acve hurması yiyerek sabahlarsa, o gün onu “semm” ve sihir zarar veremez” buyuruyor. (Buhari, Et'ime 43, Tıbb, 52, 56; Müslim, Eşribe, 154, 45). Görüldüğü gibi hadisi şerif sahih ve müttefekun aleyhtir. Ancak, bu hadiste Taslaman’ın söylediği bir mana yok. Hadislerin anlamalarını sözlüklerden öğrenmek büyük bir ilmi cinayettir. Sözlüğe bakar hadise anlam verirseniz, bir de onun üstüne Taslaman gibi fare zehiri içmeye kalkışırsanız, sonuçta “müntehir niyazi (intihar eden Niyazi” olursunuz.

Hadislerdeki kelimelerin anlamını biz ancak Garibü’l-Hadis” eserlerinden anlayabiliriz. Bakınız, İbnü’l-Esir’in “en-Nihaye fi Garibi’l-Hadis” adlı eserinde, “semm” kökünden gelen “sâmme”’ye ne anlam verilmiş: “Sâmme, akrep ve arı gibi hayvanatın sokup da öldürmeyen salgısıdır” (Beyrut, 1997, II/363). Hadi buyurun bakalım. Demek ki Caner Taslaman’ın hocaları da hadisi yanlış terceme edip eline vermişler.

İyi ki (!) Caner Taslaman hadislere inanmıyor. Bir de inansa, bu seviyedeki ilmiyle, acve hurmasını yiyip üstüne de fare zehiri içecek demektir, Allah muhafaza! Ondan sonra, hadisi şerifte, hemen bir tane ye de ondan sonra hemen zehir iç, anlamı yok tabi. Her gün aç karna 7 acve hurması yemek söz konusu.

Demek ki, bu usulle bu mübarek nimet -ki Rasülülah (s.a.v.) Efendimiz’in kendi mübarek eliyle diktiği hurma çeşididir- her gün belli sayıda yiyince, vücutta mikroorganizmalara karşı koruyucu bir özellik/antibiyotik oluşturuyor. Bunda ne var ki şimdi? Bu çok mu garip bir özellik? Başkaca yediğimiz gıdalarda antibiyotik veya antiseptik özelliği olan yok mu? Soğan, sarımsak, bal, havuç, turp ve zencefil gibi bitkiler nasıl antibiyotik özellikler taşıyorsa, acve hurması da ayrı bir derecede aynı özellik taşıyor, demektir.

İnternetten baktığımız kadarıyla, bu hadisin şerhlerini ele alan Arapça kaynaklar, her türlü hurmada koruyucu özelliğin bulunduğu, ancak acve çeşidinde bu özelliğin daha çok olduğu, hurmanın karaciğeri temizlediği ve bunların modern tıpta da ispatlandığı bilgisine yer verilmektedir.

( http://mawdoo3.com/
%D9%85%D8%A7_%D9%81%D8%A7%D8%A6%D8%AF%D8%A9_%D8%AA%D9%85%D8%B1_%D8%A7%D9%84%D8%B9%D8%AC%D9%88%D8%A9 )

Ebubekir Hoca sağ olsun, köklü birikimiyle Taslaman'ın hakiki kimliğini ortaya sermiş oldu. O kimlik, oryantalist mukallidi bir taslak, "öğretmen" vezninde bir "taslaman", İslami kaynaklardan ve İslami ilimlerden bihaber, entelektüel görünümlü "evrimci" içeriyor!

Taslaman, evrim teorisine inandığını ilk başta inkâr etse de Ebubekir Hoca, onun kendi kitabındaki “evrimciyim” ifadesini ortaya koydu. Bu zorun karşısında Taslaman, "evrimciliğini" de itiraf etmek zorunda kaldı. Arapça bilmediğini, başkalarından beslendiğini de itiraf etti.

Evrimci anlayışıyla Allah'ın, insanın yaratılış şekliyle ilgili ayetlerini dahi kabul etmeyen bir zihniyet; ne yüzle, dini konuları tartışmaya cüret eder, anlamak mümkün değil. Bir de üstüne üslük, iyi niyetliğinden bahisle hakikati ortaya çıkarmak isteğini ifade etsin!

Herkese, maymun neslinden geldiğini mi öğretecek acaba, dersiniz?

Esasen bana sorsalardı, değil Ebubekir Hoca gibi "ağır top"un, bu seviyedeki insanlarla, her düzeyde bir Müslümanın dahi muhatap almasını uygun görmezdim. Dinde tartışma değil, ancak mütalaa olur. O da kendini bilen alimler arasında olur ve halk önünde olmaz.

Ama birileri toplumu ifsad ediyorsa, toplumu o adamın fesadından korumak için, ehil bir alim veya alimler tarafından fesatçı kişilerin itibarının sarsılması ve susturulması gerekli hale gelebilir. Nitekim Kelam ilminin gayelerinden biri de budur. Bunu yapmayan alim de toplum da ındellah da sorumlu olur.

Bu vazife yapılmadığı zaman, toplumu fesat sarar. Toplumlar için asıl tehlike de itikadi bozukluktur. O yüzden batının gerçek yüzü haçlılar, tüm yolları denedikten sonra, İslam dünyasının dinini bozma, hem de kendi içeresindekiler eliyle bozma gayretlerine yönelmişlerdir.

Işte Ebubekir Hoca, Allah ömrüne bereket versin, hasta haliyle bu fedakarlığa soyundu ve önemli bir kifâî vazifeyi icra etti. Neticede Taslaman'ın takkesini düşürdü.

Teşekkürler Ebubekir Hocam, sağ olasın, var olasın!

21.07.2017
Dr. Ahmet Gelişgen
Devamını Oku »

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Müellif Ebû Bekir îbn Fûrek şöyle der: “Bu konuda aslolan kulun Allah Teâlâ’nın rahmet, kerem, cömertlik sıfatlarına, (nefsine) itimat ve güven ol­madan O’na hüsn-i zan içerisinde olmasıdır. Bununla ilgili kendine itimat  eden, nefsine güvenen ve amelinde tembellik yapanlar hakkındaki kıssada Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti. ”



Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir haberde O şöyle bir bu­yurmaktadır: “Ben, kulumun zannı üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.’’



Hasan el-Basrî’ye, filan kimse ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim dediği söylendiğinde o şöyle demiştir: “O kimse yalan söylüyor, eğer Allah’a hüsn- i zan üzere olmuş olsaydı, ameli güzel olurdu. Kul, kendisi olarak Rabb'ine dönüp nefsinin kusurlarına baktığı ve onları terkte gayret içinde olduğunda medh edilen hüsn-i zan içinde olur. O kimsenin, aldanma nedenleri ona müptela olup gaflet sebepleri sardığı, hevâ ve şehvetine daldığında, ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim.’ demesi işte bu zemmedilen bir durumdur.”



Bazıları şöyle der: “Nefsine olan töhmetine göre, güvenin Rabbine ol­sun. Kul, tuzağından emin olunmayan ve O nun rahmetinden ümit kesme­ze yen nefsini itham ederek Rabbine güven içerisinde olması gerekir.”



Hz. Peygamber (s.a.) duasında: "(Allahım) tuzağından beni emin kılma, rahmetinden de ümidimi kesme.’’buyurmaktadır.



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ziyana (Hüsrana) uğrayan kavimden baş­kası Allahın tuzağından emin olamaz,”“Sapılmışlardan başka kim Rabbi- nin rahmetinden ümidini keser. ”



Allah’a hüsn-i zannın nihayete erdiren kimse O’nun rahmetinden ümit  keserek günahlara alışır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a;) şöyle buyurmakta­dır: “Gerçekten akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır.



Bilmiş ol ki, Allah’a hüsn-i zan içerisinde olmak recâ hâlinin kuvvetiy­le ilgilidir. Çünkü kulun recâsı tamam olduğunda zan güzel olmaktadır. Hadis-i kudside: “Ben, kulumun zanm üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.“ şeklindeki Allah’ın sözüne gelince, burada melik kulluğa değil, ubûdiyyet ile gerçekleşen kulluğa işaret edilmiştir. Bu hususiyetleri Allah, kişinin nefsine değil, muhtelif âyet ve haberlerde ancak müminlere izafe et­miştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde senin bir sultan (gücün, yaptırımın) yoktur.”“(Bu,) Allahınhas kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.



Âyetlerde Allah Teâlâ, tâatinde ihlâslı olan velilerini kastetmiştir. O’na tâatte, ibadette kusurlu ve Allah’tan beklenti olan kimseye gelince, bu durumda olan kimse ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim’ der. Bu husus, kulu bir şeye has kılma yönüyle onların vasfettikleri şeylerin cümlesinden değildir. Bu yüzden kul aldanmaya düşmemesi gerekir. Bundan do­layı Hz. Peygamber (s.a.) ‘Beni zan etsin (düşünsün)’ demiştir. Ahmak bir şeye itimat eder, (bunun yanında) Allah’tan beklenti içerisinde olur.



Kim Allah'ın emamına itimad ederse, Hz. Peygamberin(s.â.v) hadisindeki‘dilediği şeyleri’ ifadesinde belirttiği gibi, seçtiği kulları olarak vasıflarını açıkladığı muhlis ve seçkin kulları içerisine girer. Hadiste ihtisas (bir şeye has kılma, kastetme) ve Hz. Peygamberin 'Artık beni dilediği gibi düşünsün!” ' ifadesinde terhîb (sevdirme) ve terğîb (korkutma) vardır. Yani afv, rahmet ve keremden benim hakkımda dilediğini zannetsin. Çünkü ben buna layı­ğını, Bir şeyler vermek ne benden bir şey eksiltir, ne de vermemekte bana bir zarar verir. Ne ibadetler bana bir fazlalık sağlar, ne de mâsiyetler bana bir kusur meydana getirir. Böylece bunların Allah’a hüsn-i hususunda zik­rettiklerimiz yöne (veçhe) hamledilmesi ortaya çıktı.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Cud ve Seha (Cömertlik)



Cud ve Seha (Cömertlik)

Hâris el-Muhâsibî ye sehânın (cömertlik) mânası suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Cömertlik birkaç şekilde olur: Dünyada cömertlik, dinde (ahirette)cömertlik.



Dünyada cömertlik, vermek, harcamak, îsar (başkasını kendine tercih etmek), insanin kendisinin iyilik ve kolaylılık sahibi olmasıdır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulup erenlerdir.”



“Dünyadaki cömertliğin alâmetleri nelerdir?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir “(Malları) Depolamayı terk etmek, malların toplanmasına buğz etmek ve bir şey istediğinde ihvana vermeyi taahhüt etmektir.” “Kardeşin isteme anında cömertliğin alâmeti nasıl olur?” denildiğinde O: “Kalbi se­vinçle beraber, hızlı ve süratli şekilde cömert olmaktır, (isteyene istediğini hemen vermesidir) Bununla o kimse; isteyenin istemesinin vermekten daha faziletli olduğunu anlar. Nitekim Mutarrıf b. Abdi İlah eş-Şıhhîr bir şiirinde şöyle der;



Ölçüp tarttığın birşeyi vermek ile istemek söz konusu olduğunda,

Vermenin her türlüsü hafif kalır, istemek ağır basar

Var gücünle imtihan edilirsen istemeye

Sarf et bütün çabanı, cömert ve Kerîm olandan istemeye



Çünkü bu durumda istemeden verirsin ve isteyeni isteme sıkıntısından kurtarırsın.2



Yine bir hikmet sahibinin söylediği gibi:

Yiğit (fetâ) malından hali olur da

Murûetten (erdemden) hâlî olmaz.





Mutarrif(b. Şıhhır) dostlarına: Sizden birisi benden ihtiyacı için bir şey isteyeceği zaman onu bir kâğıda yazıp bana ulaştırsın, çünkü ben onun yüzünde isteme zilletini görmekten hoşlanmam” demiştir.



'‘Dinde olan cömertliğe gelince: Din uğruna telef etmek süretiyle nef­sine cömert davranman, Allah için canını fedâ etmek ve kanını akıtmak suretiyle kalbine cömert davranman gibi. Sevaba ihtiyacı olsa da, böyle yapmakla dünya ve ahret için sevap elde etmek kastedilmez. Çünkü böy­le kimsenin kalbinde galip olan, ihtiyarı Allah’a bırakması sebebiyle kâmil cömertliğin güzelliğidir. Böylece nefsin için ihtiyar ettiğin şey güzel olmasa da, bunu sana yönelerek yapmış olur.



Nitekim âbidlerin birinden rivayet edilir ki: Seferlerinin birinde asha­bıyla birlikte otururken Hayyân b. Hilal’le karşılaşılır ve denir ki: “Aranızda Hayyân var mı ona bir mesele sorayım?” Oradakiler ona Hayyân ı işaret ederek “İstediğini sor.” derler. Kadın: “Sana göre cömertlik ne demektir?* diye sorar, Hayyân da: “İsteyerek vermek ve başkasını kendine tercih et­mektir.” diye cevap verir. Tekrar o kişi: “Dinde cömertlik nedir?” der, Hay­yân: “Zorlama olmadan nefisinin cömertlik hâliyle Allah’a ibadet etmen­dir.” Cevabını verir. “Bunun karşılığında ecir istiyor musunuz?” dediğinde orada bulunanlar şöyle derler: “Evet. Çünkü Allah Teâlâ bir iyiliğe karşılık on mislini vaat etmiştir.” O kişi şöyle demiştir: “Bir tane verdiniz, on tane aldınız hangi şeyle cömertlik yapmış oldunuz?’’ Bunun üzerine orada bulu­nanlar o kişiye şöyle dediler: “Sana göre cömertlik nedir?” O kişi şöyle dedi: “Bana göre cömertlik, karşılığında hiçbir ecir istemeden, zorlama olmadan, tâatıyla lezzetlenmiş ve nimetlerinden nimetlerim iş olarak Allah’a ibadet etmenizdir. Allah Teâlâ’nın kalplerinize vakıf olmasından hayâ etmez misiniz? Böyle yapmakla bir şeye karşılık bir şey istendiği bilinir. Bu ise dinde çirkin bir şeydir ”



Bir kadın âbidden nakledildiğine göre, onların bazısı diğer ibadet eden­lerin bir kısmıyla ilgili: “Cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olacağını mı zannediyorsunuz? Sana göre cömertlik nedir?” dediğinde o kişi şöyle demiştir. “Cömertlik, Allah için nefislerin feda edilmesidir.”



Bir grup cûd ile sehâ arasını ayırmış ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ cevâd (cömert, nimet ve ihsânı bol olan) diye vasıflanır, fakat sahi (cömert) diye vasıflanamaz.



Bazıları da der ki: Allah sahi diye vasıflanamaz çünkü bu kelime verimli, yumuşak toprak mânasına gelen bir kelimeden alınmıştır.



Ebû Bekir İbnFurekde şöyle der (müellif): “Allah Teâlâ sahi (cömert) diye vasıflanamaz, görüşü bize göre hatadır. Çünkü tevkîfîlik (Allah’ın bil­dirmesiyle olan durum) bu isim hakkında vârid olmamıştır. Allah’ın isim­leri sadece tevkifi olarak alınır, bilinir.”



’ Zünnûn el-Mısrî’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Cömert­liğin başlangıcı ve nihayeti vardır. Başlangıcı, elinde olan her şeyi isteyerek vermede nefsinin cömert olmasıdır. Nihayeti ise, insanların elindekiler hu­susunda nefsinin cömert olmasıdır. Bu, bir sözünde başkasına cömertliği, ‘Dünyanın yenmesine aldırmamaktır’ diyen kimsenin sözünün mânasıdır. Sehânın aslı cömertliktir, insana gelen şeyin temiz olarak gelmesidir. Ver­mek ona zor gelip ve onu çok görmediği zaman, bazen (malını) veren cimri, cimri olan cömert olabilir. Bu sebeple ashabımız şöyle demiştir; “ Verme fiili gerçekleşmese bile Allah Teâlâ her zaman cömerttir (cevâddır). Zira verme bir fiildir. Allah Teâlâyı cömert (cevâd) olması sebebiyle böyle vasfetmesinin mânası ise, vermenin O’na zor gelmemesindendir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Takva'nın Manası

Takva'nın Manası



Bazıları şöyle der; “Takva, Allah’ın evliyasının sıfatlarının ilkidir. Takva, velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin temeli, onların en yukarıda olanıdır.Bununda ötesinde takvâ bütün sıfatların içinde bulunur. Onunla diğer sıfatlar ıslah olur. Allah takvâyı velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin başlangı­cı yapmış ve Kitabı’na (Kurana) bununla başlamıştır: “Elif, lâm, mim. işte bu kitap ki, bunda bir şekk yoktur. Muttakîler için bir yol göstericidir." Sonra onların sıfatlarını zikretti ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. ”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Takvanın mânası, sırların haram ve şüphe­li şeylerden imtinasıdır. Sırrı kabullenip ona boyun eğdiğinde bu hâl onu, güzel (tayyibât) ve helâl olan şeyleri terke çağırır. Bu hâl devam ettiğinde onu (onu Allah’tan alıkoyan) alakaların terkinde dikkate sevk eder. Hatta nazarın (bakışın) alaka cihetine doğru olduğunda bunu ondan sakındırır.Böylece onu Allah’tan alıkoyan her şeyden korur ve onu herkesin Rabbine çağırır. Nihayetinde bunların hepsinde bu hâl benimsendiğinde ve bütün alakalardan kesildiğinde, izzet-i nefis cihetiyle Hakk’a nazarına ona engel olur.Takvâ hem ilk hem de son makamdır, takvâ hem ilk hem de son nefes­tir. Hatta insan Hakk’ı sırrı ile mülahaza etse, onu takvâ kurtarır ve tefrîd (birleme) lisanı ile de şöyle der: “aman hâl aman!” Nitekim bu hususu şair şiirinde şöyle dile getirmiştir:



Ne zaman seni ansam lanetler beni sırrım,

Zikrim, derdim lânetler beni seni andığım zaman

Sanki senden bir gözcü seslenip durur bana

Sakın ha! sakın yâd etmekten, âmân!



Bazıları da şöyle den “Takvâ, Mevlâ'nın evliya ve csfiyâ kullarının kalp­lerindeki rakibidir (gözetleyicisidir). Onları derecelerini yükseltmeleri hususundu teşvik eder ve (oldukları) makamlarda durmamaya sevk eder. Takvâ, onları bir an terk etmez, onlarda yerleşir, hatta onlarla Hakk a yü­rür, Kuşun bulundukları yuvada bir an kalmaları (gibi) (onların takvâdan ayrılmalarına bir an bile) mühlet vermez.”



Bil ki; takvâ, korunmaktır. Korumak mânasına gelen Arapça Vikâye’ kökünden alınmıştır. Bu da kulun nefsini kendisi İçin bir korumasıdır. Bu durumda o, dünyada rahata ulaşmak için hevâsından uzaklaşır ve yaşadığı anda takvayı kendine takdir eder.



Bazıları şöyle der: “Takvânın üç derecesi vardır: İlki, söz ve akit olarak Allah’a şirk, inkâr etme ve nifakla ilgili olan takvâ. İşte bu hidayetin ilk kapısıdır. Kul haramların hepsinden korunursa, velayet ehlinden olur. Tak- vâsıyia (haramlardan) korunursa onun işi gaye ve sonuç olarak hâsıl olur.”



Haris el-Muhâsibî’yetakvâ ve mânasısuâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Takva kelimesi bir isimdir. İsim olarak onun için takdir edilen bir mâna vardır ki, o da Arapça korku mânasına gelen ‘havf’ kelimesinden türetilmiş­tir. Bu durumda takvâ kelimesinin mânası, kalbin, zahirî ve bâtınî uzuvla­rın Allah’ın nehyettiği şeylerden emrettiği şeylere intikal etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar."11Muttakîler ise muhakkak ki, bir emin makamdadırlar.’’



Bir grup şöyle der: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) şirkten kaçman kimselerdir.”



Bir grup şöyle demiştir: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) amellerini, kalplerini ve uzuvlarını riyâ, gösteriş ve kendini beğenme afetlerden koruyan, bunlardan sakınan ve bâtıla çağıran sebeplerden uzaklaşan kimselerdir.’’



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Kendini Beğenmek

Kendini Beğenmek

Ucb ehli (kendini beğenenler) daima nefslerine bakarlar ve ibadetlerini önemseyip büyük görürler. Günah işleyenler ise her zaman korku ve ümit arasında dönüp dururlar. Kul ile Rab arasında en büyük perde ucbdur. Ucbun tek engelleyicisi günahkârlık düşüncesidir. Çünkü kendini beğenmek İnsanı Rahman yanından isyan vadisine, günahkârlık düşüncesi ise isyan vadisinden affa ve Rahman tarafına çevirir.

Ucb nefs ve heva yönüne, günahlar Mevlâ yanına meyletmenin sebebidir. Kendini beğenmek ihtiyaçsızlığa, kibirlenmeye sebep olur. Günahlar acze ve yokluğa götürür. Kulluğa yakışan Rabbine ihtiyaç ve yokluk arz etmek; iman ehline düşen, Hakk'a döndüren ve kavuşturan hâlleri gerçekleştirmek ve orada durmaktır.

Ataullah İskenderi-Hikem-i Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir)
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Ariflerden birine,filan kişi seni çok seviyor, her an seni Övüp duruyor!''dediler. Arif şöyle dedi;

'Bilirim, o benim dostumdur.Fakat düşmanlığı belli olan şeytanla günde bin defa karşılaşmayı, onunla bir kere buluşmaktan daha az zararlı görürüm. Çünkü birbirimize yapmacık davranma sakıncası vardır."

Çünkü insan övülmeyi sever, kötülenmekten nefret eder. Övülmek için yapmacıklı davranır, kötülenmemek için halini güzel gösterir. Bu da ameli iptal eder, istikbali mahveder. O yüzden böyle müdahane ve iki yüzlülük yapanlardan ihlas erbabı çok korkarlar.
Devamını Oku »