Sultan II.Abdülhamid'in Kurdurduğu Hamidiye Alayları Gereksizmiydi?

Sultan II.Abdülhamid'in kurdurduğu Hamidiye Alayları gereksiz miydi?

Hamidiye Alayları şunlara yaramıştı:

1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi.
2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu.
3. Kürtler ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu.
4. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı.
5. Çocuklar İstanbul'daki Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler.
6. Aşiret kavgalarının önüne geçildi.
7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

1908 Meşruiyet Dönemi Talihsiz Devir

1908 Meşrutiyet», Devlet çekirdeği etrafında et-kemik bağlamış bulunan Türk harsının an-anevi tahtını kaybedip, yeni bir kalıpta yenı tecrübeye tâbi tutulduğu talihsiz devirdir.

"Fakat alelacele tezgaha konup aktif bir renk alan bu ideolojinin elbette ki ömrü kısa olacaktı. Zıra bir nevi kutsiyet ve saygı havası neşredegelmış tarihi Devlet anlayışının açık bıraktığı yeri dolduramayacağı aşikârdı. Nitekim dolduramadı da. Çünkü İçtimaî bünyenin zaruri ve tabii bir icabı değildi. Memleketin iç ve dış yapısı, klâsik ve tarihî inanışının yerme, yabancısı olduğu bu aşın ve tepeden gelme ideolojiyi çağırmamış, böyle bir talepte bulunmamıştı.
“Ama şu var ki. memleket bünyesi için acıklı bir sürpriz olan bu şoven milliyetçilik, İlmî ve siyasî kifayetten mahrum bulunan Meşrutiyetçi iktidar için lâzımdı. Zira sağlam olsun Çürük olsun, bir can kurtarıcıya olan ihtiyaç, bütün çıplaklığı ile meydana çıkıvermiş, felsefesiz ve prensipsiz olarak iktidarı ele geçirmiş bulunan bu alaylı devlet adamları, bir İlmî ve felsefî kal'aya sığınmadan yaslandıktan koltuğun muhafaza edilemeyeceğini anlamışlardı.
"Onun için de, İttihatçılarla el ele veren Ziya Gökalp fikriyatı, açtığı zorlama ve sun'i çığır ile kısa bir zaman tezgâhını işletti.Fakat münevver kitlenin dudağını değdirdiği heyecan, sönmeye mahkûm aydınlığı gibi, memlekete çok pahalıya mal olan siyasî, askerî ve İçtimaî hatalara yol açmakta gecikmedi. Neticede de bir İmparatorluğun başını yedikten sonra, milletin iliklerine işleyen zehirli tortusunu bırakarak çekilip gitti.

Samiha Ayverdi, Milli Kültür Meselelerimiz ve Maarif Davamız, syf;128-129
Devamını Oku »

Derin Tarih Dergisi'nin Mehmet Genç ile Röportajdan Bir Bölüm

‘’Osmanlı 16.yüzyıldan itibaren geriledi ‘tezi hakim Osmanlı tarihçiliğinde.Ancak siz buna karşı çıkıyorsunuz.

Osmanlı gerilemesi sathî bir yakıştırmadan ibarettir. Bazı tarihçiler Kanuni devrini zirve olarak düşünür: sonra sırası ile duraklama, gerileme ve dağılma gibi bir dönemlendirme yaparlar. Bunların gerçekte olup bi­tenlerle fazla alakası yoktu.

Osmanlı sistemi Kanuni’den son­ra da yüzyıllar boyu bütün kurumlarıyla gelişme ve değişme içindedir. Mamafih Osmanlılann Batı Avru­pa'da kapitalizmin getirdiği muaz­zam değişmenin dışında kaldıkları muhakkaktır.

Ancak Osmanlıların sistemlerini olduşturdukları dönemde bu değişmeler henüz ufukta yoktu.Kapitalizmden kaynaklanan bu değişimleri önceden görebilselerdi onları benimser ve o yola girerler miydi,bundan hiçbir şekilde emin değilm.Zira kapitalizmin getirdiği değişmeler Batı’ya sonra da dünyaya çok pahalıya mal oldu.Fakir halk kitleleri çok büyük sefalet ve sıkıntıya duçar oldu.Osmanlılar Müslüman olan ve olmayan hiçbir topluluğu bu denli bir sefalete asla müstehak görmedi.O yüzden bilmiş olsalardı bile benimsemezlerdi.

Sizin bu bahiste verdiğiniz çok meşhur bir dilenci örneği var..

Evet, Mesela 16, yüzyıldan 18 yüzyılın ortalarına  kadar İstanbul Avrupa'nın en büyük şehriydi,Londra ve Paris’in nüfusları da İstanbul’a yakındı. 18. yüzyılda bu iki şehirdeki dilenci sayısı nüfusun %10’u civarın­daydı. 50 bin dilenci Paris’te, bir o kadar dilenci de Londra’da vardı. Os­manlı İstanbul’undaysa sadece 322 dilenci yaşıyordu ve bunların tama­mı gayrimüslimdi. Onlara da sadece Pazar günleri kilisede dilenme hak­kı veriliyordu. Müslümanların ise dilenme hakkı yoktu. Çok muhtaçsa vakıflar ona destek sağlıyordu. Bu Batılı seyyahların seyahatnamelerinde hayretle müşahede edip anlattıkları bir olgudur.
Devamını Oku »

Osmanlı'nın Çöküşü

Osmanlı'nın Çöküşü

Devlet-i Aliyye'nin çöküş tarihi, yok oluş tarihi 1826'dır. Yeniçeri topa tutulduktan sonra yeni bir ordu kurmak lazım. Bu ordu nasıl kurulacak? Bu orduyu kurmak için Batı' dan hocalar getiriyoruz. Tasavvur edin, insan deli olur. Asırlarca mücadele ettiğimiz, tarihte gazalarımız olan ve onu hidayete getirtmek için sel gibi kanlar akıttığımız bir düşmana el açıyoruz, "gel bizi yetiştir" diyoruz. Yani bu adamın hikmet-i vücudu bizi yemektir, mahvetmektir. Hayatının yegane gayesi bizi yemek olan bir medeniyetten, ordumuzu yetiştirmek için hoca istemek ne demektir? Yani bundan büyük felaket tasavvur edebilir misiniz? Ordunun techizatı vardır, malzemesi vardır, vesairesi vardır. Bunlan da getirtmeye başlıyorlar Avrupa' dan. Orduyu ıslah etmek için, Batı mektepleri açılıyor. Müşavirler getirtiliyor Batı'dan ve Mühendishane-i Bahri, Mühendishane-i Bem açılıyor. Mekteb-i harbiye açılıyor.

Tabii adam gelince bize hizmet etmek için gelmiyor. Orduyla beraber müteahhitler de geliyor, iş adamları da geliyor. Politika esnafı da geliyor, misyonerler de geliyor. Yabancı mektepler açılıyor. Kesif bir taarruz başlıyor. Avrupa'yla kaynaşıyoruz. Burada tabii biz mağlup olacağız. Çünkü karşıdaki tilkidir. Hiçbir zaman anlayamayız, hiçbir zaman anlayamadık Avrupa'yı. Avrupa da bizi anlamadı. Anlamasına ihtiyaç yoktu çünkü. Avrupa bizi yemek istiyordu. Yiyeceğimiz hayvanı anlamaya mecbur değiliz. Balıkların, koyunların hissiyatını merak etmeyiz. Değil mi ya? Keseriz, yeriz. Onlar da bizi öyle, nasıl kesilir bu, ona bakacak. Avcının hayvanı tetkik ettiği gibi, bizi tetkik ediyor Avrupa. Bizi anlamak niyetinde değil, anlamak mecburiyetinde de değil.

Halbuki biz düşmanı dost telakki ediyoruz. Kucağımızı açıyoruz, mahrem dünyamıza sokuyoruz. Medeniyet bir bütündür, temelleri ortadan kalkınca, bina çökecektir, çöküyor: Fakat çöküş orduda başlamıştır. İlk batılılaşan müessese ordudur. İlk çürüyen ve ilk yok edilen bu ordu, Viyana'ya giden ordu değildir elbette. Avrupa bizi nereden yıkacağını, nasıl yıkacağını biliyor. Tek düşmanı hilafet müessesidir. Hilafeti yıktıktan sonra dava kazanılmıştır. Çok iyi biliyor ki, hilafeti dışardan yıkmak mümkün değildir. İçeriden kendi adamlarına yıktırıyor. Osmanlı'ya ihanet etmek için dışarıdan kuvvet kullanmak mümkün değildir. Kendi içinden adamlar bulmak, emellerimizi onlara tahakkuk ettirmek, yol bu.



Bulutları Delen Kartal,Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Meşruiyet Dönemi ''Dine Siyasî Alanda Müdahale''

Meşrutiyet döneminde Gökalp’ın dine devletin hukuk sistemi açısından giriştiği siyasî müdahale teşebbüsleri; Müslüman kadınların tesettürlü olmasını emreden kanuna itirazı, şer’i mahkemelerin kaldırılması, yargılamanın meclisten çıkacak kanunlarla yapılması ile şeyhülislamın ve evkaf nazırının kabineden çıkarılması yönündeki teklifleridir. Gökalp, o zamana kadarki uygulamaların, “Ümmet devrinden kaldığını söylemekte ve bu durumu da tam anlamıyla millet olamadığımıza bağlamaktadır.

İttihad Terakki Fırkasının Genel Merkez toplantısında kadınların tesettürlü olup olmaması konusu tartışıldığında ,üyelerden biri söz alarak,umumi efkarın Müslüman kadınların tesettürlü olması
Olmasını,halkın tersine gidilmesi gerektiğini,Mekke Emin Şerif Hüseyin’in başlıca propadasının da İstanbul’daki kadınların tesettüre uymadığı olduğunu söylemesi, Gökalp’ı çok öfkelendirir. Ertesi gün Talat ve Enver Paşa Fırka’nın genel merkezine gelip aynı konuyu açtıklarında, Enver Paşa, ' Ben merkez kumandanına bazı tebligat yaptım” der. Üyelerden biri de “Efkâr-ı umumiyenin istemediği şeyleri menetmeliyiz’’deyince Gökalp, ayağa kalkar ve öfkeden yüzü kızarmış, elleri titrer şekilde bağırır:

“Efkâr-ı umumiye, etkâr-ı umumiye deyip duruyoruz, efkâr-ı umumiyenin ne olduğunu biliyor muyuz? Efkâr-ı umumiyenin her istediğine devlet adamlarının boyun eğmesi lazım geldiğine dair bir kaide olduğunu nereden çıkarıyoruz/... Devlet adamları efkâr-ı umumiyeye uymak, tabi olmak mecburiyetinde değildir. Eğer bir takım tahrikçiler vasıtasıyla meydana getirilen efkâr-ı umumiye, vicdan-ı ammeye (devletin kararını kast ediyor. ) uygun değilse, büyük devlet adamları buna mukavemet eder, hatta efkâr-ı umumiye dediğimiz cereyana rağmen milletin selameti için ne lazımsa onu yapar.”

Gökalp'ın bu öfkeli konuşması karşısında Talat Paşa, “Hoca, biz ille de şöyle yapalım, demiyoruz, sizden fikir almaya geldik” diyerek onu yatıştırır. Enver Paşa da kızmamasını rica ederek, “Biz askerler, açık fikirlerden hoşlanırız, ben de aydınlanayım diye soruyorum’’der der.

Enver Paşa, Müslümanların tesettürden yana olduklarını söylüyor ve efkâr-ı umumiye ile vicdan-ı amme arasındaki farkı koruyor. Gökalp cevap verirken efkâr-ı umumiyenin ümmet devrine aid uygulamalar istediğini, vicdan-ı umuminin ise Batı medeniyetine uygun rejim istediğini söylüyor ve Enver Paşa’dan, şayet merkez kumandanlığına gönderdiği tebligatta tesettür lehinde bir emir varsa beri almasını istiyor. Gökalp’ın açıklamaları, kadın kıyağın karışmaması şeklinde görünmekle beraber, aslında muhafaza edilmemesi şeklindedir.

Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” isimli kitabında dinle ilgili en önemli hususiyet, dünyada İslam’a ait bir medeniyetin olmadığı yönündeki açıklamadır. Ona göre, Müslümanların yaşadığı medeniyeti, İslam medeniyeti sanmak bir aldanmadır; çünkü o medeniyet, Doğu Roma (Bizans) medeniyetidir ve onu bırakıp Batı Avrupa medeniyetine geçmemiz gerekir.

Hâlbuki en çok etkilendiği Batı Avrupalı filozoflardan biri olan Nietzsche bile, İslam medeniyetinin Hıristiyan medeniyetinden üstün olduğunu söylemiş ve “Müslümanlık Hıristiyanlığı hor görüyorsa bin kez haklıdır, demiştir. Nietzsche’nin hemen hemen bütün fikirlerini alıp da bu kısmını atlaması oldukça düşündürücüdür. Şu da bir gerçektir ki; İslam medeniyetinin olmadığını söylemek, insanlarımızın sosyal hayattaki dinî aktivitelerine müdahale etmeyi kolaylaştırmaktadır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Müslüman Ecdadımızı Zaferden Zafere Koşturan Sır ve Kanunî’nin Duâ ileAlâkalı Bir Fermanı

Müslüman Ecdadımızı Zaferden Zafere Koşturan Sır ve Kanunî’nin Duâ ile Alâkalı Bir FermanıMaddî zaferlerin arkasında manevî sebepleri aramayanlar, zafer kelimesini tarihlerine yazdıramazlar. Zira Allah müsaade etmeyince duyan kulaklar duymaz ve isteyen gönüller istemez oluverir. Bu mânâyı hisseden ve yaşamaya çalışan müslüman ecdadımız da duanın ehemmiyetini idrâk etmişler ve kazandıkları zaferlerini Allah’ın ihsanına borçlu olduklarını hiç bir zaman unutmamışlardır. “Gölgelerin bile yerlere kapanışı sahiplerinin değil, Allah’ın emrine bağlı olduğunu” ifade eden Kur’ân âyetini her zaman hatırlarında tutan müslüman ecdadımız, zafer için lüzumlu olan fiilî duaları ifâ ettikden sonra, neticeyi Allah’dan beklemek demek olan kavlî duayı da ihmal etmemişlerdir. İşte size Osmanlı Devleti’nin en şanlı ve şöhretli Padişahı olan Kanunî’nin, her zaferden Önce duâ silahına nasıl sarıldığını gösteren bir arşiv belgesi. Beraber okuyalım ve duanın insanları nerelere yükselttiğini beraber görelim. Her ne kadar aslı sade bir dille yazılmış ise de, biz önce özet mahiyetinde fermanı sadeleştirerek verecek, sonra da mutlaka okunulmasını tavsiye ederek trankripsiyonu takdim edeceğiz:

                                             SEFERDEN ÖNCE DUA EDİLMESİ İÇİN VERİLEN FERMAN
“Şerefli babalarım ve büyük ecdadımın en önemli işleri ve amelleri, Hz. Peygamberin nübüvvetini inkâr eden ve Muhammed Mustafa’ya karşı inadla direnen kâfirlerle cihad ve gaza eylemekdi. Padişahlık günlerinde büyük gazalar yapmışlar, küfür ve dalâlet ile dolu nice ülkeleri ve memleketleri ehl-i iman ve İslâm’ın diyarı haline getirmişlerdir.
Ben de onların bu güzel yollarından ve izlerinden giderek her zaman en büyük gayem ve arzum gazaya yönelik olmuştur. Müşrikler ve kâfirler, müslümanlara ihanet ve hakaret etmek üzere ittifak ettikleri duyulmuştur. Şu anda Mâlik’ül-Mülk olan Yüce Allah’ın inayet, merhamet ve adaletine itimad ederek; Hz. Resulüllâh’ın yüce maneviyatına dayanarak; O’nun dört halifesi ve büyük sahabeler ile evliyanın mukaddes ruhlarından manen medet umarak, sadece ve sadece dinin şe’âirini ihya ve Hz. Peygamberin şeriatını icra gayesiyle ve bütün müslümanlarla hep beraber gazaya niyet ettim.

Hak Teâlâ’nın ben kulu ki, zayıfım ve biçâreyim, itimadım ne asker ve malın çokluğuna ve ne de ordu ve teçhizatın bolluğunadır. Belki itimadım Allah’ın inâyetiyle Hz. Peygamber’in günahkâr ümmeti hakkında olan merhametlerdedir. Gözümde dünya devletinin zerre mikdar değeri yoktur. Mülk ve mala gururum ve izzet ve makama dayandığım yoktur. Kılıcım ve kuvvetim, bütün âlimler ve sâlihler ile cumhurun ve fakirlerin hayır dualarıdır. Maksadım ve muradım, ilây-i kelimetullah ile şeriatın yer yüzünde icrâsıdır.

Durum böyle olunca gerekdir ki, İstanbul’da bulunan eğer âlimler ve sâlihler, eğer şeyhler ve fâzıllar ve eğer diğer büyük insanlardan kim varsa, hep beraber camilerde ve mescidlerde mübarek vakitlerde, biraraya gelerek, İslâm’ın bayraklarının zaferle dalgalanması, şeriatın yeryüzünde güneş gibi parlaması, küfrün ve dalâletin belinin kırılması ve kâfirlerin mağlubiyeti için Kur’ân okunsun. Bütün müslümanlara bu husus ilân ve tenbih edilsin. Tâ ki, bütün mü’minler, zafer ve nusretim için el kaldırıp baş açıp İlâhî dergâha yalvarsınlar. Hayır duaları islâm ordularına manen arkadaş ve yardımcı olsun. Mü’min orduları muzaffer ve gâlib olurken ehl-i küfür mağlup ve perişan olsunlar inşallah.

Şöyle bilesiz.
18 Ramazan 938 / 1532” (7).  Veliyyüddin Efendi, 1970, Vrk. 54/b-55/b.
Devamını Oku »

Osmanlı'nın Feth Ettiği Topraklarda Hak ve Adalet Getirmesi

Osmanlı'nın Feth Ettiği Topraklarda  Hak ve Adalet Getirmesi

Osmanlı istilâ ve fütûhâtını sevk ve idâre eden tevhit rûhu, dededen babaya, babadan oğula, askere, serdara, halktan idâreciye, vezirinden pâdişâha ka­dar hâkim olan bir hak ve adâlet şuuru idi.

Müslüman-Türk, yediden yetmişe maya tutmuş bu anlayışın istilâ ve fetheylediği ülkelere getirdiği hak ve adâlet terâzisi ile daha batı, insan haklarına saygı diye bir anlayışı henüz aklına dahi getirmeden, insan haklarının kaynağından içtiği prensipleri nazari olarak bırakmayıp bir laboratuvar titizliği ile hâ­kim olduğu her yerde tatbik eylemek üstünlüğünü göstermiştir. Zira Müslüman-Türk için insan haklarına saygı, tenefüs ettiği hava, içtiği su kadar tabiî bir anlayışın sarûrî neticesi demektir, öyle ki batıda bü­yük çekişmeler ile ancak 1215’de çıkarılan beyannâmelerle insan hak ve hürriyetine duyulan saygı anlayışına karşılık, Islâmiyetin bu mevzûdaki hassasiyeti daha Hz. Peygamber zamânında hazırlanmış olan Medine Anayasası ve Vedâ Hutbesi ile yâni insana hak ve hürriyet bildirisi diyebileceğimiz beyanlar, sünnet ve hadislerle tespit ve tâyin edilmiştir. Doç. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, Eski Anayasa Hukuku ve Islâm Anayasası kitabında da bildirdiğine göre,Müslüman-Turk’ün bu idrâke varabilmesi için batıda ol­duğu gibi uzun çekişmeler ve zikzaklı bir devir geçir­diği söylenemez.

Zira İslâm'ın zuhuru ile başlamış olan bu anlayış, daha Peygamber zamanından îtibâren yürürlüğe gir­miş ve tökezlenmeden sürüp gitmiş, ama arada ak­saklıklar olmamış mıdır? Bugün dahi bir müslüman için insan hürriyet ve hakkına riâyet ve saygı bir emr i zaruri demektir. Ne ki noksanlarla mâlûl olan insan oğlu bu gerçeği batının malı zannederek hatâya düşse dahi bu mevzii bozukluklar kaideye diş geçir­mekten çok uzaktır.

Şu halde Islâm ümmetlerinin elindeki endâze ile boy ölçüşemeden, batının, yıllar süren aksak gidişi ile varabileceği merhaleye İslâm, asırlar evvel ulaşıp ça­dırını kurarak içine yerleşmiştir. İşte bu çadırdan ta­şan hak ve adalet dolayısıyla Osmanlı Türkleri istîlâ ve fetihlerinde kazandıkları zaferleri, bir de celâdet ve kahramanlıklarla birleştirince yeryüzüne bir Orta­çağ medeniyetinin anlı şanlı âbidesini kurmaktan geri kalmamıştır.



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır?
Devamını Oku »

Türk'lerin İmar ve İhyâ Ettiği Şehirlerden Bir Şehir Olan 'Belgrat'


Türk, aklının ve gönlünün takılıp kaldığı ülkele­rin hasretini çekerken nasıl olur da onları unutabilir?

İşte gene İstanbul’un yanı başındaki Belgrat Orman­ları...

Şehri kucaklayan bu ormanı, isim bulamamış gi­bi, Belgrat adı ile çağırmak ne kadar mânîdar...

Belgrat... Bir zamanlar tuğların dikildiği, ordula­rın hareket noktası olarak kaynayan Dârülcihat adlı şehir...

Türklerin bir sevgiliye hayran olur gibi gönül ko­yup Dârülcihat diye adlandırdıkları Belgrat da yine gözleri sonsuz ufuklara dikilmiş ordular için bir atla-ma taşı olmuş bulunuyordu. Nitekim Kânuni Sultan Süleyman'ın cülûsunun altıncı senesinde garba doğru çıktırdığı ordulurı, dört aylık bir uruştan sonra bu şehri de imparatorluk hudutları içine almıştı.Belgrat, Türklerin eline geçmeden evvel, küçük, bakımsız bir kasaba olduğu halde Osmanlı kılıcı bu beldeyi genişletmiş, îmar etmiş ve Balkanların en gözde şehirlerinden biri hâline getirmiştir.

İşte Türk kılıcının açıp Türk medeniyetinin îmar ve ihyâ ettiği şehirlerden bir şehir olan Belgrat’ın fet­hinden yüz elli sene sonra, gördüklerini bir ressam fırçası sadâkatiyle çizen Evliya Çelebi, karşımıza can­lı ve ihtişamlı bir medeniyet tablosu koyar. Süleyman Hân Câmiinin minâresine çıkıp bu “şehr-i azîme na­zar ettiğinde” karşısına serilen panorama, akıl durdu­racak bir azamettedir. Her biri yüzler ile sayılan imâ-retler, medreseler, mektepler, çeşmeler, sebiller, çar­şılar, pazarlar, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, saraylar ile bu şehir artık, bir medeniyet merkezi, Türk medeniyetinin îmar ettiği bir cennet köşesidir.

Çarşı ve pazarlarında dört bine yakın dükkân ve yirmiden fazla han vardır. Birer amme hizmeti mües-sesesi olan kervansaraylarında ise, bir ay misâfır ka­lanlar dahi hayrat sâhibine hayır duâdan gayri bir habbe ödemeden konup göçerler.

Hele Sokollu Kervansarayı, altlı üstlü yüz altmış odası bulunan ocaklı, develikli, ahırlı ve kale misâli demir kapılı bir kârgir binâdır ki her gece kapıcıları ve bekçileri davul çalarak kapılarını örterler. Kapısı­nın üstünde “Bu kervansaraya konan oldu hep revan” yazısı da târihidir.

Orta Hamam, Süleyman Ağa Hamamı, Aşağı Ha­mam, Çukur Hamam, Çinili Hamam, Bayram Bey Hamamı’ndan gayrı, iki yüze yakın hânedan sarayı­nın her birinde, temizliği îmânın yanına koymuş bir cemiyetin suya olan aşkını gösteren hârikulâde zarif ve sanatlı hamamlar da vardı.Evliya Çelebi, kaleden baktığı zaman 400 kubbe saydığını söyler.Biz ise 1969 haziranında yaptığımız bir seyahatte bunlardan,bir tanesini dahi göremedik.

Parkın ortasında Mora Fâtihı Sadrâzam Ali Paşa’nın türbesi var. Belgrat Kalesine hala Kale Meydan diyorlar.Tunâ ve Sava’nın kesiştiği noktada oluşu da Belgratı bir transit ticaret merkezi yapıvermiş ve Balkanların çetin kışları Tuna’yı dopduruncaya kadar gemiler bu merkezle alışverişte bir karınca yuvası gibi işlekliğini muhafaza etmişti.

Kış bastırıp Tuna’nın doğduğu zamanlar ise, dış pazarlar ile ahş veriş kesildiğinden, bu defa iç piyasa hararetlenir,şaftlar artar, eğlenceler bollaşır, sıcak divanhanelerde ziyafetler çekilir, şenlikler ziyâdeleşir, öyle ki, bir ziyafette misafire çıkarılan tatlı nev’i,şâyet on türlüden eksik olursa, o davet sahibi yeni bir davet çekmek zorundadır

Değil eli açık kapısı dayalı hânedan saraylarında, halk arasında dahi refah ve hayat seviyesi öyle istikrarlı ve kıvamh bir ölçüye varmıştır ki, îktisadi, idâri ve sosyal meselelerini halledip yerli yerine oturmuş birr cemiyet bağrında gidişen enerjiyi ancak medeniyet hamleleriyle yatıştırabilir. İşte bunun için de memleket coğrafyası baştan aşağı müze şehirler ile donanmıştır.Belgrat da bunlardan bindir.

Burada, Türk medeniyetini abideleştiren her eserin cismi kadar ismi de ne kadar yerli, ne kadar mahalli, ne kadar şahsidir. Hatta mahallelerin ve sokak­ların adları bile o yekpare medeniyet manzumesinin birer hecesi gibidir.Bayram Bey,Eynehan Bey,Yımış Ağa,Namazgah,EmirHüseyin Ovacık,Taşlık Çıksalın….



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Devamını Oku »

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Yirminci asırda dahi eşi olmayan şâhâne bir dev­let hukukunu dünyâya göstermiş olan ikinci Sultan Mehmed’in, Bizans’ı fethinden sonra, ülkenin sâkinlerine gösterdiği şefkat, merhamet ve âlicenapça muâmele gerçekten ne o devirlerde ne de bugün, benzeri olmayan nasıl bir medenî ve insân-i tutum idi ki, yerli halk, Bizans devrinde dahi göremediği serbestliği bul­muş, böylere de huzûrun tadını çıkarır olmuştu.

Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed’in başlattığı ve yüzyıllar boyunca, hakanın çizdiği yolda yürüyen to­runları, Rum cemâatten kimseyi incitmemiş, buna mukabil, bu azınlıktan Fâtih’lerin evlâtlarına, yapılmadık hiyânet kalmamıştır.



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır
Devamını Oku »

Padişahlar İçki İçer Miydi ?

Padişahlar İçki İçer Miydi ?13-07-2009 tarihinde kanalın birindi (atv) tarihçi olarak sunulan Prof.Halil Berkay,topkapı sarayında içkili bir kutlamayı protesto edenler ağır bir şekilde saldırıp,kaos ortamı oluşturmak için mal bulmuş mağribi gibi saldırmalarını fırsat bulanlar gibi,bu tarihçi de pervasızca;’Bütün osmanlı padişahlarının hepsi de içerdi.”demesi,belli ki araştırma ve belgeli konuşmaya dayanmadan,tamamen hissi,belki de kin ve nefretle karışık bir çıkışın eseriydi.

Bunun üzerine belgeli konuşmak için bir araştırmaya koyulduğumda, epeyce çalışmaların mevcut olduğunu gördüm.

Eğer genel bir hüküm vermek gerekirse;’Osmanlı padişahlarının hepsi de evliyadır.’demek,içki içerlerdi demekten daha mantıklı,anlayışlı ve seviyeli bir davranış olurdu.
Hiç bir şey hatırlanmıyorsa bile;4.Muradın genel koymuş olduğu yasak bile hatırlanması daha insaflı olurdu.O da Aziz Mahmut Huda-iye mensub idi.
Ve bu insanların Mekkeye ve Rasulullaha aşık oldukları en cahili tarafından bile bilinmektedir.

Yavuz Bahadıroğlu bir makalesinde;

“Fatih’in oğlu Sultan İkinci Bayezid’e (Veli Bayezid) aittir. Sancakbeyine kısaca şöyle diyor:

“Sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde açıkça şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefâhetin irtikâb edildiği, ayrıca İslâm’ın şe’âirine ri’âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiillerinden, bütün Müslümanların ve özellikle de âlimlerin ve sâlihlerin rahatsız olduğu dergâhımıza arz olunmuştur… Emrim size ulaşınca, bu konuda tam ihtimam gösteresuz… Bundan sonra hiçbir yerde, fâsıklar toplanub açıkça günâh işleyemeyeler ve İslâm’ın şe’airine gereği gibi riâyet edeler…
Emir Sultan lâkabıyla meşhur Es-Seyyid Şemsüddin Mehmed bin Aliyyül Buhari’nin (Emir Sultân) Bursa Kadısı olduğu günlerde, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitlik etmesi icap etmiş. Ancak Padişah, Emir Sultan’ın sert tepkisiyle karşılaşmış:

“Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür.”

Yani, “Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden şahitliğini kabul etmiyorum.”
Öyle zannediyorum ki;dünyada hiç bir millet kendi tarihinden bu kadar kopuk olsun,kin ve nefretle dolsun!
Bu padişahların yanında halifeler bulunur,bunlar değil içki gibi büyük günahlardan olan bir meselede,en küçük bir konuda bile şeyhulislama danışır,ona göre hareket ederlerdi.
Bir çoğu,başta tenkid edilenlerden olan 2.Selim bile kendi adına cami yaptırmış ve Halveti tarikatına mensubtur.
“Şair ve Tarihçilerin kullandığı ıyş ve işret saki ve bade gibi kelimeleri şahit gösterip te bu hükmü vermek tamamen hatalıdır.Divan şiirinde meyhane tekkeyi;saki sevgiliyi ve şeyhi;bade ve şarap ise ilahi aşkı sembolize eder.”
Özellikle en büyük veli özelliğine sahib Abdulhamid Han için böyle bir iftirada bulunmak,haçlı saldırı ve zihniyetinden daha şenice bir davranıştır.
“İŞTE TANIKLAR

“Abdülhamid içki içmezdi”
Şadiye Osmanoğlu (kızı)
Babam içki içmez, içenleri hoş görmezdi. Saraya sokulmasını da yasak etmişti. Dindar, Allah’ına bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı.

Ayşe Osmanoğlu (kızı)
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman’dan başka bir şey değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerim okurdu. Herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu.

Celâleddin Velora Paşa (Avlonyalı Ferid Paşa’nın oğlu)
Az yer, içki içmez, kumar oynamaz, ibadetinde kusur göstermezdi. Çok defa; “Boş olan bu hayatı, Tanrı’ya teşekkür için ibadetle geçirmek gerekir.” derdi.

Semih Mümtaz (Reşid Mümtaz Paşa’nın oğlu)
Şehzadeliğinde bilhassa açıklıklarda yemek yemeyi tercih eder, bu gibi âlemlerin içkisiz eğlencelerine iltifat eylerdi.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal (alim)
Ayş ü işrete ve fuhş u rezîlete rağbet etmezdi. Salâbet-i diniyyesi müsellem bir Müslim idi. Ferâiz-i diniyyeyi edâda asla tekâsül [kusur] göstermezdi.”

Osmanlı padişahlarını altı asırdan fazla muvaffak kılan,şimdiki Türkiyenin 30 katı yani 24 milyon m2 bir alana kadar ulaşmasına sebeb olan;onun saltanat ile maddeyi,hilafet ile de manayı beraber götürmesindendir.
Bu insanlar içkini büyük günahlardan olduğunu bilmelerinin yanında,dünyevi hukuk cihetinden getireceği cezanında şuurunda olan kimselerdi.
Hasenatları ve seyyiatları cihetiyle değerlendirilebilirler.Zira onlarda beşerdir.Ancak onlara yapılan isnadlar,meyhane ağzı,berduş sokağının ağzı kullanılarak yapılmaktadır.

“Türkler müslüman olduktan hemen sonra, İslâm’a muhâlif olan bütün âdetlerini de kâideten ve nazarî olarak tamamen terketmişlerdir. İslâm’ın te’siri altında ve ilk müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar devrinde (X. asır) kaleme alınan Kutadgu Bilig’deki şu cümleler, bunun en bâriz misâlidir:

“Bey içki içmemeli ve fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket yüzünden, sonunda ikbâl elden gider. Dünya beyleri şarabın tadına ulaşırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur. Bey içki içer ve oyunla vakit geçirirse, memleket işini düşünmeğe ne zaman fırsat bulur?”
II. Bâyezid’in İçkiyi Yasaklayan )9 maddelik )Bir Fermanı’nda:Birincisinin tercümesi şöyledir:

“1. Dergâhıma arz olundu ki, sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde, açıkca şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefahetin irtikâb edildiği görülmüştür. Ayrıca İslâm’ın şeâirine ri’âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiilerinden, bütün müslümanların ve özellikle de âlimler ve sâlihlerin rahatsız olduğu bildirilmiştir.”
Türkiye Cumhuriyetini yükseltme uğruna,Osmanlıyı yerden yere vurma bir tik haline gelmiş,bilinçsizce sürdürülmektedir.

Bu da eğitimde geçmişe küfretme,tarih bilincinin verilmemesi,geçmişten kopuk,köksüz bir gelişme sürdürmeye çalışmanın ürünüdür.
*Onlar Böyleydi

*” Yavuz Sultan Selim Han Gazi,İslamiyet’i tek bir bayrak altında toplamak gayesi ile çıkmış olduğu Mısır seferi sırasında, daha önceleri Cengiz ve Timur’un geçemeyip yüz geri döndükleri korkunç Tih çölünü mucizevi bir şekilde on üç günde geçti.
Bu geçiş esnasında askerinin önünde, yaya vaziyette, mütevazi bir şekilde iki büklüm olarak yürüyen Koca Yavuz’a vezirlerinin, “Hünkarım, atınıza binseniz” demelerine karşılık, Büyük Sultan gözyaşları içinde şu cevabı vermiştir:

“Nasıl binerim!… Görmüyor musunuz, Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) önümüzde bize yol gösteriyor.”

*” Sultan Mehmed Reşad’ın ortanca oğlu Şehzade Necmeddin Efendi vefat ettiğinde, padişahın yakınlarının büyük üzüntüye kapılmaları üzerine Sultan Reşad tam bir tevekkülle şöyle demiştir:

“Bizler zaten milletin sırtında büyük bir yük halindeyiz. Ben bir evlad kaybettim, fakat millet bir yükten kurtuldu.”

*” II. Abdülhamid Han’ın karısı Müşfika Sultan, kocasının vefatından sonra ve kızının da Avrupa’ya sürgün edilmesi üzerine, İstanbul’da yıllarca yalnız yaşamıştır.

Kızı Ayşe Sultan annesini defaatle Avrupa’ya yanına çağırmasına rağmen gitmemiş, bunun sebebini soranlara şöyle cevap vermiştir:

“Efendim pek kıskançtı. Harem ağaları bile başlarını kaldırıp yüzüme bakmaktan men edilmisti.
Avrupaya gittiğimi, yüzümü yabancı erkeklerin gördüklerini kabrinde hissederse güceneceğini, azap duyacağını düşündüm.
Onun için de kalbime taş basarak yıllar yılı dar-ı dünyada evladımın hasretine katlandım.”

Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş. (Yavuz Sultan Selim)

*Sultan 1.Ahmet mısırdaki bir zatın türbesinden getirttiği peygamberimizin ayak izini Sultan Ahmet camiinin sol tarafına koydurtacakken, manevi meclisde peygamberimize durumlarını ve hacetlerini anlatan sultanlarla birlikte bu zatta 1.Ahmetten şikayetçi olup,daha önce mübarek ayak izinin orada olmasından dolayı gelip Fatiha okuyanların şimdi gelmemelerinden dolayı şikayetçi olduğunu söylemesi üzerine,caminin açılışına iki gün kalmışken onu koydurtturmaz,kopyasını aldırtır ve daha sonra İsrail işgalinden sonra Topkapı sarayına getirilir.Ve şiirini yazıp,tacına kendi eliyle,kendi oymacılı ve ustalığıyla yerleştirir.

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
*Yalan söyleyen Tarih ve Tarihçiler utansın!!!
Tarih,gerçek tarihçiler ve zaman onları utandıracaktır.

MEHMET ÖZÇELİK
13-07-2009
Devamını Oku »