Sultan Vahidüddin Müdafaası

Sultan Vahidüddin Müdafaası
Sultan Vahideddin merhûmun, Türkiye'de ilk defa tarafımızdan neşredilmiş olan şu "müdafaanâ-me" mâhiyetindeki beyannâmesinde yer alan gerçekler -belli başlıları itibariyle- şöyle sıralanabilir:

1- Merhûmun taht'a geçişi, binbir felâkete sebep olan Birinci Cihan Harbi'nin sona ermek üzere bulunduğu günlere rastlar. 4 Temmuz 1918. Demek ki, mâ-hud "Mondros Mütârekenâmesi"nin imzalanmasına (30 Ekim 1918) sadece üç-dört ay gibi az bir zaman kalmış bulunuyordu. Bütün cephelerden mağlûbiyet haberleri gelmeye başlamıştı. Memleket, Ittihad ve Terakki mütegallibesinin ceberrûtî idaresi altında madden ve manen bitkin ve perişandı. Bu husus, O devre âid bütün kaynaklarda âşikâr bir sûrette görülmektedir.

Gerçi, O, yâni Sultan Vahideddin "halife" sıfatiyle siyâsî, idari ve hatta askerî kuvvet ve müessesele-rin en yüksek âmiri idi. Fakat resmen "başkumandan" sayılmakla beraber, bu durum "fiilî" değil, sırf "hukuki" idi. Hakikatte, iktidar, tâ Sultan (1) 1. Abdülhamid Han'ın tahttan indirîlişinden itibaren ittihatçı rüesâya (liderlere) intikal etmiş bulunuyordu. Bu sebeple mâruz kalman mağlubiyet ve felâketlerden mes'uliyeti asla mevzuubahs olamayacak biri vardıysa, O da Sultan Vahideddin'di. Bırakınız, hükümdarın şahsını "gayr-i mes'ûl" ilân eden "Osmanlı Kanun-i Esâsîsi"ni de fiilî vâkıalar bile, Sultan Vahideddin merhûmun -herhangi bir sûretle- ittihamına imkân vermez. Bu gerçeği kavramak için sırf O'nun tahta geçiş, yani mes'ûliyet yükleniş tarihinin 4 Temmuz 1918 oluşuna dikkat etmek bile kâfidir.

Hâl böyleyken Sultan Vahideddin'in "Vatan İhâneti" gibi en ağır bir cürümle ittihammm ne çirkin bir iftira olduğunu takdirlerinize bırakıyoruz. O, böyle bir it-hâma mâruz kalmak için ne yapmıştı?! İngliz gemisine binerek vatanı terketmesi, veyahud da Millî Mücâdele'yi bastırmak üzere "kuva-yı inzibatiye" adıyla bir kuvvet teşkil etmesi mi afv edilmez bir cürüm sayılmıştı?! Bu gibi yersiz iddia ve ithamların cevabını bu eserin ilerle¬yen sahifelerinde bulacaksınız.

Vatanı terkettiği sırada hayat ve memâtının mutlak bir tehlikeye mâruz bulunduğu her türlü şüpheden beridir. Bilhassa "Ali Kemal Vak'ası"ndan sonra bu tehlikenin kat'iyyeti münâkaşa götürmez bir hâle gelmişti. Hiç kimsenin "niçin ölmeyip de kaçtığını" ileri sürerek O'nu vatan ihâneti ile suçlaması akıl ve mantık işi değildir.

2- O günlerde Türkiye için müttefiklerinden ayrılarak münferid sulh yapmak -ki, bunu Sultan Vahideddin çok arzu etmiş ve bu uğurda pek çok gayret sarfetmiştir -imkânı bulunamamıştır. Esâsen bu hususta İttihadçılar arasında da fikir birliği yoktu. Enver Paşa'nın fedâîlerinden Yakub Cemil, bu yoldaki düşüncelerinin kurbanı olarak kurşuna dizilmişti. Bu da kendilerine âid kaynakların çoğunun şehâdeti ile sâbittir.

3- Mondros Mütârekenâmesi'ni imzalayan heyetin başkanı Rauf Orbay'dı. M. Kemal Paşa da o sırada en kuvvetli bilinen askerî varlığın (Yıldırım Orduları) başmda idi. Sonradan aziz vatanımızın her taraftan işgâle mâruz kalmasma sebep olan bu mütârekenâmeden dolayı mes'ul aranacaksa evvelemirde bu iki şahsın gös¬terilmesi gerekirdi. Sultan Vahideddin bu "Mondros"u imzâlayan hükümeti iş başından uzaklaştırarak adem-i tasvibini ortaya koymuştur.

Halbuki daha önce tafsil edilmiş olduğu üzere bu mütârekeyi imzalayan Ahmed İzzet Paşa kabinesi, M. Kemal Paşa'nın Adana yakınlarındaki Bahçe'den Saray'a çektiği bir telgraf üzerine kurulmuştu.

Bu kabine adına o mütarekenâmeyi imza eden Rauf Bey de "Bahriye Nâzırı" idi. Sonradan, yani Malta dönüşü Rauf Bey'i Ankara'da İcra Vekilleri Hey'eti Reisi yâni "başvekil" yapan da M. Kemal Paşa değil midir?! Sevr'i imzalayan murahhasları hâin ilân ederek "Yüzellilik"ler listesine koyanlar, acaba Mondros'a imza koyanları niçin böyle baştacı edinmişlerdir?!. Halbuki, aziz vatanımız, Sultan Vahideddin merhûmun mukavemeti ile sırf bir "proje" hâlinde kalmaya mahkûm edilen Sevr'e değil, Mondros'a istinâden çeşitli iş-gâl ve istilâlara mâruz kalmamış mıydı?!.

4- İzmir'in işgâli, İtilâf Devletleri'nin müşterek kararlarının eseri olarak gerçekleşmişti. Bunun bilâhare sırf bir "Yunan Mes'elesi" hâline gelmesi, İtilâf Devletleri arasındaki anlaşmanın zaafa uğramasından sonradır.(1) Bu devrede Sultan Vahideddin'in yaptığı "hakkımızdaki umûmî gayzın ortadan kalkması veyahud da azalması için vakit kazanmak"tan ibâretti. Yoksa O, "Mecelle-i musibet" adını verdiği Sevr Sulh Projesi'ni,devrinin bütün münevverleri hilâfına -kerhen de olsa- kabule aslâ yanaşmamıştı. Sevr'in ıslâhı için toplanan heyetlerin kazandırdığı zamandır ki, Anadolu'da toparlanmak imkânını sağlamıştır.

5- Sultan Vahideddin merhûm, hiçbir zaman Millî Mücâdele'nin aleyhinde olmamış, bilâkis bu hareketi hidâyetten nihâyete kadar desteklemiştir, M. Kemal Paşa'yı Anadolu'ya nasıl ve ne şartlar altında bizzat göndermiş ve O'nu madden olduğu kadar, eline bir "fermân-ı hümâyun" vererek mânen de desteklemiş bulunduğunu -evvelce ortaya koymuş olduğumuzdan burada tafsilâta girmek lüzûmunu hissetmiyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Sivas Kongresi kararlanın kabul etmek istemeyen Damad Ferid Paşa'yı istifâya zorlayarak Ali Rıza Kabinesi'ni kurduran Sultan Vahideddin, her safhada dâima İstanbul-Ankara arasında İngilizler'in ihdâs ettiği anlaşmazlığı gidermek için sonuna kadar bütün gayreti ile çalışmıştır.

İngiliz Arşivleri'ndeki çeşitli vesika Sultan Vahideddin'in İnglizler elinde âdeta esirden farksız bulunduğunu göstermektedir. Öyle ya, bankadaki hesâbından re'sen para çekememekte, âilesini dilediği yere nakledememektedir.

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki; Hilâfet'in ilgası için "Vur abalıya!.." kabilinden Sultan Vahideddin'e yüklenilmesi, sırf kurt-kuzu hikâyesindeki mantık icâbıydı. Lozan müzâkerelerine gidilirken "Saltanat'in ilgâsı" bilâhare Hilâfet'in de ilgâ olunacağı hususundaki endişeleri arttırmış bulunuyordu. Gerçi M. Kemal Paşa, bunların birbirinden tefriki ile Saltanat'ın kaldırılması şırasında Hilâfeti göklere çıkaran uzun bir konuşma yapmıştı. Halbuki bu konuşmadan takriben bir-buçuk yıl sonra Hilâfet fiilen ilgâ olunacakta. Bu tutum acaba, o gün için başvurulan,bir taktiğin icabı mıydı?!..

Bizce, hayır!..

Filhakika M. Kemal Paşa, mâhûd nutkunda bu mes'eleye temasla "Hilâfet, sarih bir hukuka mâlik olmaksızın bir müddet daha bırakıldı, demek suretiyle bu hareketi, bir taktik icâbı olarak göstermektedir. Fakat bugün ortaya çıkmış olan sayısız vesika, hem kendisi ve hem de Meclis'in o sırada Hilâfet'in ilgasından değil, bilâkis muhafazasından yana olduğunu göstermektedir. Şu farkla ki, Meclis bu dinî ve tarihî müessesenin, Türkiye'nin istikbâli bakımından lüzum ve ehemmiyetine inanıyor, O ise, "halife" olmak istiyordu. Bunu ilk olarak fark edip bir beyanname ile protesto eyleyen "Erzurum Muhâfaza-i Mukaddesât Cemiyeti" mensûplarına Kâzım Karabekir aracılığı ile gönderdiği teskin edici cevap bile, bu husûsu ispat eden ipuçlarını ihtivâ etmektedir. Bunları kitabına dere ile tahlil eden Kâzım Karabekir Paşa da bizimle aynı görüşü paylaşmaktadır. Zira M. Kemal Paşa, bahsi geçen cevâbında evvelce de temas ettiğimiz üzere:

"Hilâfet ve Saltanat mes'ele-yi esâsiye olarak mevcud değildir. Türkiye'nin başında Halife-i İslâm olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır. Mezvuu- bahs olan hükümdarın hukûku olup tâyin ve tahdidi için son birkaç asrın tecrübe ve devlet mefhûmundaki millet hukûkunun mânâ-yı hakikîsi âmil olmalıdır.
Bu esas üzerinde henüz tesbit edilmiş kat'î bir düstûrumuz yoktur." dedikten sonra ilâve etmiştir:

"...Velhâsıl bu ıslâhatı, halk İdâresinin hakimiyet ve inkişâfına müsâid sûrette Kaanun-i Esâsîde yapılacak tadilât üe temin ve hukûk-i pâdişâhîyi tahdid edecek tarzda yaparak memleket ve Alem-i İslâm'ın hayat-ı hâzıra ve müstakbelesi için azîm teşeddüd ve mahzûrlar dâvet edecek cumhuriyet şeklinden kat'iyyen sakınmak lâzımdır."

Biz, bahsi büsbütün uzatıp değiştirmemek için, bu husûsu kâfi derecede ta'mik etmiş (derinleştirmiş) olan Kâzım Karabekîr Paşa'ya havâle ederek Sultan Vahideddin merhûm etrafındaki gerçekleri, O'nun mü-dâfaanâmesi zemininde ve hulâsatan anlatmaya devam edelim:

6- Evvelce izah etmiş olduğumuz gibi, Sevr Sulh "Proje"si, bize derhâl kabul veya reddedilmek üzere bir ültimatom suretinde tebliğ edilmişti. Sultan Vahideddin, onu devrinin -hemen hemen- bütün münevverleri ve hükümetin zorlanmasına rağmen tasdik etmedi.

Böylece kendisinin "Mecelle-i musibet" adrnı verdiği bu menhus muahede projesinin kuvveden fiile çıkmasını/ yani tam bir muahede hâline gelmesini önledi. Bu maksadla topladığı "Saltanat Şûrası"na, o devrin bütün ileri gelen şahsiyyetlerini davet ettirmişti. Bunlar da -yine Kemalistlere göre- bir tek, evet bir tek muhalife mukabil toptan Sevr Sulh Projesi'nin tasdikine taraftar olmuşlardı. Çoğu ittihatçı veya Sultan Vahideddin merhûmun tâbiriyle "ittihatçı bulaşığı" olan bu adamlara toz kondurmayanların, Sultan Vahideddin'e tarizde bulunmaya ne haklan olabilir?!..

7- Başlangıçtan itibaren "Kuvva-yı Milliye"ye taraftar ve O'na muâvenetkâr davranışına ilâveten Sadrazam Tevfîk Paşa'yı, sırf M. Kemâl Paşa'mn tasvibine mazhar olduğu için iki seneyi mütecâviz bir müddetle işbaşında tutmuştur. Bundan maksadı, İstanbul ve Ankara hükümetleri arasındaki gerginliği azaltmaktı. M. Kemâl Paşa'mn mâhud nutkunda kendisinden "vatanperver vezir" diye bahsettiği Tevfîk Paşa, Ali Rıza Paşa gibilerin kurdukları kabinelerin gayret ve faaliyetleri de bu maksadı temine kifâyet etmemişti. Bu da yukarıda bahsedilen kurt - kuzu hikâyesindeki mantık ve zihniyet yüzündendi. Bu sebepledir ki; ortada Sultan Vahideddin'e kabil-i izafe bir kusur mevcud olup olmaması hâiz-i ehemmiyet değildi. Lâzımsa, onu icad ve ihdas güç olmayacaktı. Nitekim öyle de oldu!..

8- Hilâfet ve Saltanat'm birbirinden ayrılması ve Saltanatın ilgasından sonra ortaya çıkan fiili durumu asla tanımamış -öz İslâmî doktrine bağlı kalarak' “Saltanatsız Hilafet olamayacağı" görüşünde ısrar etmiştir Bu hususta, Kuva-yı Mi lliyecilerin mümessili sıfatıyla

İstanbul'a gelmiş olan Rafet Paşa ile görüşmesi meşhûrdur. Bu görüşmede O'nun Hanedan mensupları arasında Halife Abdülmecid Efendi gibi asgarîye râzı olabilecek bir kimse, yani makam sevdalısı bulunmadığını söyleyerek yanıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

9- Vatanı terk edişi kemalist kalemşörlerce "hesap vermek"ten kaçış olarak ifâde edilmektedir. Yukarıdan beri serdedilen deliller, O'nun böyle korkulacak bir hesabı olmadığını açıkça göstermektedir. Esasen taban korkak bir kimse de değildi. Bu husûs pek çok vak'a ile sabittir. Bununla beraber O, "halife" sıfatıyla hakerete mâruz kalmaktan endişe etmiştir. Bunda da kendisini haksız bulmak, bilmeyiz ne derecede doğru olabilir?!.. Hele, meş'ûm "Ali Kemal Vak'ası" ve Meclisin merhû-mu "vatan hâini" ilân eden mâhud kararından sonra bu bâbta bir tenkid veya târiz mâkûl olıbilir mi?!..

10- Sultan Vahideddin merhumun şahsî görüş ve zihniyet bakımından milli tarihimizin dev şahsiyyetleri olan eslâfından farksızlığını O'nun müdâfaasında yer alan şu cümle açıkça ortaya kovmaktadır:

"... Şimdi bana bi-gayri hakkın (haksız olarak) ihanet-i vataniyye isnad edenler. Hilafet i hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tâdil ederek bu "Saltanat-ı Muhammediye"yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün Âlem-i İslâm'a ihânet etmişlerdir."

Bu "Saltanat-ı Muhammediye" öyle bir tâbirdir ki, Osmanlı Devleti'ni bundan daha mükemmel bir sûrette ifâde edebilecek başka bir tavsif bulunamaz.

11 - Sultan Vahideddin merhum, memleket münevverlerine güvenmek gibi bir hatanın kurbanı olmuştur. Eğer, bu hata ise, bunu dere edilen müdâfa- anâmesinde kendisi de mûteriftir. Fakat güvenmeyip de ne yapacaktı?!. Devleti, tek başnıa sevk ve idâre edecek değildi ya!.. İş başma getirdiği insanların hepsi de Saltanat ve Hilâfet'e, hattâ Pâdişah'ın şahsına sadâkat yemini yapmış insanlardı. Düşman, nice zamandan beri memleket münevverlerini kendine bendetmiş ve bütün kaleleri içten fethetmiş bulunuyordu. Nâmuslu adam o kadar azdı ki... Namuslu ve muktedir... Zavallı Vahideddin ne yapabilirdi?!..

Memlekette iş görebilecek herkes ya İttihaçı, ya da O'nun tâbiri ile "İttihatçı bulaşığı" idi. Üstelik merhûm, buhranlar had safhaya ulaştıktan sonra taht'a geçmişti. Alev bacayı sardıktan sonra ne yapılabilirdi ki, O'nun bunu yapmamakla ithamı mâkul addedilebilsin?! Elhâsıl elli-altmış yıl sonra olsun, bir parça insaf ve müsâ- mahaya nâil olmak herkes gibi O'nun da hakkı değil midir?...

12- Yurttan ayrılışının sebeplerinden biri de "tekrar dönmek" hususundaki kavi ümidi idi. Bu da gördüğü bir rüyanın tâbirinden doğmuştu. Kim bilir bu tâbir, -belki de-şahsı için değil de, temsil ettiği müesseseye aiddir.Bunuda zaman gösterecektir !.

Kadir Mısıroğlu - Sultan Vahideddin

-----------------

Dipnot:

(1) Aslında bu noktada, Sultan Vahideddin merhûm da "çıplak gerçek"lerden haberdâr değildir. Kısaca söylemek gerekirse, İtilâf Devletleri içinde en nüfûzlusu olan İngilizler, Venizelos'a İzmir'e çıkarma yapma müsaâdesini vermekle, hem Yunanlılar'a ve hem de bize -hâlâ lâyıkıyla anlaşılamamış olan- bir oyun oynamışlardır. Şöyle ki: Yunanlıları sonuna kadar desteklemek kararında değildiler. Fakat baştan bunu onlara belli etmediler. Maksad, Türkiye'deki İslâmî rejimi -daha emin bir tabirle söylemek gerekirse- Hilâfet'i yıkacak bir buhrana âmil olmaktı. Bu sağlandıktan sonra Yunan'a yardımı kesecek ve onların Anadolu içlerinde re'sen devam ettirmeye güçleri yetmeyeceği muhakkak olan askeri harekatlarını akamete uğratacaklardı. Böylece, bir taraftan bütün İslâm Dünyası ve bu arada pek tabiî olarak petrolü haiz bulunan Ceziretü'l-Arab'ın nokta-i istinad ve vahdeti olan Hilâfet yıkılırken, Yunan'a galebe sağlayacak olan Anadolu'daki askerî rüesâ da matlub olan inkılâplar için şükûh, yani münâkaşa edilemez bir otorite kazanacaktı.

Bu plânın, İstanbul'un o zamanki Hilton'u demek olan Pera Palas Oteli salonlarında başlayıp Londra ve Ankara'ya kadar uzayan pazarlıktan ve bunun dakik teferruâtının bugünkü çarpık mevzuâtımız karşısında tafsili imkânsızdır. Biz bu hususta, dikkatli ve hakşinas okuyucularımızı, Eskişehir Örfî İdare Mahkemesi'nde muhakeme ve hapsedilmemize sebep olan konferansı tetkike dâvet ederek mes'eleyi burada kapatırken biri bizden, diğeri de Yunanlılardan olmak üzere iki müdekkik âlimden almmış birkaç cümleyi dikkatlerinize arz edelim. Bizden olan âlim Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'dir. 1928 yılında Gümülcine'de çıkarmaya başlağı "Yarın" isimli haftalık gazetede tefrika sûretiyle yayınladığı "İslâm'da İmâmet-i Kübrâ" adlı eserinde diyor ki;

"İngilizlerle Mustafa Kemal muvâzaasının âsârını (eserlerini), Lozan müzâkerâtı zamanına kadar te'hir etmeyerek "Mudanya"Mütârekesinden Yunan inzihamından evvelki, yani İngilizlerle Anadolu'da zuhûr eden Kemâl'i kıyamını bastırmak üzere hem İstanbul'daki halife hükümetine cebr-u tazyik icrâ ettikleri, hem de müşkülât ikamdan hâlî kalmadıkları zamanlarda bile bulmak mümkündür. İstanbul'un ve Halife'nin ecnebî işgâl-i askerîsi altında serbest hareketten mahrum vaziyeti, Anadolu'yu Halife aleyhine ayaklandıran Mustafa Kemal'i mücâdelede gâlip getirmeye sebep olduğu gibi mebdeinden itibaren üç sene süren Mustafa Kemal harekâtının, Yunanlılara karşı yüz ağarlamıya- rak mağlubiyetle ve Anadolu dâhilinde şehirden şehire çekilmekle geçen birinci, ikinci ve kısmen üçüncü senelerinde bile müdafaa-i memleket nâmına yine bu hareketten hayır ve menfaat husûlî ihtimâlini hatırından çıkarmayan ve esasen Mustafa Kemal'i Anadolu'ya husûsî bir sıfat ve mâhiyette gönderen Padişah'ın hiçbir zaman bu kıyamı tam bir ciddiyetle bastırmak meslekini iltizam etmeyerek İngilizler'i savsaklamakla vakit geçirdiği ve Mustafa Kemal'le onlara oyun oynamaya çalıştığı esnada İngilizler de aynı adamla Padişah'a, Makanvı Hilâfet e oyun etmek fırsatını kaçırmamalardır. Harb-i Umumî neticesinde İzmir'i velev muvakkaten olsun, İstanbul'daki Hilâfet Hükümeti'nin elinden alarak, Yunanlılar'a veren ve sonra bunu Ankara'nın lâik hükümetine iâde eden İngilizler, kasden kabahatli vaziyete düşürdükleri Hilâfeti, bu alışveriş içinde Âlem-i İslâm'a sezdirmeden komisyon olarak aldılar." (Bkz: "Yarın Gazetesi"- 1 Teşrinisâni 1929 tarih ve 53 numaralı nüsha.)

" ... Ve el altından Mustafa Kemal ile anlaşarak Türkiye nâm ve hesabına müsaâdâtı O'na va'd etmek ve kendisini bu sûretle Halife'nin şahsına karşı takviye ve teşci' eylemek tarzında tâkip olunan plân sayesinde Hilâfefe âid Ingiliz sûîkasdi yoluna girmiş olduğu gibi bu işi Mustafa Kemal'e gördürmekle şöyle bir suhûlet ve maharet de var idi ki, Alem-i İslâm'ın o zaman Münci-i İslâm ve Münci-i Hilâfet tanıdığı Mustafa Kemal'in Hilâfet'i yıkacağını kimse hatırına getirmiyor..." (Bkz: aynı gazetenin 54 numaralı nüshası).

Yunanlı âlim ise Dimitri Kitsikis'tir. Paris'te verdiği ve dilimize "Yunan Propagandası" adıyla nakledilen doktora tezinde diyor ki:
" O sırada İşçi Sosyalist (Komünist) Partisi sekreteri olan
Yani Kordatos'a bir gün bir adam geldi. Sovyet Hükümetiyle Üçüncü Enternasyonal'in temsilcisi olduğunu söyledi. Atina'ya bir İsveç pasaportuyla ve gizlice girmişti. Önce Zinovyev, Troç- ki ve Çiçerin'in imzalarını taşıyan itimad mektubunu gösterdi ve şunları söyledi:
"
Sovyet Hükümeti, Yunanistan'a Anadolu'nun işgali konusunda düştüğü çıkmazdan kurtulması için yardıma hazırdır, önce Mustafa Kemal'i maddi ve manevî olarak desteklemekten vazgeçecek, sonra da..' (Bkz: Dimitri Kitsikis« "Yunan Propagandası", İstanbul 1966 sh. 68 • 69).

Daha şimdiden elimizde« Fransız kapitalistleri ve emperyalistleriyle ilişkileri bulunduğuna dâir işaretler değil, kesin deliller var. Varın öbürgün eğer bunlar harbi kazanır ve Yunanlıları Anadolu dan ve Trakya dan kovarlarsa, başında Mustafa Kemal bulunsun, bulunmasın, Türkiye Batıya yönelecektir,./' (Bkz: a.g e. Syf;. 69).
Devamını Oku »

Devleti yıkan büyük bozgun

Devleti yıkan büyük bozgun

Padişah Sultan Vahidüddin’in:

“Paşam, size Suriye ordusunun kumandanlığını verdim. Bu cephenin hayati bir ehemmiyeti vardır. Arzu ediyorum ki, hemen oraya gidiniz ve Suriye’nin düşman eline geçmesine meydan ver-meyiniz. Size tevdi eylediğim bu vazifeyi büyük bir maharetle ifa edeceğinizden eminim” diyerek 7’nci Ordu Kumandanı yaptığı Mustafa Kemal Paşa, cepheye gelişinden birkaç gün sonra başlayan şiddetli muharebelere girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Birinci Ordu’ya ikinci kere tayiniydi bu. Daha önce kendisi istifa ederek ayrılmisti. Bu muharebeler çok önemliydi. Çünkü Rusya’da çıkan  Bolşevik ihtilali dolayısıyla Rus ordusu Kafkasya’da esaslı bir zülmeye uğramıştı. Şark cephesinde kazanılan başarıyla ordumuz Kafkasya’ya girmişti. Nihayet 18 Aralık 1917’de Erzincan’da Ruslarla mütareke imzalanmıştı.

‘Türkiye’ye asıl darbe güneyden indirilecekti. İngilizler Kudüs’ü zapt ederek (9 Aralık 1917) Suriye’ye dayanmışlardı, irak’ın büyük kısmı çoktan kaybedilmişti. General Allenby, kesin sonuçlu taarruz için 1918 Eylül’üne kadar hazırlanacaktı.

“Türkiye, bu harbi yalnız düşman kuvvetlerinin üstünlüğü ve harp gücünün yetersizliği yüzünden kaybetmiyordu. Kaybın ve fazla yıpranmanın asıl sebebi, harbin son derece fena idare edil-mesi ve üst üste büyük stratejik hatalar yapılması idi.”

İngiliz saldırısıyla başlayan muharebeyi Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:

“Bu gece şiddetli bir muharebe ile geçti ve ordumun sol cenahı bozuldu, esir düştü. Buradan düşman süvarisi geçti, Liman von Sanders’in karargâhına kadar vasıl oldu. Ordumla sahralar ve ne-hirler geçerek Şam’a ricate mecbur oldum. Burada çekilen meşak-katin izahı uzun olur...”

“Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?” adlı eserde, bu izah edilmeyen hadise şöyle açıklanıyor:

“Filistin cephesinde üç ordumuz vardı. 4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordulardan mürekkep olup ‘Yıldırım Ordular’ adını alan bu kuv-vetlerin cephe kumandanı, Liman von Sanders idi. 4’üncü Ordu Kumandanı Arapgirli Cevad Paşa, 7’nci Ordu Kumandanı ise M. Kemal Paşa idi. Cephe umumi karargâhı Nasıra’da bulunuyordu. 4’üncü Ordu’nun merkezi Salt, 7’nci Ordu’nun Nablus, 8’inci Or-dunun ise Hıl-u Kerem kasabalarıydı. 31 Ağustos 1918’de bu cep-hede o kadar anî bir çöküş meydana geldi ve bu hâl o derece sü-ratli bir hezimete yol açtı ki, kilometrelerce geride bulunan ordu kumandanları bile canlarını güçlükle kurtarabildiler... Gerçekten devletimizi Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamaya mecbur rakan bu hezimet esnasında 8’inci Ordu Kumandanı Cevdet karargâhından kalpağını bile alamadan atmış ve burada 3’üncü Kolordu Kumandanı İsmet Paşa’yı (İnönü) tellal bağırtarak aramaya mecbur kalmıştı. Bu hezimet, Birinci Ordu’nun sağ ve solundaki 4’üncü ve 8’inci Ordulara haber vermeden anî bir şekilde ricat etmesiyle ortaya çıkmıştı...

“Bu suretle merkezî durumdaki 7’nci Ordu’nun anî ve habersiz ricatiyle cephede açılan boşluktan saldıran İngilizler, sağ ve soldaki 8’inci ve 4’üncü Orduları arkadan kuşatarak 75 bin esir ve 375 adet top ele geçirmişlerdir.

“Bizzat M. Kemal Paşa bile ‘az daha esir olacaktı.’ Emir zabiti Yüzbaşı Bedri Bey, Şeria Nehri’nde tesadüfi bir geçit buldu. Büyük şef, hayatını bu suretle kurtarabildi. Altı yüz kilometrelik ricat hattı üzerinde düşman eline 75 bin esir ve 375 top geçmişti.

“Diğer kumandanlar gibi M. Kemal Paşa da, sekiz kişilik maiyetiyle resmî elbiselerini bile giymeden kendini Şam’a atmış, fakat burada da duramamıştır. Bakiye kuvvetlerin kumandasmı Cemal Paşa’ya terk ederek Rabak’a gelen M. Kemal Paşa, bu vakıayı gazetecilere şöyle anlatmıştır:

“O gece şunu anladım ki: Bütün kıtaat ve cephelerde kumandanlık kalmamıştı... Binaenaleyh mecnunane denecek bir emir verdim: Şam’da bıraktığımız kuvvetler İsmet Bey’in, Rabak civarındaki kuvvetler ise Ali Fuat Paşa’nın emrinde ve bu kuvvederin hepsi şimale doğru hareket etsinler!..

“Gazetecilere bir askerî emir gibi not ettirilmiş bulunan bu sözlerin manası açıktır: İstikamet kuzey, herkes başının çaresine baksın! Filhakika bu emrin hakiki mahiyetinin tefsir ettiğimiz gibi olduğunu M. Kemal Paşa da teyit ederek:

“-Bu hareket amelî idi. 7’nci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şey kalmamıştı. Bu döküntüleri Suriye’nin kuzeyinde Halep’te toplamak ve orada yeni bir karar vermek gerekiyordu, demektedir.

“Gerçekten 600 kilometrelik mesafeyi, yani ancak 20-25 günde katedilecek bir yolu sürade aşıp Halep’e gelen M. Kemal Paşa, burada kendi ifadesine göre ‘ahalinin hücumuna uğramış ve so-kak muharebeleri yapmış!...' Kendisine ateş açıldığı bir arada yanında bulunan şoförüne işaretle yavaşlayan otomobiline atlamış, atlarken de Halep kumandanma emir vermiş:

“-Halep ve civarındaki kuvvetleri şimale çekip, orada harp edeceğiz!...

“Bu emir üzerine, Yıldırım Ordular Karargâhı Halep’ten Fatıma’ya naklolundu ve Yıldırım Ordular Kumandanlığına ‘Umum Cenup Orduları Kumandanı’ sıfatıyla M. Kemal Paşa cephe kumandanı tayin edildi. Fakat bu unvan da onun Halep civarında yeni bir müdafaa hattı teşkil ederek düşmanı durdurmamaya çalışmasını temin edemedi. Karargâhını 200 kilometre daha geride olan Adana’ya çekti.”

Bu son derece süratli bozgun, Mondros Mütarekesi imzalanarak durdurulmasaydı, herhâlde düşman orduları bütün Anadolu’yu çiğneyerek İstanbul’a dayanacaktı... Alman yazar Bishcaff, “Ankara” adlı eserinde bu durumu şöyle açıklar:

“(,..)30 Ekim 1918’de imparatorluğun yıkılması manasına gelen Mondros Mütarekesi imzalanmasa idi, Halep’in üzerine sirayet etmiş olan bozgun İstanbul’un kapılarına kadar devam edecekti...”

Bütün Suriye’nin kaybı, bir aydan az zamana sığdırılmıştı. “Facianın son perdesi Suriye’de oynanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, buradaki muharebelerle ve bozgunla resmî ifadesini bulacaktı.” (age., s. 21.)

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nm Viyana bozgunundan daha feci bir mağlubiyet ve hezimetti bu... Çünkü Kara Mustafa Paşa’nın hezimeti, yeni bir fetih yolunda ve sınırlarımızın gerisinde cereyan etmişti; sonunda da istiklalimizi tehlikeye atmamıştı. Bu bozgun öyle değildi: Nasıl başlayıp geliştiğini bir de hezimeti bizzat yaşayan bir asker olarak rahmetli Cevad Rifat Atilhan’dan dinleyelim:

19 Eylül 1918 sabahı, büyük ve kahraman bir ordunun birden-bire çöküş tarihidir. Öyle bir çöküş ki, tarihimizde benzeri yoktur... Dört uzun yıl her türlü zorluğa göğüs geren ve “Of!” demeden bütün meşakkatlere vatan ve Allah aşkı için mukavemet eden bir ordu, muhtelif hıyanetlerin neticesi olarak seller gibi gerilere doğru akmaya başladı... Tel Nermin ve Salt üzerinden Amman istikametine doğru bu sel akıp gidiyor ve önüne geçilemıyordu.

Yorgun asker, morali bozulmuş birlikler bir müddet için “Süveylah” isimli bir Çeçen köyünde durdu. Memen o aralık, ordunun otomobil bölüğü kumandanı Konyalı Hattatzade Mustafa Bey, askere bir hitabede bulundu:

“Arkadaşlar, bu gidiş nereye? Böyle darmadağın çekiliş bizim topyekûn mahvolmamıza sebep olur! Allah kıyamet gününde bizden bunun hesabını sorar. Allah ve Resulü’ne inananlar, Allah yolunda senelerce mücadele edenler, kendilerine cennet-i ilada hazırlanmış olan mevkileri feda etmemelidirler...”

Bu sesleniş tesirini gösterdi. Amman’a vardığımız zaman ar» dunun başmüfettişi Yafalı Abdülkadir Muzaffer Hazretleri, kıtalara gayet müessir, gayet dokunaklı hitabelerde bulundu ve bir miktar daha saflar düzelmiş olarak ricat devam etti.

“Demek oluyor ki, en ümitsiz ve müşkül durumlarda sarılacağımız ve güveneceğimiz tek kuvvet, Azimüşşan olan Cenab-ı Hak ve O’nun lütf-u keremi ve yardımından başka bir şey değildir...

“Bu akışı kim, nerede ve nasıl durduracaktı? Öyle ki, düşman lüvarileri peşimizi bırakmadığı hâlde, bize yetişemiyor. Zaman aman şurada burada duraklamalar ve düzelmeler oldu ise, o da tabur imamları ile alay müftüleri ve din adamlarının müessir telkinleriyle olmuştur.

“Feci bir mağlubiyetti bu... Dünya siyonizmi, farmasonluğu» yerli hainler ve İttihat ve Terakki’nin kötü idaresi, milleti felakete sürükledi...”

Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;44-48 [5]
Devamını Oku »

Sultan Vahidüddin'in Vatanından Ayrılışı Hakkında

Sultan Vahidüddin'in Vatanından Ayrılışı Hakkında

Sultan Vahideddin'in vatan-ı azizinden müfâra- katını (ayrılışını) mâkul ve kalıp mücâdele ederek yeni bir ihtilâfa sebep olmaya nazaran ehven gören bütün ciddî, tarafsız tarihçilere tercüman olmak üzere yazdı­ğı bir yazıda Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu şöyle demektedir:

"Vahidüddin Han'ın siyâsî cephesi ne olursa olsun, kendisine şu iki hakkı tanımamak insafsızlık olur.

  • Anadolu’ya karşı İngiltere'den silâh ve askeri yardım aramamıştır.

  • Tahttan ayrıldıktan sonra, memleket dışında Türkiye'ye karşı hiçbir komplo yapmamıştır.

Tarihçi, ileride yapacağı bir tahlilde, Vahideddin Han'ın 1922 şartlan içinde memleketten gidişini haksız bul­mayacaktır.

Siyâsî şartlar işâret ettiği anda firar, bir politika faktö­rüdür. On altıncı Lui, Franszı Ihtilâli'ne kafa tutmak kahramanlığını gösterdiği için mi kellesinden olmuştur?

Hayır, kaçarken enayice yakalandığı için... Rusya'nın ikinci Nikola'sı da kaçamadığı için yok olmuştur.

Fakat Almanya'nın mağrur Kay zeri İkinci Vilhelm, Hollanda'ya kaçmış ve kurtulmuştur.

Avusturya-Macaristan genç imparatoru Şarl, kaçmış ve kurtulmuştur.

İspanya kralı Onüçüncü Alfons, kaçmış ve kurtul­muştur.

Yunanistan Kralı Birinci Kostantin kaçmış ve kur­tulmuştur.

Afganistan Kralı Emanullah Han kaçmış ve kurtul­muştur.

Romanya Kralı İkinci Karol kaçmış ve kurtulmuştur.

İran Şehinşâhı Alâhazret-i Hümâyun Muhammed Rıza Han Pehlevî kaçmış ve kurtulmuştur."

Sultan Vahideddin, İstanbul'da oturmayarak Anadolu'daki millî harekâtın başma geçseydi, hiç şüp­hesiz müstevliler, İstanbul'a bir daha çıkmamak üze­re tamamen yerleşirlerdi. Onlann tahammül edilmez basküanna rağmen cephelerden son zafer müjdeleri gelinceye ve Refet Paşa kumandasında bir kısım millî kuvvet vaziyete hâkim oluncaya kadar İstanbul'da acı ve elemli günleri, gözyaşlarını içine akıtarak geçirmek süreriyle İstanbul'un elimizde kalmasını temin etmiştir. Anadolu'dan zafer müjdeleri gelmeye başlayınca "Selâ­tin Câmileri"nde mevlüdler okutarak Rabbine hamd ü senalar eden Sultan Vahideddin, içinde bulunduğu şartlan görmemezlikten gelerek O'nu vatan hâini ilân

Etmek insafla bağdaşır mı?

Yoksa vatanı bir İngiliz gemisiyle terk etmiş olmak mı "hainlik" teşkil ediyor?!.. Sultan Vahideddin'in yurtdışına çıkarken bir türk gemisini almasına ne engel vardı ki?!.. Böyle yapmış olsa, bu sefer de milletin bir gemisini gasbetmiş olmakla itham olunmayacak mıy­dı? İngilizler'in müsâadesine gelince, o müsâade alın­madan İstanbul'da bir kuş dahî uçamazdı. Bunu anla­mak için M. Kemal'in Anadolu'ya geçerken yirmi üçü subay/ kırk sekiz kişi (üç at ve bir otomobil ile birlikte) İngiliz vizesi almadan mı İstanbul'dan çıkabilmişlerdir? Ne gezer? Sadece M. Kemal Paşa değil, İstanbul'dan Anadolu'ya giden herkesin İngilizler'den vize aldığına dâir saymakla bitmez misâl mevcuddur.

Değerli okuyucu!.. Bu sûretle Sultan Vahideddin merhûmun ithâmına medâr olan her husûsun asılsızlı­ğı tebeyyün etmiş bulunuyor. Tüm bunların rejim kay- gusuyla ortaya atılmış palavra’ar olduğu zamanımız tarihçilerinden Prof. Dr. Mete Tuncay'ın şu sözleriyle sabittir ve bu sözler, bütün ciddî tarihçilerin müşterek kanaatidir:

"Öteden beri «Hâin Padişah Vahdeddin» sözünün,dönemin şartları içinde söylenmiş haksız bir şey olduğunu 'üşündüm. Bu, Cumhuriyet'in kuruluş dönemi koşulları öyle gerektirdiği için dolaşıma sokulan bir söyleyiştir.

-----

Kadir Mısıroğlu - Sultan Vahideddin

Devamını Oku »

1876 Anayasası

1876 Anayasası1876 Anayasası millet sisteminin yeniden tanımlanmasına doğru atılmış önemli bir adımdır. Meclis-i Umumî adı altında temsilî bir meclisin oluşturulması, mebusların tayinle; değil, seçimle belirlenmeleri, dinî bağlanmadan bağımsız olarak, se­çimlerde nispî temsilin uygulanması, bütün vatandaşların dev­let karşısında eşit hak ve yükümlülüklere sahip birer “Osmanlı” olarak tanımlanması, böylece millet ayırımının anlamsızlaştırılması, temsili kolektif olmaktan çıkararak kişisel düzeye ta­şımaktaydı. 1876 Anayasası’nın 8. maddesi vatandaşlığı siyasî eşitlik temelinde tanımlamaktaydı:

Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.

Bu tanımlamadan hareketle eşitlik ilkesi de 17. maddede ifadesini bulmaktaydı:

Osmanlıların kaffesi huzur-u kanunda ve ahval-i dinîyye ve mezhebiyyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde mütesavidir.

19.maddeye göre, devlet memuriyetine girişte dini bağlan­ma değil, liyakat esas alınacaktı:

Devlet memuriyetinde umum teba ehliyet ve kabiliyetlerine göre münasip olan memuriyetlere kabul olunurlar.

Bütün bu hükümler siyasî bir kimlik olarak Osmanlılığın, “millet-i hâkime/millet-i mahkûme” ayırımının yerini aldığı­na, “hamledilen” kimliklerin yerine şahsî liyakat ilkesinin be­nimsendiğine işaret etmektedir.

1876 Anayasası bütün bu hü­kümleriyle birlikte Tanzimat bürokratlarının “ayrılıkçı” ulus­çuluk tehdidine karşı verdikleri bir cevap niteliğindedir.

Bu şekilde tarihi hafızasına terk edilen millet sistemi yine de varlığını, varlık alanı ne kadar daraltılmış olursa okun, sürdür­müş, Lozan Antlaşması bile buna nihaî bir son öngörmemiş, sadece kapsamını daraltmıştır. Antlaşma, gayrimüslim milletler yerine ekalliyet tabirine yer vermekte ve etnik kökenlerine ba­kılmaksızın Müslümanları bu tabirin kapsamı dışında bırak­maktadır. Millet sistemi, milletlerin iç özerkliğine dayanmakta, devlet günlük hayatın işleyişi dışında durmakta, bu niteliğiyle de merkeziyetçi ve müdahaleci olmayan bir mahiyet arz etmek­teydi. Azınlık kavramı ise, ulusal bir referans çerçevesine sahip olduğu için homojenleştirici, standardaştırıcı ilkeleri öne çıka­rırken, devlet iktidarım bunun aracı kılmakta, hâkim çoğunlu­ğun niteliklerini paylaşmayan gruplar, merkeziyetçi, müdahale­ci devletin temsil ettiği hâkim çoğunluk karşısında bağımlı bir konuma itilmektedir. Kültürel farklılaşmanın etnikleşmesi du­rumunda bu konum bir tecrit duvarıyla çevrelenebilmektedir.

Milletten ekalliyete giden değişim çizgisinde, seküler bir kav­ram olan ekalliyet yine de dinî ve mezhebi unsurlardan arınmadığı için, muhtevadan çok, bağlama ilişkin bir dönüşüm ya­şanmıştır. Bu dönüşüm, Kedourie’ye göre beşerî yaşama stan­dartlarında bir gelişmeye işaret etmemektedir.

Millet sistemi benzeşim ve özümsemeyi değil, farklılıkları koruma amacına yöneldiği için farklı toplulukların müstakil varlıklarım süreklileştirmekte, böylece gayrimüslim milletler­de ulusçu duygu ve ihtirasların uyanmasını kolaylaştırmaktay­dı. Hemen bütün gayrimüslim milletler Osmanlı Devleti aley­hine dış bağlantılar içine girmişler ve sürekli bir mücadelenin tarafı haline gelmişlerdi. Bu durum, Türk ulusçu reformistleri­ni, millet sisteminin kesin olarak ilga edilmesi gereğine inan­dırmıştı. Millet sisteminden duyulan bu hoşnutsuzluğu miras alan Kemalist ulusçu hareket, ulusal birliği sağlamak için mil­let sistemine son verilmesini zarurî görmüş ve bunu en azın­dan formel düzeyde gerçekleştirmeyi başarmıştır.

Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,
Devamını Oku »

Padişahlar İçki İçmezdi

Padişahlar İçki İçmezdi

Bu konuda daha önce de yazmıştım.[1]

Ancak sürekli kızdırılıp kızdırılıp sunulmaya çalışılıyor.

Divan Edebiyatında geçen bade , saki gibi sözler manevi içeceği ve sarhoşluğu ifade edip, kendinden geçmektir.

Padişahların bir çoğu veli ve de şair idiler.[2]

Divan sahibi idiler.

-Padişahlar da birer insandır.

Ancak bizler yetersiz olduğumuz halde içkiden sakınır ve başkasından da sakınırken, dini terbiye almış, Şeyhul İslamın ve toplumun kontrol ve gözetiminde olan bu insanların basit bir işmiş gibi bu içkiyi kullandıklarını söylemek, bir cehaletin ve kinin ifadesidir.

*Cemil Meriç-in ifadesiyle bizdeki tarihçi gibi geçinenler Müstağribler yani garbın yeniçerileridirler.

Padişahların içtiği iddiasında bulunan Halil İnalcık hakkında,Kadir Mısıroğlu-nun İnalcık-ın kendi durumunu ifade eden ifadesiyle şöyle söylediğini aktarır; Amerika-da bir toplantıda namaz için ara verilip bana; Sen Osmanlısın, geç bize namaz kıldır denildi.

Ben namaz kılmasını bilmediğimi söyleyemedim, mazeret beyan edip, arka saflarda yanımdakinin nasıl namaz kıldığına bakarak namazı kıldım, der.

Doğulu olup, batı kafalı bir kimsedir.

Biraz fazla şişirilmiş bir kimsedir.

Osmanlı sultanlarının içki içtiği iddiasında bulunurken, edebiyatta geçen sâki ifadesini içki olarak değerlendirir.

Oysa divan edebiyatında mey ve saki ifadeleri kendinden geçmedir, tekkedir.

Manen mest olmak ve manevi sarhoşluğu ifade eder.

Oysa bu kafaya göre cennette de içkinin olduğunu söylemesi gerekir.

Burada arapça ve edebiyat bilmemenin etkisi büyüktür.

Şürb, meşrubat, şarab, şurub  hepsi de içecek manasına olup, içmek demektir.

Bir de dinde şarab, sekr ve hamr demektir ki, oda sarhoş eden ve aklı örten manasınadır.

Kanuninin oğlu Sarı Selim- in içtiği söylenir. [3] Onu da bir Yahudinin alıştırdığı ve  sonunda oda terketti.

Hatta doktorlar birden bire bırakmamasını söylemesine rağmen, o devam ettirmez.

Padişahlar içinde içkiden ölen de yoktur.[4]

Osmanlıda içki de kerhanede vardı ancak bunlar gayrı müslimler içindi.

Müslümanlara yasak idi. Mesela bir Müslümanın içki içmesi halinde ona yetmiş sopa vurulurdu.[5]

-İşret meclisi sözü ise, içki manasına olduğu gibi, sohbet meclisi manasına da kullanılmaktadır.
Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider
Erişir fasl-ı hazan bağ-u bahar elden gider.

Her nice Zühd-ü salaha mail olur hatırım
Gördüğümce ol nigarı ihtiyar elden gider.

Şöyle hak oldum ki, ah etmeye havf eyler gönül
Lacerem bad-ı saba ile gubar elden gider.

Gırre olma dilbera hüsnü cemale kıl vefa
Baki kalmaz kimseye nakşünigar elden gider.

Yar içün ağyar ile merdane ceng etsem gerek
İt gibi murdar rakib ölmezse yar elden gider.  Avnî (Fatih Sultan Mehmet Han)

1-Sonbahar geldiğinde bağ ve bahar mevsimi elden gider. Ey saki Şarap sun çünkü bir gün lale bahçesi elden gider.

2-Gönlüm her ne kadar zühd ve salaha ilgili olsa da, o (resme benzeyen) nigarı gördüğümde iradem elden gider.

3-Hiç şüphe yok ki saba yeli ile toz yok olur ben de öylesine toprağa dönüştüm ki, gönül bu nedenle ah etmeye korkar.

4-Ey sevgili güzelliğin ile gururlanma vefalı ol çünkü kimseye güzellik baki kalmaz, elden gider.

5-Yar için rakiplerle yiğitçe savaşmalıyım (çünkü) köpek gibi pis olan rakip ölmezse yar elden gider.

-Fatih içki içtiğinden mi böyle yazmaktadır?

Ondan mıdır Peygamber müjdesine mazhar olan?

MEHMET ÖZÇELİK

05-01-2015










Devamını Oku »

Sultan 2.Abdülhamid'in Büyüklüğü

Sultan 2.Abdülhamid ve Talat Paşa

Tarihte önemli rol oynamış devlet adamlarının başarıları önceden görme ve önceden tahmin etme kaabiliyetlerine dayanır. Devlet adamının varsayımları küçük ve hayali düşüncelere dayanıyorsa, olayların analizinden çıkmıyorsa, bunun kaçınılmaz zararlarına katlanmak zorunda kalan bütün bir toplum olacaktır.

Şimdi bir mukayese yapmak istiyorum: Talat Paşa anılarının ikinci bölümünde (Talat Paşa'nın Anıları, Say Yayınları) Türkiye iç yönetimini örgütlemek, ticaret ve sanayiini geliştirip koruyabilmek için, kısaca yaşaya- bilmek ve varlığını koruyabilmek için öteden beri devlet gruplarından birine katılmak üzere bir imkan aramıştı. Fakat devletlerden hiçbiri buna razı olduğunu bildirmemişti. Bu sırada Almanya Türkiye ile eşit şartlar altında bir anlaşma yapmak istediğini bildirdi. Biz hemen bu teklifin bir savaş tehlikesin­den doğduğunu anladık. Bir devletin zayıf Türkiyeyi kendi bağlaşıkları arasına almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin varolması gerekeceğini de  tabii buluyorduk. Fakat bizim düşüncemiz bir genel savaşın çıkmayacağı ve bizim de bir kere bu anlaşmaya girmekle, artık devletimizi her türlü tehlikeden  korumuş olacağımız yolundaydı" diyor.

Bir de Sultan II. Abdülhamit Hanın görüşüne bakalım, Abdülhamit  Hanın Hatıralar kitabını bulamadığım için alıntı yapamıyorum. Sultan eserinde özetle şöyle diyor: Tahta geçer geçmez uygulamaya başladığım ve sonuna kadar kimseye sezdirmediğim politikanın temelleri büyük bir dünya savaşının kesin olarak çıkacağı düşüncesine dayalıydı. Biz bu savaşın dışında kalamazdık. O halde kimin yanında olmalıydık? Güçlü bir kara ordusuna ihtiyacı olan devletin yanında olmamız gerekirdi. Bu devlet de dünyanın en büyük deniz gücüne sahip olan İngiltere idi. İngiltereyi safımıza çekebilmek için, Bağdat Demiryolunu yapma hakkını Almanlara verdim. Amacım Alınanlardan yana olduğum görün­tüsünü vererek İngilterenin dikkatini çekmek ve gözdağı vermekti. Ayrıca donanmayı kızağa çektim. Çünkü donanmanın bütün personeli İngilizler'den ibaret olduğu gibi, çıkacak savaşta donanmaya da ihtiyacımız olmayacaktı. Donanmaya yapılacak masrafı kara ordusuna aktarmak, güçlenmesine katkıda bulunmak da böylece mümkün olacaktı. Ne var ki Talat Paşa ve avanesi benim düşüncelerimin tam tersini uyguladı.

Evet böyle diyor büyük Sultan. Şimdi iki devlet adamının arasındaki kalite farkını görüyor musunuz? Birisi kırkyıl öncesinden büyük bir genel savaşın çıkacağını görüyor ve ona göre tedbirler alıyor, öbürü tehlike çanları çaldığı, savaş gözle görülür bir hal aldığı halde bizim düşüncemiz bir gene! savaşın çıkmayacağı yolundaydı diyor. Ve Almanya'nın oyununa gelerek ülkeyi savaşa sürükleyip perişan ediyor.

Alaaddin Özdenören,
Devamını Oku »

Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Bir Osmanlı 'Heretiği':Şeyh Muhyiddin-iKaramani

Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Bir Osmanlı 'Heretiği':Şeyh Muhyiddin-i Karamani(*)
Osmanlı İmparatorluğu’nda 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönem bu imparatorluğun tarihinde dinî akımlar ve dinî-sosyal hareketler tarihi itibariyle çok önemli bir yer işgal eder. Bu dönem içinde de özellikle Kanuni Sultan Süleyman devri bu bakış açısından müs­tesna bir zaman dilimini oluşturur.

Bilindiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman zamanı genellikle tarihte Osmanlı güç ve kudretinin doruk noktası olarak kabul edilir. Oysa daha ya­kından incelendiği zaman bu dönem birbirine paralel iki olgunun gelişti­ği bir dönem olarak hemen dikkati çeker. Çünkü bir yandan Osmanlı gü­cü Azerbaycan’dan Fas sınırlarına, Yemen’den Viyana kapılarına kadar uzanan yeni fetihlerle taçlanmış zaferlerle kendisini dünyaya gösterirken, diğer yandan ülke içinde en ateşli halk hareketleri, mehdici isyanlar, merkezi yönetimin resmi belgelerinin diliyle halkın inançlarını fesada ve­ren “zındık ve mülhit” ulema ve sufılerin yol açtığı toplumsal karmaşalar birbirini takip etmektedir. Hiç şüphesiz ki bütün bunlar, yani askerî hare­kâtın parlaklığı, müesseselerinin göz kamaştırıcılığı ardında, toplumsal yapısı önemli bir değişimin eşiğine gelmiş olduğu için, gizliden gizliye kaynamakta ve çözülme emareleri göstermekte olan bir imparatorluğun iki zıt yanını yansıtıyordu.

Şunu burada açıkça belirtelim ki, Türk tarihçi­liği yakın zamana kadar bu iki zıt yanın yalnızca birincisiyle, biraz da ro­mantik ve kutsallaştırılmış bir yaklaşımla, yalnızca onun ne kadar muhte­şem olduğunu göstermek için uğraştı. Özellikle de Türk akademik tarihçi­liği önemli bir kesimiyle yıllar yılı bu yaklaşımdan kurtularak Osmanlı tarihinin bu muhteşem dönemini her iki yanıyla birlikte ele almaktan yana görünmedi. İkinci yan genellikle üstü örtülmesi gereken, çizilen kutsal tabloyu zedeleyecek tatsız olayların bir bütünü olarak alelacele geçiştirile­cek konular olarak mütalaa edildi. Oysa bu ikinci yan, gerçekten objektif ölçüler ve bilimsel kriterlerle ele alınıp incelendiğinde, Osmanlı toplumsal yapısının ve bu yapının tarihinin anlaşılmasına ciddi katkılar sağlayabile­cek bir nitelik arz ediyordu.

İşte, bu kısa inceleme, bu ikinci yanın sergilediği önemli ve ciddi bir meselenin, Osmanlı resmi ideolojisine karşı oluşan entelektüel muhalefet meselesinin tarihine ufak bir katkı olarak düşünülmüştür.Söz konusu Şeyh Muhyiddin-i Karamani, Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşamış olup, Osmanlı resmi ideolojisinin temelini oluşturan Osmanlı Sünnîliği’ne karşı tutumu ve tavırları sebebiyle, zındık ve mülhit (din­siz ve Allahsız) olduğu ileri sürülerek ölüme mahkûm edilmiş, Gülşeni Tarikatı’na mensup bir sufidir. O devirde gerek ulemadan, gerekse sufı çevre­lerden olmak üzere daha pek çok kişi bu tür bir ithamla merkezi yönetimin takibine uğramış ve tutuklanarak yargılanıp idam edilmişlerdir ki, bunlar arasında en meşhurlarından olarak Molla Kabız(1) ve Hakîm İshak (1527), Oğlan Şeyh diye tanınan, Bayrami Melamileri’nden Şeyh İsmail-i Maşuki (1539)(2) ve nihayet yine aynı çevreden Hamza Bâlî (156ı)(3) sayılabilir. Gerek Osmanlı tarihyazıcılığında, gerekse günümüz Osmanlı tarihçiliğinde bu şahıslar ve onlarla ilgili olaylar genellikle yüzeysel olarak ve tek tek dinden sapma olayları şeklinde ele alınmış olduğundan, dönemin bütünlüğü ve sosyal, kültürel şartları çerçevesinde değerlendirilme imkânını bulamamış­lardır. Dolayısıyla söz konusu dönem içinde ifade ettikleri anlam yeterince aydınlığa çıkamamıştır.

Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin kim olduğu, nasıl bir zihniyeti temsil ettiği, 1972'de Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin fetvalarının(4) ve 1982’de Menâkıb-ı îbrâhim-i Gülşenî’nin(5) neşredilmesine kadar pek dikkati çekmemişti. Onunla müstakil olarak ilk ilgilenen kişi, Prof. Hüseyin Gazi Yurdaydın olmuştur. O, Sina Akşin’in editörlüğünde yayınlanan Türkiye Tarihi isimli ortak eserde Şeyh Muhyiddin-i Karamani’ye birkaç sayfa tah­sis etmiştir.(6) Biz ise bugün, bu zatın fikirleri ve faaliyetleri hakkında yepye­ni bir belge sayesinde daha iyi bilgi edinme imkânma sahip bulunmaktayız.

Söz konusu belge, İstanbul Şer'iye Sicilleri arşivinde tarafimızdan bulunan mahkeme zabtını yansıtan sicil örneğidir.(7)Şeyh Muhyiddin-i Karamani’ye ait çağdaş başlıca üç kaynağa sahibiz: 1)Onu ölüme yollayan fetvayı bizzat veren Şeyhülislam EbussuudEfendi nin fetvası, 2) Bizzat şeyhin müritlerinden olup olayların görgü şahidi bulunan, yukarıda da adı geçen Merıâkıb-ı İbrâhim-i Gülşeni’nin yazarı Muhyi-i Gülşeni’nin anlattıkları; 3) Nihayet, şeyhi bizzat sorguya çeken ulema heyetinin şeyhe sorduğu sorulan ve cevaplarını ihtiva eden zikri geçen sicil metni. Bu birinci elden üç kaynağa ek olarak, tali derecede olmak üzere, Nev'îzâde Atâyî’nin Zeyl-i Şakayık’ı ile,(8) Matrakçı Nasûh'un Süleymannâme 'sinde(9) geçen pasajları söz konusu edebiliriz.

Başlangıçta Şeyh Muhyiddin-i Karamani, 16. yüzyılın ünlü Halveti şeyhi ve Halvetiliğin adını taşıyan kolunun (Gülşeniyye) kurucusu olan Şeyh îbrahim-i Gülşeni’nin müridi olmuştur.(10) Biyografisi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnızca Merıâkıb-ı İbrâhim-i Gülşeni’de, vefatına tekaddüm eden yıllara âit bazı bilgiler vardır.(11) Bu kaynağın ifadesine göre şeyh yalnız Halveti Tarikatı içinde değil, yüksek mevkili devlet adamları içinde de büyük bir şöhret ve hatır sahibidir. Bunlardan biri Çoban Mustafa Paşa olup Gebze’de inşa ettirdiği külliyesinde şeyhe bir hânikah tahsis etmiştir.(12) Zaten Şeyh Muhyiddin-i Karamani'nin talihsiz hikâyesi de burada başlamaktadır. O burada müritlerine, yapısı itibariyle her türlü yorum ve tevile açık olması yüzünden daha Selçuklular zamanından itibaren merkezi yönetimle sufı çevreler arasında sürekli bir çatışma unsuru teşkil eden ve bütün bir Osmanlı döneminde de aynı durumu koruyacak olan Vahdet-i Vücud sisteminin değişik bir yorumunu sunuyor, bir anlamda Şeyh Bedreddin’in bu konudaki görüşlerinin peşinden gidiyordu.

Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki hânikahtan, yıllarını maalesef tayin edemediğimiz faaliyetlerini müteakiben, muhtemelen çevreden gelen tepkiler sebebiyle İstanbul'a taşındığını, burada da fazla kakmayarak Edirne’ye geçtiğini bilıyoruz.(13) Bu mekân değişimlerinin normal olmadığını az önce de belirtildiği gibi, çevreden gelen tepkiler üzerine Osmanlı merkezi yönetiminin takibinden kurtulmaya yönelik bulunduğunu, Muhyi-i Gülşeni’nin ifadeleri takviye ediyor. Ona göre şeyh Edirne’de fikirlerini yaymağa başlamış, bunun üzerine ulema merkeze başvurarak hakkında şikâ­yetlerde bulunmuştu. Nitekim kendisi Edirne’de Bayezid Camii’nde ileri gelen ulemadan oluşan bir heyetin önünde sorguya çekilmişti. Ne var ki bu sorgulama hedefine ulaşamamış, Muhyi-i Gülşeni’ye göre, şeyh gayet zeki cevaplarla ulemayı teskin etmesini bilmişti.’(14)

Yaşadığı bu tür olaylara rağmen, Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin fikirlerinden vazgeçmediği ve faaliyetlerini 155o’ye kadar sürdürdüğünü söy­leyebiliriz. Ancak 1550 yılı onun için hiç de iyi geçmedi. 1545’ten beri şey­hülislam olan Ebussuud Efendi’nin kendisini yakın takibe aldığını tahmin edebiliriz. Zamanın bu gücünün doruğundaki ünlü Osmanlı şeyhülislamı, şeyhi İstanbul’a getirterek muhtemelen kendisinin tayin ettiği ulema heye­tinin önüne çıkardı ve yapılan sorgulama sonucunda onu zendeka ve ilhad (dinsizlik ve Allahsızlık) suçundan mahkûm etti. Bu mahkûmiyet şeyhin seyf-i şeriat’la idamı ile sonuçlandı (1550).

Yukarıda işaret edildiği üzere, söz konusu bu yargılamanın zabıt metni bugün elimize geçmiş bulunmakta olup bu sayede biz onun idamın­dan dört buçuk yüzyıla yakın bir zaman sonra ölümüne sebep olan fikirle­rini öğrenebilme imkânına kavuşmuş oluyoruz. Belgenin, İstanbul Şer’iye Sicilleri Arşivi’nde Rumeli Sadareti Mahkemesi sicil defteri içinde yer al­masından, sorgulamanın bu mahkemede yapıldığı anlaşılıyor. Söz konusu belge, Osmanlı tarihinde bu tür belgelerin bugüne kadar ele geçebilen ikin­ci örneği olup(15) bu bakımdan hayli önemlidir. Birincisi ise, bu hadiseden bir yirmi yıl kadar önce yine aynı şekilde idam edilen Bayrami Melami şeyhi İs­mail'i Maşuki’nin sorgulamasına aittir.(16)

Sicillin yaklaşık iki sayfasını kaplamakta olup okunması çok zor bir yazıyla kaleme alınmış bulunan metin, her iki sayfada toplam 56 satırdan oluşmaktadır. Metinde, duruşmada şahit olarak dinlenen tam on kişinin adı geçmektedir. Bir kısmının, belki de tamamının bizzat şeyhin müritle­rinden müteşekkil olduğuna kati nazarıyla bakabileceğimiz bu on kişi sıra­sıyla şunlardır:

1. Mustafa b. Mehmed
2. Seyyid Ahmed b. Seyyid Bahşâyiş
3. Abdi b. Mehmed
4. Abdülkerim b. Şeyh Alâeddin
5. Abdi Çelebi b. Abdüllâtif
6. Abdi b. Ubeydullah
7. Vefâî (Fenâî) Dede b. Abdullah
8. Yahya (?)
9. Ahmed Çelebi b. Şeydi
10. Hamdullah b. Hayreddin

Sicil metninde, tıpkı Şeyh İsmail-i Maşuki’ninkinde olduğu gibi, yalnızca duruşmada şahitlere sorulan sorular ve onların verdikleri cevap­lar -belki de kısaltılarak- yer almaktadır. Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin kendi ifadeleri, kendi fikirlerinin kendi ağzından çıkmış şekilleri maale­sef bu metinde yoktur. Bunun o zamanki duruşma formaliteleriyle ilgisi bulunabileceği gibi, belki de daha başka mülahazalarla onlara yer verilme­miş olabilir. Bu itibarla, şahitlerin ifadelerine geçmeden önce, anlatılan haliyle sicil metninin tam tarafsız bir belge niteliğini taşımadığını, yüzde yüz güvenilecek bir durum arz etmediğini burada hemen belirtelim. Bi­zim yapabileceğimiz şey, ancak bu haliyle belgenin analizini yapmaya ça­lışmak olacaktır.

Nasıl birer şahsiyet olduklarını, şeyhle aralarındaki ilişkinin mürit­liğin ötesinde ne gibi bir mahiyet arz ettiğini hiçbir zaman belki bilemeye­ceğimiz şahitlerin ifadelerine göre Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin fikirle­ri özellikle şu aşağıdaki noktalarda toplanabilir:

A) Vahdet-i Vücud telakkisi: Şeyhin fikirlerinin temeli hüviyetinde ortaya çıkan bu telakki hemen hemen bütün şahitlerin ifadelerinde kendi­ni göstermektedir. Bu ifadelerin gerçeği yansıttığı kabul edildiği takdirde, Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin dolaylı olarak materyalist bir yorumun sahibi olduğu rahatlıkla söylenebilir.(17) Tıpkı Şeyh İsmail-i Maşuki gibi o da dolaylı olarak Allah'ı tabiatla özdeşletirmektedir.Ona göre Allah eninde sonunda alemin kendisidir.(18)

B) Ahiret meselesi: Yine şahitlerin ifadelerine göre, şeyh İslam imanının temellerinden olan “öldükten sonra dirilmeye" (el-ba’sü ba'detmen veya haşr) inanmayı reddetmektedir. Nitekim o bir sözünde aynen “Haşr yokdur. Öte'den kim gelüp size haber verdi?" demek suretiyle,(19) bunu açık­ça belirtmiştir.

C) Helal ve Haram meselesi: Sicildeki bir başka ifadeye göre de, şeyh İslam'daki Helal ve Haram kavramlarına karşı çıkmaktadır. Ona göre, “Umûr-ı şer’iyye duvardır, umûr-ı îtibâriyyedir. Haram dedin haram olur, helâl dedin helâl olur."(20) Yani insan yaptığı herhangi bir işte kesin olarak helallik haramlık durumuna göre hareket etmemelidir. Bir işi isteyerek, ar­zu duyarak yapıyorsa ve helal olduğuna karar vermişse bu, onun için helal­dir. Yahut bunun zıddı haramdır.

D) Yine şahitlerin ifadelerine göre Şeyh Muhyiddin-i Karamani kendisini Hz. Muhammed, Hz. Ali, Şeyh Ferideddin-i Attar ve Şeyh Muh­yiddin-i Arabi hariç olmak üzere bütün gelmiş geçmiş peygamberlerden ve evliyadan üstün görmektedir. Bu ise İslam inançlarına tamamen aykırıdır. Özellikle peygamberlerle ilgili konuda İslam inançlarına göre küfre düşmek­tedir. Bir başka şahidin ifadesine göre ise, şeyh kendi şeyhi İbrahim Gülşeni’yi Hz. Muhammed’den dahi üstün görmektedir. Nitekim o bizzat şöyle diyordu: “Cemîi evliya ve enbiyâya verilen bende bilfiil mevcûddur. Benden efdal dört kimesne geldi. Birisi Resûlullah ve birisi Ali ve birisi Şeyh Attâr ve birisi Sahib-i Fusûs-u Hikem’dir. Hazret-i Resul Şeyh İbrahim’e şâ- kird olamaz."(21)

İşte, sicilde şahitlere dayanarak Şeyh Muhyiddin-i Karamani’ye atfe­dilen görüşler ve iddialar böyle özetlenebilir. Bunlar içinde özellikle Allah ve ahiret inancıyla ilgili olanlar bize hemen Şeyh Bedreddin’in Varidatın­da ileri sürülen fikirleri hatırlatmaktadır.(22) Aslında buna benzer fikirler ilk defa İslam dünyasında Şeyh Bedreddin’den yüzyıllar önce Îbnu’r-Ravendi (903) ve Ebubekir Zekeriyyâ Râzî (925) vb Müslüman filozoflar tarafından ortaya atılmıştır.(23) Bu sebeple orijinal değildirler. Fakat burada kanaatimiz­ce temel mesele, belgede şahitlerin ağzından Şeyh Muhyiddin-i Karamani’ye atfedilen sözlerin gerçekten onun samimi düşüncelerini yan­sıtan, bizzat kadı ve ulema heyeti önünde kendi ağzından çıkmış sözler olup olmadığını bilebilmektir.

Bu ise bu durumda imkansız görünüyor.Böyle olunca şeyhin durumu hakkında fikir yürütebilmek,hakkında kesin bir kanaate ulaşabilmek hayli bir zordur.Ancak bu belge sayesinde kesin olarak ortaya çıkan bir husus varsa,o da şeyhin yukarıda özetlenmeye çalışılan fikir ve inançlar yüzünden hayatını kaybettiğidir.Bu inançların meydana koyduğu diğer önemli bir gerçek de, bize göre, Osmanlı İmparatorlu­ğunda ilk defa 15. yüzyılın ilk çeyreğinde Şeyh Bedreddin tarafından yeni­den gündeme getirilen bu fikirlerin en azından belli bazı sufi çevrelerde, hatta ulema arasında bile zaman zaman yeniden itibar kazandığı, üstelik bilgilerimize göre bu itibarın 17.yüzyılda bile geçerliliğini yitirmediğidir.(24)

Şimdi konumuzla ilgili olarak önemli gördüğümüz ikinci bir mese­leye geliyoruz: Bu, Ebussuud Efendi’nin fetvası üzerine Şeyh Muhyiddin-i Gülşeni’nin, Menâkıb-ı îbrahim-i Gülşenî'de olay hakkında bize sunduğu bilgilerden doğmaktadır. Muhyi-i Gülşeni’ye göre, Şeyh Muhyiddin-i Karamani aslında iddia edildiği gibi bir zındık ve mülhit değildi; ama Ebussuud Efendi’nin, mazisi daha her ikisi de mesleklerinin başında oldukları halde, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa külüyesinde göreve başladıkları zamana kadar uzanan kıskançlığının ve onun tahriklerine kapılan ulemanın kurbanı olmuştur.(25)

Öte yandan, bizzat Ebussuud Efendi’nin şeyh hakkmdaki fetvasının metni dikkatle gözden geçirildiğinde, halkın onun suçluluğuna asla inanmadığı ve şeyhülislamın kurbanı olduğu inancının hakim bulunduğu izle nimi ortaya çıkıyor.(26) Buna ilâve olarak, yine aynı metinden anlaşıldığına göre, şeyh ulema heyetinin huzurunda birçok defalar fikirlerinden vazgeç­tiğini beyan etmiş olmasına rağmen, şeyhülislam, suçlunun suçunu itiraf etmesi ve tevbe ile imanını yenilemesi halinde serbest bırakılması gerekti­ğini emreden Hanefî hukukuna uymayı bırakıp(27) Maliki hukukunu tercih etmiştir. Çünkü Maliki hukukuna göre suçlu her ne kadar suçunu kabul ve tevbe etse de buna itibar olunmaz ve gerçek inancını saklayarak ölümden kurtulmak maksadıyla suçunu itiraf ettiği düşünülerek yine idamına hükmolunur.(28) O halde Ebussuud Efendi'yi normal olarak uygulamakla yükümlü bulunduğu Hanefi uygulamaktan vazgeçirtip Maliki hukukuna göre Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin idamına hükmetmeye zorla, yan sebep veya sebepler ne olabilirdi?

İlk bakışta ünlü ve kudretli şeyhülislamın bu tavrı, bizi Muhyi-i Gülşeni’nin ifadesinin doğruluğunu kabule zorluyor gibidir. Çünkü no-malde Ebussuud Efendi şeyhin itirafı ve tevbesi karşısında, yürürlükte bulunan Hanefî hukuku uyarınca idam fetvası vermeme durumundadır. Ger­çi bu, Maliki hukukuna göre fetva veremez anlamına hiçbir zaman gelmez. Lâkin önünde birinci seçenek varken onu terk edip niçin İkincisini uygulamıştır? Ayrıca şeyhin kendisine isnat edilen suçları kabul ve itiraf ettiği, yalnızca fetva metninde, yani bizzat Ebussuud Efendi’nin ifadesinde ileri sü­rülüyor. Oysa gerçekte Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin isnat edilen fikirle­ri kabul edip etmediği, yahut onlar gerçekten de kendisine ait olsa bile na­sıl bir yorum ve çerçeve içinde bunları sahiplendiği konusunda hiçbir bilgi­miz yoktur. Kısaca özetlemek gerekirse, olayda suçlunun ifadesinden baş­ka herkesin ifadesi bize kadar gelmiş, fakat asıl kahramanın kendisi hak­kında ne söylediğine dair bugüne kadar tek kelime intikal etmemiştir. Bu ise çok tuhaf bir durumdur.

Diğer yandan, Ebussuud Efendi’nin şahsiyeti ve meslek hayatı ince­lendiği zaman, son derece dürüst ve tutarlı, itinalı bir çizgi ile karşılaşıyo­ruz. Buna örnek olmak üzere Şeyh Muhyiddin-i Karamani’ninkine benzer bir başka olaydaki tutumunu zikredebiliriz. Bu olay, Bayrami Melami şeyh­lerinden Gazanfer Dede ile ilgilidir. Gazanfer Dede de tıpkı Şeyh Muhyid-din gibi zındıklık ve mülhitlik suçuyla itham edilerek Ebussuud Efendi’nin karşısına getirilmiş, fakat o, sorgulamadaki bütün öteki ulemanın ittifakla idama hükmetmelerine rağmen, ileri sürülen delilleri yetersiz görerek adı geçenin idamdan kurtulmasını sağlamıştı.(29)

İşte, bu durumda, Ebussuud Efendi’nin Şeyh Muhyiddin-i Karamani meselesinde, Muhyi-i Gülşeni’nin iddia ettiği gibi, yalnızca ona olan eski hislerinin tesiriyle harekete geçtiğini kabullenmekten çok, şey' hin itiraflarında samimiyet bulunmadığına, bu yüzden de Hanefî hukuku­nun hoşgörüsünden yararlanmak için asıl inançlarını gizlediğine inanarak Mâliki hukukuna göre idam kararım aldığını düşünmek daha doğru gibi görünüyor.

Her halükârda bu konuda şimdilik kesin bir yargıya varmak bir haylı zor olacaktır. Buradan da ikinci mesele ortaya çıkıyor: Acaba Şeyh Muhyiddin-i Karamani gerçekten İslam hukukuna göre bir zındık ve mülhit mi idi? Bugün tarihen çok iyi biliyoruz ki, İbrahim-i Gülşeni’nin müritleri o devir­de yalnız ulema muhitlerince değil, merkezi yönetimce de zındık ve mülhit telakki ediliyorlardı. Nitekim şeyhin bizzat kendisi de bu tür suçlamalara he­def olduğu için, 1523’te Kanuni Sultan Süleyman tarafından şahsen İstan­bul’a davet edilmiş ve yanma bazı müritlerini de alarak Mısır’dan imparator­luk başkentine gitmişti.(30) Orada sultanın huzurunda cereyan eden zorlu bir soruşturmadan sonra kendisinin söylendiği gibi biri olmadığı sonucuna va­rılmış ve serbest bırakılmıştı. Böylece Şeyh İbrahim-i Gülşeni yeniden, vefa­tına kadar yaşadığı Mısır’a dönebilmişti.(31) Tezkire-i Lâtifi ye ve Âşık Çele- bi’nin Meşâiru’ş-Şuarâ’sına göre, Gülşeni dervişleri yine de Balkanlar’da, özellikle de Vardar Yenicesi’nde sapık propagandalar yapıyorlardı.(32) Pek çok ünlü şairin yetiştiği bu bölgede, Usuli mahlaslı bir Gülşeni şairinin (öl. 1538) bu alanda bir hayli ileri gittiğini, 14. yüzyılın ünlü Hurufı şairi Nesimi nin fi­kirlerine benzer fikirleri halk arasında yaydığını adı geçen kaynaklar belirti­yorlar. Âşık Çelebi onu, Gülşeniler'in kendisinden sonra sapık fikirleri ve inançları yaymakta ileri gittiklerini söyleyerek Balkanlar’da ilk defa zındıklık ve mulhitlik tohumlarım eken kişi olmakla itham etmektedir.(33)

Bu çerçevede, Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin gerçekten de bir heretik olması ihtimali o kadar da uzak gibi görünmüyor. Fakat kanaatimizce asıl mesele Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin bir heretik olup olmadığından, ziyade, Kanuni Sultan Süleyman zamanının hemen hemen tamamına ya­yılan aşağı yukan yarım yüzyıllık bir dönem içinde, Osmanlı tarihinin baş­ka hiçbir döneminde görülmeyen bir sıklıkta bu tür zendeka ve ilhat olaylarının yoğunlaşmış bulunmasıdır.

Bunun bir tek anlamı olabilir. O da, bize göre, Fatih Sultan Mehmed’le birlikte sıkı bir merkeziyetçi yapı kazanan Osmanlı împaratorluğu’nun resmi ideolojisinin temelini teşkil eden Osmanlı Sünnîliği’nin bir değişim ve içine kapanma, dolayısıyla katılaşma sürecine girdiği, dolayısıyla bu ideolojiye karşı koyuşun bir tür ifadesi olan bu olayların bu sebeple bu dönemde yoğunlaştığıdır. Başka bir deyişle bu tür olaylar,Osmanlı merkeziyetçiliğinin tabii bir tezahürü olarak İslam’ın devlet hâkimiyetinde, devletle özdeşleşmiş bir hale gelişinin, geniş ölçüde Bedreddin’in fikirlerinin damgasını taşıyan mistik eğilimli protestosundan başka bir şey olmamalıdır.
İşte, kanaatimizce, gerek Şeyh Muhyiddin-i Karamani olayını, gerekse aynı devirde meydana gelmiş bulunan Molla Kabız, Hakim Ishak,İsmail-i Maşuki, Hamza Bâlî vb olayları bu çerçevede değerlendirdiğimiz takdirde anlamları belirgin bir hale gelir. Aksi halde basit birer dine karşı sapıklık hareketi olarak değerlendirilme ve bu yüzden ulemanın ve tabii merkezi yönetimin bu çevrelere karşı baskısı şeklinde yorumlama tehlikesi belirir, ki bu da onların gerçek tarihî mahiyetlerinin gözümüzden kaçması demektir. Oysa bütün bu olayların daha sağlıklı bir biçimde ve yukarıda işaret ettiğimiz vakıayı ortaya koyacak bir tarzda analiz edilebilmeleri için, Osmanşlı İmparatorluğu’nun o dönemde yaşamakta olduğu siyasi olayları, top­lumsal ve kültürel yapıyı, bu yapının geçirmekte olduğu değişim sürecini, hatta İktisadî yapılaşmayı ve problemlerini topyekûn göz Önüne almak ge­rekecektir. İşte, o zaman bütün bu hadiselerin gerçek mahiyetleri bütün çıplaklığıyla göz önüne serilecek ve Osmanlı tarihini daha gerçekçi, daha değişik bir zaviyeden anlama imkânı biraz daha iyi belirecektir.



(*) Bu yazı, Belgrad’da 17-19 Nisan 1989 tarihlerinde, Sırp Bilim ve Sanat Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen, “Les Mouvements Heretiques et les Derviches dans les Balkans'kolokyomuna sunulan Fransızca tebliğin kısmen tadil edilmiş çevirisidir.Prof.Dr.Bekir Kütükoğlu'na Armağan, İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma  Merkezi, Edebiyat Fakültesi Basımevi,İstanbul,1991,s.473-484

Ahmet Yaşar Ocak - Yeniçağlar Anadolusunda İslamın Ayak İzleri(Osmanlı Dönemi),syf;51-61

Notlar

1 Molla Kabız hakkında geniş bibliyografya için bkz. H. Gazi Yurdaydın, "Kabıd," El2; Hakîm Ishak konusunda bkz. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972, s. «95.
2 Ismail-i Maşuki'ye dair şimdilik şunlara bakılabilir: Abdulbaki Gölpmarh. Melâmilik ve Melûmilcr, İstanbul 1931, s. 48-50 (Bu kitapta konuyla ilgili bütün Osmanlı kaynaklarının listesi vardır); ayrı­ca bkz. Yurdaydın, “İsmail Mâşûkî," Türkiye Tarihi, nşr. Sina Akşın, İstanbul 1988, II, 166-168. Bu konuda daha geniş bir yazı için bkz. A. Yaşar Ocak. “16. yüzyılda Osmanlı resmi düşüncesine kar­şı bir tepki hareketi: Oğlan Şeyh îsmail-i Maşuki," The Journal of Ottoman Studies, X (1990), 49' 58."
3- Bkz. Gölpmarh, s. 55-56; ayrıca bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Başmukataa Kalemi, ar. 5000/13, v.15a.

4- Bkz. Düzdağ, a.g.e., s. 193-195.

5- Muhyi-i Gülşeni, Menâkîb-ı İbrahim'i Gülşeni, nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara 1982, s. 360-361; 378*382.

6- Yurdaydm, "Şeyh Muhyiddin Karamani," Türkiye Tarihi, II, 169-171.

7- Bkz. İstanbul Şer'iye Sicilleri Arşivi, Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, nr. 20/3, v. 105 a-b.

8 Bkz. Atâyî, Zeyl-i Şakayık, İstanbul 1268, s. 63.

9 Bkz. Yudaydın, s. 170.

10-İbrahim-i Gülşeni için mesela bkz. Atâyî, s. 67-68; Düzdağ, s. 192-193; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 323-324.

11-Bkz. Muhyi-i Gülşeni, a.g.e., s. 379-383.

12-A.g.e., s. 379; aynca Çoban Mustafa Paşa için bkz. M. Süreyya, Sicil-i Osmânî, IV, 372; Külliye hakkında yayınlanan tek monografi şudur; İlknur Aktuğ, Gebze Çoban Mustafa Paşa Külliyesi, Ankara 1989.

13-A.g.e., s. 382.

14-A.g.e., s. 382-383.

15-Bkz. Atâyî, s. 63.

16-Ismail-i Maşuki’nin sicilli ilk defa merhum Mustafa Akdağ tarafından haber verilmiş ve kısmen kullanılmış olup (bkz. Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1979, 2. bs, II, 64-65) asıl metin şuradadır; İstanbul Şer’iye Sicilleri Arşivi, Evkafı Hümâyun Müfettişliği Sicilli, nr. 4/2, s. 35-

17-Bkz. Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, nr. 20/3, v. 105 a-b.

18-Bkz. Evkaf-ı Hümâyun Müfettişliği Sicilli, nr. 4/2, s. 35.

19-Bkz. Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, v. 105a.

20-Aynı yerde.

21-Aynı yerde.

22-Mesela bkz. M. Serefeddin, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul 1925, s. 23-37-

23-Bkz. P. Kraus-S. Pines, “al-Râzî," Eli; P. Kraus (G. Vajda), “İbn al-Râvvandî,” Eli.

24-Benzeri fikirler 17. yüzyılda IV. Mehmed zamanında yine ulemadan bir zat olan Lâri Mehmed Efendi tarafından da savunulmuş ve adı geçen kişi, yine yargılanarak zındık ve mülhit sıfatıyla idam etmiştir (bkz. Paul Ricaut, Histoire de L’Etat Preseni de l'Empire Ottoman, Paris 1670, s. 418-419)-

25-Bkz. Muhyi-i Gülşeni, s. 381-383.

26-Bkz. Düzdağ, s. 193-194.

27-Hanefi hukukuna göre zındıklar hakkındaki hüküm için mesela bkz. Şemseddin Serahsî, Kitabül-Mebsût, Beyrut (tarihsiz), X, 125.

28-Bu konuda mesela bkz. Abdülkahir Bağdadî, el-Fark Beynel-Fırak, nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid,
Kahire 1963, s. 141, 358.

29-Bu konu Atâyî tarafından bütün tafsilatıyla anlatılmaktadır (bkz. Zeyl-i Şakayık, s. 87-88).

30-Mesela bkz. Gölpınarlı, s. 323-324.

31-Ag.e., aynı yerde.

32-Bkz. Lâtifi, Tezkire-i Lâtifi, İstanbul 1314, s. 91-92; Âşık Çelebi, Meşâiru’ş-Şuarâ, nşr. Meredith Owens, Londra 1971, v. 44b.

33-Aşık Çelebi, aynı yerde. Usuli hakkında geniş bilgi, henüz yayınlanmış divanında bulunmaktı.(Usulî Divanı, nşr. Mustafa İsen, Ankara 1990, s. 11-25)
Devamını Oku »

İstanbul'da Endülüslü Musevî alîmler



Osmanlı devleti, yükseliş döneminde Fatih devrinden başlayarak dünyanın en büyük gücü olma konusunda önemli adımlar atmış ve örnekleri günümüzde de gözlemlendiği üzere bu yolda Do­ğu’dan ve Batı’dan pek çok muteber insanı bünyesinde istihdam et­me yoluna gitmiştir. Nitekim bu amaçla Fatih Sultan Mehmet Viçen-za’dan, Venedik’ten, Floransa’dan, Mısır’dan, İran’dan, Timur ülke­sinden, Ege Adaları’ndan pek çok insanı ülkesine davet etmiş, bunun dışında fethettiği Bizans İmparatorluğu ve Trabzon Rum devleti gibi devletlerin önde gelen kişilerine de çevresinde yer vererek onlara il­tifat etmiştir.

Bu tavrın ilerleyen yıllarda da devam ettiğine, gerek Ya­vuz Selim’in gerekse de Kanuni Süleyman’ın çıktıkları seferler sonra­sında ele geçirilen ülkelerdeki ilim adamı ve sanatkârları beraberle­rinde İstanbul’a getirdiklerine şahit oluruz. Bu çerçevede 1492’de İspanya’da yaşanan bir dramın hemen akabinde pek çok değerli fikir adamı, tüccar ve siyasetçi de Osmanlı ülkesine iltica etmiş ve yine bu kişilerden birikimleri doğrultusunda istifade edilme yoluna gidil­miştir. Bu yazıda Endülüs’ten kaçarak Osmanlı hizmetine giren birin­ci ve ikinci kuşak Yahudilere ve bunların Osmanlı ülkesinde oynadık­ları role değinilmeye çalışılacaktır.

Osmanlıların Yahudi cemaati ile ilk teması Orhan Gazi zamanına tesa­düf eder. Esasen bu hükümdar zamanında Osmanoğulları beylikten devlete geçmiş ve kurumsallaşmanın ilk temel örneklerini vermişler­dir ki, bu kurumsallaşmadan Yahudi cemaati de nasibini almıştır. 1326’da Bursa’yı ele geçiren Orhan Gazi, burada bulunan Yahudi ce­maatine dokunmamış ve hatta onlara bir havra inşaatı için izin ver­miştir. Dönemin çalkantılı siyasi gelişmeleri karşısında Yahudiler Os­manlı nezdinde bir huzur ve sükunet ortamı bulmuş, bunun sonucun­da 1376 yılında Macaristan’dan, 1394’te de Fransa’dan kovulan Ya­hudiler Osmanlı ülkesine göç etmişlerdir.



Osmanlı ülkesindeki Yahudiler geldikleri yerlere nispeten dört ana gruba ayrılmaktaydılar. Osmanlıların hizmetine giren İlk büyük Yahudi grubu “Romaniotlar’’ olarak adlandırılmakta idiler. Bunlar Anado­lu'nun batısı, İstanbul ve Balkan şehirlerinin bir bölümünde yaşamak­ta ve Yunan dilini konuşmakta İdiler. İkinci grup İse köken olarak Al­manya ve Fransa'dan gelen “Eşkenaziler”dlr. Bu grup 15. yüzyıldan İtibaren büyük oranda Osmanlı ülkesine göç etmeye başlamıştır. Fa­kat Eşkenaziler, 1492 yılında Ispanya ve 1496’da Portekiz'den kovu­larak Osmanlı ülkesine sığınan ve yazımızın da merkezinde bulunan “Sefarad" Yahudilerinin yanında küçük bir topluluk teşkil etmekteydi­ler. Seferad İbrani dilinde Ispanyol anlamına gelmektedir. İstanbul, İz­mir, Edirne, Selanik gibi büyük şehirlerin yanısıra Anadolu’daki diğer önemli ticaret merkezlerine de yerleştirilen bu grup, Anadolu’daki en kalabalık Yahudi cemaatini oluşturmakta ve ispanyolcanın bir versi­yonu olan kendi yerel dillerini kullanmaktaydılar. Osmanlı ülkesinde yaşayan son büyük Yahudi cemaati İse Osmanlıların Mısır ve el-Cezire’yi ele geçirmeleri İle Osmanlı egemenliğine giren “mustaribe”ler- dir ki bu grup Arapça konuşmakta ve bu nedenle de Araplaşmış ma­nasına gelen “mustaribe” kelimesi İle anılmaktaydılar.

Osmanlı devletinin İlk yıllarından İtibaren Yahudi toplumuyla ilişkilere rastlanmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’yı ele geçirdiği zaman burada bir Yahudi cemaati İle karşılaşmış ve bu cemaatin ibadetine tahsis edil­mek üzere bir mahalle ve sinagog İnşasına izin vermiştir. I. Murat Edirne’yi ele geçirdiğinde Edirne hahambaşısını Rumeli’deki Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştır. I. Murat bu hareketi ile ileride Osmanlı devleti bünyesinde yer alacak olan Yahudi millet sisteminin de temel­lerini atmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra kuşatma esnasında gösterdikleri taraf­sızlıktan dolayı Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanın­mış, Haham Rabbi Moşe Kapsali’ye de iltifatta bulunulmuştur. Moşe Kapsali’yi şeyhülislamla beraber biat merasimine davet eden Fatih, Yahudi cemaatinden alınacak vergileri de yine ona tevdi etmişti.

Yahudiler, bilhassa 1492 yılında İspanya’da Müslüman egemenliğinin son bulması ve Katolik engizisyonunun başlaması ile büyük baskılara maruz kalmış, bunun sonucunda da zamanın padişahı 2. Bayezid’in yardımları İle aradıkları huzurlu ortamı Osmanlı ülkesinde bulmuşlar­dır. Bu tarihten itibaren Osmanlı imparatorluğu adeta Yahudilerin dal­galı denizde sığındıkları bir liman vazifesi görmüştür. Nitekim 15. yüz- yılın İkinci yarısında Türkiye’ye yerleşmiş olan İsaak Zarfati, Macaris­tan ve Almanya’da binbir zorluğa göğüs germekte olan birçok Yahu’diyi bu nedenle Osmanlı İmparatorluğuna davet etmiştir. O, kaleme aldığı mektubunda kısaca şu satırlara yer vermişti: “Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum.

Despotik yasalar, zorla vaftiz edilmeler, sürgünler sıradan ve günlük olaylarmış. Doğuya giden bir Hıristiyan gemisinde yakalanan Yahudinin denize atılması için yasalar yapmışlar. Heyhat, Almanya'da Rabb’ın kavmine ne kötülükler reva görüyorlar. (...) Kardeşler, ben İsaak Zarfati, soyum Fransız olsa da Almanya’da doğmuş ve oradaki hocalarımdan eğitim almış olsam bile size derim ki; Türk ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz burası sizin İçin en ha­yırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizin için Türk ülkesin­den geçiyor. Hıristiyanların egemenliği altında yaşamaktansa Müslü­manların egemenliğinde yaşamak sizler için daha iyi değil mi? Burada herkes asması ve inciri altında rahatça oturabiliyor. Burada en değer­li esvapları giymenize izin var. Şimdi ey İsrail bütün bunları görüp ne­den uyuyorsun. Uyan ve bu lanetli toprakları ebediyyen terket!”

Endülüs Emevileri döneminde İspanya ilim ve kültür açısından altın çağını yaşarken bu ülke Yahudileri de söz konusu alanlarda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Siyasi alanda ilk akla gelen isim Halife 3. Abdurrahman’ın veziri Hasday b. Şaprut’tur. Aslen tıp doktoru olan bu değerli şahsiyet zaman içinde siyasi kademenin en üst noktalarına kadar yükselmiştir. Onun dışında özellikle felsefe alanında Endülüslü ünlü Müslüman düşünür İbn Hazm’ın çağdaşı olan İbn Cebirol ile 12. yüzyılda yaşayan Kurtubalı düşünür Moşe b. Meymun ilk akla gelen önemli simalardır. Özellikle Batı’da Maimunides olarak da bilinen so­nuncu düşünür aynı zamanda tıp konusunda da önemli bir bilgi biriki­mine sahipti.

Nitekim Moşe b. Meymun’un tıp şöhreti felsefe alanın­daki ününden hiç de geri kalır değildir. Selahaddin’in veziri olan Kadı el-Fadıl’ın doktorluğunu yapan Maimunides, sonradan Eyyubi haneda­nının da doktorluğunu yapmıştır. Düşünsel alanda ise Maimunides, Aristo’nun görüşlerini Tevrat’la uzlaştırmaya çalışmış ve kullandığı yöntem itibariyle de kendisinden sonra gelen Thomas Aquinas ve Spi­noza gibi Batılı düşünürler üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Her ne kadar ömrünün en verimli yıllarını Selahaddin Eyyubi idaresindeki Mı­sır’da yaşamışsa da Endülüs doğumlu bir düşünürdür.

Tüm bunların yanısıra İspanya’da ilerleyen yıllarda açılan çeviri okul­larında da Yahudi asıllı pek çok kişiye rastlamaktayız. Yahudiler bilim ve edebiyatla ilgili Arapça yazmaları Latinceye aktarmak suretiyle Avrupa’nın aydınlanmasında önemli roller oynamışlardır. Abbasiler za­manında Bağdat’ta kurulan ve 9. yüzyılda altın çağını yaşayan Beytü’l-Hikme'de, hatırlanacağı üzere Sanskritçe, Rumca, Koptça, Yunanca, Süryanice pek çok eser Arapçaya çevrilmiş ve İslam kültürü büyük ölçüde bu çeviriler üzerine bina edilerek gelişmişti.

İspanya’da bulunan Hıristiyanlar da benzer yöntemi izleyeceklerdir. Nitekim 12. yüzyılda Tuleytula başpiskoposu şehirde Arapçadan Latinceye çeviri yapan Beytü’l-HIkme benzeri bir kurum oluşturmuş ve burada Müslüman ile Hıristiyanların yanısıra önemli ölçüde Yahudi mütercim de istihdam etmişti. Bu okulların benzerleri Işbiliye ve Mürsiye’de de açılacaktır. Pek çok Yahudi araştırmacı bu dönemi bir altın çağ olarak ifade eder. 1492 yılında Gırnata’nın düşmesi bir yerde bu çağın da so­na erme tarihidir. İlerleyen yıllarda Yahudi cemaati böylesine bir par­lak gelişim çizgisini 19. yüzyılda Almanya ve Avusturya'da, 20. yüz­yılda da Amerika’da yakalayabilecektir.

İspanya topraklarındaki Hıristiyanların başlattığı Reconquista hare­keti sonrasında artan dinsel bağnazlık, bu parlak ve çok kültürlü me­deniyetin de sonunu getirecektir. 1492’de Endülüs Müslümanlarının son dayanak noktası olan Gırnata’nın düşmesi ve bunun sonrasında da gerek Müslüman ve gerek Yahudilere dinsel baskıların artması so­nucunda Endülüs kültürünü oluşturanlar sığınak arama derdine düşe­ceklerdir.

Osmanlı ülkesine Endülüs’ten gelen ilk göç dalgası sonrasında he­men gözümüze ilişen simalardan biri Hoca İlya el-Yahudi diye de bili­nen alimdir. Ancak bu zat, sonradan İslam dinine geçecek ve Abdüs-selam el-Muhtedi adı ile anılacaktır. Bu zat, İslamiyete geçen diğer bazı erbab-ı kalem muhtedi gibi eski dinine reddiye tarzında bir eser kaleme almıştır. Tevrat’a oldukça vakıf olan Abdüsselam el-Muhtedi söz konusu çalışmasında Yahudilerin Tevrat’ta yaptığı tahribat, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı gibi bölümlere yer vermiştir. Kendisi ayrıca veba hakkında bir eser kaleme aldığı gibi astronomi İle de yakından ilgilenmiştir. Bu konu hakkında bir de İbraniceden Arap­çaya çeviri yapmıştır.

Bu dönemde Osmanlı ülkesine gelen ve tıp bilgisi nedeniyle de Moşe Calinus diye adlandırılan Moşe Galino ben Yahuda, Osmanlı hekimbaşısı Ahi Çelebi olarak da bilinen ve Eminönü’nde Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasına mekan olan Ahi Çelebi Camii’ni de yaptıran Ahmet b. Kemal et-Tebrizi nin emri üzerine Türkçe bir eser de kalem almış­tır. Onun da diğer bazı Endülüs kökenli Yahudi alimler gibi tıbbın ya­nında astronomi ile de uğraştığını görmekteyiz.

Yahudilerin bu dönemde beraberlerinde getirdikleri en önemli tekno- gelişmelerin başında matbaa gelmektedir. 1494’te İstanbul’da ilk matbaa Yahudiler tarafından açıldığı gibi, yine 2. Bayezid’in salta­natı döneminde yirmi İbranice eser basmışlardır.



Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 2. Selim zamanında, Endülüs kö­kenli Yahudiler arasından devletin siyasetine etki edecek önemli si­malar çıkmıştır. Bunların en önemlileri Donna Grasia Nasi ve yeğeni Yosef Nasi’dir. Aslen Portekizli olan bu iki kişi Portekiz engizisyonun­dan kaçarak önce İngiltere ve Hollanda’ya ardından da Venedik’e sı­ğınmışlardır. Burada iken Donna Grasia Nasi’nin muhteşem servetine gizliden gizliye Yahudiliği yaşadığı gerekçesi ile el konulmuştur. Bu­nun üzerine bu güçlü kadın, Kanuni’nin hekimlerinden Moşe b. Hamun'u aracı kılarak serveti ile birlikte Osmanlı ülkesine sığınmak is­tediğini bildirmiş ve bizzat padişahın devreye girmesi sonucu serbest kalarak İstanbul’un yolunu tutmuştur.

Donna Grasia Nasi, muhteşem zenginliği ile kısa zamanda İstanbul’un en tanınan simalarından biri olarak bizzat devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından çe­şitli ihsanlara nail olmuştur. Hayatını ve servetinin azımsanamayacak bir bölümünü Avrupa’da eziyet gören Yahudileri kurtarmaya adamış ve başarılı da olmuştur. Bu uğurda yeğeni Yosef Nasi ile beraber biz­zat Kanuni’ye başvurmuşlar ve sonuç olarak İtalyan şehir devletlerin­den Ankona’ya ticari ambargo uygulanmasını sağlamışlardır. Yahudi cemaati arasında “La Sinyora” yani “Hanımefendi” olarak anılan Don­na Grasia Nasi, 1568 yılında muhteşem servetini yeğeni ve damadı Yosef Nasi’ye bırakarak vefat etmiştir.

Yosef Nasi ise Osmanlı Yahudileri içinde en meşhur olanlarındandır. Bu zat, halasından aldığı muhteşem serveti daha da büyüttüğü gibi gerek Kanuni ve gerekse de 2. Selim zamanında devlet siyasetini yönlendiren simalardan olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılın­da Fransa kralı 9. Charies’a bir mektup göndererek Yosef Nasi’nin Fransa hükümetine verdiği 150.000 düka altını acilen ödemesini İs­temiştir. Yosef Nasi'nin yıldızı 2. Selim in tahta geçişi İle daha da par­lamıştır. İslam devletlerinde özellikle klasik dönemde gayrimüslimle­re yönetici kademede görev verildiği nadir rastlanan olaylardandır. Yosef Nasi de bu istisnalardan birini teşkil eder.

Kendisine Ege deni­zindeki Naksos adasının valiliği verilmiştir. Bunun yanısıra Nasi, Kıb­rıs adasının fethedilmesi yönünde 2. Selim’e telkinlerde bulunmuş, fakat Osmanlı donanmasının Kıbrıs’ın fethinden sonra Haçlı donanmasına Inebahtıda yenilmesi üzerine gözden düşmüştür. Onu meşhur eden en önemli projesi ise Filistin’in kuzeyinde yer alan Tiberya’da bir Yahudi yerleşim merkezi kurma teşebbüsüdür. Yosef Nasi burada bir Yahudi yerleşim merkezi kurmak için hem Kanuni, hem de 2. Se­lim'den ferman almış ancak bu proje çeşitli nedenlerden dolayı haya­ta geçirilememiştir.

Nasi’nin 1579’daki ölümü üzerine ise siyaset sahnesine bir başka En­dülüs kökenli Yahudi’nin, Salamon Aben Yaeş’in çıktığını görüyoruz. Aben Yaeş Osmanlı sarayında yükselerek Midilli dükü unvanını aldığı gibi aynı zamanda 3. Murat döneminde, İngiliz kraliçesi I. Elizabet’le de kraliçenin doktoru olan akrabası vesilesi ile irtibat kurmayı başar­dı. Bunun sonrasında İspanya’ya karşı Osmanlı-İngiliz ittifakını des­tekleyen en önemli figürlerden biri oldu. Hatta kraliçe ile padişah ara­sındaki bir takım müzakerelerin takibini de Aben Yaeş üstlenmiştir.

Kanuni döneminde Endülüs kökenli Yahudiler sadece siyaset alanında değil ilim alanında da önemli simalar yetiştirdiler. Bu dönemde nüfuz kazanan önemli bir sima Moşe b. Hamun’dur. 1493 yılında Grana- da’dan göç ederek İstanbul’a gelen Josef b. Hamun’un oğlu olan bu zat, muhtemelen Osmanlı başkentine geldiğinde henüz bir çocuktu. Baba mesleğinde hızla yükselen Moşe b. Hamun, Kanuni döneminde saraya intisap etmiş ve özellikle padişahın muzdarib olduğu nikris ya da nam-ı diğer gut hastalığını iyileştirmesi ve sultanın acısını hafiflet­mesi vesilesiyle de iltifata nail olmuştur. Ancak dönemin en önemli ta­bibi Kaysunizade ile de ihtilafa düşmüştür.

Bu İhtilaf sırasında Kaysu- nizade’nin suçlamalarına maruz kalmıştır. Moşe b. Hamun diş hekim­liği konusunda uzman bir hekimdi. Nitekim diş hekimliği ile ilgili kale­me alınan Osmanlıcadaki ilk önemli eser kendisine alt olup bu eserin yazımı sırasında hiçbir şekilde Türkçe konusunda yardım alma İhtiya­cı hissetmemiştir. Moşe b. Hamun’un evladına bir takım ayrıcalıklar verilmiştir. Nitekim çocuklarından Josef de baba mesleğini devam et­tirecek ve hatta 2. Selim zamanında saray hekimliğine yükselecektir.

İbn Cani el-lsralli de Endülüs kökenli İkinci belki de üçüncü kuşak tıp alimlerinden biridir. Onun araştırmaları daha çok kendi yaşadığı devir olan 17. yüzyıl başlarında oldukça yaygınlaşan tütün kullanımının fay­da ve zararları üzerine hasredilmiştir. İbn Cani, tütün konusunda halk arasında türlü fikirlerin öne sürüldüğünü dile getirmiş ve bu konu hak­kında dişe dokunur herhangi bir çalışma olmaması nedeniyle Motaridis adında bir İspanyol tabibin bu konu hakkında kaleme aldığı bir eseri Frenkçeden Arapçaya çevirmiştir.

16.asrın İkinci yarısı İle 17. yüzyıl başlarında yaşayan Endülüs köken­li bir diğer Yahudi bllimadamı da Selanik’te yaşayan ve Koca Davud adı ile anılan ünlü astronomdur. Bilindiği üzere Selanik, Endülüs’ten gelen ve Seferadim adı ile anılan Yahudi grubunun yerleştirildiği en önemli merkezlerden biridir. Nitekim bu özelliğini 20. yüzyıl başlarına kadar da muhafaza etmiştir. İşte bu şehirde yaşayan Koca Davud la­kaplı Davud el-Riyazi ilerleyen yıllarda İstanbul’a gelmiş ve ünlü astro­nom Takıyeddin b. Muhammed b. El-Maruf’la birlikte çalışmıştır.

Bilin­diği üzere Sokollu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin Efendi’nin deste­ğini alan Takıyeddin 1575 yılında İstanbul’da Tophane sırtlarında bir rasathane kurmuş ve önemli incelemelerde bulunmuştu. Koca Davud burada çalıştığı gibi bir yandan da Hoca Sadettin Efendi’nin oğluna da hocalık yapmıştı. Ne yazık ki bu değerli alim geride bir eser bırakma­mış ya da bir eseri bu vakte kadar keşfedilmemiştir.

Görüldüğü üzere 1492 yılında İspanya’da gerçekleştirilen ve Müslü­manlarla Yahudileri hedef alan büyük göç dalgası en ziyade Osmanlı ülkesini etkilemiştir. Asırlar sonra bir benzerini 1933 yılında Darülfü­nun ilga edilerek İstanbul Üniversitesi’nin açılması sırasında Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörlerle yaşayaca­ğımız bu olay sonrasında Yahudiler Osmanlı toplumunda tıp, kültür, si­yaset, astronomi, ekonomi gibi alanlarda son derece etkin bir güce kavuşacaklardır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bu güç çeşitli neden­lerle büyük ölçüde Ermeni ve Rumların eline geçecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:61-68 (Küre yay.)
Devamını Oku »

Cıvıl cıvıl Kapalıçarşı



Kapalıçarşı tarih boyunca İstanbul’un sembollerinden biri olagelmiştir. Çarşının bulunduğu alan tarihsel süreç İçinde Os­manlı devletinin ekonomik, dini ve kültürel hayatı açısından önemli bir mekan olma konumunu korumuştur. Nitekim çarşının çevresinde­ki bazı yapılara şöyle bir bakmak bu durumu daha iyi anlamamızı sağ­lar. Kapaliçarşi, selatin camilerinden biri olan Beyazıt Camii’nin yakı­nında yer alır. Beyazıt Camii'nin hemen karşısında bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan alan Fatih'in İstanbul'da yaptırdığı ilk sarayın nam-ı diğer Eski Saray'ın bulunduğu yerdi. Yine bu alanda bir zamanlar İsmail Salb Sencer gibi hezarfenlerin müdür­lüğünü yaptığı Beyazıt Devlet Kütüphanesi bulunmaktadır. Kapalıçarşı’nın Beyazıt kapısından girişte Sahaflar Çarşısı ve onun da sonunda bir zamanlar ülkemizdeki en büyük süreli yayın koleksiyonlarından bi­rine sahip olan Hakkı Tank Us Kütüphanesi'nin binasını görürsünüz. Gerçi binayı biraz zor görürsünüz. Zira ne yazık ki yayınlar, ana bina­dan Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne taşınmış ve binanın giriş kapısı da önündeki küçük giyim dükkanları ile işporta tezgahlarının istilasına uğramıştır.



Üzerinde Sultan 2. Abdülhamit’in tuğrasının bulunduğu Beyazıt kapısından çarşıya girip meşhur Kalpakçılar Caddesi ya da Kapalıçarşı’nın ana caddesinden geçerek diğer kapıdan çıkacak olur­sanız karşınıza bir başka selatin camisi olan Nuru Osmaniye Camii çı­kacaktır. Bu caminin İnşasına da I. Mahmut tarafından başlanmış an­cak bitimi 2. Osman’a nasip olmuştur. Bu taraftaki çıkışta ise sizi çok hoş bir “Arma-i Osman!” uğurlayacaktır. Biz yine Beyazıt kapısı tarafına dönelim. Ancak çarşıya girmeden gözlerimizi Sahaflar Çarşısı’nın tam çıkışına denk düşen Fesçiler kapısının üzerindeki bir hatta çevirelim. Bu yazıda “el-kasibu habibullah” İbaresi okunur ki bu Kapalıçarşı’yı herhalde en güzel anlatan kudsi kelamlardan biri olsa ge­rek. Anlamı İse: “Allah ticaret yapanı sever.”





Üstü örtülü çarşı ya da kapalıçarşı geleneğinin ilk olarak Kuzey Afri­ka’da ortaya çıktığı oradan da Suriye, Irak ve el-Cezire bölgesine ya­yıldığı bilinmektedir. Bu durumun en önemli nedeni bölgenin iklimi ol­sa gerek. Zira bilhassa yaz mevsiminin çok sıcak geçtiği söz konusu diyarlarda İnsanların saatlerce ayakta durması, bunalıp sıkılmadan gezmesi İçin üzeri mutlak suretle örtülü ve güneşin etkisini azaltmak amacıyla da kurşunla kaplı alışveriş mekanlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Aynı zamanda bu kapalı mekanın giriş ve çıkış bölgelerinde bulunan kapılar da çarşının koridorlarında hava sirkülasyonu sağlamakta, böylece doğal bir vantilatör fonksiyonu elde edilmektedir. Bu tür çarşıla­rın ilk ortaya çıktığı yerleşim yerleri Tunus'taki Kayrevan, Mısır’daki İskenderiye ve Kahire, Suriye’deki Halep ve Şam, Irak’taki Musul ve Bağdat, Anadolu'daki Diyarbakır gibi şehirlerdir. Hepsinin ortak özel­liği ise önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyor olmaları.

Kapalıçarşı'nın İnşası hakkında farklı rivayetler olmakla birlikte genel kabul, çarşının geniş Fatih tarafından Ayasofya’ya gelir getirmesi amacıyla yaptırıldığı yönündedir. Bu arada çarşı derken bugünkü pek çok iş hanı ile birleşen, farklı kollardan çok büyük bir alana yayılan günümüzün dev yapı kompleksi gelmesin aklımıza. Kalpakçılar Cad­desi adı verilen çarşının ana caddesine Beyazıt kapısından girdiğimiz­de sol tarafta yer alan ve sırasıyla karşınıza çıkan Cevahir Bedesteni İle Sandal Bedesteni adını taşıyan iki yapı Kapalıçarşı’nın temelini oluşturur. Zamanla bu bedestenlerin çevresine inşa edilen dükkanlar ve iş hanlarının bazıları da üzerleri kapatılarak çarşıya eklenmiştir. Çarşının Kapalıçarşı adını 18. yüzyıldan itibaren aldığı tahmin edili­yor. Zira 1701 yılında çıkan yangın sonrasında çarşı esnafı ile istişa­re eden İstanbul kaymakamı vezir Çerkez Osman Paşa çarşının kap­ladığı alanın üst kısmının yangın tehlikesine karşı kapatılmasına ka­rar vermiş ve bunu uygulatmıştır. Çarşı 1894’de büyük zarar gördüğü deprem sonrasında Sultan 2. Abdülhamit tarafından yeniden tamir et­tirilirken büyük ölçüde nihai şeklini de almıştır.

Çarşının iki temel taşını oluşturan bedestenlerden “Bedesten-i Atik” de denilen Cevahir Bedesteni, adından da anlaşılacağı üzere eski de­virlerde daha çok mücevheratçıların yoğunlaştığı bir ticaret alanı idi. Günümüzde ise antikacılar, boncukçular, lületaşı satıcıları, kuyumcu­lar, gümüşçüler, bakırcı ve saatçileri barındırıyor. Haa bir de çarşıyı gezen turistlere hizmet veren “Bedesten Cafe”si var tabii. Eski devir­lerde bu bedesten aynı zamanda kiralık kasa işlevi de görürdü. Bura­da bulunan ve “dolap” adı verilen yerden biraz yüksekçe küçük mu­hafaza hücrelerinde sandıklar içinde bazı insanlar takı, mücevher ve altınlarını saklarlardı. Dolabına bir şey koyacak olan şahıs buranın emniyetinden sorumlu olan bölükbaşı nezaretinde dolabına gider, do­labın içindeki sandığın mührünü eli ile açar işini gördükten sonra da yine bölükbaşının nezaretinde sandığını mühürleyerek dolabına yer­leştirirdi. Bu aynı zamanda çarşıdaki emniyete duyulan güvenin de bir göstergesi idi. Yalnız bu güven, 1750 yılında çıkan Mercan yangının­da ciddi bir sarsıntıya uğrayacaktır. Yangın sırasında çarşı büyük za­rar görmüş ve fırsattan istifade eden yeniçeriler de çarşıyı yağmala­maktan geri kalmamışlardı. Günümüzde ise bu dolaplar yıkılarak kü­çük, camekânlı dükkanlar haline getirilmiştir.

Sandal Bedestenine gelince; burası adını Bursa’da üretilen ve “san­dal” adı verilen bir tür değerli kumaştan almaktaydı. Doğal olarak burada değerli kumaşların, halıların satıldığı bir ticari ortam oluşmuştu. Bedestende yer alan kumaşçı esnafı özellikle Batı’daki Sanayi Devrimi'nden son derece muzdarip olmuştur. 1838’de İngilizlerle imzalanan ve sonrasında benzer hükümleri diğer Avrupa ülkelerine de tanınan Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile Osmanlı piyasası tamamen Batılı devletlere açılmış ve sonuçta Batı’nın ucuz dokumaları ile rekabet edemeyen Osmanlı esnafı çökmüştür. 19. yüzyıla gelindiğinde dokumacılıkla uğraşan meslek erbabı, çarşıdaki eski önemini artık yitirmiştir. Bu nedenle 1915’te İstanbul şehremini olan Cemil (Topuzlu) Paşa harap bir halde bulunan Sandal Bedesteni’ni tamir ettirerek bir müzayede salonu haline dönüştürmüştür. Bedesten 1980’li yıllara kadar bu özelliğini devam ettirdi. Bedestende yoğun olarak halı müzayedeleri yapılmakla birlikte mücevher, mobilya, fotoğraf,tablo gibi antika değeri olan objelerin de satışı gerçekleştiriliyordu. Bugün ise Sandal Bedesteni’nde halı, çini gibi geleneksel hediyelik eşyaların yanı-sıra t-shirt, çanta, spor ayakkabı, deri ceket gibi ürünler de satılıyor.

Yukarıda da ifade ettiğim üzere Kapalıçarşı bir yapılar kompleksidir. Yapı topluluğunun önemli bir parçası olan hanların bir kısmı Osmanlı devletinin varlıklı idareci sınıfı tarafından inşa ettirilmişti ki bu gelenek Fatih zamanına kadar uzanır. Fatih, şehri fethedince bölgeyi şenlendirmek amacıyla önde gelen devlet adamlarına cami, mederese, imaret, ha­mam ve çarşı gibi yapılar yapmaları emrini vermiş, bu emirden İstan­bul’un ekonomisi de nasibini almıştır. Öyleki yakın zamana kadar ba­zı hanların taşıdığı isimlerde de Osmanlı idareci sınıfının çarşıya yap­tığı katkılar açık bir şekilde gözlemlenir. Mesela çarşının çevresinde­ki ve içindeki hanlardan bazıları Ali Paşa Hanı, Mercan Ağa Hanı, Kızlarağası Hanı gibi isimler taşır. Ancak han isimlerinin daha çok Os­manlı lonca teşkilatının da etkisiyle belli meslek gruplarının yoğun­laştığı mekanları dile getirir nitelikte olduğunu da hemen hatırlata­lım. Yağcı Hanı, Sepetçi Hanı, Astarcı Hanı, Baltacı Hanı, Perdahçılar Hanı, Sarraf Hanı, Kuyumcular Hanı, Tarakçılar Hanı akla gelen ilk ör­nekler. Bir de tabii ki belli özellikleri ön plana çıkarılarak isimlendiri­len hanlar var. Yarımtaş Hanı, Zincirli Han, Camili Han, Sorguçtu Han misali. Bu hanlardan Zincirli Han gibileri mimari özelliklerini büyük oranda muhafaza ederken, Çarşıkapı çıkışında yer alan Sepetçiler Ha­nı artık tanınmayacak bir halde. Zaten burada da sepetçiler değil de­riciler var. Bir de İsminin nerden geldiğini bilmediğim ancak Kapalı- çarşının Beyazıt kapısının hemen girişinde karşınıza çıkan Yolgeçen Hanı var ki adıyla tezat oluştururcasına misafiri pek olmayan bir han. Kimbilir belki de bir dönem fazlasıyla işlekti ve belki de dilimize pele­senk olan “yolgeçen hanı” tabiri buradan türemiştir.



(resim-kapalıçarşı esnafı)



Yolu İstanbul'a düşüp de kıyısından köşesinden Kapalıçarşı'ya temas etmeyen gezgin hemen hemen yok gibidir. Busbek'in hatıralarında,Miss Julia Pardoe’nun anılarında, Edmondo de Amicis'in İstanbul üzerine kaleme aldığı kitabında,Antonle Galland'ın, Joseph Pitton de Toumefort’un gözlemlerini aktardıktan çalışmalarında Kapalıçarşı’ya dair bilgilere tesadüf edebilirsiniz. Ben bu kişilerden sonuncusunun eserinden bir parça alıntı yapmakla yetineceğim. Meraklıları, hepsi Türkçeye çevrilmiş olan diğer eserleri de kurcalayabilir.1701 yılında İstanbul’da bulunan Fransız kralının saray bahçeleri danışmanı olan Joseph Pitton de Tournefort Kapalıçarşı hakkında İlgi çekici bilgiler verir. Her iki bedestenin de 1461 yılında Fatih tarafından yaptırıldığını İç (Cevahir) bedestende daha çok silahlar ve at koşum takımlarının satıldığını, asıl zenginliğin yer aldığı Sandal Bedesteni’nde ise kuyumcuların, kürkçülerin, kaftancıların,halıcıların, değerli kumaş satıcılarının ve porselencilerin bulunduğunu İfade eder. Çarşının güvenliği için her şey düşünülmüş olup burada güvenliği sağlayacak olan kişiler için lojman dahi yapılmıştır. Yine onun anlatımından yola çıkarak çarşının erken sayılabilecek bir saatte kapatıldığını da öğreniyoruz. Aslında bu durum son derece normaldir. Zira eski İstanbul’un yaşam tarzı ezan vaktine endekslidir. Bu anlamda esnaf sabah çok erken bir vakitte çarşıdaki dükkanını açar ve akşam ezanının okunması ile de dükkanların kepenkleri inerdi. Elektriğin olmadığı bir dönemde yangın tehlikesinden dolayı defalarca harap olan Kapalıçarşı’da aydınlanma problemi kubbelerin yan taraflarında açılan pencereler vasıtasıyla giderilmişti. Dolayısıyla hem dinsel nedenler hem de yangın endişesi çarşının çalışma saatlerinde uzun yıllar belirleyici olmuştu. Yeri gelmişken yakın bir zamanda çar­şının 24 saat açık olmasının gündeme getirildiğini ancak esnafın bu teklife son derece tepkili yaklaştığını da belirtelim.


Çarşı, tarih içinde pek çok ünlü misafiri de konuk etmiştir. Tespit ede­bildiğim kadarıyla çarşının ağırladığı ilk Batılı liderlerden biri Alman imparatoru Kayser Wilhelm ve eşi Augusta Victoria’dır. 1889 yılında İstanbul’a ilk seyahatlerinde imparatoriçe, eşi ile birlikte Osmanlı as­keri birliklerinin geçit resmini izlemek yerine çarşının yolunu tutmuş­tu. 1898’de çift bir kez daha İstanbul’a geldiklerinde İmparatoriçe hayran olduğu bu mekana bir kez daha gelmek istemiş ancak güven­lik endişesi nedeniyle çarşıya gidemediğinden, bu kez çarşı esnafı seçtikleri bazı değerli eşyalarla Gümüşsuyu’ndaki Alman Sefarethanesi’nde bulunan imparatoriçenin huzuruna gitmişlerdi. Sonraki yıllarda Kapalıçarşı İngiliz kralı 7. Edward ve Kraliçe Elizabet’ten İspanya kra­lı Juan Carlos’a, Arabistan kralı Faysal'dan eski Birleşmiş Milletler sekreteri Kofi Annan’a, Florance Nightingale’den Tony Curtis’e, Cameron Diaz’dan Liza Minelli’ye nice şöhretli simayı ağırlayacaktır.

Kapalıçarşı’nın esnaf profili hakkında da biraz bilgi verelim. Osmanlı İmparatorluğu’nda lonca teşkilatının etkisiyle esnaf gruplarının belli merkezlerde toplandığını ve hatta bazı hanların ya da çarşıdaki cad­de isimlerinin de bu meslek erbabının adı ile anıldığını biliyoruz. Bu tarz bir uygulama hem müşterinin aradığını kolayca bulmasını, hem de esnafın rahatça kontrol edilmesini temin ediyordu.

Evliya Çelebi 17. yüzyılda çarşıda varolan şu esnaf kollarına gönderme yapıyor: Çu-kacılar, atlas kumaş satıcıları, dibacılar, kadifeciler, yastıkçılar, ipek­çiler, peştemalcılar, bezciler, halıcılar, sofacılar, aynacılar. Bunlara ta­bii ki cevher imal eden kuyumcular ve bunları satan mücevharatçılarla, silahçıları da eklemek gerekir.



Osmanlı lonca teşkilatının çökmesi İle klasik esnaf yapısı ciddi deği­şime uğramıştır. Çarşı esnafının önemli bir kısmını oluşturan gayri­müslim esnafın da daha çok Beyoğlu, Şişli tarafına doğru yayılması ya da çarşıdan çıkarak Sultanhamam, Yeşildirek gibi bölgelere inme­si sonrasında çarşı, tarihinin en karanlık günlerini yaşamıştır. Yine de tüm bu yaşananlara rağmen 19. yüzyıl içinde Kapalıçarşı’da kabaca şu meslek gruplarına tesadüf etmek mümkündü: Kültürel faaliyet an­lamında birbirleri İle sıkı bağları olan hattatlar, sahaflar, varakçılar, müzehhipler, kalemtraşlar, süsleme ve bezeme alanında faaliyet gös­teren oymacılar, yaldızcılar, kabartmamlar, hakkaklar, kakmacılar, sırmacılar, silah pazarında faaliyet gösteren miğferciler, tüfenkçiler, kılıççılar. Şimdilerde bu meslek gruplarının çoğunun yaptığı işlerin adi kopyaları vitrinleri süslüyor. Bunların dışında kuyumcular, altıncılar, antikacılar, taklitçiler, tesbihçiler, kürkçüler, yorgancılar, şalcılar, halıcılar diğer meslek erbabından sadece bazıları idi.

Günümüzdeyse esnaf 4 ana dala ayrılmış vaziyette. Bunlar deri ve mamullerini satanlar, kuyumcular ve sarraflar, halı ve kilimciler, anti­kacılar. Lakin Kapalıçarşı’dan geçenler bilirler, son zamanlarda İstan­bul’un en önemli turistik çarşısı olmanın getirdiği bazı beklentilerden dolayı bu esnaf zümreleri İle hiç de alakaları olmayan kaset ve cd sa­tıcıları, kot ve t-shirt satıcıları, marka saat ya da çanta satıcıları gi­bi dükkanlar da var. Yine dönemin yükselen ekonomik değerinin yan­sımalarına çarşıda rastlamak mümkün. Mesela 1990’lı yılların hemen başında demirperde ülkelerinin yıkılması sonrasında İstanbul’da baş­layan bavul ticareti kapsamında Kapalıçarşı’da da bu beklentilere ce­vap verecek pek çok dükkanın açıldığını görürüz. Ancak bugün bavul ticaretinin sönükleşmesi sonrasında Kapalıçarşı’da pek çok dükkan da farklı meslek erbabının eline geçmiştir.

Çarşı yüzyıllar boyunca Osmanlı lonca sisteminin ve ticaret ahlakı dü­zeninin en canlı numunelerini vermiştir. Esnaf kendi içinde bazı ahlakkuralları belirlemiş ve bu yazısız ahlak kurallarına uyulagelmişti. Bu­nu İstanbul’u ziyaret eden Julia Pardoe, Edmondo de Amicis gibi ün­lü seyyahların seyahatnamelerinden de doğrulamak mümkündür. Pe- ki neydi bu ahlak kuralları?

Hiç şüphesiz en belli başlıları; komşu dükkanın ticaretini kıskanma­mak, müşteri memnuniyetini esas almak, kâra karşı kayıtsız ve tok gözlü olmak, tek ve doğru fiyat prensibini uygulamak (hatta seyyah­larımız bu nedenle çarşının Müslüman esnafı ile pazarlığa girişmeye kalkmanın pek ayıp olduğunu ifade ile burayı ziyaret etmeyi planlayan okurlarını uyarırlar), malını hakkından fazla övmemek, müşteriye ra­hatsızlık verecek her türlü muameleden kaçınmak, yaşlı esnafın ya­nında yüksek sesle konuşmamak ve sigara içmemek, söz verilmeden konuşmamak, konuşurken de az ve maksada yönelik konuşmak idi. Çarşıda eski dönemlerde esnafın iskemlede oturması da edepsizlik olarak kabul edilir ve bunun yerine “erkan minderi” adı verilen, ancak diz çökerek oturacak kadar bir büyüklüğe sahip olan minderler tercih edilirmiş. Bu kurala uymayan, çarşıda başı açık ya da ceketsiz dola­şan esnafa ise 3 gün dükkan kapatmadan başlayan cezalar verilir­miş. Çarşı içindeki bazı sokakların kesişme noktalarında biraz geniş­çe küçük meydanlara tesadüf olunur ki bu meydanlara “dua meyda­nı” adı verildiğini hemen belirtelim. Sebebi ise esnaf burada dükkanı­nı açmadan önce toplanır ve işlerinin bereketli geçmesi için dua eder ondan sonra da besmele ile dükkanını açarmış.

Çarşı esnafından Bedros Kato ile Kapalıçarşı dergisinin Mart 2001 sayısı için yapılan bir röportajda da bu kurallara yakın zamana kadar uyulmaya çalışıldığını ancak son zamanlarda eskilerin ölüm ya da ta­şınma nedeni ile çarşıdan el etek çekmesi ve onların yerine gelenle­rin bir kısmının da çarşı ahlakı ile yetişmemiş olmasından dolayı bir takım sıkıntıların yaşandığının altını çizer. Bu değişimi ediplerimizin dizelerinde de bulmak mümkündür. Yazımızı Şükrü Enis Regü’nün İs­tanbul adlı şiirinin dizelerine bağlayarak bitirelim:

Sen ne kadar değişmişsin İstanbul!

Denizin dalgalarını kaybetmiş,

Gemilerin yelkenlerini!

Dükkanların vitrinleri ufalmış,

Yeni insanlarla dolmuş Kapalıçarşı.

Apartmanların sanki bir söyleyeceği var Bulutlarla karşı!

Sana bir hâl olmuş İstanbul.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:89-97 (Küre yay.)
Devamını Oku »