Maddeciliğe Reddiyye

Her eser sahibinin kemalatı eserinden bedahetle belli olur, değil mi? Mesela vakitleri imrenmeye alet olan en mükemmel bir saati elimize aldığımızda, bunun hendese kanunlarına ve mekanik kanunlarına tatbiken ihtiva eylediği mükemmel terkibi gayet mazbut ve muhkem olarak meydanda dururken, bir sanatkar ve yapıcısı olduğunu bilmekte tereddüt etmediğimiz gibi; o sanatkarın onu mükemmel ve muhkem surette yapmaya kafi olacak marifet ve maharetini tasdikte dahi güçlük çekmeyiz.

İstidlal ile hasıl edebileceğimiz şu kati ilim bize her halde sabit olur: Yani gerek sanal kaim ecza ve aletlerini yaptığı gibi, terkiplerine de bizzat kendi mübaşereti itikat edilsin; gerek birbiriyle muntazam bir terkip teşkil edecek hu tarz ve uslup üzere yalnız ecza ve aletlerini imal ettiği farz olunsun.

Elhasıl. hakikat nurları gözlerimiz önünde parlayıp durduğu halde, eğer ‘Bu saati icat ve imal eden zat çolak ve âmâ, hem de cahil bir kimse olup, ne hendese İlminden ne de mekanik fenninden haberi vardır, öylece tesadüfi olarak bunu yapıvermiş” deseler; bu sözün doğru olabilmesine biz zerrece ihtimalî vermeyiz. Hatta böyle manasız söz söyleyenleri ve bunları tekzipte tereddüt gösterenleri ahmakların ahmağı addederiz, değil mi?

Ey maddeciler! Siz şu alemin maddesi dediğiniz şeyin mucidinin varlığını bilemeyerek, maddenin bizatihi varlığına ve ezeli olduğuna kani olduğunuz için ve sonradan vücut bulması zaruri bir şey olan tenevvülerini ve tahavvüllerini gördüğünüzde, bittabi onların da mucidinden habersiz bulunduğunuz için akıllara hayret veren bu harika tenevvülerin menşeini araştırmaya mecbur oldunuz, Çünkü her hâdisin tekevvünü için elverişli hususi bir sebebin vücudu zaruri ve bedihi bir şey olduğu halde, lazım sıfatları haiz olmayan maddeden nihayetsiz nevilerin ve şekillerin tekevvününü akıllarınıza bir türlü kabul ettiremediniz.
Binaenaleyh her vadide hayret ve kafa karışıklığı ile dönüp dolaştıktan karar kıldınız ki arz edeceğimiz sebeplere nazaran bunun karar noktası olmadığı pek kolay anlaşılabilir.

Siz diyorsunz ki; “Maddenin muhtelif şekillerde olan atomları ezeli hareketler daima hareket etmektedir. Bu hareketler ve ihtizazlar sebebiyle
atomlar muhtelif’vaziyetler ve keyfiyetler üzere içtimaa başlayarak nihayetsiz tenevvüler zuhur etmiştir.”
Bilemeyiz, siz ne biçim akıllara maliksiniz ki böyle vehmi ve tahminî bir itikat ile akıllarınızı ikna edebilirsiniz!
Evvela, sizin cisimlerde bulunan atomları görebildiğiniz vaki midir? Hatta göz ile şöyle dursun, görünen şeyleri büyüten en büyük ve mükemmel aletler vasıtasıyla dahi gördüğünüz yoktur. ve görülemeyeceğini de teslime mecbursunuz.
İkinci olarak, o atomların hareket etmekte olduklarını duyularınızla his¬settiğiniz vaki midir? Nerede! Belki duyularla hissedilebileceğini dahi iddia etmezsiniz.

Demek oluyor ki şu madde ile nihayetsiz ihtizazların vücuduna kani ol¬manıza sizi sevk eden, duyularla algılanan bir burhan olmayıp sadece görülen tenevvüleri izah gayretidir. Hatta şu tenevvüler in keyfiyetini izah için daha garip iddialarda bulunuyorsunuz. Ezcümle, atomlara farklı eşkal isnadına da kalkıyorsunuz ki “Eşkallerinin farklı olması ile beraber atomların içtima etmesi, nihayetsiz suretlerin ve nevilerin zuhuruna menşe oluyor” diyebilesiniz.
Atomların kendilerini göremediğiniz halde eşkalini görebilmeniz katiyen mümkün olamaz.
Elhasıl, bu sözleriniz hep “neviler nasıl hasıl oldu” istifhamına karşı farz ve tahmine mebni olup sonradan düşünülüp uydurulan şeylerdir. Hiçbirisi duyulara ve müşahedeye müstenit değildir.
Bu halde, hani ya bize kemal-i tantana ile işittirmekte olduğunuz bir sözünüz ve kaideniz vardı? “Yalnız müşahede ve duyular vasıtasıyla ulaşılan şeyleri kabul ve teslim ederiz. Sair iddialara kulak asmayız.” diyordunuz.
İşte şu makamda duyular ve müşahede bulunmaksızın, kaidenizin hilafına olarak aklî ve nazarî delil ile istidlale mecbur olduğunuz görülür.
Gerçi bu ifadeden maksadımız bu şekilde aklî istidlalin esasını tezyif değildir.
Çünkü aklî istidlal, nezdimizde hidayet yolunun en vazıh yol işaretidir ve hakikatleri değerlendirebilen bütün meşhur hakimlerin de mevsuk bir miyarıdır.
Maksadımız şu beyhude lafügüzafın uhdesinden gelemediğinizi ve gele-meyeceğinizi ihtar etmektir. Hiç öyle olur mu? İnsanın görmediği ve işitme¬diği şeyleri katiyen inkar etmesi ve bundan dolayı ısrarda bulunması reva görülür mü? Hatta bir şeyin sübutuna dair -duyuların ve müşahedenin dela¬leti olmadığı gibi- akil delile dahi muttali olunmasa, yine de o şeyin vücudu mutlaka batıldır diye iddia sahih olmaz. Bilakis onun sübutunun ademine ve  hatta imtinaına delil kaim olmalıdır ki vücudunu inkara salahiyetimiz olsun .Çünkü adem-i delil ile delil-i adem arasını fark etmemek kadar cehalet tasav vur edemeyiz.
Ama “Biz atomlar ile ihtizazlarının eserleri olan alemin tenevvülerini gördüğümüz için, mecburen o eserlerin müessire delaletlerine kani oluyoruz.” diyecek olursanız, biz de deriz ki: İşte bizler de sair dinlerin müntesipleriyle beraber, şu kainatın harikaları olan kudret ve hikmet eserlerini müşahede ettiğimiz için Sâni’-i Alem’in kemal sıfatlarıyla muttasıf olarak mevcudiyetini tasdik ve itiraf ediyoruz.
Kendi meşrebinize uyan aklî istidlalinizi makul gördüğünüz halde, akıl cihetinden daha makbul olduğunu sarihen izah edeceğimiz, hakikati gösteren şu istidlali neden beğenmek istemiyorsunuz?

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »

İnşâallah Demek

Gaflet insanı Allah'ı zikretmekten alıkoyar. İnşâallah bu gafletten gerçekten kurtuluş niyetiyle zikredilmelidir. Gaflet hâlinde inşâallah demenin hiçbir faydası olmadığı gibi, Allah Teâlâ ile istihza hükmüne geleceğinden kişiye zararı olur. "Benim kalbim hiçbir zaman Allah'tan gâfil değildir, inşâallah demesem de olur." sözüne binâen de, hiç Allah'tan gâfil olmadığı halde Resûlullah(sas)'a dahî inşâallah demesi emrolunduysa senin de demen îcab eder hükmü beyân edilmiş oldu.

Maalesef günlük hayatımızda bu gaflet hâli ağır bastığından artık inşâallah sözü ciddiye alınmaz şekle gelmiştir. Kişi var gücüyle bir şeyi yapabileceğine inanıp karar verdiyse inşâallah demeli ama biz öyle yapmıyoruz. Yapmak istemediğimiz, savsaklayacağımız bir işin alâmeti olarak inşâallahı zikrediyoruz. Halk arasında 'İnşâallah yarın gelirim, haftaya şuraya geliyor musun? şeklinde konuşmalar geçer. Karşıdaki kişi de 'İnşâallah bakarız.' deyince öteki adam çıkışır: 'Bırak şimdi inşâallahı, maşâallahı. Geliyor musun, gelmiyor musun, onu söyle.' der. Hâlbuki böyle olmamalıdır. İnşâallah, yapacağımız işe Allah'ı şahit tutmaktır. Yani ben tüm kudretimi bu işe sevk edeceğim ama muvaffakiyet başarı) Allah'tandır, ona bir şey diyemem, inşâallah yaparım, mânâsına kullanılmalıdır.«

Kaynak:

Fatih Çıtlak-Mesnevi Şerhi
Devamını Oku »

İlmin Kısımları

İlim, iki kısımdır:

Birisi: yapılacak şeyleri öğrenmektir ki, bunları öğreten ilme (Fıkıh ilmi) denir.

İkincisi: i’tikâd edilecek, kalp ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemâ’at âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığı bilgiler vardır.

Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymayan, Cehenneme girmekten kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği i’tikâddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlike olduğu, Evliyânın keşfi ve kalplerine gelen ilhâm ile de anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimâli yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymayanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmeyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Ayrıldılar, başkalarını da saptırdılar. Mü’minlerin Cennette Allahu Teâlâ'yı göreceklerine inanmayanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâ’at edeceklerine inanmayanlar oldu. Ashâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini ve yüksekliğini anlamayanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü “radiyallahu anhüm” sevmeyenler oldu.

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Ashâb-ı Kirâm “aleyhimürrıdvân” kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemiştir). Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ashâb-ı Kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, buyuruyor ki: (Fahr-i âlem “sallallahu aleyhi ve sellem” Âhireti şereflendirdiği zamân, Ashâb-ı Kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan dahâ üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler). Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermektedir. Ya’nî Ashâb-ı Kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermektedir. İcmâ’-i ümmet ise senettir, şüphe olamaz.

Ehl-i beyt için ise, (Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmeyen boğulur) hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden ba’zısı buyurdu ki, Peygamberimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, Ashâb-ı Kirâmı yıldızlara benzetti. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetti. Çünki gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Ashâb-ı Kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünki, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir.

İşte bunun için, Tâbi’înin en üstünü olan Veysel Karânî, Ashâb-ı Kirâmın en aşağısının derecesine yetişememiştir. Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünki, sohbete kavuşanların îmânları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îmân olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmânı, bu kadar yüksek olmamıştır. Ameller, ibâdetler, îmâna bağlıdır ve yükseklikleri, îmânın yüksekliği gibi olur.

İmam Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, 59.Mektup
Devamını Oku »

Halife İnsan

İnsanın dışında çünkü, hiçbir canlı kendisini bilmemekte; daha doğrusu düşünememektedir. İnsana bahşedilen bu yeti, bir bakıma onu halife kılmaktadır. Çünkü o, tüm varlık mertebelerinin ardında-üstünde durmaktadır. Bilme yetisini, olağan dünyasal koşullar içerisinde açıklamak mümkün değildir. İlahî niyet ve takdirin dışında, insanın varlığını anlamlandırmak mümkün değildir; çünkü tabiatın bilen bir varlığa ihtiyacı olmadığı gibi, bilen bir varlığı husule getirme gücü de onda yoktur. Çünkü bu tabiatı aşkın bir niteliktir. Dolayısıyla bilmenin bizatihi kendisi, insanı mümtaz kılmakta ve doğrudan varolanlar karşısında öne çıkarmakta; ve onu, varolanlara karşı yetkili ve sorumlu kılmaktadır. Halifeliğin hükümranlık anlamı kuradan çıkarılabilir belki; ama bu sorumsuz bir egemenlik hakkı olmayıp, sorumlu bir özgürlüğün bahşıdır.

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra

II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra

Hal edilmesinin hemen ardından Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî aile olan Alâtîn-i Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile reva görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün aile efradı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i şahane"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini mutaakıben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında adetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhumun talimatı ile yapılan tahkikatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan baş/ayarak en küçük zabite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyanetin hesabını sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.

Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakki erkânı ülkeyi cahilane bir surette idare etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.

İttihat ve Terakki hükümetinin gaflet ve cehaletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilerlemesi karşısında Selânik'i tehlikede gören ittihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selanik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâhın dış dünyâ ile yıllardan ben bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:

"-Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.

Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:

"Rasim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..."dedi. Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olmanın mes'ûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.

Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.

Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukuka sahib "erksahlık" adıyla Bulgar kilise riyasetini te'sis etmişti. Patrikhane demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.

Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsi manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.

Gafil İttihatçılar, iş başına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa feslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.

Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi' ni başlattılar.

İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık yahûdi güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar'ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan ittihatçılar, Balkan Harbi'ni mutaakıben ortaya çıkan 1. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...

İttihatçılar, düşman tazyîkından kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güya onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Şuşon yahûdî asıllı idi. Hususî bir talimatla hareket ediyordu. Gemi efradının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artık Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Şuşon, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâki ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkanından hiç kimsenin haberi yoktu.

Henüz Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dahil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.

Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i demekle hatâ ettiklerini nihayet anlayabilen ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyaret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar'ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:

"-Şu hesabı da mı yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar'ın yanınla harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ın İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedlim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.

İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederken:

"-Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdir edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.

*

Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi'ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecâatle redderek:

"-Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.

Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükümet İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.

Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Mekânı cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..

*

Ulu Hakan, 1918'de vefat ettiği zaman bütün mağdur ve mazlum millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhıret'e yolcu ederlerken bazıları:

"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.

Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan faciaların îkâzıyla uyanarak nedamet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şi'rini dikkatlerinize sunalım:

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryadım varır mı bârigâhına?..
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..

Nadimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedamet hislerini şöyle ifâde eder:

Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdada biz;
Hasret olduk eski istibdada biz!..

*

Filistin'in ilk mazlumu Abdülhamîd Han'dır. Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî Teodor Hertzel'e mukavemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.

Vefatı ile bütün İslâm âlemi adetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek manâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gaileler sebebiyle- bir daha bu dirayeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yılında Çin'de milliyetçi bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, "Boxer İsyanı" denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem'in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey'eti" göndermiş ve Pekin'de uzun müddet faaliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.

Yine Japonya'ya, tarihimizde "Ertuğrul Faciası" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip İslâm'ı oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfuzunu âlem-şumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd'in şu İslamcı siyâsetinin şümul ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere'ye kadar döşetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfidir.
Sultân Abdülhamîd, o ileri görüşlü insandı ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm'a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü zenci-müslüman varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.

Oturduğu yerden dünyâyı fotoğraflarla tâkib eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultân Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allah kulu Japonlar'ın galip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ına geri dönmeyeceklerini söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vasıtasıyla günü gününe tâkib ederek Ruslar'ın Japonlar'a mağlûb olmasının kendi devleti hesabına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.

Son söz olarak şu hususu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O'nun mübarek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dahilî ve haricî gaileleri böyle makale hacimli yazılara sığmaz... O umûm milletin müstehak olduğu musibetleri bertaraf için bir beşer takatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice şerirlerin galebesi suretinde tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir. Böyle bir dirayet içinse, kendisinin şu sözünü okuyucularımıza yardımcı olabileceği düşüncesiyle zikrederek yazımıza nihayet verelim:

O, Hareket Ordusu'na karşı hareketsiz kaldığı yolundaki tenkıdlere cevaben buyurmuştur ki:

"-0 güruhun önünde Hızır -aley-hisselâm-'ı görmesem, böyle yapmazdım!.."

Abdülhamîd Han'ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kabiliyeti destanlıktır. O'nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:

Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhur edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:

"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. "Acaba Sultân'a emr-i Hakk mı vâkî oldu?" diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultân, elinde bîr havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:

"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım... Getir imzâlıyayım!.." dedi.

Ve "besmele" çekerek evrakı imzaladı."

Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâima temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sorduğunda da kendisine:

"Bunca müslümanlarm halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.

Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han bağlılarından olmayan birisi de hatıratında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:

"Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip huzura çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me'mûrlarından birinin Hünkâr'a çektiği bir telgraftı bu:

Bîçâre me'mur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların ikâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şahaneye sığındığını, bildiriyordu.

Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şahaneye vereceğim listenin içerisine almadım.

Ancak huzurda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

"-Başka birşey var mı?"

"-Kayda değer birşey yok efendim!" dediysem de Sultân'ın ısrarla suâlini tekrarladı ve:

"-Sen kayda değer saymadığını da söyle!" dedi.

Bunun özerine malum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek talimat verdi:

"-Hemen getiriniz!"

Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdi. Sultân, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine daha saray doktorunu çağırtarak bana dündü:

"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz"! doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâheleyi yaptırınız!" diye ferman buyurdu.

Sultân'ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemiz yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işaret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve dua ile meşgul olmuştu.

Hemen huzuruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:

"-Sultânım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretten ile hasta kurtuldu elhamdülillah.. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar golfları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine dua ettiler..."

Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillah" dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek'at namaz kıldı.

Osmanlı Devleti'nin 620 senelik şan ve şeref dolu târihini şâir ne güzel hulâsa eder:

KİMDİM?

A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
Mermiler, alevler beni bir kal'a sanırdı,
Efserlerin enkazı uçar, dalgalanırdı...
Cevval atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda
Titrerdi yerin tâlii mermimin ucunda...
A'sâr elimin çizdiği mecradan akardı,
Üç kıt'ada mağrur atımın izleri vardı...
Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın
En şanlı hükümdâr-ı buruşanına arzın
Tek bir nazarım berk-ı inayetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...
.........
Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle değildim!"
"Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!.."

Osman Nûri Topbaş
Devamını Oku »

Kızına göre Sultan Abdülhamid'in Dindarlığı

Kızına göre Sultan Abdülhamid'in dindarlığı
Babam doğru ve tam dini itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir.Beş vakit namazını kılar.Kur'an-ı Kerim okurdu.Gençliğinde Şazeli tarikatına girmişti.Daima camilere devam ettiğini,Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikaye tarzında anlatırdı.Böylece,camide namaz kıldığı günlerden birinde Hamza Zafir Efendi adında muhterem bir şeyhe tesadüf edip onunla ahbap olmuş,bu tarikata bu suretle intisap etmiştir.Keza Yahya Efendi Tekkesi'nin büyük şeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasiyle dahi Kadiri tarikatına intisap etmiştir.

Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi.Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezan-ı Muhammedi okunurdu.Babamın bir sözü vardı:''Din ve Fen,''derdi.''Bu ikisini de itikat etmek caiz.'' olduğunu söylerdi.

Ayşe Osmanoğlu-Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım),3.Baskı Ankara 1986,Selçuk Yayınları,sayfa 24-25.
Devamını Oku »

Amerika'nın Yabancı Bir Dille İmzaladıgı Tek Antlaşma

Amerika'nın Yabancı Bir Dille İmzaladıgı Tek Antlaşma
1783 yılında, Avrupa standartlarına göre mütevazı da olsa, yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başladı.25 Temmuz 1785'te,
Atlantik'te Cadiz açıklarında, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında
Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi, Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i de ayni akibete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçti. Amerikan Kongresi,

27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington'a 700.000 altına yakın harcama yetkisi verdi.Osmanlıların oluşturduğu deniz tehdidi sayesinde,ABD donanmasının temelleri atılıyordu.

Önemi

5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642.000 altın ve yılda 12.000 Osmanlı altını (216.000 dolar) ödeyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmaya, dönemin ABD Başkanı George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koydular. ABD başkanı George Washington Osmanlı imparatoru tarafından muhatap görülmemiş ve anlaşma Cezayir beylerbeyi tarafından imzalanmıştır. Böylece ABD yıllık vergiye bağlanmış oldu. Bu, ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde, yabancı bir dille imzalanan tek anlaşması olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödenmesini kabul eden tek ABD belgesidir.

Kaynak: Treaties and Other International Acts of the United States of America. Editör; Hunter Miller, 1931. [http://www.yale.edu/lawweb/avalon/diplomacy/barbary/bar1795t.htm Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi arşivleri]
Devamını Oku »

Aldığımız Fiyata

ALDIĞIMIZ FİYATA

Keçecizâde'nin Rusya'da bulunduğu sıralarda Rus Çarı, Keçecizâde Fuad Paşa'ya takılır:

- Paşa şu Girit'i satsanız!

- Hay hay, satalım ekselans.

- Kaça satarsınız?

- Aldığımız fiyata.

Girit'in yirmi seneyi aşkın bir zamanda ve binlerce şehitle alındığını bilen Çar sararır.
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Keyfî Sansür mü Uyguladı?

Sultan II.Abdülhamid keyfî sansür mü uyguladı?

Sansürün elbette savunulacak tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Denizciliğe Düşmanmıydı?

Sultan II.Abdülhamid denizciliğe düşmanmıydı?

Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid "karacı" idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da, Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?

Mustafa Armağan
Devamını Oku »