İnsanı Ancak Sonsuzluk Doyurur

Her varlıkta ebedîlik ve sonsuzluk mücadelesi vardır ama bu durum insanda ebedîliği ve sonsuzluğu kendinde gerçekleştirmeyi istemek iradesi ve şuuru halindedir.

İşte, yüksek bir idrâk seviyesine ulaşan bir varlık olarak insan, gerçekte maddî parçacıklara değil, ebediyete, sonsuza, hürre, mutlak'a, tek olan varlığa acıkmakta ve bunu şuurunda bütün yakıcılığı ile duymaktadır. Esasen, insandaki, hakikati araştırma ve yakalama özlemi, bu açlığın en açık tezahürüdür Gerçek insan, eksikliğinin gerçek mânâsını kavramıştır. İnsana istediğini kadar maddi refah ve imkân sağlayınız, o daha fazlasını isteyecek, asla doymayacaktır, insanı, ancak ebedîlikte, sonsuzlukta, hürlükte, bir ve mutlak olanda tatmin olmuş bulursunuz. O, gerçekten bu şuura ulaştıktan sonradır ki maddi açlığı daha az hissedecek ve o alandaki ihtirası zayıflayacaktır.



S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

İnsanın Sonsuzluğu Arayışı

İnsan sonsuzluğa, ebediyete, hürriyete ve mutlaklığa has­rettir. Bu konuda tatmin aramaktadır. Aksi halde fânilik, esa­ret, manasızlık ve izafilik bizi bunaltır. Duyular dünyası bir ıs­tırap dünyası haline gelir. Birçok canlılar varlığın duyumuna varıyor, ancak onu kaostan düzene, düzenden hürriyete doğ­ru idraklerinde yüceltemiyorlar. Ancak insan idrâkidir ki bu merhaleleri aşabilmektedir. Dr. S.Freud, insanın bu realitesini marazîlikle damgalamaya çalışırken, hayvan idrâkini ölçü ola­rak almışa benziyor. Bizim şuurumuz gerçekte Varın Şu uru'dur. İnsan şuuru çoktan bir'e, sınırlıdan sonsuza, esaretten hürriyete, ölümlüden ebediyete, izafiden nuıtlak'a yaklaştıkça Gerçek Var'ın Şuuruna yaklaşır. Zaman zaman peygamber idrâki bu şuuru temsilde insan idrâkinin zirvesini ifade eder. Bu muhteşem idrâkin Mutlak Var ile en yakın olduğu ân Va­hiy ânıdır.

İlim adamı, kaosu düzene doğru zorlarken, sanatkâr bu düzeni insanileştirmek ister. Peygamberler de, zahirî olan ka­osu ve düzeni mutlak ve hür bir yaratma iradesinde eritmek çabasını getirirler.

Peygamberler öte dünyayı mutlak olarak ve duyular dünya­sını zahirî olarak gösterirlerken insan idrâkinin ulaşabileceği ni­haî gerçeği işaret etmektedirler. Dâvaların dâvası, duyular dün­yasında bulunurken öte dünyayı anlayabilmekte ve vaşayabii- mektedir. Büyük peygamber Hazreti Muhammed, bir hadisinde şimdi uykudasınız, öldüğünüzde uyanacaksınız" diye  bildiriyor. Bu idrâke ulaşan iman ölümsüzlüğü, Kadır-i Mutlaka teslimiyeti en yakıcı bir gerçek olarak bilir. Kuran-ı Ke- rim'de bu hususu açıklayan âyetlerden ikisini okuyalım:

"Onlar (bu) dünya hayatından (yalnız) bir dış (tarafı) bilirler. Âhiretten ise onlar gafillerin tâ kendileridir."

"Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka bi şey değildir. Âhiret yurdu(na gelince) şüphe yok ki o, (asıl) hayatın tâ kendisidir; (bunu) bilmiş olsalardı.



S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Hümanizma

Hümanizma" denilen olay gerçekte insanı kâinatın merkezine yerleştirme çabasının bir başka adıdır. Her şeyin insanla başlayıp insanla ve insanda bittiği iddiasına “bilimsel'' dayanak bulma çabasının adı hümanizma olmuştur.

İnsanı İslam da yüceltmekte, onu yaratıkların en şereflisi saymaktadır. Bu bakımdan Batıda girişilen insanı yüceltme çabaları ilk bakışta yadırgatıcı ve üstünde durulmaya değer bir olay olarak görülmeyebilir. Ne var ki, islâmın insanı tanımlamasıyla Batının değindiğimiz çabaları arasında uzak, yakın bir bağlantı yoktur, İslâm, bir yandan insanın  ''ahsen-i takvim'' üzerine yaratıldığını söylerken bir yandan da onun bir “nutfe-den” (pıhtıdan) yaratıldığını hatırlatmaktadır. Öte yandan İslâmda insana verilen değer onun kul olma bilinciyle orantılıdır. insan kul olduğu yolundaki bilincinin sağlamkğı ölçüsünde Allah indinde değerli sayılır.

Oysa Batıda geliştirilen çabalar, insanı “ulûhıyet" makamına çıkartabilme doğrultusundadır. İnsan kul olarak kendi bilincine sahip olduğu ölçüde Allah'ın emirlerine itaat etmeye ne kadar yaklaşırsa, Batı fikriyatında geliştirilmek istenen telakkiler doğrultusunda da Allah’a o nisbette isyankâr olmaya itelenmektedir. Esasen hümanizmanın varmak istediği nihai hedef de asi insandır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerimin İnsan'a Bakışı

Kur’an’ın insana yaklaşımında kalbin yerini, potansiyel kıymet ve imkanlarını kısaca belirtmeyi zarurî kılmak­tadır. Kalb, katılığın (A. İ-imran, 159); ilahi bilgi karşısın­da büyüklenme ve kabül etmemenin (Gafur, 30); gafletin (Kehf, 28); korkunun (A. İmran, 151; Enfal, 12); eğrilme ve sapmanın (Tevbe, 117); zihnî körlüğün (Hac, 46); ölüm anındaki korku ve dehşetin (Naziat, 8); taşlaşma­nın (Bakara, 74); puta tapma düşkünlüğünün (Bakara, 93); îman ve fikir hastalığının (Maide, 52; Enfal 49; Tev­be, 125); İlahî hakikate karşı görünmeyen perdelerin (Enâm, 25; İsra, 46; Kehf; 57); imanî nifakın (Tevbe, 77); şüphenin (Tevbe, 110); mühürlenmenin (Bakara, 7) ve kararmanın merkezi olduğu kadar, müsbet eylemlerin de başlangıcını oluşturur. Örneğin takvanın (Ra’d, 28); îmanın getirdiği huzur ve güvencenin (Feth, 4); acıma ve merhametin (Hadid, 27); itmi'nanın (A. İmran, 126; Mai­de, 113; Enfal, 10; Ra’d, 28); îmanın (Maide, 41; Hucurat, 7); haşyet ve huşûun (Enfal, 2); yakınlık ve ülfetin (Enfal, 63), vd..

Kur’an’ın antropolojisinde, her şeyin, Allah'ın irade­siyle onun emrine verilmesi (‘teshir’) anlamında kaina­tın ekseni insan ise, insanın varlık ekseni de ‘kalbi’dir, insanın kaderinden evrenin kaderine kadar, her şeyin kendisine bağlı olduğu ana merkez, işte kalb’tir. Öyleyse kalb, bireysel ve toplumsal değişimlerin başlangıç nok­tası olduğundan, her türlü sapma ve yabancılaşma da, ilk kıpırdanışını kalb’te bulacaktır. Bu durum, Hz. Pey­gamberin sözlerinde çok özlü bir biçimde dile getirilmiş­tir:

“İyi dinleyin! Bedende bir et parçası vardır; o iyi ol­duğunda bütün beden de iyi olur; kötü olduğunda, bütün beden de kötü olur.. Bilin ki o,kalptir.’’

Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Kadir Gecesi Nedir ?

Kadir gecesi: Kulların hayatındaki İlahî tedbir ve takdire delalet eden en kıymetli hadise, Kur’an nuru­nun beşeriyete ulaştığı, tüm varlıklara serpildiği; Selâm’ın beşerî vicdanlara ve insan hayatına yöneldiği; yeryüzünde ve vicdanlarda gerçek barışı yayacak akîde, kavram, yasa, edeb ve terbiye şeklinin insanlığa ulaştığı İlahî ritimler yağmuru. Takdirler anı.. Manevî kıy­metlerin, yasalar ve ölçülerin İlahî makamdan bildirildi­ği; fertlerinkini aşan daha büyük kaderlerin: ümmetle­rin, devletlerin ve toplumların kevnî nasiblerinin, hatta hakikatlerin, prensiplerin ve kalblerin hisselerinin be­lirlendiği gece..

Ferdin kendi hayatındaki kadir gecesi, kendi tarihî ve beşerî ifadesiyle birlikte, bütün beşeriyetin Vahiy doğrultusunda tercih edilmesi. Belki de bütün faaliyetle­riyle, sadece kendisine yaklaşmayı gaye edindiği ‘İlahî bir aydınlanma olayı, Nura boğulma’. Binlerce aydan kıymetli olan karanlığı çatlatıcı bu aydınlık gecede, insa­nın varoluş evrenini melekler doldurur. Onun gözünde, insanla birlikte kainat yeniden kurulur; insanın, anlam­dan yoksun ve amaçsız varoluşu, ezelî misyonuna kavu­şur.. Rahmani feyizlerle taşar bu gece. Allh’ın mesaj­cısı Cebrail, bir kez daha insana ulaşacak, mantığı aşan olay bir kez daha gerçekleşerek, Vahiyle insanın tarihi buluşacaktır. Sonsuzla faninin bu buluşması, insanı, kendi ferdiyetçiliğinin kulesinde geçirdiği münzevî ya­şantısından, harekete geçirici niteliğini yitirmiş zühd ve tefekkür ayinlerinin durgunluğundan çekip çıkarıp, onu bir misyonla donatmak; çatışmalarla, acılar ve gözyaş- larıyla, hicret ve Cihatlarla, kendini Hak uğruna bahşet­melerle yüzyüze getirmek içindir.

Her insanın Kadir gecesi, peygamberi bir şuûrla uyanış gecesidir. Böyle bir şuûrla donanarak, peygam­berlere verasetin gerçekleştiği gece.. Bu gece, herbir fer­din dünyasında, gerçekleşeceği zamanı kollarken, elleri­miz ucundaki bir imkandır. Müminin, taşlaşmış ülkele­rin kalbini ansızın parçalayan bir güneşe; ufukların don­muş yamaçlarında açan şafağın kırmızı gülüne dönüşe­ceği bir gece.. Bizler, Kadir gecelerimizi karşılamadayız Cebrail'in ‘Rahmani sıkmasıyla', ‘ıkra’ ve kalem’ in bilin­cine varıp, insanı ve toplumu Rabbin ilmine emanet etme gecelerine bürünmedeyiz. Cebrail'in bu nefesinde, ölüm­den dirime geçiş.. Beşerî cehaletlerimizin ortasında, ‘üc­ra’ zamanlarını yaşamak. Beşeriyeti yanlışlara ve çık­mazlara götürmüş olan kalem’ şimdi, Cebrail'in tema­sından sonra, çağlardan ve beşeriyetten özür dileyecek, çölleşmeye yüz tutmuş zemine Vahiy bereketini serpe­cektir. Toptan bir diriliş gecesi: Her tendeki ruh, her coğ­rafyadaki toplum, her kıtadaki insanlık için hayata yeniden dönüşün bir ‘Kadir gecesi’ olacaktır. Tarihin kaderi yeniden anlama kavuşacak, “Varoluş’, ‘Kalem’in izinde gerçekleşecektir.

Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

İnsan İdraki

İnsan duyularına göre, insan yüksek bir idrâk seviyesi ile doğar.Bu idrak doğduğumuzda henüz Var’ın içinde uyumaktadır, içine dolduğu âleme duyu organları ile açılan idrâkimiz ilk duyumlarla irkilmeye ve yavaş yavaş uyanmaya başlar. Vücudumuz büyüyüp geliştikçe, duyu organlarımız güçlendikçe bu uyanış hızlanır. İdrâkimiz uykudan kaosa, kaostan düzenli objeler dünyasına geçerek uyanır. Hareketi, sesi, rengi, şekli, sayıyı, mekânı, zamanı... idrâk ederiz. Sebep-sonuç, canlı-cansız ayırımı yapmaya başlarız, zihnimiz aydınlanır, düzene kavuşur. Zihnimizi bütün varlığın merkezinde hissederiz, idrâkimizde ben ve Ötesi doğar Merkez, güya "ben"dir. Öte, sanki ben'in etrafıında döner; herşey ben içindir sanki. Hayat ve tabiatı sever, yaşamak için derin bir istek duyarız. Zamanla, etrafımızda dolaşan varlıkların bize yararlı oldukları kadar zararlı da olduklarını görürüz.

Yararlı olanları dost, zararlı olanlan düşman ilan eder; kanlı ve kansız bir mücadelenin içinde buluruz kendimizi. Ölümle pençeleşmeye ve onu hep dışımızdakilere tattırmaya çalışırız. Dışımızdaki her varlığı da bizim gibi görürüz. İnsanların yaşama savaşı gibi, hayvanların, bitkilerin ve hattâ cansızların bile varlığını sürdürmek için, savaştıklarını görürüz. Her şey bir diğerini yemek için ağzını açmış fırsat kollar durumdadır sanki. Yalnızlığımızı hisseder ve ürpeririz.

Duyularımızıın dünyası bize dehşet ve korku vermeye başlar. Objeler dünyası bizi dışımızdan saran bir tehlikeler dünyası haline gelir. Ondan korunmak için, ona hükmetmek çabasına gireriz. Fırtınaları, denizleri, deli deli akan nehirleri, vahşî hayvanları, ateşi, dağları ve bitkiler âlemini bize yararlı kılmak için çalışırız. Mutluluğu ve ölümsüzlüğü ararız. Fakat zamanla yenilgimizi dehşetle görürüz, güçsüzlüğümüzü anlarız. Bizden sonra gelenler bıraktığımız yerden devam ederler. Fakat, biz yenik düşeriz, yahut yenik düşeceğimizi bilir ve ıstırap duyarız. Sınırlılık, fânilik, esaret, izafilik ve âcızlik varlığımızı istilâ eder; yeis bizi kuşatmaya ve teslim almaya başlar. Buhar ve ateş kumkuması bir cehennem gibi, bizi hazmetmeye başlar. Kendimizi bir böcek, solucan gibi hissederiz, başımız döner, midemiz bulanır. Kendi gözümüzde alçalırız.

Kendimizi ‘hayvan insan" durumunda hissederiz Hayvan insan içgüdüleri ile, egoizması ile, fizyolojik hayatı ile bize vahşi ve fakat zeki bir vahşi hayvan durumunda gözükür. Yaşamak, fizyolojik ve içgüdüsel gerginliklerden kurtulma şeklinde belirir. Hedonizmin (zevkçi felsefesinin) içinde buluruz kendimizi Dünya, iştahımız için hazırlanmış bir sofradır, Yemek, içmek, lezzet ve haz ararız. Çılgınca bir müziğin gürültüleri içinde, Histeri nöbetleri geçirircesine dans ederek, organizmamızı kan ter içinde bırakarak yorgunluğun, bitkinliğin verdiği uyuşukluk içinde bir ân olsun kendimizi unuturuz. Kahkahalar ve renkler cümbüşü içinde, fâni hayattan ne koparırsak kârdır. Ama, bütün bu çırpmışlar hep hayal kırıklığı ile, ümitsizlikle sonuçlanır. İnsan kendini dinlemek ve iç dünyasındaki kıpırdamaları da mânâlandırmak ihtiyacındadır. Böylece, duyular dünyasında özlediğini bulamayan insan, onu iç dünyasında arar.

Birçok psikanalistler, özellikle Freud, bu yönelişi yüceltme (sublimation) adını verdiği marazı bir mekanizmaya bağlamak ister Bir nevi gerçeklerden kaçtığımızı ifade etmeye çalışır. Halbuki, hedonizmin (zevkçliğin) bir marazi telâfi mekanizması olması ihtimali üzerinde durmak, kişinin şuurundaki ebedilik ihtiyacını fanilikte, sonsuzluk ihtiyacını sınırlıda, hürriyet ihtiyacını kendini unutmakta, bir'lik ihtiyacını sürüye katılmakta, mutlak'a olan ihtiyacını izafîde tatmin etmeye çalışmasını geriye kaçma (regression) mekanizması ile açıklamak mümkündür. İnsanın hayvanî hayata hasret duyması, yüksek idrâkini uyuşturmaya çalışması, düşünme ve şuur hayatından içgüdüsel ve fizyolojik hayata sığın-ması marazi bir anlam taşımıyor mu? İnsanın, insanca yaşamaktan kaçması nasıl normal olabilir?



 S.Ahmed Arvasi

Devamını Oku »

İslam'da Had Cezaları ve Kısas'taki Hikmetler



Ondan sonra, hadler, kısas, tazir, ukubat gibi ceza hükümlerini, şartlarını ve icra suretlerini dikkatle incelediler. Nefisleri ve malları muhafaza, akılları ve ırzları koruma maksadıyla Şeriatımızın vaz ettiği kaideleri hakikaten sıyanet ve emniyet noktasından ayrılmayarak toplumun bütün ihtiyaçlarına kafi ve hikmet muktezası üzere siyasi işlerin bütün kısımlarını cami buldular.

Mesela katle teşebbüs eden kimsenin derhal katledilmesi ilahi hükmünü bilen şahıs kimseyi katle cesaret edemez. Böylece gerek masum şahsın ve gerek kendisinin hayatını muhafaza etmiş olur. Diğer cezaların ise caydırıcı olmadığı görülmektedir.
Nasıl ki “Kısasta sizin için hayat vardır” (Bakara, 179) ayeti bu manayı ifade etmektedir.

Hırsızlığa hazırlanan şahıslar da elleri kesileceğini bildikleri cihetle çalma fiilinden sakınıp uzak dururlar. Böylece her mal sahibine emniyet hasıl olur. Fakat şu el kesme cezasının muayyen şartları vardır.

Mülhitlerin bazıları tarafından tariz makamında öne sürülen şu:

“Bir el ki kesilse beş yüz altın diyet alınır.
Çeyrek dinar kıymetinde bir şey çalsa neden kesilmesi icap eder!

beytine bazı kıymetli ulemamızın,“Eminlik izzeti onun bahasını arttırıyordu. Hıyanetlik sebebiyle arız olan zül ve alçaklık da ucuzlatıyordu. Bârî Teâlanın hikmetini anla!” kelamları ile vermiş oldukları cevap ne doğru ve ne kadar güzeldir!
Zina dahi nihayetsiz rezaletleri içermesinden başka, doğacak çocuğun katlini müstelzim olur. Çünkü o tür çocukların mürebbisi bulunmayacağı cihetle ekseriya helak olurlar. Hatta onların helakleri zina edenler tarafından kasten gerçekleşmese de, arzu edilmesi uzak bir ihtimal değildir. Gerçi bazı- kı hayırlı birinin şefkatli nazarına tesadüf ederek hayatta kalıyor.

Binaenaleyh zina eden şahıs evli bir erkek veya evli bir kadın olursa recm olunması iktiza eder ki şehvetini haram yoldan karşılayarak lezzetlenen be denin bütün uzuvlarına ceza verilmiş olsun. Eğer evli değilse, cezası hafifletilerek uzuvlarına bolüştürülmek şartıyla yüz değnek vurulur. Ancak vurma sebebiyle helak olacak veya hilkatinin tağyirine sebep olacak uzuvlar istisna edilmiştir.

Vurulan değneğin adedinin özettikle yüz defadan ibaret olması da doğma 1 ihtimali olan çocuğun yüz sene yaşaması ihtimaline binaendir. Zira zina ile katline teşebbüs edilmiş olan çocuk, insan bünyesinin terkibine nazaran bazı tabiplerin dedikleri gibi yüz sene yaşamak istidadını haizdir. Ama daha evvelce bazı helak sebeplerinin arız olacağı Allah katında malum olmasına binaen insanların ecelleri muhtelif surette takdir buyurulmuştur. Böylece herkesin muayyen ecelinde malum bir sebeple vefat etmesi katiyet kazanmıştır. Yani ilahi ilmin taalluk eylemiş olduğu vakte nispetle takaddüm yahut teehhür vuku bulmaz. İşte zina eden erkeğe ve kadına, yüz sene yaşamak istidadında olduğu halde helak ettikleri o çocuğun her seneki ömrüne bedel bir değnek vurulur.

İnsanın en az yüz sene yaşamaya kabiliyeti var ise de büluğ çağma ermez-den önceki on beş sene ve tam yüz sene yaşaması farz edildiğinde ömrünün sonundaki beş sene hesaba dahil kılınmayacak olursa -aklı kemal derecesi üzere bulunacak- ömrünün müddeti seksen sene kalıyor, değil mi? Şeriat ise ilk on beş seneyi ekseriyetle mükellefiyet yaşından hariç bırakıyor. Çünkü o müddet içinde aklın kemali olmadığından şer’î mükellefiyetler sonradan başlıyor. En sondaki beş seneyi de aklın kemal müddetinden saymaya hakkımız yoktur. Zira o zamanki aklın çocuk aklından farkını göremiyoruz.

İşte bu hikmete binaen, sarhoşluk veren içkilerden içenlere hikmetli kanun koyucu seksen değnek vurmayı emrediyor. Yani izalesine teşebbüs et tikleri akıl nimetinin her senesine mukabil müskiratı içenlere birer değnek cezayı layık görüyor.
Hakikaten imandan sonra Allah Teâlânın üzerimizde en büyük lutfu ve mühim nimeti akıl cevheridir. Cihan kıymetindeki bu cevher ise müskirane kullanmakla külliyen izale edilir. Yahut zafiyete düşürülür.

İnsan büluğ çağına ermeden mükellef olmamasına binaen, zina iftirasına maruz kalsa büluğa eren şahıs kadar müteessir olmaz. Tabii ömür yaşa vasıl olması farz olunan kimsenin ahir ömründeki beş sene duyularının zayıflaması ve şehvetinin yatışması hasebiyle fuhşiyata etmeyeceği kati bir husus menzilesindedir. Dolayısıyla iftiraya uğraması en ziyade leke sebebi addolunacak zamanı yine seksen seneden ibaret kalıyor. Buna binaen, erkeklerden ve kadınlardan bir kimseye zina fiilini isnat edip de delil sunmaktan aciz kalan müfteriye tayin olunan “kazif haddi” dahi seksen değnekten ziyade olmuyor.

Kısasın Hikmeti

Önceki şeriatların bazısı mutlaka kısasın vacip olmasına; bazıları da affın lüzumuna hükmetmiştir.

İslam Şeriatı ise bu iki hükmün arasını bularak gayet itidal üzere vaki ol-muştur. Yani bu bapta maktulün velisini serbest bırakıyor. O dilerse katili kısas ettirir. Dilerse kendi hakkını affeder. Gerçi af cihetine dair şer’î teşvikler de vuku bulmuştur.
Şeriatımız önceki şeriatlarda müteferrik bulunan ahkamın ekserisini cem ederek onların özünü havidir. Hakikaten bu vecihle şeriatların iyiliklerini cami olması da lazımdır. Zira Cenab-ı Bârî Teâlâ bu yüce şeriatı şeriatların hatimesi kılmıştır.

Hüseyin Cisri-Risale i Hamidiye
Devamını Oku »

İslamda Kavmiyetçilik Yoktur

Her kim, sözle asabiyet (kavmiyetçilik) izhar eder, ona çağırır ve bu işi iyice benimserse bu uğurda bizzat savaşmasa bile- bu kimsenin şehâdeti merduddur (mahkemede şahitlik yapamaz). Zira haram olduğu hususunda İslâm âlimlerinin hiçbir ihtilafı bulunmayan bir günaha bulaşmıştır...

“Bilirsin ki, insanların hepsi Cenab-ı Hakk’ın kullandır. Hiç kimse O’nun kulluğundan dışarı çıkamaz. Bu kullar arasında sevgiye en çok liyakatli olanı, Allah’a en muti olanıdır. itaat edenler arasında fazilet ve üstünlüğe en ziyade müstehak olan da -âdil imam (iyi devlet reisi) veya müçtehit âlim veya herkese veya bazılarına yardımda bulunan kimselerden- Müslümanların teşkil ettiği cemiyete en ziyade faydalı olanıdır... Allah insanları İslam’da birleştirdi ve onları kendisine nispet etti. Bu (intisap) insanlar arasında mevcut neseplerin en şereflisidir.... Birisi çıkıp da, “Bu söylediğinize delil nedir?” diyecek olsa, kendisine şu cevap verilir: “Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. ‘Müminler muhakkak kardeştirler.’ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) de şöyle demiştir: ''Allah’ın kulları kardeşler olun.’ Öyle ise bir kimse özrünü mucip bir sebep olmaksızın Allah ve Allah'ın Resulü’nün emrinden dışarı çıkarsa, tevili mümkün olmayan bir suç işlemiş olur. Üstelik zikrettiğimiz amellerin suç olduğu hiçbir tereddüdü, ihtilâli da yoktur, öyle ise bu durumdaki bir kimsenin şehâdetinin reddedilmesi gerekir.(İmam Şafi)

İbrahim Canan, Kütübü Sitte, cilt:3syf;149-150
Devamını Oku »

Ruhun İktidarını İnkar Edenlere Cevap

Ruhun iktidarını inkar edenlere,yalnız madde vardır,ölü ve mekanik maddeden başka hakikat yoktur diyenlere hitap ediyorum : Neden tabiatı izah için enerjiye, kendiliğinden oluşa, dinamizme baş vuruyorsunuz? Neden hayatın doğuşunu lâboratuvarlara sokmak için boş ve neticesiz vaitlerinize müspet hiçbir şey katamıyorsunuz? Niçin, hayvan cemiyetlerinin cansız bünyesinde hiç- bir hareket ve gelişme uyandıramıyorsunuz? Nihayet niçin sonu başlangıçla, bilineni bilinmeyenle ve en açığı en müphemle izaha çalışıyorsunuz.? Eğer hayat ve ruhî fâaliyet maddeden çıkmış ise; ya maddenin aynıdır ki, o zaman neden ondan başka türlü hassaları olduğunu size sorarım. Veya maddenin zıttıdır ve sonradan meydana gelmiştir denilirse, o zaman nasıl olup onu madde doğurmuştur ? diyebiliriz. Ya da ondan önce potansiyel halde vârdı derseniz, daha esaslı bir güçlük içine düşersiniz.Çünkü görünen ruhî faaliyeti açıklamak için, maddede görülmeyen ve tespit olunamayan esrarlı prensipler aramağa, aynı zamanda kendiliğinden (spontané) ve dinamik gibi tasavvura mecbur olursunuz. Şunu da söyliyelim; fikirlerin
ve tasavvurların gerçekliğini inkâr ederek madde üzerine bir teori kurmak istediğiniz zaman unutuyorsunuz ki, yine fikirler ve tasavvurlara dayanmaktasınız.

Sîz hayalcilik ve fikirciliğin zıttı maddeciliktir zannederek hataya düştünüz.Çünkü hayalciliğin zıttı gerçekçiliktir. Ve gerçek madde gibi hayatı ve ruhu da içine âlân birlikte ve tabiattadır. İnsân onun hülâsası, ve kemalidir.Maddemiz simyanın –haceri felsefesi- hayatımız ilmi cifrin –mai hayatı- olmadığı gibi,ruhumuzda mitolojinin ve mevhumelerin –akıcı ve uçucu- olan ruhu ebedîsi değildir. Fakat o bir nevi faaliyet ve bir olgular akışıdır. Onu inkâr etmek varlığın açılmalarını görmemektir; medeniyete gözlerini yummak,bir mevhume yüzünden hakikat karşısında inadetmektir. Eğer madde basit, ve gözle görünür, elle tutulur olduğu için mevhumelere inanmaktan ve aldatılmaktan bıkan kütlelere en elverişli bir hakikat diye telkin edilecekse, madde parçalandıkça enerjiye kalbolduğu, enerjinin sonsuz küçük parçalara ayrıldığı onun da kesin olarak bilinemediği görüldükçe (Heisenberg) biliniz ki bu onları yeni bir mevhumeye atmak, yeni bir puta taptırmaktan başka bir şey. değildir? Ona en yakın/ en görünür gerçek olan ruhun hakikatini gösteriniz. Onu. insanlıkla karşı karşıya getiriniz

Hilmi Ziya Ülken
Devamını Oku »

Sabıra Yardım Eden Sebepler

Sabır, emredilenlerden olunca, Allah Teala sabra yardım eden ve ona ulaştıran bir çok sebepler kılmıştır. Cenab-ı Hak, herhangi birşeyi emrettiğinde mutlaka ona yardım eden bir çok sebepler kılar.

Nitekim Cenab-ı Hak takdir etmiş olduğu her hastalığın devasını da takdir buyurmuştur. Hasta tedavi olunca, Allah'ın inayetiyle şifa bulur. Sabrın her ne kadar nefislere ağır ve zor gelse de elde edilmesi mümkündür. Sab­rın İkİ asıl maddesi vardır, biri İlim, diğeri ameldir. Kalplerin ve bedenlerin tedavi edildiği bütün ilaçlar, bu iki maddeden yapılmaktadır. O halde sabrın asıl maddeleri olan il'm ile ame­lin birarada bulunması gerekir. Çünkü en faydalı ilaçlar bun­lardan yapılmaktadır. Sabrın asıl maddelerinden olan ilim; em-redilenlerdeki hayrı, faydayı, lezzeti ve olgunluğu ve yasaklar­daki kötülüğü, zararı, ve noksanlığı kavramaktır.

Bu iki ilim tam manasıyla anlaşılınca, bunlara azimetin, yüksek himmet ve gayretin-, mürüvvet ve insaniyetin eklenmesi de gerekir. İlimle amel birleştirilince, bütün meşakkatlere sabır kolaylaşır. Sabrın acılığı ve elemi lezzete dönüşür. Yukarıda geçtiği üzere sabır, akıl ile din ve heva ile nefis kuvvetinin çarpışmasıdır. Bunlardan herbiri diğerini mağlup etmek ister. Burada tutula­cak yol bunlardan hangisinin üstün, gelmesi isteniyorsa ona yardım edilmesidir. Bu çarpışma, insan sıhhatta iken de hasta iken de devam eder. Bir kimsenin haram olan cinsî münasebete şehveti kabarınca kendine malik olamaz. Kendisine malik ol­sa bile gözüne malik olamaz, gözüne malik olsa kalbine malik olamaz. Hatta şeytan içinden durmadan kötülükleri telkin ederek onu- dünya ve ahirette kendisine fayda verecek tefekkür ve zikrin hnkikatmdan alıkoyan Bu hastalıktan kurtulmak is­teyen kimsenin Önce şunları yapması gerekir.

Birincisi, şehvet kuvvetinin asıl maddesinin gıdalar olduğunu bilip, bunlan azalt­mak suretiyle şehveti tahrik eden bu maddeyi kesmesidir. Eğer gıdaları azaltmakla şehveti tahrik eden madde kesilmiş olmazsa oruç tutmaya devam etmesidir. Çünkü oruç şehvet yollarını daraltıp, hiddetini kırar. Bilhassa iftar vaktinde az yemelidir.

İkincisi, şehveti tahrik eden bakmakdan sakınmalıdır. Müm­kün mertebe gözlere hakim olmalıdır. Çünkü şehvani arzulan davet eden bakmaktır. Bakmak, şehvetin kalbe gelmesine se­bep olur. Müsned'de rivayet edilen bir hadis-i şerifde şöyle de­nilmektedir. «Bakmak şeytanın oklarından zehirli bir oktur.» Şeytan, bu oku kalbe yöneltir. Kalbin önünde kalkan bulun­mazsa, ona ulaşır. Kalbin önündeki kalkan, gözü kapamaktır Çünkü şeytan şehveti tahrik eden yaylardan bu oku atar. Sen bu okun yolunda bulunmazsan ok sana İsabet etmez. Sen kal­bini bu oka hedef dikersen bu zehirli oklardan bîri seni öldü­rebilir.

Üçüncüsü, haram olanların yerine mubah olanlan al­makla nefsi korumaktır. Zira nefsin ve tabiatın arza ettiği her şey Allah'ın mubah kıldıklarında vardır. İnsanların çoklannin hakkında faydalı tedavi yolu budur. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.v.) bunları bildirmişlerdir. Birinci tedavi yolu, azgın hayva­nın ve saldırgan köpeğin kuvvetlerinin zayıflaması için yiye­ceklerinin azaltılmasına benzer. İkinci tedavi yolu da köpeğe eti, hayvana arpayı göstermemeğe benzer. Çünkü bunlan gör­düklerinde kuvvetleri harekete geçer. Üçüncü tedavi yolu, hay­van ile köpeğin kuvvetleri baki kalıp sahiplerine alışmaları Çİn ihtiyaca göre kendilerine istedikleri yiyeceği vermeye ben­zer. Zira fazla verildiği takdirde sahiplerine alışmazlar.

Dör­düncüsü, fena yoldan ihtiyaçların elde edilmesinden beklenen dünyevi bozuklukları düşünmektir. Şayet cennet ve cehennem olmasaydı, aklı başında olan kimse bu kötülükleri yine yap­mazdı. Bu kötülükler saymakla bitmez. Fakat aşkın gözü kör­dür. Beşincisi, seni kendisine davet eden, hem seni hem de baş­kasını davet etmekle biliniyorsa onun çirkinliğini düşünmeli­dir. Köpeklerin ve kurtların içtiği havuzdan su içmekten nefsini ve şerefini korumalıdır.

Nitekim denilmiştir ki, «Sizinle buluşmayı izzet ve şerefime yediremediğimden bırakacağım. Çünkü orada diğer alçak ortaklar vardır.» Diğer biri de şöyle demiştir, «Bir yemek üzerinde sinekler çoğalınca yemeği şid­detle arzu ettiğim halde bırakırım. Zira bir sudan köpekler iç.nce arslanlar ondan uzaklaşırlar.» Bir kimse tükürüğünün habis kimsenin hastalıklı olan tükürüğü ile karışmasını hatır­lasın, çünkü fasikın tükürüğü hastalıktır.

Ey kalbim, varını yoğunu iyi ve kötü demeden herkese sarf eden ve ruhunu cömertçe feda eden kimseyi düşünerek teselli ol. Nitekim o cömert insan suya benzer. Suya gelen her hayvan ondan içer. O cömert İnsan dala benzer. Her rüzgar onu sallar. Her ne kadar tükürük tatlı ise de ağzı kokan bir kim­senin tükürüğünü emdiğinde onun acılığını hatırla.

Kendisinde biraz insanlık ve haysiyet olan kimse, bu durumdakiîerle içli dışlı olmayı uygun görmez. Şayet nefsi bu kötü kimselerden uzaklaşmayıp onlarla düşüp kalkmaya razı olursa aklı ile bu sahte güzelliklerin ardındaki gerçek çirkin­likleri düşünsün. Kendini kullandıran kimse, hayvanların dahi düşemiyeceği en alçak duruma düşmüş olur. Domuzdan başka hiçbir hayvan 'bu çirkin işin kendisine uygulanmasına razı ol­maz. Domuzdan başka bu çirkin işi yapan hiçbir hayvan yok­tur. Bu çirkin İşi kendisine yaptıran, domuz gibi olur. Bu çir­kin İş, yüzdeki ve bedendeki bütün güzellikleri Örter. Bil ki bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır eder.

İbn-i Kayyum El Cezviyye, Sabredenler ve Şükredenler
Devamını Oku »