Sultan II.Abdülhamid Milleti Cahil mi Bıraktı?

Sultan II.Abdülhamid Milleti cahil mi bıraktı?

Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir.

Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet Düşmanımıydı?

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet düşmanımıydı?

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet Düşmanımıydı?

93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Kızıl Sultan mıydı?

Sultan II.Abdülhamid Kızıl Sultan mıydı?
Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

31 Mart olayını Sultan II.Abdülhamid mi tertipledi?

31 Mart olayını Sultan II.Abdülhamid mi tertipledi?

31 Mart isyanında en ufak bir katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım, Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın hazinesi karşılayabilir."

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Despotmuydu?

Sultan II.Abdülhamid despotmuydu?

'İstibdad' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset düşüncesinde "istibdâd" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn Haldun 'istibdâd'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid'in kurduğu;hafiye teşkilatı zararlımıydı?

Sultan II.Abdülhamid'in kurduğu 'hafiye teşkilatı' zararlımıydı?

Hafiye teşkilatının topluma nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

31 Mart Büyük Komplo

31-mart-olayi

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin dayanağı olan 31 Mart vakası ise, Türkiye tarihinin muhtemelen en büyük komplosudur. Padişah‘ı devirmek ve dindarları ezmek maksadı güden bu harekette, İttihatçılar tarafından “Meşrutiyet Muhafızları” ismiyle Rumeli’den getirilip İstanbul Taksim’deki Taşkışla’ya yerleştirilen askerler kullanılmıştır. “Avcı Taburları” da denilen bu askerler. Rumî takvimle 1325 yılının 31 Mart (Miladî takvimle 1909 yılının 14 Nisan) Salı günü ayaklanıp Ayasofya Meydanında toplanmak üzere harekete geçerler. Subaylarını iplerle bağlayıp kışlada hapsetmiş, silah depolarını yağmalatarak bütün tüfek ve mermileri ellerine geçirmişlerdi. Ne için ayaklandıklarını ise yol boyunca bağırdıkları, “Şeriat isteriz!” şeklindeki sloganla açıklıyorlardı. İsyana, Derviş Vahdeti diye bilinen biri önayak olmuş ve onun kışkırtmasıyla halktan da bazı şahıslar katılmışlardı. Bu ayaklanma sırasında birkaç cinayet işlendiği de söylenmektedir. İttihatçıların “Hareket Ordusu" adını verdikleri ve içinde Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kâzım (Karabekir) beylerin de bulunduğu birlik, bu olay üzerine İstanbul’a gelerek isyanı bastırmış, ardından da Abdülhamid Han tahttan indirilmiştir.

Talat Bey’in Enver Paşa’ya çektiği telgrafta, bu olayı “Hürriyete karşı gerici bir ayaklanma” diye bildirmesi ile İsmet Bey’in (İnönü), “Bunlar bizim tarihimiz boyunca başımıza bela olmuşlardır” diye genelleme yapması enteresandır. O zaman 1909 yılı olduğu için henüz hiçbir inkılâbın yapılmamış ve bazı çevrelerce “inkılâpçı- mürteci” diye adlandırılan kutuplaşmaların yaşanmadığı o dönemde, nasıl olur da dindarlar hakkında, “Tarihimiz boyunca başımızaa bela oldular” kabilinden bir söz sarfedebilir ?Kaldıki,bu hadisede aktif olarak bulunmuş Rıza Tevfik,daha sonradan büyük pişmanlık duyarak ayaklanmanın bir komplo olduğunu söylemiş ve “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat isimli bir şiir yazmıştır. “Neredesin Şevketli Abdülhamid Han?’ diye başlayan bu şiirden bir bölüm şöyledır:

...Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına...

Hüseyin Dayı, Mlliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Türklük Kavramı Üzerine

Bernard Lewis’in de belirttiği gibi, “Türk” kavramı, İslamiyet’le öylesine eş anlamlıydı ki; bilhassa Osmanlı dönemindeki Müslüman ahali “Türk” diye adlandırıldığı gibi, bir gayrimüslimin Müslümanlığı kabul etmesi de “Türk oldu” diye ifade edilirdi. Bu durum, dünya Müslümanları içinde özellikle "sine-i selase" (üç kucak) denilen üç dilden (Arapça, Farsça vç Türkçe) biri olan Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı alandaki Müslüman ahali için daha fazla geçerliydi.

‘Türk’ ve “Müslüman” terimlerinin, genellikle Araplar ile Fars- lar dışındaki Müslümanlar için kullanıldığına ilk defa şahit olduğumuz eserlerden biri, Âşıkpaşazade’nin yazdığı “Tevârih-i Âl-i Osman" yani “Osmanlı Hanedanı Tarihi” diye adlandırılan tarih kitabıdır. Bekriye tarikatına mensup olduğu için kendisini “Derviş Ah- med Âşıkî” (1393-1481) diye tanıtan bu zat, Sultan İkinci Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamıştır. Bahsettiğimiz eserinde Osmanlı hanedanını Oğuz Han’a dayandırmış, devletin sosyal yapısını ise aynı anlamda olmak üzere bazen “Türk” bazen de “Müslüman” kelimeleriyle ifade etmiştir. Mesela Orhan Gazi’nin Bursa Tekfuruna Mihal Bey’i gönderip şehri teslim etmesini istediğinde, Tekfur’un “Türkler bizi incitmesin.” şeklinde talepte bulunduğunu söylemekte ve sonucu da “Elhâsılı Tekfur hisardan çıkınca kapılar kalabalık oldu. Her taraftan Müslümanlar girmeye başladılar.” sözleriyle anlatmaktadır.

Prof. Dr. Şerif Turan; Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Yazıcıoğlu ve Neşrî’nin Osmanoğullannı Oğuz Han’a bağladıklarını, daha sonraki tarihçilerden İbn Kemal’in ise Osmanlı devlet ve askerinden “”Türk devleti, Türk askeri” diye bahsettiğini ve bunun da kavmiyete değil, bu topraklar üzerinde tarihî bir gelişmenin mahsulu olan ‘Türk Milleti’ mefhumuna işaret ettiğini söylemektedir.

ABD’nin Visconsin Üniversitesinde kürsü sahibi olan dünyaca Ünlü Türk Tarihçisi Prof. Dr. Kemal Karpat da 2009 yılı Mayıs ayında Türkiye’ye geldiğinde Kanal 24 isimli televizyon kanalındaki bir programda aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Karpat’ın söz ko- nusu açıklaması ‘Türk demek Osmanlı ve Müslüman demekti, etnik bir anlam taşımıyordu’’Fransız tarihçi Emest Renan aynı doğrultuda olarak, Türklerin milletleri dine göre anladıklarını söylemiştir Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow da müşterek çalışmalarında aynı hususiyeti belirtmişlerdir ki, bu çalışmada verilen izahat, kitabımızda “Kürtçülük” başlığı altında nakledilecektir.

Tamamen din temelli olan bu millet anlayışından dolayıdır ki, Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından, Osmanlı’da sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri bir ayrılık olarak görülmemiştir Değişik kavimlere mensup olan şahıslar, tıpkı Hazreti Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerinde olduğu gibi, Osmanlı'da da kavmi kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin birinci müderrisi (profesör) ve mütevellisi (vakıf yöneticisi) Davud-ı Kayseri’dir. Onun vefatından sonra yerine gelense Taceddin-i Kürdî’dir. Napolyon’a karşı Mısırdaki Akka Kalesi’ni savunan Ahmed Paşa da “Cezzar” lakabını almadan önce kavmi- ne atıfla “Boşnak Ahmed Paşa” diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. Bu durum, sosyal yapımızdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşamasını sağlıyordu./ Avnıpalı kavimlerden olup Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutan Boşnakları, Sırp ve Hırvatlardan ayıran en önemli özellik, Müslüman olmalarıdır. Bu farklılıkları ile Boşnaklar, kendilerini asırlarca “Turçin” (Türk) diye adlandırmışlardır.

Avrupalılar da onları Türk diye kabullenmiştir.

Günümüzün yazarlarından Ahmet Selim de Rumelili olan babasının, şu sözlerini nakleder; "... Rumeli’de her Müslüman’a Türk diyorlardı. İhtida edene ‘Türk oldu’ diyorlardı... Etnik’le metnik’le hiç işim olmaz benim.. ”
Akifin;

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfakı insaniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin;
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevç fevç âguşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.. .”

Akif'in, bizim milletimizi anlatırken dinle irtibatlan-dırması ve değişik kavimlerin bir avuçta toplanıp vahdeti bulmasıyla izah etmesi; bir gerçeğin dikkate şayan tespitidir, Bu durumun tasavvufi kavramlarla tam izahı, “kesretten vahdete” (çoklukta birlik) ulaşmaktır. Milletimizin böyle bir terkip ile teşekkülü de, bütün Türkçü-Kürtçü gibi ayrılıkçı teorilere ve tahriklere rağmen bütünlüğünü koruyabilmesi de; halkımızın mensubu olduğu İslam dini ve o dinin bu dünya hayatında kurdurttuğu İslam Medeniyeti sayesindedir

Peki, bir tek millet halinde tutan o İslam Medeniyeti’ni halkımızın idrakinden silmeye çalışanlar kimler oldu? Bu sorunun cevabını, yine dünyaca meşhur iki tarihçimizin anlattıklarında bulacağız. Bu tarihçilerimiz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’dır.

Halil İnalcık» Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında doğup, laikleşme paralelinde geliştiğini belirmektedir. İnalcık, bugünkü İslam Ülkelerinde "millî irade" ve “Batılılaşma" gibi anlayışların ilk örneklerinin de Osmanlı'nın son zamanlarındaki Tanzimatçılarla İttihat ve Terakkici sivil-asker bürokratlar olduğunu söylemektedir. İlber Ortaylı da Osmanlı'daki millet anlayışının dinî esaslı olmakla, Han'daki millet (nation) anlayışından tamamen farklı olduğunu belirtmekte; hatta bu farklılığın büyüklüğünü belirtirken, “tercüme bile edilemez" açıklamasını yapmaktadır. Ortaylı, çok önemli bir farklılık olarak İslam millet anlayışında, “gayrimüslim cemaatlerle yan yana yaşama pratiği" olduğundan da bahsetmektedir.

“İslam’da Din, Medeniyet ve Millet İlişkileri” başlığı altında anlatıldığı gibi bu pratik, Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından kurulan ilk İslam devletinden beri -bazı dönemlerde ihmal edilmiş de olsa- mevcuttur.

Görüldüğü gibi, İslam medeniyetinde hayalî bir “homojen illet”ten bahsedilmemektedir. Mimarı İslamiyet olan ve asırlarca ¡yaşamış olan gerçek bir milletten bahsedilmektedir. Türkiye’de o Beraberlikten bugüne kalan kavimleri de aynı İslâmî harç bir arada atmaktadır. Bu birliği koruyabilmek için gereken, Batı’nın batıl etnisitesine dayanan kavmiyetçiliklerden uzaklaşmak ve bu birliğin cevherini, yani İslam’ı idrak etmektir. Kısacası maharet; “tek tiplilik hayalleri’’kurmak değil, “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) bulmanın sırrına
ermektir.

….Bugün kendilerini “ulusalcı” diye tanıtanlar, İslamiyet’i laikliğin alternatifi bir siyasî rejim diye algıladıkları için, dinden bahsedilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Kendilerini “milliyetçi” diye tanıtanlar ise, milletimizi diğer Müslümanlardan ayırmak için, milletimizin iman ettiği “Allah indinde tek din” ve cihanşümul olan İslam ı, özel bir muhtevaya büründürerek “Türk Müslümanlığı” diye adlandırmak istemektedirler.
Bu milliyetçi/ulusalcı akım mensuplarının, medeniyet hakkındaki tercihleri de "Muasır (çağdaş) Medeniyet” adı altında “Garp (Batı) Medeniyetindir. İşte, “Batı’da Din, Medeniyet ve Milliyet İlişkisi” başlığı altında görüldüğü gibi şimdi o medeniyet, kendisini “Hıristiyan Medeniyeti” yahut “Protestan Medeniyeti” diye ilan etmektedir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Ankara Hükümeti İsteseydi Vahdettin'i Ülkeden Terketmesini Önleyebilirdi

Ankara Hükümeti İsteseydi Vahdettin'i Ülkeden Terketmesini Önleyebilirdi

..İlginç olan şudur: Vahddeddin'in ülkeyi terk ettiği zaman diliminde Ankara Hükümeti isteseydi bu durumu önleyebilirdi; buna gücü yeterdi. Ancak Ankara, adeta bu gelişmeye çanak tutulmuştur. M. Kemal Paşa, Vahdeddin'in ülkeyi terk edeceğini tahmin ediyordu. Hükümetin bile haberi olmadan bu konudaki sezinlemelerini Refet Paşa'ya bildirmiş ve Ona,

"Vahdeddin kaçmak isterse mani olunmamasını" emretmişti.(1)

Mani olunmadı ve Vahdeddin ülkeyi terk etti... Mani ol-mak bir yana, çıkarılan "idam edilecek" haberleriyle adeta ülkeyi terk etmeye zorlandı... Çeşitli vesilelerle ona ülkeyi terk etmemesi durumunda idam edileceği ima ve ihsas edildi. Vahdeddin ayrıldıktan sonra Yıldız Sarayı'na gelen Ankara hükümeti temsilcisi Refet Paşa, o sırada ağlamakta olan Vahdettin'in yaverlerinden Ali Nuri Bey'e, aynen şunu söylemiştir: "Ağlama Ali Bey, kaçtığı iyi oldu, ya kalsa idi biz onu ne yapardık?"(2)

Vahdeddin İngiliz temsilcisi General Harrington’a, 16 Ka-sım 1922 tarihinde gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullan-mıştır: son vekayi üzerine hürriyet ve hayatımı tehlikede görmekteyim. Osmanlı sanatı ve islam hilafeti üzerindeki bil’ırs vel istihkak haiz bulunduğum meşru ve mukaddes haklarımı tamamiyle muhafaza etmek şartıyla hayatımın muhafazasını en çok müslüman tebaaya malik bir devlet olan ingiltere’den bekliyorum.”."(3)

Aslında Vahdeddin vatandan ayrılışım geçici bir ayrılış olarak görmekteydi. Ortalık sakinleşinceye kadar bir süre va-tandan ayrılmayı uygun bulmuştu. Vahdeddin içinde bu-lunduğu durumu sekreteri Avni Paşa'ya şöyle anlatmıştır:

"Anadolu'ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal'in ihtirası ve muvazaası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasmda dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki Hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkânını göremeyerek, ortalik sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim/(4)



Kaynaklar;

(1)-İlhan Bardakçı,Vahdettin M.Kemal’e,syf;117

(2)-Şefik Okday,Osmanlı’dan Cumhuriyete Padişah Yaveri İki Sadrazam Oğlu Anlatıyor,Syf,108(Nakleden M.Armağan,Vahdettin Kaçtı mı , Kaçırıldı mı? Makalesi)

(3)-İlhan Bardakçı,age,syf;115

(4)-Vahdettin Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor(haz,Osman Öndeş),syf;346

Cemal Fedayi
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Korkakmıydı?

Sultan II.Abdülhamid korkakmıydı?

Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi "Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi özetler:

"Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem."

Mustafa Armağan
Devamını Oku »